Güncel Duyuru: Öğrencilerimizin dikkatine ! Ücretsiz TEMEL ARAPÇA SARF&NAHİV derslerimizi Eklemeye başladık 1-13.Derse kadar Tamam(Elhamdü lillah) Tıkla Ders Sayfasına Git Tags:Online Arapça Dersleri Video,İslami ilimler Video Dersleri,İlahiyat Önlisans Arapça Video Dersleri,İlahiyat Arapça Video Dersleri,İmam Hatip Arapça Dersleri Video,İlitam Arapça Video Dersleri,Tefsir Dersleri Video,Hadis Dersleri Video,Fıkıh Dersleri Video,Arapça Dershaneniz,Kur'an,Sünnet,Arapça dersleri,tefsir oku,hadis,oku,Kuran meali oku,arapça öğreniyorum,arapça dilbilgisi video,arapça nahiv video,arapça sarf dersleri video,islami sohbetler

9-Tevbe Suresi Meali Tefsiri Oku: Hudeybiye Antlaşması-Müşriklerin Ahidlerini Bozmaları, Onlara Savaş İlan Edilmesi

+/- [1-Sûrenin Başından Besmelenin Kaldırılış SebebiBaşlık]
TEVBE SURESİ


Sûrenin Başından Besmelenin Kaldırılış Sebebi:


İbni Abbas şöyle demiştir: Ali (r.a.)'a: "Tevbe sûresinin başında besmele ni­çin yazılmadı?" diye sordum. "Çünkü, besmele bir emandır. Tevbe ise, kılıcı ve sözleşmelerin atılmasını getirmiştir. Bunda ise eman yoktur" dedi.[1]

Süfyan b. Uyeyne: "Bu sûrenin başına besmele yazılmadı. Çünkü besmele rahmettir. Rahmet ise bir emandır. Bu sûre ise münafıklar ve kılıç hakkında indi. Münafıklara hiçbir eman yoktur" demiştir.[2]

Kurtubî ise Kuşeyrî'den naklen: "Sahih olan besmelenin yazılmamasıdır. Çünkü Cibril (a.s.), bu sûrede onu indirmedi. Sahabe de onu Tirmizî'nin dediği­ne göre ilk sahifeye -emiru'l-müminin Osman (r.a)a uyarak yazmadı." demiştir. [3]



Hudeybiye Antlaşması:


Resulullah (s.a.), hicretin altıncı yılında müşriklerle, on yıl süreyle savaşıl-maması, barış ve emniyet içinde kalınması gibi önemli şartları içine alan Hudeybi­ye Barış Antlaşmasını yaptı. Sonra Kureyş, Hz. Peygamber(s.a)'in müttefiki Hu-zaa kabilesine karşı kendi müttefikleri Bekiroğullan kabilesine silah ve adam yar­dımında bulunarak bozdu. Amr b. Salim el- Huzaî, bir elçi heyeti başında gelerek, Peygamber (s.a.)'den yardım talebinde bulundu. Resulullah (s.a.) de ona: "Yardım ettim ey Amr b. Salim! KaTs oğullanna yardım etmezsem yardım olunmam" bu­yurdu. İşte bu, yeniden Kureyş ile savaş halinin başlamasına neden oldu.

Bunun üzerine Resulullah (s.a.), ashabına savaşa hazırlanmalarını emret­ti. Mekke'yi fethe koyuldu ve hicretin sekizinci yılında fethetti.

Mekke'nin fethi haberi Hevazin kabilesine ulaşınca, emirleri Malik b. Avf en-Nasrî, müslümanlarla savaşmak üzere kabilesini topladı. Dureyd b. Sam-me'nin de hazır bulunduğu Huneyn gazvesi, hicri sekizinci yılın Şevval ayında oldu. Daha sonra Peygamber (s.a.) 20 küsur gün Taifi kuşattı, onlarla ok ve mancınıkın da kullanıldığı çetin bir savaş yaptı.

Sonra Peygamber (s.a.) hicri dokuzuncu yılın Receb ayında son gazvesi olan ve Tevbe sûresinin pek çok ayetinin indiği Tebük gazvesine çıktı.

Resulullah (s.a.), Tebük gazvesinden geri dönünce hac etmek istedi. Fakat müşriklerin bu mevsimde de gelip Kabe'yi çıplak olarak tavaf edeceklerini ha­tırladı, onlara karışmak istemedi ve o yıl, Hz. Ebû Bekir Sıddık'ı, insanlara hacla ilgili ibadetlerini yaptırmak, müşriklere bu yıldan sonra hac etmemeleri­ni bildirmek ve insanlara "Allah ve Rasulü'nden bir ültimatom..."u seslenmek üzere gönderdi.

Hz. Ebû Bekir yola çıkınca, peşinden Resulullah (s.a.)'in tebliğcisi olarak, akrabasından Ali b. Ebî Talib'i: "Tevbe sûresinin şu baş tarafını, al, git, insan­lar toplu haldeyken onları oku" diyerek gönderdi.

Hz. Ali, Hz. Peygamberin devesine binerek çıktı, Zü'1-Huleyfe'de, Ebû Be­kir'e yetişti. Hz. Ebû Bekir, Hacda insanlara imamlık yaptı. Hz. Ali de Tevbe sûresinin baş tarafını okudu.[4] Bu, Hicrî dokuzuncu yılın Kurban Bayramı gü­nü Mina'da oldu.

İmam Ahmed ve Tirmizî, Enes b. Malik'ten şöyle rivayet ederler: Resulul­lah (s.a.), onu (Ali'yi), Tevbe süresiyle Hz. Ebû Bekir'e gönderdi. O, Zü'1-Huley-fe'ye vardığında Resulullah (s.a.) bana: "Bunu ya ben tebliğ edeceğim, ya da ehl-i beytimden birisi tebliğ edecek dedi" dedi. Resulullah (s.a.) Tevbe sûresini, Hz. Ali'yle göndermişti.

Buharı, Peygamber (s.a.)'in Ali'yi hicri dokuzuncu yılda gönderdiğini, onun da bayram günü Mina'da Tevbe sûresinin baş tarafını okuduğunu, artık bu yıl­dan sonra hiçbir müşriğin haccetmeyeceğini, çıplak olarak hiçbir kimsenin Beytullah'ı tavafta bulunamayacağını bildirdi, dediğini rivayet eder.

Ahmed b. Hanbel, Tirmizî ve Nesaî, Zeyd b. Yüseyg'in (Hemadanlı bir adam) şöyle dediğini rivayet ederler: "Ali'ye, Resulullah (s.a.)'in kendisini Ebû Bekir'le hacca gönderdiği günü kasdederek hangi şeyle gönderildin?" diye sor­duk. Şu cevabı verdi: Dört şeyle gönderildim: Cennete mümin olandan başkası girmeyecek, hiçbir çıplak Kabe'yi tavaf edemeyecek, peygamberle ahdi olanın ahdi, anlaşma süresinin sonuna kadar geçerli sayılacak, bu yıldan sonra müş­rikler haccedemeyecek... [5]



Müşriklerin Ahidlerini Bozmaları, Onlara Savaş İlan Edilmesi


1- Müşrikler içinden antlaşma yaptık­larınıza karşı Allah ve Rasûlünden bir ültimatomdur.

2- Yeryüzünde dört ay daha dolaşın. Bilin ki siz, Allah'ı aciz bırakabilecek değilsiniz. Herhalde Allah kâfirleri rüsvay edicidir.

3- Ve hacc-ı ekber günü. Allah ve Rasû­lünden insanlara bir duyurudur: Allah ve Rasûlü, müşriklerden uzaktır. Eğer tevbe ederseniz, bu sizin için daha ha­yırlıdır ve eğer yüz çevirirseniz, iyi bi­lin ki, siz Allah'ı âciz bırakabilecek de­ğilsiniz. O kâfirlere acıklı bir azabı müjdele.

4- Antlaşma yaptığınız müşriklerden size hiçbir şeyde eksiklik yapmamış, aleyhinizde hiçbir kimseye yardım et­memiş olanlar müstesnadır. O halde onların müddetleri (bitinceye) kadar ahidlerini tamamlayın. Şüphesiz Allah sakınanları sever.



Açıklaması


Tevbe sûresinin ilk ayetleri hicri 9. yılda, Mekkeliler hakkında nazil oldu. Resulullah (s.a.) hicri 6. yılda onlarla Hudeybiye Barışı yapmış, onlar da -Dam-re ve Kinane oğullan dışında- anlaşmalarını bozmuşlardı. İşte bu sûrenin ilk ayetleriyle müslümanlara, o müşriklerin anlaşmalarından uzaklaşmaları, on­lara dört ay süre vermeleri, bu süre bitince onlarla savaşmaları emrolunuyor...

Antlaşmalardan amaç, bir zamanla sınırlı olmayan mutlak antlaşmalar­dır. Dört aydan daha az antlaşması bulunanlar için bu süre dört aya tamamla­nır. Dört ayın üstünde belirli bir süreyi kapsayan antlaşma, bu süre dolana ka­dar devam eder. Nitekim: "O halde onların müddetleri bitinceye kadar ahidleri-ni tamamlayın" ayeti de bunu işaret eder. Bu, Taberî ve İbni Kesir gibi alimle­rin tercih ettiği en sahih görüştür. Kelbî: "Dört ay, Resulullahla aralarında, dört ayın altında bir antlaşma olanlar içindir. Dört aydan daha fazla bir süreyi kapsayan antlaşması olanlara, o süre tanınır. Çünkü Allahü Teâlâ: "O halde onların müddetleri (bitinceye) kadar ahidlerini tamamlayın" buyuruyor, der.

Açıklandığı gibi, Resulullah (s.a.) hicri dokuzuncu yılda, Hz. Ebû Bekir'i hac emiri tayin etti. O, yola çıktığı zaman müşriklerle ahdi bozmayı içeren Tev­be sûresi nazil oldu. Hz. Peygamber (s.a.): "Benim görevimi ehl-i beytimden biri yerine getirsin" diyerek, Hacc-ı Ekber günü, bunu insanlara tebliğ etmesi için Hz. Ali'yi gönderdi. Kurban bayramının birinci günü insanlar Mina'da toplanınca, Hz. Ali onlara Tevbe sûresinin ilk ayetlerini okudu. Sonra da Tirmizî, Nesaî ve Ahmed b. Hanbel'in rivayet ettiğine göre: "Dört şeyle gönderildim: Hiçbir kimsenin Kabe'yi çıplak olarak tavaf edemeyeceği, Resulullah (s.a.)'le antlaşması bulunan için bu antlaşmanın süresi doluncaya kadar geçerli olaca­ğı, ahdi olmayana ise dört ay müddet tanınacağı, cennete ancak inanan kişinin gireceği ve müslümanlarla müşriklerin bu yıldan sonra bir arada bulunmaya­cağı hususları."

Ayetin manası: "Bir ültimatom", yani uzaklaşma Allah'a ve Rasulüne nis-bet olundu. Çünkü O, Allah'ın yeni bir teşrii, Allah Rasulüne ugulamasmı iste­diği bir emri, onun makamını ve şerefini yükseltmedir.

"Antlaşma yaptıklarınız" ifadesi, müminlere hitaptır. Çünkü, Resulullah (s.a.) ümmetin lideri olması sıfatıyla antlaşmaları yapan kimse olmakla bera­ber, o antlaşmaları uygulayanlar müminlerdir. Cassas der ki: "Berâe", dostlu­ğun kesilmesi, bağın kaldırılması ve emniyetin gitmesi anlamlarına gelir.

Müşriklerden ahid yapılanlara -Mekkeliler, Huzaalılar, Müdleçliler ve araplardan kendileriyle ahid olan ve olmayanlar- bir ültimatom, yani Allah ve Rasûlü, müşriklerle yaptığınız muahededen uzaktır. O, onlara atılır. Çünkü on­lar -Damra ve Kinane Oğulları hariç- anlaşmalarını bozmuşlardı... Onun için ahdi bozanlara ahdin atılması, ahidlerinin bozulması ve yeryüzünde dört ay herhangi bir müdahale olmaksızın istedikleri yere emniyetle seyahet etmeleri emrolundu.

"Dolaşın" sözü haberi cümleden sonra gelen bir emir cümlesidir. Yeryüzün­de, müslümanların hiçbirinden korkmadan emniyet içinde gezin demektir. Ayetten anlaşılıyor ki, bu uzaklaşma ve anlaşmanın atılması, ancak dört ay sonra yürürlüğe girecektir. Anlaşmasını bozmayanlarm anlaşmaları ise anlaş­ma sürelerinin bitimine kadar geçerlidir.[6]

Onlar için böyle bir süre tanınması, işlerini düşünmeleri, sonunda ya İs­lâm'ı, ya da savaşı tercih etmeleri, şirk ve düşmanlıklarında ısrar ederlerse, sa­vaşa hazırlanmalarına bir fırsat tanımak içindir. Bu, müslümanlar onları, an­sızın yakaladığı suçlamasının yapılmaması için, hoşgörünün en yüksek nokta­sıdır.

Süyutî'ye göre dört ay, Şevval, Zülkade, Zülhice ve Muharrem aylarıdır. Çünkü Zührî'den rivayet edildiğine göre, Tevbe sûresi Şevval ayında nazil ol­muştur.

Zemahşerî, Razî, Kurtubî ve İbni Kesir gibi diğer müfessirlere göre ise, ha­ram aylar: "Haram olan o aylar çıktığı zaman..." (Tevbe, 9/5) ayetinde kasdolu-nan aylardır. Bunlar da: Zilhicce'den yirmi gün, Muharrem, Safer ve Rebiülev-vel aylarıyla, Rebiülahir'den on gündür. Bence de en sahih görüş budur. Çünkü imam Ali (r.a.) Tevbe sûresinin ilk ayetlerini insanlara, Mina'da, Kurban Bay-ramı'nın ilk gününde okudu.

Dört aydan amaç, İbni Cerir et-Taberî'nin İbni Abbas'tan naklen düşündü­ğü gibi, bilinen o haram aylar -Zülkade, Zülhicce, Muharrem, Recep- değildir. Çünkü bu, Kur'an'ın nazmını bozucu ve icmaa muhaliftir. Bu ayların hürmeti nesholunmuştur. Bu söz ise, haram ayların hürmetinin sürekli kalmasını ge­rektirir. O halde, biraz önce zikrettiğim dört ay kasdedilmektedir.

İnsanlara okuması için "Tevbe"nin Hz. Ali'ye verilmesindeki hikmet şu­dur: Bu sûre Resulullah (s.a.)'in yaptığı ahdin bozulması hükmünü içine alıyor­du. Arapların anlayışına göre ahdi ancak, ya onu yapan, ya da ailesinden bir erkek bozabilirdi. Bu suretle, Hz. Peygamber (s.a)'de ailesinden amcasının oğ­lunu ahdi bozmak üzere göndermekle araplann dilini kesmek, hiç kimseye ko­nuşma fırsatı vermemek istiyordu.

Ayet, bizimle müşrikler arasında bulunan ahdin kesilmesinin caiz olduğu hükmünü de getiriyor. Bu, iki halde olur: Ya anlaşma süresinin bitmesi halinde (bu halde onlara savaşı duyururuz) ya da onların ahdi bozmaları veya bozma korkusu halinde (bu halde ahidlerini onlara atarız).

Sonra Allahü Teâlâ: "Bilin ki siz, Allah'ı aciz bırakabilecek değilsiniz" bu­yuruyor. Yani kesinlikle biliniz ki, siz şirk ve düşmanlık hali üzere kaldığınız sürece kaçmakla ve korunmakla Allah'ın azabından asla kurtulamazsınız. O, her ne kadar size süre verse de, dünyada öldürülmek, ahirette cehennemde azabla sizi zelil ve rüsvay edecektir. Nitekim Cenab-ı Hak, Mekke müşrikleri ve benzerleri hakkında: "Onlardan öncekiler de yalanladılar da, bilmedikleri bir yerden kendilerine azap gelip çatıverdi. Bu suretle Allah dünya hayatında onlara rüsvaylığı tattırdı. Ahiret azabı ise, elbet daha büyüktür. Eğer bilselerdi" (Zümer, 39/25-26) buyurur.

Allah, müşriklerden uzak olduğunu açıkladıktan sonra, bunun bütün in­sanlara duyurulmasını emretti: "Ve hacc-ı ekber günü, Allah ve Rasûlünden in­sanlara bir duyurudur". Yani, Allah ve Rasûlünün, müşriklerin ahidlerinden uzak olduğunu, bütün insanlara hac farizalarının sona erdiğini, hac ibadet günlerinin en faziletlisi olan ve bütün hacıların hac ibadetlerini tamamlamak için Mina'da toplandığı şu hacc-ı ekber gününü ilândır.

İki beraet arasında tekrar yoktur. Çünkü birinci beraet, anlaşma yapıp sö­zünü bozanlara aittir. Berat duyurma ise, anlaşma yapan veya yapmayan, sö­zünü bozan veya bozmayan herkesi içine almaktadır.

Bu hacca, hacc-ı ekber dendi. Çünkü o hacda Hz. Ebû Bekir haccetti ve on­da sözleşmeleri attı. Bir rivayette İbni Abbas, İbni Mes'ud, İbni Ebi Evfa ve Muğira b. ŞuTse'ye göre -İmam Malik'in görüşü de budur- hacc-ı ekber günü, kurban bayramının ilk günüdür. Çünkü Arafat'ta vakfe onun gecesinde; taş at­ma, kurban kesme, tıraş, tavaf ise onun sabahında olmaktadır.

Hz. Ömer, Osman, bir rivayette İbni Abbas, Tavus, Mücahid'e göre -Ebû Hanife ve Şafiî'in görüşü de böyledir- hacc-ı ekber günü, Arefe günüdür. Çünkü Mahreme'nin rivayet ettiği hadise göre peygamber (s.a.): "Hacc-ı ekber günü, Arefe günüdür" buyurmuştur.

Atâ' ve Mücahid'den rivayet olunduğuna göre hacc-ı ekber, Arafatta vakfe yapılan gün; hacc-ı asgar ise, umredir.

Daha önce de söylendiği gibi, hac emirliği Hz. Ebûbekir'de kalmakla bera­ber, anlaşmalarını bozanların anlaşmalarının bozulduğunu haber veren, Hz. Ali'dir. Buharî ve Müslim'in, Ebû Hureyre'den rivayetine göre, o şöyle demiştir: Ebû Bekir, beni o hacda, Kurban bayramı günü, Mina'da bu yıldan sonra hiçbir müşriğin haccetmeyeceğini ve Kabe'yi hiçbir çıplağın tavaf etmeyeceğini du­yurmak üzere gönderdiği duyurucular içinde gönderdi. Sonra, Resulullah (s.a.) Ali b. Ebî Talib'i gönderdi ve ona Tevbe sûresini okumasını, bu yıldan sonra hiçbir müşriğin haccetmemesi ve hiçbir çıplağın Kabe'yi tavaf etmemesi husus­larını bildirmesini emretti.

Sonra Allahü Teâlâ: "Eğer tevbe ederseniz..." buyurdu. Yani onlara, şirkten dönerseniz, bu sizin için daha hayırlı, dünya ve ahirette sizin için daha fayda vericidir buyuruyor. [7]



Nerede Bulunurlarsa Bulunsunlar Arap Müşrikleriyle Savaşın Farz Oluşu


5 "Haram olan o aylar çıktığı zaman, artık o müşrikleri, nerede bulursanız

öldürün, onları yakalayın, onları hap- sedin, onların bütün geçit yerlerini tu- *un- Eğer tevbe ederler, namaz kılarlar> zekât verirlerse, yollarını serbest bırakın. Gerçekten Allah çok bağışlayı- cıdır, çok esirgeyicidir.



Açıklaması


Bu, kılıca başvurmayı emreden ayettir. Çünkü içinde savaş emri vardır. Bunun manası şudur: Müslümanlarla müşriklerin birbirleriyle savaşmaları haram kılman dört haram ay -müfessirlerce tercih edilen görüşe göre, kurban bayramının birinci gününden başlayıp Rebiülahir'in onuncu gününe kadar de­vam eden süre- çıkınca, onlara şu aşağıdaki tedbirlerden, alınmasını gerekli gördüğünüzü yapın:

1- Harem-i Şerifte, ya da dışında nerede bulunurlarsa, onları öldürmeniz.

2- Dilerseniz, onları esir almanız. Esir almak; öldürmek, fidye almak veya imamın uygun görmesi halinde iyilik edip serbest bırakmak için olur.

3- Kale, sığınak gibi bulundukları yerlerde onları kuşatmanız, teslim olun­caya, onlara dikte ettireceğiniz şartlara razı oluncaya kadar çıkmalarına engel olmanız. Ta, siz onlara izin verip onlar size güven vererek girinceye kadar.

4- Onları teslim olmaya, ya da öldürmeye mecbur bırakıncaya, kalblerine sizden korkma duygusunu dolduruncaya kadar, onları geçecekleri her yerde, her yolda ve her geçitte gözetlemeniz.

Eğer onlar küfürden ve size karşı savaş ve düşmanlığa sevkeden şirkten tevbe edip, kelime-i şehadeti söyleyip İslâmiyete girerlerse, namaz ve zekât gi­bi rükünlerine sarılırlarsa, yollarını açın, serbest bırakın, onları halleriyle baş-başa bırakın. Bilin ki Allah, kendisinden bağış isteyeni bağışlayıcı, kendisine tevbe edene merhamet edicidir.

Şüphesiz Allah kelime-i şehadetin ardmdan kendi hakkı olan namaz kılma­ya dikkat çekiyor. Çünkü o, kelime-i şehadetten sonra, İslam rükünlerinin en şe-reflisidir. Namazdan sonra da zekat vermeye dikkat çekmiştir. Çünkü o yaratık­larla ilgili işlerin en şereflisidir. İslâm'da sosyal yardımlaşmayı gerçekleştirir, fa­kirlik probleminin çözümüne katkıda bulunur, fakirlerin faydasma olan bir rü­kündür: Bunun için çoğu kere Cenab-ı Hak namazla zekâtı birlikte zikreder. [8]



Emanın Meşruîyyeti


6- Eğer müşriklerden biri gelip senden eman dilerse, ona eman ver. Ta ki Al­lah'ın kelamını (Kur'an'ı) dinlesin. Sonra onu emin olduğu yere kadar ulaştır. Çünkü onlar, bilmeyen bir ka­vimdir.



Açıklaması


İslâm, barışçı yollarla, ikna, hüccet ve burhanla yayılmaya özen gösterir. Cihadın meşru kılınışından amaç da kan dökmek değildir. Önemli olan iman­dır, inkârı terktir, dini kabul ve tevhidi itiraftır. Bir taraftan arap müşrikleri hakkında kılıç kullanılmasını emreden ayet inerken, diğer taraftan da Cenab-ı Hak müminleri, müşriklerden biri, bir müslümandan eman dilerse emamnın kabul edilmesi gerektiği hususunda aydınlatmıştır.

Mana şöyle olur: Ahdini bozan müşriklerden biri, yeryüzünde tam bir hürriyetle seyahat etme müddeti -dört ay- dolduktan sonra, sana Allah'ın kelâmını dinlemek ve düşünmek, dinin ve işin hakikatini anlamak maksadıyla gelirse, gayesine ulaşıncaya kadar ona eman vermek, onu himaye etmek gerekir. Onu öldürmek ve zulmetmek haram olur.

Memleketine dönmek istediği zaman da, güven duyacağı vatanına, evine varıncaya kadar ona eman vermek gerekir. Ondan sonra, istersen -hainlik ve gadr etmeden- onunla savaş...

Bu hüküm, her zaman için geçerlidir. Hasan el-Basrî: "Bu ayetin hükmü muhkemdir, kıyamete kadar geçerlidir" der. Said b. Cübeyr'in şöyle dediği riva­yet olunmuştur: Müşriklerden biri Hz. Ali'ye gelerek bu süre bittikten sonra, birisi Allah'ın kelamını dinlemek, ya da bir ihtiyacından dolayı Muhammed (s.a.)'e gelmek isterse, öldürülür mü? diye sordu. Şu cevabı verdi: Hayır. Çünkü Allahü Teâlâ: "Eğer müşriklerden biri gelip senden eman dilerse ona eman ver..." buyuruyor.

Süddî ve Dahak'tan rivayete göre bu, "müşrikleri öldürün..." ayetiyle nes-hedilmiştir. Kurtubî bunu, Said b. Cübeyr'in İmam Ali'den naklettiği sözü delil göstererek reddeder.

Sonra Cenab-ı Hak: "Çünkü onlar, bilmeyen bir kavimdir" buyuruyor. Yani Cenab-ı Hakk'ın "eman ver" sözünden anlaşılan müsamaha, onların İslâm'ın hakikatini, senin davet ettiğin şeyin özünü bilmeyen cahil müşrikler olmaları sebebiyledir. Çünkü bir şeyi bilmeyen ona düşman olur. Dolayısıyla onlara eman vermek gerekir ki, hakkı duyup anlasınlar.

Bundan dolayı Resulullah (s.a.) doğruyu öğrenmek, ya da bir vazifeyle ge­len kimselere eman veriyordu. Nitekim Hudeybiye günü Kureyş elçileri Urve b. Mes'ud, Mikraz b. Hafs, Süheyl b. Amr birer birer Resulullah(s.a)'la müşrikler arasındaki mesele konusunda gelip gittiler. Resulullah(s.a)'ın, kendilerine hiç­bir kral ve Kayserde görmedikleri derecede hürmet gösterdiğini gördüler. Ka­vimlerine geri döndüklerinde, bunu anlattılar. Bu, pek çoğunun hidâyete erme­sinin en büyük sebeblerinden oldu.

Müseylimetü'l-Kezzab'm iki elçisi Resulullah (s.a.)'e geldiklerinde, Resu­lullah (s.a.) onlara: "Müseylime'nin Allah'ın Rasûlü olduğuna şehadet ediyor musunuz?" diye sordu. "Evet" dediler. Bunun üzerine, Ahmed b. Hanbel ve Ebû Davud'un Naim b. Mes'ud'dan rivayetlerine göre, Resulullah (s.a.): "Vallahi, el­çiler öldürülmez kuralı olmasaydı, boyunlarınızı vurdururdum" buyurdu.

Ayet dinî, siyasî, ticarî amaçlardan dolayı eman hükmünün genelliğini ifa­de eder. İbni Kesir şöyle der: Bir kimse bir vazifeyle, ticaret maksadıyla veya barış, antlaşma isteğiyle, ya da cizye getirmek veya başka bir sebeple Daru'l-Harp'ten Darul-İslâm'a gelir de devlet başkanı veya vekilinden eman isterse, onlar Daru'l-İslâm'da bulunduğu sürece ve emin olduğu yere, vatanına dönün-ceye kadar eman veriri.

1- İbni Kesir, 11/337.

Hanefi'lere ve Şafiîlere göre bir harbî, şerl bir maksatla -Allah'ın kelâmım dinlemek gibi- eman dileyerek Daru'l-İslâm'a girerse, yahut emanla ticaret için girerse, emin olacağı yere varıncaya kadar ona eman vermek, canını ve malını korumak gerekir. Eğer harbî, emansız olarak Daru'l-İslâm'a girerse, malıyla beraber ganimet sayılır. İbnü'l-Arabî, ayet Kur'an'ı dinlemek ve İslâmiyet hak­kında düşünmek isteyenler hakkındadır. Başka bir sebepten dolayı korumak, ancak müslümanlann yararı ve menfaati için olabilir, der.[9]

Ayetin açıkladığı gibi emir, sadece Kur'an dinlemek için eman istemeye ait değildir. Gerçekten müslüman olmak ve şüphelerine cevap bulmak için delilleri dinlemek isteyen kimselere de şamildir. Çünkü bunların hepsi de ilim istiyor, hak hakkında bilgi arıyor.

Dinlemekle; hüccet olacak şeyi, şirkin bâtıl, tevhidin, yeniden dirilişin ve Hz. Peygamber(s.a)'in Allah'tan tebliğ ettiği şeylerde doğruluğunu ve İslâm'ın hak olduğunu -Tevbe sûresi, yahut bütün Kur'an, ya da bunlardan başka aklî deliller ve ilmî burhanlar olması değişmez- ispatlayan her şeyi dinlemek kas-dolunmaktadır. [10]



Müşriklerin Ahidlerinden Uzak Durulmasının Sebepleri Ve Onlarla Savaş


7- O müşriklerin Allah katında ve Ra-sûlü yanında nasıl bir'ahdi olabilir? Mescid-i Haram'ın yanında ahidleştik-leriniz müstesnadır. O halde bunlar si­ze karşı doğruluk gösterdikleri müd­detçe, siz de onlara doğrulukla mu­amele edin. Şüphesiz Allah, sakınanla­rı sever.

8- Nasıl? Eğer size karşı zafer kazanır­larsa, ne bir yemin ve ne de bir vecibe gözetmezler. Onlar sizi dilleriyle hoş­nut ederler. Kalbleri ise isteksizdir. Onların çoğu fâsık kimselerdir.

9- Onlar Allah'ın ayetlerini az bir paha karşılığında sattılar ve insanları Allah yolundan çevirdiler. Ne kötü işler işle­mekteydiler.

10- Onlar bir mümin hakkında ne bir yemin ve ne de ahde vefaya riâyet et­mezler. Onlar haddi aşan kimselerdir.



Açıklaması


Antlaşmalarını bozan müşrikler için, Allah ve Rasûlü yanında, nasıl değer verilen bir ahid olabilir? Bu onların ahidleri olabileceğini inkâr ve uzak görme­yi ifade eden bir sorudur. Gerçekten de onlar, kindar, sert, haksızlıkla dolu, Al­lah'a şirk koşan, O'nu ve peygamberini inkâr eden düşmanlardı. Onların hiçbir ahitleri olamaz. Onlardan bunu beklemeyin. İşte bü, onlardan uzak olmanın hikmetini ve sebebini açıklamaktadır.

Sonra Cenab-ı Hak, Mescid-i Haram'ın yanında anlaştığınız kimseleri -Hudeybiye'de kendileriyle yaptıkları ahidleri bozmayan Bekir ve Damra oğul­larını- istisna etmiştir. Bu ahidlerini bozmayanların dışındakiler için ahid yok­tur. Ahidlerini bozanlar ise, bundan önce istisna edilmişlerdir: "Antlaşma yap­tığınız müşriklerden size hiçbir şeyde eksiklik yapmamış olanlar müstesna..." (Tevbe, 9/4).

Mescid-i Haram'dan amaç, Harem'in bütünüdür. İstisna etmedikçe Kur'an'ın adeti budur... Burada "yanında" manasına gelen kelime hazfedilmiş-tir. "Mescid-i Haram'ın yanında, yakınında" demektir.

Onlar size verdikleri söze vefa gösterirlerse, siz de sözünüze vefa gösterin. Ahdi olmayanları ise, tevbe edinceye kadar bulduğunuz yerde öldürün. Bu, Ce­nab-ı Hakkın: "O halde onların müddetleri (bitinceye) kadar ahidlerini tamam­layın" (Tevbe, 9/4) sözü gibidir. Ancak burada kelâm mutlak, benzer ayette ise mukayyeddir. Burada, akid yapan iki tarafın müddet bitene kadar ahde riâyet göstermeleri gerektiğini -bunların dışındakilerin ahidleri atılır, reddedilir-açıklamak için tekrar anılmışlardır.

Sonra Allahü Teâlâ onlara, ahde vefanın zaruretini pekiştirerek: "Şüphe­siz Allah sakınanları sever" buyurmuştur. Yani Allahü Teâlâ, ahidlerini yerine getirenleri, haksızlık yapıp ahdini bozmaktan sakınanları sever. Bu, itaatin ge­rekli oluş sebebini açıklamakta ve ahid yapan müşrik de olsa, ahde riâyetin takvadan olduğunu açıklamaktadır.

Sonra Allahü Teâlâ, müşriklerin verdikleri sözde duracaklarını uzak gör­düğü için "nasıl1?" sözünü tekrarlamıştır. Yani ahidlerini yerine getirenlerin dişmdakilerin Allah ve Rasûlü yanında, meşru, saygı duyulacak ve vefa gerekti­recek bir sözleri olabilir mi? Halbuki onlar, size karşı zafer kazansalar, ne an­laşma ne yakınlık, ne de ahde riâyet ederler. Bu, müminleri onlardan uzaklaş­mak için yapılan bir teşviktir. Onların Allah'a şirk koştuklarını, peygamberini inkâr ettiklerini, dolayısıyla ahde lâyık olamayacaklarını, müslümanlara galip gelirlerse, onları bırakmayacaklarını, yemin ve ahde riâyet etmeyeceklerini açıklamaktadır.

Onların kötü ve pis taraflarından biri de, dilleriyle güzel sözler söylemele­ri, kalblerinin ise kin ve hasetle dolu olmasıdır: "Onlar kalplerinde olmayan şe­yi dilleriyle söylerler" (Fetih, 48/11). Onların çoğu dinî temellerden, insanlıktan ve ahlâktan uzaklaşmış, doğruluk ve vefa sınırını aşmış ahd ve misak bağları­nı koparmış, fâsık kimselerdir. "Onların çoğu" ifadesi, az bir kısmı dışında ço­ğunun ahitlerini bozmalarındandır. Cenab-ı Hak da sözlerinde duran bu az kimseyi istisna etmiş ve ahidlerine vefayı emretmiştir.

Sonra Allahü Teâlâ onlardan uzak durmanın ve onlarla savaşın başka iki sebebini daha göstermektedir:

1- Onlar hakka, hayra ve tevhide işaret eden Allah'ın ayetlerini çok az bir dünya malı karşılığında sattılar. Heva ve heveslerine uydular. Basit dünya işle­riyle oyalandılar. Dolayısıyla kendileri hak yoldan ayrıldıkları gibi, başkalarını da ayırdılar. İnsanları hak dine tabi olmaktan engellediler. Onların bu amelleri ne kadar kötüdür: İman ve hidâyete, Allah'ın şeriatına tabi olmak yerine, küfre ve sapıklığa Allah'ın dininden sapmaya razı olmaları ne kötü bir şeydi.

Rivayete göre Ebû Süfyan, Kureyş ve müttefiklerini Hudeybiye anlaşması­nı bozmak konusunda ikna etmek istediği zaman, onların gönlünü çelecek bir yemek hazırladı. Onlar da, onun isteğine katıldılar.

2- Onlar küfürleri sebebiyle, ahid, akrabalık ve anlaşmasını bozmaya güç yetirdikleri hiçbir müminin durumunu gözetmeyen, zulüm ve serde haddi aşan kimselerdir. Ancak kılıcın dilinden anlarlar, kuvvete boyun eğerler, ahid ve zimmet bilmezler... Tarih, onların gerçekten böyle olduğunu ispat eder... Kur'an'da, onların sıfatlarını, önce fâsıklık sonra da hakkı tecavüz eden kimse­ler olarak özetler. Bunlar ahidlerine nasıl saygı gösterirler?

"Ne bir yemin ve ne de bir vecibe gözetmezler" sözü tekrar değildir. Çünkü birincisi, bütün müşrikler için, ikincisi de özellikle yahudiler içindir. "Allah'ın ayetlerini az bir paha karşılığında sattılar" ayeti buna delildir. Bu ayette kas-dolunanlar yahudilerdir. Eğer müşrikler kasdolunsaydı, pekiştirme ve tefsir için bir tekrar olurdu. [11]



Müşriklere Düşen Ya Tevbe, Ya Da Kendileriyle Savaşılmasıdır


11-Eğer onlar tevbe eder, namaz kılarlar, zekât verirlerse artık dinde kardeşlerinizdir. Biz, ayetleri bilen bir kavim içın açıklarız.

12- Eğer antlaşma yaptıktan sonra yeminlerini bozarlar da dininize saldırır-larsa, küfrün önderlerini hemen öldü­rün. Çünkü onlar yeminleri olmayan­lardır. Olur ki vazgeçerler.



Açıklaması


Müşrik kâfirler, islâm'a düşmanlıklarını ilân ettikten sonra iki durumla karşı karşıyadırlar:

1- Küfürden, ahdi bozmaktan ve Allah yolundan çevirmekten samimi tev­be, yani Allah'a şirk koşmaktan vazgeçip bir ve ortağı olmayan Allah'a iman ederler, namazlarını, şartları ve rükünleriyle dinin direği bilerek eda ederlerse, müslümanlar arasındaki dayanışmaya işaret eden ve kendilerine farz olan ze­kâtı verirlerse, sizin din kardeşlerinizdir. Sizin sahip olduğunuz haklara onlar da sahiptirler. Onların "din kardeşi" olarak vasıflandırılması, din kardeşliği­nin, nesep kardeşliğinden daha üstün, daha kuvvetli ve daha kalıcı olduğuna delildir. Onlar bunu, birbirini tamamlayan üç şeyle hak ederler: Küfürden ve ahdi bozmaktan tevbe, Allah'a yönelip ona inanmak, namaz kılıp zekât ver­mek.

"Biz ayetleri... açıklarız." Yani gerçekten var olduğumuza işaret eden şey­leri ve açık delilleri açıklarız. "Bilen bir kavim için" . Yani kendilerine açıkladı­ğımız şeyleri anlayıp kavrayanlar için. Burada antlaşma hükümleri olarak açıklanan şeyleri düşünmeye ve onları korumaya teşvik vardır.

2- Ahidlerini bozduktan sonra kendileriyle savaşılması. Bu müşrikler, kendileriyle yapılan andlaşmaları bozarlar ve dininizi, yani Kur'an'ı ve Pey­gamber (s.a.)'i eleştirirlerse, şairlerinin ve küfür önderlerinin yaptığı gibi mü­minlerle alay ederlerse, onlarla çok şiddetli bir şekilde savaşın. Çünkü onların, söz ve ahidleri olmaz. Bunlara vefa göstermedikleri için, adeta yokmuş gibi olur. Savaş, onların küfür, inat ve sapıklıktan vazgeçmeleri için bir sebep olur. Bu, Cenab-ı Hakkın insanoğluna olan en büyük kerem ve fazlındandır.

"Olur ki vazgeçerler..." Yani küfürlerinden, yanlışlıklarından ve müslü-manlara zarar vermekten.

Katade, bu ayetle Ebû Cehil, Utbe, Şeybe, Ümeyye b. Halef gibi küfür li­derlerinin kasdolunduğunu söylemiştir. Çünkü bu ayet nazil olduğu zaman, on­lar Bedir'de öldürülmüşlerdi. "Küfrün önderleri..." şeklinde bir ifadenin kulla­nılması, bâtıl işlere uymayı teşvik edenlerin sadece onlar olmasındandır.

Bu ayet, zimmînin İslâm'a sövdüğü zaman ahdini bozmuş sayılacağına, savaşın dünyevî maksatlar veya ganimetler, ya da üstünlük, hakim olmak ar­zusu ve intikam hissiyle olmadığına, İslâm davetini kabule imkân hazırlamak için yapıldığına, savaşın zaruret miktarı yapılacağına işaret eder.

İbni Kesir: "Sahih olan, ayetin genel olmasıdır. Her ne kadar ayetin iniş se­bebi Kureyş müşrikleri ise de, o, onlar ve diğerleri hakkında geneldir" der.[12]


+/- [2-Yeminlerini Ve Ahidlerini Bozan Müşriklerle Savaşmaya Teşvik]
[13- Andlarını bozan, o peygamberi sü­rüp çıkarmaya karar veren ve bununla beraber sizinle savaşa ilk olarak ken­dileri başlayan bir kavim ile savaşmaz mısınız? Onlardan korkuyor musunuz? Eğer mümin kimselerseniz, korkmanı­za daha lâyık olan Allah'tır.

14- Onlarla savaşın ki Allah, ellerinizle onları azaplandırsın, onları rüsvay et­sin. Size onlara karşı galibiyet versin. Mümin bir kavmin gönüllerine şifa versin.

15-Kalplerindeki gazabı gidersin. Allah kimi dilerse, ona tevbe nasip eder. Allah hakkıyla bilendir, tam bir hü­küm ve hikmet sahibidir.



Açıklaması


Bu ayet, yeminlerini ve anlaşmalarını bozan müşriklerle savaşa teşvik et­mektedir. Bu, yüce Allah'ın ayette zikrettiği üç sebepten dolayıdır.

1- Ahdi bozmaları: Onlar, üzerine yemin ettikleri andlaşmalarmı bozdular. İbni Abbas, Süddî ve Kelbî'ye göre bu ayet, Hudeybiye andlaşmasından sonra yeminlerini bozan ve Huzaa'ya karşı Bekir Oğullan'na yardım eden Mekke kâ­firleri hakkında nazil oldu. Bu, ahdini bozanlarla savaş, başkalarına ders olsun diye diğer kâfirlerle savaşmaktan daha uygundur.

Bozdukları andlaşma ise, Hudeybiye barışıdır. Kureyş, müttefikleri Bekir Oğullarına, Hz. Peygamber'in müttefiği Huzaa'ya karşı bir gece, Mekke yakının­da Hecir suyu üzerinde yardım etti. Bunun üzerine Hz. Peygamber, Kureyş'in üzerine yürüdü. Hicri 8. yılın Ramazan ayının yirmisinde Mekke'yi fethetti.

2- Hz. Peygamber'in Mekke'den çıkarılması: Kureyş Hz. Peygamberi Mek­ke'den çıkarmayı, ya da hapsetmeyi -böylece onu hiç kimse göremeyecekti- ya da her kabileden birtakım kimselerle öldürtmeyi -kim vurduya gitsin diye- dü­şündü. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Hani bir zaman o kâfirler, seni tutup bağlamaları veya öldürmeleri, ya da seni çıkarmaları için tuzak kuruyor­lardı. Onlar bu tuzağı kurarlarken, Allah da bu tuzağın karşılığını kendilerine veriyordu. Allah, tuzak kuranlara karşılık verenlerin en hayırlısıdır" (Enfal, 8/30); "Rabbiniz Allah'a iman etmeniz sebebiyle, Peygamberi ve sizi çıkarmış­lardı" (Mümtehine, 60/1); 'Yakında seni neredeyse bu yerden çıkarmak için her­halde rahatsız edecekler" (İsra, 17/76).

3- Savaşı onların başlatmaları: Kervanın kurtulduğunu bildikleri halde, Hz. Muhammed(s.a)'in ve beraberindekilerin kökünü kazıyacaklarını söyleye­rek Bedir Günü, müminlerle savaşa ilk önce onlar başladılar. Uhud, Hendek ve diğer savaşlarda da, durum aynı oldu.

Allahü Teâlâ savaşmayı gerektiren bu üç sebebi belirttikten sonra, buna dört şey daha ekliyor:

Birincisi: Savaşı gerekli kılan şeyleri sayma ve açıklama.

İkincisi: Hücuma teşvik ve tahrik. Nitekim bir kimse diğerine: Düşmanından korkuyor musun, çekiniyor musun? dese, bu söz tahrik ifade eder. Üçüncüsü: Allahü Teâlâ'nın kendisinden en çok korkulacak varlık olması. Çünkü O, bekle­nen zararı -öldürülme- uzaklaştıracak mutlak kudret sahibidir. Dördüncüsü: Eğer inanıyorsanız, iman, insanı harekete sevkeden bir kuvvettir. İşte bu yedi şey, o yeminlerini bozan kâfirlerle savaşılmasım gerektiren şeylerdir.

Cenab-ı Hak, bu sebepleri açıkladıktan sonra, onların müşriklerden kork­masını yadırgayarak azarlamış ve: "Onlardan korkuyor musunuz?" buyurmuş­tur. Yani, bundan sonra onlardan korkarak ve çekinerek, onlarla savaşı terk mi ediyorsunuz? Eğer onlardan korkuyorsanız, Allah korkulmaya daha çok lâyık­tır. Onlardan korkmayın, benden korkun. Bana inanıyorsanız, ben onlardan daha çok korkulacak olanım. Çünkü imanm şartı, başkasından değil, sadece Allah'tan korkmaktır. Fayda ve zarar vermek onun elindedir.

Bu ayet, yalnızca Allah'tan korkan müminin, savaş hususunda insanların en cesuru ve cüretkârı olduğuna işaret ediyor.

Allahü Teâlâ savaşı caiz kılan şeyleri ve savaşın hikmetini zikrettikten son­ra, açık bir emirle müminlere savaşı emrederek şöyle buyuruyor: "Onlarla sava­şın ki, Allah onları azablandırsın." Yani ey müminler! Onlarla savaşın. Bu emir, bütün müminler hakkında geneldir. Eğer siz onlarla savaşırsanız, sizin vasıta­nızla Allah onlara azap eder. Öldürülme, esir edilme ve yenilgiyle onları küçük düşürür. Onlara karşı size yardım eder. Mümin bir zümrenin -Mücahid'in dediği­ne göre bunlar, Peygamber (s.a.)'in müttefîğî Huzâa oğullandır- göğüslerine fe­rahlık verir. Bu, müşriklerin zulüm ve haksızlıkları, şiddetli eziyetleri sebebiyle, onlara karşı müminlerin kalblerinde besledikleri kini ya da onlarla karşılaştığı­nız zaman şiddetli isteksizlikten dolayı kalblerinizde bulunan gazabı giderir. "Gönüllerine şifa vermek" le, "kalplerin öfkesini gidermek" arasındaki fark, birin­cisinde, Allah'ın onlara verdiği sözden sonra, bekledikleri yardımı gerçekleştir­mek suretiyle sevindirmek; ikincisinde meydana gelen eserleri gidermektir.

İbni Abbas (r.a)'a göre, onlar Yemenli ve Sebe'li kimselerdir. Mekke'ye ge­lip müslüman oldular. Mekkelilerden büyük eziyet gördüler. Bunun üzerine Resulullah (s.a.)'e şikayet etmek üzere adam gönderdiler. Resulullah (s.a.) on­lara şöyle buyurdu: "Sevinin. Çünkü ferahlık yakındır."

Sonra Cenab-ı Hak: "Allah kimi dilerse, ona tevbe nasip eder..." buyuruyor. Bu, yeni bir söze başlamaktır, Mekkelilerden bazılarının küfürden tevbe edece­ğini haber vermektedir. Nitekim bu, fiilen gerçekleşmiştir. Onlardan Ebû Süf-yan, İkrime b. Ebî Cehl ve Süleym b. Ebî Amr gibi bir kısmı, çok iyi birer müs­lüman oldu. Bu cümlenin yeni bir söze başlangıç yapılmasının sebebi, savaşın tevbeye sebep olmamasıdır. Çünkü, Allah'ın dilediği kimse için savaş olmadan da her halükârda tevbe olabilir.

Allah kullarına yararlı olacak şeyi en iyi bilendir. Kevnî ve sert sözlerinde, iş­lerinde hikmet sahibidir. Dilediğini yapar, istediği hükmü verir. Asla zulmetme­yen, adil hüküm sahibidir. Ancak hikmetinin gerektirdiği şeyi işler. Her insanı, dünya ve ahirette, işlediği hayır ve şerre göre cezalandırır veya mükâfatlandırır.

Bu, ilâhî kudretin gerektirdiği sebepler ve etkenlerle, insan kabiliyetinin bir halden diğer hale değiştiğine delildir.[13]

Müslümanlaeı Dost Ve Sırdaş Edinmek


16- Yoksa siz bırakılıvereceğinizi, içi- nizden cihad edenleri, Allah'tan, Rasûlünden ve müminlerden başkasını sırdaş edinmeyenleri Allah'ın bilmediğini nı* sandınız? Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.



Açıklaması


Ayet, öncesiyle bağlantılıdır ve mana şöyle olur: O, ahidlerini bozan ve her biri savaşmayı gerektiren yedi nedenden dolayı size düşmanlık eden müşrik­lerle savaşmayacak mısınız? Yoksa ey müminler! Kendi halinize bırakılacağını­zı, gerçekten mallarıyla ve canlarıyla cihad eden ve kâfirlerden dostlar edinip müslümanların hallerini, işlerini ve sırlarını onlara açıklamayan, içleri dışları bir olan samimi kimselerin, ümmetin sırlarını ve siyasetini kâfir dostlarına ile­ten münafıklardan ayırt edilmeyeceğini mi sandınız? Zımnen bilindiği için, her iki kısım da zikredilmeyip birisiyle yetinilmiştir.

Cassas şöyle der: "Allah'tan, Rasûlünden ve müminlerden başkasını sırdaş edinmeyenleri" ayeti, kâfirleri ve münafıkları bırakıp Peygamber (s.a.)'e ve müminlere uymak gerektiğini ifade eder. Bunda aynı zamanda, icmanm hüccet oluşuna delil vardır. Bu, Cenab-ı Hakkın: "Kim kendisine dosdoğru yol besbelli olduktan sonra, peygambere muhalefet eder müminlerin yolundan başkasına uyup giderse biz onu döndüğü o yolda bırakırız ve cehenneme atarız. O ne fena bir karargâhtır..." (Nisa, 4/115) ayeti gibidir.[14]

Allah amellerinizden her zaman haberdardır. Size onlara göre ceza veya ödül verir. Bilindiği gibi nefislere yapılan zor teklif, imtihanı gerçekleştirir, sa­mimi kimseyi münafıktan ayırır.

"Allah'ın bilmediğini mi sandınız..." ayeti, Hişam b. Abdilhakem'in, ayetin zahirinden anladığı gibi, Allah'ın eşyayı ancak varlık halinde bildiği yanlış an­layışını olumsuz hale getirir. Böylece onlarda cihad fiilen görünür, mücahidler münafıklardan ayrılır. Nitekim, ayetin sonundaki: "Allah yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır" sözü, bunun delilidir. Yani O, her şeyi bilici ve her şey­den haberdardır. Allah'ın, varlığını bilmediği şeyin varlığı yoktur.

İmtihan konusunda bu ayetin benzeri: "Elif, Lam, Mim. İnsanlar "iman et­tik" demekle hiç sınanmadan bırakılıvereceklerini mi sandılar. Andolsun ki biz, onlardan öncekileri sınadık. Elbette Allah doğru olanları bilecek, yalancı olan­ları da bilecektir" (Ankebût, 29/1-3) ayetleridir.

Ayetin, dost ve sırdaş edinme konusunda bir benzeri de şu ayettir: "Ey iman edenler! Kendinizden başkasını sırdaş edinmeyin. Onlar sizi bozmaktan geri durmazlar. Size sıkıntı verecek şeyleri arzu ederler. Onların kinleri ağızla­rından taşmaktadır. Göğüslerinde gizledikleri daha büyüktür..." (Al-i İmran, 3/118).

Özetle; Allahü Teâlâ, kullarına cihadı meşru kılınca, hikmetini de açıkla­dı: Kullarından hangisi kendisine itaat edecek, hangisi isyan edecek diye imti­han etmektedir. Cenab-ı Hak, bundan önce ve sonra olanları bildiği gibi, henüz olmayanları da bilir. [15]



Mescidlerin Onarılması


17" Müşriklerin, kendi küfürlerine biz- za* kendileri şahit iken, Allah'ın mes- cidlerini imar etmeleri yaraşmaz. On-ların bütün yaptıkları boşa gitmiştir. Ve onlar ebediyyen ateşte kalıcıdırlar.

18. Allah'ın mescidlerini ancak Allah'a Y *™*et f °üne iman eden namazı dosdoğru kılan, zekatı veren ve Al- Uİl>ta.11 »»«Şka^ndan korkmayan kim- seler imar eder. işte doğru yola ermış- lerden olmaları umulanlar bunlardır.



Açıklaması


Allah'a şirk koşanların, Allah'ın mescidlerini, -Mescid-i Haram da onlar­dan biridir- ibadet, hizmet ve idare maksadıyla imar etmeleri caiz değildir.

Putlara tapmak, Kabe'yi çıplak tavaf etmek ve her tavaf edişlerinde putlara secde etmek gibi halleri ve "Lebbeyk, lâ-şerike leke, illa şerikün hüve leke tem-likühü ve ma meleke..." gibi sözleriyle, kendilerinin küfürlerine şahid olup du­rulurken, Mescid-i Haram'a hac ve umre için girmeleri doğru değildir.

Onlar bu halleriyle birbirine zıt iki şeyi bir arada bulunduruyorlardı: Al­lah evini imar ve onu inkâr...

İşte, şirkleri sebebiyle o müşriklerin amelleri boşa gitmiştir. Onlar, işle­dikleri günahın büyüklüğü yüzünden sonsuza kadar cehennem ateşinde kala­caklardır. Çünkü küfür, ameli boşa çıkaran şeydir.Ahirette sahibine hiçbir se­vap yoktur. Nitekim Kur'an-ı Kerim'deki birçok ayet buna işaret eder. Onlar­dan bazıları şunlardır:"E,ğer onlar da şirk koşsalardı, işledikleri herhalde boşa giderdi" (En'am, 6/88); "Sana ve senden öncekilere şöyle vahyolundu: "Sen eğer şirk koşarsan, mutlaka amelin boşa çıkar ve muhakkak ziyan edenlerden olur­sun" (Zümer, 39/65); "Onların işledikleri herhangi bir amelin önüne geçtik de, bunları saçılmış zerreler yaptık" (Furkan, 25/23).

Müşriklerin, mescidleri imara ehliyetleri olmadığının belirtilmesinden sonra, bu işe kimin ehil olduğunu açıklamak üzere: "Allah'ın mescidlerini an­cak Allah'a ve ahiret gününe iman eden... imar eder" buyuruluyor. Yani, mes­cidleri imara hakkı olan, Allahü Teâlâ'ya Kur'an-ı Kerim'de açıklandığı şekil­de, sahih bir imanla inanan, birliğini bilen; sadece ona ibadet ve tevekkül edenlerdir. Allah'ın kullarını hesaba çekeceği, iyilik edenlere sevap, kötülük edenlere ceza vereceği ahiret gününe inanan, farz namazlarını şartlarına ve rükünlerine, tilavet ve zikirlerine tam riayet ederek, huşu ve kalb huzuru ile, Allah'tan haşyet üzere eda eden; zekâtı, fakir, miskin ve yolcu gibi bilinen hak sahiplerine veren, sözünde ve işinde, gerçekte ne bir fayda, ne de bir zarar vermeyen putlardan değil, sadece Allah'tan korkan kimselerdir. Peygambere imanın zikredilmemesinin sebebi, namaz kılmak gibi şeylerin peygambere imana işaret etmesidir. Çünkü bunlar, peygamberin getirdiği şeylerdir. Namaz kılmak, zekât vermek gibi şeyler, ancak peygambere inanmak şartıyla kabul olunur.

İşte bu sıfatları taşıyanlar, madden mescidleri inşa ederler, manen de ona­rırlar, oralarda ibadet ve zikrederler, ders yaparlar. Onlardan başkası, Allah'ın evlerini imar etmez. Gerçekten daima hayra, Allah'ın istediği ve razı olduğu şeylere erişenler, amellerinin sevaplarına hak kazananlar bunlardır. O çelişki içinde olanlar ise bir taraftan Allah'a şirk koşup peygamberinin getirdiklerini inkâr ederek putlara secde ederler, bir taraftan da Mescid-i Haram'a bazı hiz­metlerde bulunurlar, işte bunlar sevaptan mahrum kalırlar.

Ayette geçen "umulanlar" kelimesi, gerçek anlamında değildir. Bunun Cenab-ı Hakdan sadır olması sahih olamaz. Çünkü, o takdirde zan ifade eder ki, bu Cenab-ı Hak hakkında düşünülemez. Bu kelimenin kullanılması, kâfirlerin övündükleri amellerinden fayda görme ümitlerini kesmek içindir. Müminlerin amellerine karşılık -mükâfat- bir ümit olduğuna göre müşrikler için ne olur? Yahut, müminler için hidâyet bir ümit göründüğüne göre, hidâyet merhalesini geçip Allah'tan bir hayra nail olacaklarına kesin gözüyle inanan müşriklere ne demeli?

Birçok hadis de, mescidleri imara, biraz önceki vasıflarla vasıflananların hak sahibi olduğunu ifade eder. Maddî imar konusunda şu hadisi zikredebili­riz: Şeyhayn ve Tirmizî, Osman (r.a.)'ın şöyle dediğini rivayet ederler: Resulullah (s.a.)'i şöyle derken dinledim: "Kim Allah rızasını gözeterek, Allah için bir mescid yaptırırsa, Allah da onun için cennette bir ev yaptırır." Ahmed b. Han-bel, İbni Abbas'tan merfu olarak rivayet eder: "Kim, tavuk folluğu kadar bile olsa, Allah için bir mescid yaptırırsa, Allah da onun için cennette bir ev yaptı­rır." Haris b. Ebi Üsame ve Ebu'ş-Şeyh, zayıf bir senedle Enes (r.a)'dan rivayet ederler: "Kim bir mescidde bir kandil yakarsa, o mescidde o kandilden bir ışık bulunduğu sürece, melekler ve hamele-i arş onun bağışlanmasını isterler."

Mescidlerin manevi imarı konusunda da şu hadisleri zikredebiliriz: Şey­hayn ve Hafız Ebu Bekir el-Bezzar ve Abd b. Humeyd, Enes b. Malik'in şöyle dediğini rivayet ederler: Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Mescidleri imar eden­ler, ancak ehlullahtır (Allah dostlarıdır)". Ahmed, Tirmizî, İbni Mace, Hakim, İbni Merdûveyh, Ebû Said el-Hudrî'den Resulullah (s.a.)'in şöyle buyurduğunu rivayet ederler: "Bir adamın mescidlere gidip gelmeyi alışkanlık haline getirdi­ğini görürseniz, onun imanlı olduğuna şehadet ediniz. Çünkü Cenab-ı Hak: "Al­lah'ın mescidlerini ancak Allah'a ve ahiret gününe iman eden kimseler imar eder" buyuruyor.

Taberanî, Kebirinde, İbni Mes'ud'dan -zayıf senedle- Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu rivayet eder: Allahü Teâlâ buyurdu ki: "Benim yeryüzünde­ki evlerim, mescidlerdir. Beni oralarda ziyaret edenler, onları imar edenlerdir. Evinde temizlenip sonra da beni evimde ziyaret eden kula ne mutlu. Ziyaret edilene, kendini ziyaret edene ikramda bulunması haktır."

Resulullah (s.a.) mescidlere saygı göstermemekten korkutmuştur. Tabera­nî, zayıf senedle Kebir'de, İbni Mes'ud'dan şöyle rivayet eder: "Ahir zamanda ümmetimden birtakım insanlar mescidlere gelirler, oralarda halkalar halinde oturup dünyadan ve dünya sevgisinden bahsederler. Onlarla oturmayın. Onla­rın Allah'la hiçbir ilgisi yoktur." Başka bir hadiste de: "Mescidde konuşmak-hayvanın otu yiyip bitirdiği gibi- iyi amelleri yer..." buyurulmuştur.[16]



Allah Yolunda Cihadın Fazileti


19- Siz hacılara su vermeyi ve Mescid-i Haram'ın tamirini, Allah'a, ahiret gü­nüne inanan, Allah yolunda cihad eden kimse gibi mi tuttunuz? Bunlar Allah katında bir olamazlar. Allah zul­medenler (kâfirler) topluluğuna hida­yet vermez.

20- İman edenlerin, hicret edenlerin, Allah yolunda malları ve canlarıyla ci­had edenlerin Allah katında dereceleri pek büyüktür. İşte mutluluğa erenler, onların ta kendileridir.

21- Rableri onlara rahmetini, hoşnutlu­ğunu, onlara içlerinde tükenmez ve ebedî nimetler bulunan cennetleri müjdeler.

22- Onlar orada ebedî kalıcıdırlar. Al­lah katında büyük bir ecir vardır.



Açıklaması


Nu'man b. Beşir'in rivayet ettiği hadise göre bu ayet, müminlere hitap et­mektedir. Ayetlerin akışına bakılarak, müşriklere hitap ettiği de söylenmiştir. Ayetten anlaşılacağı gibi, daha doğru olan, onun müslümanlarla kâfirler ara­sında cereyan eden, hangilerinin faziletli olduğu tartışmasına açıklık getirdiği­dir. Çünkü Abbas, daha önce zikredildiği gibi, kendisinin Mescid-i Haram'ı imar ettiğini ve hacılara su verdiğini söyleyerek faziletli olduğunu ileri sür­müştü.

Mana şöyle olur: Hacılara su verenleri ve Mescid'i Haram'ı imar edenleri, Allah'a, ahiret gününe iman eden ve Allah yolunda cihad edenlerle fazilet ve derecede bir mi tuttunuz? Her ne kadar, hacılara su vermek ve Mescid-i Ha­ram'ı imar etmek hayırlı işlerdense de, bu işleri yapanlar, derece ve fazilet ba­kımından iman ve cihad ehline denk olamazlar.

Bu, "Allah katında bir olamazlar" sözünün manasıdır. Yani Allah'ın dünya ve ahiret hükmünde, sevabında, sıfat ve amelde iki fırka arasında asla denklik olamaz.

Sonra Cenab-ı Hak, denk olmamalarını: "Allah zulmedenler topluluğuna hidâyet vermez" sözüyle açıklamaktadır. Yani, o kâfirler zümresini, amellerinde rütbece daha faziletli ve daha yüksek olana hidâyet buyurmaz. Çünkü O, onla­rın kalblerini köreltmiştir.

Mana şöyle olur: Müşriklerin ve boşa giden amellerinin, müminlere ve müsbet amellerine benzetilmesi, birbirlerine denk tutulması doğru değildir. Onların aynı tutulması zulümdür.

O halde Allah'a ve ahiret gününe iman, mal ve canla Allah yolunda cihad, Allah katında, derece bakımından hacılara su vermek, Kabe'ye hizmet etmek, yahut imar etmekten daha büyük ve daha yüksek derecelidir.

Sonra, Allahu Teâlâ bizzat müminler arasındaki derece farklılıklarını açıklamıştır. Allah'a ve Rasulüne inananlar, Mekke'den Medine'ye hicret eden­ler, Allah'ın dinini üstün kılmak için malları ve canlarıyla Allah yolunda cihad edenler, hacılara su vermek ve Kabe'yi imar etmek gibi diğer birtakım işleri yapanlardan makam ve mevki bakımından daha yüksektirler.

İşte o, hicret edip cihad eden müminler, Allah'ın fazl, kerem ve sevabına nail olacaklardır.

Cenab-ı Hak mukaddes kitabında, bu kimseleri bol rahmetle, tam hoşnutlukla, içinde sürekli nimetler bulunan cennetlerle müjdeliyor. Bu nimetler için­de ebediyen kalacaklarını haber veriyor.

Şüphesiz iman ve salih amel için hicret ve Allah yolunda cihad gibi, Allah katında büyük sevap vardır. Nitekim Cenab-ı Hak: "Allah mümin erkeklere de mümin kadınlara da içlerinde ebediyyen kalmak üzere altından ırmaklar akan cennetler vadetti. Bir de Adn cennetlerinde hoş meskenler. Allah'ın hoşnutluğu ise, hepsinden büyüktür. İşte bu, en büyük saadetin ta kendisidir" (Tevbe, 9/72) buyurur.

"Rıdvan", rıza ve hoşnutluk manasına olup ruhî bir şeydir. Cennetteki ni­met ise, maddî bir şeydir. Yaşam rahatlığı ve bolluğudur.

Buharî, Müslim, Tirmizî ve Nesaî, Ebû Said el-Hudrî'nin şöyle dediğini ri­vayet ederler: Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Allahü Teâlâ cennet halkına: "Ey Cennet halkı..." der. "Buyur, Rabbimiz" derler. Cenab-ı Hak: "Razı oldunuz mu?" buyurur. "Niçin razı olmayalım? Bize, mahlukatından hiç kimseye verme­diğin şeyleri verdin" derler. Allah: "Size bundan daha üstününü vereceğim" bu-yurur. Cennetlikler: "Rabbimiz, bundan daha üstün ne olabilir?" derler. Bunun üzerine Cenab-ı Hak: "Size rıdvanımı (hoşnutluğumu) indiriyorum, bundan sonra size asla kızmayacağım" buyurur. [17]


+/- [Kâfir Baba Ve Kardeşlerin Velayeti, İman Ve Cihad'ın Sekiz Şeye Üstünlüğü]
23- Ey iman edenler! Babalarınızı, kar­deşlerinizi, eğer küfrü sevip onu ima­na tercih ediyorlarsa, velîler edinme­yin. İçinizden kim onları velî edinirse, onlar zalimlerin ta kendileridir.

24- De ki: "Eğer babalarınız, oğulları­nız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, elinize geçirdiğiniz mallar, düşmesin­den korktuğunuz bir ticaret ve hoşu­nuza gitmekte olan meskenler, size Al­lah'tan, Rasûlünden ve O'nun yolunda­ki bir cihaddan daha sevgili ise, artık Allah'ın emri gelinceye kadar bekleye­durun. Allah fâsıklar güruhunu hida­yete erdirmez.



Açıklaması


Ey Allah'a ve Rasülüne inananlar! Eğer küfrü imana, şirki İslâm'a tercih ediyorsanız babalarınızı ve kardeşlerinizi dost bilmeyin, müslümanların genel ya da savaş sırlarından onları haberdar etmeyin. Sizden, onları dost edinenler, kendilerine ve milletlerine zulmetmiş, Allah'a ve Rasülüne muhalefet etmiş olurlar.

Cenab-ı Hak, onlarla iç içe olmayı nehyettikten sonra, bu nehyin haramı ifade ettiğini açıklamış ve: "İçinizden kim onları veli edinirse onlar zalimlerin ta kendileridir" buyurmuştur. İbni Abbas şöyle demiştir: O da, onlar gibi müşrik­tir. Çünkü onların şirklerine razı olmuştur. Küfre rıza küfür, fıska rıza fısktır.

Bunu şu ayet teyid ediyor: "Allah sizi, ancak sizinle din konusunda savaş­mış, sizi yurtlarınızdan çıkarmış ve çıkarmaya yardım etmiş kimselerle velilik etmenizden nehyeder. Kim onları veli edinirse, işte onlar zalimlerin ta kendileri­dir" (Mümtehine, 60/9).

Sonra Allahu Teâlâ şek ifade eden "eğer " kelimesiyle Peygamberine, in­sanları ailesini, yakınını ve aşiretini Allah'a, Rasûlüne ve Allah yolunda cihada tercih etmekten uzaklaştırma emrini vermiştir. Şüphe ifade eden "eğer" keli­mesinin kullanılması, müminlerin kâfirleri sevmesinin şüpheli bir şey olmasın­dandır. Sevgi işi tabiî, fıtrî bir şeydir. Kişi asla kınanamaz, muaheze de edile­mez. Çünkü yükümlülük, insanın gücü yettiği şeylere yöneliktir, fıtri, cibilli şeylere yönelik değildir. Fakat onların sevgisi, Allah sevgisinden üstün olma­malıdır.

Cenab-ı Allah, Hz. Peygamber'e buyurdu ki: Ey Habibim, de ki: Eğer şu sekiz şeyi: Babaları, oğulları, kardeşleri, eşleri, yakın akrabayı, mallan, ticare-ti,meskenleri, Allah ve peygamber sevgisine, onlara itaata, ahirete, ebedî sa­adeti gerçekleştirecek olan Allah yolunda cihada tercih ediyorsanız, artık Al­lah'ın, hemen ya da daha sonra ahirette gelecek olan cezasını bekleyin...

Bu sekiz çeşit sınıflandırmayı dört grupta toplamak mümkündür: Akraba ile birlikte yaşamak (bu babaları,oğulları,kardeşleri,eşleri ve diğer akrabayı içine alır), kazanılan malları tutma meyli, ticarette mal edinme hevesi, mes­ken arzusu. Bu, güzel bir tertip... Önce en çok ilgi duyulacak ve birlikte yaşanı­lacak olan akrabalıkla başlıyor, sonra mal hırsı, sonra ticaretle mal kazanma, sonra oturmak için ev, daire yapma arzusuyla devam ediyor. Fakat Allahü Te­âlâ, dine riâyetin bütün bu işlere riâyetten daha hayırlı olduğunu açıklamıştır.

Bilindiği üzere bu sekiz şeyi sevmek, tabiattan gelen bir şeydir. Baba sev­gisi, çocuklarda bulunan bir içgüdüdür. Çünkü çocuk babasından bir parçadır. Çocuk, babasının kendisinin varlık sebebi olduğunu hisseder. Araplar, eskiden olduğu gibi şimdi de babalarıyla iftihar eder. Bunun için Allahu Teâlâ hacda kendisinin babalar gibi ya da daha fazla anılmasını teşvik etmek üzere şöyle buyurmuştur: "Menasikinizi (hacca ait ibadetleriniz) bitirince babanızı andı­ğınız gibi, hatta daha kuvvetli bir anışla Allah'ı anın" (Bakara,2/200). Çocuk sevgisi de azizdir, hatta baba sevgisinden daha fazladır. Çünkü çocuk bir ciğer­paredir, umut, istikrar merkezi, övünme ve refahlı bir yaşamın ifadesidir. Çoğu kere toplumların örf ve adetlerinin göstergesidir.

Bu sekiz şeyin sevgisi olmasına rağmen, Allahu Teâlâ, Allah ve peygamber sevgisini, itaatini, Allah yolunda cihadı bu şeylere tercih etmeyi, onlardan üs­tün tutmayı emrediyor. Çünkü Allahu Teâlâ bütün nimetlerin kaynağıdır, bü­tün mihnet ve üzüntüleri gidermekte sığınaktır. Onun için Allahu Teâlâ mü­minleri: "îman edenlerin Allah'a sevgisi ise çok daha sağlamdır." (Baka-ra,2/165) diye vasıflandırır.

Allah sevgisinden sonra, peygamber sevgisi de gereklidir. Çünkü o bizim karanlıktan aydınlığa, küfürden imana çıkmamızda, kurtuluşumuzda rol sahibidir. Çünkü o, şeriatin ve ahlakın uygulamasında, müslümanlar için güzel bir örnektir.

Sahihu'l-Buhari'de, Resulullah (s.a.)'in şöyle buyurduğu zikrolunur: "Nef­sim, kudretinde olan varlığa yemin ederim ki, hiçbiriniz, ben kendisine anasın­dan, babasından ve bütün insanlardan daha sevgili olmadıkça kamil mümin olamaz."

Ahmed ve Buharî, Abdullah b. Hişam'dan rivayet ederler. O şöyle demiş­tir: Resulullah (s.a.)'le beraberdik. O, Ömer b. Hattab'ın elinden tutuyordu. Ömer şöyle dedi: Vallahi ya Resulullah ! Sen bana kendim hariç, her şeyden se­vimlisin. Bunun üzerine Resulullah (s.a.) : "Hiç biriniz, ben ona kendisinden daha sevimli olmadıkça kâmil mü'min olamaz..." buyurdu. Hz. Ömer de: "Val­lahi, şimdi sen, bana nefsimden daha sevimlisin..." dedi. Resulullah (s.a.) de: "İşte şimdi oldu, ey Ömer" buyurdu.

Cihada gelince: "Hoşunuza gitmediği halde savaş üzerinize yazıldı" (Baka-ra,2/216) ayetinde de ifade olunduğu gibi, bazı insanlarca hoş görülmeyen bir şey olsa da, milletin şerefini, ülkenin bağımsızlığını ve kişilerin yararını korumak için bir yoldur. Mukaddes değerleri, mal ve namusu korumak için bir sebeptir. Düşma­nı uzaklaştırmak ve kötü arzulan yok etmenin bir yoludur. Milletin şerefini ve şa­nını artırmak için bir esastır. Genel ve özel yararlar, onsuz yok olmaya yüz tutar. Onun için Cenab-ı Hak, bu maksatları korumak, dinde fitneyi önlemek, zayıfları himaye etmek için savaşı farz kıldı. Tirmizî'nin Muaz b. Cebel'den tahric ettiği ha­disi şerifte Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "İşin başı müslüman olmak, dire­ği namaz kılmak, zirvesi ise cihaddır." Ahmed, Şeyhayn, Tirmizî ve İbni Mace'nin, Enes'ten rivayet ettiği hadiste şöyle buyurulur: "Sabahleyin ya da geceleyin Allah yolunda gitmek, dünya ve dünyadakilerden daha hayırlıdır."

Sonra Allahu Teâlâ ayeti, muhalifleri dünyada veya ahirette ceza ile teh­ditle bitirerek: "O halde Allah'ın emri gelinceye kadar bekleyedurun" buyurdu. Zemahşerî der ki: Bu, çok şiddetli bir ayettir. Ondan şiddetlisini göremezsin. Adeta o, insanları dinî rehavetten, gevşeklikten uyandırıyor. Onlara, yakîn ipi­nin sarsıldığını haber veriyor.[18] Beyzavî de şöyle der: Ayette büyük bir şiddet var. Ondan kurtulabilecek azdır.

Sonra Allahu Teâlâ: "Allah, fâsıklar güruhunu hidayete erdirmez" buyu­ruyor. Yani din hududundan, akıl yahut hikmet gereğinden, yahut Allah'a ita-attan masiyete çıkan asilere doğru yolu göstermez.

Bu ayetin benzeri: "Allah'a ve ahiret gününe inanan hiçbir kavmin Allah ve Rasülü ile sınır mücadelesi yapanlara, babaları veya oğulları veya kardeşleri veya soydaşları olsalar bile, sevgi beslediklerini göremezsin. İşte bunların kalb-lerine imanı yazmış ve kendinden bir ruh ile onları desteklemiştir. Ve sonsuza kadar kalıcılar olmak üzere onları altından ırmaklar akan cennetlere sokacak­tır" (Mücadele,58/22). [19]



Birçok Yerlerde Müminlere Yardım Edilmesi


25- Andolsun ki Allah birçok yerlerde ve Huneyn gününde size yardım etmiş- Çokluğunuz o zaman sizi böbürlen- dirmişti de size hiçbir yarar sağlama­ mı§ ve yeryüzü> ° genişliğine rağmen, başınıza dar gelmişti. Nihayet arkanızı çevirip gitmiştiniz.

26- Sonra Allah, Rasûlüne ve müminle- re sekinetini (emniyetini, selâmetini) indirdi. Görmediğiniz ordular indirdi ve kâfirleri (ölüm ve esaretle) azablan- dırdı jşte bu> kâfirıerin cezası idi.

27" Sonra Allah bunun ardından diledi- ğinin tevbesini kabul eder. Allah bağış­layıcı ve rahmet edicidir.



Huneyn Olayı:


Hevazin, Kureyş'ten sonra büyük bir kuvvetti. Onunla rekabet halindeydi. Mekke'nin fethi haberini öğrendiklerinde, başkanları Malik b. Avf en-Nasrî sa­vaş çağrısında bulundu. Hevazinle birlikte, bütün Sakif ve Sa'd b. Bekr, onun yanında yer aldı. Resulullah (s.a.)'e karşı yürümeye karar verdi. Orduyla bera­ber, kabile fertlerinin mallarını, davarlarını, kadınlarını ve çoluk çocuklarını da götürdü... Bununla, onları koruduğunu, kuvvetlendirdiğini zannediyordu. Sakifin başında Kinâne b. Ubeyde bulunuyordu. Hurbe, Dureyd b. Simme de katıldı. Çok yaşlıydı, görüş ve hikmet sahibi bir kimseydi. Hevazin ve Sakifli-lerden meydana gelen ordu, Taifle Hevazin diyarında bir vadiye, Evtas'a indi.

Resulullah (s.a.) durumu öğrenince onlara karşı çıktı. Beraberinde, Medi-neli ashabından on bin, Mekkeli fetih müslümanlarından da iki bin olmak üze­re on iki bin kişi vardı.

Resulullah (s.a.), Safvan b. Ümeyye'den ödünç olarak silah ve zırh aldı.

Müslümanlar, sayılarının daha önceki gazvelerdekinden daha fazla oldu­ğunu anlayınca gurura kapıldılar. Hatta bazıları: Bugün, azlık tarafından asla mağlup edilmeyiz, dedi. Ahmed, Ebû Davud ve Tirmizî'nin İbn Abbas'dan riva­yet ettiklerine göre Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Sahabenin hayırlısı dört, se-riyyelerin hayırlısı dört yüz, orduların hayırlısı dört bindir. Oniki bin, azlık ta­rafından asla mağlup edilmeyecek..." Bu sözün Resulullah (s.a.)'e ait olduğunu söyleyenler olduğu gibi, Ebu Bekir (r.a)'m sözü olduğunu söyleyenler de vardır.

İşin başında müslümanlar kuvvetlerine güvendiler, yenildiler. Sonra gu­rurlarından vazgeçtiler ve Rablerine yalvarıp yakardılar, yardıma nail oldular. [20]



Açıklaması


Ey müminler! Bedir, Hudeybiye, Mekke, Kureyza, Nadir gibi birçok savaş yerlerinde, siz az ve düşmanlarınız çok iken, Allah size yardım etti: "Andolsun ki siz zayıf ve güçsüzken Allah size Bedir'de kesin bir zafer verdi" (Al-i İmran, 3/123). Çünkü siz,orada Allah'a tevekkül ediyordunuz ve yardımın Allah'tan geldiğine güveniyordunuz. Birçok savaş yerlerinden amaç, Resulullah (s.a.)'m gazveleridir. Bunların sayısının seksen olduğu söylenir. Allahu Teâlâ müminle­re, yardım edenin sadece kendisi olduğunu bildirmiştir. Cenab-ı Hakkın bu yardımı, ya tam bir yardım -çoğunlukla da böyle olmuştur- ya da terbiye ve ta'lim amacıyla cüz'i bir yardım şeklinde olmuştur. Nitekim bu ikinci çeşit yar­dım şekli Uhud'da görülür: Sahabeden bir kısmı Peygamber (s.a.)'in emirlerine muhalefet edip, okçuların bulunduğu dağı terketti. Yine, Huneyn'de de sayıla­rının çokluğuna güvendiler, tek yardım edicinin -ordunun çokluğu değil- sadece Allah olduğunu unuttular; yenildiler.

Bazıları, savaş yerlerinin seksenden daha az olduğunu söylemişlerdir. Ebu Ya'la'nm Cabir'den rivayet ettiğine göre, Resulullah (s.a.)'in gazveleri yirmi bir­dir. Bunlardan sekizine -Bedir, Uhud, Ahzab, Mustalık, Hayber, Mekke, Hu-neyn, Taif- bizzat katılmıştır. Seriyyelerinin sayısı ise otuz altıdır.

Sonra, Allahu Teâlâ: "...Ve Huneyn gününde" buyuruyor. Yani, yine size Huneyn gününde de yardım etti. Kâfirler sadece dört bin -Hasan el-Basrî ve Mücahid'e göre sekiz bin- kişi, siz on iki bin kişi olunca bu çokluğunuz sizi kibi-re şevketti, bu yüzden yenildiniz. Çünkü kuvvetli oluşunuza aldanıp nefislerinize güvendiniz, yardımı bağışlayan Rabbinize sığınmayı terkettiniz. Bu da Al­lah'ın size takdir ettiği kazadan hiçbir şeyi önleyemedi. Korkudan dolayı, geniş olmasına rağmen yeryüzü size dar geldi. Sonra da yenilerek geri dönüp gitti­niz.

Bu, onların şiddetli bir helake maruz kalmaları, Sakif ve Hevazin önünde yenilmeleri şeklinde oldu. Hevazin, Huneyn vadisinde gizlendi. Sonra, efendile­rinin emrettiği şekilde, hep birlikte hızla müslümanlara saldırdılar. Müslü­manlar geri dönüp uzaklaştılar. Resulullah (s.a.) ise yerinde sebat etti. O gün kırçıl katırına binmiş, düşmanın üzerine sürüyordu. Amcası Abbas, katırın ge­mini ve sağ özengisini, Ebû Süfyan b. Haris b. Abdilmuttalib sol özengisini tut­muş, katırın süratle gitmemesi için onu engelliyorlardı.

Bu, Hz. Peygamber'in sonsuz cesaretinin ve peygamberliğinin delillerin-dendir. Sonra: "Ya Rabbi! Vadettiğini bana ver..." buyurdu.

Sonra Abbas'a -sesi yüksekti-: "İnsanları çağır" dedi. O, ensara: "Ey Beya-tu'r-Rıdvan ashabı" diye seslendi. Onlar: "Buyur, buyur!" diye icabet ettiler.

Resulullah (s.a.) de: "Bana gelin ey Allah'ın kulları! Şüphesiz ben, Allah'ın peygamberiyim" diyor ve bu halde şunları söylüyordu:

Yalan yok, ben peygamberim / Ben Abdülmuttalib oğluyum.

Bunun üzerine, insanlar geri döndü. Resulullah (s.a.)'le beraber yüze ya­kın sahabi sebat etti, bu sayının seksen olduğunu söyleyenler de vardır. Bunun üzerine alacalı atlar üzerinde beyaz elbiseli melekler indi. Resulullah (s.a.) müslümanlarm savaşmasına baktı ve: "İşte şimdi savaş kızıştı" [21] buyurdu. Sonra, bir avuç toprak alarak attı ve: "Ya Rabbi! Bana vaad ettiğini gerçekleş-tir. Onları mağlup et. Ey Kabe'nin Rabbi!" buyurdu. Nihayet düşmanlar yenil­diler. Abbas dedi ki: "Onlar yorulmuş, işleri tersine dönmüştü." Resulullah (s.a.) de katırının üzerinde onların arkasından koşuyordu. Hevazin tam yenil­mişti ve bu, onların müslümanlara karşı savaştığı -müslümanlarm muzaffer, arapların mağlup olduğu- son gazve oldu.

Bunun için, Cenab-ı Hak: "Sonra Allah., sekinetini indirdi" buyurdu. Yani Allah Rasûlüne ve beraberindeki müminlere sekinetini ve sebatını verdi, Müs­lim'in Sahih'inde rivayet ettiği gibi, müminlerin ruhunu takviye ve tesbit, kâ­firlerin kalblerini -görmedikleri yerden korku ve ürkeklik vererek- zayıflatmak için, sizin göremediğiniz birtakım askerler -melekler- indirdi.

Melekler, sadece Bedir gününde savaşmadılar. Nitekim Huneyn'den sonra müslüman olanlardan biri: "O alacalı atlar ve onların üzerindeki beyaz elbiseli adamlar nerede? Bizi onlar öldürmüştü" demiştir.

Kafirleri kılıçlarınızla, katletmek veya esir almak suretiyle azablandırm. Bu, kâfirlerin dünyadaki cezasıdır. Şu ayet de bunun benzeridir: "Onlarla sa­vaşın ki, Allah ellerinizle onları azablandırsın, onları rüsvay etsin. Size, onlara karşı galibiyet versin" (Tevbe, 9/14).

Altı bin kişi esir alındı, yirmidört bin deve, kırk binden daha çok koyun, dört bin okka gümüş ele geçirildi. Bu, müslümanlann ele geçirdiği en büyük ganimetti.

Kur'an'da görüldüğü gibi Cenab-ı Hak yine, kâfirlere ve asilere tevbe ve ümit kapısını açarak: "Sonra Allah, bunun ardından dilediğinin tevbesini kabul eder. Allah, bağışlayıcı ve rahmet edicidir" buyurdu. Yani, savaşta meydana ge­len bu azabdan sonra Allah, kâfirlerden dilediklerinin tevbesini kabul eder. Bü­tün bu rüsvaylık ve rezilliklerine rağmen, bazılarının tevbesini kabul eder: Ehl-i sünnete göre, kalblerinden küfrü giderip İslâm'ı yaratır, ya da Mûtezile'nin de­diği gibi, müslüman olup tevbe ederler, Allah da tevbelerini kabul eder.

Allahü Teâlâ tevbe edeni bağışlayıcı, iman edip salih amel işleyene merha­met edicidir. Nitekim Allah, Hevazin'in geri kalanlarına tevbe nasip etti de, müslüman oldular. Resulullah (s.a.)'e müslüman olarak geldiler. Olaydan yak­laşık yirmi gün sonra Resulullah (s.a.)'e Mekke yakınında Cirane'de yetiştiler. Resulullah (s.a) onları esirlerle mallar arasında muhayyer kıldı. Onlar esirleri tercih ettiler. Çocuklu kadınlı altı bin esir vardı. Resulullah (s.a.) esirleri onla­ra verdi. Malları gaziler arasında taksim etti. Kalbleri İslâm'a ısınsın diye de, Mekkelilerden bazılarına fazla deve verdi. Yüz deve alanlardan biri de Malik b. Avf en-Nasrî'dir ki, onu daha önce olduğu gibi, kavmi Hevazin'in başına vali ta­yin etti.

Buharî, Misver b. Mahreme'den rivayet eder: "Onlardan bir grup insan, Resulullah (s.a.)'a geldi, müslüman olmak üzere biat etti ve: Ya Resulullah! Sen, insanların en hayırlısı ve en iyilikseverisin. Ailemiz, çoluk çocuğumuz esir edildi, mallarımız alındı, dediler. Resulullah (s.a.) de: "Benim yanımda gördük­leriniz var. Sözün hayırlısı doğru olandır. Ya çoluk çocuğunuzu, kadınlarınızı veya mallarınızı seçin" buyurdu. Onlar: "Biz soy sopa hiçbir şeyi değişmeyiz. Çoluk çocuğumuzu, kadınlarımızı isteriz" dediler. Bunun üzerine, Resulullah (s.a.): "Şunlar bize müslüman olarak geldiler, soy soplarıyla malları arasında muhayyer kıldık. Soy sopa hiçbir şeyi denk tutmadılar. Kimin elinde bir şey varsa ve kendi arzusuyla onu karşılığında bir şey almadan geri vermek istiyor­sa versin, vermek istemiyorsa onu bize borç versin, onu ganimet elde edince ve­ririz" buyurdu. Bunun üzerine halk hep bir ağızdan: Memnuniyetle teslim ede­riz, dedi. Resulullah (s.a.) de: "Biz tam olarak bilmiyoruz. Belki de içinizde razı olmayanlar olabilir. Onun için haydi siz urefanıza [22] gidin, onlar bize bildirsin­ler" buyurdu. Daha sonra urefa Resulullah (s.a.)'e gelip her biri, kavminin esir­leri geri vermekle memnun olacaklarını söylediğini haber verdi. [23]



Müşriklerin Mescid-i Haram'a Girmelerinin Haram Oluşu


28- Ey iman edenler! Müşrikler ancak bir pisliktir. Onun için bu yıllarından sonra artık onlar Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar. Eğer fakirlikten kor- karsanız, Allah dilerse sizi yakında fazlından zenginleştirir. Şüphesiz Al- lah gerçekten bilicidir, tam hüküm sahibidir-



Açıklaması


Ey Allah'a ve Rasûlüne inananlar! Müşrikler neces (pis)tirler, inançları bozuk, pisliğe dalan kimselerdir. Onlar ya putlara taptıkları için, içleri pis ve inançları bozuk kimseler ya kendilerinde kendisinden çekinmek gereken pislik gibi şirk olduğu için yada güzelce temizlenmedikleri, yıkanmadıkları ve hissî pisliklerden sakınmadıkları için pis kimselerdir. Dolayısıyla pis olduklarına gö­re, Mescid-i Haram'a girmesinler ve onu çıplak olarak tavaf etmesinler. Bu, hicri dokuzuncu yıldan sonra müminleri, müşriklerin Mescid-i Ha-ram'a girmelerine imkân tanımaktan nehyetmektedir. "Müşrikler ancak bir ne-cestirler" sözü hasr ifade eder. Yani müşrikten başka neces yoktur.

Çoğunluğun görüşüne göre müşriklerle, puta tapanlar amaçlanmaktadır. Bazıları ise bunun bütün kâfirleri kapsadığı görüşündedirler. Delilleri şu ayet­tir: "Şüphesiz ki Allah kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz. Ondan başka­sını dilediği kimseler için bağışlar. Kim Allah'a ortak koşarsa, şüphesiz pek bü­yük bir günahla iftira etmiş olur" (Nisa, 4/48). Ayetin zahirinden anlaşılan ve tercih edilen görüş de budur.

Necesten amaç, manevî necaset, inanç pisliğidir. Zemahşerî'nin, İbni Ab-bas'tan naklettiğine göre, o şöyle demiştir: Bu ayetin zahirine göre köpek ve do­muz gibi, müşriklerin bedenleri de pistir.[24] Fakat, fukahanm cumhuru, bu gö­rüşün hilafına, bedenlerinin temiz olduğu hususunda ittifak halindedirler. O halde müşriğin, yahut kâfirin bedeni pis değildir. Çünkü Allahü Teâlâ Kitap Ehli'nin yemeğini yemeyi helâl kılmıştır.

Başta açıkladığımız gibi, Mescid-i Haram'dan maksat, Ata ve Şafıîlere gö­re, Harem'in tamamıdır. Lafzın dış görünüşüne bakan Maliki mezhebine göre ise, özellikle Mescid-i Haram'dır. Hanefîlere göre amaç, Mescid-i Haram'a giril­mesinin nehyi değildir. Cahiliyye döneminde yaptıkları gibi müşriklerin hac ve umre yapmaları nehyolunmaktadır. Bunun delili Allahü Teâlâ'nın: "Bu yılla­rından sonra..." sözüdür. Yani bu dokuzuncu yıl haccmdan sonra haccetmesin­ler, umre yapmasınlar. Yine bunun bir başka delili, Hz. Ali'nin Tevbe sûresini okurken söylediği şu sözdür: "Haberiniz olsun ki bu senemizden sonra hiçbir müşrik hac etmesin..." Yine Allahü Teâlâ'nın: "Eğer fakirlikten korkar sanız..." sözü, hac ve umreden men olundukları için, müşriklerin gelmelerinin yasak­lanması yüzünden fakirlik olacağı korkusuna işaret eder. Yine müslümanlar, Mescid-i Haram'da olmasa da, müşriklerin diğer hac amellerinden de men olu­nacakları hususunda ittifak halindedirler.

Sonra Allahü Teâlâ, müslümanlann kalblerine, yiyecek ve ticaret kaynak­larının çokluğu hakkında ferahlık vermek üzere: "Eğer fakirlikten korkarsanız" buyurmuştur. Yani ey müminler! Eğer bu yıldan sonra müşriklerin Mescid-i Haram'a girmelerinin yasaklanması sebebiyle sağladıkları ticarî mal ve yiye­cek, içecek gibi şeylerin azalacağı zannıyla fakirlikten korkarsanız, yakında başka bir yoldan Allah sizi fazl ve keremiyle zengin eder, size daha başka ge­çim yolları, rızık ve kazanç imkânları sağlar.

Şüphesiz Allah, sîzin hallerinizi ve gelecekte olabilecek zenginlik ve fakir­liği bilici, size meşru kıldığı emir ve nehiyde -ahdleri bitince müşriklerle sava-şılmasım emretmesi, bu yıldan sonra müşriklerin Mescid-i Haram'a yaklaşma­larını yasaklaması gibi- vermesinde, almasında hikmet sahibidir. Çünkü O, iş­lerinde ve sözlerinde kemal sahibi, yaratmasında ve işinde adaletlidir.

Bu, gelecekteki bir gaybden haber vermedir. Haber aynen gerçekleşmiş, Allah vaadini yerine getirmiştir. Nitekim Yemenliler, Ciddeliler, Cürs vs. yöre halkları müslüman olmuş ve Mekke'ye yiyecek taşımaya başlamışlardır. Bizzat müşriklerin kendileri müslüman oldu. Kendilerini Harem'den men edecek hiç kimse kalmadı. Her yerden servet ve kazanç yağdı. Ganimetler ve zimmet eh­linden aldıkları cizyeler geldi. [25

+/- [Kitap Ehli İle Savaş]
[29- Kendilerine kitap verilenlerden Al- lah'a ve ahiret gününe iman etmeyen, Allah'ın ve Rasûlünün haram kıldığını haram saymayan ve hak dinini din ola- rak kakul etmeyen kimselerle hakir ve zelil olarak kendi elleriyle cizyelerini verinceye dek savaşın.



Açıklaması


Yahudiler ve Hristiyanlar, Muhammed (s.a.)'i inkâr edince, sahih bir imanları, şeriat ve dinleri kalmadı. Kendi istek ve arzularına uyar oldular. Çünkü onlar, dinlerinin aslına iman etselerdi, bu onları, İslâm risaletine ve Muhammed (s.a.)'in peygamberliğine inanmaya götürürdü. Nitekim bütün pey­gamberler onu müjdelediler, ona uymayı emrettiler. Bu durumda onların diğer peygamberlere imanlarının faydası yoktur. Çünkü İslâm, Allah katından gel­miş olup, dinler onunla son bulmuştur. Bazısına inanıp bazısına inanmamak yeterli değildir. Onlar, peygamberlerin sonuncusuna ve en şereflisine inanma­maktadır.

Bunun için Allah, Kitap Ehliyle savaşılmasmı emretmiştir. Çünkü onlarda şu dört sıfat vardır:

1- Onlar Allah'a inanmazlar. Çünkü yahudilerin pek çoğu müşebbihedir, yani ilâhın cisim olduğuna inanırlar. Halbuki Allah, cisim ve benzeri şeylere benzemekten münezzehtir. Evet onlar, Allah'ın varlığına ve birliğine, cisim ol­maktan münezzeh bir varlık olarak gerçekten inanmazlar. Çünkü Hristiyanlar üçlemeye, sonra da birliğe inanırlar. Onlar, baba, oğul, ruhu'l-kudüsün varlığını söyler, sonra da Allah'ın İsa'ya hulul edip onun Rab olduğuna inanırlar. Oysa Allah birleşmekten, başkasına hulul etmekten, oğlu ve ortağı olmaktan münez­zehtir. Bu inançlarıyla onlar, gerçek bir ilâhın varlığına inanmıyorlar demektir.

Yahudiler de şöyle derler: Uzeyr, Allah'ın oğludur. Yahudiler de Hristiyan­lar da bilginlerini, din alimlerini Allah'tan başka rabler edindiler. Artık onlara ibadetleri, onlar belirliyor, yasakları onlar koyuyorlardı, onlar da onlara itaat ediyorlardı. Bu sebeple onların rableri oldular.

2- Onlar, ahiret gününe de doğru bir şekilde inanmıyorlar. Onlar, cesetle­rin değil, ruhların diriltileceğine, cennet ehlinin yiyip içmeyeceğine, çünkü ora­da maddî durum söz konusu olmadığına, cennet nimetinin ve cehennem azabı­nın; sevinç, keder gibi sadece ruhî şeyler olduklarına inanıyorlar. Ahiret âle­minde madde ve ruh birlikte, tam bir hayat olduğuna inanmazlar. Bu da Kur'an'ın haber verdiği hakikata aykırıdır. Kim, cismanî dirilmeyi inkâr eder­se, Kur"an'ın sarih açıklamasını inkâr etmiş olur.

3- Allah'ın ve Rasûlünün haram kıldıklarını haram bilmezler: Onlar Kufan'da ve Resulullah'ın sünnetinde haram kılınanları, Musa ve İsa aleyhisselâmın haram kıldıklarını haram kılmazlar. Tevrat'ı ve İncil'i değiştirdiler. İslâm hükmüyle mensuh dinlerinin aslına muhalif hükümler koydular. Nite­kim yahudiler, insanların mallarını bâtıl yollarla -faiz gibi- yemeyi, Hristiyan-lar, kendilerine Tevrat'ta yasaklanan şeyleri -iç yağı ve içki gibi- mubah kıldı­lar.

4- Hak dini kabul etmezler: Hak din olan İslâm'ın doğruluğuna inanmaz­lar. Din adamlarının kendi heva ve hevesleri doğrultusunda koydukları şeylere göre hareket ederler. Onlar, Tevrat ve İncil'i değiştirdiler. İslâm'a uygun, Musa ve İsa aleyhisselamlara vahyolunan ve kendisiyle amel olunan dinin aslı kal­madı.

O halde, bu niteliklere sahip olan Kitap Ehliyle savaşın. Hüküm bakımın­dan onları müşriklerden ayırt edin: Müşrikler için iki şeyden biri vardır: Savaş veya müslüman olmak. Kitap Ehli için ise üç şeyden biri vardır: Savaş, İslâm, cizye.

Kitap Ehli ile savaşmaktan amaç, küçüklüklerini bildirmek, İslâmî hü­kümlere boyun eğmeyi kabullendirmek, cizye vermeyi içeren bir anlaşmaya girmelerini sağlamaktır.

Daha önce İbnü'l-Arabî'den naklederek açıkladığımız gibi [26] müslümanlar-la savaştıklarında müşriklerle savaş vacip olduğu gibi, müslümanlara, ya da ülkelerine, ırz ve namuslarına saldırmaları, dinlerinden dönmeleri için baskı yapmaları, emniyet ve selametlerini tehdit etmeleri durumunda, -ki Rumlar­dan böyle bir hareket meydana gelmiş ve bu Tebuk gazvesine neden olmuştu-ya da devlet başkanının bir takım karışık hareketler, savaş hazırlıkları, İslâm ülkesi sınırlarına askerî yığınak yapılma halleri sezinlemesi halinde savaş ha­zırlıkları yapılıp Kitap Ehliyle de savaşmak vacibdir.

Yahudilere ve Hristiyanlara Kitap Ehli denmesinin sebebi, aslında semavî bir kitaba sahip olmaları ve genelde Allah'a, öldükten sonra dirilmeye, hesaba, peygamberlere, şeriatlara ve dinlere inanmalarmdandır.

Onlara "muâhedûn" da denir. Çünkü onlar, bizimle kendi aralarında yapı­lan ve her iki tarafı hükümlerini uygulamakla ve saygı göstermekle yükümlü kılan, onlara zulmü ve yapamayacakları şeyi teklif etmeyi yasaklayan bir an­laşmaya göre İslâm ülkesinde otururlar.

"Sağirûn" kelimesinin türediği "sağar" kelimesi, daha önce açıklandığı ve Şafiî, İbni Kayyim gibi bazı fakihlerin de söylediği gibi, hükümleri kabule bo­yun eğdirmek ve hakir görmek, küçümsemek değildir.

Cizye, İslâm'ın ortaya çıkardığı şeylerden değildir. O, İranlılar tarafından da biliniyordu. Onu ilk koyan Kisra Enûşirvan'dır. İran'ı fethettiği zaman , Ömer (r.a.) da aynı şeyi uyguladı.

Kur'an, cizyenin mikdarmı belirlemediği için, fakihler onun mikdarı konu­sunda ihtilaf etmişlerdir.

Şafuler: Bunun, zengin fakir farkı gözetilmeksizin hür, baliğ kimselere yıl­lık bir dinar olduğunu ve bundan eksiltme yapılamayacağını söyler. Şafiî görü­şünde, Ebû Davud ve başkalarının Muaz'dan rivayet ettikleri şu hadise daya­nır: Resulullah (s.a.) kendisini (Muaz'ı) Yemen'e vali olarak gönderdi ve cizye vermesi gereken her baliğden bir dinar almasını emretti. Peygamber, Allah'ın muradını açıklayan kimsedir. Eğer, bir dinardan daha fazlasına barış yapılırsa caizdir, yıl sonunda alınır, der.

Malikîler: Altın sahiplerinden yılda dört dinar, gümüş sahiplerinden de yılda kırk dirhem gümüş alınır. İsterse Mecusî olsun, zengin fakir aynıdır. Hz. Ömer'in takdir ettiği miktardan eksik de alınmaz, fazla da. Bundan başka bir şey de alınmaz, der.

Haneftler: Cizye mikdarı, fakirlere 12 dirhem, orta hallilere 24 dirhem, zenginlere de 40 dirhemdir. Yıl başında alınır, der.

Cizye konusunda, Mecusîlere, Kitap Ehli gibi muamele edilir. İbnü'1-Mün-zir, onlardan cizye alınması konusunda ihtilaf olduğunu bilmiyorum, der.

İmam Malik, Muvatta'da şöyle rivayet eder: Ömer b. Hattab, Mecusîlerin durumunu zikrederek: "Onlar hakkında nasıl davranacağımı bilmiyorum" de­miş. Bunun üzerine Abdurrahman b. Avf şöyle demiştir: "Ben Resulullah (s.a.)'in şöyle dediğini duydum: Onlara, Kitap Ehli'ne ettiğiniz gibi muamele edin" demiştir." İbni Abdi'1-Berr, "özellikle cizyede demek istiyor" demiştir. Bu sözde onların Kitap Ehli olmadıklarına açık bir delil vardır.

Putperestlere gelince: Şafiî ve fukahanın çoğunluğu, cizye, bu ayetten an­laşıldığına göre arap olsun acem olsun, sadece Kitap Ehli'nden alınır. Çünkü ayette özellikle onlar zikredilmişlerdir. Dolayısıyla, hüküm onlara yöneliktir. Nitekim Cenabı Hak: "Nerede bulursanız, müşrikleri öldürün" (Tevbe, 9/5) bu­yurmuştur. Kitap Ehli hakkında dediği gibi, "cizye verinceye kadar..." buyur-mamıştır. O halde arap putperestlerinden cizye alınmaz, derler.

İmam Evzaî ve Malikîler: Cizye, mürted hariç, putperest, ateşperest, in­karcı, yalanlayıcı, arap-acem Tağlibli-Kureyşli, kim olursa olsun, herkesten alı­nır, derler.

Cenabı Hak: "Kendilerine kitap verilenlerden Allah'a ve ahiret gününe iman etmeyenlerle savaşın..." buyurduğu için, bu, cizyenin savaşan erkekler­den alınacağını gösterir. Nitekim, alimler cizyenin, hür ve savaşan erkeklerden alınacağı konusunda ittifak etmişlerdir.

Cizyeyi verdikleri zaman, meyvelerinden, tahıl ve ticaretlerinden hiçbir şey alınmaz. Ancak yerleştikleri ve barış yaptıkları ülkenin dışındaki ülkelerde ticaret yapmaları durumu müstesna. O takdirde onlardan ticaret mallarını sat­tıkları ve parasını aldıkları zaman onda bir alınır. İsterse bu, yılda birkaç kere olsun. Ancak Medine ve özellikle Mekke'ye buğday, yağ gibi yiyecek maddeleri getirmeleri halindeyse, Hz. Ömer'in yaptığı gibi, onda birin yarısı alınır.

Gayr-i müslimlerin, müslümanların çarşılarında içki ve domuz göster­melerine engel olunur. İçkiyi gösterirlerse, içki üstlerine dökülür, domuzu gösteren de cezalandırılır. Eğer bir müslüman o içkiyi göstermeden dökerse, zulmetmiş olur, Malikî ve Hanefî mezheplerine göre, bedelini ödemesi gere­kir.

Cizye gibi şeyleri ödemekten kaçınırlarsa, zulme maruz kalmadıkları hal­de, İslâm'ın kendilerinden istediklerini yapmazlarsa, Cumhura (Hanefiler müstesna) göre, kendileriyle savaş edilir.

Eğer yol keserlerse -cizyeyi engellemedikleri takdirde- onlar, müslüman muharibler hükmündedirler. Kendilerine muharebe ayeti olarak anılan şu aye­tin hükmü uygulanır: "Allah'a ve Rasûlüne karşı savaş edenlerin ve yeryüzünde fesad çıkarmaya çalışanların cezası ancak öldürülmeleri veya asılmaları veya ellerinin ve ayaklarının çaprazlama kesilmesi veya yer(lerin)den sürülmeleri­dir" (Mâide, 5/33).

Müslüman olurlarsa, fukahanın ittifakıyla, kendilerinden cizye düşer. Ah-med, Ebû Davud, Beyhakî ve Darekutnî'nin İbni Abbas'tan naklettiği bir ha­diste Hz. Peygamber (s.a.): "Müslümandan cizye alınmaz", Taberanî'nin İbni Ömer'den bir rivayetinde de: "Bir kimse müslüman olursa, ona cizye yoktur" buyurmuşlardır.

Müslüman olmakla cizye düştüğü gibi, ölümle de düşer. Onun için cizye, kan bedeli ve Daru'l-İslâm'da oturma bedeli olarak gereklidir. [27]



Ehl-i Kitabın İnancı


30- Yahudiler: "Üzeyr, AUah'ın oğlu­dur" dedi. Ve Hristiyanlan "Mesih, Al­lah'ın oğludur" dedi. Bu onların ağızla­rında dolaşan sözleridir ki, daha evvel kâfirlerin söyledikleri söze benzer. Al­lah onları kahretsin. Nasıl da (Haktan) döndürülüyorlar.

31- Onlar, Allah'ı bırakıp âlimlerini, ra­hiplerini, Meryem'in oğlu Mesih'i Rab-ler edindiler. Halbuki bunlar da, (Tev­rat ve İncil'de) tek ilâh olan Allah'a ibadet etmelerinden başka bir şey em-rolunmamışlardı. Ondan başka hiçbir ilâh yoktur. O, onların eş tutageldikle-ri her şeyden münezzehtir.

32- Onlar Allah'ın nurunu ağızlarıyla söndürmek isterler. Allah kendi nuru­nu kendisi tamamlamaktan başka bir şeye razı değildir. Kâfirler hoş görme­seler de.

33- O, Rasûlünü hidayetle, hak din ile -o dini bütün dinlere galip kılmak için-gönderendir. Müşrikler hoş görmese­ler de.



Açıklaması


Bazı yahudiler, Hz. Uzeyr'in Allah'ın oğlu olduğunu söylediler. Halbuki Uzeyr M.Ö. 457 yılı civarında, Babil'e yerleşmiş bir yahudi kahiniydi. Büyük bir müessese kurmuş, Kitab-ı Mukaddes'in bölümlerini toplamış; Eyyam, Az-ra, Nahmiya bölümlerini yazmıştır. O, unutulan yahudiliğin yeniden yayıcısı sayılır. Onun için, yahudiler onu mukaddes bilmiş ve ona Allah'ın oğlu demiş­lerdir.

Tarihçileri hatta bizzat yahudilerin kendilerince kabul edilen bir hakikat vardır: Musa (a.s.)'m yazdırıp o zamanın tabutuna koydurduğu Tevrat, Amali-kalıların İsrailoğulları'nı yendiği bir hengamede kayboldu. Yahut, Süleyman (a.s.)'dan önceki Buhtunnassar o tabutu açtığı zaman, içinde ilk krallar bölü­mündeki on emri içine alan iki levhadan başka bir şey bulamadı. Esaretten sonra Tevrat'ı, geriye kalan İbranice metinlerle birlikte Keldan harfleriyle ya­zan, Azra'dır. Eleştirmenlerce -nitekim Britanika Ansiklopedisinde- öyle zikro-lunmaktadır. Azra efsanesi, tamamen ravilerce uydurulmuş bir şeydir.

Hristiyanlar şöyle der: Mesih, Allah'ın oğludur. İlk nesiller, bu "oğul" keli­mesini, hakiki manasında değil, mecazî manada kullanıyorlar ve bununla onun, Allah katında şerefli ve sevgili olduğunu ifade etmek istiyorlardı. Sonra, Hind putperestliğinden etkilenerek oğulla, hakiki manasını kasdettiler. Al­lah'ın oğluyla, Allah'ı ve Ruhu'l-Kudüs'ü anlar oldular. Bu üç unsur, birbirine girdi ve gerçekten birmiş gibi kabul edildi. Bunu ilk olarak, miladî 325'te topla­nan İznik konseyi ilân etti. Baba, oğul ve Ruhu'l-Kudüs'ten ibaret bu üç varlık için -ki bunlar ilâhlıkta birleşmişlerdir- Teslis kelimesi kullanılır oldu. İnciller İsa (a.s.)'m vefatından sonraki 1-3. yüzyıllar arasında değişen zaman içinde ya­zıldı. İsa (a.s.)'a inen İncil'in aslı kaybolduğundan, onlar da Roma putperestli­ğinden etkilenmiştir.

Yahudi ve Hristiyanlar, dinlerinin doğru olan köküne bağlı olmadıkların­dan, ellerinde bulunan Tevrat ve İnciller, bilginleri tarafından ortaya konmuş uydurma şeyler olduğu için Cenabı Hak: "Bu, onların ağızlarında dolaşan söz­lerdir" ayetiyle onları yalanlamaktadır. Yani onların iddia ettikleri şeylerde hiçbir dayanakları yoktur, onlar onların uydurmasından başka bir şey değildir. Nitekim bu hususu Cenab-ı Hak, başka bir ayetinde şöyle dile getirir: "Allah evlât edindi diyenlere maruz kalacakları kötü akıbetleri haber vermek için... Ne onların, ne atalarının buna dair hiçbir bilgisi yoktur. Ağızlarından çıkan söz ne büyük! Onlar yalandan başkasını söylemezler" (Kehf, 17/4-5).

"Daha evvel kâfirlerin söyledikleri söze benzer". Bunlar da, onlar gibi sa­pıklığa düşmüşlerdi. Onlar, putperest Hint, Çin ve Japon Brahman ve Budist-leri, eski İranlılar, Mısırlılar, Yunan ve Romalılardı. Arap müşrikleri de, melek­lerin Allah'ın kızları olduğunu söylüyorlardı.

"Allah onları kahretsin." Nasıl da Allah'ın bir olduğu, ortağı bulunmadığı gerçeğinden bâtıl şirke dönüyorlar. Mesih ve Uzeyr, mahluk ve Allah'ın kulları­dır. Yiyen, içen, yorulan ve üzülen mahlukun, yaratıcı yapılması akla uygun değildir. Nitekim Cenab-ı Hak da şöyle buyurur: "Meryem'in oğlu Mesih de ra-sûlden başka bir şey değildir. Ondan evvel resuller gelip geçmiştir. Onun anası ise tasdik eden bir kadındır. İkisi de yemek yerlerdi" (Mâide, 5/75); "O, ancak kendisine nimet verdiğimiz bir kuldur. Ve onu İsrailoğullarına bir misal kıldık" (Zuhruf, 43/59); "Mesih, Allah'a kul olmaktan asla çekinmez..." (Nisa, 4/172).

Sonra Allahü Teâlâ kendilerinden önceki kâfirlere benzeme yönünü açık­layarak: "Onlar âlimlerini Rabler edindiler" buyuruyor. Yani, yahudi ve Hristi-yanlar, içlerindeki din büyüklerini, Allah'tan başka rabler edindiler. Hüküm koyma hakkı onlarındı. Onlar haramı helâl, helâli haram kılıyorlar, kendileri de Allah'ın hükmünü bırakarak onların dediklerine göre amel ediyorlardı.

Yahudiler, Tevrat'ın hükümlerine, büyüklerinin meşru kıldığı şeyleri ekle­diler. Hristiyanlar, Tevrat'ın hükümlerini değiştirdiler, ibadet ve muamelelerde yeni başka şeyler ortaya koydular.

Adiy b. Hatim'in müslüman oluş kıssası, bunu açıklığa kavuşturur. İmam Ahmed, Tirmizî ve İbni Cerir et-Taberî'nin Adiy b. Hatim (r.a.)dan rivayetine göre, o, kendisine Resulullah (s.a.)'in daveti ulaştığında, Şam'a kaçtı. Cahiliyye döneminde Hristiyanlaşmıştı. Kız kardeşi ve kavminden bir grup insan esir düştü. Rasûlulullah (s.a.) kızkardeşine iyilik etti, onu geri verdi. Kızkardeşi, erkek kardeşine giderek onu İslâm'a ve Resulullah (s.a.)'e gelmeye teşvik etti. Adiyy, Medine'ye geldi. O, Tay kavminin lideriydi. Babası Hatem et-Taî cömert-liğiyle meşhurdu. Herkes onun gelişinden bahsetti. Boynuna gümüş bir haçla Resulullah (s.a.)'in huzuruna girdi. Resulullah (s.a.): "Onlar Allah'ı bırakıp alimlerini, rahiplerini, Meryem oğlu Mesih'i Rabler edindiler" ayetini okuyor­du. Adiy, Peygamber (s.a.)'e: "Onlar onlara tapmadılar ki" dedi. Resulullah (s.a.): "Evet, fakat onlar onlara helâli haram, haramı helâl kıldılar. Onlar da, onlara tabi oldular. Bu onların, onlara ibadeti oldu" buyurdu. Resulullah (s.a.), sözlerine devamla: "Ey Adiy! Ne dersin? Allahü Ekber demek, sana zarar verir mi? Allah'tan daha büyük bir şey biliyor musun? Sana ne zararı var? La ilahe illallah denilmesi sana zarar verir mi? Allah'tan başka bir ilâh biliyor musun?" dedi.

Sonra onu, İslâm'a davet etti. O da müslüman oldu ve kelime-i şehadet ge­tirdi. Adiy der ki: Resulullah (s.a.)'in yüzünü sevinçli bir halde gördüm. Sonra şöyle dedi: "Şüphesiz Yahudiler gazap olunmuş bir millet, Hristiyanlar da dala­lete sapmış bir milletdir." Sonra Allahü Teâlâ, o baştakilerin dinlerini terketti-ğini açıklayarak: "Halbuki onlar da, tek ilâh olan Allah'a ibadet etmelerinden başka bir şeyle emrolunmamışlardı" buyurdu. Halbuki onlar, Musa ve İsa'nın diliyle, tek bir ilâha ibadet etmekle emrolunmuşlardı. O, onlara dinin hüküm­lerini meşru kılan Allah'tır. O, onların ve her şeyin Rabbidir. O, öyle bir varlık­tır ki, bir şeyi haram kıldığı zaman, o haram olur. Neyi helâl kılarsa, o da he­lâldir. Neyi meşru kılarsa, uyulur; neye hükmederse uygulanır.

"Ondan başka hiçbir ilâh yoktur". Aklen ve şer"an Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur. Hak Teâlâ ortağı, benzeri, yardımcısı, zıddı, çoluk çocuğu olmaktan münezzehtir. Ondan başka hiçbir ilâh ve hiçbir Rab yoktur. -

Fakat, müşriklerden ve Kitap Ehli'nden kâfir olanlar, Allah'ın peygamberi Muhammed (s.a.) ile gönderdiği İslâm nurunu, hak ışığını, hidâyet lambasını söndürmek, dolayısıyla bütün insanları sapıklığa düşürmek istiyorlar.

Allahü Teâlâ ise, dinini tesbitle, korumakla, onu kemale erdirmekle ta­mamlamak ister. Kâfirler onu, ilk çıkışı sırasında istemedikleri gibi, tamam­landıktan sonra da istemeseler bile. Kâfir: Bir şeyi örten gizleyen demektir. Ya­hudiler, insanlar içinde müminlere karşı en fazla düşmanlık besleyenlerdir.

Hristiyan Rumlar, müslümanlara karşı düşmanlığa başladılar. Sonra, doğu İslâm dünyasında Avrupalılarla düşmanlıklarına devam ettiler. Sonra müslü­manlara karşı en yüksek düzeyde düşmanlığı temsil eden Haçlı savaşları geldi. Halâ sömürge siyaseti ve misyonerlik faaliyetleri de, müslümanları dinlerinden ayırmak ve uzaklaştırmak için çeşitli propaganda vasıtaları ve her yerdeki müs­lümanlara karşı alman tavırlarla korkunç plan ve projelerini devam ettiriyor.

İslâm nuru, Allah'ın, Rasûlünü gönderdiği hidâyet ve hak dindir. Onu hiç­bir şey değiştiremez ve iptal edemez. Hûda (hidâyet): Peygamber (s.a.)'in getir­diği sadık haberler, sahih iman ve faydalı ilimdir. Hak din: Dünya ve ahirette faydalı olan sahih amellerdir.

Bundan maksat, müşrikler istemese de, Allahü Teâlâ'nın bu dini, bütün dinlere üstün kılmasıdır. Onlar küfürle vasıflandıktan sonra, bir de şirkle va­sıflandılar. Bu, onların peygamberleri inkâr yanında, bir de şirk koştuklarına işaret eder.

Allahü Teâlâ'nın vaadi ve yardımı gerçekleşti. Nitekim, Sahih'de, Resulul-lah (s.a.)'in şöyle buyurduğu rivayet olunur: "Şüphesiz Allah, bana yeryüzünü

doğusuyla batısıyla verdi. Ümmetim bana verilen o yerleri alacak..."

İmam Ahmed b. Hanbel, Mikdad b. Esved'den rivayet eder: Resulullah (s.a.)'in şöyle dediğini duydum: 'Yeryüzünde îslâm kelimesinin girmediği ev, yerleşim yeri kalmayacak. O, aziz olanı aziz kılacak, zelil olanı da zelil edecek. Allah'ın aziz kıldığı kimseler, azizlerden olacak, zelil kıldıkları da, ona boyun eğip itaat edecekler..."

Yine Ahmed'in Müsned'inde Adiy b. Hatem'den rivayet olunmuştur: Resu­lullah (s.a.)'in şöyle dediğini duydum: "Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, Allah bu dini elbette tamamlayacak. Öyle ki, mahfe içindeki kadın Hire'den çıkıp hiç kimsenin emanı olmadan Kabe'yi tavaf edeck. Kisra b. Hür­müz'ün hazineleri elbette fetholunacak. Kisra b. Hürmüz mü? dedim. Evet, Kis­ra b. Hürmüz, dedi. Kabul eden kimse kalmayıncaya kadar mal verilecek." [28]



Yahudi Ve Hıristiyan Alimlerinin İnsanlara Davranışları


34- Ey iman edenler! Şüphesiz haham­lardan ve rahiblerden birçoğu haksız­lıkla insanların mallarını yerler ve Al­lah'ın yolundan (dininden, O'nu tanı­yıp ibadet etmekten) alıkoyarlar. Al­tın ve gümüşü yığarak biriktirip de, onları Allah yolunda infak etmeyenler var ya, işte onlara acıklı bir azabı müj­dele.

35- O gün bunlar, üzerlerinde yakıla­cak cehennem ateşinin içinde kızdırı­lacak, o kimselerin alınları, böğürleri ve sırtları bunlarla dağlanacak. "İşte bu kendiniz için toplayıp sakladıkları­nız. Artık istiflediğiniz şeyleri tadın."



Açıklaması


Bu ayetler, yahudi alimlerinin ve Hristiyan rahiplerinin durumunu ve kö­tü hallerini açıklamaktadır. Böylece Kitap Ehli'nin onların içyüzünü bilmeleri, onlara uymak ve güvenmekteki hatalarını anlamaları istenmektedir. Müslü­manlar da onların inat ve küfür üzere kalmalarının sebebini bileceklerdi. O halde ayetlerden maksat, onların sözlerine ve hallerine benzemekten korkut­maktır.

Ey Allah'a ve Rasûlüne inananlar! Bilin ki, yahudi ve hristiyan din adam­larından çoğu, serî bir hak olarak değil, bâtıl yollarla insanların mallarını alıyorlar. Bu hüküm, hakikati ifade etmek ve az da olsalar, onlardan iyi olanlara insafdan dolayı, hepsine değil, çoğuna nisbet olundu.

Onların bâtıl yollarla mal almalarının örnekleri çoktur: Kazaî hükümlerde rüşvet kabul etmeleri, kendilerine haram kılındığı halde faiz almaları, hediye, adak, peygamber ve salih kimselerin kabirlerine tahsis olunan vakıfları alma­ları, orta çağda, Ortodoks ve Katoliklerin günahkârları Allah'a affettirmek için dua ve şefaat karşılığında para almaları, kralları, emirleri ve egemen kimseleri memnun etmek maksadıyla para karşılığında haramı helâl, helâli haram kılan fetvalar vermeleri gibi. Nitekim, yahudiler hakkında Cenab-ı Hak şöyle buyu­rur: Allah'ı, O'na lâyık olacak şekilde hakkıyla takdir edemediler. Çünkü: "Al­lah insana hiçbir şey indirmedi" dediler. De ki: "İnsanlar için bir nur ve hidâyet olarak Musa'ya gelen kitabı kim indirdi? Siz onu parça parça kağıtlar haline koyup gösteriyorsunuz, çoğunu da gizliyorsunuz. Ne sizin, ne de babalarınızın bilmediğiniz şeylerin size öğretildiği kitabı kim indirdi"? "Allah" de" (En'am, 6/91).

Onların bâtıl yollarla mal almalarının örneklerinden biri de, yahudilerin kendilerine düşman olan herkesin, hıyanet ve hırsızlıkla da olsa, mallarını al­malarıdır: "Kitap Ehli'nden öylesi vardır ki yüklerle emanet bıraksan, onu sana öder. Onlardan öylesi de vardır ki, ona bir dinar versen, devamlı olarak başına dikilmeden onu sana ödemez. Bu onların: "Ümmiler hakkında bize bir sorumlu­luk yoktur" demelerindendir. Onlar bildikleri halde, Allah'a karşı yalan söylü­yorlar" (Âl-i İmran, 3/75).

Sonra Cenab-ı Hak, yahudi ve Hristiyan din büyüklerinin çirkin hallerin­den bir başka türü zikrediyor: İnsanları Allah yolundan alıkoymak. Yani onlar, haram yemekle beraber, insanları ya İslâm dinini yalanlamak, ibadet, inanç ve muameleyle ilgili hüküm ve prensiplerinde şüphe uyandırmakla, ya da Pey­gamber (s.a.)'e, Kur'an-ı Kerim'e ta'n etmek suretiyle Hakka uymaktan alıkoyarlar.

Bundan anlaşılıyor ki, insanların dünyada arzuladıkları şey -mal ve mev­ki- yahudi ve Hristiyan din adamlarının kalbini çelmiş, bâtıl yollarla malları almışlar, insanları sahih bir şekilde Allah'ı bilmekten, doğru bir şekilde ona ibadetten alıkoymuşlar, dinî durumlarını ve maddî kazançlarını korumak için Muhammed (s.a.)'e uymaktan men etmişlerdir.

Sonra Allah, onları başka bir sıfatla -aşırı cimrilik ve mallarındaki Al­lah'ın haklarını vermemekle- vasıflandırarak: "Altın ve gümüşü yığarak birikti­rip de onları Allah yolunda infak etmeyenler" buyurur. Yani, mal biriktirip onu evlerinde toplayanlar, ondan zekât gibi şer'an vacip olan hakları çıkarmayan­lar, Allah yolunda harcamayanlar cehennem ateşinde çok acıklı azabı hak ederler. Bu tehdit, yahudi ve Hristiyan din adamlarına yönelik olduğu gibi, müslümanlara da yöneliktir. Harcamadan amaç, vacib olan harcamadır. Çün­kü: "Onları acıklı bir azabla müjdele" sözünden, bu kasdolunmakt»dır. Çünkü azabı, vacibi terkeden için olur.

Kenz (toplanıp saklanan mal), ancak zekâtı verilmediği zaman haram olur. İmam-ı Malik, kenz hakkında İbni Ömer'den şunu rivayet eder: Kenz, ze­kâtı verilmeyen maldır... Sevrî, Şafiî ve başkalarının İbni Ömer'den rivayet et­tiklerine, zekâtı verilen şey, yedi kat yerin altında olsa da kenz değildir. Ancak zahirî mallardan olup da, zekâtı verilmeyen mal, kenzdir. Bu, Ömer, İbni Ab-bas, Cabir, Ebû Hureyre'den mevkuf ve merfu olarak rivayet edilir.

- İbni Ebî Şeybe, Ebû Davud ve Hakim, İbni Abbas'tan şöyle tahric ederler: "Altın ve gümüşü yığarak biriktirip de onları Allah yolunda infak etmeyenler..." ayeti nazil olduğu zaman, bu müslümanlara ağır geldi. Hiç birimiz, kendinden sonra çoluk çocuğuna mal bırakmamazlık edemez, dediler. Hz. Ömer, bu sıkın­tılı hali görünce: Sizi bu sıkıntıdan kurtaracağım, sizi ferahlatacağım, dedi ve oradan ayrıldı. Kendisini Sevban takip etti. Peygamber (s.a.)'e geldi. Ey Al­lah'ın Peygamberi! Şurası bir gerçek ki, bu ayet ashabına ağır geldi, dedi. Bu­nun üzerine Resulullah (s.a.): "Allah zekâtı, zekâttan geriye kalan mallarını gü­zelleştirmek için farz kıldı" buyurdu. Bunun üzerine Ömer (r.a.) tekbir getirdi. Sonra Peygamber (s.a.) ona: "Sana daha hayırlı hazineyi haber vereyim mi? O, hayırlı bir kadındır ki, kocası ona baktığı zaman, onu mesrur eder, ona emretti­ği zaman kendisine itaat eder, ondan ayrı kaldığı zaman onu korur" buyurdu.

Altın ve gümüşe tamah etmemeyi öven ve onları yığmayı yeren birçok ha­disler vardır. Onlardan birisi, Abdurrazzak'ın Ali (r.a.)dan: "Altın ve gümüş yı­ğarak biriktirip de Allah yolunda infak etmeyenler" ayeti hakkında rivayet et­tiği hadisdir. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: Allah, altın ve gümüşü he­lak etsin..." Sahabe: "Peki ya Resulullah (s.a.)! Hangi malı edinelim?" deyince: "Zikreden bir dil, şükreden bir kalb, dininde kendisine yardım eden bir hanım" buyurdu.

Sonra Allahü Teâlâ, hazine sahiplerine uygulanan azap çeşidinden haber vermektedir: Toplayıp biriktirdikleri malların, cehennemde tutuşturulup alın­larının, böğürlerinin ve sırtlarının yakılması. Özellikle bu organların zikredil­mesi; onların servet temin etmek için insanlara yüzleriyle yöneldikleri, fakirle­re bir şey vermemek için de asık surat gösterdikleri, aldıkları nimetlerden yan­ları ve sırtları üzere yatarak yararlandıkları için, demir aletle yüzü dağlamak çok meşhur ve çok kötü, sırtı ve böğrü dağlamak daha elem verici olduğu için­dir. Melekler tarafından onlara: "İşte bu kendiniz için toplayıp sakladıklarınız, artık o istifçilik ettiğiniz şeylerin vebalini tadın" denir. Bu, bugünkü müslü-manların afeti... Çünkü onlar, çok çok mal toplayıp onlardan bir kısmını olsun, Allah yolunda, ümmet ve müslüman toplum yararına sarfetmiyorlar.

Müslim, Sahih'inde Ebû Hureyre'den şöyle rivayet eder: Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Malının zekâtını vermeyen kimse için, kıyamet gününde ateşten levhalar hazırlanmıştır. Elli bin yıl o levhalar üzerinde böğrü, alnı ve sırtı dağ­lanır, insanlar arasında hüküm verilince ona da yol görünür. Ya cennete gider ya da cehenneme."

Buharî ve Müslim, Ebû Hureyre'den rivayet ederler: Ebû Hureyre dedi ki: Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Kim Allah kendisine mal verdiği halde o malın zekâtını vermezse, kıyamet gününde zekâtı verilmeyen mal, sahibi için ol­dukça yağlı erkek bir yılan suretine konulur. Bunun iki gözü üstünde (vahşet alameti olarak) iki nokta vardır. Bu azgın yılan, kıyamet gününde mal sahibi­nin boynuna gerdanlık yapılır. Sonra yılan (ağzı ile) sahibinin çenesini iki tara­fından yakalar. Sonra: Ben senin (dünyada çok sevdiğin) malınım, ben senin hazinenim der. (Yine Ebû Hüreyre demiştir ki:) Bundan sonra Resulü Ekrem, şu mealdeki ayeti okudu. "Cimrilik ettikleri şey, kıyamet günü boyunlarına bir halka olacaktır" (Âl-i İmran, 3/180). [29]]Allah'ın Hükmünde Ayların Sayısı Bütün Müşriklerle Savaş, Nesi'in Haram Oluşu


36- Gerçekten ayların sayısı, Allah ya­nında, ta gökleri ve yeri yarattığı gün­deki yazısına göre, on ikidir. Onlardan dördü haram olanlardır. İşte en doğru din budur. O halde bu aylarda nefisle­rinize zulmetmeyin. Bununla beraber müşrikler sizinle nasıl topluca savaşır­larsa siz de onlarla topluca savaşın. Bi­lin ki Allah, sakınanlarla beraberdir.

37- Geciktirmek ancak küfürde bir art­madır. Kâfirler onunla saptırılır. Onlar bunu, bir yıl helâl, bir yıl haram sayar­lar ki, Allah'ın haram saydığına sayıca uysunlar da, Allah'ın haram ettiğini helâl kılmış olsunlar. Bu suretle de on­ların amellerinin kötülüğü kendilerine süslenip güzel gösterildi. Allah kâfirler topluluğunu hidayete erdirmez.



Açıklaması


Cenab-ı Hak, yılın aylarından haber vererek, bunların Allahü Teâlâ'nm il­minde, hükmünde, yazgısında, ayın dönme nizamında, Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı gündenberi, bugünkü bilinen tarzdaki gibi oniki olduğunu bildiriyor. Aylarla, kamerî aylar kasdedilmektedir. Kamerî aylarla hesap kolaydır. Bunda, ayın görülmesine itimad olunur.

"Yazısına göre" sözünden murad, O'nun yazısında, nizamında, dünya dü­zenindeki ilâhî kanunlara uygun hükmünde, demektir. "Levh-i Mahfuzda" de­mek olduğu da söylenmiştir.

"Gökleri ve yeri yarattığı gündeki" sözüyle murad, göklerin ve yerin yara­tılışının tamamlandığı vakit, yaratma ve vâr etme günlerinden altı gündür.

"Onlardan dördü haram..." Üçü birbiri peşisıra: Zilkade, Zilhicce ve Mu­harrem, biri de tek: Receb. Bu aylar kendilerine hürmet edilip saygı gösterile­cek, diğer aylardan daha ayrıcalıklı aylardır. Bu aylarda işlenen masiyete daha şiddetli ceza, itaata daha büyük sevab vardır. Dilediği bazı zamanları ve yerleri üstün kılmak Allah'ın hakkıdır.

Belde-i haramı diğer yerlerden, cuma, arefe ve zilhiccenin onuncu gününü diğer günlerden, ramazan ayını ve hac aylarını diğer aylardan üstün kılmıştır. Nitekim Allahü Teâlâ: "Her kim o aylarında haccı (kendine) farz ederse, artık kadına yaklaşmak, kötü söz söylemek, günah işlemek, kavga etmek yoktur" (Bakara, 2/197) buyurur. Yine Cenab-ı Hak, bazı geceleri -Kadir gecesi gibi- ve bazı şahısları -peygamberlikle- mümtaz kılmıştır.

Bu dört ayda savaş, Hz. İbrahim ve İsmail'in diliyle haram kılındı. Arap­lar da bu anlayış üzere devam ettiler. Sonra bunların haramlığı kaldırıldı. Ata el-Horasanî'den şöyle dediği naklolunmuştur: Haram aylarda savaş helâl kılın­dı: "Allah'tan ve Rasûlü'nden bir ültimatomdur" (Tevbe, 9/1).

Sünnet, haram ayların haramlığını ve doğru zamanlarını açıklamıştır. İmam Ahmed ve Buharî, tefsir bölümünde Ebû Bekre'den naklederler: Pey­gamber (s.a.) Veda Haccı'nda bir konuşma yaparak şöyle buyurdu: "Haberiniz olsun! Zaman, Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı günden beri sürüp geliyor. Yıl on iki aydır. Dördü haram aylardır. Üçü birbiri peşi sıra olmak üzere: Zülkade, Zülhicce ve Muharrem, biri de Şabanla Cumade'1-ahir arasındaki Receb'dir. Yani aylar aslı üzeredir. Hac Zülhicce'de yapılır, cahiliyyede olduğu gibi tehir etmek yoktur. Veda haccı Zülhicce'ye uygun düşmüştü. Ebû Bekir'in ondan ön­ceki haccı ise Zülkade'de olmuştu.[30]

Sonra Resulullah (s.a.) konuşmasına devam ederek: "Bugün hangi gün­dür?" buyurdu. "Allah ve Rasûlü daha iyi bilir" dedik. Sustu. Ona isminden başka bir isim verecek zannettik. "Yevmü'n-Nahr değil mi?" buyurdu. Evet, de­dik. "Bu, hangi aydır?" diye sordu. "Allah ve Rasûlü daha iyi bilir" dedik. Sus­tu. Ona başka bir isim verecek sandık. "Zülhicce değil mi?" buyurdu. Evet de­dik. "Bu belde hangi beldedir?" diye sordu. "Allah ve Rasûlü daha iyi bilir" de­dik. Sustu, ona başka bir isim verecek zannettik. "Bu belde değil mi buyurdu. Evet, dedik. "Şüphesiz sizin kanlarınız, mallarınız ve ırzlarınız da, bu gününü­zün, bu ayınızın ve bu şehrinizin mukaddesliği gibi mukaddestir" buyurdu.

"Rabbinize kavuşacak, o da amellerinizden soracak. Sizi uyarıyorum, bun­dan sonra birbirlerinin boyunlarını vuran sapıklar haline gelmeyin. Tebliğ et­tim mi? Burada bulunan, burada bulunmayana tebliğ etsin. Kendisine tebliğ edilen, duyduklarından bazısını tebliğ edenden daha iyi anlayabilir, kavrayabi­lir..." buyurdu.

Sonra Allahü Teâlâ: "İşte en doğru din budur" buyurdu. Yani dört ayın ha­ram kılınması, dosdoğru dindir. İbrahim ve İsmail'in dinidir, içinde eğrilik bu­lunmayan hükümdür. Dolayısıyla meselâ Muharrem'in haramlığını Safer'e nakletmek caiz değildir. Nitekim cahiliye döneminde bazı ayları öne, bazılarını geriye alıyorlardı.

Araplar bu haram aylan mukaddes bilip, o aylarda savaşmadılar. Hatta bir adam babasının, ya da kardeşinin katiline rastlasa, ona bir şey yapmıyor­du. Bu aylarda savaş yapılmadığı için, onlara Receb dendi. Nihayet tehir ve de­ğişiklik yapılmaya başlandı. Cahiliyye arapları, bu aylara hürmeti ihlâl etti.

"O halde bu aylarda nefislerinize zulmetmeyin", yani haram aylarda, onla­rın haramlığını helâl kılmakla nefislerinize zulmetmeyin. Çünkü onları büyük kılan Allah'tır. Nesi' (cahiliyyede Muharrem ayının hürmetini Safer ayına erte­leme işi) yapmaktan, haccı bir aydan başka bir aya nakletmekten, dolayısıyla Allah'ın hükmünü değiştirmekten sakının.

Bu aylarda yapılanlara daha büyük sevap ve ceza verilmesi sebebiyle, bü­tün masiyetlerden nehiy murad olunmaktadır: "Hac, bilinen aylardır. İşte kim o aylarda (kendine) haccı farz ederse, artık hacda kadına yaklaşmak, kötü söz söylemek, günah işlemek, kavga etmek yoktur" (Bakara, 2/197).

Bu işler, her ne kadar bu ayların dışında da haram olsa da, Allahu Teâlâ bu aylarda yapılmamasını -ayların şerefini ziyadeleştirmek için- pekiştirerek ifade etmiştir.

Sonra Allahü Teâlâ, müşriklerle savaş hükmünü her zamanki genel şekliy­le açıklayarak: "Bununla beraber müşrikler sizinle nasıl topluca savaşırlarsa, siz de onlarla topluca savaşın" buyurdu. Bundan anlaşılıyor ki, bütün aylarda, hatta haram aylarda bile müşriklerle savaş mubahtır. Nitekim Ata el-Horasa-nî'nin daha önce geçen sözü de bunu açıklayıcı mahiyettedir: Haram aylarda sa­vaş helâl kılındı: "Allah'tan ve Rasûlünden bir ültimatomdur" (Tevbe, 9/1).

Bu ayet, müminlere haram ayda -kendilerinden bir kötülük ve çirkinlik görüldüğü zaman- müşriklerle savaşa izin veriyor. Nitekim şu ayetler de bunu destekler: "Haram ay haram aya bedeldir. Hürmetler karşılıklıdır" (Bakara, 2/194); "Onlar Mescid-i Haram yanında, orada sizinle savaşıncaya kadar, siz de orada kendileriyle savaşmayın. Eğer sizinle savaşırlarsa, siz de onlarla sava­şın" (Bakara, 2/191).

Peygamber (s.a.), Şevval ayında, Taifi kuşattı ve bu haram ay Zülkade gir­dikten bir gün sonrasına kadar devam etti.

Bakara sûresinin, haram aylarda savaşı haram kılan 194 ve 217'nci ayet-leriyle, Mâide sûresinin ikinci ayeti, Bakara sûresinden iki yıl sonra nazil oldu­ğu için, Tevbe sûresi ayetleriyle mensuhtur.

Haram aylarda, savaşın mubah olduğu görüşü şer'an itimat olunan görüş­tür.

"Bununla beraber müşrikler sizinle nasıl topluca savaşırlarsa" sözü, daha öncesiyle ilgisi olmayan munkatı cümle olup, yeni bir hüküm bildiren cümledir. Müşriklerle savaşa teşvik etmektedir. O zaman mana şöyle olur: Sizinle savaş­tıkları zaman, savaş için onlar nasıl toplanıp bir araya geliyorlarsa, siz de on­larla savaştığınız zaman toplanıp bir araya gelin. Onlarla, onların yaptığı gibi savaşın...

Sonra Allahü Teâlâ yardımıyla, müminleri rahatlatmak üzere: "Bilin ki Allah, sakınanlarla beraberdir" buyuruyor. Allahü Teâlâ emrine muhalefet et­mekten sakınan velî, muttaki kullarının yardımcısı ve destekçisidir. Yaptıkları savaş ve benzeri işlerde, yardımıyla onların yanındadır.

Sonra Allahü Teâlâ müşriklerin, savaşı ve büyük eleştiriyi hak edişlerinin sebebini, Allah'ın şeriatında kendi fasid görüşleriyle hareket etmeleri, kendi arzularıyla Allah'ın hükümlerini değiştirmeleri, Allah'ın haram kıldığını helâl, helâl kıldığını haram kılmaları şeklinde açıklıyor. Bu, zamanla oynamaları, şemsî yıla denk olması için kamerî yıla gün eklemek yoluna başvurmaları, ha­ram aylarda tehir yapmalarıdır. Çünkü, onlara savaşı terketmek ve üst üste üç ay saldırılar yapmak zor geliyordu.

Kamerî yılı tamamlama: Bu, şemsî yıla denk olması için, kamerî yıldaki noksanlığı tamamlamaktır. Bunun için her üç yılda bir ay ilâve ediyorlardı. Çünkü kamerî yıl, şemsî yıldan yaklaşık 11 gün noksan olur. Zira kamerî yıl 354 366/1000 gündür. Arabî aylar mevsimden mevsime değişir. O yüzden nok­sanlığı her üç yılda bir ay ilâve etmekle tamamlıyorlardı. Bu suretle yılı kame-rî-şemsî ve hac vaktini kendi menfaatlarma ve ticaretlerine uygun belirli bir zamanda yapmış oluyorlardı. Hac için geldikleri zaman, ticaret için de gelmiş oluyorlardı. Bazan vakit, ticaretlerine uygun düşmüyor, bu suretle ticaret dü­zenleri bozuluyordu. Çünkü, hac bazan kışın, bazan da yazın oluyor, dolayısıy­la bu, araplara zor geliyordu. Böylece, hac için belirli bir vakit seçip belirledi­ler. Diğer milletlerle ticarî ilişkileri muntazam yapabilmek için kamerî yılı, şemsî yıl gibi tesbit ettiler. Fakat diğer muamelelerinde ve Hz. İbrahim'le İs­mail'den gelen ibadetlerinde kamerî yıla göre hareket ettiler.

Kebs'i [31], şemsî yılı kullanan yahudilerden ve Hristiyanlardan öğrendiler. Şemsi yıl 365 1/4 gündür. Her dört senede bir, bu küsurattan bir gün oluşarak yıl 366 gün olur. Her 120 senede tam bir ay artış getirir ve yıl 13 ay olur. Buna kebise denir. Bugün bu, dört yılda bir şubat ayının sonuna bir gün eklenerek uygulanıyor.

Ayları ertelemek, bir ayın mukaddesliğini, mukaddeslik bulunmayan baş­ka bir aya ertelemektir. Bu, kamerî yıla göre, ibadet ve ticaret yapmanın onla­ra zor gelmesindendi. Şöyle ki: Hacları bir defasında kışın, bir defasında yazın oluyor, yaz haclarında ticarî kazançları az oluyordu. Bir de ardarda üç ay sa­vaşmamak, baskın yapmamak onlara zor geliyordu. Kamerî yılı bırakıp şemsî yılı aldılar. Şemsî yılın kamerî yıldan fazlalığı sebebiyle, açıklandığı gibi, kebs yoluna gittiler. Allah'ın haram kıldığı haram ayların sayısının dört olması için -tabii bu gerçekte değil, ismen böyle- Muharrem ayının haramlığını safer ayına aldılar. Haccı bir aydan başka bir aya naklettiler. Bir savaşta oldukları ve me­selâ Recep ayı da girdiği zaman, ona Ramazan adını, Ramazana da Recep adını veririz derlerdi.

Bu şundan ileri geliyordu: Ayın, aylık devri 29 gün 12 saat 44 dakika 2,8 saniye idi. Bu suretle ay yılı, güneş yılından daha az oluyordu.

Bu erteleme işini ilk yapan, Naim b. Sa'lebe el-Kinanî'dir.

Ondan sonra bu işi, Kalmes denilen Kinaneli bir ihtiyar yapıyordu: O, Mi-na günlerinde Hacıların toplandığı yerde: "Ben problemlerinizi çözerim" dedi. "Doğrusun, o halde bizim için Muharrem'in kudsiyetini erteleyip, Safer'i mu­kaddes kıl" dediler. O da, onlara Muharrem'i helâl, Safer'i haram kıldı. Ertesi yıl o, aynı sözünü söyledi: "Biz, Safer'i haram kıldık, Muharrem'i erteledik." Sonra, Muharrem ayından başkasını tehir ediyorlardı. Bu suretle, bütün ayla­rın hakikatlan değişiyordu. Nihayet, bilinen haram ayların haramlığa tahsisi­ni reddettiler. Sadece sayı ile yetinerek, yılın dört ayını haram kıldılar.

Onun için Allahü Teâlâ, onların kamerî aylardaki bu tasarrufunu ve oyna­malarını kötüleyerek: "Geciktirmek, ancak küfürde bir artmadır..." buyurdu. Yani, bir ayın haramlığını diğerine tehir etmek, haram ve helâlin konumunu değiştirmek onların şirk ve putperestlik temeli üzerine dayalı küfürlerini artır­ma, İbrahim'in dinini kötü yorumlama suretiyle değiştirmedir. Çünkü her ma-siyet işleyişinde kâfirin küfrü artar.

"Kâfirler, onunla saptırılır." Yani, bu erteleme, kâfirleri, eskisinden daha fazla sapıklığa düşürür. Ayetteki "saptırılır" anlamına gelen "yudallu" kelime­si, dad harfinin kesriyle malum kalıpta okunursa, mana şöyle olur: Allah onla­rı sapıklığa düşürür de, onlar tehir olunan ayı bir yıl helâl, bir yıl haram kılar­lar.

"Allah'ın haram kıldığına sayıca uysunlar..." Sayı itibariyle, dört haram aya uysunlar diye.

"Allah'ın haram kıldığını helâl kılmış olsunlar." Yani, bu uygunlukla, bu haram ayı geciktirmek suretiyle, Allah'ın haram kıldığı savaşı helâl kılarlar.

"Bu suretle de onların amellerinin kötülüğü kendilerine süslenip güzel gös­terildi." Yani, şeytan onlara kötü amellerini güzel gösterdiği için onlar, kötü olanı güzel ve bâtıl şüphelerini doğru zannettiler.

"Allah, kâfirler topluluğunu hidayete erdirmez." Yani, kötülükleri seçen sapık kavmi hikmete, hayra, doğruya, şer"î hükümlerden hikmeti anlamaya muvaffak buyurmaz. Onları rüsvay eder. Merhametli davranmaz. Çünkü dün­ya ve ahirette saadeti sağlayan hidayet, iman ve salih amelin eserlerindendir. Nitekim Cenabı Hak da şöyle buyurur: "İman edip de salih amel işleyenleri ise, Rableri imanları sebebiyle hidayete erdirir" (Yunus, 10/9). [32]



Cihada Teşvik, Onu Terkten Sakındırma Hicret Esnasında Görülen Hira Mucizesi


38- Ey iman edenler! Size ne oldu ki: "Allah yolunda elbirlik savaşa çıkın" dendiği zaman, yere çakılıp kaldınız? Ahirete karşılık dünya hayatına mı ra­zı oldunuz? Fakat dünya hayatının faydası, ahirete göre pek azdır.

39- Eğer siz elbirlik çıkmazsanız, Allah sizi çok acıklı bir azabla azablandırır. Yerinize başka bir kavmi getirir. Siz ona hiçbir şeyle zarar veremezsiniz. Allah, her şeye kadirdir.

40- Eğer, siz yardım etmezseniz, Allah ona kafirler onu çıkardıkları zaman yardım etmişti. O vakit o, ikinin ikinci­si olan onlar mağaradayken-arkadaşı-na: "Tasalanma! Allah, hiç şüphesiz, bi­zimle beraberdir" diyordu. Allah onun üzerine sekinetini indirmiş, onu gör­mediğiniz ordularla desteklemiş, kâfir­lerin sözünü alçaltmıştı. Yüce olan, an­cak Allah'ın sözüdür. Allah, mutlak galipdir, yegane hüküm sahibidir.



Açıklaması


Ey Allah'a ve peygamberine inananlar! Size ne oldu da, güvenilir peygam­ber: "Sizinle savaşmak ve size hücum etmek için hazırlanan Rumlarla savaş­mak, Allah yolunda cihad etmek için çıkın" dediği zaman, cihada karşı gevşek davrandınız? Sizi bundan alıkoyan sebep nedir? Ayette geçen: "Size ne oldu?" sorusu yadırgama ve uyarma içindir.

"Allah yolunda... çıkın" sözü, Allah yolunda cihada ve O'nun dinini yücelt­meye çağırıldığınız zaman, buna uyun demektir. "Yere çakılıp kaldınız", ağır davrandınız, tembellik ettiniz, rahata, meyvelerin güzelliğine ve gölgeliklerde oturmaya eğilim duydunuz. Bu ise, Allah yolunda ve Rasûlüne itaat uğrunda, mal ve can vermeye çağıran imanın şanından değildir: "Müminler, ancak Al­lah'a ve Rasûlüne iman eden, sonra da şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mal­larıyla ve canlarıyla cihad eden kimselerdir..." (Hucurat, 49/15).

Ahiret saadeti ve nimeti yerine dünya hayatının lezzetlerine mi razı oldu­nuz? Eğer siz böyle yaparsanız, az bir şey uğruna çok hayrı terketmiş sayılırsı­nız. Dünyada üzüntü ve kederle tattığınız nimet, sürekli ahiret nimetiyle kar­şılaştırıldığı zaman, önemsiz bir şeydir.

İmam Ahmed, Müslim, Tirmizî, Benû Fihr'in erkek kardeşi Müstevrid'den şöyle rivayet ederler: Resulullah (s.a.): "Ahirete göre dünya, sizden birinizin şu parmağını denize koyması gibi bir şeydir. Onun ne kadar suyla geri döndüğüne bir baksın" buyurdu ve şehadet parmağını gösterdi.

İbni Ebi Hatim, Ebû Hureyre'den rivayet eder: Resulullah (s.a.)'in şöyle dediğini duydum: "Şüphesiz Allah iyiliği iki bin iyilikle mükafatlandırır." Daha sonra Resulullah (s.a.) şu ayeti okudu: "Dünya hayatının faydası, ahirete göre pek azdır."

Ayet ve hadis, dünyadan yüz çevirmeyi, ahirete yönelmeyi ifade ediyor.

Sonra Allahü Teâlâ cihadı terkedenleri tehdit ederek: "Eğer siz elbirlik çık-mazsanız..." buyuruyor. Yani, eğer sizi çağırdığı şeye, Peygamber (s.a.) ile bir­likte çıkmazsanız, sizi helak , kıtlık ve düşmana yenilgi gibi şeylerle dünyada acıklı bir azabla azablandırır, sizin yerinize, peygamberine yardım edecek, di­nini ayakta tutacak bir kavim getirir. "Eğer yüz çevirirseniz, yerinize sizden başka bir kavmi getirir. Sonra da onlar sizin gibi olmazlar" (Muhammed, 47/38). Yani Allah onları helak eder, onların yerine onlardan daha hayırlı ve daha itaatli başka bir kavmi getirir. O, dinine yardım konusunda, onlara muh­taç değildir, onların ağır davranmaları, bunda hiçbir şekilde etkili olamaz. İbni Abbas şöyle demiştir: Resulullah (s.a.) bir arap kabilesini savaşa davet etti. Onlar üşenip gevşek davrandılar. Bunun üzerine Allah onlara yağmur yağdır­madı. Bu, onlar için azab oldu.

Cihaddan yüz çevirmek, gevşek davranmakla, Allah'a hiçbir şekilde zarar veremezsiniz; Çünkü O, kullarının üstünde kuvvet sahibidir. "O" zamirinin peygambere gittiği de söylenmiştir. O zaman mana: "Peygambere zarar vere­mezsiniz" olur. Çünkü Allah ona, insanların şerrinden koruyacağı ve yardım edeceği sözünü vermiştir. Şüphesiz Allah'ın vaadi gerçekleşir: "Şüphesiz sen, vaadinden dönmezsin" (Âl-i İmran, 3/194). "Allah vaadinden asla dönmez" (Hac, 22/47). "Allah, her şeye kadirdir": Yani, siz olmadan da düşmanlardan in­tikam almaya gücü yeter.

Sonra Allahü Teâlâ, ikinci defa cihada ve peygamberine yardıma teşvik ederek: "Eğer siz ona yardım etmezseniz..." buyuruyor. Yani eğer peygamberine yardım etmezseniz, Allah ona yardım eder, destekler. O, ona kâfidir. Onu ko­rur. Nitekim müşrikler, onu öldürmek, hapsetmek, yahut bulunduğu şehirden çıkarmak istedikleri zaman, hicret yılında ona yardımı üstlendi. "Hani bir za­man o kâfirler seni tutup bağlamaları, seni öldürmeleri, yahut seni çıkarmaları için tuzak kuruyorlardı" (Enfal, 8/30).

O, beraberinde samimi dostu ve arkadaşı Hz. Ebu Bekir(r.a) bulunduğu halde onlardan korkarak çıktı. Peşinden kendilerini aramaya çıkanların geri dönmesi, sonra da Medine'ye ulaşmak için üç gün Sevr mağarasına sığındılar. Ebû Bekir (r.a.) müşrikleri görünce, Peygamber (s.a.)'e bir kötülük yapmaların­dan korktu. Bunun üzerine Peygamber (s.a.) arkadaşına: "Korkma, hüzünlen­me! Şüphesiz Allah, bizimle beraberdir. Bizi yardımıyla destekler, bizi korur" buyurdu.

Ahmed ve Şeyhayn, Enes'den rivayet ederler: Bana Ebû Bekir anlatarak dedi ki: Mağarada, Peygamber (s.a.)'le beraberdim. Müşriklerin izlerini gör­düm. Ey Allah'ın Rasûlü! Eğer onlardan biri ayağını kaldırsa, bizi görür dedim. "Ey Ebû Bekir! Sen bizi iki mi zannediyorsun? Üçüncümüz Allah'tır" buyurdu. Ahmed'in rivayetinde: "Onlardan biri aşağıya baksa, ayaklarının altında bizi görür" şeklindedir.

"Allah onun üzerine sekinetini indirmiştir." Yani ona -iki görüşten en meş­huruna göre Peygamber (s.a.)'e- kalp huzurunu, destek ve yardımını indirdi. Di­ğer bir görüşe göre, Hz. Ebu Bekir'e... İbni Abbas ve daha başkaları bu görüşte­dir. Onlara göre, Resulullah (s.a.)'in sekineti zaten kaybolmadı. Ancak bu, o anki duruma has bir sekinetin yeniden meydana çıkmasına ters değildir. Sekinet: Kalbe verilen emniyettir. İbnü'l-Arabî, zamirin Ebû Bekir'e gitmesinin daha kuv­vetli olduğunu, çünkü Hz. Peygamber'e bir kötülük gelmesinden korkanın o ol­duğunu ve Allah'ın, peygamberinin emniyette olduğunu bildirerek onu teskin et­tiğini, böylece korkusunun dağıldığını, kalbinin sakinleştiğini, emniyet bulduğu­nu söyler. Razî de bu görüşü tercih eder. Çünkü zamirin zikrolunanlarm en yakı­nma gitmesi gerekir. Bu ayetle, zamire en yakın zikrolunan da Ebû Bekir'dir. Çünkü korku ve hüzün, Ebû Bekir için söz konusuydu. Peygamber için böyle bir şey yoktu. Peygamber korksaydı: "Korkma, Allah bizimle beraber" demezdi.

"Göremediğiniz ordularla desteklemiştir": Küfür ve şirkin tümünü mağ­lup, Allah'ın kelimesini -lâ ilahe illallah, yahut İslamî daveti- galip kılmıştır.

Allah, intikama muktedirdir. Kendisine sığınanla yarışılmaz. Sözlerinde ve iş­lerinde hikmet sahibidir. Her şeyi yerli yerine koyar. Nitekim peygamberine yardım etti, devleti yükseldi. Müşrikler hezimete uğradı, şirk devleti zelil oldu ve Allah dinini bütün dinlere üstün kıldı. "O, peygamberini hidayet ve hak din ile gönderendir. Çünkü onu bütün dinlere üstün kılacaktır. Müşrikler hoş gör-mese bile" (Saff, 61/9).

İbni Abbas şöyle demiştir: Ayette geçen "kâfirlerin sözü" ifadesi şirk, "Al­lah'ın sözü" ifadesi de, lâ ilahe illallah demektir. Sahihayn'da Ebû Musa el-Eş'arî'den şöyle rivayet olunur: Resulullah (s.a.)'e, birincisi kahramanlık gös­terisi için, ikincisi izzet-i nefsten dolayı ve üçüncüsü de gösteriş için savaşan üç kimseden hangisi Allah yolunda savaşmış olur diye sorulduğunda: "Al­lah'ın sözünün en yüksek olması için savaşan, Allah yolunda savaşıyor" bu­yurdu. [33]

+/- [Allah Yolunda Cihada Çıkmak]
Allah Yolunda Cihada Çıkmak


41" Sizler ağırlıklı ve ağırlıksız olarak elbirlik çıkın ve Allah yolunda mallam- nızla, canlarınızla cihad edin. Eğer bi- lırsenız bu, sızın için çok hayırlıdır.



Açıklaması


Allahü Teâlâ, Tebük Gazvesi yılında Allah düşmanı Kitap Ehli'nden kâfir rumlarla savaş için, genel cihadı emretti ve müminlere her halde -isteseler de istemeseler de, zorda da bollukta da- onunla beraber çıkmalarını vacip kıldı. Yani bolluk-darlık, sıhhat-hastalık, zenginlik-fakirlik, meşguliyet-boş hal, yaş-hlık-gençlik, gayretlilik-gayretsizlik her ne hal olursa olsun cihada çıkın, bu­yurdu.

"Mallarınızla, canlarınızla cihad edin": Sizinle savaşan düşmanlarınızla savaşın. Bununla mümkün olursa mal ve canla, ya da bunlardan herhangi bi­riyle cihada icabet edilmesi isteniyor.

Kim hem malı, hem de canıyla cihada muktedir olursa, bu ona vacip olur. Kimin de sadece can, ya da sadece malla cihada gücü yeterse, ona bu vacip olur.

Size emrolunan bu cihad, düşmana karşı çıkma, dünya ve ahirette sizin için daha hayırlıdır. Nitekim Şeyhayn ve Nesai'nin Ebû Hureyre'den rivayet et­tikleri hadiste, Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Allah, kendi yolunda ci­had edene, eğer şehit olursa, onu cennete koymayı, yahut mücahidin sevabla ve­ya ganimetle beraber salimen geri dönmesini üzerine aldı."

"Eğer bilirseniz", cihada çıkın ve gevşek davranmayın. [34]



Münafıkların Tebuk Gazvesinden Geri Kalmaları Ve Onlara İzin Verilmesi Meselesi


42- Eğer yakın bir menfaat, orta bir yolculuk olsaydı, elbette sana uyarlar­dı. Fakat meşakkat onlara uzak geldi. Onlar (siz geri döndüğünüzde): "Eğer gücümüz yetseydi, herhalde biz de si­zinle beraber çıkardık" diye Allah'a ye­min edeceklerdir. Bunlar kendilerini helake sürüklerler. Şüphesiz Allah, on­ların yalancılar olduklarını biliyor.

43- Allah seni affetsin, şu sadık olanlar sana belli oluncaya ve yalancıları bi-linceye kadar, niçin onlara izin ver­din?

44- Allah'a ve ahiret gününe iman edenler, mallarıyla, canlarıyla cihad etme konusunda senden izin istemez­ler. Allah takva sahiplerini hakkıyla bilendir.

45- Ancak Allah'a ve ahiret gününe iman etmeyen, kalbleri şüpheye düşüp de o şüphelerinin içinde bocalayıp du­ran kimseler senden izin isterler.



Açıklaması


Allahü Teâlâ bu ayetlerde, mazeretleri olduğunu söyleyerek izin isteyip Tebük Gazasına katılmayanları azarlayarak: "Eğer yakın bir menfaat ve orta yollu bir yolculuk olsaydı, elbette sana uyarlardı..." buyurmuştur. Yani, kendi­lerini davet ettiğin şey bir ganimet, yahut elde edilmesi kolay bir menfaat veya kolay, yakın, zahmetsiz bir yolculuk olsaydı, mutlaka sana başvurur, gitmekte acele ederlerdi. Fakat onlar, yolculuğun Şam gibi uzak bir mesafeye zorluklarla dolu bir yolculuk ve savaşın da dönemin en kuvvetli gücü olan Rumlara karşı olduğunu görünce rahatı, selameti, yazın o bunaltıcı sıcağında gölgelerde gölge-lenmeyi tercih ettiler. Bu da gösteriyor ki, onlar faydacı, maddeci, dünyaperest bir toplumdur. Nitekim Ebû Hureyre'den rivayet olunan müttefekun aleyh bir hadiste Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuşlardır: "Sizden biri etli, yağlı bir ke­mik, yahut iki koyun tırnağı bulacağını bilse, gece karanlığında bile olsa gelir­di." Yani bir kimse ufak maddî bir şey verileceğini bilse, onun için secdeye ka­panırdı.

Sonra Allahü Teâlâ onların yapacakları bir şeyden haber vermektedir: "Al­lah'a yemin edeceklerdir." Yani sen Tebük gazvesinden dönünce, yalan yere ye­min edeceklerdir. Nitekim şu ayetlerde de aynı şey dile getiriliyor: "Onlar yanı­na döndüğünüzde size özür beyan edeceklerdir" (Tevbe, 9/94); "Kendilerinden hoşnut olmanız için size yemin edecekler." (Tevbe, 9/96). Yani, bizim mazereti­miz olmasaydı, sizinle beraber elbette çıkardık, diyecekler.

Kendilerini yalancı yeminle, yahut yalan ve nifakla helak ediyorlar. Nite­kim Peygamber (s.a.), Hayseme b. Süleyman'ın rivayet ettiği hadisinde şöyle buyurmuşlardır: "Yalan yere yapılan yemin, ülkeleri yokluk içinde bırakır."

Allah, onların mazeretlerinde ve Allah'a yeminlerinde, "Gitmeye gücümüz yetseydi elbette sizinle beraber giderdik" sözlerinde yalancı olduklarını, maze­retleri olmadığını, bedenen kuvvetli, zengin kimseler olduklarını elbette bili­yordu. Katâde şöyle demiştir: Savaşa çıkabilirlerdi, fakat tembellik yapıp ci-haddan yüz çevirdiler.

Sonra Allahü Teâlâ, bu münafıklardan cihaddan geri kalan bir gruba izin verdiği için, Peygamber (s.a.)'i ikaz ederek "Allah seni affetsin" buyuruyor. İzin verdiğin için, Allah seni affetsin. Onlara niçin geri kalma izni verdin? İzin ver­me hususunda yavaş davransan, hakikat sence anlaşılıncaya, doğru söyleyen­ler, mazeret ileri sürüp yalan söyleyenler ortaya çıkıncaya kadar dursaydın ya. Senden izin istediklerinde onlardan doğru söyleyenle yalan söyleyeni bilmen için, onları bıraksaydm ya. Sen onlara, bu hususta izin vermesen de, onlar ıs­rarlıydılar. Her ne kadar Allah onların gitmesini istemese, onların gitmesinde müslümanlar için tehlike ve zarar bulunsa da.

Mücahid: "Bu ayet, Resulullah (s.a.)'dan izin isteyin, size izin verse de, vermese de oturun, diyen insanlar hakkında nazil oldu" demiştir.

Bunun için Allahü Teâlâ, Allah'a ve peygamberine inanan hiç kimsenin savaştan geri kalmak için peygamberden izin istemeyeceğini haber veriyor: "Allah'a ve ahiret gününe iman edenler, mallarıyla canlarıyla cihad etme ko­nusunda senden izin istemezler." Aksine, izin istemeden cihada koşarlar. Çünkü onlar cihadın, cennete bir yol ve bir yaklaşma olduğuna inanırlar. Ni­tekim Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Müminler, ancak Allah'a ve Rasûlüne iman eden, sonra da şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla ve canla­rıyla cihad eden kimselerdir. İşte onlar sadık olanların ta kendileridir" (Hu-curat; 49/15).

Cihad konusunda, senden izin istemek, müminlerin âdeti değildir. Muha­cir ve ensarın ileri gelenleri şöyle diyordu: Cihad konusunda Peygamber (s.a.)'den izin istemeyiz. Çünkü Rabbimiz bizi ona tekrar tekrar çağırdı. O hal­de izin istemenin mânâsı ne?"

Allah müttakileri bilir. Kendisinden korkup kızdığı şeylerden sakınan, ra­zı olduklarını yapanlardan haberdardır.

Müslim ve İbni Mace'nin Ebû Hureyre'den rivayet ettikleri hadiste de Pey­gamber (s.a.) şöyle buyurmuştur. "Kişinin amellerinin en hayırlısı, atını Allah yoluna hazırlaması, bir savaş, ya da cihad çağrısı duyduğunda, şehit olmayı arzulayarak, şehit olunacak yerlere gitmesidir..."

İman ehli, cihaddan geri kalmak için senden izin istemez. Mazeretsiz ciha­da katılmama hususunda senden izin isteyenler, ancak Allah'a ve ahirete inan­mayan, ahirette amellerine sevap ummayan, senin getirdiklerinin doğruluğun­dan şüphe eden ve o şüpheleri içinde şaşkın halde olan sebatsız kimselerdir.

Rivayete göre, bunların sayısı 39 erkekti. [35]



Münafıkların Mazeretsiz Olarak Cihaddan Geri Kaldıklarının Delili Ve Onların Savaşa Çıkmalarının Tehlikesi


46- Eğer onlar çıkmak isteselerdi, elbet bunun için bir hazırlık yaparlardı. Fa­kat Allah, onların bu sefere çıkmaları­nı çirkin gördü ve onları alıkoydu. On­lara: "Oturun, oturanlarla beraber" de­nildi.

47- Eğer içinizde onlar da çıksalardı, sizde şer ve fesat arttırmaktan başka bir şey yapmazlar, aranıza muhakkak fitne sokmak isteyerek koşarlardı. İçi­nizde onlara kulak verecekler de var­dır. Allah o zalimleri çok iyi bilendir.

48- Andolsun ki onlar, bundan önce de fitne araştırmışlar, sana karşı birta­kım işler çevirmişlerdi. Nihayet hak geldi, onlar istemedikleri halde Al­lah'ın emri açığa çıkıp üstün geldi.



Açıklaması


Seninle beraber, savaşa çıkmak isteselerdi, elbette onun için silah, azık, binek gibi şeylerle hazırlık yaparlardı. Buna boyun eğmek isteseler bile, Allah zararlı olacağı için onların müminlerle birlikte gitmelerini istemedi. Kalblerin-de korku, nefislerinde tembellik ve gevşeklik meydana getirerek onları alıkoy­du. Hz. Peygamber (s.a.) tarafından onlara: İşleri evlerde oturmak olan ihtiyar­lar, hastalar, çocuklar ve kadınlar gibi oturanlarla oturun, denildi. Onlar da oturdular. Nitekim Cenab-ı Hak da bir başka ayetinde şöyle buyurur: "Onlar geri duranlarla birlikte olmaya razı oldular" (Tevbe, 9/87).

Sonra Allahü Teâlâ müminlerin kalblerine güven vermiş, onların çıkma-yışlarının ordunun yararına olduğunu açıklamıştır. Çünkü bu münafıklar çıksaydı, sizin kuvvetinizi hiçbir şekilde artırmazdı, aksine sizin düşüncenizi ka­rıştırır, hareket ve düzeninizi fesada uğratırlardı. Koğuculuk ve buğzla aranıza girerler, birliğinizi dağıtırlar, ayrılık ve ihtilaf tohumlarını ekerler, düşman korkusunu yayarlar, himmet ve gayretinizi kırarlardı.

Cenab-ı Hak, içinizde aklı, imanı ve azmi zayıf, onların sözünü dinleyip tas­dik edecek, onlara itaat ederek, cihad işinde gevşek davranacak -her ne kadar onlar bu hallerini ve müminlerle aralarında bir şer, büyük bir fesad olacağını bil-meseler de- kimseler olduğunu bildiği için, onların cihada çıkmalarını istemedi.

Allah, iç ve dış hallerini tam manasıyla bilicidir. O, olmuşu, şimdi olanı ve daha olmamış olanı bilir. Onları bütün amellerine göre cezalandırır.

Bunda, onların çıkışlarının kötülük olup hayır olmadığına, zaaf olup kuv­vet olmadığına açık bir işaret vardır.

Sonra Allahü Teâlâ onların geçmişteki rezil durumlarını zikretmiş ve Pey-gamberi'ni (s.a.), onları terketmeye teşvik etmiştir. Allahü Teâlâ, münafıkların tuzağından ve içlerindeki pisliklerinden bir başka çeşidini zikrederek: "Andolsun ki onlar, bundan önce de fitne araştırmışlar, senin hakkında da birtakım işler çe­virmişlerdi" buyurmuştur. Yani, bundan önce de müslümanlar arasında, Uhud Gazasında fitne çıkarmak istemişlerdi. Münafıkların lideri durumundaki Abdul­lah b. Übeyy, ordunun üçte biriyle, Medine ile Uhud arasında Şavt denilen yerde ayrıldığı zaman halka, Peygamber çocuklara ve ileri görüş sahibi olmayan kim­selere uydu, niye boşuna kendimizi öldürelim, demişti. Nerdeyse, Selemeoğullan ve Hâriseoğulları da ona uyacaktı. Fakat, Allah onları hakir ve zelil olmaktan korudu: "O zaman içinizden iki grup cesaretsizlik göstermişti. Halbuki Allah, on­ların yardımcılarıydı. Müminler ancak Allah'a güvenip dayanmalıdırlar" (Al-i İmran, 3/122). Onların müminlerle çıkması, onlar için tehlikeli ve kötüydü.

Yine onlar, peygambere hile ve tuzak kurmak istediler. Onun davasını bo­şa çıkartmayı düşündüler. Fakat yardım ve destek geldi, Allah'ın dini üstün çıktı, şeriatı yüceldi. Yahudiler sürüldü, Mekke'nin fethiyle şirk boşa çıktı ve onlar istemese de İslâm yayıldı.

İbni Kesir şöyle der: Resulullah (s.a.) Medine'ye geldiği zaman, araplar hep birden ona hücum ettiler. Medine yahudileri ve münafıklar onunla savaş etti. Allah Peygamberine, Bedir'de yardım edip dinini üstün kılınca, Abdullah b. Übeyy ve arkadaşları görünüşte İslâm'a girdiler, sonra Allah'ın İslâm'ı ve müslümanları her aziz kılışı, onları öfkelendirdi. Onun için Allahü Teâlâ: "Ni-hayet istemedikleri halde hak geldi ve onlar istemedikleri halde, Allah'ın emri açığa çıkıp üstün geldi" buyurdu. [36]



Münafıkların Tebük Gazvesine Gitmemek İçin Diğer Mazeretleri


49- Onlardan bazıları da: "Bana izin ver, beni fitneye düşürme" derler. İyi bilin ki onlar, zaten fitneye düşmüşler­di. Muhakkak ki cehennem, o kâfirleri çepeçevre kuşatıcıdır.

50- Eğer sana bir iyilik isabet ederse, bu onları fenalaştırır. Sana bir musi­bet erişirse: "Biz daha önce tedbirimizi almışızdır" derler ve onlar sevinçle dö­nüp giderler.

51- De ki: "Allah'ın bizim için yazdığın­dan başkası asla bize isabet etmez. O, bizim mevlâmızdır. Onun için mümin­ler yalnız Allah'a güvenip dayanmalı­dır.

52- De ki: "Siz hakkımızda (zafer veya şehadet gibi) iki güzel şeyin birinden başkasını mı gözetiyorsunuz? Halbuki biz, Allah'ın size ya kendi katından, ya­hut bizim elimizde bir azab getireceği­ni bekliyoruz. Haydi siz gözetleyedu-run, biz de sizinle beraber gözetenle­riz.



Açıklaması


Münafıklardan bazıları sana: Ey Muhammedi Savaştan geri kalıp otur­mak hususunda bana izin ver, seninle beraber çıkmakla beni günah ve helake sürükleme. Rum kadınlarına tutulurum, derler. Onlar bu sözleri fazilete tutu-nuyormuş gibi ileri sürerler. Bunlar boş ve ası/sız mazeret/er. Allah, onların bu davalarının yalan olduğunu belirtiyor ve gerçeği açıklıyor: "Bilin ki onlar, zaten fitneye düşmüşlerdi..." Onlar, bu sözleriyle gerçek dışı mazeretler uydurup ci-haddan geri kaldıkları zaman, bizzat fitneye düştüler. Bu söz, günah ve masi-yete düştüklerini belirtmektedir.

Şüphesiz, cehennem ateşi onları kuşatır, ondan asla kurtulamazlar. Bu, hatalarının çokluğundan dolayı, cehennemlik olmaları sebebiyle, onları şiddetli bir tehdittir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Hayır, kim kötülük işler ve günahı dört yanını kuşatırsa, onlar cehennemliktirler. Orada ebedî kalıcıdırlar" (Bakara, 2/81).

Sonra Allahü Teâlâ, münafıkların tuzaklarından ve içlerinin pisliğinden bir başka çeşidini zikrediyor, peygamberine onların düşmanlıklarını bildiriyor: "Sana bir iyilik isabet ederse...", yani sana bazı gazvelerde -mesela Bedir Günü gibi- fetih, yardım ve ganimet gibi bir iyilik gelirse, bu onları üzer; ama sana bir felâket, kötülük ve bir savaşta mağlubiyet, geri çekilme -Uhud savaşında olduğu gibi- durumu gelirse, biz gerekli uyanıklığı gösterdik, ihtiyatlı davran­dık, bundan önce ona uymaktan sakındık, savaştan geri kaldık, helake maruz kalmadık. Çünkü biz bu yenilgiyi bekliyorduk, derler. Bu konuşma yerinden, görüşleriyle iftihar ederek ve sonuçtan memnun kalarak ailelerine dönerler. Allahü Teâlâ Peygamberine, onların bu tutumlarına karşı verdiği cevabı bildi­riyor: "Onlara şöyle de: Bize ancak, bizim için levh-i mahfuzda yazılıp çizilen şeyler isabet eder. Biz O'nun dilemesi ve takdiri altındayız. O, bizim yardımcı­mızdır, işlerimizi idare edendir. Biz O'nu mevlâmız biliyoruz. Nitekim Cenabı Hak şöyle buyuruyor: "Bunun sebebi şudur ki: Allah, iman edenlerin velisidir. Kâfirlerin velisi ise yoktur" (Muhammed, 47/11).

Müminler ancak Allah'a tevekkül ederler. Biz O'na tevekkül ediyoruz. O, bize yeter. O, ne güzel vekildir. Müminlerin Allah'tan başkasına tevekkül etme­mesi gerekir. O halde gerekeni yapsınlar. Yine onlara düşen, zafer için gerekli maddî ve manevî sebeblere sarılıp lüzumlu hazırlığı yapmak, başarısızlığa ve birliğin dağılmasına neden olan her türlü çekişmeden sakınmak, ondan sonra işi Allah'a havale etmektir.

Sonra Allahü Teâlâ, müminlerin uğradığı belâlara münafıkların sevinmesi dolayısıyla verilecek ikinci cevabı gösteriyor: "De ki: "Siz hakkımızda iki güzel şeyin birinden başkasını mı gözetir durursunuz?..." Ey Muhammed onlara şöy­le de: Siz bize iki güzel akibetten başkasının gelmesini mi bekliyorsunuz: Zafer, şehidlik ve büyük sevab. Biz yaşarsak, aziz şerefli müminler olarak yaşarız. Ölürsek mükafatlandırılmış şehitler olarak yaşarız.

Bize gelince, biz de sizin hakkınızda iki kötü akıbet bekliyoruz. Allah'ın, katından size azab eriştirmesi gökten bir felaket (Ad ve Semud'a indiği gibi); yahut da bizim ellerimizle, size azab etmesi (esirlik, küfür üzere öldürülmek, bize sizinle savaş izni verilmesi). O halde bizim, hakkımızda zikrettiğimiz akı­betlerimizi bekleyin. Biz, sizinle beraber akıbetimizi bekliyoruz. Elbette hepi­miz beklediğimizi göreceğiz. Bizim Rabbimizden delilimiz var, ama sizin yok. Siz, ancak bizi sevindiren şeyleri göreceksiniz. Biz de ancak sizi üzen şeyleri göreceğiz. Siz şeytanın vaadlerini, biz Allah'ın vaadlerini bekliyoruz. [37]



Münafıkların Yaptıkları Harcamaların Ve Namazlarının Sevabının Boşa Gitmesi


53- De ki: "İster isteyerek, ister isteme­yerek harcayın, sizden kabul olunma­yacaktır. Çünkü siz, fâsıklar güruhu oldunuz.

54- Harcamalarının kabul edilmesine engel olan, sadece onların Allah'ı ve Rasûlünü inkâr etmeleri, namaza üşe-ne üşene gelmeleri ve harcamalarını istemeye istemeye yapmalarıdır.

55- Onların ne malları, ne de çocukları seni imrendirsin. Allah bunlar yüzün­den, ancak kendilerini dünya hayatın­da azaba uğratmayı ve canlarının, on­lar kafir iken, güçlükle çıkmasını ister.



Açıklaması


Ey Peygamber! Münafıklara de ki: Allah yolunda ve daha başka hayır yol­larında isteyerek veya istemeyerek yaptığınız harcamalarınız asla kabul olun­mayacaktır. Çünkü siz Allah'ı ve Rasûlünü inkâr ettiniz. Rasûlün getirdiği din ve ahirette amellerinize ceza verileceği konularında hep şüphe içinde oldunuz. Siz imandan çıkmış, isyankâr, fâsık kimselersiniz. Ameller imanla sahih olur ve: "Allah ancak müttakilerden kabul eder" (Mâide, 5/27). Allahü Teâlâ'nın: "Çünkü siz, fâsıklar güruhu oldunuz" sözü, onların harcamalarının reddolun-masmın dünya ve ahirette kabul olunmasının sebebini bildiriyor."İster isteye­rek, ister istemeyerek" sözünün manası, Allah'tan ve Rasûlünden gelen bir emirle olsun veya olmasın, ya da başınızdakilerin baskısı olmaksızın itaatkâr olarak demektir. Münafıkların başındakiler, yarar gördükleri için nifaka teşvik ediyorlardı.

Kabul edilmeme, genel anlamda fısk olmasından dolayı değil, aksine fış­kın küfür mahiyeti taşımasından dolayıdır. Onun için Cenabı Hak: "Harcama­larının kabul edilmesine engel olan..." ayetinde bunu açıklıyor. Yani infakları kendilerinde şu üç sıfat toplandığı için kabul edilmez: Allah'ı ve Rasûlünü in­kâr, namazı üşene üşene kılmaları ve harcamalarını istemeye istemeye yapma­ları. Onlar Allah'ı, Rasûlünü ve onun Allah'tan getirdiğini inkâr ettiler. Halbu­ki ameller ancak imanla sahih olur. Üşene üşene namaz kılıyorlar, çünkü onlar namazlarıyla herhangi bir sevap umuyorlar. Nitekim Yüce Allah: "Gerçi bu Al­lah'tan korkanlardan başkasına elbette zor gelir" (Bakara, 2/45) buyuruyor.

Allah yolunda cihad, ya da başka konularda onlar istemeye istemeye har­camada bulunurlar. Çünkü onlar, itaat maksadıyla değil, görünüşü kurtarmak ve nifaklarını örtmek için harcamada bulunurlar. İnfakı bir zarar sayarlar. Halbuki Peygamber (s.a.) şöyle haber vermiştir: "Siz usanmadıkça Allah usan­maz. Allah güzeldir, güzeli kabul eder. Onun için Allah bu münafıklardan infak ve amel kabul etmez. O, müttakilerden kabul eder. Çünkü münafıkların itaati, zoraki ve istemeyerektir."

Ey peygamber ve ey bu sözlerimi duyan kişi! Onların malları, çoluk çocuk­ları ve Allah'ın verdiği diğer nimetleri seni imrendirmesin. Çünkü bunlar, ken­dileri için meşakkat ve afet sebebidir.

Onların dünya malları, onlar için bir işkence sebebidir. Onları toplamak için yoruldukları gibi, korunması gibi şeyler için de çeşitli huzursuzluk ve te­dirginliklere katlanırlar. Sonra onları istemeyerek, cihad ve zekât olarak, Allah yolunda ve müslümanları kuvvetlendirmek için harcarlar. Yine, çoluk çocukla­rı, belki savaşlarda ölür. Onlar buna çok üzülürler. Ahirette ise, salih ameli bo­şa çıkaran küfürle öldükleri için, şiddetli bir şekilde azaplandırılırlar. Böylece mal, çoluk çocuk, onlar için istidraç kabilinden olur. Sonuçta dünya ve ahireti kaybederler. Bu, açıkça bir hüsrandır. Nimetlerle istidraç: Kişi masiyet üzere kaldığı halde ona mallarla mühlet vermektir: "Onlara mühlet vermemiz, ancak günahlarını arttırmaları içindir" (Âl-i İmran, 3/178).

Onlar, aslında dünya menfaatlarmın kendileri için azap ve bela olduğunu bilmiyorlar. Buradan anlaşılıyor ki nifak, dînî ve dünyevî bütün afetleri içine alan, dînî ve dünyevî bütün iyilikleri yok eden tehlikeli bir hastalıktır.

Şu ayetler de aynı konuyu açıklamaktadır: "Onlardan bir kısmına verdiği­miz dünya malına iki gözünü dikme! Biz onları imtihan etmek için verdik. Rab-binin verdiği rızık ise daha hayırlı ve daha kalıcıdır" (Tâ-Hâ, 20/131). "Onlar kendilerine verdiğimiz mal ve çocuklarla bizim hayırlarına acele ettiğimizi mi sanıyorlar?" (Müminûn, 23/56). [38]



Münafıkların Yalan Yeminler Etmeleri Peygambere Tan Etmek İçin Fırsat Kollamaları


56- Onlar muhakkak, sizden (mümin­lerden) olduklarına dair Allah'a yemin ederler. Halbuki onlar sizden değildir. Fakat onlar korkan toplulukturlar.

57- Eğer sığınacak bir yer, yahut mağa­ralar veya bir delik bulsalardı, yüzleri­ni hızla o tarafa çevirirlerdi.

58- İçlerinden bazıları, sadakalar hu­susunda seni ayıplarlar. Çünkü eğer kendilerine onlardan verilirse hoşnut olurlar. Kendilerine pay verilmezse he­men kızarlar.

59- Onlar, Allah'ın ve Rasûlünün ken­dilerine verdiğine razı olup: "Bize Al­lah yeter. Yakında bize kereminden Al­lah da verir, Rasûlü de. Biz ancak Al­lah'tan umarız" deselerdi.



Açıklaması


Allahü Teâlâ, münafıkların korku ve telaşlarından dolayı, Allah'a yemin ettiklerini, biz de sizdeniz dediklerini, oysa aslında öyle olmadıklarını, şek ve nifak içinde olduklarını, korktukları için yemin ettiklerini haber veriyor. Onlar öldürülme korkusuyla yeminler ettiler, nifaklarını gizleyip mümin olduklarını açıkladılar. Şu ayet de aynı manadadır: "Onlar müminlerle karşılaştıkları za­man: "iman ettik" derler. Ama şeytanlarıyla yalnız kaldıklarında: "Muhakkak biz sizinle beraberiz. Ancak alay edicileriz" (Bakara, 2/14).

Onlar korkularından sizden kaçmak ve uzak yaşamak istiyorlar. Sığınıp kendilerini emniyette hissedebilecekleri bir sığınak bulsalar, oraya kaçarlar ve sizden ayrılırlar.

Dağlarda bir mağara, yahut yer altında kuyu, kanal gibi girilecek bir yer bulsalar, bunlar kötü yerler de olsa, çok hızlı bir şekilde oralara giderler. Çün­kü onlar, sizinle, sevgi içinde isteyerek yaşamazlar. Onun için hep gam, keder ve hüzün içindedirler. Çünkü İslâm ve müslümanlar ilerlemede, yücelmede, iz­zet ve zaferde. Bütün bunlar, onları üzer.

Ey Muhammedi Münafıklardan bazıları sadakalar -ganimetler-, yahut zenginlerden sadaka alma -farz olan zekât malları- hususunda seni eleştirirler. Eleştirenlerin, Peygamber (s.a.)'in İslâm'a ısındırmak için sadaka verdiği mü-ellefe-i kulub olduğu söylendiği gibi, Haricîlerin lideri İbn Zi'1-Huvaysıra oldu­ğu da söylenmiştir. Nitekim o, Resulullah (s.a.)'in Huneyn ganimetlerini tak­sim ettiği bir sırada gelmiş: "Adaletli ol ya Resulullah!" demişti. Bunun üzerine Resulullah (s.a.) da ona: "Yazıklar olsun sana. Ben adil olmazsam, kim olur?!" demişti. Peygambere ta'n edenin münafıklardan Ebû'l-Cevvad olduğu da söy­lenmiştir. Nitekim o, şöyle demişti: "Arkadaşınızı görmüyor musunuz? Size ve­receği sadakaları, adil olduğunu zannederek, koyun çobanlarına dağıtıyor." Bu­nun üzerine Resulullah (s.a.): "Hey be adam! Musa çoban değil miydi, Davud çoban değil miydi?" dedi. Ebu'l-Cevvat gidince, Resulullah (s.a.): "Bu adamdan ve arkadaşlarından sakının, çünkü onlar münafık" buyurdu.

Sonra Allahü Teâlâ, onların hoşnutluklarının ve kızgınlıklarının din için değil, kendileri için olduğunu belirtiyor. Çünkü Resulullah (s.a.), o günkü Mek-kelilere çok ganimet vererek, kalplerini kazanmak istemiş, münafıklar da bun­dan rahatsız olmuşlardı. Nitekim Cenab-ı Hak: "Eğer kendilerine onlardan ve­rilirse hoşnut olurlar. Kendilerine pay verilmezse hemen kızarlar" buyuruyor. Yani onlara zekâttan, yahut ganimetlerden haksız da olsa verilse, memnun olurlar. Kendilerine verilmezse, verilmeyi hak etmeseler bile, sana kızgınlıkla gelirler. Onlar genelin yararına değil, kendileri ve kendi menfaatları için kızar­lar. Onların eleştirisi masumane değil, özel bir amaç içindir.

Onlar Hz. Peygamber(s.a.)'in kendilerine verdiği ganimetlerden hoşnut ol­salar ve nasiplerini alıp az da olsa memnun kalsalar, "Allah'ın fazlı ve lütfü bi­ze yeter, elimize geçen bize kafi, Allah bizi başka ganimetlerle rızıklandırır, Resulullah (s.a.) bize bugün verdiğinden daha çoğunu verir, biz başkasından değil, Allah'ın fazlından isteriz" deselerdi daha iyi olurdu.

Bu ayet, büyük bir edebi de içine almaktadır. Şöyle ki: O, Allah ve Rasülü-nün verdiğine razı olmayı, sadece Allah'a tevekkül etmeyi öğretiyor: "Biz ancak Allah'tan umarız, deselerdi..."

Maksat, Allah'ın nimetine, Peygamberin taksimine razı olmalarını öğret­mektir. Çünkü peygamber, adaletli davranır. İslâm'ın ve müslümanların yara­rına olanı yapar. Mümine düşen Allah'ın kendisine taksim ettiğine razı olmak, ondan fazlasına tame etmemektir. [39]



Zekâtın Verileceği Sekiz Yer


60- Sadakalar Allah’tan bir farz oIarfk ancak fakirlere, yoksullara, onu toplamak için tayin edilen memurlara, kalpleri aııştmımak istenenlere, kölelere, borçlulara, Allah yolunda ve yolculara mahsustur. Allah hakkıyla bilendir, Atam hüküm ve hikmet sahibidir.



Açıklaması


Farz olan zekât, ancak bu sekiz sınıfa verilir. Ayette geçen "ancak" kelimesi, zekâtın başkalarına değil, sadece bu sekiz sınıfa verileceğini ifade etmektedir.

"Sadakalar" kelimesiyle, vacip olan zekâtların amaçlandığının delili, "Sa­dakat" kelimesinin başındaki "el" takısının ahd-i zihni (zihnen bilinen) için ol­ması, zihnen bilinen şeyin de daha önceki: "Bazıları sadakalar hususunda seni ayıplarlar" ayetinde işaret olunan vacip sadakalar olmasıdır. Çünkü Allahu Teâlâ, bu sadakaların bu sınıfların hakkı olduğunu ifade etmek için, mülkiyet ifade eden "li" harf-i cerrini kullanmıştır. Onların hak sahibi olduğu şey de, an­cak vacip olan zekâttır. Nitekim Cenab-ı Hak, ayette vergi tahsildarlarına da verilebileceğini zikretmektedir. Bunlar ise, mendup sadakaları değil, vacip olan sadakaları toplamak için görevlendirilirler. Çünkü mendup sadakaların, bu sı­nıfların dışındakilere verilmesi caizdir. Vacip zekât, para, altın, gümüş, deve, sığır, koyun, ziraat ürünü ve ticaret mallarının zekâtıdır.

İmam Şafiî: Fitre ve malların zekâtından vacip olan bütün sadakaların se­kiz sınıfa verilmesi vaciptir. Çünkü Allah ayette sadakaların hepsini, mülkiyet ifade eden "için" anlamındaki "lâm" harfiyle onlara izafe etmiş ve bu sekiz sını­fı, ortaklık ifade eden "ve" kelimesiyle birbirine bağlamış, onların sadece bu se­kiz sınıfa verileceğini ifade etmiştir. Çünkü "ancak" kelimesi, sadece onlara ve­rilmesini gerekli kılar. Şu halde, ayet sadakaların hepsinin; ortaklaşa onların mülkü olduğuna işaret eder. Her sınıftan üç şahıstan aşağısına verilmesi de ca­iz değildir. Çünkü çoğulun en azı üçtür, der.

Diğer üç imam ise, sadakaların tek bir sınıfa ve Ebu Hanife ile Malik'e gö­re her sınıftan tek bir kişiye verilmesini caiz görürler. Çünkü ayet, sadece bu sınıflar arasında muhayyerlik içindir. Delilleri, Allahu Teâlâ'nın şu sözüdür: "Ve eğer onu gizler fakirlere verirseniz, işte bu sizin için daha hayırlıdır" (Baka­ra, 2/271). Yine bir başka delilleri bir grup muhaddisin Muaz b. Cebel'den riva­yet ettiği şu hadistir: "Zenginlerinizden sadaka alıp fakirlerinize vermekle em-rolündüm." Onlara göre ayet ve hadisle, tek bir sınıf -fakirler- zikrolunmuştur.

Tek bir şahsa verilebileceğinin caiz olduğuna delilleri ise ayetteki çoğul ke­limelerin başındaki "el" belirleme takısının cinsi ifade etmesidir. O zaman mânâ şöyle olur: Sadaka cinsi, fakir cinsinedir. Fakir cinsi de, birle tahakkuk ede­ceğinden bire verilebilir. Belirleme takısının bire yüklenmesi, hakikata yüklen­mesi mümkün olmadığı içindir. Çünkü hakikata hamlolunsa, bütün fakirleri ve sadakayı her fakire vermeyi içine alır...

Altı sınıfı -fakirler- yoksullar, vergi memurları, müellefe-i kulûb, borçlular, yolcular zikrederken, mülkiyet ifade eden "li" harfi cerrinin kullanılması, bu gruptakilerin mülk sahibi şahıslar olmasındandır. İki sınıfı zikrederken -köle­ler ve Allah yolundakiler- "fi" harf-i cerrinin kullanılmasına gelince, bunlarla şahısların amaçlanmasıdır. O kesim, yahut vasıflar ve müslümalarm genel menfaatleri murad olunmaktadır. Daha önce zikrolunanlardan daha köklü ola­rak kendilerine sadaka verilmesi hakkına sahip olduklarını bildirmektedir...

Ayette geçen sekiz sınıfı şu şekilde açıklayabiliriz:

1- Fakirler: Kendilerine yetecek malı olmayan muhtaçlar, zengin olma­yanlar.

2- Miskinler: Bir başka muhtaç zümre.

Fakihler bunlardan; fakirin mi, yoksa miskinin mi durumunun kötü oldu­ğu konusunda ihtilaf etmişlerdir. Şafiî ve Hanbelîlere göre fakirin durumu, miskinden daha kötüdür. O, ihtiyacını giderecek hiç bir malı ve kazancı olma­yan yoksuldur. Miskin ise, ihtiyacından daha az mala sahip olan kimsedir. Ha-nefîlere ve Malikîlere göre ise, miskin, fakirden daha kötü durumda olandır.

Zekât konusunda böyle bir ihtilâfın faydası yoktur. İhtilâfın faydası; mis­kinlere değil de fakirlere yahut fakirlere değil de miskinlere vasiyet konusunda ve bir şeyi fakirlere, başka bir şeyi miskinlere vasiyet eden kimse hakkında gö­rülür.

Şafiîler ve Hanbelîler şu delilleri ileri sürerler: Allahu Teâlâ, diğerlerinden daha muhtaç oldukları için önce fakirleri anmıştır. Allahu Teâlâ'nın: "O gemi, denizde çalışan yoksullarındı" (Kehf, 18/79) ayeti, gemisi olmayanın miskin ol­duğunu ifade ediyor. Resulullah (s.a.) fakirlikten Allah'a sığınırdı. Hâkim'in, Ebu Said el-Hudrî'den rivayet ettiğine göre, Peygamber (s.a.): "Allahım, beni miskin olarak yaşat, miskin olarak öldür, miskinler zümresinde hasret" diye dua ederdi. Resulullah'ın bir şeyden hem Allah'a sığınması, hem de ondan da­ha kötü bir hali istemesi düşünelemez. O halde miskin, bir şeye sahip olan kimsedir. İbnül-Enbârî gibi bir grup lütgatçiden naklolunduğuna göre miskin, yiyeceği olan kimse; fakir ise hiçbir şeyi olmayan kimsedir. Arapçada fakirin aşırı fakirliğinden dolayı omurga kemikleri çıkan kimse manasına geldiği ve bundan kötü bir durumun düşünülemeyeceği de söylenmiştir.

Buharî ve Müslim, Ebu Hureyre (r.a.)'dan, Resulullah (s.a.)'in şöyle buyur­duğunu rivayete ederler: "Miskin, şu insanları dolaşıp da, kendisine bir lokma, iki lokma,- bir hurma iki hurma verilen kimse değildir..." buyurmuş: "O halde miskin kimdir Ya Resulullah?" diye sorduklarında: "Başkasına muhtaç olmaya­cak zenginlikte olmayan fakat fakir olduğu da sezilemeyip kendisine tasaddukta bulunulamayan ve insanlardan da bir şey istemeyen kimsedir" buyurdu.

Hanefîler ve Malikîler ise, miskinin fakirden daha kötü olduğunu söylerler ve şu görüşleri ileri sürerler: Allahu Teâlâ, miskini "toprak içinde kalmış bir yoksula" (Beled, 9/16) diye nitelendiriyor. Yani, vücudunu gizlemek için, derisi­ni toprağa yapıştıran kişi. Bu, onun şiddetli ihtiyaç içinde olduğunu gösteriyor.. Asmaî ve İbnü's-Sikkît gibi bazı lügatçılar, "miskin"in hiçbir şeyi olmayan, "fa-kir"in de ihtiyacını giderecek kadar malı bulunan kimse olduğunu, miskinin son derece ihtiyaç içinde olduğu için, bulunduğu yerde yerleşip kalan kimse ol­duğunu söyler.

Lügatta noklolunan mânâ birbirine zıddır. Onun için, iki fırka da görüşle­rinde mazurdur. Onlar, o ikisinin iki sınıf olduğunda ittifak halindedirler... Ebu Yusuf ve Muhammed'den, o ikisinin tek bir sınıf olduğu rivayet olunmuştur. Bu ihtilâfın faydası, malının üçte birini bir kimseye, fakirlere ve miskinlere vasi­yet eden kimsede görülür: O ikisinin bir sınıf olduğunu söyleyene göre üçte bi­rin yarısı o kimseye, yarısı da fakirlere ve miskinlere verilir. Onları iki sınıf ka­bul edene göre ise, üçte bir, aralarında üçte birler şeklinde bölüştürülür. [40]



Zekât Almaya Cevaz Veren Fakirliğin Sınırı:


Alimler, ihtiyacı olan zorunlu evi ve hizmetçisi bulunan kimsenin zekât alabileceğini, zekât verme durumunda olanın da ona verebileceği hususunda birleşmişler, bu durumun dışında ise ihtilâf etmişlerdir.

Ebu Hanife şöyle der: Yirmi dinar altını, yahut ikiyüz dirhem gümüşü olan kimse zekât alamaz. Bu, nisab ölçüsüdür. Çünkü bir grup muhaddisin Muaz vasıtasıyla rivayet ettiği hadiste Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Zekâtı zenginlerinizden alıp fakirlerinize vermekle emrolundum.7"

Ahmed, Sevrî, İshâk ve daha başkaları şöyle der: Elli dirhemi, yahut o miktar altını olan kimse zekât alamaz. Zekât alan kimseye, borçlu da olsa, elli dirhemden fazla da verilmez. Çünkü Darakutnî'nin Abdullah b. Mes'ud vasıta­sıyla rivayet ettiği hadiste Peygamber (s.a.): "Elli dirhemi olan kimseye zekât almak helâl değildir" buyurmuştur. —Hadisin isnadında zayıflık vardır.—

İmam Malik'den meşhur olan görüş: İbni Kasım'm rivayetine göre, İmam Malik'e: "Kırk dirhemi olana zekât verilir mi?" diye sorulduğunda: "Evet", ceva­bını verdi. Malikîlere göre fakir, yıllık ihtiyacından daha az mala sahip olan kimsedir.

Şafiî ve Ebu Sevr şöyle der: Çalışıp kazanmaya gücü olan, bedenen kuv­vetli, aile ve çocukları için kazancı iyi olduğundan insanlara muhtaç olmayan kimsenin zekât alması haramdır. Ebu Davud, Tirmizî ve Darekutnî'nin Abdul­lah b. Ömer'den tahric ettiklerine göre, Peygamber (s.a.): "Zengine ve gücü kuv­veti yerinde, uzuvları sağlam olana zekât helâl olmaz" buyurmuştur. [41]



Kâfirlere ve Ehl-i Beyte Zekât Verilir mi?:


Ayetin zahiri ve lafzın mutlak oluşu, zekâtın fakir ve miskin sıfatını taşı­yana verilmesini gerektiriyor. Bu hususta, Ehl-i Beytten olanlar veya olmayan­lar, akraba olanlar veya olmayanlarla müslümanlar kâfirler aynıdır. Fakat fu-kahaya göre zekât müslümanlara verilir. Kâfire verilmesi caiz değildir. Nitekim, Sahihayn'da İbni Abbas (r.a)'dan rivayet olunan hadis-i şeriflerinde, Pey­gamber (s.a.), Muaz (r.a)'ı Yemen'e gönderirken şöyle demiştir: "Onlara, kendi­lerine zekâtın farz olduğunu bildir. O, zenginlerinden alınıp fakirlerine verilir."

Ebu Hanife, hadisin zekâtla ilgili olduğunu söyleyerek, kâfirlere fitre ve­rilmesini mubah görmüştür.

Yine fukahaya göre zekâtı, zekât verenin nafakasını karşılamakla yüküm­lü olduğu kimselere -usûl, füru ve zevceler- vermek caiz değildir. Çünkü zekât, ihtiyacı gidermektir. Onların nafakası karşılandığına göre, onların ihtiyacı kal­mamış demektir. Çünkü zekât veren, onlara zekât vermekle, kendine menfaat sağlamış olur.

Alimler, Haşimîlere zekât vermenin caiz olmadığı hususunda ittifak halin­dedirler. Çünkü Müslim'in, Muttalib b, Rebia'dan rivayet ettiğine göre, Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz sadaka, insanların kirleridir. O, Muhammed'e ve Muhammed ailesine helâl olmaz."

Şafiî de, onun Muttalib sülâlesinden birine verilmesini caiz görmemiştir. Şafiî'nin bu hususta dayandığı delil, Buharî'nin Cübeyr b. Mut'im (r.a.) yoluyla rivayet ettiği şu hadistir. Peygamber (s.a.): "Şüphesiz, Haşim oğulları ve Mut­talib oğulları tek şeydir..." buyurdu ve parmaklarını birbirine geçirdi. [42]



Fakir ve Miskine Verilecek Miktar:


Alimler, bu hususta farklı görüşlere sahiptirler. Ebu Hanife, nisab mikta­rından fazla verilmeyeceği görüşündedir. O, bir kimseye ikiyüz dirhem gümüş veya karşılığı zekât verilmesini uygun görmez.

İmam Malik işin içtihada bağlı olduğunu söylemiş, İmam Ahmed'le birlik­te, bir yıllık ihtiyacını karşılayacak zekât verilmesine cevaz vermiştir.

İmam Şafiî'ye göre, fakir ve miskine ihtiyacını giderecek kadar zekât veri­lir. Çünkü zekâttan maksat, ihtiyacı gidermektir. [43]



Başka Bir Şehrin Fakirlerine Vermek îçin Zekâtı Nakletmek:


Bu hususta alimler iki görüşe sahiptirler: Alimlerin çoğu, zekâtı başka bir şehre nakletmenin caiz olmadığı görüşündedir. Fakat Malikîler, Şafiîler ve Hanbelîler 89 km.lik mesafe içinde, bir başka beldeye nakledilmesine cevaz vermişlerdir. Çünkü bu mesafe, zekât verilmesi gerekli olan mesafedir. Şafiîler, zekât vacip olan şehirde, zekât verilecek sekiz sınıftan biri bulunmadığı za­man, zekât vacip olan şehre en yakın beldeye nakledilmesini vacip görürler. Şafiîlere göre, sekiz sınıfa verildikten sonra fazla kalandan bir miktarını nak­letmek caizdir.

İbni Kasım ve Suhnûn, zekâtın bir zaruretten, yahut çok şiddetli bir ihti­yaçtan dolayı başka bir beldeye nakledilmesini, mubah görmüştür. Çünkü, ih­tiyaç olmadığı zaman, onu muhtaç olmayana vermek vaciptir: "Müslüman, müslümanın kardeşidir, onu zalime bırakmaz. Ona zulüm de etmez" [44] İbnü'l-Arabî, sahih olan da budur, der.

Hanefîler şöyle der: Zekâtı, bir beldeden başka bir beldeye nakletmek ten-zihen mekruhtur. Ancak şu hallerde nakletmek mekruh değildir: Muhtaç ya­kınlarının ihtiyaçlarını karşılamak için, daha muhtaç yahut daha muttaki, ya da müslümanlara daha faydalı bir topluluk için, Dâru'l-Harp'ten Dâru'1-İs-lâm'a, yahut öğrenci ve zâhidler için nakil, ya da yıl tamam olmadan zekât ver­me durumunda. Bu haller olmadan da, zekâtı nakletmek caizdir. Çünkü zekâ­tın sarf yeri, mutlak olarak fakirlerdir. Buna delil, Muaz b. Cebel'in, Yemenlile­re söylediği şu sözdür: "Bana bir hamîs [45] ya da bir lebis [46] getirin. Onu sizden buğday, arpa sadakası yerine kabul edeyim. Bu hal, sizin için daha kolay, Me­dine'deki muhacirler için de daha faydalı." Bu hadis iki şeye delâlet eder:

Birincisi, zekâtın Yemen'den Medine'ye nakledilmesi. Taksimatını Pey­gamber (s.a.)'in yapması. Bu hal: "Sadakalar., ancak fakirlere aittir" ayetini destekliyor. Bir şehrin fakiri ile diğer şehrin fakiri arasında fark gözetmiyor.

İkincisi, zekât olarak değerinin alınması. Bu, Hanefilerm görüşüdür. Çünkü, zekâttan maksat, fakirlerin ihtiyacını karşılamaktır. Hangi şey onla­rın ihtiyacını giderirse, o caizdir. Nitekim Cenab-ı Hak: "Onların mallarından sadaka al." (Tevbe, 9/103) buyurmuş, sadakayı herhangi bir şeyle tahsis etme­miştir.

Alimlerin çoğunluğu ise, zekât olarak verilecek bir şey yerine kıymetinin verilmesine cevaz vermezler: Çünkü hak, Allah'ındır. Onun başkasına taliki ca­iz değildir. Bu, kurbanlık gibidir. Cenab-ı Hak, kurbanlığı enama 'deve, sığır, koyun, keçi) talik ettiği için, ondan başkasına nakli caiz değildir.

Malın zekâtı konusunda Hanefîler, Şafiîler ve Hanbelîlerce geçerli olan, malın bulunduğu yer; sadaka-i fıtırda geçerli olan, oruç tutanın bulunduğu yer­dir.

Bu hususta Malikîlerin iki görüşü vardır: Bir görüş, yıl tamamlandığında malın bulunduğu yeri dikkate alır. Sadaka orada dağıtılır. Diğer görüş, zekât verecek kimsenin yerini dikkate alır. Çünkü zekât vermekle muhatab olan odur, mal ona tabidir.

Bir kimse, fakir bir müslüman diye birisine zekât verse, sonra da onun, köle veya kâfir ya da zengin olduğunu anlasa, İmam Malik'e göre, bir daha ze­kât vermesi gerekmez. Bunun delili, Müslim'in Ebu Hüreyre'den rivayet ettiği hadistir. Bu hadis, zina eden kadının, zenginin ve hırsızın zekât alması konu­suyla ilgilidir. Mesele, zekât verenin içtihadı meselesidir. O, ictihad edip zekât alabilecek durumda olduğunu zannettiği bir kimseye zekât verirse; üzerine dü­şen vacibi yerine getirmiş olur.

Bir kimse yıl girince, zekât vermek için mal ayırsa ve o mal kendi kusuru olmaksızın helak olsa, Malikîlere göre, onu ödemez. Çünkü o, fakirlerin vekili­dir. Zekât verecek kimse, yıl girdikten bir süre sonra, zekâtı ayırsa, o da helak

Devlet başkanı, zekât toplama ve dağıtma işinde adaletli ise, zekât vere­cek kimsenin altın, gümüş ya da diğer mallarda zekâtı bizzat kendisinin dağıt­ması caiz değildir.

3- Zekât memurları: Devlet başkanının, zekât tahsili için görevlendirip gönderdiği vergi memurları. Buharı, Ebu Humeyd es-Saidî'den şu rivayeti ya­par: Resulullah (s.a.), Esed kabilesinden İbnü'l-Lûtbiyye denilen birisini Sü-leym oğullarının sadakalarının tahsiline memur etti. İbnü'l-Lûtbiyye, döndü­ğünde Resulullah(s.a)'e hesap verdi.

Alimler, zekât memurlarının alacakları miktar hususunda, farklı üç görü­şe sahiptirler:

Birincisi: Mücahid ve Şafiî şöyle demiştir: Onların alacakları miktar sekiz­de birdir. Eğer ücretleri paylarından fazla olursa, o fazlalık Beytü'1-Mal (hazi­nemden karşılanır. Bunun diğer iki paydan karşalanacağı da söylenmiştir. Aye­tin zahirine uygun olan da bu görüştür.

İkincisi: Hanefîler ve Malikîler ise şöyle demiştir. Onlara çalışmaları mik-tannca ücret verilir. Çünkü onlar, fakirler yararına kendi işlerini bırakmışlar­dır. Dolayısıyla onların ve yardımcılarının geçimi, fakirlerin malındadır. Onla­ra yetecek miktar, zekâtın hepsini kapsarsa, Hanefîler yarıdan fazlasını ver­mezler.

Üçüncüsü: Onlara Beytü'l-Mal'dan verilir. Bu zayıf bir görüştür. Çünkü Allahü Teâlâ, onların zekâttaki payını haber vermiştir, nasıl olur da, onlara o verilmez.

Vergi memuruna verilen şey, çalışmasına karşılık verilen ücret mesabesin­dedir. Zengin bile olsa, bu ona verilir. Onun için, İmam Malik ve Şafiî'nin görü­şüne göre, Haşimî zekât tahsildarına zekât verilir. Çünkü Peygamber (s.a.), Ali b. Ebu Talib'i, Yemen'e zekât memuru olarak gönderdi. Haşim Oğullarından bir kısmını idareci tayin etti. Ondan sonra gelen halifeler de böyle idareciler tayin ettiler. Vergi tahsildarı, mubah bir işte ücretle çalışandır. Dolayısıyla diğer sa­natlar gibi, onda da Haşimî olan ve olmayan aynıdır.

Ebu Hanife şöyle der: "Çünkü onun payı, zekâttan bir parçadır. Müslim'in Muttalib b. Rabia'dan rivayet ettiği hadisde, Peygamber (s.a.): "Şüphesiz, ze­kât, Âli- Muhammed'e helâl olmaz. Çünkü zekât, insanların kiridir" buyurmuş­tur.

Cenab-ı Hakk'ın: "Zekât hususunda çalışanlar" sözü çok şümullü olup ze­kât gerekenlerden zekât toplamaya çalışanı, yazanı, paylaştıranı, öşür alanı, yöneticiyi, hesap edeni, muhafızı kapsar. Bu işleri yapanların ücret alması ca­izdir. İmamlık da bu kapsam içine girer. Çünkü namaz, her ne kadar herkese farz-ı ayın ise de, imamlık yapmak Kurtubî'nin dediği gibi, kifâye farzlardan­dır.

Bu söz aynı zamanda, devlet başkanının zekât almak için, zekât toplama memurları göndermesi gerektiğine işaret eder. Çünkü bazı zekât vermesi gere­kenler, kendisine vacip olanı bilmez, bazısı da cimrilik yapar. Sahihayn'da, Ebu Hüreyre'den tahric olunduğuna göre, Resulullah (s.a.), Ömer b. Hattab'ı zekât memuru olarak gönderdi. Ebu Davud, Resulullah (s.a.)'in kölesi Ebu Râfi'den rivayet eder: Resulullah (s.a.), Mahzum Oğullarından bir adamı, zekât tahsil­darı olarak tayin etti.

Ayetteki zekât tahsildarıyla ilgili metin, zekâtı almanın devlet başkanına düştüğüne, zekâtı ona vermek gerektiğine, mal sahibinin onu hak sahiplerine vermesinin kifayet etmeyeceğine işaret eder. Nitekim Cenab-ı Hakk'ın şu sözü de bunu destekler: "Onların mallarından sadaka al" (Tevbe, 9/103).

Fakat bu, Allahü Teâlâ'm şu sözüne ters düşer: "Mallarında, dilenen ve mahrum (dilenmeyip zenginmiş gibi duran kimseler) için bilinen bir hak olan­lar" (Mearic, 70/24-25). Gerçekte, kendisine zekât vermek vacip olan kimsenin, doğrudan doğruya, fakire ve mahruma vermesi caizdir. Alimler, konuyu geniş­leterek şöyle derler:

a) Eğer zekât malı, para, altın ve gümüş gibi, gizli (batını) olursa, zekât verecek durumda olan kimsenin bizzat ayırıp vermesi ya da devlet başkanına bırakması icma ile caizdir.

b) Zekât malı, koyun, keçi, deve ve sığır gibi görünür mallardan olursa, Cumhurun görüşüne göre, onun zekâtını devlet başkanına bırakması vaciptir. Çünkü onu isteme hakkı devlet başkanınmdır. Dolayısıyla haraç ve cizye gibi ona verilir.

Şafiî ise, Cedid'de şöyle der: Mal sahibinin, onu bizzat dağıtması caizdir. Çünkü o, gizli malların zekâtı gibi bir zekâttır.

4- Müellefe-i kulûb: Bunlar, İslâm'ın ilk döneminde, müslümanlıklarmı açıklayan, imanları zayıf olduğu için, zekâttan bir pay ayrılarak, İslâm'a ısın­dırılmak istenen kimselerdir. Bunlar iki çeşittir: Müslümanlar, kâfirler.

Küfür hali üzerinde olan kâfirler ise, Hanbelî ve Maliki mezhebine göre, İslâm'a teşvik etmek için zekât verilir. Çünkü Peygamber (s.a.), müslüman ve müşrik müellefe-i kulûba verdi [47]

Hanefî ve Şafiî mezhebine göre ise, ne İslâm'a ısındırmak, ne de başka bir maksatla, onlara zekât verilmez. Çünkü, İslâm'ın ilk döneminde onlara zekât­tan verilmesi, müslümanların sayısı az, düşmanların çok olmasındandı.. Artık Allah, İslâm'ı ve müslümanları aziz kıldı, kâfirlerin kalblerini ısındırmaya ihti­yaç kalmadı. Peygamber (s.a.)'den sonra Hulefa-i Raşidin de, onlara zekâttan vermedi. Nitekim Ömer (r.a): "Biz, müslümanlık üzerine bir şey vermeyiz; dile­yen inansın, dileyen inanmasın" demiştir.

Müellefe-i Kulûb'tan müslüman olanlara gelince: Onlar çeşit çeşittir. On­lara, müslümanlıklarmı kuvvetlendirmek için verilir.

1- İslâm'da kararlılıkları zayıf olanlar. Bu gibilere, müslümanlıklan kuv­vetlensin diye zekâttan verilir.

2- Kavmi içinde müslüman önder durumundaki kimse ki, ona zekât ver­mekle, benzerlerinin müslüman olması umulur... Nitekim Peygamber (s.a.), Ebu Süfyan b. Harb'e ve başkalarına, Zeberkân b. Bedr ve Adiyy b. Hatim'e -kavimlerindeki şereflerinden dolayı- zekât verdi.

3- Kâfirlere komşu müslüman ülke sınırında oturan kimse. Bunda bizi, komşu kâfirlerin saldırısından koruma maksadı vardır.

4- Zekât vermeyi her ne kadar reddetmeseler de, kendilerine bir zekât tahsildarı göndermek güç olan bir kavimden zekât toplayan kimse. Nitekim Hz. Ebu Bekir, Adiyy b. Hâtim'e riddet yılında, kendisinin ve kavminin zekâtı­nı getirdiği zaman, zekâttan verdi. [48]



Müellefe-i Külûb'un Payı, Nesh Olmuş mudur?:


Hanefi'ler ve İmam Malik şöyle der: İslâm'ın yayılıp kuvvetlenmesiyle, müellefe-i külûb'un payı düşmüştür. İslâm'ın ilk döneminden bu zamana kadar zekât verilecek sınıfların sayısı sekiz değil, yedidir. Bu payın düşmesi, sebebin sona ermesi üzerine hükmün sona ermesi kabilindendir. Tıpkı, oruç tutma, vaktinin, gündüzün bitmesiyle bitmesi gibi.

Alimlerin çoğunluğu -Malikîlerden allâme Halil bunlardandır- ise şöyle der: Müellefe-i Külûb'un hükmü devam etmekte olup nesh olunmamıştır. İhti­yaç halinde, onlara zekâttan verilir. Hz. Ömer, Osman ve Ali'nin hilafetleri dö­neminde onlara vermemeleri, onların payının düşmüş olmasından değil ihti­yaçları olmadığı içindir. Çünkü ayet, Kur'an'm en son nazil olan ayetlerinden-dir. Onlara vermekten maksat, onları İslâm'a teşvik etmektir. Onların bize yar­dım etmesi olmadığı için, İslâm'ın yayılmasıyla bu payın düşmüş olması düşü­nülemez.

Kısacası bu pay, devlet başkanının hakkıdır. O, yararlı gördüğü şeyi yapar.

5- Köleler: Yani köleleri kölelikten kurtarma yolunda. Nitekim îbni Abbas ve İbni Ömer bu görüştedirler. Alimlerin çoğuna göre, bundan amaç, gücü kuv­veti yerinde, çalışıp kazanma takatmda olmakla beraber, efendilerine, borçları­nı ödeme kudretinde olmayan müslüman mükâteblerdir [49] Çünkü, kölelikten kurtarılmak istenilen kimseye ancak mükâteb olduğu zaman zekât verilir. Ce-nab-ı Hakk'm şu sözü de buna delâlet eder: "Ve onlara (mükâteb, köle ve cariye­lere) Allahü Teâlâ'nın size verdiği maldan verin" (Nur, 24/33). Ancak Ebu Hani-fe ve arkadaşları şöyle der: Zekâttan, rakabe-i kâmile (tam manasıyla köle) âzâd edilmez, fakat zekâttan, kölelikten kurtulması için verilir, o hususta ken­disine yardım olunur. Çünkü, Cenab-ı Hakk'm: "Kölelere..." sözü, zekât verenin, kölelikten âzâd etmeye ortak olmasını gerektirir, müstakil olarak köle âzâd etmesini ifade etmez.

Malikîler şöyle der: Kölelere ayrılan payla bir köle satın alınıp hürriyetine kavuşturulur. Çünkü, her köle zikrolunan yerde, onu âzâd etmek kasdolunur. Azâd etmek, hürriyete kavuşturmak ise, keffaretlerde olduğu gibi, ancak kmn (kendi ve ebeveyni köle olan kimse) da olur. Onların idaresi, beytü'1-male aittir.

Zekât malından hem köle âzâd etmek, hem de mükâteb (sözleşmeli köle)'e yardım etmek için harcama yapmanın caiz olduğuna işaret eden bir hadis var­dır. Ahmed, Buharî ve Darekutnî, Berâ' b. Azib'ten rivayet ederler: Bir adam, Peygamber (s.a.)'e gelerek: "Beni Cennete yaklaştıracak, cehennemden uzak­laştıracak bir amel söyle" dedi. Resulullah: "Köle âzâd et, köle kurtar" buyur­du. O adam: "ikisi bir şey değil mi?" dedi. Resulullah: "Hayır, köleyi âzâd et­mek, yalnız başına, kölelikten kurtarman; köleyi kurtarman, onu kurtarmaya yardım etmendir" buyurdu.

Mükâtebe zekât verilebilmesi için, müslüman ve muhtaç olması şarttır.

Bazı alimler -Maliki İbn Habîb gibi- de, bu payla esirlerin fidyesi verilir, demiştir. Dünyadaki köleliğe son vermek için, bugün bu söz dikkate alınmalı­dır.

6- Borçlular: Bunlar, borçları çok olup ödeme güçleri olmayan kimselerdir. Borçlu, Şafiîlere ve Hanbelîlere göre ister kendisi, ister başkası için borçlansın veya ister itaat, isterse günah yolunda borçlansın farketmez. Kendisi için borç­lanırsa, ancak fakir olduğu zaman verilir. Eğer bir kişinin öldürülmesi, ya da mal veya yağma sebebiyle meydana gelen ara bozukluğunu -Ehl-i Zimmet ara­sında bile olsa- düzeltmek için borçlansa, zengin bile olsa kendisine borçlular payından zekât verilir. Peygamber (s.a.) şöyle buyurur: "Ancak şu beş durumda zengine zekât verilir: Allah yolunda gaza eden, zekât tahsil eden, borçlu olan, malıyla zekât malını alabilecek durumda olan, fakir olan komşusunun aldığı zekâttan kendisine hediye edilen" [50]

Hanefîler şöyle der: Borçlu, borcunun dışında fazla olarak nisaba sahip ol­mayan, yani fakir durumda olan kimsedir.

Malikîler ise şöyle der: Borçlu fakir olup, borcunu ödeyecek parası olma­yan kimsedir. Tabii borç, içki içmek, kumar oynamak gibi bir günah dışındaki sebeble olmalıdır. Kendine yetecek miktarda malı olduğu halde borçlu görünüp zekât almak için borçlanıp bol harcamada bulunan kimseye zekât verilmez. Çünkü onun maksadı kötüdür. Zekât almaya niyetlenip zaruretten dolayı borç­lanan bir fakirin durumu ise, bundan farklıdır. Ona, iyi niyetinden dolayı, ze­kâttan borcu kadar verilir. Fakat, bir masiyet için yahut kötü bir maksatla borçlanan kimse tevbe ederse, ona zekâttan en güzel şekilde verilir.

Alimlerin çoğunluğu şöyle demiştir: Zekâttan, ölünün borcu ödenir: Çünkü o, borçlulardandır. Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Ben, her mümine kendinden daha yakınım: Kim bir mal bırakırsa, mal ailesinindir. Kim bir borç, yahut fakir çoluk çocuk bırakırsa, onların bakımı bana aittir, benim üzerime-dir" [51]

7- Allah yolunda olanlar: Cumhurun görüşüne göre bunlar, askerî divan­da hakları olmayan mücahid gazilerdir. Zengin olsun, fakir olsunlar, kendileri­ne gaza yolunda harcadıkları miktar kadar ödenir. Çünkü "yol" kelimesi kulla­nıldığı zaman, Kur'an ve sünnette, gaza manası anlaşılır. Ama divanda, takdir edilmiş bir maaşı olana verilmez. Çünkü onun yetecek bir maaşı vardır. Bu sebeble muhtaç değildir. Hiç kimse malının zekâtıyla hac etmez, malının zekâtıyla gaza etmez, o zekât malıyla onun adına haccedilmez, gaza edilmez. Bu görü­şe göre: Şimdiki orduya zekâttan verilmez. Çünkü askerler ve subaylara, devri­mizde sürekli aylık veriliyor. Ancak bugün, zaruret ya da genel ihtiyaç duru­munda, silah alımına, yahut cihad yolunda teberru verilebilir.

Ebu Hanife, Allah yolundaki gaziye, ancak fakir olduğu zaman verilir, der.

Ahmed ise, kendisinden gelen iki rivayetin en sahihinde şöyle demiştir: Hac, "Allah yolu"ndandır. Dolayısıyla hac etmek isteyene zekâttan verilir. Çün­kü Ebu Davud, İbni Abbas'dan şöyle rivayet eder: Bir adam Allah yoluna bir deve verdi, hanımı da haccetmek istedi, Resulullah (s.a.) ona: "Ona bin. Çünkü hac, Allah yolundandır" buyurdu. Cumhur ulemâ bu görüşe şöyle cevap ver­miştir: Hac, Allah yoludur. Fakat ayet cihadla yorumlanır. İmam Malik, Allah yolları çoktur, der. İbnü'l-Arabî, burada, "Allah yolu"ndan amacın, gaza ve Al­lah yolu cümlesinden olduğu hususunda -Ahmed ve İshak tarafından tercih edilen görüş müstesna. Onlara göre, hac murad olunmaktadır- herhangi bir ih­tilaf olduğunu bilmiyorum, der.

Bazı Hanefîler, Allah yolunu ilim talebiyle Kâsânî ise, her türlü ibadet ve taatla yorumlamıştır. O takdirde, ölülerin kefenlenmesi, köprü, kale ve mescid yapımı gibi bütün hayır yolları bu kapsamın içine girer. Çünkü Cenab-ı Hak­kın: "Allah yolunda" sözü geneldir.

Özetle, Allah yolundan amaç, mücahidlere -Şafiîlere göre zengin de olsa­lar, Hanefîlere göre, fakir olmaları şartıyla; Ahmed, Hasan ve İshak'a göre hac Allah yolundandır- vermektir.

Bazıları müstesna, alimler zekâtın, mescid, köprü yapımı, yol ıslâhı, ölüle­rin kefenlenmesi, borç ödenmesi, silâh satın alınması ve ayette zikrolunmayan diğer ibadet çeşitleri gibi şahıs için mülkiyet söz konusu olmayan yerlere veril­mesinin caiz olmadığını savunmuşlardır.

8- Yolcuya: Beldesinden uzak bir yerde yolda kalan, yahut günah için de­ğil, ibadet için yolculuk yapmak isteyen, fakat maksadına yardımsız ulaşma­yan kimseye ibadet, hac, cihad ve mendup ziyaret gibi şeylerdir. Spor ve seya­hat gibi mubah bir yolculuk yapana bazı Şafiîlere göre -ihtiyacı söz konusu ol-

madığından- verilmez. Diğerlerine göre kendisine, -namazları kısaltması ve orucu yiyip içmesi deliliyle- zekât verilir.

Yolcuya, yolculuğundan muhtaç duruma düştüğü zaman -isterse vatanın­da zengin olsun- maksadına ulaşacak kadar zekât verilir.

Geçen vasıflardan birini iddia edip gelen kimseden, söylediğini ispat etme­si istenir. Borçlu olduğunu ispat etmesi ona aittir. Diğer sıfatlarda ise, ikisi de Maliki olan İbni Arabî ve Kurtubî'nin dediği gibi, görünen hal, şahit yerine ge­çer, onunla yetinilir.

Şafiî fakihi Rafiî, fakirlik, miskinlik gibi gizli nitelik durumunda, bunu id­dia edenden ispat etmesi istenmez. Herhangi bir delil olmaksızın verilir. Açık nitelik durumunda ise, zekât tahsildarı, mükâteb köle ve borçludan ispat iste­nir, müellefe-i kulub'dan, İslâm'da niyetinin zayıf olduğu iddiasını ispat etmesi istenmez. Kavmi içinde önde gelen, kendisine itaat edilir kimse olduğunu söy­leyen kimseden delil istenir. Meşhur olması, kendisinden ispat istenen kimse hakkında delil yerine geçer, der.

Nafakasını karşılamakla yükümlü olduğu kimselere -ana-baba, çocuk ve zevce gibi- zekât vermek caiz olmaz. Ama devlet başkanı, bir adamın zekâtını çocuğuna, ana babasına ve zevcesine verse caizdir.

Zekâtı muhtaç akrabaya vermek daha faziletlidir. İmam Malik: "En iyi verdiğin zekât, nafakası sana ait olmayan akrabana verdiğin zekâttır. Bunun delili Peygamber (s.a.)'in, Abdullah b. Mes'ud'un zevcesi Zeyneb'e söylediği söz­dür. Buharî ve Müslim rivayet ederler: "Senin için iki ecir vardır: Zekât ecri ve sıla-i rahim ecri."

Verilecek zekât konusu ihtilaflıdır: Borçluya borcu miktarmca verilir. Fa­kir ve miskine, İmam Malik ve Ahmed'e göre, daha önce de geçtiği gibi, kendi­sine ve bakmakla yükümlü olduğu kimselere bir yıl yetecek kadar, Şafiîlere gö­re ihtiyaç miktarmca, Hanefîlere göre zekât nisabı miktarından fazla olmamak şartıyla verilir.

Zekât dağıtımında ayette anılan tertipteki önem zorunluluğu göz önüne alınır. Çünkü tertip, istenen ve amaçlanan şeyi gösterir. Fakat "Allah yolu ve yolcu" daha önce de açıklandığı gibi "fî" harf-i cerriyle tabir olunduğu için "borçlu ve köle"den daha üstün iki sınıftır.

Allahü Teâlâ, zekât almaya hakkı olanları andıktan sonra, "Allah'tan bir farz olarak" buyurmuştur. Yani Allahü Teâlâ zekâtı, Allah'ın takdiri, farzı ve taksimine göre takdir olunmuş bir hüküm olarak farz kıldı. Bu, zahiri anlayışa aykırı davranmaktan uzaklaştıran bir şeydir.

"Allah hakkıyla bilendir, tam hüküm ve hikmet sahibidir." Yani, işlerin dış ve iç durumlarım, kulların yararını en iyi bilendir. Ancak, kulların hayrını ve yara­rına olan şeyleri meşru kılar. Nitekim Hak Teâlâ zekâtı, nefsi kötülüklerden te­mizlemek, malı korumak ve verdiği nimetlerden dolayı yaratıcıya şükür için em­retti. Nitekim Cenab-ı üak:"Onların mallarından sadaka al ki, bununla kendile­rine temizlemiş, bununla onları bereketlendirmiş olasın" (Tevbe, 9/103) buyurur. [52]



Münafıkların Peygamber (S.A.)'e Eziyet Etmesi, Onların Anlayışlarını Düzeltme


61- İçlerinde öyle kimseler vardır ki, Peygambere eziyet ederler ve: "O bir kulaktır" derler. De ki: "O, sizin için bir hayır kulağıdır. Allah'a inanır, mü- minlere inanır. O içinizden iman eden- ler *Çİn de bir rahmettir. Allah'ın Rasulünü incitenler! İşte en acıklı azab onlarındır-



Açıklaması


Münafıklardan bir grup, Resulullah (s.a.) için söz söylemekle ona eza eder­ler, onu ayıplarlar. "O, bir kulaktır, kendine her söyleneni dinler, onu tasdik eder, ona kim bir şey söylese kabul eder, ona kim konuşsa, inanır. Ona varıp yemin etsek, bizi tasdik eder" derler. Bu sözleriyle onun, saf, her duyduğuna -onun hakkında düşünmeden ve işlerin arasını ayırt etmeden- çabuk aldanan kimse olduğunu kasdediyorlardı. Bu, Peygamber Efendimizin, onlara görünüş­lerine göre muamele etmesinden ve sırlarını açıklamamasından ileri geliyordu.

Allahü Teâlâ, onun zararlı bir kulak değil, hayırlı bir kulak, yani kötülüğü değil, hayrı dinleyen bir kimse olduğunu söyleyerek, onların iddiasını reddet­miştir. O, doğruyu ve yalancıyı bilir. Fakat o, münafıklara şeriat hükümlerine ve edeblerine göre davranır, onlardan hiçbirini utandırmaz. O, kâmil ahlâk sa­hibidir, örnek insandır.

O, Allah'ı tasdik eder, -başkalarını değil- samimi muhacir ve ensar mü­minlere inanır. Ey münafıklar! O, içinizdeki inananlara bir rahmettir. Yani imanı açıklamıştır. Zahir olan imanınızı kabul eder, sırlarınızı açıklayıp sizi re­zil etmez. Müşriklere yaptığını size yapmaz. O, hayır ve rahmet kulağıdır. Bu ikisinden başkasını dinlemez ve kabul etmez. Müminlerin kendisine haber ver­diklerini tasdik eder, münafıkların haberine inanmaz. O, insanları dünya ve ahiret saadetine hidayet buyurması bakımından bir rahmettir.

Hz. Peygamberce sözle, ya da fiille -sihirbazlık, yalancılık, zeki olmamak gibi şeylerle vasıflandırmak, adaletinde kusur bulmak gibi- eziyet edenler, eza vermeleri sebebiyle ahirette acıklı şiddetli bir azaba maruz kalacaklardır. [53]



Tebük Gazvesinden Geri Kalan Münafıkların Durumları


62- Size, gönlünüzü hoş etmek için, Al­lah'a yemin ederler. Eğer mümin ise­ler, Allah'ı ve Rasulünü hoşnut etmele­ri daha doğrudur.

63- Hâlâ bilmezler mi ki. kim Allah'a ve Rasulüne karşı muhalefet ederse, ona içinde ebedî kalıcı olarak cehennem ateşi vardır. Bu ise, büyük bir rüsvay-lıktır.

64- Münafıklar, kalplerinde olanı ken­dilerine açıkça haber verecek bir sûre­nin tepelerine indirilmesinden endişe ederler. De ki: "Siz alay edip durun. Şüphe yok ki Allah, endişe ettiğiniz şe­yi açığa çıkarandır."

65- Eğer onlara soracak olsan, elbette: "Biz sadece dalar ve sakalaşırdık" der­ler. De ki: "Allah ile, O'nun ayetleriyle ve Rasulü ile mi eğleniyorsunuz?

66- Özür dilemeye kalkmayın Sîz iman ettikten sonra kâfir oldunuz. İçinizden bir zümreyi affetsek bile, bir taifeyi günahkâr kimseler oldukları için azab-landırâcağız.



Açıklaması


Allahü Teâlâ, müminlere hitap ederek şu açıklamayı yapıyor: Münafıklar, sizi hoşnut etmek için yalan yeminlere yöneliyorlar. Oysa Allah müminlerin, onların yalan nifaklarının ortaya çıkacağını, işlerinin ortaya serileceğini bildik­lerine işaret ediyor.

Söyledikleri söz ya da işten dolayı özür dilemek üzere sizi memnun etmek için, size yemin ederler. Halbuki, asıl hoşnut edilmesi gerekenler Allah ve Ra-sulüdür. Bu da, itaatla, muhalefet etmemekle, samimi iman ve salih amelle olur.

Burada, zamirin tekil olarak getirilmesi, Peygamberi razı etmenin Allah'ı razı etmek olduğunu bildirmek içindir. Nitekim Allahü Teâlâ başka bir ayette: "Kim Peygambere itaat ederse, muhakkak Allah'a itaat etmiştir" (Nisa, 4/80) buyurmuştur. Çünkü Peygamberlik kaynağı bir, emirler ve nehiyler de birdir.

Kim, gerçekten mümin olmuşsa, Allah ve Rasulünü razı etmiş olur, aksi takdirde yalancı olur.

Sonra Allahü Teâlâ onları, yöneldikleri, başvurdukları şeyin tehlikesini açıklayarak azarlamıştır. Bunda meseleyi büyütme ve korkutma vardır: "Hâlâ bilmezler mi ki..." Yani, münafıklar Allah'a ve Rasulüne düşmanlık eden ve sı­nırı aşarak muhalefet eden, yahut işlerinde -meselâ zekât taksimi gibi- pey­gamberini eleştiren, ahlâkında -onun kendisine her söyleneni işiten bir kulak olduğunu söylemeleri gibi- onu tenkit eden kimsenin bir tarafta, Allah ve Ra-sulünün de bir tarafta olduğunu, Allah'ın cezasının horlama ve azaba sebep olarak -büyük rüsvaylık, zelillik ve horlanma şeklinde- ebediyyen cehennemde kalmak olduğunu bilmezler mi?

Gerçek şu ki, münafıklar işlerinin hakikatim bilirler. Onlar Allah'a ve Ra-sule inanmazlar. Vahiy hususunda şek ve şüphe içindedirler. Huzursuz ve ra­hatsızdırlar. Şek ve huzursuzluk, onları korku ve endişeye sevkeder. Onun için, Allahü Teâlâ onları: "Münafıklar kalblerinde olanı kendilerine açıkça haber ve­recek bir sûrenin tepelerine indirilmesinden endişe ederler..." diye sınıflandırır. Yani, münafıklar müminlere, kendilerinin durumlarını haber veren, sırlarını ortaya koyan, nifaklarını açıklayan bir sûre -Kâşife, Fâdıha, Münbie denilen bu sure gibi- indirilmesinden korkarlar.

"Münafıklar endişe ederler." sözü, emir değil bir haberdir. Kendinden son­ra gelen kısım buna delildir. "Şüphe yok ki Allah endişe ettiğiniz şeyi açığa çı­karandır" sözü, şüphesiz Allah, korkmuş olduğunuz nifakınızı açığa çıkarandır, demektir.

Bununla beraber onlar, daima Kur'an'la, peygamberlik ve müminlerle alay ediyorlardı:"Anca& alay edicileriz" (Bakara, 2/14). Allah onları: "De ki: "Siz hâ­lâ alay edin durun" sözüyle tehdit etmiştir. Yani, ey Muhammedi Onlara söyle: Allah'ın ayetleriyle istediğiniz gibi alay edin... Bu, tehdit amacı taşıyan bir emirdir. Şüphesiz Allah, meydana gelmesinden korktuğunuz şeyi ortaya çıka­racak, sizi rezil rüsvay eden, işinizi açıklayan şeyi peygamberine indirecek: "Yoksa kalblerinde hastalık bulunanlar kinlerini Allah'ın meydana çıkarmaya­cağını mı sandılar? Eğer biz dilesek, onları sana elbette gösteririz. Sen de onları muhakkak simalarından tanırsın. Sen onları söyleyişlerinden de bilirsin. Al­lah, amellerinizi bilir" (Muhammed, 47/29-30).

Sonra Allah, yeminle ifade ediyor: Ey peygamber! Eğer sen onların bu söz­leri ve hezeyanları hakkında sorsan, sözlerinde ciddi olmadıklarını, şaka yapıp eğlendiklerini söylerler. Allah, o gibileri azarlayıp yaptıklarından hoşlanmadı­ğını ifade için: "Allah ile, O'nun ayetleriyle ve Resulü ile mi eğleniyordunuz?" buyurmuştur. Yani, bu, bir eğlence konusu değildir. Başka alay edecek bir şey bulamadınız mı? Çünkü Allah'la, ayetleriyle ve peygamberleriyle alay etmek, küfürdür. Allah'la istihzadan amaç, Allah'ın zikri ve sıfatlarıyla, teklifleriyle alay etmektir. Allah'ın ayetleriyle alay etmekten amaç, Kur"an ve diğer din hü­kümleriyle alay etmektir. Peygamberle alay etmek ise, onun peygamberliğine, ahlâkına ve işlerine dil uzatmaktır.

Sizin sözünüz kabul edilecek bir özür değildir. Bu büyük suçtan kurtul­mak için, şöyle veya böyle asla özür dilemeyin. Çünkü siz küfrettiniz. İmanını­zı ortaya koyduğunuz gibi, küfrünüz de ortaya çıktı. İşiniz herkes tarafından anlaşıldı. "Özür dilemeyin" sözü, azarlama şeklindedir. Adeta, faydası olmayan şeyleri yapmayın denmek isteniyor.

Mihaşş b. Hımyer gibi, samimi tevbe ettikleri için bazınızı affetsek bile, bazınızı -nifak üzere kaldıkları, büyük günahlar işledikleri, kendilerine ve başkalarına karşı suç işledikleri için- azaplandıracağız. Sizin azaplandırılmanız, suç işlemeniz sebebiyledir. [54]



Münafıkların Vasıfları Ve Uhrevî Cezaları


67- Münafık erkeklerle münafık kadın­lar birbirlerindendirler. Onlar münke-ri emreder, marufu nehyederler. Elle­rini de sıkı tutarlar. Onlar Allah'ı unuttular. O da, onları unuttu. Şüphe­siz münafıklar, fâsıkların ta kendileri­dir.

68- Allah, erkek münafıklara da, kadın münafıklara da, kâfirlere de, orada ebediyen kalıcılar olmak üzere cehen­nem ateşini vaad etti. Bu, onlara kâfi­dir. Allah, onları rahmetinden kovdu. Onlar için bitip tükenmeyen bir azab vardır.

69- Kendinizden evvelkiler gibisiniz. Onlar kuvvetçe sizden daha ileriydi. Malları ve evlatları da daha çoktu. Na­sipleri kadar faydalanmak istediler. Sizden evvelkiler nasiplerince fayda­lanmak istedikleri gibi, siz de fayda­lanmak istediniz ve onların daldıkları gibi daldınız. Onların dünyada da, ahi-rette de yaptıkları boşa gitti. İşte bun­lar, zarara uğrayanların da ta kendile­ridir.

70- Onlara kendilerinden evvelkilerin, Nuh, Âd, Semûd kavminin, İbrahim kavminin, Medyen Ashabının, Lût'un darmadağın olan kasabalarının haberi de gelmedi mi? Onlara peygamberleri apaçık mucizelerle gelmişlerdi. Allah onlara zulmediyor değildi. Fakat onlar kendi kendilerine zulmediyorlardı.



Açıklaması


Bu ve bundan sonraki ayetler, müminlerin sıfatlarıyla münafıkların sıfat­ları arasındaki açık farkları ortaya koyuyor. Müminler iyiliği emredip kötülüğü nehyederken, münafıkların bunun aksini yaptıklarını açıklıyor.

Münafık erkeklerle münafık kadınlar, münafıklık sıfatında, imandan uzak­lıkta, ahlâk ve amelde birbirlerine benzerler. "Onlar münkeri emrederler." Münker, şeriatın hoş karşılamadığı ve nehyettiği, selim yaratılışın ve sahih aklın kabul et­mediği -yalan söylemek, hainlik etmek, sözünde durmamak ve ahdini bozmak gi­bi- şeydir. Buhari, Müslim, Tirmizî ve Nesaî'nin Ebu Hüreyre'den tahric ettiği sa­hih hadisde Hz. Peygamber şöyle buyurur: "Münafığın alâmeti üçtür: Konuştuğu zaman yalan söyler, söz verdiğinde sözünde durmaz. Kendisine bir şey emanet edil­diğinde, ona hainlik eder." "Maruftan nehyederler." Maruf: Şeriatın emrettiği, ak­im ve yaratılışın kabul ettiği -cihad ve Allah yolunda vermek gibi- şeydir. Nitekim Cenab-ı Hak onlar hakkında şöyle buyurur: "Resulullahın yanındakilere infak et­meyin, ta ki dağılıp gitsinler diyenler onlardır" (Münafikûn, 63/7).

Onlar, Allah'ın zikrini unuttular, Allah'ın emrini, yasaklarını içine alan şer1! sorumluluklardan uzaklaştılar. O da, onları unuttu. Onları, fiillerinin ben­zeriyle cezalandırdı. Onlara, kendilerini unuttuğu kimseler gibi muamele etti. Dünyada lütfundan, rahmetinden, fazlından ve yardımından, ahirette de seva­bından mahrum bıraktı. "Bugün biz, sizi unuturuz" (Casiye, 45/34). Çünkü on­lar Allah'a itaati terkettiler.

Şüphesiz münafıklar fasıktırlar; hak ve doğru yolun dışmdadırlar, dalalet yolundadırlar. Her türlü hayırdan uzaktırlar, küfürde azgınlık üzeredirler.

Sonra Allahü Teâlâ, onların cezalarını açıklamak üzere: "Allah, erkek mü­nafıklara da, kadın münafıklara da, kâfirlere de, orada ebediyyen kalıcılar ol­mak üzere Cehennem ateşini vadetti" buyurmuştur.

Allahü Teâlâ, onları cezalandıracağı ve kâfirlerin içine katacağı şeklindeki vaadini pekiştirmiş; onların hepsini de, içine girecekleri ve sonsuza kadar kala­cakları cehennem azabıyla -azap ve amellerinin cezası olarak o yeter- korkut­muş, onları rahmetinden uzaklaştırmıştır. Onlar için cehennem azabından baş­ka, sürekli bir azap ya da dünyada nifak hastalığından dolayı karşılaştıkları sürekli bir işkence, iç yüzlerini ve çeşitli kepazeliklerini, Peygamber ve müslü-manların bilmesi korkusu, endişesi vardır.

Erkeklerle beraber kadınların da anılması, hastalığın köklü ve genel oldu­ğuna delildir. Kâfirlerin münafıklardan sonra anılması, münafıkların kâfirler­den daha kötü olduğunu gösterir.

Sonra Allahü Teâlâ, bu münafıklara dünya ve ahirette ulaşacak azabı açıklamıştır. O azap, geçmiş peygamberler dönemindeki münafıklar ve kâfirle­rin azabıyla benzerlik gösterir. Siz de, onlar gibi dünyaya ve dünyanın geçici mallarına aldanıyorsunuz. Onlar sizden daha kuvvetli, mal ve evlatça daha güçlüydüler. Onların dünya malına aldanıp gereksiz sözlere daldıkları gibi, siz de dünya malına aldanıp gereksiz sözlere daldınız. Onlar gibi, mal ve çocuktan dünya lezzetleri ve nazlarından yararlanmaya koyuldunuz, Allah'ın ve Resulullah (s.a.)'in yolunda gitmeyi terkettiniz. İşlerin sonunu düşünüp ahiret­te kurtuluşu istemek için çalışmadınız. Sizde hayır, onlarda şer sebepleri çok olduğu halde, haliniz onlardan daha kötü oldu. Onlardan daha çok cezayı hak ettiniz. "Onlar, nasipleri kadar faydalanmak istediler." Kendilerinden öncekile­rin yaptığı gibi, onlar dünya ya da dinden nasiplerini almak istediler.

Onların bâtıl şeylere daldığı gibi. siz de bâtıl şeylere daldınız.

İlk olarak öncekilerin, sonra münafıkların, daha sonra bir daha öncekile­rin dünya nimetlerinden nasiplerini aldıklarını söylemekten amaç, dünya ni­metlerine daldıklarından dolayı öncekileri kötülemek, ahiret saadetinden mah­rum olduklarını ifade etmektir. Sonra Allah, mübalağayı ve benzeme şeklinin çirkinliğini artırmak için, İslâm dönemi münafıklarını onlara benzetti. Nite­kim, bir kimsenin zalimlik ve kötülüğüne işarette bulunmak isteyen kimse, ona: "Sen Firavun gibisin. O, suçsuz yere öldürüyor, sebepsiz işkence ediyordu. Sen de, onun yaptığının aynısını yapıyorsun" der. Kısacası buradaki tekrar, pe­kiştirme içindir.

Allahü Teâlâ, dünyayı istemede ve ahiretten yüz çevirmede, bu münafık ların, o eski kâfirlere benzemediklerini açıkladıktan sonra, bu iki fırka arasın­daki başka bir benzerliği açıklıyor: Peygamberleri yalanlamak, hile yapıp al­datmak, ahdi bozup hiyanet etmek. "Onların daldıkları gibi, daldınız." Onların yalana ve bâtıla daldığı gibi, siz de daldınız.

Sonra Allahü Teâlâ, evvelki ve sonraki bütün münafıkların, kâfirlerin amellerinin sonucunu açıkladı: "Dünyada da, ahirette de yaptıkları boşa gitti." Çünkü onların yaptıkları riya ve gösterişle yapılmıştı. Onlar, Allah rızasını dü­şünmediler. Çünkü amellere sevap verilmesi, iman şartına bağlıdır. Onlar ise gerçekten inanmamışlardı. İmanı açıklamışlar, küfrü içlerinde gizlemişlerdi. Bu yüzden, münafık olmuşlardı. İşte onlar, kâr edecekleri yerde zarar edenlerin ta kendileridir. Çünkü onlar, sevap kazanmaya çalışmadılar, kendilerini peygamberleri reddetmek için yoruldular. Dünya ve ahirette, iyiliklerin boşa gittiğini gördüler, dünya ve ahirette ceza buldular.

Bu, Cenab-ı Hakk'm şu sözü gibidir: " De ki: "Amelleri açısından en çok zi­yana uğrayanları size haber vereyim mi? Onlar o kimselerdir ki, dünya haya­tında yaptıkları boşa gitmiştir, üstelik iyi yaptıklarını sanırlar." (Kehf, 18/103-104). Allahü Teâlâ'nm: "Onların amelleri boşa gitmiştir" sözü, Allahü Teâlâ'nm şu sözünde işaret olunan salihlerin işinin zıddıdır: "Ve ona dünyada ecrini ver­dik. Ahirette de o, salihlerdendir" (Ankebut, 29/27).

Allahü Teâlâ, İslâm dönemi münafıklarının halini, geçmiş dönemlerjn kâ­firlerinin haline benzettikten sonra, o kâfirlerin bu münafıklardan daha kuv­vetli, daha çok mal, çoluk çocuk sahibi iken amellerinin boşa gittiğini, rezil rüs-vay olduklarını, dolayısıyla bu münafıkların da, dünya ve ahiret iyiliklerinden mahrum kaldıklarını açıklamıştır.[55]

Sonra Allahü Teâlâ, bu peygamberleri yalanlayan münafıklara öğüt verip: "Onlara kendilerinden öncekilerin haberleri gelmedi mi?" sözüyle korkutuyor. Yani, peygamberleri yalanlayan geçmiş ümmetlerin haberi size söylenmedi mi? Sonra Cenab-ı Hak, altı kavmi anıyor. Bunlar, Nuh (a.s.)'a iman edenler hariç, yeryüzündeki bütün insanları kaplayan tufanla, suda boğulan Nuh kavmi, Hûd (a.s.)'ı yalanladıkları zaman, kısırlaştırıcı bir rüzgârla helak edilen Hûd'un kavmi Ad, Salih (a.s.)'m kavmi Semûd, kendilerinden nimetin alındığı ve bir sinek musallat kılınarak helak edilen İbrahim (a.s.)'m kavmi, şiddetli bir yer sarsıntısı ve gölgelik gününün azabı gelen Şuayb (a.s.)'ın kavmi Ashab-ı Medyen; Meadin'de oturan, Allah tarafından yere geçirilen, yerleri altına üstü­ne getirilen, üzerlerine taş yağdırılan Lût (a.s.)'m kavmi Mü'tefikât'tır. [56] Ce­nab-ı Hak başka bir ayette de: "Şehirlerini O kaldırıp yere attı" (Necm, 53/53) buyuruyor. Yaşadıkları yerlerin ve baş şehirleri Sodom'un -Allah'ın peygamberi Lût (a.s.)'ı yalanlamaları ve dünyada daha önce hiç kimsenin yapmadığı o çir­kin işi (livata) yaptıklarından dolayı- altını üstüne getirdi.

Allahü Teâlâ'nm bu altı kavmi anmasının sebebi, bu kavimlerle ilgili bazı haberleri duymaları, bazan de onlarla ilgili kalıntıları görmeleri sebebiyledir. Nitekim yaşadıkları belde, yani Şam, Arap beldelerine yakındı.

Allahü Teâlâ'nm: "Onlara kendilerinden öncekilerin haberleri gelmedi mi?" sözü, pekiştirme ve azarlama sorusudur. Onlara, bu kavimlerin haberi geldi, fakat ibret almadılar demektir.

Bunlar, peygamlerlerinin kendilerine açık delillerle ve mucizelerle geldiği kimselerdi. Burada takdirî olarak, onların hakk'ı yalanladığı, Allah'ın da onları çabucak gelen bir helakle yok ettiği anlamı vardır.

"Allah onlara zulmediyor değildi." Çünkü O, onlara peygamberler gön­dermekle açık delillerini gösterdi: "Fakat onlar, kendi kendilerine zulmedi­yorlardı." Çünkü çirkin işler işliyor, peygamberleri yalanlıyor, hakka muha­lefet ediyorlardı. Zulüm, Allah'tan değil, kendilerinden geldi. O azabı hak et­tiler.

Bu kavimleri hatırlatmaktan amaç, münafıkların ve kâfirlerin şunu bil-mesidir: Allah'ın kulları hakkındaki kanunu birdir, değişmez. Küfürlerinde ıs­rar ettikleri müddetçe onlara azap inecektir. Çünkü geçmişte uygulanan ben­zer şey, bugünkü benzerine uygulanır: "Sizin kâfirleriniz bunlardan hayırlı mı­dır? Yoksa sizin kitaplarda bir beraatiniz mi var?' Kamer. 54/43). [57]



Müminlerin Vasıfları Ve Uhrevî Mükâfatları


71- Mümin erkeklerle mümin kadınlar da, birbirinin velileridir. Bunlar iyiliği emreder, münkerden vazgeçirmeye ça­lışırlar. Namazı dosdoğru kılarlar, ze­kâtı verirler. Allah'a ve Resulüne de itaat ederler. İşte Allah'ın kendilerine rahmet edecekleri bunlardır. Şüphesiz Allah azizdir, hakimdir.

72- Allah, mümin erkeklere de, mümin kadınlara da, içlerinde ebediyen kal­mak üzere, altından ırmaklar akan cennetler vaadetti. Bir de Adn cennet­lerinde hoş meskenler. Allah'ın rızası ise, hepsinden büyüktür. İşte bu, en büyük saadetin tâ kendisidir.



Açıklaması


Şüphesiz, erkek ve kadın bütün iman ehli birbirleriyle yardımlaşırlar, bir­birlerine destek olurlar. Nitekim Peygamber(s.a.) Efendimiz: "Müminin mümi­ne bağlılığı, taşları birbirine kenetli bir duvar gibidir" buyurmuşlar ve parmak­larını birbirlerine geçirmişlerdir. Yine, başka bir sahih hadiste: "Birbirlerini sevmede, birbirlerine merhamette, müminler, -bir organı rahatsız olduğu za­man, diğer organlarını da, uykusuzluk ve ateş saran- bir vücud gibidir..." bu­yurmuşlardır.

Müslüman erkeklerle müslüman kadınlar arasında, savaş meydanlarında ve her türlü zor durumda -meselâ hicret ve cihad gibi- erkeklerin iffetlerini ve gözlerini korumaları, kadınların büyük bir edep, haya ve iffetle hareket etme­leri, gözlerini korumaları, konuşma, giyim ve işlerinde güzel ve övünülecek davranış içinde olmaları şartıyla, karşılıklı yardımlaşma oldu. Hicretin başa­rıyla gerçekleşmesinde kadının -zâtü'n-Nıtâkayn Esma gibi- açık bir rolü ol­muştur. Düşmanlarla savaşlarda, çatışmalarda kadınlar su dağıtıyor, yemek hazırlıyor ve savaşa teşvik edip yenilip geri çekilen erkekleri geri döndürüyor­lar, yaralan sarıyor, hastaları tedavi ediyorlardı.

Cenab-ı Hakk'ın, müminler hakkındaki: "Onlar birbirinin velileridir" sö­zü, münafıklar hakkındaki, "onlar birbirlerindendir" sözünün karşılığıdır. Çünkü müminler, kardeştir. Onları, muhabbet, sevgi birbiriyle yardımlaşmala­rı, birbirlerini sevmeleri efendi eder. Münafıkları birbirlerine bağlayan hiçbir inanç ve kuvvet bağı yoktur. Onlar ancak şüphede, korkaklıkta, cimrilikte, ye­nilgide ve tereddütte birbirlerinin uydusudurlar. Çünkü onların kalbleri farklı­dır.

Allahü Teâlâ burada, birbirlerinin velileri olma özelliğinden başka, mümi­nin münafıktan farklı olduğu beş özellik daha zikretmektedir: "Onlar, iyiliği emrederler, kötülükten nehyederler, namazı güzelce kılarlar, zekâtı verirler, Al­lah'a veRasulüne itaat ederler.."

Müminler iyiliği, münafıklar ise kötülüğü emreder. Müminler kötülükten, münafıklar ise iyilikten nehyederler. Müminler, en güzel şekilde ve Allah'a hu­şu içinde namaz kılarlar, münafıklar ise, namaza tembel tembel ve insanlara gösteriş için kalkarlar.

Müminler, nafile sadakaları vermekle beraber, üzerlerine farz olan zekâtı da verirler. Münafıklar ise. cimrilik ederler, Allah yolunda harcamaktan elleri­ni tutarlar.

Müminler, emrettikleri şeyleri yapmak, nehyettiklerini terketmek suretiy­le Allah'a ve Peygamberine itaat ederler. Münafıklar ise, Allah'a itaatin dışına çıkmış, fasık azgın kimselerdir. Müminler, sahip oldukları bu sıfatlar sebebiyle, rahmeti hak ettiler: "İşte bunlar: Allah onlara rahmet edecektir." Yani Allah, bu sıfatlarla vasıflananlara rahmet edecek, dünya ve ahirette onları rahmetiyle gözetecektir. Bunun mukabili, Allah'ın münafıkları rahmetinden uzaklaştırma-sıdır: "Onlar, Allah'ı unuttular. O da. onları unuttu." Allah münafıklara cehen­nem azabını vaadettiği gibi, müminlere de gelecek rahmeti -ahiret sevabı- va-adetti.

Şüphesiz Allah, azizdir, mükâfat ve cezasını gerçekleştirmekten, hiçbir şey O'nu engelleyemez. Hakimdir, hiçbir şeyi yerinin dışına koymaz. O'nunla kulla­rı arasına hiçbir engel giremez. Onun rahmetini, ya da cezasını engelleyemez. O, kullarının işini adalet, hikmet ve sevaba uygun olarak düzenleyen hikmet sahibidir. Müminlere cenneti ve ndvanı verir, münafıkları ise cehenneme atar, azap ve gazap eder.

Sonra Allahü Teâlâ, müminlere vaadettiği rahmetinin birçok hayırlara ve ağaçları altından nehirler akan ve altlarını örten ağaçlar içinde ebedî kalman cennetlere ve o cennetlerdeki yapısı güzel, oturması hoş evlere şamil olduğunu açıklamıştır. Sahihayn'da Ebu Musa el-Eş'arî'den rivayet olunan bir hadiste Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "İki cennet vardır ki, kap kaçakları ve eşyaları altındandır. Yine iki cennet daha vardır ki, onların da kap kaçakları ve eşyaları gümüştendir. Adn cennetindeki insanlar Rablerini, yüzünde kibriya ri-dâsı olduğu halde görürler..." Sonra Resulullah (s.a.): "Şüphesiz, müminin cen­nette içi boş, tek bir inciden bir çadırı olacaktır. Onun uzunluğu, altmış millik bir mesafedir. Müminin orada ehli olur, o onları dolaşır, onlar birbirlerini gör­mezler."

Yine Buhari ve Müslim'de Ebu Hüreyre'den rivayet olunan hadiste, Hz. Peygamber (s.a.): "Şüphesiz cennette yüz derece vardır. Allah onları, yolunda cihad edenlere hazırlamıştır. İki derece arasında gökle yer arası kadar mesafe vardır. Allah'tan istediğiniz zaman, Firdevsi isteyin. Çünkü o, cennetin en yüce ve en üstün olanıdır. Cennetin ırmakları oradan fışkırır. Onun üstünde Rah-man'ın arşı vardır" buyurmuştur.

Adn Cennetleri: Firdevs gibi, cennet derecelerinden bir derecenin ve bir yerin ismidir. Nitekim: "O Adn cennetlerine ki, onları Rahman kullarına gıya­ben vaad etmiştir" (Meryem, 19/61) ayetiyle "Kelime ve İbareler" bölümünde geçen Ebu'd-Derdâ hadisi buna işaret eder. Adn'm oturmak, karar kılmak mâ­nâsına olduğu da söylenmiştir. Bu mânâya göre Adn cennetleri, yerleşme ve ebedî kalma cennetleridir. Şu ayetlerde de bu mânâyadır: "Cennet-i huld (ebe­dilik cenneti)" (Furkan, 25/15) "Cennetü'l-Me'vâ" (Necm, 53/15). O halde, cen­netlerin hepsi de, Adn cennetleridir.

Yine müminler için, cennetlerden daha büyük daha yüce olan Allah'ın rı­zası vardır. Bu, manevî mutluluğun bedenî saadetten daha mükemmel, daha şerefli olduğuna kesin delildir. İmam Malik ile Buhari ve Müslim'in Ebu Said el-Hudrî vasıtasıyla rivayet ettiği şu hadisi de bunu destekler: Allahü Teâlâ, cennet halkına seslenir: "Ey cennet halkı!". Cennet halkı: "Buyur Rabbimiz, buyur! Hayır sendendir" der. Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Razı oldunuz mu?" Cennet halkı sorar: "Niye razı olmayalım, ey Rabbimiz! Mahlûkatmdan hiç kimseye vermediğini bize verdin..." Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Size, bundan daha üstününü vereyim mi?" Cennet halkı sorar: "Bundan daha üstün ne var, ya Rabbi?" Allahü Teâlâ şöyle buyurur: "Size rızamı indiriyorum. Ondan sonra size, asla kızmayacağım"

Şöyle de denilmiştir: Rıza, kıyamet gününde Allah'ı görmektir. Nitekim, Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "İhsanda bulunanlara daha güzel ve bir de fazlası vardır" (Yunus, 20/26).

Cenab-ı Hak, bu üç şeyi (cennetler, Adn cennetlerinde hoş meskenler, Al­lah'ın en büyük rızası) zikrettikten sonra: "İşte bu, en büyük saadetin tâ kendisi­dir" buyurdu. Yani, Allah'ın bu vaadi, yahut rızası veya her ikisi (bedenî ve ruhî saadet) yegane büyük kurtuluştur. Aksine insanların kurtuluş zannettiği ve münafıklarla kâfirlerin daima ihtirasla istediği fani dünya nimetleri değildir. [58]



Kafir Ve Münafıklarla Cihad Ve Bunun Sebepleri


73- Ey peygamber! Kâfirlerle ve müna­fıklarla cihad et ve onlara karşı sert ol. Onların yerleri cehennemdir. O, ne çir­kin bir dönüş yeridir.

74- Söylemediklerine dair Allah'a ye­min ederler. Şüphesiz o küfür kelime­sini söylemişlerdir. Onlar, müslüman-lıklarını ilan ettikten sonra kâfir oldu­lar ve ulaşamadıkları bir şeye yelten­diler. Halbuki intikam almaya kalkış­maları için, Allah ve peygamberinin, keremiyle onları zenginleştirmiş olma­sından başka bir sebep de yoktu. Eğer tevbe ederlerse, onlar için hayırlı olur. Eğer (imandan) yüz çevirirlerse, Allah onları, dünyada da (öldürülmekte) ahi-rette de pek acıklı bir azapla azaplan-dırır. Onlar için yeryüzünde bir veli ve bir yardımcı yoktur.



Açıklaması


Cihad üç çeşittir: Açık düşmanla cihad, şeytanla cihad, nefis ve hevâ, he­vesle cihad. "Ve Allah (yolun)da hakkıyla cihad edin" (Hac, 22/78); 'Ve Allah yolunda mallarınızla, canlarınızla cihad edin" (Tevbe, 9/41) ayetleriyle Ahmed b. Hanbel, Ebû Dâvud, Nesâî, İbn Hibbân ve Hakim'in Enes b. Mâlik'ten riva­yet ettiği: "Müşriklerle, mallarınızla, canlarınızla ve dillerinizle cihad edin" hadisi, üç cihâd şeklini de içine alır. Dille cihad: Delil ve burhan ileri sürmek­tir.

İbni Kesir, Emiru'l-Müminin Ali b. Ebî Talib'in şöyle dediğini rivayet eder: "Resulullah (s.a.) dört kılıçla gönderildi:

1- Müşriklerle ilgili kılıç: "O haram olan aylar çıktığı zaman, artık o müş­rikleri nerede bulursanız, öldürün" (Tevbe, 9/5).

2- Kâfirlerle ilgili kılıç: "Ken­dilerine kitap verilenlerden Allah'a ve âhiret gününe iman etmeyen, Allah'ın ve Resulünün haram kıldığını haram saymayan ve hak dinini din olarak kabul et­meyen kimselerle hakir ve zelil, kendi elleriyle cizyelerini verinceye dek savaşın" (Tevbe, 9/29).

3- Münafıklarla ilgili kılıç: "Ey peygamber! Kâfirlerle ve münafık­larla cihad et" (Tevbe, 9/73).

4- Bağilerle (isyankârlarla) ilgili kılıç: "O tecâvüz edenle Allah'ın emrine dönünceye kadar çarpışın." (Hucurat, 49/9).

Bu, münafıklık gösterdikleri zaman onlarla kılıçla cihad edileceği gereğini ifade eder. Nitekim İbni Cerir et-Taberî de bu görüşü benimser. Nifaklarını gös-termezlerse onlara, imamların ittifakıyla müslümanlara yapılan muamele ya­pılır. Ancak, dinden dönerlerse, yahut müslüman cemaata karşı kuvvet kulla­narak taşkınlık yaparlarsa veya İslâm'ın şiarı ve erkânını yerine getirmekten çekinirlerse durum değişir. İbni Abbas (r.a.): "Kâfirlerle cihad kılıçla, münafık­larla cihad dille, yani hüccet ve bürhân ileri sürmekle olur" demiştir.

Kâfir: İslâm'a inanmayan, yahut şehâdeteyni söylemeyen her kimsedir. Küfr: Allahü Teâlâ'nın nimetini örtmek ve İslâm'ı inkâr etmektir. Münafık: küfrünü örten ve onu diliyle inkâr eden kimsedir.

Ayetin mânâsı: Ey peygamber! Kâfirlerle ve münafıklarla cihad et. Onlara karşı sert ve katı davran. Onlara muhabbet gösterme ve yumuşak davranma. Bil ki, onların gideceği yer yoktur. Onların dönüp varacağı yer ne kötü bir yer­dir: "Gerçekten o, ne kötü bir karar ve ikâmet yeridir" (Furkan;, 25/66). Yani, onlar için iki azâb vardır: Cihadla dünya azabı, cehennemde de âhiret azabı.

Cihâd, gayret sarfetmekten ibarettir. Ayette, cihâdın kılıçla yahut dille, ya da başka bir yolla olacağına işaret eden bir şey yoktur. Ayet, iki fırkayla da ci­hâdın gerekli olduğuna delâlet eder. Mücahedenin nasıl olacağı keyfiyetine ge­lince, ayetin lafzı buna işaret etmez. Bu husus başka bir delilden bilinir. Bu, Razî'nin tercih ettiği sahih görüştür.

Ayetin dışındaki diğer deliller, kâfirlerle cihadın kılıçla, münafıklarla ciha­dın bazan delil ve burhan ileri sürmekle, bazan yumuşak davranmayı terkle, bazan da azarlamakla olacağına işaret etmektedir. İbni Mes'ûd, Cenâb-ı Hakk'ın: "Kâfirlerle ve münafıklarla cihad et" sözü hakkında, bunun bazan el­le (savaş silahıyla), bazan dille olacağını, bunlara gücü yetmezse, ona karşı diş­lerini gıcırdatmak, ona da gücü yetmezse, kalbiyle buğzedilmesi gerektiğini söylemiştir.

Şüphesiz Allah'ın emriyle ve peygamberin hükmüyle hüküm veren, müna­fıklara zahiren müslümanlara muamele ettiği gibi muamele eden İslâmî siyâ­set, onların çoğunun tevbe etmesine ve binlercesinin müslüman olmasına ne­den olmuştur.

Sonra Allahü Teâlâ kâfirlerle ve münafıklarla cihad sebeblerini -sözle kü­fürlerini açıklamak, Resulullah (s.a.)'e suikast teşebbüsünde bulunmak, Al­lah'ın ayetleriyle, peygamberle ve müminlerle eğlenmek gibi- anarak şöyle bu­yurdu: "Söylemediklerine dair Allah'a yemin ederler." Kur'ân münafıkların, kendilerinden rivayet olunan küfür kelimesini söylemediklerine dair Allah'a açıkça yalan yere yemin ettiklerini bildirir. Kur'ân, o küfür kelimesini, onu zik­retmekten münezzeh olduğu için ve müslümanların Kur"ân'ı okurken okuma­maları için anmamıştır.

Münafıklar -15 kişiydi- Hz. Peygamber (s.a.) Tebük'ten geri dönerken, ona suikast hazırlamak ve devesinden itip düşürmek üzere bir araya geldiler. Pey­gamberliğine ta'n ettiler, ona yalan nisbet ettiler, yapmacık peygamberlik iddi­asında bulunmakla itham ettiler. İşte, Zeccâc ve Razî'nin tercihine göre, küfür söz söylemek budur.

Müslüman olduktan sonra kâfir oldular demek, müslüman olduklarını açıkladıktan sonra küfürlerini açıkladılar, demektir.

Ulaşamadıkları bir şeye yeltenmemeleri ise, Hz. Peygamber'e Tebük'ten geri dönüşünde, Akabe'de sûikasd düzenlemektir. Sahih olan görüşe göre, onla­rın sayısı -Müslim'in rivayetinde de belirtildiği gibi- on ikidir.

Bu münafıklar İslâm'ı, dini ve Hz. Peygamber'in peygamberliğini Medi­ne'de diğer ensar gibi fakir iken Allah ve Resulü savaş ganimetleriyle zengin kıldığı için inkâr ettiler, ayıpladılar. Nitekim, Peygamber (s.a.) ensâra şöyle de­miştir: "Sizler fakirdiniz, Allah benimle sizi zengin kıldı." Medinelilerin çoğu ihtiyaç ve geçim sıkıntısı içindeydi. Resulullah(s.a.) Medine'ye gelince, gani­metlerle onları zengin etti.

Rivayete göre, Celâs b. Süveyd (Tebük'ten geri kalanlardan biri)'in kölesi öldürüldü. Resulullah (s.a.), diyetini 12 bin olarak belirledi ve böylece o, zengin oldu.

Ortada, onların zenginliğine sebep olan İslâm'dan başka ayıplayacakları hiçbir şey yoktu. Bu, zemme benzeyen bir övgüdür.

Nifaklarından ve kötü sözlerinden, kötü işlerinden tevbe ederlerse, bu on­lar için daha hayırlı ve daha uygun olur, hayra nail olurlar, Allah tevbelerini kabul eder. Bunda, onları tevbeye teşvik, ümit ve emel kapısını açmak vardır.

Eğer nifakta ısrar edip tevbeden yüz çevirirlerse, Allah onları dünya ve âhirette elem verici bir azâbla azâblandırır. Dünyadaki azâbları öldürülmeleri, çoluk çocuklarının, kadınlarının esir edilmesi, mallarının ganimet alınması, korku, üzüntü ve huzursuzluk içinde yaşamalarıdır. Nitekim Cenâb-ı Hak, on­lar hakkında şöyle buyurur: "Eğer sığınacak bir yer, yahut mağaralar veya bir delik bulsalardı, yüzlerini sür'atle o tarafa çevirirlerdi" Tevbe, 9/57); "Her gü­rültüyü aleyhlerine sanırlar" (Münafıkûn, 63/4). Ahiretteki azâblarına gelince, cehennemin en altına atılmaktır.

Dünyada onların işlerini üstlenecek, onları savunacak hiçbir dostları, on­lara yardım edip azabtan kurtaracak hiçbir yardımcıları yoktur. Çünkü mü­minler, birbirlerinin dostlarıdır. Münafıkların ise, birbirlerine dostluğu ve yar­dımı yoktur. Onlar için bir hayır sağlayacak ya da onlardan bir kötülüğü uzak­laştıracak hiç kimse yoktur. [59]



Münafıkların Yalanları


75- İçlerinden kimi de Allah'a şöyle ah­detmişti: "Eğer bize kereminden verir­se, andolsun ki sadaka vereceğiz ve muhakkak salihlerinden olacağız."

76- Allah kendilerine kereminden ve­rince de cimrilik edip yüz çevirdiler. Onlar öyle dönektirler.

77- Nihayet Allah'a vaad ettiklerini tut­madıkları, yalan söyleyegeldikleri için, O da akibetini kalblerinde, kendisinin huzuruna çıkacakları güne kadar bir nifak yaptı.

78- Bilmezler mi ki Allah, şüphesiz on­ların sırlarını da, fısıltılarını da biliyor ve muhakkak Allah, gaybları çok iyi bilendir.



Açıklaması


Münafıklardan bazıları, eğer Allah kendilerini fazlından zengin ederse, ze­kât verip sıla-i rahim ve cihad gibi Allah rızası yolunda mallarını harcayan sa­lihlerden olacakları konusunda Allah'a ve Peygamberine söz vermişlerdi. "El­bette sadaka vereceğiz" sözü, vacip olan zekâtın verilmesine, "Elbette salihler­den olacağız" sözü de, mutlak mânâda verilmesi gerekli her türlü malı verme­ye işarettir.

Allah onları rızıklandırıp istediklerini fazlından verdiği zaman, söyledikle­rini yerine getirmediler. Mallarında cimrilik gösterdiler. Zekât olarak hiçbir şey vermediler, ümmetin yararına hiçbir harcamada bulunmadılar. Aksine, kendilerine verilen her türlü kudretle sözlerini yerine getirmekten ve Allah'a tâatten geri durdular, münafıklığın ruhlarına kök salması sebebiyle, infaktan ve İslâm'dan kesinlikle yüz çevirdiler.

Zekât verme ve hayır yolunda sarfetme hususunda cimrilik gösterdiler, İs­lâm'dan yüz çevirdiler. Bu, Allahü Teâlâ'nm onları üç vasıfla vasıflandırdığına işaret eder: Birincisi; cimriliktir ki, bu hakkı vermemekten ibarettir. İkincisi, verdiği sözden yüz çevirmektir. Üçüncüsü ise Allah'ın tekliflerinden ve emirle­rinden yüz çevirmektir.

Allahü Teâlâ, onların işlerinin âkibetini kalblerinde nifak haline getirdi. Nifaklarını artırdı. Denilmiştir ki, o cimrilik onlara münafıklık getirmiştir. Bu­nun için: "O hususta cimrilik gösterdiler" buyurulmuştur. Fakat birinci görüş, daha sahihtir. Çünkü cimrilik, normal halde insanı münafıklığa götürmez. Fa­kat birçok fâsıkta cimrilik vardır. Çünkü "O'na kavuşacaklar" cümlesindeki za­mir, Allahü Teâlâ'ya gider.

Bu nifak, onların kalblerinde, âhiretteki hesap gününe kadar sabit olarak kaldı. Bu, onların münafık olarak öldüklerinin delilidir.

Bu, ayetin Bedir Savaşı'na katılan Salebe veya Hâtıb hakkında inmediği­nin bir başka delilidir. Çünkü Peygamber (s.a.), Hz. Ömer'e: "Ne biliyorsun, Al­lah Ehl-i Bedrin haline elbette muttali. Onun için istediğinizi yapın, size bağış­ladım, buyurdu" demiştir. Sa'lebe ve Hâtıb da, Bedir Savaşına katılanlardandır.

Sonra Allahü Teâlâ, nifak üzere ölmenin iki sebebi olan sözünden dönmek ve yalan söylemeyi zikrederek: "Allah'a vaad ettiklerini tutmadıkları, yalan söy-leyegeldikleri için" buyurdu. Yani, onlardan nifakın ayrılmaması, Allah'a verdikleri, zekât verme ve iyi yolda harcama sözünden dönmeleri ve yalancı olmaları: Ahidlerini bozmaları, taahhüd ettikleri şeye vefa göstermeyi terketmeleridir.

Allahü Teâlâ, vaadlerinden caymaları ve yalan söylemeleri sebebiyle, ölün­ceye kadar onların kalblerinden nifakı ayırmadı. Sözünden caymak ve yalan söy­lemek ise, münafıkların en önemli sıfatlarmdandır. Nitekim, Sahihayn'da, Resulullah (s.a.)'in şöyle buyurduğu nakledilir: "Münafıklığın alâmeti üçtür: Ko­nuştuğu zaman yalan söyler, söz verdiği zaman sözünden cayar, kendisine bir şey emanet edildiği zaman hıyanet eder." Buhârî, Peygamber (s.a.)'in şöyle bu­yurduğunu tahric eder: "Dört haslet vardır ki, kimde bulunursa, onu bırakıncaya kadar, onda nifaktan bir haslet bulunmuş olur: Kendisine bir şey emanet edildiği zaman hıyanet eder, konuştuğu zaman yalan söyler, söz verdiği zaman sözünde durmaz, biriyle münazaa ve mücadele ettiği zaman haktan vazgeçip yan çizer."

Sonra Allahü Teâlâ münafıkları, kusurlarını, ayıplarını dile getirip azarla­yarak: "Bilmezler mi ki Allah, şüphesiz onların sırlarını da, fısıltılarını da bili­yor" buyuruyor. Yani bu münafıklar, Allah'ın gizliyi, gizlinin gizlisini, gizledik­leri sözlerini, fısıldaştıklannı. yahut aralarında konuştukları dine ta'n edişleri­ni bildiğini, kalblerini çok iyi tanıdığını, onlar mallarından zekat vereceklerini söyleyeseler bile, Allah'ın onlan kendilerinden daha iyi bildiğini, O'nun gayble-ri bilen olduğunu, görünen görünmeyen, gizli açık her şeyi bildiğini, hain gözle­ri ve kalblerin gizlediğini, gizledikleri nifakı, vaadlerinden cayma kararlarını îiildiğini bilmiyorlar mı? O halde ahidlerinde Allah'a ve O'nun ismiyle O'na yaptıkları yeminlerde insanlara karşı nasıl yalan söylüyorlar. [60]



Münafıkların Bağışlanmaması


79- Müminlerden bağışlarda bulunan­larla, güçlerinin yetebildiğinden baş­kasını bulamayanlarla eğlenirler. Al­lah onları maskaraya çevirmiştir. On­lar için pek acıklı bir azap vardır.

80- Onlar için ister istiğfar et, ister is­tiğfar etme. Eğer onlar için yetmiş de­fa istiğfar etsen de, yine Allah onları katiyyen mağfiret edecek değildir. Bu­nun sebebi, Allah'ı ve Resulünü (inkâr ile) kâfir olmalarıdır. Allah ise, fâsıklar topluluğuna hidayet vermez.



Açıklaması


Her ümmet içindeki münafıkların durumu tuhaftır. Onların işi, gayretleri öldürmek, değerleri yıkmaktır. Yapılan iş, sırf hayır da olsa, onların eleştirisin­den hiç kimse kurtulamaz. Nafile olarak sadaka verenleri ayıplarlar. Sadaka verenler Abdurrahman b. Avf ve Osman b. Affan gibi ister zengin olup çok sa­daka versinler, isterse fakir olup az versinler, alay ederler. Bunlar, her ne ka­dar nafile sadaka verenlere dahil ise de, onların bunlarla alay etmesi daha çok ve daha kuvvetli olduğu için zikrolundu.

Fakat Allahü Teâlâ da onlarla alay etti: Alaylarına karşılık onları, günah­ları kadar cezalandırdı. Cehenneme gittiler. Cenâb-ı Hakk'm: "Allah da, onlar­la alay etti." sözü, onların kötü amellerine ve müminlerle alay etmelerine kar­şılık kabilindendir: Çünkü ceza, yapılan iş cinsindendir. Onlara, müminlerin dünyada intikamlarını almak için, alay ettikleri kimselerin muamelesini yaptı.

Münafıklara âhirette de acıklı, şiddetli bir azap hazırladı. Çünkü ceza, ya­pılan iş cinsindendir.

Sonra Allahü Teâlâ, onların kâfirler gibi, istiğfara lâyık olmadıklarını, on­lara dua etmenin fayda vermeyeceğini, onlar için Peygamber(s.a) bile istiğfar etse, günahlarını affedip örtmeyeceğini, rezil rüsvaylıklannı açıklamayı terket-meyeceğini açıklamıştır. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın şu ayetinin benzeridir: "Onlar için mağfiret dilesen de, dilemesen de haklarında birdir. Allah onlara asla mağ­firet etmez" (Münafıkûn, 63/6).

Burada 701e, muayyen bir sayı kasdolunmamaktadır. Daha fazla da olabi­lir. Arap üslûbuna göre, burada mübalağa söz konusudur.

Peygamber (s.a.), ümmetine merhametini açıklamak ve onların kendisin­den mağfiret talebleri üzerine Allah'dan onların hidayetini ve bağışlanmasını istiyordu. Nitekim kendisine eziyetlerinin her artışında, müşrikler için de duâ ediyor, İbni Mâce'nin rivayet ettiği gibi: "Allah'ım kavmime mağfiret buyur, çünkü onlar bilmiyorlar" diyordu. Fakat Allahü Teâlâ, onu bu şekilde duadan men etti.

Peygamber (s.a.)'in, istiğfar etmesindeki özrü: Onların dalâlet üzere yara­tılmış olduklarını bilmediği için, imanlarından ümit kesmemiş olmasıdır. Ya­saklanan istiğfar, bildiği halde istiğfar etmektir. Nitekim Cenâb-ı Hak da şöyle buyurur; "Müşriklerin çılgın ateşin ashabından oldukları açıkça ortaya çıktık­tan sonra, akraba dahi olsalar, onlar için peygamberin de, müminlerin de mağ­firet dilemeleri doğru değildir" (Tevbe, 9/113).

Allahü Teâlâ burada, onlar için istiğfar ve dua etmenin kabul edilmeme sebebini şu sözüyle açıklamaktadır: "Bunun sebebi, Allah'ı ve Resulünü (inkâr ile) kâfir olmalarıdır. " Yani, onlar Allah'ı ve Resulünü inkâr ettiler, Allah'ın varlığını kabul etmediler. Peygamber (s.a.)'in peygamberliğine inanmadılar, in­kâr ve redde ısrar ettiler. Kalbleri hayır ve nuru kabule hazır hale gelmedi. Al­lah'ın sünneti de, küfürde ısrar eden, Allah'a itâattan dışarı çıkan, iman ve tevbeyi kabul istidadını kaybeden kimseleri hayra muvaffak buyurmamaktır. Onların mağfiretinden ümidi kesmek ve onlara istiğfarın kabul edilmemesi, Al­lah'ın cimriliğinden ve Peygamberdeki kusurdan dolayı değil, onların mağfire­te engel olan küfürleri sebebiyle, buna kabiliyetsizliklerinden dolayıdır. [61]



Tebuk Gazvesinde Cihad'dan Geri Kalan Münafıkların Sevinmeleri


81-Allah'ın Resulüne muhalefet için (cihada gitmeyerek) geri kalıp oturan- lar sevindiler. Allah yolunda mallarıy- la> canlarıyla cihad etmeyi çirkin gör- düler ve: "Bu sıcakta savaşa çıkmayın" dediler. De ki: "Cehennem ateşi daha sıcaktır". İyice bilmiş olsalardı.

82" Artık onlar kazanmakta oldukları- nın cezası olarak (dünyada) az gülüp (ahirette) çok ağlasınlar.



Açıklaması


Bu ayetler, Tebük Gazvesinde savaşa katılmaktan geri kalan münafıkları açıkça zemmetmekte ve onların âhiretteki kötü akibetlerini haber vermektedir. Tebük seferi sırasında nazil olmuşlardır.

Mânâ şöyledir: Resulullah (s.a.) Tebük Gazvesine çıkarken kendilerini bı­rakınca, evlerinde kaldıkları için, o Medine'de bırakılan münafıklar sevindiler. Onların sevinmelerinin sebebi, cihadda hayır olduğuna inanmamaları, malları ve canlarıyla Allah yolunda, Peygamber (s.a.)'le birlikte cihad etmek istememe­leridir. Oturmakla sevinmek, gitmek istememeye işaret eder. Ancak Allahü Teâlâ, pekiştirmek için, onu tekrarladı.

Kısacası onlar, geri kalma sebebiyle sevindiler, cihada gitmek istemediler.

Mesele, sadece kendilerinin sevinmesiyle kalmadı. Başkalarını da gitme­meye teşvik ettiler ve birbirlerine cihada çıkmayın, dediler. Çünkü, Tebük Gaz­vesi çok sıcak bir zamanda, meyvelerin olgunlaştığı ve gölgelerin arandığı bir zamanda olmuştu.

Allahü Teâlâ onlara: "De ki: "Cehennem ateşi daha sıcaktır" sözüyle cevap verdi. Yani, asiler için hazırlanan ve sizin de muhalefetiniz sebebiyle gideceği­niz Cehennem ateşi, kaçtığınız sıcaktan daha sıcaktır. Bunu düşünebilseler, bundan ibret alabilseler, elbette muhalefet etmezler ve oturup kalmaz, buna sevinmezlerdi. Nitekim İmam Mâlik ve Şeyhayn'ın Ebû Hüreyre'den rivayet et­tiği hadis-i şerifte, Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur. "Siz insan oğullarının yaktığı ateş, cehennem ateşinin 70 parçasından bir parçadır."

Sonra Allahü Teâlâ, onların işlerinin sonucunu haber vererek: "Onlar, az gülüp çok ağlasınlar" buyurmuştur. Yani, onlar için evla olan, az gülüp az se­vinmeleri ve çok ağlamalarıdır. Bu, emir şeklinde gelmemekle beraber, onların halinden haber vermektedir. Tehdit ve işledikleri günahlarla nifakın cezasını beklemeleri kasdolunmaktadır. Buharî ve Müslim'de Nu'mân b. Beşir'den rivayet edilen hadiste, Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Kıyamet gününde, cehennem ehlinden en hafif azab gören kimsenin cehennem ateşinden iki pabu­cu ve iki pabuç kayışı olur ki, bunların tesiriyle onun beyni bakır tencere gibi kaynar. O cehennemlikler içinde, kendinden şiddetli azap gören yok sanır. Hal­buki kendisi en hafif azap görendir..." [62]



Münafıklarla Cihada Çıkmanın Ve Ölülerinin Namazını Kılmanın Yasaklanması, Mal Ve Çocuklarla Aldanmaktan Sakındırma


83- Eğer Allah seni onlardan bir züm­renin (münafıkların) yanına döndürür de çıkmak için senden izin isterlerse

de ki: "Siz, ebediyen benimle beraber asla çıkamazsınız ve benimle beraber hiçbir düşmanla savaşmazsınız. Çünkü siz ilk defa oturmaya razı oldunuz. Ar­tık siz geri kalanlar(kadın ve çocuk­larla beraber oturun."

84- Onlardan ölen hiçbir kimsenin na­mazını kılma. Kabrinin başında da durma. Çünkü onlar Allah ve Resulü­nü inkâr ile kâfir oldular ve onlar fâ-sıklar (kâfirler) olarak öldüler.

85- Onların ne malları, ne çocukları se­ni imrendirmesin. Allah, onları dünya­da bunlarla azaba çarptırmayı ve can­larının kâfir oldukları halde, güçlükle çıkmasını ister.



Açıklaması


Allahü Teâlâ Peygamberine, eğer Allah seni bu Tebük Gazvesi seferinden, sefere çıkmayıp geri kalan münafıklar zümresine -Katâde'nin söylediğine göre bunlar 12 erkekti- geri döndürür de, seninle beraber bir başka gazveye çıkmak için senden izin isterlerse, onlara bir ceza ve azarlama olarak: Hiçbir şekilde benimle çıkmayacaksınız ve ne şekilde olursa olsun benimle asla bir düşmanla savaşmayacaksınız, de buyuruyor.

Cenâb-ı Hak: "Çünkü siz ilk defa oturmaya razı oldunuz" sözüyle, bu ya­saklamanın sebebini açıklıyor. Yani siz, ilk seferinde benden geri durmayı ter­cih ettiniz. Mazeretsiz geri kaldınız, yalan yere yeminler ettiniz, evlerinizde oturmakla sevindiniz. Hatta cihada gitmeyip geri kalmayı teşvik ettiniz. Artık, İbni Abbas'ın dediği gibi, cihada gitmeyip geri kalan münafık erkeklerle birlik­te, yahut Hasan el-Basrî'nin dediği gibi kadın, çocuk ve ihtiyarlarla birlikte ebediyen oturun. İbni Cerir'e göre, Hasan el-Basrî'nin görüşü doğru olamaz; kadınlarla ilgili kelimenin çoğulu (ayette el-Hâlifîn diye geçer), "ye" ve "nün" ile olmaz. Eğer kadınlar murad olunsaydı, "Havâlif" yahut "Hâlifât" denirdi. Denilmiştir ki, mânâ "fâsidlerle birlikte oturur" şeklindedir. Bu da, savaşı ter-ketmeyi teşvik eden kimsenin gazalara katılmasının caiz olmadığına işaret eder. Cenâb-ı Hakk'm "ilk defa" sözü Tebük Gazvesine ilk çıkışı ifade eder.

Her halükârda, ayet onları Peygamber (s.a.)'le asla arkadaşlık yapmama­ları şeklinde cezalandırmayı emrediyor. Bu, Fetih sûresinde şu ayette de ifâde­sini bulur: "Sen de ki: "Sizler bizim peşimizden gelemezsiniz" (Fetih, 48/15).

Sonra Allahü Teâlâ, Peygamberine (s.a.), münafıklardan uzaklaşmasını, onlardan biri öldüğü zaman namazını kılmamasını, ona dua ve istiğfar etmek için, kabrinin başında durmamasını -çünkü onlar, Allah'ı ve peygamberini in­kâr etmişler ve bu hal üzere ölmüşlerdir- emretti. Bu, kâfirlerin namazını kıl­manın yasak olduğunu ifâde eden bir nastır. Bu, her ne kadar ayetin iniş sebe­bi münafıkların başı Abdullah b. Übeyy İbni Selûl olsa da, münafıklığı bilinen her kişi hakkında geneldir. Ayetin mânâsı şöyle olur: Ey Peygamber! Münafık­lardan gelecekte ölecek hiç kimsenin namazını kılma. Defnolunurken, yahut zi­yaret için ona duâ etmek ve istiğfarda bulunmak maksadıyla kabrinde bulun­ma. "Kabir"le onu defnetmek de kasdolunabilir. O zaman mânâ: Onu defnetme­yi üstüne alma, demek olur.

Sonra Allahü Teâlâ, münafığın namazını kılmama ve dua için kabrinde bulunmama sebebini açıklıyor: "Çünkü onlar, Allah ve Rasûlünü inkâr ile kâfir oldular." Yani onlar, Allah'ın varlığını ve birliğini inkâr ettikleri gibi, Peygamberini de inkâr ettiler. Çünkü ölü için namaz kılmak onun için şefaat istemek, kabrinde bulunmak, ölüye hürmet göstermek ve ikramda bulunmaktır. Halbu­ki kâfir, hürmet ve ikrama lâyık değildir.

"Fâsıklar olarak öldüler": Onlar, İslâm dininden çıkmış, hükümlerine is­yan etmiş, hadlerini, emirlerini ve nehiylerini tecavüz etmiş kimseler olarak öl­düler.

Sonra Allahü Teâlâ Rasûlünü, münafıkların bazı zahirî hallerini beğen­mekten nehyetti: "Onların ne malları, ne çocukları seni imrendirmesin." Onla­ra verdiğimiz mal, çoluk çocuk nimetlerine imrenme. Allah, onlara hayır mu-râd etmiyor. Dünyada, birtakım musibetlerle onlara işkence etmek ve işlerinin akibetini düşünemeden küfür üzere ruhlarının çıkmasını murad ediyor.

Bu ayetin benzeri, bu sûrede bazı lafız değişiklikleriyle geçti.[63] Tekrarda­ki amaç pekiştirmek ve mallarla çoluk çocukla meşgul olup kalmaktan sakın-dırmaktır. Çünkü nefisler genellikle onlarla meşgul olur ve daha iyi olan âhi-retle meşgul olmaktan geri kalır. Bu, mallara ve çoluk çocuğa aldanmaktan açıkça nehyi ve korkutmayı ifade etmektedir. [64]



Münafıkların Önde Gelenlerinin Cihada Gitmeyip Geri Kalmak İçin İzin İstemeleri


86- "Allah'a iman edin, Resulü ile birlikte cihad edin" diye bir sûre indirildiği zaman, içlerinden servet sahibi olanlar (cihada kudreti yetenler) sen­den izin istediler ve: "Bizi bırak da oturanlarla (cihaddan geri kalanlarla) birlikte olalım" dediler.

87- Onlar, geri duranlarla birlikte ol­maya razı oldular. Kalblerine de mü­hür vuruldu. Onlar iyice anlamazlar.

88- Fakat o peygamber ve onunla bir­likte olan müminler mallarıyla ve can­larıyla cihad ettiler. İşte onlar için ha­yırlar vardır. Onlar kurtuluşa erenle­rin tâ kendileridir.

89- Allah onlar için, altından nehirler akan cennetler hazırlamıştır. Orada ebediyyen kalıcıdırlar. İşte en büyük kurtuluş budur.



Açıklaması


Allahü Teâlâ bu ayetlerde, bir grubu kınıyor, başka bir grubu da övüyor. Kudretleri, servet ve zenginlikleri olduğu halde, cihaddan geri kalan ve gitme­mek için Hz. Peygamberden izin isteyenleri kınıyor. Ne zaman, içinde imanı emreden ve Resulullah (s.a.)'la birlikte cihada davette bulunan bir sûre -sûre­den amaç, ya tamamı veya bir kısmıdır. Nitekim, Kur"ân ve kitap kelimeleri de hepsi veya bir kısmı için kullanılır- indirilse mal ve canla cihada gücü yeten­ler, servet sahibi ve zengin olanlar cihada gitmemek için: "Bizi evlerinde otu­ran, kadınlarla, çocuklarla, ihtiyar ve zayıflarla birlikte bırak" diyerek senden izin isterler. Allahü Teâlâ'nın: "İman edin..." sözü, müminlerden imanlarını de­vam ettirmelerini, münafıklardan yeniden iman etmelerini isteyen bir emirdir. Şu ayet de bunun benzeridir: "îman edenler der ki: "Bir sûre indirilmeli değil miydi1?" Muhkem bir sûre indirilip içinde kıtal zikrolununca, kalblerinde hasta­lık bulunanların, üzerlerine ölüm öaygınZığı gelmiş gibi sana baktıklarını gö­rürsün. O, onlara yakın ola!" (Muhammed, 47/20).

Bu, münafıkların korkutma, zillet ve rüsvaylıklarma bir delildir. Özellikle "servet sahipleri" diye zikredilmesinde iki fayda vardır: Birincisi, sefere ve ci­hada güçleri yettiği halde çıkmadıkları için, onlar daha çok kınanmaya lâyık­tır. İkincisi, sefer için malı ve kudreti olmayan kimsenin izin almasına gerek yoktur. Çünkü o. özür sahibidir.

Bunlar kendilerinin, cihada çıkmayıp geriye kalan kadınlarla birlikte ol­malarına razı oldular Bunda, onların erkeklerine yönelik bir kınama ve küçümseme vardır ve onları kadınlara benzetmektir.

Bunun sebebi, cıhaddan ve Peygamberle birlikte Allah yolunda çıkmaktan geri kalmaları. ılım ve hidayet nurunu kabul etmemeleri, bu yüzden Allah'ın kalblerini mühurlemesıdır. Yararlarına olanı anlayıp da yapmadılar, zararları­na olandan da kaçınmadılar, Allah'ın cihad emrindeki hikmetinin sırlarını kav­ramadılar.

Sonra Allahü Teâlâ, onların durumlarını müminlerin durumlarıyla karşı­laştırdı. Onlara övgüsünü ve âhiretteki durumlarını açıkladı: "Fakat o peygam­ber ve onunla birlikte olan müminler mallarıyla ve canlarıyla cihad ettiler. İşte onlar için hayırla- vardır Onlar kurtuluşa erenlerin tâ kendileridir." Münafık­ların aksine onlar. :rir_v3 ve âhiret saadetine nail olacaklardır.

Cenâb-ı Haki :r_ 'Or'.z'- için cennetler hazırladı" sözü, ya ayette geçen "hayrat" (hayıriar ve "fe.ir/ kurtuluş) kelimelerini tefsirdir, ya da hayrat ve felah; izzet, kerime*, zafer ve servet gibi dünya menfaatlarıdır. "Cennetler" de. âhiret sevabı ve yuks-ek derecedir. [65]



Bedevilerin Münafıklığı Ve Cihad'a Gitmemek İçin İzin İstemeleri


®^~ Bedevilerden özür beyan edenler, kendilerine izin verilsin diye geldiler. Allah'a ve Resulüne yalan söyleyenler de oturup kaldılar. İçlerinden kâfir olanlara pek acıklı bir azab çarpacak­tır.



Açıklaması


Bedeviler, Tebük Gazvesine gitmemek için Peygamber (s.a.)'den izin iste­mek üzere geldiler. Resulullah (s.a.) onlara: "Allah bana, sizin durumunuzu haber verdi. Allah beni size muhtaç etmeyecek" buyurdu.

İman iddiasında, Allah'a ve Resulüne yalan söyleyenler, cihaddan geri kal­dı. Onlar, gelen ve özür beyan etmeyen bedevi münafıklardır. Bununla, onların yalan söyledikleri ortaya çıktı.

Sonra Allah, onları azabla tehdit etti ve şöyle dedi: Onlardan kâfir olanla­ra, dünyada öldürülmek suretiyle, ahirette de ateşle, elem verici bir azap gele­cek. Çünkü birinciler, haksız yere özür dilediler, diğerleri de Allah ve Resulüne yalan söyleyerek savaştan ve özür dilemekten geri durdular. Ayet, iki bölümüy­le de bâtıl yolla özür dileyen, dilemeyen ve cihaddan geri kalan, kendilerine dünyada öldürülme, ahirette ateşle ceza verilecek bedevi münafıklar hakkında­dır.

"Onlardan" sözü, ba'ziyet için olup bir kısmına delâlet eder; çünkü Allahü Teâlâ, onlardan bir kısmının, iman edip bu cezadan kurtulacağını biliyordu.

Müfessirlerden bazılarına göre birinci kısım, gerçekten mazereti olan kim­seler olup bunlar Medine çevresindeki küçük arap kabileleri yahut Resulullah(s.a.)'a gelip zayıflıklarını ve güçsüzlüklerini ileri sürerek özür dile­yen Esed ve Gatafanlılardır. Delilleri şudur: Cenâb-ı Hak onları zikrettikten sonra: "Allah ve Resulüne yalan söyleyenler de oturup kaldılar" buyurdu, böy­lece onları, yalan söyleyenlerden ayırdı. Bu onların yalan söylemediklerine işa­ret etmektedir. İbni Kesir, bu görüşü benimsemiştir. Razî ve Zemahşerî ise, sö­zün gelişine bakarak birinci görüşü benimsemişlerdir. Çünkü onlar, kendileri­ne izin verilmesi için geldiler. Eğer gerçekten özürlü olsalardı, izin istemeye ih­tiyaç duymazlardı. [66]



Cihad Etmemek İçin Geçerli Özürleri Olanlar


91- Allah'a ve Resulüne karşı samimi olmak şartıyla zayıflara, hastalara, harcayacak bir şey bulamayanlara bir

günah yoktur. İyilik edenlere karşı bir yol yoktur. Allah gafurdur, rahimdir.

92- Bir de sana, kendilerine binecek te­min etmen için gelenlere: "Size bir bi­nek bulamıyorum" dediğin kimselere de yoktur.Onlar harcayacak bir şey bulamadıklarından gözleri yaş döke döke döndüler.



Açıklaması


Allahü Teâlâ, savaşa gitmemeyi makul gösterecek özürleri açıklamış, özürleri kabule şayan görülenlerden üç sınıfı belirtmiştir: Zayıflar, hastalar, fa­kirler.

Zayıflar, hastalara ve cihada harcayacak malı olmayan âciz fakirlere, Al­lah'a samimiyetle inandıkları, gizlide ve açıkta Hz. Peygamber(s.a)'e itaat et­tikleri, hakkı tanıdıkları, dostlarını sevip düşmanlarına buğz ettikleri zaman cihada çıkmamakta herhangi bir günah, suç ve azar yoktur. Ümmete düşen gö­rev, ümmetin sırrını saklamak, iyiliğe teşvik etmek, insanları savaşa gitmek­ten alıkoymamak, maksatlı yalan propagandaları önlemektir. Müslim, Temim ed-Dârî'den, Resulullah (s.a.)'in şöyle buyurduğunu rivayet eder. "Din nasihat­tir" Bunun üzerine Resulullah'a sordular: "Kimin için nasihattir ya Resulullah?" Resulullah: "Allah için, kitabı için, peygamberi için, müslümanla-rın imamları için, bütün müslümanlar için..." buyurdu.

Allah ve Resulü için nasihat: İhlâsla, onlara inanmak ve itaat etmek, on­lar için sevmek, onlar için buğzetmek. Allah'ın kitabı için nasihat: Onu koru­mak, manalarını düşünmek, hükümleriyle amel etmek. Müslümanların imamlan için nasihat: Onlara destek olmak, onlara karşı çıkmamak, hata ederlerse onları aydınlatmak. Müslüman halka nasihat: Onlara doğru yolu göstermek, onları kuvvetlendirmeye çalışmak.

Zayıflar: Savaşmaya gücü olmayan herkes. İhtiyarlar, âcizler, kadınlar, ço­cuklar gibi.

Hastalar: Kendilerine kronik yahut geçici bir hastalık arız olduğu için cihad yapamaz durumda olanlar: Kötürümler, körler, topallar, hummalılar gibi.

Fakirler: Cihad esnasında kendilerine ve çoluk çocuklarına harcayacak nafaka bulamayanlar.

"İyilik edenlere bir yol yoktur." Yani, cihaddan geri kalmaları sebebiyle, onlar için hesaba çekme, günah ve azarlama yoktur.

Bu, iyilik işleyen herkesi içine alan genel bir nastır. Şeriatta geçerli bir asıl­dır. Aslolan. gibi beraat (suçtan uzak olmak)tır. Nefis hakkında aslolan öldür­menin haranı olması, malda aslolan, sabit bir delil olmadan malı almanın haram olması; aslolamn. istenen her teklifin müstakil bir delille sabit olmasıdır.

Bu özür dileyenler, serî özürleri devam ettikçe Allah ve Resulü için davra­nışları sürdükçe, amellerini ihlâsla yaptıkları müddetçe onlara azarlama, ser­zeniş yoktur.

Allah çok bağışlayıcıdır. Onları ve benzerlerini bağışlar. Onlara merhamet edicidir. Güç yetiremeyecekleri şeyleri onlara yüklemez. Asi ve münafıklara ge­lince, Allah onları, tevbe edip isyandan ve günaha düşmelerine sebep olan ni­faktan vazgeçerlerse bağışlar.

Yine, kendini savaşa hazırlayan, fakat fakirliği sebebiyle cihadda kendine ve çoluk çocuğuna harcayacak nafaka yahut bir binek bulamayan kimselere de -özellikle onlar, ensardan ağlayıcılar denen kimseler, yahut Peygamber (s.a.)'e gelip kendilerine binit temin etmesini, yahut kendilerine savaşmak için yiye­cek, su, para verirse çıkacaklarını söyleyen, fakat Hz. Peygamber onlara binek temin edemeyeceğini söyleyince oradan, cihada katılmak şerefini kaçırdıkları için ağlayarak ayrılanlardır - herhangi bir günah yoktur.

"Onları seıketmen için..." sözü, eski ve yeni nakil, savaş vasıtalarının hep­sini içine alır. İbni Abbas: "Ondan, kendilerini, hayvanlar üzerinde sevketmesi-ni istediler" demiştir.

Muhammed b. İshâk, Tebûk Gazvesinden bahsederken şöyle der: Sonra, yedi müslüman erkek, Resulullah (s.a.)'e ağlayarak geldiler. Onlar ensardan ve Amr b. Avf oğullarından yedi kişiydi: Salim b. Umeyr, Harise Oğullarının kar-" deşi Ali b. Zeyd, Mazin b. Neccâr Oğullarının kardeşi Ebû Leyla Abdurrahman b. KaT), Seleme Oğullarının kardeşi Amr b. Hammâm b. Cemûh, Abdullah b. Muğaffal el-Müzeni... Bazıları onların, Abdullah b. Amr el-Müzenî, Vâkıf Oğul­larının kardeşi Harmî b. Abdullah b. İyâd b. Sâriye el-Fezârî olduğunu söyle­miştir. Bunlar, ihtiyaç sahibi oldukları için, Resulullah'dan kendilerine binit temin etmesini istediler. O da: "Size binit temin edemem" dedi. Bunun üzerine ihtiyaçlarına, isteklerine sarfedecek şeyi bulamadıklarından üzülerek, gözleri yaşla dolu bir halde geri döndüler.

İbni Ebî Hatim, el-Basrî'nin şöyle dediğini rivayet eder: Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: Medine'de, geriye bazı kimseler bıraktınız. Sizler harcamada bulundunuz, vadiler geçtiniz, düşmandan intikam aldınız. Onlar da, size ecirde ortak oldular..." Sonra şu ayeti okudu: "Allah'a ve Resulüne karşı samimi, mü­minlere karşı gizli ve açık iyiliksever olmak şartıyla harcayacak bir şey bulama­yanlara bir günah yoktur"

Hadisin aslı Buharî ve Müslim'dedir. Enes'den rivayet olunduğuna göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Medine'de birtakım kimseler vardır. Va­diler aşıp yol aldığınızda, onlar da sizinle beraberdir." Ashâb sordu: Onlar Me­dine'deyken mi? Resulullah: "Evet, onları özürleri alıkoydu" buyurdu. Ah-med'in rivayetinde: "Onları hastalık alıkoydu" şeklindedir. [67]



Özürsüz Olarak Cihaddan Geri Kalan Zenginlerin Kınanması


93- Ancak, zengin oldukları halde (cihada katılmamak için) senden izin isteyenlerin kınanması imkânı vardır.

Bunlar (cihaddan) geri kalanlarla birlikte olmaya razı oldular. Allah da onların kalplerini mühürlemiştir. Artık on­lar bilmezler.



Açıklaması


Yüce Allah, gerçekten özür sahiplerinin kınanmasına imkân olmadığını beyan ettikten sonra kınanabilecek kimseleri zikretti. Yani iyilikte bulunanla­rın ayıplanmasına ve kınanmasına yer yoktur. Ancak cihaddan geri kalmak için izin isteyenler kınanabilir. Bunlar da cihad yolunda yiyecek, binek, silah ve benzeri malzemeyi hazırlamaya gücü yeten zenginlerdir. Elbette bunların geçerli bir mazereti olamazdı. Bunların kınanmaya lâyık olmalarının sebebi ise kendilerinin kadınlar, çocuklar, acizler, hastalar ve sakatlarla birlikte kalmaya razı olmalarıdır. Böylece düşüklüğü, basitliği ve savaştan geri kalanlar arasın­da olmayı kabul etmişlerdi. Bu ise Arapların ve diğer milletlerin geleneklerin­de rezaletin ve sefaletin en çirkin şekillerinden birisiydi. Onların bu vasıflarını iyice belirlemek ve bu kötü davranışlarından mutlaka uzaklaşmalarını temin etmek için daha önce 87. ayet-i kerimede de aynı ifade kullanılmıştı.

İşledikleri bu büyük kusur sebebiyle Yüce Allah her iki ayette buyurduğu gibi "onların kalplerini mühürlemiştir." Bu nedenle onların kalplerine hayır ulaşmaz, nur girmez. Artık onlar doğru yolu bulamazlar. Kendilerini kuşatan büyük hataları ve günahları sebebiyle cihaddaki dinî ve dünyevî faydaları bile­mezler. Artık onlar gerçek durumlarını ve kötü akıbetlerini idrak edemez ol­muşlardı. [68]



Tebûk Gazvesine Katılmayan Münafıkların Özür Dilemeleri Ve Yalan Yere Yemin Etmeleri


94- Savaştan dönüp geldiğinizde size özür beyan ederler. De ki: "Hiç özür di­lemeyin. Size kesinlikle inanmıyoruz. Çünkü Allah bize haberlerinizi bildirdi. (Bundan sonraki) amelinizi Allah da Rasulü de görecektir. Sonra gizliyi de açıgıda bilen Allah'ın huzuruna çıkarı­lacaksınız. O size yaptıklarınızı haber verecektir."

95- Onlara geldiğinizde kendilerini bı­manız için Allah'a yemin edecekler­ Onlardan yüz çevirin. Çünkü onlar

murdardır. İşledikleri günahların ceza­sı olarak varıp kalacakları yer de cehennemdir.

96- Kendilerinden razı olasınız diye si­ze yemin ederler. Siz onlardan razı ol­sanız bile, şüphesiz Allah fasıklar top­luluğundan razı olmaz.



Açıklaması


Bu ayetler Tebuk dönüşünde müminlere münafıkların durumunu haber verme amacını taşıyan bir ara cümlesi niteliğindedir.

Ey müminler! Onlar, hatalı davranışları ve özürsüz olarak savaştan geri kalmaları sebebiyle Tebuk Gazvesi'nden dönüp geldiğiniz zaman size bir takım özürler beyan edecekler.

Ey Peygamber! Onlara de ki: Yalan mazeretlerle özür beyan etmeyin. Çün­kü biz kesinlikle sizi tasdik etmeyeceğiz.

Sizi tasdik etmememizin sebebi ise Allah Tealâ'nın Peygamberine gönder­diği vahiy ile sizin bazı haberlerinizi ve davranışlarınızı bize bildirmiş olması­dır. Bu da gönüllerinizdeki şerre, fesatlık ve gerçeklere karşı çıkmaktır. Allah da Rasulü de bundan sonraki amellerinizi görecektir. Siz gelecekte münafıklık üzerinde ısrar mı edeceksiniz, yoksa tevbe mi edeceksiniz? Allah bunu gayet iyi bilir. Şayet tevbe ederseniz şüphesiz Allah tevbelerinizi kabul edecek, günahla­rınızı affedecektir. Eğer içinde bulunduğunuz nifak üzerinde kalırsanız, Rasu-lullah size lâyık olduğunuz şekilde davranacaktır.

Bu ifadelerde onları tevbeye teşvik etme, tevbe etmeleri ve durumlarını ıs­lah etmeleri için mühlet verme amacı vardr.

Sonra dönüşünüz, görünen ve görünmeyen âlemi bilen Allah'adır. O sizin gizlediklerinizi de, açığa vurduklarınızı da gayet iyi bilir. Size amellerinizin hayırlısını da şerlisini de bildirir, bu amellerinizin karşılığını verir. Ancak şunu iyi bilmelisiniz ki sizin azabınız kâfirlerden daha şiddetli olacaktır. Nitekim Cenab-ı Hak "Şüphesiz münafıklar cehennemin en alt tabakasındadırlar. (Nisa, 4/145) buyurmaktadır.

"Size haber veriyor ki..." ifadesi açıkça azarlama ve amellerinin cezasını beyan etme anlamını taşımaktadır.

Bu ayetler ayrıca yalan mazeretlerden kaçınma ve sonunda özür beyan et­meye sebep olacak günahlardan uzaklaşmanın zorunluluğunu da ifade etmek­tedir. Nitekim Efendimiz (s.a.) Ziyaeddin el-Mekdisî'nin Enes (r.a.)'ten rivayet ettiği hadis-i şeriflerinde, "Sonunda özür dileyeceğin işi başında yapmaktan sa­kın!" buyurmaktadır.

Cenab-ı Hak bundan sonra münafıkların bu mazeretlerini yalan yere ye­minle ispata yelteneceklerini haber vermektedir. "Onlar Allah'a yemin edecek­lerdir ki." Yani onlar kendilerini serbest bırakmanız için size Allah adını kulla­narak mazur olduklarına dair yemin edeceklerdir. Bu durumda onları azarla­mayın, kadınlar ve diğer özürlülerle beraber olup savaştan geri kalmaları sebe­biyle onları tenkit etmeyin.

Sadece "onlardan yüz çevirin," onları hiçe sayarcasına azarlamaya bile ge­rek duymayın. "Çünkü onlar murdardır," yani manen pistirler, gönülleri ve inançları kokuşmuşturlar. Temiz olmayı kabul etmezler. Onlardan yüz çevirmenin ve onları azarlamamanın sebebi de budur.

Dünyadaki işledikleri günah ve hatalarına karşılık olarak ahirette varıp kalacakları yer de cehennemdir. Bu ifade onların bu davranışlarının sebebini beyan etmede son cümledir. Sanki şöyle buyurmaktadır: Onlar cehennemlik pisliklerdir. Onlara dünya ve ahirette ihtar ve kınamalar fayda vermez.

Yüce Allah bundan sonra bize "Onların ettikleri yalancı yeminler kendile­riyle olan muamelelerde onlara Ehl-i İslâm gibi davranmaya devam etmeniz için sadece sizin rızanızı almak içindir" diye bildirdi.

Onlar fasıklıkları -yani Allah'a ve Rasulüne itaatten uzak kalmaları- sebe­biyle Allah'ın gazabına lâyık ve azabına müstahak oldukları takdirde siz onlar­dan razı olsanız da bu rızanızın onlara bir faydası olmaz. O halde onların bü­tün gayretleri sizi değil Allah ve Rasulünü razı etmek olmalıdır. Nitekim Ce-nab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: 'Yaptıkları günahları insanlardan gizlerler de Allah'tan gizlemezler. Halbuki Allah... onlarla beraberdir." (Nisa, 4/108).

Yine Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: " (Ey müminler!) Onların yürekle­rine oturan korkunuz Allah 'tan korkularından daha şiddetlidir. Bu da onların hakkı anlamayan bir kavim olmalarındandır." (Haşr, 59/13).

Bu ayetler aynı zamanda müminleri onlardan razı olmamaya, onların ya­lancı yeminlerine kanmamaya teşvik etmektedir. Şahit olarak Allah yeter! Mü­minlere istikamet ve doğru yolu, ihtiyatlı ve isabetli yolu öğretici olarak, her şeyi en iyi şekilde bilen Allah yeter!

Bu manaların önemine binaen burada bir defa daha tekrarlanmaktadır. Böylece bu ifadeler isterse daha önce geçen şehirlilerden, isterse burada anla­tılmak istenen bedevilerden olsun bütün münafıkların kullandıkları metodu tam manasıyla içine almış olmaktadır. [69]



Bedevi Arapların Küfre Düşmeleri, Münafık Olmaları Ve İman Etmeleri


97- Bedeviler inkâr ve ikiyüzlülük bakı­mından daha kötüdürler ve Allah'ın Peygamberine indirdiği hükümlerin sı­nırlarını tanımamaya daha müsaittir­ler. Allah her şeyi en iyi bilendir, tam bir hüküm ve hikmet sahibidir.

98- Bedevilerin bazıları vardır ki, Allah yolunda harcadığını bir ziyan sayar ve sizin başınıza belâlar gelmesini bekler. O belâlar kendi başlarına olsun! Allah her şeyi çok iyi işiten ve çok iyi bilendir.

99- Bedevilerden bir kısmı da Allah ve ahiret gününe iman eder. Harcadığını Allah katında yakın dereceler elde et­meye ve Peygamberin dualarını almaya vesile sayar. İyi biliniz ki, bu gerçekten onlar için Allah'a bir yakınlık vesilesi­dir. Allah onları rahmetine koyacaktır. Şüphesiz ki Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.



Açıklaması


Çölde oturan bedevî Arapların küfür ve ikiyüzlülükleri diğerlerinden daha kötü ve daha şiddetlidir. Onlar bu durumlarıyla Allah'ın Rasulüne indirdiği şer'i hükümlerin sınırlarını tanımamaya daha ısrarlıdırlar. Çünkü başkaların­dan daha sert tabiatlı ve daha katı kalplidirler.

İmam Ahmed, Ebu Davud, Tirmizî ve Nesai'nin İbni Abbas'tan rivayet et­tiği bir hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurur: "Kim çölde oturursa kaba olur. Kim av peşinden koşarsa gafil olur. Kim sultana (idareciye) giderse fitneye düşer."

Ebu Davud ve Beyhaki de aynı hadis-i şerifi Ebu Hureyre'den şu ilâve ile rivayet etmektedirler: "Bir kimse sultana (idareciye) ne derece yakın olursa Al­lah'tan o derece uzak kalır."

Çünkü idareciler genellikle nasihattan ve açık sözlülükten hoşlanmazlar, dolayısıyla da onlara umumiyetle gösterişçi ve dalkavuk kimseler yakın olur.

Allah bedevî olsun, şehirli olsun yarattığı insanın durumunu geniş ilmiyle gayet iyi bilendir; onlara koyduğu şeriatında, iyilere mükâfat günahkârlara ce­za verme hususunda tam bir hüküm ve hikmet sahibidir.

Bu ayetler bedevî Araplar hakkında bir kınama değildir. Sadece durumla­rını tavsif etmekte, bu duruma razı oldukları müddetçe zemme lâyık oldukları­nı beyan etmektedir.

Çölde konaklayan herkes bedevidir. Köy ve kasabalara yerleşenler ise "Arap"tır. Muhacir ve Ensar için bedevî denmez; çünkü onlar "Arap"tırlar. Pey­gamberimiz (s.a.) "Arapları sevmek imandandır" buyurmuştur.[70]

Bedevî Arapların bir kısmı mallarını gösteriş ve onları yanıltmak için müslümanlara yakınlık temin yolunda harcarlar ve bu şekildeki harcamalarını bir ziyan ve kayıp kabul ederler. Çünkü bu sebeple Allah nezdinde bir sevap beklemezler. Başınıza belâ ve musibet gelmesini beklerlerki böylece mallarını harcamaktan kurtulacaklardır. Onlar müşriklerin müminlere karşı galip olma­sını beklemektedirler. Bundan ümitlerini kesince Peygamberimiz (s.a.) ölünce İslâm sona erer zannıyla onun ölmesini beklemeye başladılar.

Rivayet edildiğine göre Esed ve Gatafan kabileleri bu şekilde hareket edi­yorlardı. Allah da onlara hitaben

"O belâlar kendi başlarınadır!". Yani bu arzulan onların başına çevrilecek­tir, kötü belâlar onlara dönecektir, buyurmuştur. Yahut bu ifade onların müslü-manlar hakkında beklediklerinin kendi başlarına gelmesi şeklinde bedduadır. Bu beddua gerçekleşmiş, kötü belâlar, felâketler onlara çevrilmişti. Mağlup, perişan, hor ve zelil olmuşlardı. Allah mallarını harcarken söylediklerini, kul­larının onlar hakkındaki beddualarını çok iyi işitendir. İçlerinde gizledikleri ni­yeti ve kimin zafere kimin de zillete daha lâyık olduğunu en iyi bilendir.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "De ki: Siz bizim için iki güzel­liğin birinden başka neyi bekleyebilirsiniz? Biz ise sizin için Allah'ın kendi nez-dinden veya bizim elimizle sizi azaba uğratmasını bekliyoruz." (Tevbe, 9/52).

Bedevi Araplar içerisinde kâfirler ve münafıklar bulunduğu gibi "Bede­vilerden bir kısmı... iman eder" ayet-i kerimesinin ifadesiyle, müminler de bu­lunmaktadır. Yani bedevî Arapların diğer bir kısmı -Cüheyne, Müzeyne kabile­leri, Eşlem ve Gıfaroğullan gibi kabileler- sahih bir şekilde iman etmişlerdi.

Mücahid diyor ki: Bunlar Müzeyne kabilesinden olan Mukarrinoğullarıdır. Bu kabile haklarında "Cihada çıkmak maksadıyla kendilerine binek vermen için sana geldiklerinde..." (Tevbe, 9/92) ayeti nazil olan kabiledir. Bunlar Allah yolunda harcadıklarını Allah nezdinde yakın dereceler elde etme vesilesi sayan ve bu şekilde Rasulullah'ın kendileri için dua etmesini arzu edenlerdir.

İyi bilinmelidir ki bu onların elde ettiği Allah'a yakınlık derecesidir. Bu ifadeler onların inancının doğruluğuna Allah tarafından yapılan bir şahitliktir; onların arzu ve temennilerinin tasdik edilmesidir.

Allah onları rahmetine -yani cennetine ve rızasına- nail kılacaktır. Bu on­ları rahmetiyle kuşatacağına dair verilen bir vaaddir. Şüphesiz Allah gerçekten çok bağışlayıcı ve çok merhamet edicidir. Amellerinde ihlâsh olanlar için mağfi­ret ve rahmeti geniştir, işledikleri günah ve kusurları örter. Onları son nefeste imanla gitmelerine sebep olacak salih ameller işlemeye muvaffak kılarak onla­ra rahmet eyler.

Bu ayetteki "rahmetle kuşatma" ifadesi şu ayet-i kerimedeki "rahmet" ifa­desinden daha beliğdir: "Rableri onları nezdinden bir rahmet, rıza ve cennetler­le müjdeler." (Tevbe, 9/21). [71]



Medine Ve Çevresindeki İnsanların Sınıfları


100- İmanda ilk dereceyi alan Muhacir­ler ve Ensar ile bunlara güzelce tabi olanlardan Allah razı olmuştur. Onlar da Allah'tan razı olmuşlardır. Allah on­lar için altlarından ırmaklar akan cen­netler hazırlamıştır. İşte bu en büyük kazançtır.

101- Çevrenizdeki bedeviler içinde mü­nafıklar olduğu gibi bizzat Medine hal­kından da birtakım münafıklar vardır. Bunlar ikiyüzlülüğe iyice alışmış kim­selerdir. Onları sen bilmezsin, biz bili­riz. Yakında onlara iki defa azap edece­ğiz. Sonra da daha büyük bir azaba uğ­ratılacaklardır.

102- Onlardan diğer bir kısmı da gü­nahlarını itiraf ettiler. Bunlar salih amelle kötü ameli birbirine karıştırdı­lar. Umulur ki, Allah onların tevbeleri-ni kabul eder. Çünkü Allah çok bağışla­yan, çok merhamet edendir.



Açıklaması


Allah, müslümanlar arasında en yüksek derecede bulunanlardan razı ol­duğunu ve bunların diğerlerinden daha üstün olduğunu bildirmektedir. Bunlar ilk müminlerdir ve üç ayrı tabakadırlar:

1- Medine'ye Hudeybiye Barışı'ndan önce hicret eden ilk muhacirler. Bun­lar hicret ve Rasulullah'a destek olma hususunda ilk sırayı alanlardır. Bunlar arasında en faziletli olanlar "Dört Raşid Halife"dir. Ardından cennetle müjde­lenmiş on kişiden geriye kalanlar gelir. İlk muhacirlerin öncüsü, Ebubekir Sıd-dîk (r.a.)'tır. Çünkü iman, hicret, cihad, Allah yolunda infak ve Rasulullah (s.a.)'a destek olma hususunda o daima en öndedir.

2- Ensar'dan ilk iman edenler. Bunlar Mina'da Peygamberliğin 11. yılında İlk Akabe Biatı'nda bulunan 7 kişidir. Bunların ardından 70 erkek, 2 kadın, 72 kişilik ikinci Akabe Biati ashabı gelir.

3- İlk müslümanlara kıyamete kadar iman ve itaatta güzellikle tabi olan­lar.

İtaatlerini kabul etmek, amellerinden hoşnut olmak suretiyle Allah bunla­rın hepsinden razı olmuştur. Allah'ın kendilerine dinî ve dünyevî nimetleri ih­san etmesi, onları şirk ve dalâletten kurtarması, hayra muvaffak kılması, hak yola hidayeti nasip etmesi, kendilerini aziz ve diğer insanlardan müstağni kıl­ması, kendilerinin eliyle İslâm'a izzet vermesi, onlar için altlarından ırmaklar akan içinde ebediyyen kalacakları cennetler hazırlaması gibi sebeplerle mü­minler de Allah'tan razı olmuşlardır. İşte bu büyük bir kazançtır. Bundan baş­ka da kazanç yoktur. Nasıl cennet nimetleri hem ruha, hem bedene ait kâmil nimetler ise bu da kâmil bir kazançtır.

Dikkat edilecek bir nokta da ayette istenen, ilk müminlere tabi olmanın güzellikle olması şartıdır. Yani ameller ve niyetlerde, iç ve dıştaki güzellikle. Ama sadece İslâm'ın zahiri ile yetinmek "güzellikle tabi olma" şartını gerçek-leştirmez.

Şu ayetlerde belirtilen topluluk bu şekildeki bir topluluktur: "Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz." (Âl-i İmran, 3/110); "Sizi orta yolu tutan bir ümmet kıldık." (Bakara, 3/143).

Bundan sonra Cenab-ı Hak Medine'de ve civarındaki münafık grubunu haber verdi. "Çevrenizdeki" yani Medine ve çevresinde ikiyüzlülüğe alışmış ve bunu gayet iyi beceren, nifakta sebatkâr olup devam eden, tevbe etmeyen azılı münafıklar vardır. Bunlar Medine civarına yerleşen Müzeyne, Cüheyne, Eşca, Eşlem ve Gıfar kabileleridir.

Yine münafıklardan bir grup da Medine'de Evs ve Hazrec kabilesi içinde idi.

Onları sen bilmezsin ve tek tek tanımazsın Ey Peygamber! Onların son durumlarının ne olacağını da bilemezsin. Onları sadece biz biliriz.

Nitekim Cenab-ı Hak onlar hakkında şöyle demektedir: "Yoksa kalplerinde hastalık olanlar Allah'ın kalplerindeki kinlerini ortaya çıkarmayacağını mı sandılar1?! Ey Muhammedi Eğer dileseydik o münafıkları sana gösterirdik. Sen de onları simalarından tanırdın. Şüphesiz sen onları sözlerinin edasından ta­nırsın. Allah amellerinizi gayet iyi bilir." (Muhammed, 47/29-30).

Ayetteki "çevrenizdeki bazı kimseler" ifadesi onların bir kısmına işaret et­mektedir. Ama geri kalanlar mümindirler.

Zira Buharî ve Müslim'in Ebu Hureyre'den rivayet ettiği hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyuruyor:

"Kureyş, Ensar, Cüheyne, Müzeyne, Eşca ve Gıfar Allah'ın velâ himayesin-dedirler. Onların Allah'tan başka mevlâları yoktur."

Yine Peygamberimiz (s.a) bu kabilelerden bazıları için şöyle dua ediyordu: "Eslem'i Allah selâmete erdirsin. Gıfar'ı Allah bağışlasın. Bunu ben söylemiyo­rum. Bunu söyleyen Allah 'tır."

Bu münafıklara dünyada iki defa azap edeceğiz: Önce, rezil-rüsvay ede­rek, mal ve evlatlarına musibetler vererek, sonra da ölüm acılan ve kabir azabı ile... Yahut hem mallarını hem de canlarını alarak. İbni Abbas ise şöyle diyor: Dünyada hastalıklarla, ahirette de azapla... Çünkü müminin hastalığı günah­larına kefarettir, kâfirin hastalığı ise cezadır.

Sonra da onlara Cehennem azabı vardır, cehennem azabı azapların en şid-detlisidir.

Ayetten maksat başlarına gelecek azabın kat kat olacağının beyan edilme­sidir.

Medine'de ve çevresinde bulunan bir başka topluluk "günahlarını itiraf edenler" idi. Bunlar isyankârlıklarını ikrar etmişler, Rablerine karşı itirafta bulunmuşlardı. Bu kimselerin işledikleri salih ameller de vardı. Salih amelleri kötü amellerle karıştırmışlardı. Bunlar Allah'ın af ve mağfireti altına girmişlerdir. Şüphesiz Allah tevbe edenleri bağışlayıcıdır, güzel ameller işleyip kendi­sine yönelen kişilere merhamet edicidir: "Çünkü Allah'ın rahmeti muhsin (iyi­liksever) kullarına yakındır." (A'raf, 7/56).

Her ne kadar bu ayet belirli bazı kişiler hakkında nazil olmuş ise de bütün hatalı, kusurlu, kirlenmiş günahkâr kullar için de geçerlidir.

Mücahid diyor ki: Bu ayetler -Peygamberimiz (s.a.)'in Kureyzaoğulları hakkında vereceği kararı kendilerine duyuran- Kureyzaoğullanna eliyle boğa­zını göstererek, "Sizi öldürecek" diyen Ebu Lübabe hakkında nazil olmuştur.

İbni Abbas ve başkaları ise, "Tebuk Gazvesine Rasulullah (s.a.) ile birlikte katılmayıp geri kalan Ebu Lübabe ve arkadaşları hakkında nazil olmuştur" de­mektedirler. Bazıları da "Ebu Lübabe ve beş arkadaşı hakkında nazil olmuştur. Ebu Lübabe ve yedi arkadaşı denildiği gibi, onunla birlikte dokuz arkadaş vs. gibi nüzul sebebinde zikredilen rivayetler de vardır. [72]



Sadaka Alınması, Tevbelerin Kabulü, Salih Amel İşlemenin Emredilmesi


103- (Ey Peygamber!) Onların malların­dan bir miktar sadaka al ki, bununla onları (manevî kirlerden) temizlemiş ve derecelerini yüceltmiş olasın. Onlara dua et. Çünkü senin duan onlar için hu­zur kaynağıdır. Allah her şeyi çok iyi işiten, çok iyi bilendir.

104- Bunlar kullarının tevbesini ancak Allah'ın kabul ettiğini, sadakaları an­cak Allah'ın alacağını; Allah'ın tevbele-ri çok kabul eden, çok merhametli ola­nın da sadece Allah olduğunu bilmiyor­lar mı?

105- De ki: "Dilediğinizi yapın. Çünkü yaptıklarınızı Allah da, Peygamberi de müminler de görecektir. Sonra da gizli­yi de açık olanı da bilenin huzuruna çı­karılacaksınız. O da size yaptıklarınızı bir bir haber verecektir."



Bu Ayetteki "Sadaka"nın Manası:


Eğer bu ayetteki "sadaka" kelimesinden maksat, daha önce de geçtiği gibi Hasan-ı Basrî'nin dediği şekliyle Tebuk Gazvesinden geri kalanların işlediği bu günahın kefareti ise bu ayet ile bundan önceki ayetler arasında ilişki gayet açıktır. Çünkü emredilen husus bir grup insanın hatalarının giderilmesidir. Bu durumda bu ayet onlara hastır. Ancak ayetin manasını genelleştirip şu şekilde de anlayabiliriz: Siz üzerinize farz olmayan sadakayı vermeye razı olduğunuza göre üzerinize farz olan zekâtı vermeye gayet tabii razı olursunuz.

Ama bu ayetten maksat farz olan zekât veya zenginlerden zekât alınması­nın farziyeti ise -ki bu görüş fakihlerin çoğunluğunun görüşüdür ve sahih olan görüş de budur- bu durumda ayetin daha önceki ayetlerle münasebeti şöyle açıklanabilir:

Tebuk Gazvesinden geri kalmalarından dolayı tevbe edip pişmanlık duy­duklarında ve bu geri kalmanın sebebinin de mal sevgisi ve mallarını harcama­da cimrilikleri olduğunu ikrar ettiklerinde sanki onlara şöyle deniyordu: Sizin bu tevbe ve pişmanlık iddiasında sarf ettiğiniz sözlerinizin doğruluğu farz olan zekâtı verip vermeyeceğiniz noktasında açıkça belli olur. Çünkü bütün iddialar mana ile kesinleşir. Bir kişinin değerli veya değersiz oluşu imtihan esnasında belli olur. Şayet onlar bu zekâtları gönülden verirlerse tevbelerine sadık olduk­ları anlaşılır, aksi takdirde bu iddialarında yalancıdırlar.

Bu ayetteki "sadaka "dan maksadın farz olan zekât olduğunun delillerin­den birisi de şu ayettir: "Bununla onları (manevî kirlerden) temizlemiş ve dere­celerini yükseltmiş olasın." Yani bu sadakaları almakla onları günahlardan te­mizlemiş olursun...

Cassas diyor ki: Sahih olan görüşe göre buradaki "sadaka" farz olan zekât­tır. Zira Allah'ın diğer müslümanlardan ayrı olarak sadece bu cemaata sadaka vermelerini vacip kıldığı şeklinde bir rivayet sabit değildir. Bu hususta bir ha­ber olmayınca bu kişilerle diğer müslümanlar ahkâm ve ibadette eşittirler, sırf bu kişilere ait bir sadaka da yoktur. Çünkü İslâmî hükümlerde kendisi hakkın­da hususi bir delil olmadıkça bütün insanların eşit olması sebebiyle bu ayetin gereği olarak sadaka onlara gerekli ise, bütün insanların üzerine de farz olur. Bir topluluğa ait olup diğerinden ayrı olmaz. Bu da sabit olunca bu ayetteki sa­daka farz olan zekât olmaktadır. Zira insanların mallarından farz zekâttan başka hak yoktur.

"Bununla onları (manevî kirlerden) temizlemiş ve onların derecelerini yük­seltmiş olasın" ayetinde bu sadakanın farz zekât dışında günahlara kefaret olan bir sadaka olduğuna dair bir delil yoktur. Çünkü farz olan zekât da mane­vî kirlerden temizler ve verenin derecesini yükseltir. Bütün mükellef olanlar mallarını manevî kirlerden temizleyecek, derecelerini yükseltecek ibadetleri iş­lemeye muhtaçtırlar.[73]



Açıklaması


Ey Peygamber ve ondan sonra gelen müslüman idareci! Şu tevbe edenler­den ve başkalarından belirli bir miktar takdir ederek "sadaka al ki," bu sadaka sebebiyle "onları" cimrilik ve tamahkarlık hastalığından arındırmış olasın, ne­fislerini manevî kirlerden "temizlemiş" hasenatlarını berketlendirmiş ve onları ihlâslı müminlerin derecelerine yükseltmiş "olasın."

Tezkiye; ziyadesiyle temizleme manasında mübalağa ismidir veya mala bereket verme, nemalandırma manasmdadır. Yahut Allah Tealâ'nm, zekat mik­tarını, verme sebebiyle mallarda meydana gelecek noksanlığı bereketlendirme sebebi saymasıdır.

İmam Ahmed, Müslim ve Tirmizî'nin Ebu Hureyre (r.a.)'den rivayet ettiği hadis-i şerifte "Sadaka malı eksiltmez" buyurulmaktadır.

"Onlara salât eyle." Yani onlar için dua et, istiğfarda bulun, rahmet dile; çünkü senin dua edip istiğfarda bulunman onlar için sükûnete vesile olacak, Allah'ın tevbelerini kabul ettiği hususunda kalplerini tatmin edecek bir huzur kaynağıdır. Allah'ın kullarına salât eylemesi, Allah'ın rahmetidir. Meleklerin salâtı ise istiğfarda bulunmalarıdır. Peygamberimiz ve müminlerin salâtı da dualarıdır.

"Allah en iyi işitendir." Onların günahlarını itiraf ettiklerini ve dualarını işitir; senin duanı da kabul ederek ve ona icabet ederek işitir. Gönüllerinden geçeni, tevbelerinde ve sadakalarındaki ihlâslarmı ve onlar için hayırlı, faydalı olanı "en iyi bilendir."

Sadaka gönlü temizler, Rabbin rızasına vesile olur, malı kirlerden korur.

O tevbe edenler ve diğer müminler bilmiyorlar mı ki, kullarının tevbesini ancak Allah kabul eder, günahlarını ancak O siler, sadakaları ancak o kabul edip sevap verir, onlara kat kat ecir ihsan eder.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Eğer siz Allah için güzel bir ödünç takdiminde bulunursanız Allah onun karşılığını size kat kat verir ve sizi bağış­lar." (Tegabûn, 64/17).

Buharî ve Müslim'in Ebu Hureyre (r.a.)'den rivayet ettiği sahih hadis-i şe­rifte de, "Allah sizden birinin tayını yetiştirdiği, geliştirdiği gibi sadakası veri­len malı da nemalandırır" buyurulmaktadır. Burada beliğ bir benzetmeyle ec­rin fazlalağına işaret edilmiştir.

Bu ayette tevbeye ve farz olsun nafile olsun sadaka vermeye teşvik vardır.

Bu ayetin nüzul sebebi hakkında şöyle bir rivayet de vardır: Cihaddan ge­ri kaldıkları halde tevbe etmeyenler cihada katılmayıp da tevbe edenler hak­kında "Onlar da dün bizimle birlikte idiler. Kimse onlarla konuşmuyor, kimse onlarla oturmuyor, bunlar ne yaptılar ki? Onların bu özelliği nedendir?" diyor­lardı. Bunun üzerine bu ayet nazil oldu. "Bilmiyorlar mı?" cümlesindeki zamir cihaddan geri kaldıkları halde tevbe etmeyenlere racidir.

Tevbeleri çokça kabul eden, tevbe edenlerin tevbelerini kabul etmesi, onla­ra lütuf ve ihsanda bulunması rububiyetinin şanından olan, tevbe eden kulları­na çokça merhamet eden, salih amellerine karşılık ecir ve sevap veren sadece yüce Allah'tır.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Tevbe eden, iman edip salih amel işleyen ve hidayet yolunda devam edenleri ben çokça bağışlarım." (Tâ-Hâ, 20/82).

Yine bir başka ayet-i kerimede, "Onlar bir hayasızlık yaptıkları veya nefis­lerine zulmettikleri zaman Allah'ı anarlar ve hemen günahlarının bağışlanma­sını isterler. Zaten günahları Allah'tan başka kim bağışlayabilir ki? Onlar yap­tıkları kötülükte bile bile ısrar etmezler." (Âl-i İmran, 3/135).

Tevbe, nefsin gayretini ve verdiği ahdi yenilemesi, günahların silinmesi için gayet faydalıdır.

Ey Rasulüm! O tevbe edenlere ve diğerlerine de ki: Güzel amel işleyin. Çünkü sizin amelleriniz hayırlı olsun şerli olsun Allah'a ve kullarına gizli kal­maz. Amel saadetin temelidir. Yaptığımız amelleri Allah da, -Allah'ın bildirme­si ile- Rasulü de, müminler de görecektir.

Bu onlara verilen bir vaad, günahlarda ısrar etmenin ve tevbeden uzak durmanın acı sonucunu ihtardır. Allah'ın emirlerine aykırı davranan herkese; amellerinin Allah'a, Rasulü'ne ve müminlere arz edileceğini bildiren bir uyarı­dır. Bu kıyamet günü mutlak olacaktır. Nitekim Cenab-ı Hak "O gün hepiniz (hesap vermek üzere) huzura çağrılırsınız. Hiçbir şeyiniz gizli kalmaz" buyur­maktadır. (Hakka, 69/18).

İmam Ahmed ve Beyhakî'nin Ebu Said el-Hudrî (r.a.)'den rivayet ettiğine göre Peygamberimiz (s.a.) buyuruyor ki: "Sizden biriniz kapısı, penceresi olma­yan sağır bir kayanın içinde amel işlese Allah onun amelini ne olursa olsun in­sanlara gösterir."

Ebu Davud et-Tayalisî'nin naklettiği gibi bir rivayette "Dirilerin işledikleri ameller kabir aleminde yaşayan yakınlara ve akrabaya arz olunur" buyurul-muştur.

Cabir b. Abdillah (r.a.)'tan rivayet edildiğine göre Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurdular: "Amelleriniz yakınlarınıza ve diğer akrabanıza kabirlerinde arz olunur. Amelleriniz hayırlı ise memnun olurlar, hayırlı değilse, "Allah'ım, sana itaat ederek amel işlemelerini onlara ilham eyle" diye dua ederler."

Kıyamet günü sizin gizli olan amellerinizi de açıktan işlediklerinizi de ga­yet iyi bilen Allah'ın huzuruna çıkarılacaksınız. O gaib olanı da, şu anda ara­nızda bulunanı da, içinizi de, dışınızı da gayet iyi bilir. Size amellerinizi bir bir bildirecek, hayırlı ise hayırla, şerli ise şerle size karşılık verecektir.

Bu ayette teşvik ve korkutma aynı anda yapılmıştır. [74]



Tevbelerinin Kabulü Geciken Üç Kişi


106- Savaştan geri kalan diğer bir kısım insanların durumu ise Allah'ın hükmüne bırakılmıştır. (Allah) Onlara ya azap eder, ya da tevbelerini kabul eder. Allah her şeyi çok ıyı bilendir, tam bir hüküm ve hikmet sahibidir.



Açıklaması


Savaştan geri kalan diğer bir kısım insanların durumu ise Allah'ın hük­müne bırakılmıştır. İnsanlar onlar hakkınde ne olacağını bilemiyorlardı. Allah tevbelerini kabul edecek miydi, etmeyecek miydi? Rasulullah (s.a.) da onlarla oturmayı yasaklamış, hanımlarına kendilerinden ayrı kalmalarını ve babaları­nın evinde oturmalarını emretmişti. Nihayet ayet nazil oldu: "Allah Peyamberin, Muhacirler ve Ensar'ın tevbelerini kabul etti... ve savaştan geri kalan o üç kişinin tevbesini de kabul etti." (Tevbe, 9/118).

Bu ayette söz konusu edilen bu üç kişinin durumu askıda bırakılmıştı. Ya azap ya da tevbelerinin kabulü. Durumları açıklanmamıştı. Bu durumlar, Al­lah'tan şüpheleri için değildi. Zaten Allah bundan münezzehtir. Sadece korku ile ümit arasında oldukları için, kalplerine gam ve üzüntü verip tevbeye yönel­medikleri ve insanlar onlar hakkında ümitli oldukları içindi. Bazı kimseler, Allah onların mazur olduğuna dair bir ayet indirmezse helak oıurlar' diyordu. Başkaları da "Umarız ki Allah onları bağışlar" diye temennide bulunuyorlardı.

Şüphesiz bu üç kişi savaştan geri kalmaları sebebiyle pişman olmuşlardı, ama Allah onların hakkında tevbe edenler diye hüküm vermedi. Çünkü sadece pişmanlık tevbenin sahih olması için yeterli değildi. Sonra bunun günah ve is­yan olduğunu kabul edip pişman oldular; o zaman tevbeleri sahih oldu.

Allah kimin cezaya, kimin affa lâyık olduğunu ve kullarına faydalı olup onları terbiye edecek şeyleri en iyi bilendir. Bütün sözlerinde ve fiillerinde, kul­ları için huzuru temin edecek hükümleri koymakta tam bir hüküm ve hikmet sahibidir. Bu üç kişinin tevbelerini kabul ettiğini açıklamayı geciktirmesi de hikmetindendir. [75]



Dırar Mescidi (Münafıkların Mescidi) Ve Takva Mescidi (Küba Mescidi)


107- Zarar vermek, inkâr etmek, mümin­lerin arasını açmak için ve daha önce Allah'a ve Peygamberine karşı savaşan­lara gözetleme yeri hazırlamak için bir mescit yapanlar "İyilikten başka bir ni­yetimiz yoktu" diye yemin ederler. Allah şahittir ki onlar yalancıdırlar.

108- Orada asla namaza durma. Şüphe­siz ki, ilk gününden itibaren takva üze­rine kurulan mescitte namaza durman daha uygundur. O, mescitte (maddî-ma-nevî kirlerden) temizlenmeyi sevenler vardır. Allah da temizlenenleri sever.

109- Binasının temelini Allah korkusu ve O'nun rızasını kazanma esası üzeri­ne kuran mı, yoksa binasını bir uçuru­mun kenarına kurup da onunla birlikte cehennem ateşine yuvarlanan kimse mi daha hayırlıdır? Allah zalimler toplulu­ğunu doğru yola iletmez.

110- Yürekleri paramparça oluncaya (ölünceye) kadar, yaptıkları o bina da­ima kalplerinde bir şüphe kaynağı ola­rak kalacaktır. Allah her şeyi çok iyi bi­lendir, tam bir hüküm ve hikmet sahibi­dir.



Açıklaması


Münafıklardan bir kısmı da Küba Mescidi civarında Dırar Mescidi inşa et­tiler. Bunlar Evs ve Hazrec Kabilesi'nden 12 kişiydiler. Bu mescidi yapmaları­nın dört sebebi vardı:

1- Peygamberimiz (s.a.)'in Medine'ye varır varmaz bina ettiği Küba Mesci-di'nde müslümanlara zarar vermek.

2- Peygamberimiz (s.a.)'i ve getirdiği Kitabı inkâr etmek, O'na ve İslâm'a dil uzatmak. Bu mescidi müslümanlar aleyhine hile ve desise için karargâh olarak kullanmak.

Bu Dırar Mescidi fitne merkezi, nifak ocağı, münafıkların namazı cemaat­le eda etmekten kaçıp sığındıkları yuvaları olmuştu. Bu ise küfürdü. Çünkü imana aykırı inanç ve amele küfür ismi veriliyordu.

3- Tek mescitte Rasulullah (s.a.)'ın arkasında namaz kılan müminlerin arasını açmak. Çünkü müminlerin bir kısmı orada namazı kılınca tefrika çıka­cak, ülfet bozulacak, birlik dağılacaktı. Bunun için asıl olan müslümanların tek mescitte namaz kılmaları idi. Mescitlerin ihtiyaç olmaksızın çoğaltılması dinin hedef ve gayelerine aykırı idi.

4- Burasının gözetim ve kontrol merkezi olarak kullanılması, Allah ve Ra-sulüyle savaşan kişilerin oraya gelmelerini ve karargâh haline getirmelerini beklemeleri; burayı inşa eden münafıkların savaşa hazırlandıkları ve müslümanlan gözetmek için kullandıkları bir yer olması.

Allah ve Rasulü'ne savaş açan kimseden maksat, -Nüzul Sebebi'nde belir­tildiği gibi- Hazrec Kabilesinden Ebu Amir er-Rahib idi. Bu Meleklerin yıkadı­ğı Hanzala'nın babası idi. Rasulullah (s.a.) ona "fasık" ismini vermişti. Cahili-yette Hristiyan olmuş, rahiplik yapmış, ilim tahsil etmişti. Rasulullah (s.a.) or­taya çıkınca O'na düşman olmuştu. Çünkü reislik elinden gitmişti, Uhud günü Peygamberimiz (s.a.)'e "Seninle çarpışcak bir kavim bulsam, ben de onlarla bir­likte seninle çarpışırım" demişti.

Huneyn Savaşı'na kadar Peygamberimiz (s.a.)'le hep karşı tarafta çarpıştı. Hevazin'le birlikte yenilgiye uğrayınca Şam'a kaçtı. Kayser'den Rasulullah (s.a.) ile savaşacak askerler isteyip getirecekti. Suriye'nin kuzeyinde Kınnes-rîn'de yalnız başına öldü. Bir rivayete göre ise Hendek Savaşı'nda düşman or­dularını toparlıyordu. Düşman yenilgiye uğrayınca Şam'a kaçtı.

Bu rivayetlere göre Ebu Âmir'in Herakl'e gidişi ya Uhud, ya Huneyn, veya Hendek Savaşı'ndan sonra olmuştur.

O münafıklar yemin edecekler ve diyecekler ki: Biz bu mescidi yapmakla sadece iyilik yapmak istedik. Niyetimiz müslünıanlara şefkatle yaklaşmak, güçsüz ve zayıfların rahatlarını sağlamak, hatta yağmurlu günlerde cemaatle namazda bulunmalarını temin etmekti. Diğer müslümanlara kanarak Rasulul­lah (s.a.) onları tasdik edecek ve o mescitte namaz kılacaktır, ama Allah Tealâ gayet iyi biliyor ki onlar bu yeminlerinde ve iddialarında yalancıdırlar, amelle­rinde ikiyüzlüdürler.

Allah, Rasulüne bu durumu bildirdi. "Allah şahittir ki..." ayetinin manası, Allah onların kalplerindeki fesatlığı ve yemin ettikleri konuda yalancı oldukla­rını da gayet iyi bilir, demektir.

Onların bu mescidi zarar vermek ve kötülük etmek için inşa etmeleri se­bebiyle Allah, Cebrail'e vahyedip Rasulü'nün orada namaz kılmasını yasakladı. Ümmet de bu konuda ona tabidir. "Orada namaza durma!" Yani orada namaz kılma. Bazan namaz "kıyam" kelimesiyle ifade edilebilir. Meselâ, "Falan geceyi kıyamla geçiriyor" denir. Buharî'deki sahih hadis böyledir: "Kim Ramazan'da inanarak ve sevabını yalnız Allah'tan umarak kıyamla geçirirse geçmiş günah­ları bağışlanır."

Gelecek zamanın tamamını içine almak üzere "ebediyyen" manasında kul­lanılan "ebedî" kelimesinin nehiy cümlesinde yer alınca genellik ifade ederek "sakın, kesinlikle, asla" manasında kullanıldığı görülmektedir.

Cenab-ı Hak bundan sonra iki sebeple Rasulünü Küba Mescidi'nde namaz kılmaya teşvik etmiştir:

Birincisi: Bu mescit takva üzerine bina edilmiştir. Binası, ilk gününden itibaren takva yani Allah'a ve Rasulü'ne itaat esası üzerine, müminlerin birli­ğini temin ve müslümanlara bir merkez ve karargâh olması için kurulmuştu.

"Takva esası üzerine kurulmuş mescit..." yani Allah korkusu, ihlâsla ibadet etmek, müminleri Allah Rasulünün sevgisi üzerine toplamak ve İslâm birliği uğruna çalışmak için bir merkez olmak üzere kurulmuş mescit, içinde namaz kılmak için, diğer yerlerden daha uygun ve daha evlâdır ey Rasulüm!

Burada zikredilen mescit -Sahih-i Buharı'de belirtildiği, ayetlerin ve bu konudaki olayların gösterdiği gibi- Küba Mescidi'dir. Bunun içindir ki sahih bir hadis-i şerifte Rasulullah (s.a.), "Küba Mescidi'ndeki namaz bir umre gibidir" buyurmuşlardır.

Ancak İmam Ahmed, Müslim ve Nesai'nin rivayetine göre Peygamberimiz (s.a.)'e bu ayette geçen mescidin hangi mescit olduğu sorulmuş o da "Medi­ne'deki mescit" şeklinde cevap vermiştir. Ayette her iki mescidin de murad edil­miş olmasına hiçbir engel yoktur. Çünkü her iki mescit de inşasına başlanıldığı ilk günden itibaren hayırlara mekân olmuştur.

İkincisi: Bu mescitte hem (günah ve masiyetlerden arınma anlamında) manevî temizliği hem de (elbise temizliği, abdest ve gusülle beden temizliği, is-tincada taş kullanıldıktan sonra su ile taharet alınması manasında) maddî te­mizliği seven kişiler vardır. Bu ikinci çeşit temizlik müfessirlerin çoğunluğu­nun görüşüdür. Evlâ olan her iki çeşit temizliğin murad edilmiş olmasıdır.

Allah çok temizlenenleri yani ruhî, manevî, cesedî ve bedenî temizliğe çok önem verenleri sever. Bunlar insanlar arasındaki kâmil şahsiyetlerdir.

Beyzavî der ki: Orada Allah rızasını kazanmak için günahlardan ve kötü hasletlerden temizlenmeyi isteyenler vardır. Allah çok temizlenenleri sever, ya­ni onlardan razı olur. Aşığın sevgilisine yakınlık duyması gibi onları kendisine yaklaştırır.

Keşşafta Zemahşeri şöyle demektedir: Onların çok temizlenmeyi sevmele­rinin işareti, temizliğe önem vermeleri ve buna bir şeyi çokça sevenin gösterdi­ği riayeti göstermeleridir. Allah Tealâ'nın onları sevmesi ise onlardan razı ol­ması, onlara aşığın sevgilisine gösterdiği gibi lütuf ve ihsanda bulunmasıdır.[76]

"Allah'ın kullarını sevmesi"nin manası ise Onun razı olması, müminleri kabul eylemesi ve kendisine yakın kılmasıdır. Çünkü Allah sıfatlarımıza ben­zemekten münezzehtir. O'nun sevmesi bizim sevmemizden başkadır. Bu Onun kemaline lâyık bir vasıftır.

Nitekim Buharî'nin rivayet ettiği hadis-i kudsîde şöyle buyurulmaktadır: "Kulum bana nafilelerle yaklaşır. Nihayet onu severim. Onu sevdiğim zamanda onun işiten kulağı, gören gözü olurum."

Bu ayette geçen "Allah'ın sevgisi" Allah'ın Peygamberin ehl-i beytini terte­miz kılma hususundaki sevgisine benzemektedir: "Ey Peygamber ailesi!. Şüp­hesiz Allah sizi günah ve kötülüklerden arındırıp tertemiz kılmak ister." (Ah-zab, 33/33).

Bundan sonra Cenab-ı Hak her iki mescidin inşa edilmesinin hedeflerini karşılaştırdı: Binasını Allah korkusu ve rızası üzerine -yani dünya ve ahirette faydalı sağlam bir temel üzerine- bina edenle, zarar vermek, inkâr etmek, mü­minlerin arasını açmak ve daha önce Allah ve Peygamberine karşı savaşanlara gözetleme yeri hazırlamak için mescit bina eden birbirine eşit olamaz. Çünkü böyleleri binalarını çökecek bir uçurum kenarına, yani bir vadiye düşmeye ha­zır, zayıf ve yıkılmaya yüz tutmuş bir yere yapmaktadırlar. Eğer çökerse Ce-hennem'in dibine yuvarlanacaktır. Allah fesatçıların yaptıkları işleri düzeltme­yen zalimler topluluğunu doğru yola iletmez. Onları hak, adalet, istikamet ve doğruluğa; kendilerinin menfaati ve kurtuluşu olan hususlara muvaffak kıl­maz.

Razî der ki: "Dünyada münafıkların durumuna bu misalden daha uygun bir misal bulamayız."

Sözün özü şöyledir: İki binadan birini yapanlar bu binayı yaparken Allah korkusu ve rızasını, ikinci binayı yapanlar ise masiyet ve küfrü gözettiler. Bi­rinci bina şerefli ve ayakta kalması gerekli bir bina, ikinci bina ise değersiz, yı­kılması gerekli bir bina oldu.

"... Onunla birlikte Cehennem ateşine yuvarlandı" ayeti bir rivayette "Bu gerçektir. Burası Cehennem'den bir yerdir" denildi. Diğer bir rivayette ise, "Bu mecazdır, ayetin manası, "Bina Cehennem'e girdi, sanki yıkılıp Cehennem'in içine düştü" demektir.

Bundan sonra da Cenab-ı Hak münafıkların Dırar Mescidine yerleşmekle meydana gelen tarih boyunca kalacak kötü manaları beyan etmektedir:

Onların bu binaları ve yıkımı dinde şüphe etmelerine, iki yüzlülüklerinin artmasına sebep olacaktır. Çünkü bu bina nifak ve küfrün tesirlerini müşah­has kılıyordu. Bu durum onların kalplerinde nifakı yerleştirdi. Tıpkı buzağıya tapanlara onun sevgisinin verildiği gibi. Bu şekilde devam edecek; yürekleri paramparça oluncaya, idrak kabiliyeti tamamen kayboluncaya, yani ölünceye kadar öyle devam edecek.

İnşa etmeleriyle sevindikleri bu bina dindeki şüphelerinin kaynağı, gönül­lerine yerleşen küfür ve nifakın müşahhas bir ifadesidir. Peygamberimiz (s.a.) bu binanın yıkılmasını emrettiği zaman bu onlara çok ağır gelmiş, kızgınlıkları artmış, onun peygamberliği hakkındaki şüpheleri çoğalmıştı. Korkuları bir kat daha büyümüş, kendi durumları hakkında tereddüde düşmüşlerdi: Acaba öldü­rülecekler miydi, yoksa serbest mi bırakılacaklardı? Bu binanın kendisi bizzat şüphe idi, şüphelere de sebep oldu. Şüpheye sebep oluşu binanın tahrip edilme­si ve yıkılmasıyla ortaya çıktı.

Allah yarattıklarının amellerini gayet iyi bilendir, hayır veya şer onlara karşılık vermekte tam bir hüküm ve hikmet sahibidir. Münafıkların halini açıklamak, gerçeklerin bilinmesi için Onun hikmetindendir. [77]



Kamil Ve Sadık Müminlerin Sıfatları: Müminler Mücahid, Tevbekâr Ve Abiddirler


111- "Allah yolunda çarpışan, düşmanla­rı öldüren ve ölen müminlerin canlarını ve mallarını Allah kendilerine cenneti vermek karşılığında satın almıştır. Bu, Allah'ın Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'an'da olan gerçek vaadidir. Allah'tan daha çok ahdini yerine getiren kim olabilir. O'nunla yaptığınız bu alışverişten dola­yı sevinin. Gerçekten bu büyük bir ka­zançtır.

112- Bunlar, günahlarından tevbe eden­ler, Allah'a ibadet edenler, O'na hamdedenler, O'nun yolunda seyahat edenler, rükû edenler, secde edenler, iyiliği em­redip kötülüğü yasaklayanlar ve Al­lah'ın koyduğu sınırları koruyanlardır. O müminleri müjdele.



Açıklaması


Bu ayet cihada teşvik amacıyla verilen bir misaldir. Bununla Cenab-ı Hak müminlerin canlarını ve mallarını feda etmelerinden dolayı kereminden, lüt-fundan ve ihsanından dolayı onların cennetle mükâfatlandırmasını "satın al­ma" diye ifade etmiştir. Çünkü Allah kendisine itaat eden kullarına lütufta bu­lunarak sahibi olduğu şeylerin kendisine bedel olarak verilmesini kabul etmiş­tir. Hasan-ı Basrî ve Katade der ki: Vallahi Allah onlarla alışveriş etmiş malın fiatını da yüksek tutmuştur.

Ayetin manası şudur: Şüphesiz Allah müminlerin canlarını ve mallarını "cenneti verme" gibi bir karşılıkla satın aldı. Yani Allah kendi yolunda canları­nı ve mallarım feda etmelerine karşılık onlara cenneti mükâfat olarak vermesi­ni bir ticaret malına benzetti.

Sonra niçin bu alışverişin yapıldığını, canlarını ve mallarını cennet karşı­lığında nasıl satacaklarını şöyle açıkladı: Onlar Allah yolunda çarpışırlar, düş­manları öldürürler, Allah yolunda şehit olurlar. İster öldürüp öldürülsünler, is­terse ikisi birden meydana gelsin, onlara cennet vacip olmuştur.

Bundan sonra Cenab-ı Hak bu vaadi ve haberini şu ayetle tekit etti: "Bu, Allah'ın gerçek vaadidir." Yani onlara verdiği bu vaatle kendine bunu vacip kıl­dı. Bu vaadi Hz. Musa'ya indirilen Tevrat, Hz. İsa'ya indirilen İncil ve Hz. Mu-hammed (s.a.)'e indirilen Kur'an'da kesin olarak bildirdiği sabit bir hak kıldı. Tevrat ve İncil'in zayi olması veya tahrife uğraması bunun meydana geldiğini ortadan kaldırmaz. Allah bu kitapları tasdik eden ve bu kitapları nesheden Kur'an'da bu durumu ispat etmiştir.

"Allah'tan daha çok ahdini yerine getiren kim olabilir?" Yani ahdine daha çok bağlı, vaadini infaz etmekte Allah'tan daha çok ahdini yerine getiren hiç kimse yoktur. Çünkü o vaadinden dönmez. Yine Cenab-ı Hak buyuruyor: "Al­lah'tan daha doğru sözlü kim olabilir?" (Nisa, 4/ 87, 122).

Bu söz, vaadi yerine getirme hususunda kesin bir ifade, ve bu vaadin ger­çek olduğunu bir defa daha tespittir.

Sözde durma bu şekilde kesinleşince, canlarınızı ve mallarınızı feda etme­niz üzerine Allah'ın bir sevabı, lütuf ve ihsanı olarak kazandığınız cennet sebe­biyle son derece mutlu olup sevinin. Bu kazanç büyük bir kazanç, ebedî bir ni­mettir. Bundan daha büyük bir kazanç yoktur."

Burada zikredilen Allah yolunda canlarını ve mallarını feda eden mümin­ler gerçekten inkarcı olmaktan tevbe eden Allah'ın rızasını aykırı şeyleri terk etmek suretiyle Allah'a dönen müminlerdir.

Tevbe masiyetin çeşidine göre farklılık arz eder. Küfür yolundan tevbe et­mek ondan dönmekle, münafığın tevbesi nifakı terk etmekle olur. İsyankâr kimsenin tevbesi işlediği günaha pişmanlık duymakla ve onu gelecekte bir da­ha işlememeye kesin kararlı olmakla gerçek tevbe olur. Herhangi bir hususta ihmalkâr davranan kişinin tevbesi bu kusurunu telâfi etmekle, Rabbinden ga­fil olan kişinin tevbesi Allah'ı çokça zikredip O'na şükretmek suretiyle olur.

O müminler Allah'a O'nun dininde ihlâslı olarak "ibadet eden," bollukta ve darlıkta Ondan gelene ve O'nun nimetlerine "şükreden kimselerdir." Hz. Aişe (r.a.) diyor ki: Peygamberimiz (s.a.)'e sevindirici bir haber geldiği zaman "Al­lah'a hamdolsun ki O'nun verdiği nimetlerle salih ameller tamamlanıyor" der­di. Efendimiz (s.a.)'in hoşuna gitmediği bir haber gelince de "Allah'a her du­rumda hamdolsun" derdi.

O müminler cihad etmek, ilim tahsili veya helâl rızık talebiyle yeryüzünde "seyahata çıkan" kimselerdir. Bit rivayette buna oruç tutanlar manası verilmiştir. Hakimin Ebu Hureyre'den rivayet ettiği hadis-i şerifte, "Saihun, oruç tu­tanlardır" buyurulmuştur. Çünkü oruç şehvetlere ve lezzetlere engel olmakta­dır. Seyahatta da genellikle böyledir. Oruç ayrıca Mülk ve Melekût alemin giz­liliklerini öğrenmeye vesile olan, nefsi terbiye eden bir ibadettir.

O müminler "rükû ve secde eden" farz namazları kılan kimselerdi. Burada rükû ve secdenin şerefli (yani diğer rükünlere göre daha anlamlı) olması, Al­lah'a boyun eğme, O'nun huzurunda eğilme manası taşıması sebebiyledir. O yüzden burada namazın sadece bu iki önemli rüknü zikredilmiştir.

Onlar "iyiliği emreden" iman ve taate davet edenler, "ve kötülüğü" yani şirk ve diğer masiyetleri "yasaklayan kimselerdir." Buradaki "ve" edatı "iyiliği emretme ve kötülüğü yasaklama"nın tek bir özellik olduğunu ifade eden bir atıf edatıdır. Sanki "bu iki vasfı bir arada toplayan kimseler" denilmiş oluyor.

Onlar "Allah'ın koyduğu sınırları koruyanlar" yani Allah'ın farzlarına, şe­riatına, hükümlerine riayet eden kimselerdir. Bu ifade bütün faziletli amelleri içine almaktadır; bundan önceki hususlar bunun tafsilatı şeklindedir. Bütün bu vasıfları taşıyanlar Allah'ın koyduğu sınırlan koruyan kimselerdir.

Bu kişilerin mükâfatları ise şu şekilde ifade edilmektedir: Ey Rasulüm! Bu faziletli sıfatlan taşıyan müminleri dünya ve ahiretin hayırlanyla müjdele. Ayette müjdelenen şeyin zikredilmemiş olması bunun büyüklüğüne işarettir. Sanki şöyle demektedir. Onlan kelimelerin ifade edemiyeceği, akıllann alama­yacağı nimetlerle müjdele.[78]



Müşrikler İçin İstiğfar Etmenin Hükmü, Günahlara Ceza Verilmesinin Şart Oluşu


113- Müşriklerin cehennemlik oldukları belli olduktan sonra artık onlar için ne peygamberin ne de müminlerin Al­lah'tan af dilemeleri doğru değildir.

114- İbrahim'in babası için af dilemesi de sadece ona verdiği sözü yerine getir­mesi içindir. Fakat babasının Allah'ın düşmanı olduğu ortaya çıkınca İbrahim ondan uzaklaştı. İbrahim gerçekten çok niyaz eden ve yumuşak huylu bir kişi idi.

115- Allah bir kavmi hidayete ilettikten sonra, sakınmaları gereken şeyleri açıklamadıkça onları saptırmaz. Şüphe­siz Allah her şeyi bilendir.

116- Şüphesiz ki göklerin ve yerin mül­kü yalnız Allah'ındır. O hem diriltir, hem öldürür. Sizin için Allah'tan başka ne bir dost ne de bir yardımcı vardır.



Açıklaması


Müşrikler için ne Peygamberin ne de müminlerin Allah'a dua edip af dile­meleri doğru değildir, bu onların şanına da yakışmaz. Yahut nehiy manasında onların bunu yapmaya haklan yoktur.

Çünkü Peygamberlik ve İman müşrikler için istiğfar etmeye manidir. On­lar için istiğfarda bulunmayınız. Her iki manada birbirine yakındır.

Buna engel olan husus "Cehennemlik oldukları belli olduktan sonra" (Tev­be, 113) ayeti ile "Şüphesiz Allah kendisine şirk koşulmasını affetmez. Bunun dışındaki günahları dilediği kimse için affedilir." (Nisa, 4/116) ayetidir.

1- Meâni ilmi alimleri şöyle demektedirler: Kur'an'daki "mâ-kâne" kelimesi iki manaya ge­lir: a) Nefy (olamaz) manasındadır. "... Sizin bir tek ağacı bile bitiremeyeceğiniz..." (Nemi, 27/60) ayetinde olduğu gibi.b) Nehy (hakkınız değildir, yapmayın) manasındadır. "Al­lah'ın Rasulüne eziyet etmeniz hakkınız değildir, eziyet etmeyin." (Ahzab, 33/53) ve bu ayette (Tevbe, 9/113) olduğu gibi.

Münafık ve kâfirler itaat edilmesi, sıla-i rahim yapılması ve şefkatle dav-ranılması gereken en yakın akrabalardan bile olsalar buna izin verilmemiştir.

Onların cehennemlik oldukları delille belli olduktan sonra yani küfür üze­rine ölmeleri sebebiyle onlar için yapılacak bir şey kalmamıştır. Yani bu istiğfa­ra engel olan sebep onların cehennemlik olduklarının kesin olarak belli olması­dır. Bu sebep yakın ve uzak akraba arasında hiçbir ayırım gözetmemektedir.

Beyzavî diyor ki: Burada münafık ve kâfirlerin diri olanları için istiğfarın caiz olduğuna delil vardır. Çünkü onların imana ermelerini istemişti. Böylece Hz. İbrahim (a.s.)'in zahirde kâfir babası için istiğfar etmesi çelişkisi de orta­dan kalkmaktadır.

Hz. İbrahim (a.s.)'in babası Azer için "Babamı affet. Şüphesiz o delâlete düşenlerdendir." (Şuara, 26/86) yani O'nun imanı kabul etmesini nasip eyle sö­züyle af dilemesi, bu yasaktan önce verdiği söz sebebiyledir. Çünkü Hz. İbra­him (a.s.) "Senin için Rabbimden af dileyeceğim. Çünkü O bana çok lütufkâr-dır." (Meryem, 19/47) yani senin için ancak dua edebilirim, demişti. Hz. İbra­him (s.a.)'in güzel ahlakından biri vefakar olması, verdiği sözde durmasıdır. Bir ayette şöyle buyurulmaktadır: "... ve verdiği sözde duran İbrahim..." (Necm, 53/37).

Hz. İbrahim (a.s.) babasının küfür üzerine ölmesiyle veya onun hakkında kendisine asla iman etmeyeceği şeklinde vahiy gelmesiyle, babasının Allah düşmanı olduğunu kesin olarak anlayınca ondan uzaklaştı, babası için istiğfar­dan vazgeçti. Çünkü İbrahim (a.s.) çok içli, çok duygulu idi; çokça dua ve niyaz ediyordu. Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmaktadır: "Evvah, huşu sahibi, ta­zarru ve niyazda bulunan demektir." Bu ifade Hz. İbrahim (a.s.)'in aşırı merha­metli oluşu ve ince kalpliliğinden kinayedir. Halimdir, eziyetlere karşı çok sa­bırlıdır."

114. ayetin bu son cümlesi, babasının Hz. İbrahim (a.s.)'e olan düşmanlığı­na ve ona kötü muamele etmesine rağmen Hz. İbrahim (a.s.)'i babası için istiğ­far etmeye sevk eden sebebi açıklamak içindir. Babasının Hz. İbrahim (a.s.)'e düşmanlığına delil şu ayettir: "Babası: "Ey İbrahim! İlâhlarıma karşı çıkıp yüz mü çeviriyorsun. Eğer bundan vazgeçmezsen yemin olsun ki seni taşa tutarım. Haydi, uzun müddet benden uzak ol" dedi. (Meryem, 19/46).

Sonra Cenab-ı Hak bu yasaklama ayetinden önce müşrikler için istiğfar edenleri sorgulamayacağını açıkladı. Onlara sakınmaları ve kaçınmaları ge­rektiğini beyan etmeden herhangi bir amel yüzünden sorgulamayacağını bil­dirdi.

Allah'ın, bir kavme İslâm yoluna hidayeti nasip ettikten sonra onlara söz ve davranışlardan sakınmaları gerekli hususları açıklamadıkça o kavmi delâ­let içinde diye tavsif etmesi veya onları sapıkları muaheze etmesi, Onun mah-lûkatmdaki sünneti olmadığı gibi rahmet ve hikmetine de uygun değildir. Bu ayet Allah Tealâ'nın herhangi bir şeyi beyan edip ileri sürülebilecek mazeretle­ri ortadan kaldırmadan hiç kimseye azap etmeyeceğine işaret etmektedir.

Şüphesiz ki Allah her şeyi, insanların durumunu ve onların bu konuda açıklamaya olan ihtiyacım bilendir. Sanki bu ifade ile Rasulullah (s.a.)'ın am­casına veya bu yasaktan önce istiğfar dilediği kimse için söylediklerinin maze­reti beyan edilmektedir. Yine burada bir peygamberin mesajı kendisine ulaşmayan gafil kimsenin bu mesajla mükellef olmayacağına delil vardır.

Dolayısıyla bu ayetin nüzul sebebinin Peygamberimiz (s.a.)'in annesi için istiğfar etmek istemesi olması uzak bir ihtimaldir. Çünkü Amine Hz. Muham-med'in peygamberliğinden önce, Hz. İsa (a.s.)'dan sonra cahiliye zamanında fetret devrinde ölmüştü. O zaman durumların karışıklığı sebebiyle hak dini ta­nıma imkânı yoktu.

Allah Tealâ kâfirlerden uzak kalmayı emrettikten sonra zafer ve yardımın ancak kendi nezdinden verildiğini, çünkü yer ve göklerin mülkünün sadece kendisine ait olduğunu beyan etti.

Size yardım eden Yüce Allah olduğuna göre başkası size zarar veremez. "Şüphesiz göklerin ve yerin mülkü yalnız Allah'ındır." Yani bütün varlığın sahi­bi, işlerinin idarecisi, her şeye galip ve hakim olan sadece Allah Tealâ'dır. Olan-biten her şey O'nun elindedir. O hem diriltir, hem öldürür. O'nun çizdiği kaza ve kaderi geri çevirecek, Onun hükmünü ortadan kaldıracak hiç bir güç yoktur. O izin vermeden onların ne hakimiyet ne de zafer elde etmeleri müm­kün değildir. O'ndan başkasından uzak olsunlar. Nihayet yaptıkları ve yapma­dıkları her şeyde O'ndan başka gayeleri olmasın. Size normal olarak dost ve yardımcı olanların yakınlıkları ve akrabalıkları sizi endişelendirmesin. Sizin Allah'tan başka dost ve yardımcınız yoktur. [79]



Tebuk Gazvesine Katılanların Ve Katılmayan Üç Kişinin Tevbelerinin Kabul Edilmesi Ve Doğru Sözlülüğün Önemi


117- Yemin olsun ki, Allah Peygamberin ve o güçlük zamanında ona uyan Muha­cirler ve Ensar'ın tevbelerini kabul etti. O zaman içlerinden bir kısmının kalple­ri nerdeyse eğrilmek üzere idi. Yine de onların tevbesini kabul etti. Çünkü O, onlara karşı çok şefkatli, çok merha­metlidir.

118- Savaştan geri kalan üç kişinin de tevbelerini kabul etti. Yeryüzü bütün ge­nişliğine rağmen onlara dar gelmiş, can­ları son derece sıkılmıştı. Nihayet Al­lah'tan yine Allah'a sığınmaktan başka çare olmadığını anladılar. Sonra Allah eski hallerine dönsünler diye tevbelerini kabul etti. Şüphesiz ki Allah tevbeleri çok kabul edici ve çok merhametlidir.

119- Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve sadıklarla beraber olun.



Açıklaması


Allah lütufta bulunarak Peygamberinden razı oldu; güçlüklerle dolu ve sı­kıntılı bir zamanda yapılan Tebuk Gazvesi'nde Ona arkadaşlık edip tabi olan mümin ashabının da tevbelerini kabul etti. Bu gazveye "Gazvetül-üsra (Güçlük Savaşı), Hz. Osman (r.a.) ve diğer sahabilerin teçhizatını temin ettikleri bu or­duya da "Ceyşü'1-üsra: Güçlük Ordusu" ismi verilmişti. Binek vasıtaları, yiye­cek ve su konusunda son derece eksiklik vardı. Hatta on kişi bir deveye nöbet­leşe biniyorlar, bir hurmayı iki kişi bölüşüp yiyorlardı. Bu savaşa tesadüf eden şiddetli sıcaklar bir yana, develeri kesip işkembelerindeki yem kalıntılarını sı­karak dillerini ıslatıyorlardı.

Cabir b. Abdillah (r.a.), "Saatü'1-üsra: Güçlük Vakti" hem binek, hem yiye­cek, hem de su sıkıntısı idi, demiştir.

Yüce Allah Peygamberin tevbesini kabul etti. Çünkü Rasulullah (s.a) Efendimizden kendisi için evla ve efdal olmayacak bazı hareketler sadır olmuş­tu. Allah'ın ikrar etmediği ve şahsî içtihadına dayanarak savaştan geri kalan münafıklara izin vermesi gibi... Çünkü başka bir hareket tarzı bundan daha hayırlı idi.

İbni Abbas Peygamberin ve müminlerin tevbesinin kabulünü şu sözüyle açıkladı: Peygamberin tevbesinin kabulü münafıklara savaşa katılmama husu­sunda verdiği izin sebebiyle yaptığı tevbenin kabulü idi. Bunun delili ise "Allah seni affetsin. Niçin onlara izin verdin" (Tevbe, 9/43) ayetidir. Müminlerin tevbe-si ise bazılarının, gönüllerinin savaştan geri kalmaz temayülünde olduğu hata­sı için yaptıkları tevbedir.

Muhacir ve Ensar sahabilerin tevbesinin kabulü ise bazılarının savaşa çı­karken ağır davranmaları veya münafıkların çıkarttıkları fitneye kulak verme­leri hatası için yaptıkları tevbenin kabulüdür.

Buradaki tevbe iki manadadır: Peygamberimizin (s.a.)'in tevbesinin kabu­lü, Allah'ın razı olması ve rahmetle muamele etmesidir, sahabe için ise Allah'ın kendilerini tevbe etmeye muvaffak kılması ve tevbelerini kabul etmesidir.

Müminlerin bu tevbelerinin kabulü içlerinden bazılarının neredeyse kalp­leri eğrilecek, haktan ve imandan yüz çevirecek bir duruma geldikten sonra ol­du. Bunlar münafıklıktan ayrı, başka sebeplerle savaştan geri kalan kimseler­di. Bunlar salih amelle kötü ameli birbirine karıştırırlar, günahlarını da itiraf etmişlerdi. Allah da yolculuk ve savaş anında karşılaştıkları sıkıntı ve zorluk sebebiyle bazıları şüpheye düştükten sonra onların tevbelerini kabul etti.

Bundan sonra Allah bir defa daha tevbelerini kabul ettiğini tekrarladı. Ya­ni onlara Rablerine yönelmelerini ve Allah'ın dininde sebatkâr olmalarını ih­san etti. Zira Rableri onlara çok şefkatli ve çok merhametlidir. Allah yolunda cihada tahammül ettikten sonra Rableri onları bırakmaz. Ancak zararı kaldı­rıp onlara fayda verir. "Rauf' ve "Rahim" olmanın manası budur.

Tevbenin kabulünün bir defa daha tekit edilmesinin faydası onların şanla­rını yüceltmek, gönüllerindeki şüpheleri gidermek, sıkıntılı zamanda kalpleri­ne gelen vesveseleri yok etmektir.

Allah ayrıca geri bırakılan -yani münafıklık sebebiyle olmayıp sadece tem­bellik dolayısıyla, rahatı tercih etmeleri sebebiyle savaştan geri kalan- üç kişi­nin de tevbesini kabul etti. Onlar savaşa gidenlerin arkasından Medine'de kal­mışlar, durumları münafıklardan sonraya kalmış, Rasulullah (s.a.) onlar hak­kında hiçbir hüküm vermemişti. Bunlar Allah'ın vereceği hükme bırakılmışlar­dı. Bu üç kişi şair Ka'b b. Malik, hakkında "Li'an" ayeti nazil olan Hilal b. Ümeyye el-Vakıfî ve Mürara b. Rabi' el-Amiri olup hepsi Ensar'dan idiler.

Allah bu üç kişiyi üç sıfatla zikretti.

1- 'Yeryüzü bütün genişliğine rağmen onlara dar gelmişti." Yani tevbede gecikmişler, cezadan korktukları için Peygamberimiz (s.a.)'in kendilerinden yüz çevirmesi, müminlerin kendileriyle konuşmalarının yasaklanması ve eşle­rine de onlardan ayrı durmalarının emredilmesi sebebiyle telâşa düştükleri için bütün mahlûkatı içine alacak genişliğine rağmen yeryüzü onlara dar gel­mişti. Bu üç kişi elli gün veya daha fazla bu durumda kalmışlardı.

2- "Canlan son derece sıkılmıştı." Endişe, üzüntü, dostlardan ayrılık ve in­sanların kendilerine küçümsemeli bakışları sebebiyle gönülleri daralmıştı.

3- "Allah'tan yine Allah'a sığınmaktan başka çare olmadığını anladılar." Kesinlikle bildiler ve inandılar ki Allah'ın gazabından yine O'nun rahmetini ümid ederek tevbe ve istiğfar etmekten başka sığınılacak yer yoktur.

"Sonra tevbelerini kabul etti." Yani tevbelerinin kabulünü bildiren ayetleri indirdi.

"Tevbe etmeleri için..." Bu yüz çevirdikten sonra tekrar O'na dönsünler diyedir.

Bütün bu belirtilen vasıfları tevbelerine, pişman oldukları hususundaki doğru sözlülüklerine delil idi. Şüphesiz Allah tevbe edenlerin tevbesini çok ka­bul edici, iyiliksever olanlar için de rahmeti pek geniştir.

Bu üç kişinin tevbelerinin kabulü kıssasında aşağıdaki hususlar göze çarpmaktadır:

Müfessirlerin çoğu, bu üç kişinin Rasulullah (s.a.)'ın arkasında savaşa çık­madıklarını söylemektedirler.

Ka'b b. Malik anlatıyor: Rasulullah (s.a.) benimle sohbet etmeyi severdi. Savaşa çıkmakta geciktiğimde, "Ka'b'ı engelleyen sebep ne olabilir ki?" diye sor­muş. Medine'ye geldiğinde münafıklar mazeret beyan ettiler, Peygamberimiz (s.a.) onların mazeretlerini kabul etti. Sıra bana geldi. Ben de "Bineğim ve yol azığım hazırdı. Günahım (ihmalim) sebebiyle savaşa katılmadım. Benim için Allah'tan af dile." dedim. Rasulullah (s.a.) bunu kabul etmedi.

Bundan sonra Peygamberimiz (s.a.) Ashabına bu üç kişiyle oturmalarını yasakladı. Onlardan ayrı durmalarını emretti. Hatta hanımlarına da onlardan uzak durmalarını söyledi. Yeryüzü bütün genişliğine rağmen onlara dar gelme­ye başladı. Hilâl b. Ümeyye'nin hanımı Rasulullah (s.a.)'a geldi ve "Ya Rasulal-lah! Hilâl ağlıyor, ağlamaktan gözlerinin kör olmasından korkuyorum" dedi. Nihayet elli gün geçince Cenab-ı Hak "Yemin olsun ki Allah, Peygamberin... Muhacirler ve Ensar'ın tevbelerini kabul etti..." (Tevbe, 9/117) ve "Savaştangeri kalan üç kişinin tevbelerini de kabul etti." (Tevbe, 9/118) ayetlerini indirdi.

Bu ayetler nazil olunca Rasulullah (s.a.) odasına çekildi. O sırada Ümmü Seleme'nin yanında idi. Ona, "Allahu Ekber! Allah arkadaşlarımızın mazereti­ni kabul eden ayetleri indirdi" dedi. Sabah namazı kılınca ashabına bunu an­lattı. Allah'ın tevblerini kabul ettiği müjdesini verdi. Bu üç kişi de hemen Ra­sulullah (s.a.)'ın huzuruna geldiler. Rasulullah (s.a.) onlara haklarında inen ayetleri okudu.

Ka'b b. Malik, "Allah'a yaptığım tevbe gereği malımın tamamını sadaka olarak veriyorum" dedi. Peygamberimiz (s.a.) "Hayır, olmaz." dedi. Ka'b, "O halde yarısını" deyince, Peygamberimiz (s.a.) "Hayır, olmaz" dedi. Ka'b yine "Peki, ya üçte birine ne dersin?" dedi. Efendimiz (s.a.) o zaman "Evet" diyerek kabul etti.[80]

Allah Tealâ bu üç kişinin tevbelerini kabul ettiğine dair ayetleri indirince işlenen bu -Cihad'da Rasulullah (s.a.)'ı bırakıp geride kalmak, cihada katılma­mak -hatasının tekrarlanmasını şiddetle yasakladı ve şöyle buyurdu.

"Ey İman edenler! Allah'tan korkun ve sadıklarla beraber olun." Yani Ra­sulullah (s.a.)'a muhalefet etme vb. Allah'ın razı olmayacağı şeylerden sakının ve kaçının. Gazvelerde Rasulullah (s.a.) ve ashabı ile beraber olun. Münafıklar­la birlikte evlerinizde oturarak savaştan geri kalmayın. Dünyada iman ve ah­dinde durma hususunda sadık olan, Allah'ın dininde niyeti, sözü ve davranışla­rı ile sadık olan kimselerle beraber olun ki, cennette de yine sadıklarla beraber olasınız.

"Sıdk" Allah'ın dininde ve şeriatında, Allah'ın emirlerini yerine getirmede ve Allah'ın Rasulüne itaatte sebatkâr olmaktır. Bu üç kişinin işledikleri hata­dan dolayı pişman olmaları konusundaki sadakatleri Allah'ın tevbelerini kabul etmesine sebep oldu. Bu durum birtakım kritik durumlarda sadakatin başarı ve kurtuluşa vesile olduğunu göstermektedir.

Beyhakî'nin rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Efendimiz (s.a.) şöyle buyur­maktadır: "Sadakat takvaya, takva da cennete götürür. Yalancılık günaha, gü­nah da cehenneme götürür." Sadık kimseye "Doğru söyledi ve takva yolunu tut­tu" yalancıya da "yalan söyledi ve günaha girdi" denir. Kişi sadakatte, doğru sözlülükte devam ederse nihayet ismi Allah nezdinde sıddîk (son derece sada­kat sahibi) diye yazılır.

Başka biri de yalancılığa devam eder ve ismi Allah katında "yalancı" diye yazılır.

Yalancılığın terk edilmesi Peygamberimiz (s.a.)'in tavsiye ettiği gibi içki, zina, hırsızlık vb. bütün günahları bırakmaya vesile olur.

Yalana sadece üç yerde izin verilmiştir. Savaşta, insanların arasını düzelt­mede ve kişinin hanımının gönlünü alması için konuşmasında ona, "Sen en gü­zelsin, en çok sevdiğim sensin" gibi sözler söylemekte yalana izin verilmiştir. Yoksa diğer ev işleri ve nafaka gibi konularda da izin yoktur.

İbni Ebi Şeybe, İmam Ahmed, Esma binti Yezdî'den Peygamberimiz (s.a.)'in şöyle buyurduğunu nakletmektedirler: "Bütün yalan sözler Adem oğlu­nun aleyhine günahına olarak yazılır. Ancak kişinin harp hilesi olarak, iki kişi­nin arasını düzeltmek için ve hanımının gönlünü almak için söylediği yalan söz yazılmaz."

İbni Adiyy ve Beyhakî'nin İmran b. Husayn'dan rivayet ettikleri -zayıf-hadis-i şerifte, "Ta'rizli sözlerde yalandan kurtulma vardır" buyurulmuştur. [81]



Medinelilere Ve Bedevilere Cihadın Farz Oluşu Ve Cihadın Sevabı


120- Medine halkına ve civarında bulu­nan bedevilere, Allah'ın Rasulü ile bir­likte savaşa çıkmaktan geri kalmaları, kendi canlarını onun canından çok sev­meleri yakışmazdı. Çünkü Allah yolun­da başlarına gelecek bir susuzluk yor­gunluk, açlık, kâfirleri öfkelendirecek bir yeri çiğnemeleri ve düşmana karşı bir başarı kazanmaları karşılığında mutlaka onlar için salih bir amel yazı­lır. Şüphesiz ki Allah iyi hareket eden­lerin ecrini zayi etmez.

121- Allah yolunda yaptıkları küçük ve­ya büyük bir mal sarfetmeleri, veya bir vadiyi geçmeleri mutlaka onlar için ya­zılacaktır ki, Allah onları yaptıkların­dan daha güzeliyle mükâfatlandırsın.



Açıklaması


Allah Tealâ Medine'liler ve Medine civarında bedevilerden Tebuk Gazve-si'nde Rasulullah (s.a.) ile birlikte savaşa çıkmayıp geride kalanları ve Rasulul­lah (s.a.)'ın karşılaştığı zorluklarda O'na ortak olmayıp sadece kendi canlarına önem verenleri kınayarak şöyle buyuruyor:

Mümin Medine halkı ile Müzeyne, Cüheyne, Eşca, Gıfar ve Eşlem kabile­leri gibi Medine civarındaki bedevilerin Tebuk Gazvesi'nde Rasulullah (s.a.)'tan geri kalmaları uygun olmayıp, Rasulullah'la birlikte olmaları gerekir­di. Çünkü hareket emri bunlara verilmişti. Yakınlıkları ve komşu olmaları se­bebiyle, ayrıca başkalarından daha lâyık olmaları nedeniyle özellikle bunlar kı­nanmıştır. Yahut buradaki ifadeden anlatılmak istenen savaştan geri kalma­maları için azarlandıklarıdır. Çünkü savaşa katılmayıp geride kalan kimse kendi canını Rasulullah (s.a.)'ın nefsine tercih etmektedir. Halbuki Rasulullah (s.a.)'ı kendi nefsimizden daha çok sevip tercih etmek mecburiyetindeyiz.

Bu ifadeden ilk bakışta bütün bu kabilelere cihadın farz olduğu anlaşıl­maktadır. Gayet tabii "Allah hiçbir nefse taşıyacağı yükten fazlasını yüklemez." (Bakara, 2/286) ayeti ve "Âmâ olanlara hiçbir mahzur yoktur..." (Nur, 24/61) ayeti ve makul delillerle özür sahipleri bundan müstesnadır.

Bununla cihadın herkese tek tek "farz-ı ayn" olduğu anlaşılmamalıdır. Çünkü cihadın "farz-ı kifaye" olduğunda icma vardır. Dolayısıyla muhataplar bu umumi ifadede bizzat bildirilen kimselerdir.

Onların kendi nefislerini Rasulullah (s.a.)'m nefsine tercih etmeleri doğru olamaz. Dolayısıyla Rasulullah (s.a.) sıkıntı içindeyken onların kendi nefisleri için keyif ve rahatı tercih etmeleri de uygun değildir.

Onların savaştan geri kalmaya hakları yoktur. Bilakis Rasulullah (s.a.)'a uymaları ve cihad etmeleri farzdır. Çünkü onların cihad ederken uğradıkları susuzluk, yorgunluk, açlık ve Allah yolunda acı çekme gibi çektikleri meşakkat ve sıkıntılar, küfür diyarında kâfirleri öfkelendirecek bir yeri ele geçirmeleri, düşmanları esir etmek, öldürmek, mağlup etmek veya ganimet kazanmak gibi elde ettikleri başarılar, bu yaptıklarına karşılık olarak hatta ziyadesiyle bol se­vap kazanmalarına sebep olur. Bu da onların cihada katılmalarını gerektiren hususlardandır. Şüphesiz Allah iyi hareket edenlerin ecrini zayi etmez; yani kulunun iyiliğine sevap verme hususunda hiç bir şeyi esirgemeden onun karşı­lığını verir. Yine Cenab,ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Biz güzel amel işleyen kimsenin ecrini zayi etmeyiz." (Kehf, 18/30).

Yine savaşa katılan bu mücahitlerin Allah yolunda küçük veya büyük, ya­ni az veya çok bir mal sarf etmeleri, düşmana doğru yürürken bir vadiyi geç­meleri mutlak onlar için bol mükâfat yazılacak, Allah onları bu amellerine kar­şılık daha güzel ecirle mükâfatlandıracaktır. Çünkü Allah yolunda cihadın ga­yesi güzel İslâm'ın adını yüceltmek, imanı korumak, vatanı müdafa etmektir. Cihadı terk eden kavimler zillete ve esarete düşmüşlerdir. [82]



Cihad Farz-ı Kifaye Olduğu Gibi İlim Tahsili De Farz-ı Kifayedir


122- Müminlerin hepsinin savaşa çık­maları gerekmez. Her topluluktan bir grubun dini iyice öğrenmeleri ve ka­vimleri (savaştan) döndüklerinde onla­rı uyarmaları için geri kalması doğru olmaz mı? Umulur ki, böylece (Allah'ın yasaklarından) sakınırlar.



Açıklaması


Bu ayet bütün kabilelerin Allah yolunda olması gerektiğini beyan etmek­tedir. Onlardan bir grup dini öğrenmek için, diğer bir grup ise cihad etmek için ayrılacak. Çünkü ilim tahsilinin farz-ı kifaye olması gibi cihad da farz-ı kifaye-dir.

Müminlerin hep birlikte topyekün cihada çıkıp Rasulullah (s.a.)'ı yalnız bı­rakmaları uygun olmaz. Çünkü cihad farz-ı kifayedir. Bir kısım müslüman bu­nu yerine getirince diğerlerinden sorumluluk sakıt olur. Cihad her akıl-baliğ müslümana farz-ı ayn değildir. Ancak Rasulullah (s.a.) cihada çıkıp, bütün müslümanlar da onunla birlikte cihada çıkınca farz-ı ayn olmuştu.

Her kabileden veya her beldeden bir grup çıksa da dini iyice öğrense, şeri­atın hükümlerini ve esrarını anlamaya çalışsa, mücahitler savaştan dönünce de onları düşmanlara karşı uyarsalar, mücahitleri Allah'ın gazabından sakın­dırıp onlara dinin hükümlerini öğretseler, böylece onlar da Allah'tan korkup O'na isyan etmenin, O'nun emrine aykırı davranmanın kötü sonucundan sa-kınsalar olmaz mı?

"Dini iyice öğrensinler" ve "Onları uyarsınlar" cümlelerindeki muhatap za­miri Peygamberimiz (s.a.) ile birlikte Medine'de oturanlara aittir. "Kendilerine döndüklerinde" ibaresindeki dönenler cihaddan Medine'ye dönen mücahitler­dir. [83]



Kâfirlerle Savaş Stratejisi


123-Ey iman edenler! Size yakın olan kâfîrlerle savaşın. Sizde bir şiddet bulsunlar. İyi bilin ki Allah muhakkak takva sahıpleriyle beraberdir.



Açıklaması


Ey Müminler! Onlardan, önce size en yakın olanlarla, daha sonra İslâm diyarına en yakın olanlarla savaşın. Çünkü en yakın olan şefkat ve ıslaha daha lâyıktır. Ve yine İslâm davetiyle müminlere tabi olanların komşulardan meyda­na gelmesi daha faydalı, daha koruyucu ve daha önemlidir. Bu konuda İslâm diyarının ve vatanının himayesi hususu gözetilmektedir. Ayrıca bu sırayı takip etmekle masraflar azalmakta, savaş aletlerinin taşınmasında iktisatlı davra-nılmakta, mücahitlerin arkadan vurulmadan güvenlik içinde ilerlemeleri ger­çekleşmektedir.

Savaşta izlenilecek bu sıra gayet tabii olarak önce Medine civarındaki Ku-reyza, Nadir, Hayber Yahudilerini, sonra Arap yarımadasındaki müşrikleri, sonra da Ehl-i kitabı yani Medine'nin kuzeyinde Şam diyarmdaki Rumları içi­ne almaktadır.

Savaş siyaseti olarak müşrikler savaşan müminlerde şiddet, katılık ve sertliği, kuvvet ve hırsı, savaşa karşı tahammülü, çatışmalara girmekte cür'et-liliği, ansızın öldürmek, esir almak gibi özellikleri görmelidirler. Bu durum sa­vaşın normal hali, çarpışmanın gereğidir. Bu ayetin benzeri bir ayet şu şekilde­dir: "Ey Peygamber! Kâfirler ve münafıklarla cihad et. Onlara sert davran." (Tevbe, 9/73).

"İyi bilin ki Allah zafer ihsan etmek, gözetmek ve yardım etmek suretiyle takva sahipleriyle beraberdir." Takva sahipleri "müttakiler" Allah'ın emirlerine uyup, yasaklarından kaçınan kimselerdir.

Bu beraberlik takvaya bağlıdır. Allah'ın şeriatının hükümlerine -ki en önemlileri farz ve sünnetleri yerine getirmek, sebatkâr, sabırlı, itaatkâr ve di­siplinli olmaktır. Sanlırsanız, Allah'ın koyduğu sınırları aşmaktan uzaklaşırsa-nız, Cenab-ı Hak ayetinde "Onlar için gücünüzün yettiği kadar kuvvet hazırla­yın. " (Enfal, 8/60) buyurduğu gibi her asır, her zaman ve mekâna uygun savaş hazırlığını yapmakta ihmalkâr davranmazsanız Allah sizinle beraberdir.

Eğer takva sahipleri ifadesiyle muhataplar kastedilmişse burada iman ve cihadın takva babından olduğuna ve bunların "takva sahipleri" zümresinden olduğuna işaret edilmektedir. Eğer takva sahipleri ifadesiyle bütün takva sa­hipleri kastedilmişse muhatap olan müminler yine ilk sebebini beyan etmekte hem de daha önceki ifadeleri tekit etmektedir. Yani kâfirlerle savaşın, onlara sert davranın, onlardan korkmayın. Çünkü Allah sizinle beraberdir. Çünkü siz takva sahiplerisiniz. [84]



Münafıkların Kur'an Surelerine Karşı Tavırları


124- (Kur'an'dan) bir sure indiği vakit içlerinden bazıları birbirlerine şöyle derler: "Bu sure hanginizin imanını ar­tırdı?" Doğrusu inen sure iman edenle­rin imanlarını artırmıştır, onlar bunu birbirlerine müjdelerler.

125- Kalplerinde hastalık olanlara ge­lince: Bu sure onların murdarlıklarına murdarlık katmıştır ve onlar kâfir ola­rak ölmüşlerdir.

126- Onlar hiç görmüyorlar mı? Her yıl bir veya iki defa imtihan oluyorlar, yi­ne de tevbe etmiyor, ibret almıyorlar.

127- Bir sure indirildiği zaman "Sizi bi­risi görüyor mu?" diye birbirlerine göz edip sonra da oradan uzaklaşırlar Ger­çekten onlar anlamayan bir topluluk ol­dukları için Allah onların kalblerini uzaklaştırmıştır.



Açıklaması


Kur'an surelerinden biri inip münafıkların bundan haberi olunca içlerin­den bir kısmı birbirlerine "Bu sure hanginizin imanını artırdı? Kur'an'ın Allah katından olduğunu ve Muhammed (s.a.)'in peygamberliğinde sadık olduğunu tasdik etmenizi mi artırdı?" dediler.

Bilindiği gibi sahih olan iman, nefsin kabulüne bağlı kesin bir tasdiktir. Bu iman Kur'an'ın nüzulü ile artar, Kur'an'ın düşünerek ve inceleyerek dinlen-mesiyle kat kat ziyadeleşir, bu duruma inen hükümlerin yaşanmasına sebep olur. Burada -cumhurun mezhebine göre- imanın artıp eksildiğini açıkça göste­ren delil vardır.

Allah Tealâ da onlara Kur'an'ın insan üzerindeki gerçek tesirini bildirerek cevap verdi.

Müminlere gelince: Kur'an'ın nazil oluşu onların imanlarını, tasdiklerini artırır, onları Kur'anla amel etmeye teşvik eden bir güç olur. Aynı anda mü­minler bu surenin inişine sevinirler, çünkü bu sure onların nefislerini tezkiye eder, onlara dünya ve ahirette saadet yolunu gösterir.

Zemahşerî "Onların imanlarını artırır." (Tevbe, 9/124) ayeti hakkında di­yor ki: "Bu sure, imanlarını ve sebatkâr oluşlarını daha da artırır, gönle serin­lik verir. Yahut amellerini artırır, demektir. Çünkü amelin artması, imanın art­masına sebeptir. Zira hem inanç, hem de amele iman denilebilir."

Gönüllerinde şüphe, küfür ve nifak olanların ise, küfürlerine küfür, nifak­larına nifak katar ve bu durum onlarda iyice kökleşir, nihayet Kur'an'a ve Pey­gamberimiz (s.a.)'i inkâr ettikleri halde kâfir olarak ölürler. Bu da bu surenin nazil olma hedefine terstir. Çünkü bu sure gerçekte hidayet ve nur, gönüllere şifa ve kalplere ciladır.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Biz Kur'an'ı iman edenler için bir şifa ve rahmet kaynağı olarak indiriyoruz. Kur'an zalimlerin ise ancak zararını artırır." (İsra, 17/82) Bir başka ayette, "De ki: Bu Kur'an, iman edenlere bir hi­dayet rehberi ve şifadır. İman etmeyenlerin ise kulaklarında bir ağırlık vardır. Onların gözleri Kur'an'a karşı kördür. Onlar tıpkı uzak bir yerden çağrılıp da duymayan kimseler gibidirler." (Fussilet, 41/44).

Kalplere hakkı gösteren kitabın onların dalâlete düşmesine ve helak olma­larına sebep olması, onların bedbaht oluşlarmdandır. Tıpkı rahatsız olan kim­seye gıdanın fayda vermemesi gibi...

Cenab-ı Hak münafıkların kâfir olarak öleceklerini beyan ettikten sonra, onların her yıl bir veya iki defa dünya azabına da uğrayacaklarını açıklayarak adeta şöyle hitap etmektedir:

O münafıklar görmüyorlar mı ki, her yıl bir veya iki defa cihad, kıtlık, hastalık gibi çeşitli imtihanlar geçiriyorlar! Bu çeşit imtihanlar insana Allah'ı hatırlatır ve onu imana, küfrü terk etmeye ve hakla batılı ayırt etmeye meyyal hale getirir.

Sonra onlar bütün bu peşpeşe yapılan imtihanlara rağmen geçmiş günah­larından tevbe etmiyorlar, geçen olaylardan ibret almıyorlar, hatta imanı kabul etmeye hazırlıklı bile değiller.

Onlar Hz. Peygamber (s.a.)'in yanında otururken ona bir sure inince yüz­lerini çevirirler, kaş-göz işareti yaparlar, kalplerinin fesatlığı sebebiyle alay ederler, kaçmaya teşebbüs ederler ve derler ki: Siz oradan kaçarken Rasulullah (s.a.) ve müminler sizi gördüler mi?

Sonra da hep birlikte Rasulullah (s.a.)'ın meclisinden ayrılırlar; yani hak­tan yüz çevirirler. Dünyadaki halleri budur. Hakta sebat etmez, hakkı kabul etmez ve anlamazlar. Tıpkı şu ayette bildirildiği gibi: "O halde bunlara ne olu­yor ki, öğütten yüz çeviriyorlar! " (Müddessir, 74/49-51) Bir başka ayette ise şöyle buyurmaktadır: "Ne oluyor bu kâfirlere ki, sağdan ve soldan cemaatler halinde sana doğru koşuyorlar?" (Mearic, 70/49-51) Yani bu topluluğa ne oluyor ki haktan kaçıp batıla giderek koşuyorlar.

Allah onların kalplerini hak ve imandan, hayır ve nurdan uzaklaştırmış-tır. Bu ifade ya onlar hakkında bir beddua yahut durumlarını haber veren bir ifadedir.

Bu yüz çevirmeleri onların, dinledikleri ayetleri anlamayan, anlamak iste­meyen, anlamak için derin düşünmeyen bir topluluk olmaları sebebiyledir. Bi­lakis onlar anlamak için kulak vermeyecek kadar meşguliyet içindedir ve an­laşmaktan kaçmaktadırlar. Nitekim Cenab-ı Hak "Onlar haktan sapınca Allah da onların kalplerini saptırdı." (Saf, 61/5) buyurmaktadır. [85]



Rasulullah (S.A.)'ın Sıfatları, Ümmetiyle İrtibat Halinde Oluşu


128- Şüphesiz ki size sizin içinizden bir peygamber gelmiştir. Sizin sıkıntıya düşmeniz O'na çok ağır gelir. O, size son derece düşkündür. Müminlere çok şefkatli ve çok merhametlidir.

129- (Ey Peygamber!) Senden yüz çevi- rirlerse de ki: "Allah bana yeter. O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Ben sadece O'na güvendim. O yüce Arşın Rabbidir."



Açıklaması


Allah müminlere kendi içlerinden yani kendi cinslerinden ve kendi dille­rinde konuşan bir Peygamber göndermek suretiyle büyük bir lütufta bulun­muştur.

Ey Araplar! Size kendi cinsinizden ve kendi dilinizden bir peygamber geldi.

Nitekim bir ayet-i kerimede, "Okuma yazma bilmeyenlere kendilerinden bir peygamber gönderen Odur." (Cum'a, 62/2) buyurulmaktadır. Bir başka ayet-i kerimede ise, "Allah müminlere kendilerinden... bir peygamber gönder­mekle büyük bir lütufta bulundu." (Al-i İmran, 3/164) buyurulmaktadır.

Allah bu peygamberi şu beş sıfatla tavsif etmiştir.

1- "Sizin içinizden" yani Araplardan olması. Bu ifadeden maksat Arapları O'nu desteklemeye teşvik etmektir.

İbni Abbas diyor ki: Araplardan hiçbir kabile yoktur ki, Peygamberimiz (s.a.)'in doğumu onlarla ilgili olmasın. Mudar, Rabia, Yemenli kabilelerden ta­mamı onunla ilgilidir. Yani onun nesebi bütün Arap kabilelerine dağılmıştır.

2- "Sizin sıkıntıya düşmeniz ona ağır gelir." Sizin dünya ve ahirette meşak­kat çekmeniz ve zorluklarla karşılaşmanız ona çok ağır gelir. Çünkü o sizden­dir, sizin acı duymanızdan acı duyar, sizin sevincinizle sevinir.

3- "O, size son derece düşkündür." Sizin hidayeti bulmanıza ve hidayete de­vam etmeniz hususunda, dünya ve ahirette size hayırların ulaşmasında son derece gayretlidir.

4- "Müminlere çok şefkatli ve çok merhametlidir." İbni Abbas (r.a.) diyor ki: Allah O'nu kendi isimlerinden iki isimle -"Rauf ve "Rahim" isimleriyle- adlan­dırdı.

Eğer -müşrikler ve münafıklar- senden, senin peygamberliğine iman et­mekten, senin şeriatınla doğru yolu bulmaktan yüz çevirirlerse onlara de ki: -Düşmanlara karşı yardım etmek hususunda- "Bana Allah yeter."

"O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur." Kendisine yalvarıp yakaracağım, boyun eğeceğim, O'ndan başka ibadete lâyık hiçbir varlık yoktur. Sadece Ona güven­dim. İşimi sadece O'na havale ettim. O'ndan başkasına itimat etmiyorum.

"O yüce Arş'ın Rabbidir." Arş yeryüzü, gökyüzü ve ikisi arasındaki bütün varlıkların tavanıdır. Burada özellikle Arş'ı zikretti. Çünkü O mahlûkatm en büyüğüdür. O zikredilince Onun altındaki bütün varlıklar buna dahil olur. Bü­tün mahlûkatın işlerinin idaresi sadece Allah'a aittir. "O, Arş'a istiva eyledi. Her şeyi O tedvir eder." (Yunus, 10/3).

Ebu Davud, Ebu'd-Derda'dan şöyle rivayet etmektedir: "Kim sabah ve ak­şam Hasbiyallahu... duasını (Tevbe suresinin son ayetindeki duayı) yedi defa okursa bunu okurken sadık da olsa yalancı da olsa onu endişeye düşüren işle­rinde Allah O'na yeter."

Nakkaş'ın rivayetinde Übeyy b. Ka'b diyor ki: Kur'an'ın, kulu Allah'a en yakın kılan ayetleri, Tevbe suresinin son iki ayetidir.

Sahabe-i kiram Kur'an bir mushaf içerisinde toplandığı zaman bu iki ayeti "Berae" suresi'nin sonuna koyma hususunda ittifak etmişlerdir.

İmam Ahmed, Buharî, Tirmizî ve diğer bazı alimler Hz. Ebubekir (r.a.) za­manında Kur'an'ın toplanması ve yazılması konusunda Zeyd b. Sabitin şu sö­zünü rivayet etmişlerdir. Tevbe suresinden iki ayeti Huzeyme el-Ensarî'nin ya­nında buldum. Bu iki ayeti "Lekad caekum.." başka birinin yanında bulama­dım. Yani İbni Hacer'in belirttiği gibi, her ne kadar bu iki ayet onun ve başka­larının ezberinde olsa bile yazılı olarak sadece onun yanında buldum.

İbni Cerîr ve İbnü'l-Münzir'in rivayetine göre, Ensar'dan bir zat bu iki ayeti Hz. Ömer (r.a.)'e getirdi. Hz. Ömer, "Buna kesinlikle senden şahit isteme­yeceğim. Rasulullah (s.a.) bu ayetleri aynen bu şekilde okuyordu" dedi. [86]







--------------------------------------------------------------------------------

[1] Razî, XV/216.

[2] Kurtubi, VIII/62-63.

[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/309.

[4] İbn Kesir, 11/331 v.d.; Zemahşeri, 11/26; Kurtubî, VII/64-68.

[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/311-312.

[6] Cassas, Ahkâmu'l-Kur'an, M/77.

[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/314-317.

[8] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/319.

[9] İbnü'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'an, 11/791.

[10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/322-324.

[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/327-328.

[12] İbni Kesir, 11/339.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/330-331.

[13] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/335-337.

[14] Cassas, Ahkâmu'l-Kur'an, 111/87.

[15] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/338-339.

[16] Zemahşeri'nin tefsirinde bu şekilde andığı hadisin çok tanınmış halde söylenişi şöyledir: "Mescidde mubah olan söz, ateşin odunu yemesi gibi, iyilikleri yer" (Keşfu'l-Hafa, 1/354).

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/341-343.

[17] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/347-348.

[18] Zemahşeri, 11/33.

[19] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/350-352.

[20] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/355-356.

[21] Bu, daha önce Resulullah (s.a.)'m duyulmamış sözlerindendir.

[22] Urefa: Başkan, lider, bilgin, uzman.

[23] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/356-358.

[24] Bu, Zeydiye imamlarından Hadi ve Zahiriye imamlarından bazılarının görüşüdür. İbni Cerir, Hasan'ın şöyle dediğini rivayet eder: "Bir müşrikle musafaha yapanın abdest alması gerekir."

[25] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/362-364.

[26] İbnü'l-Arabi, Ahkâmu'l-Kur'an, 11/889.

[27] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/368-371.

[28] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/374-376.

[29] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/380-383.

[30] Zemahşeri, 11/38.

[31] Kebs, 365 günlük yıla, dört yılda bir tam gün ekleyerek 366 gün yapmak.

[32] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/387-391.

[33] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/398-400.

[34] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/404.

[35] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/407-409.

[36] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/413-414.

[37] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/418-419.

[38] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/422-423.

[39] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/426-427.

[40] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/431-433.

[41] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/433.

[42] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/433-434.

[43] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/434.

[44] Hadisi Ebu Davud, Süveyd b. Hanzala'dan rivayet etmiştir.

[45] Müşterek bir lafızdır. Burada, uzunluğu beş zira, olan elbise kasdolunmaktadır. Bununla ilk amel eden, Yemen krallarından Hınıs'tır.

[46] Çok giyilmekten eskimiş elbise. olsa, onu öder. Çünkü onun zamanını ertelemiş, onun zimmetine geçmiştir. Onun için öder.

[47] Neylü'l-Evtâr, IV/166.

[48] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/434-438.

[49] Mükâteb: Efendisiyle, belirli taksitler üzerine yazışma yapan, o taksitleri ödediği zaman hür olacak olan köle. Köleleri hürriyete kavuşturmak için, yazışmak menduptur: "Sahip ol­duğunuz (köle ve cariyeler) arasından sizden mükâtebe isteyenlerle eğer onlarda bir hayır bi­lirseniz- mükâtebe yapınız." (Nur, 24/33) ayeti bunu ifade eder.

[50] Ebu Davud ve İbni Mace, Ebu Said (r.a.)'den rivayet etmişlerdir.

[51] Ahmed, Buhari, Müslim, Nesâi, Tirmizî ve İbni Mace, Ebu Hüreyre (r.a.)'den rivayet et­mişlerdir, sahihdir.

[52] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/438-441.

[53] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/447-448.

[54] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/451-453.

[55] Razî, XVI/129.

[56] Vahidî şöyle der: Mü'tefîkât, mü'tefike kelimesinin çoğuludur. Bu kelimenin maştan olan i'tifak; altı üstüne gelmek demektir. Şuayb (a.s.)'ın kavminin köyleri, halkıyla birlikte altı üstüne geldi.

[57] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/456-459.

[58] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/462-464.

[59] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/468-470.

[60] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/474-475.

[61] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/478-479.

[62] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/482.

[63] 55. ayete bkz.

[64] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/486-487.

[65] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/490-491.

[66] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/494.

[67] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/496-498.

[68] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/7-8.

[69] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/11-12.

[70] Hadis zayıftır. Bu hadisi Taberani el-Evsat'ta Enes b. Malik'ten rivayet etmiştir.

[71] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/16-17.

[72] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/22-24.

[73] Cassas, Ahkâmu'l-Kur'an, III/148.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/2829.

[74] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/30-31.

[75] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/37.

[76] Zemahşerî, 11/58.

[77] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/41-45.

[78] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/49-51.

[79] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/56-58.

[80] Razî, XVT/218.

[81] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/62-65.

[82] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/68-69.

[83] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/72.

[84] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/76.

[85] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/79-81.

[86] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/84-85.

9-Tevbe Suresi Meali Tefsiri Oku: Hudeybiye Antlaşması-Müşriklerin Ahidlerini Bozmaları, Onlara Savaş İlan Edilmesi Rating: 4.5 Diposkan Oleh: Blogger

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder