Güncel Duyuru: Öğrencilerimizin dikkatine ! Ücretsiz TEMEL ARAPÇA SARF&NAHİV derslerimizi Eklemeye başladık 1-13.Derse kadar Tamam(Elhamdü lillah) Tıkla Ders Sayfasına Git Tags:Online Arapça Dersleri Video,İslami ilimler Video Dersleri,İlahiyat Önlisans Arapça Video Dersleri,İlahiyat Arapça Video Dersleri,İmam Hatip Arapça Dersleri Video,İlitam Arapça Video Dersleri,Tefsir Dersleri Video,Hadis Dersleri Video,Fıkıh Dersleri Video,Arapça Dershaneniz,Kur'an,Sünnet,Arapça dersleri,tefsir oku,hadis,oku,Kuran meali oku,arapça öğreniyorum,arapça dilbilgisi video,arapça nahiv video,arapça sarf dersleri video,islami sohbetler

10-Yunus (A.S.) Suresi Meali Tefsiri Oku: Peygamberimiz (S.A.)'e Vahiy İndirilmesi Meselesi-Allah, Yeryüzü Ve Göklerin Yaratıcısıdır, Mahlûkatın Üzerine Düşen Ona Kulluk Etmektir-Kainatta Güneş Ve Ay İle Gece Gündüzün Birbiri Ardınca Gelmesindeki İlâhî Kudret

YUNUS SURESİ


Peygamberimiz (S.A.)'e Vahiy İndirilmesi Meselesi


1- Elif, Lam, Râ." İşte bunlar hikmet dolu kitabın ayetleridir."

2- 'İnsanları uyar, iman edenleri Rab-lerinin katında yüce derecelerle müj­dele" diye içlerinden bir adama vah-

kâfirler "Şüphesiz bu adam apaçık bir sihirbazdır" dediler.



Açıklaması


"Elif, Lam, Râ." Bu harflerden maksat kişinin bundan sonra gelecek duy­duğu veya okuduğu ayetleri anlamaya çalışmasına dikkat etmesi ve özen gös­termesi için bir uyarıdır. Harflerin bir bir sayılması da Bakara suresinin başın­da geçtiği gibi meydan okumak içindir.

Bu ayetler muhkem -her şeyi gayet açık olan- yahut ihtiva ettiği sayısız hikmetlerle dolu Kur'an'ın ayetleridir. Veya bu ayetler Allah'ın eksiksiz, gayet açık olarak indirdiği, kullarına beyan ettiği suresinin ayetleridir.

Nitekim Cenab-ı Hak bir ayet-i kerimede "Elif, Lam, Râ. Bu öyle bir kitap­tır ki ayetleri apaçık kesin hükümler ihtiva etmektedir. Sonra da her şeyi en iyi bilen, herşeyden haberdar olan Allah tarafından tafsilatıyla açıklanmıştır." ya­ni manaları ve lafızları tam yerinde kullanılmıştır.

Doğruya en yakın olan -Kurtubî'nin dediği gibi- burada kastedilen Kur'an'dır. Çünkü "hakîm" Kur'an'ın sıfatlarındandır. "Ayetleri her şeyi bütün açıklığıyla belirtilen kitap" ayeti de buna delâlet etmektedir. "Hakîm" helâli, haramı, hadleri ve hükümleri beyan eden, muhkem -manası ve lafızları açık-bir kitaptır.

"... İçlerinden bir adama vahyetmemiz insanlara tuhaf mı geldi?" Cenab-ı Hak kâfirlerin peygamberlerin beşer cinsinden gönderilmesini tuhaf karşıla­malarını kabul etmiyor: Bazı kimselerin durumu ne kadar gariptir ki, sanki "insanlık" vasfı peygamberliğe engelmiş gibi, sanki onlar kendi cinslerinden ol­mayan (insan olmayan) bir peygamber istiyorlarmış gibi, kendi cinslerinden olan (beşer olan) bir adama vahiy göndermemizi yadırgıyorlar?

Nitekim Cenab-ı Hak başka ayetlerde onların şu sözlerini naklediyor: "Bi­ze bir beşer mi yol gösterecek?" (Tegabün, 64/6);"Allah bir beşeri mi peygamber olarak gönderdi? (İsra, 17/94); "Rabbimiz dileseydi melekleri de indirirdi." (Fussilet, 41/14).

Hud ve Salih (a.s.) kavimlerine "İçinizden bir adam vasıtasıyla Rabbiniz-den size bir öğüt gelmesini mi tuhaf karşılıyorsunuz?" (A'raf, 7/63) buyrulmuştur.

İbni Abbas diyor ki: Allah Hz. Muhammed (s.a.)'i peygamber olarak gön­derdiğinde Araplar bunu inkâr ettiler veya bir kısmı inkâr edip "Allah, Pey­gamberini beşer olarak göndermekten münezzehtir" dediler. Bunun üzerine Al­lah "İnsanlara tuhaf mı geldi? " (Yunus, 2) ayetini indirdi.

Bu tuhaf karşılama yerinde değildi. Çünkü bütün peygamberler beşer idi­ler. "Eğer Peygamberi melekten yapsaydık, onu insan suretinde kılardık. Onları yine düştükleri şüpheye düşürürdük." (En'am, 6/9).

Aslında peygamberlerin gönderildikleri toplumun cinsinden olmaları da­vetlerinin kabulü için, peygamberlerle rahat anlaşabilmeleri için daha uygun­dur. Ama beşerden birinin peygamber olarak seçilmesine gelince: Allah pey­gamberliğe en uygun olanı, seçilmeye en lâyık olanı en iyi bilendir.

"Allah meleklerden ve insanlardan elçiler seçer." (Hac, 22/75); "Allah Pey­gamberliğini nereye vereceğini en iyi bilendir." (En'am, 6/124).

İnsanların ölçüleri ise hatalıdır. Meselâ, Hz. Muhammed (s.a.)'in Ebu Ta-lib'in yetimi oluşu gibi. Zira Kureyşliler, "Gariptir, Allah Ebu Talib'in yetimin­den başka gönderecek Peygamber bulamadı", dediler. Yine, "O fakirdir" deme­leri gibi. Çünkü onlar Peygamberin zengin ve parmakla gösterilen bir lider ol­masını istiyorlardı.

"Müşrikler, "şu Kur'an iki şehirden (Mekke ile Taiften) birinde bulunan bir büyük adama indirilseydi ya!" dediler. (Zuhruf, 43/31) Onlar Mekke'den Velid b. Mugire'yi, Taiften Mes'ud b. Amr es-Sekafîyi bu işe uygun görüyorlardı.

Kendisine vahiy gelen bu peygamberin görevi insanları cehennemden uyarmak ve korkutmaktır. "İnsanları uyar diye" Yani biz ona insanları uyar ve kâfir, isyankâr ve sapık olarak kalırlarsa onları cehennem azabı ile korkut diye

Ona vahyettik. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Ataları uyarılmamış bu yüzden de gafil kalmış bir kavmi uyarman için..." (Yasin, 36/6).

Salih ameller işleyen müminleri Rableri nezdindeki yüce derecelerle, ilk dereceler lütuflar Allah katında Naim cennetinde yüksek mertebeler ve yaptık­larına karşılık güzel bir ecir ve mükâfatla müjdele. Salih ameller, namazları, oruçları söz ve fiillerindeki sadakatleri ve teşbihleridir.

"Uyarma" ve "müjdeleme" Peygamberimiz (s.a.)'in en hususi sıfatlarından-dır. Pek çok ayet-i kerimede Peygamberimiz (s.a.)'in bu sıfatları belirtilmiştir.

"Allah nezdinden gelecek şiddetli bir azapla (inkarcıları) uyarmak ve salih amel işleyen müminleri güzel bir mükâfatla müjdelemek için..." (Kehf, 18/2).

"Ey Peygamber! Biz seni bir şahit, bir müjdeleyici ve uyarıcı bir peygamber olarak gönderdik." (Ahzap, 33/45).

Onlara kendi cinslerinden bir adamı müjdeleyici ve uyarıcı bir peygamber olarak gönderdiğimiz halde "Kâfirler dediler ki: Bu apaçık bir sihirbazdır" İn­karcılar ve onun peygamberliğini yalanlayanlar "Muhammed apaçık bir sihir­bazdır" dediler.

"Bu apaçık bir sihirdir" şeklindeki kıraate göre bunun manası, "Bu Kur'an apaçık bir sihirdir" anlamındadır.

Hangi şekilde olursa olsun onlar Kur'an-ı Kerim'i ve onun kendisine indi­rildiği tebliğcisini sihir yapmak ve sihirbaz olmakla vasıflandırdılar. Onlar bu hususta yalancıdırlar. Onun kalplerdeki kuvvetli tesirini görünce onu sihirle vasıflandırdılar. Dikkatleri çeken, gönüllerde tesir bırakan, sebebi bilinmeyen, harikulade her garip davranışa onlar "sihir" adını veriyorlardı.

Daha sonra Arap dahileri ve düşünürleri Kur'an'ın sihir olmadığını iyice anladılar. Çünkü onlar sihri tecrübe edip öğrenmişlerdi. Kur'an'ı sihirle bağ-daştıramadılar. Çünkü sihirbazlık hile ve göz boyamaya veya bazı eşyanın tabii özelliklerine, yahut yıldızlar ilmine, veyahut psikolojik bazı araştırmalara da­yanan bir ilim idi. Kur'an tecrübe, duygu, gözlem ve mukayese ile değerlendi­rildiğinde bütün bu şeylerle kesinlikle ilgili değildi. Bunlardan tamamen ayrı, bunların üstünde bir kitaptı.

Çünkü Kur'an, hukuk, kaza (yargı), siyaset, sosyoloji, fen ilimleri, ahlak ve edebiyat sahalarında yüksek ve üstün hükümleri ihtiva eden, üslubu, nazmı ve manalarıyla mucize olan, beşerin taklit etmesi veya onun benzeri bir ifade getirmesi imkânsız olan Allah tarafından peygamberinin kalbine vahyedilen bir kitaptır.

"Şüphesiz ki Kur'an kendilerine gelince onu inkâr edenler (bize gizli kal­mazlar). Şüphesiz o aziz (değerli, erişilmez) bir kitaptır. O'na batıl ne önünden ne de arkasından girebilir. O hikmet sahibi ve hamde lâyık olan tarafından in­dirilmiştir." (Fussilet, 41/42).

"Allah sözlerin en güzelini ayetleri birbiriyle ahenkli, karşılıklı hükümleri zikreden bir kitap olarak indirmiştir. O Kur'an'dan Rablerinden korkanların derileri ürperir. Sonra da derileri de kalpleri de Allah'ın zikrine karşı yumuşar. İşte bu (Kur'an) Allah'ın hidayet rehberidir. (Allah) onunla dilediğini hidayete erdirir. Allah kimi de doğru yoldan saptırırsa onu doğru yola getirecek kimse yoktur." (Zümer, 39/23). [1]



Allah, Yeryüzü Ve Göklerin Yaratıcısıdır, Mahlûkatın Üzerine Düşen Ona Kulluk Etmektir


3- Şüphesiz ki Rabbiniz gökleri ve yeri aitı günde yaratan, daha sonra Arş'ta istiva eden (kudretiyle Arş'ı kuşatan) Allah'tır. Bütün işleri O düzene koyar. Hiç bir kimse O'nun izni olmadan şefaatçi olamaz. İşte Rabbiniz olan Allah budur. Yalnız O'na ibadet edin. Hiç düşünüp ibret almaz mısınız?



Açıklaması


Cenab-ı Hak bütün âlemlerin Rabbi olduğunu ve yeryüzünü ve gökleri altı zamanda -veya altı günde- yarattığını bildiriyor.

"Altı gün" için bir rivayette "dünya günleri gibi altı gün", bir başka riva­yette ise "her gün saydığınız günlerle bin sene.." denilmiştir.

Doğru olan şudur: Allah Tealâ kâinatı yeri ve göğü miktarım kendisinden başka kimsenin bilmediği bir zaman dilimi içinde yaratmıştır. "Gün" lügatte zaman parçası olarak tarif edilir.

Sonra Arş'ta azametine ve celâline lâyık kendisinden başka hiç kimsenin bilmediği bir şekilde istiva etti. Arş, O'nun kürsisidir, veya mahlûkatm idare merkezidir. Arş bütün mahlûkatm en büyüğü ve tavanıdır. Arş'm gerçek duru­munu Allah Tealâ'dan başka hiç kimse bilemez.

Allah Tealâ Arş'a istiva eylemesiyle mahlûkatının ve melekût âleminin bütün işlerini hikmeti ve ilmine uygun şekilde düzenler, hikmetinin gerektirdi­ği ve bu konuda önceden takdir ettiği şekliyle kâinatın işlerini belirler.

Allah bütün âlemlerin yaratıcısı, yeryüzünü ve gökleri bu son derece sağ­lam ve eşsiz nizam üzerine yaratan olunca, insanlara doğru yolu göstermesi için mahlûkatından bir insana, ilminden bir parça vahyetmesi O'nun için hiç de imkânsız bir şey değildir. Bu O'nun kudret ve iradesinin tecellilerinden biri­dir. O halde Peygamberliği inkâr edenlerin bu vahye iman etmeleri, bu vahyin sahibini tasdik etmeleri ve getirdiği her şeyi desteklemeleri gerekir.

Yine kıyamet günü mahlûkatının hesabını görmesi için Allah'ın sonsuz ve mutlak salâhiyeti vardır. Hiçbir kimse O'nun izni, iradesi ve dilemesi olmadan

"O'nun izni olmadan O'nun huzurunda kim şefaatçi olabilir?" (Bakara, 2/255).

"O'nun huzurunda O'nun izin verdiği kimselerden başka hiç kimsenin şe­faati fayda vermez." (Sebe, 34/23).

"Göklerde nice melekler vardır ki, Allah dilediğine ve razı olduğuna izin vermedikçe o meleklerin şefaatları hiçbir fayda vermez." (Necm, 53/26).

"O gün, Rahman olan Allah'ın izin verdiği ve konuşmasına razı olduğu kimseden başkasının şefaati fayda vermeyecektir." (Tâ-Hâ, 20/109).

Bu ayette ilâhlarının Allah'ın huzurunda kendilerine şefaat edeceğini id­dia eden putperest veya meleklere yahut insanlara tapan kimselere açık bir şe­kilde cevap verilmektedir.

Nitekim Cenab-ı Hak putperestlerin amacını şu şekilde beyan etmektedir: "Allah'ı bırakıp O'ndan başka dost edinenler, "Biz onlara ancak bizi daha çok Allah'a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz" derler." (Zümer, 39/3).

Bu ayette Rahman olan Allah'ın izin verdiği kimselerin şefaat hakkı olaca­ğı belirtilmektedir.

İşte bu yaratma, takdir etme, hikmetle hareket, mahlûkatın işlerini tan­zim, şefaatta tasarruf hakkı gibi rububiyet ve ulûhiyeti gerektiren bu sıfatlarla mevsuf olan Allah bütün işlerinizin yegâne idarecisi, bu vasıfların hiçbirinde hiçbir şekilde ortak kabul etmeyen Rabbinizdir.

O'na kulluk edin, ibadet ve kulluğu hiçbir şeriki olmayan tek Allah'a ya­pın.

Hiç ibret almıyor musunuz? Ey müşrikler! İşlerinizde biraz da olsa düşün­mez misiniz? Allah sizi uyarıyor ki rububiyet ve ibadete lâyık olan sadece O'dur. Yoksa sadece O'nun yaratıcı olduğunu bildiğiniz halde taptığınız tanrılar değil...

"Eğer onlara kendilerini kimin yarattığını sorsan şüphesiz "Allah" derler. (Zuhruf, 43/87).

'Yedi kat göklerin Rabbi ve yüce Arş'ın Rabbi kimdir?" diye sorsan şüphe­siz "Allah" derler". (Zümer, 38/38).

Manaları verilen bu ayetlerden anlaşıldığı gibi, Araplar Rablerinin birliği­ne iman ediyorlar, ancak "ulûhiyet" hususunda Allah'a başkalarını ortak koşu­yorlardı.

Bunun içindir ki Cenab-ı Hak "İşte Rabbiniz olan Allah budur. Yalnız O'na ibadet edin" buyuruyor, sonra da onları "Hiç düşünüp ibret almaz mısınız?" ayetiyle düşünmeye davet ediyordu. Yani bilmiyor musunuz? Allah'ın yerlerin ve göklerin yaratıcısı olduğunu düşünmüyor da O'na delil mi arıyorsunuz? [2]



Öldükten Sonra Dirilme Ve Görülecek Mükafat


4- Hepinizin dönüşü O'nadır. Bu Allah'ın gerçek vaadidir. Allah varlıkları yoktan yaratmıştır. İman edip salih ameller işleyenleri adaletle mükâfatlandırmak için yok olduktan sonra tekrar diriltilecektir. ise inkâr etmelerinin cezası ola- rak (cehennemde) kaynar içecekler ve acıklı bir azap vardır.



Açıklaması


Cenab-ı Hak bundan önceki ayette varlığını, sadece kendisine ibadet edil­mesini gerektiren birliğini ispat etmişti. Burada ise bir başka önemli hususu, öldükten sonra dirilme ve amellere karşılık verilmesini ispat etmektedir.

Allah Tealâ haber veriyor ki kıyamet günü ölümden sonra mahlûkatm dö­nüşü sadece O'nadır. Sizden hiç kimseyi kesinlikle geri bırakmayacaktır. Bu Allah'ın geri dönüşü olmayan gerçek ve değişmez bir vaadidir.

Bundan sonra Cenab-ı Hak mahlûkatı ilk anda nasıl yoktan var edip ya-rattıysa aynı şekilde ikinci defa da onları ölümden sonra diriltecektir. Diriltme ilk yaratmadan daha basittir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Sizi ilk defa yoktan var eden de, ölümden sonra tekrar diriltecek olan da O'dur. Dirilt­me O'na daha basittir." (Rum, 30/27).

İnsanın dünyaya gelişi bütün açıklığıyla gözler önündedir. Ancak insanlık şu ana kadar insanın yaratılışının ilk safhasını ve maddede hareketi meydana getiren gizli kuvveti idrak edebilmiş değildir.

Tekrar dirilmeye gelince: Bilginler dünyanın bir gün harap olacağını bekli­yorlar. Fakat bir kısmı öldükten sonra dirilmeyi ve amellere karşılık verileceği­ni inkâr ediyorlar. Kur'an böylelerine karşı, insanı ilk defa yoktan var etmeye kadir olanın öldükten ve cismi çürüdükten sonra ikinci defa hayat vermeye de kadir olacağı şeklindeki delilini ortaya koymaktadır.

Tekrar yaratılmanın amacı mahlûkatm hesabının adil bir şekilde görülme-sidir. "İman edip salih ameller işleyenleri adaletle mükâfatlandırmak için.." (Yunus, 4). Yani Allah'a, peygamberlerine ve kendilerine indirilen kitaplara iman eden, salih ve güzel ameller işleyen müminleri, tam bir adaletle ve hak ettikleri mükemmel bir karşılık verilerek mükâfatlandırmak için tekrar dirilte-cektir. Her çalışana hak ettiği sevap verilecektir.

"Biz kıyamet günü adalet terazileri kuracağız. Hiç bir kimseye hiç bir şekil­de haksızlık yapılmayacaktır. (İşlenen) amel bir hardal tanesi kadar da olsa, biz onu ortaya koyarız. Hesabı gören olarak biz yeteriz." (Enbiya, 21/47).

Adalet iyi amel işleyenlerin ecrinin kat kat verilmesine ve bu şekilde lü-tufta bulunulmasına engel değildir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Böylece Allah onların mükâfatlarını eksiksiz verir ve lütfuyla da artırır. Şüp­hesiz o çok affeden ve şükrün karşılığını bol verendir." (Fatır, 35/30) Yine Ce­nab-ı Hak buyuruyor ki: "İyilik edenlere en güzel mükâfat ve daha fazlası var­dır. " (Yunus, 10/26) En güzel mükâfat amellerin tam karşılığı, daha fazlası ise Allah'ın bir lütfü ve ihsanıdır.

Allah'ı, peygamberlerini ve öldükten sonra dirilmeyi inkâr edenlere, ken­dilerini uyaracak ve müjdeleyecek bir insana vahyedilmesini yadırgayanlara ise karşılık olarak bağırsakları parçalayan, mideyi kavuran son derece sıcak içecek verilecektir. Onların bu içecekleri ne kötü bir içecektir! Yine onlara kıya­met günü küfürleri sebebiyle zehirler, kaynar sular ve alevlerin gölgesi gibi acıklı, can yakıcı ve şiddetli azaplar vardır.

"İşte kaynar su ve irin. Tatsınlar onu. Buna benzer çeşit çeşit azaplar..." (Sad, 38/57-58).

"İşte bu, mücrimlerin yalanladıkları cehennemdir. O mücrimler cehennem ateşiyle kaynar su arasında dolaşır dururlar." (Rahman, 55/43-44). [3]



Kainatta Güneş Ve Ay İle Gece Gündüzün Birbiri Ardınca Gelmesindeki İlâhî Kudret


5- Güneşi ışıklı, Ay'ı nurlu kılan, yılların sayısını ve hesabını bilmeniz için ona menziller takdir eden O'dur (Allah'tır). Allah bunları yerli yerince yaratmıştır. O, bilen bir topluluk için (kudretinin) ayetlerini birer birer

açıklar.

6- Şüphesiz ki gece gündüzün birbiri ardınca gelmesinde, Allah'ın yeryüzünde ve göklerde yarattıklarında Allah'tan korkan bir topluluk için nice ibretler vardır.



Açıklaması


Rabbiniz olan Allah yeryüzünü ve gökleri yaratan; Güneş'i gündüz kâinatı aydınlatan bir ışık, bitkiler ve hayvanlar için, insan hayatı için zorunlu ısı kay­nağı kılan; Ay'ı geceleyin karanlıkları dağıtan bir nur kılan, Ay'ın yörüngesinde her gece indiği menziller, Araplarca bilinen ve Ay'ın gözle görülebildiği 28 men­zil takdir eden O'dur. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Ay'a menziller takdir ettik." (Yasin, 36/39).

(Kadderahu) kelimesindeki zamir (kamer= Ay) kelimesine raci ise ayın hızlı seyretmesi, menzillerinin görünmesi ve şeriatın pek çok hükmünün kame­ri aya bağlı olması sebebiyle ayın menzilleri özellikle zikredilmiştir.

Bu sebeple "Yılların sayısını ve hesabını bilmek için..." denilmiştir. Yani vakitlerin hesabı, aylar, günler, geceler dört mevsim bununla bilinmektedir. Her çeşit muamele ve sözleşmeler için ve namaz, oruç, hac, zekat gibi ibadetle­rin vaktinin tesbitinde hesaba riayet edilmektedir.

Menzillerin takdiri hem Güneş'e ve hem Ay'a ait ise vakitlerin hesabı bu ikisiyle bilinir, demektir. Güneşle günler bilinir, ayın hareketiyle aylar ve yıllar bilinir. "Güneş de ay da mutlaka bir hesaba göre hareket ederler." (Rahman, 55/5) ayeti ve "Biz gece ve gündüzü (varlığımızı gösteren) iki delil kıldık. Bir de­lil olan geceyi karanlık, öbür delil olan gündüzü aydınlık kıldık. Böylece Rabbi-nizin lütfundan rızık arayasınız, yılların sayısını ve hesabını bilesiniz." (İsra, 17/12) gibi ayetlerle şeriat güneşle yapılacak hesaplardan yararlanmayı teşvik etmektedir.

Güneş hesabında da ay hesabında da faydalar vardır. Güneş hesabı sabit­tir. Ay hesabı ise bedeviler ve şehirliler için daha kolaydır. Bu sebeple şer'î hü­kümler ay hesabına bağlı kılınmıştır.

Allah'ın hak olarak yarattığı bu Güneş ve Ay'ı büyük bir hikmete binaen yerli yerince yaratmış ve bunu akıl sahiplerine birer yüce delil kılmıştır.

"Biz yeri, göğü ve her ikisi arasındaki şeyleri boşu boşuna yaratmadık." (Sad, 38/27).

"Sizi boşuna yarattığımızı ve huzurumuza çıkarılmayacağınızı mı sandı­nız?" (Müminun, 23/115).

"Allah bilen bir topluluk için kudretinin ayetlerini birer birer açıklar." (Yu­nus, 10/5) Yani O'nun azametine ve kudretine delâlet eden kâinattaki ayetleri, Kur'an ayetlerini yaratıcıya ve hayattaki faydalı hususlara delâlet etme yolla­rını bilen ve hak ile batılı ayırd eden topluluğa tam anlamıyla açıklar.

Şüphesiz gece ve gündüzün birbiri ardınca hiç gecikmeden gelmesinde yeryüzünde Güneş'e olan yeri itibariyle gece ile gündüzün uzayıp kısalmaların­da buradaki ince sistemde, gece ile gündüzün sıcaklık ve soğukluk ayarlamala­rında, gecenin örtü ve sükûnet, gündüzün geçim vakti oluşunda nice ibretler vardır.

Allah'ın yerde ve göklerde yarattığı cansız varlıklar, bitki ve hayvanlar, gök gürültüleri, şimşekler bulutlar ve yağmurlar, denizlerdeki med-cezir olay­ları madenlerin özellikleri ve bileşikler ve benzeri durumları... Bütün bunlarda Allah'ın kâinattaki sünnetlerine (fitrî kanunlara) ve şeriattaki kanunlarına ay­kırı hareket etmekten sakınan bir topluluk için, Allah'ın varlığı, birliği, kudre­ti, hikmeti, azameti ve kâmil olan ilmine delâlet eden nice işaretler, ibretler vardır.

Kâinatın sünneti ("fıtrî kanun" veya yaygın yanlış ismiyle "tabiat kanu­nu") sağlığın korunmasını esas alır. Kim bu sünnete aykırı davranırsa hasta olur. Günlük hayatın sünneti doğru yol üzerinde olmaktır. Kim bu yoldan çıkar veya aykırı davranırsa kendine kötülük etmiş olur.

Kim Allah'ın cezasından, gazabından ve azabından korkmaz günah işler, Allah'ın koyduğu esaslara muhalif gelirse dünya ve ahirette bunun cezasını gö­rür. [4]



Müminler İle Kâfirler Ve Her İki Grubun Amellerinin Karşılığı


7- (Öldükten sonra) Bizimle karşılaşmayı ummayanlar, dünya hayatına razı olup ondan memnun olanlar ve bizim »yetlerimizden gafil olanlar...

8- İşte, yaptıklarından dolayı onların varacakları yer cehennemdir.

9- Şüphesiz ki iman edip salih ameller işleyenleri, Rableri imanları sebebiyle doğru yola iletir. "Naîm" cennetlerinde onların altlarından ırmaklar akar.

10- "Onların duaları "Allah'ım! Seni noksan sıfatlardan tenzih ederiz"dir. Oradaki selamlaşmaları ise "selâm" sözüdür. Dualarının sonu da "Âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun"dur.



Açıklaması


Öldükten sonra dirilmeyi inkâr ettikleri için ahirette hesap görmek ve amellerinin karşılığını almak için Allah ile karşılaşmayı beklemeyenler, ahiret-ten gafil olmaları sebebiyle ahiret yerine dünya hayatına razı olanlar ve dünya hayatından memnun olup dünya hayatının şehvetlerine, lezzetlerine ziynetle­rine kendilerini kaptıranlar, Allah'ın gerek kâinattaki gerekse şeriattaki ayet­lerinden gafil olanlar dünyada düşünmezler, ahireti de hesaba katmazlar.

İşte iki grup olarak zikredilen bu çeşit kimselerin yerleri ve yurtlan, iltica edecekleri sığınakları, Allah'ı, Rasulünü ve ahiret gününü inkâr etmekle bera­ber dünyada işledikleri günah ve hatalara karşılık olarak cehennemdir. Bu ce­za 4. ayette belirtilen cezanın açıklamasıdır.

"Bizim ayetlerimizden gafil olanlar" cümlesinin farklılık ifade etmek üzere atıf olarak zikredilmesi ya bu iki vasıf arasındaki farklılığı veya iki grup ara­sındaki farklılığı ifade eder:

Birinci gruptan murad, öldükten sonra dirilmeyi inkâr edip dünya haya­tından başka bir şey istemeyenler. Bunlar dinsiz maddecilerdir.

İkinci grup ise dünyaya iyice kapılan, dünya meşgalelerinin ahiret hak­kında düşünmeye ve ahirete hazırlanmaya fırsat vermediği kişiler.

İşte kâfir tarafın cezası budur. Kâfirler ebedî saadetten mahrum olanlardır.

Mümin grubun mükâfatı ise -ki müminler, saadete nail olan kimselerdir-gelecek ayet bildirmiştir:

Şüphesiz Allah'a iman eden ve peygamberlerini tasdik edenleri, Allah'ın emrettiğine uyup salih ameller işleyenleri, Allah'ın kâinattaki ve şeriattaki ayetlerinden gafil olmayanları, Rableri iman etmeleri sebebiyle doğru yola ile­tir ki bu yol onları odalarının altından ırmaklar akan ebedî "Naîm" cennetleri­ne ulaştırır. Bu misal orada nimetler içinde yaşama, rahat etme ve ebedî sa­adete kavuşma gibi kalplerin ortak noktalarını yakalayan, gönle sürür veren bu göz alıcı manzaralardaki düzenli hayata tarif için verilmiştir.

İman ve amel-i salih arasındaki tertibin manasına gelince, hidayetin sebe­bi iman ve amel-i salih olsa da "imanları sebebiyle" burada imanın hidayetin tek sebebi olduğuna, salih amelin imana tabi ve imanın tamamlayıcısı olduğu­na delâlet eder.

"Onların duası" Sübhanekallahümme ile başlar. Yani onlar dualarına ve Rablerine karşı hamdü senaya "Sübhanekellahümme" (Ey Allah'ım! Seni nok­san sıfatlardan tenzih ederiz) diyerek başlarlar.

Onların kendi aralarındaki selamlaşmaları her türlü çirkinliklerden selâ­metle olmaya delâlet eden "selâm" sözüdür. Şu ayetteki gibi: "Onlar orada ne boş bir söz, ne de insanı günaha sokacak bir şey işitirler. İşittikleri söz sadece karşılıklı "selâm, selâm" sözleridir." (Vakıa, 56/25-26) Bu, aynı zamanda dünya­da müminlerin selâmıdır. Yine cennetliklerle karşılaştığı zaman Allah'ın selâ­mı budur: "Onların O gün Allah'ta karşılaştıkları zaman selamlaşmaları "se­lâm" sözüdür." (Ahzab, 33/44).

Yine müminler cennete girerken meleklerin onların vereceği selâm da bu­dur: "Cennetin bekçileri (olan melekler) onlara: "selâm size. Hoş geldiniz. Artık ebediyyen kalmak üzere girin cennete" derler." (Zümer, 39/73).

"Onların dualarının sonu da "Elhamdülillahi Rabbi'l-âlemin" (Âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun) duasıdır."

Bu aynı zamanda cennete girince Allah'a yapılacak ilk sena duasıdır: "On­lar "Bize verdiği vaadinde duran ve bizi bu yere varis kılan Allah'a hamdolsun Cennette istediğimiz yeri yurt edinebiliyoruz iyi amellerde bulunanların mükâ­fatı ne güzelmiş" derler." (Zümer, 39/74).

Yine bu hamdü sena meleklerin son sözüdür: "Meleklerin Arş'm etrafını çepeçevre kuşatarak Rablerini hamd ile teşbih ve tenzih ettiklerini görürsün. Artık bütün varlıkların arasında adaletle hükmedilir. Âlemlerin Rabbi olan Al­lah'a hamdolsun" denilir." (Zümer, 39/75).

İbni Kesir diyor ki: Burada Allah Tealâ'nın ebediyyen övgüye lâyık olduğu­na, kıyamete kadar ibadete lâyık olduğuna işaret edilmiştir.

Bunun içindir ki mahlûkatını ilk defa yaratırken ve yaratması devam ederken, Kur'an'ı ilk defa indirirken kendine hamdü sena etmiştir: "Hamd, yer­yüzünü ve gökleri yaratan Allah'a mahsustur." (En'am, 6/1).

"Hamd, kuluna (Muhammed aleyhisselam) Kitab'ı (Kur'anı) indiren Al­lah'a mahsustur." (Kehf, 18/1). [5]



İnsanın Daima Hayrı Acele Olarak İstemesi Ve Şerri De Kızgınlık Anında İstemesi


11- Eğer Allah insanların hayrı acele istedikleri gibi onlara şerri de acele verseydi hepsinin vadesi bitmiş olur­du. Fakat biz bizimle karşılaşmayı ummayanları azgınlıklarında bırakı­rız da bocalayıp dururlar.

12- İnsana bir sıkıntı geldiğinde (sağ tarafına) yatarken, otururken veya ayakta iken bize yalvarıp durur. Fa­kat biz onun sıkıntısını kaldırınca sanki o başına gelen sıkıntının kalk­ması için bize dua etmemiş gibi eski yoluna devam eder. İşte böylece had­di aşanların yaptıkları, kendilerine güzel gösterilmiştir.



Açıklaması


Acelecilik insanın tabiatında vardır. İnsan daima hayırda acele eder; çün­kü hayrı sevmektedir. Kızgınlık anında, ahmaklık yaptığı ve canı sıkıldığı za­man, serde acele eder.

Allah insanların hayrı acele olarak istedikleri gibi şerri istemek şeklindeki dualarını kabul etmekte acele davransaydı hepsi ölür helak olurlardı.

Bunun misali Mekke müşriklerinin üzerlerine acele olarak azap gelmesini istemeleridir: "Kâfirler senden iyilikten önce kötülüğün gelmesini isterler. Hal­buki kendilerinden önce nice felâket misalleri geçmiştir." (Ra'd, 13/6).

'Yine bir zaman onlar "Allahım! Eğer bu (Kur'an) senin tarafından indiril­miş hak kitapsa bizim üzerimize gökten taş yağdır veya bize acıklı bir azap ver" demişlerdi." (Enfal, 8/32).

Allah bu ayette azabı "şer" olarak adlandırdı. Çünkü azap cezalandırılan kimseye bir eziyettir ve neticede hoşlanılmayan bir durumdur.

Bir başka ayette ise azaba "seyyie: kötülük" adı verildi. "Onlar senden... kötülüğün gelmesini isterler. Kötülüğün cezası aynı şekilde kötülüktür." (Şûra, 42/40).

Ancak Cenab-ı Hak hilmi ve kullarına lütufla davranması sebebiyle onla­rın bu isteklerini kabul etmez. Onlara mühlet vererek istidrac kabilinden onla­rı bırakır. Eğer kabul etse işleri biter, helak olurlardı. Tıpkı peygamberleri ya­lanlayanların helak oldukları gibi. Bazan da, kendilerine verilen mühlet esna­sında onlardan bazıları iman etmektedir.

Küfürde inatla davrananları Allah bu dünyada öldürmekle cezalandır­maktadır: "Onlarla savaşın ki, Allah sizin elinizle onlara azap etsin. Onları re­zil, rüsvay etsin. Onlara karşı size zafer versin." (Tevbe, 9/14).

Ama diğer kâfirlerin azabını ise kıyamet gününe bırakıyoruz: "Bizimle karşılaşmayı ummayanlan azgınlıklarında bırakırız da bocalayıp dururlar." Yani bizimle karşılaşmayı beklemeyenleri içinde bulundukları küfür ve yalan­lama azgınlığında bırakırız da şaşkın şaşkın dolaşırlar. Rasulullah (s.a.)'a değer verdiğimiz için onlara dünyada tamamen yok edilmeleri gibi bir azap ver­miyoruz. Onlara mühlet veriyoruz, kendileri lehine kullanacakları hiçbir delil kalmasın diye, azgınlıklarına rağmen onlara bol bol nimetler veriyoruz.

Yine Allah'ın kullarına olan rahmetinin gereği olarak kendileri, mallan ve çocukları aleyhine bir kötülük gelmesi için kızgınlık ve can sıkıntısı durumun­da bedduada bulunanların bu beddualarını Cenab-ı Hak kabul etmemektedir. Çünkü Cenab-ı Hak onların kötülük kast ederek beddua etmediklerini gayet iyi bilmektedir.

Ebu Davud ve Ebu Bekir, el-Bezzar'ın Müsned'inde Cabir (r.a.)'den rivayet ettikleri bir hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyuruyor: "Kendinize beddua etmeyin. Çocuklarınıza beddua etmeyin. Mallarınıza beddua etmeyin. Bedduanız Allah tarafından bir kabul saatine denk gelir de bedduanız kabul edilir."

Yine Peygamberimiz (s.a.) buyuruyor ki: "Ben sevgilinin sevgili aleyhine yaptığı bedduayı kabul etmemesini Allah'tan niyaz ettim."

İnsan aceleci, çabuk daralan ve endişeye düşen bir varlık olmasından do­layı başına bi zorluk, bir acı, hastalık, fakirlik veya tehlikeli bir durum geldiği zaman bu sıkıntının gitmesi ve kaldırılması için ayakta, oturarak hatta yata­rak her durumda Rabbine ısrarla yalvarır. "Oturarak" vb. gibi durumların tek­rarı kulun duayı her durumda yaptığı içindir.

Allah bu zorluğunu kaldırıp sıkıntısını giderince de kul yüz çevirir, yan dö­ner, sanki onda daha önce böyle bir şey yokmuş gibi gider, Rabbinden gafil ol­ma ve O'nu inkâr etme yoluna devam eder. Sanki hiç dua etmemiş, Allah da onun sıkıntısını kaldırmamış gibi hareket eder. Bu durum bir ayet-i kerimede şöyle anlatıyor: "Başına bir kötülük gelince de uzun uzun yalvarır." (Fussilet, 41/51).

Bundan sonra Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "İşte böylece haddi aşanların yaptıkları kendilerine güzel gösterilir." (Yunus, 10/12).

Yani zorluk vaktinde Allah'a iltica edip rahat zamanda O'nu terk etmek şeklindeki bu çirkin davranış içinde bulunan ve Mekke tağutlan olan müşrik­lere, yaptıkları şirk amelleri, Kur'an ve ibadetlerden yüz çevirmeleri, nefsanî şehvetlere uymaları güzel gösterilmiştir.

"İnsana bir zorluk geldiği zaman" ayetindeki insan kâfirdir. Çünkü anlatı­lan bu davranış kesinlikle müslümana yakışan bir davranış tarzı değildir.

"Sağ tarafına yatarken, otururken veya ayakta iken bize yalvarıp durur." Bununla bütün durumlarda dua yaptığı ifade edilmektedir.

"Haddi aşanların yaptıkları kendilerine güzel gösterilmiştir." Burada bu durumu onlara güzel gösteren ya şeytandır veya nefistir, yahut Allah Tealâ'dır.

Bu ayette kâfir için nefsi ve malı hakkında "müsrif (haddi aşan) ifadesi kullanıldı. Çünkü kişi nefsini putların kölesi yapmış, malını da faydası olma­dan yerlerde sarf etmiştir.

Daha doğru olan görüşe göre -Kurtubî'nin dediği gibi- bu ayet kâfiri de başkalarını da içine almaktadır. Bu durum tevhid ehlinden olan pek çok kişi­nin de sıfatıdır. Kendisine bir iyilik veya afiyet verildiği zaman sıkıntı halinde­ki durumunu unutur daha önceki günahlarına devam eder. [6]



Allah'ın Zalim Ve Kafir Ümmetleri Helak Etme Hususundaki Kanunu Ve Başkalarını Onların Yerine Koyması


13- Şüphesiz biz, sizden önce bir çok nesilleri, peygamberleri kendilerine de- liller getirdikleri halde zulmettikleri nesilleri, peygamberleri kendilerine de iÇin helak ettik. Zaten onlar iman edecek değildirler. İşte biz suçlu bir toplu-böyle cezalandırırızSonra da sizin ne yapacağınızı görmek için sizi onların ardından yeryü­zünde halifeler kıldık.



Açıklaması


Cenab-ı Hak Mekke'lilere hitap ederek onlara kendilerinden önceki bir çok ümmetleri, peygamberlerinin getirdiği apaçık delilleri ve mucizeleri yalan­ladıkları ve zulmettikleri için helak ettiğini haber vermektedir.

Nitekim bir ayet-i kerimede şöyle buyrulmaktadır: "İşte zulmettikleri zaman helak ettiğimiz şehirler! Biz onların helaki için de belli bir zaman tayin etmiştik." (Kehf, 18/59).

Zulmetmeleri sebebiyle bu ümmetlerin ve şehirlerin helak olması ya Nuh, Ad ve Semud kavmi gibi peygamberlerini yalanlayan kavimlere gönderilen ve bu kavimlerin köklerini kurutan ilâhî azap ile ya da kişilerin fısk ve fücurla birbirlerine zulmetmeleri veya idarecilerin zulmü sebebiyle bu milletlerin güç­süz bırakılması ve kuvvetli milletlerin bunların memleketlerini işgal etmeleri suretiyle olmuştur.

Peygamberlerinin doğru söylediğine delâlet eden mucizeleri yalanladık­larında onları helak ettik. Zaten gerçekten iman edecek de değillerdi. Bu ifade onların imansızlıklarını bir kere daha tekit etmektedir. Allah onların küfür üzerinde ısrar edeceklerini, imanın onlardan çok uzak olduğunu bilmektedir.

İşte böyle -yani bu şekildeki bir ceza ile, helak etme cezası ile- her suçluyu cezalandırırız. Bu ifade Allah'ın Rasulünü yalanlama suçlarına işaret ederek Mekkelilere karşı şiddetli bir korkutma ve tehdittir.

Cenab-ı Hak bundan sonra Hz. Muhammed (s.a.)'in kendilerine gönderil­diği topluma hitap etti: Sonra da sizin hayır mı, şer mi işleyeceğinizi görmek, Rasulümüze itaat etmenizi ve ona tabi olduğunuzu görmek için helak ettiğimiz bu milletlerin ardından yeryüzünde sizi halifeler kıldık. Bu ifadede İslâm ümmeti itaate sarılır ve Kur'an'm hidayetine tabi olursa yeryüzündeki hilâfeti ve hakimiyeti elde edeceği beyan edilmektedir.

"Allah içinizden iman edip salih amel işleyenlere kesinlikle vaad etmiştir ki, mutlaka kendilerinden önceki ümmetleri kâfirlerin yerine getirdiği gibi ken­dilerini de yeryüzünde mirasçı kılacaktır..." (Nur, 24/55).

Bu vaad gerçekleşmiş ve İslâm ümmeti Kisra, Kayser ve Firavunların bel­delerine hakim olmuştur.

Sahih-i Müslim'de Ebu Said el-Hudrî'den rivayet edilmektedir ki: "Dünya tatlıdır, yemyeşildir. Şüphesiz Allah sizi dünyaya varis kılacak ve ne şekilde hareket edeceğinize bakacaktır. Dünyanın şerrinden sakının. Kadınların şerrin­den sakının. Çünkü İsrailoğulları'nın ilk fitnesi kadınlar sebebiyle çıkmıştı."

Dünyaya varis olmak salih amellere bağlıdır; yoksa sadece "İslâm" sıfatının babadan oğula miras olarak nakledilmesi ile değil. [7]



Müşriklerin Başka Bir Kuran İstemeleri Veya Bazı Ayetlerin Değiştirilmesi Talepleri


15- Ayetlerimiz onlara açık açık okununca, bizimle karşılaşmayı um-mayanlar (Peygamber'e) şöyle dediler: "Bize bundan başka bir Kur'an getir veya bunu değiştir." Ey Muhammedi On­lara de ki: "Onu kendiliğimden değiştir­me yetkisine sahip değilim. Ben de an­cak bana vahyedilene tabi oluyorum. Eğer Rabbime karşı gelirsem, büyük günün azabından korkarım."

16- De ki: "Eğer Allah dileseydi Kur'an'ı size okumazdım. Onu size bildirmezdi. Daha önce yıllarca aranızda bulundum. Siz hiç aklınızı kullanmaz mısınız?"

17- Allah'a yalan iftira eden veya Allah'ın ayetlerini yalanlayan kimseden daha zalim kim olabilir? Şüphesiz ki, suçlular hiçbir zaman kurtuluşa eremezler.



Açıklaması


Rasulullah (s.a.) müşriklere Allah'ın kitabını ve açık delillerini okuyunca ona dediler ki: "Bunu götür ve başka bir şekilde içinde bizim tanrılarımızı ayıp­layan ve öldükten sonra dirilme ve amellerine karşılık verileceği gibi bizim inanmadığımız şeylerin bulunmadığı başka bir Kur'an getir veya bu ihtar ayet­lerinin yerine başka ayet koyarak bu Kur'an'ı değiştir."

Müşriklerin bu pazarlığı yapmaktan maksatları, Hz. Peygamber'in onların bu tekliflerini yerine getirmesi halinde Kur'an'ın Allah tarafından indirildiği iddiasını boşa çıkarmak idi.

"Bizimle karşılaşmayı ummayanlar" yani öldükten sonra diriliş gününden ve hesaba çekilmekten korkmayan ve sevap beklemeyenler; mahşerde toplan­mayı ve amel defterlerinin dağıtılmasını yalanlayanlar.

Allah da peygamberine onlara cevap olarak şöyle demesini emretti: Bu Kur'an'ı benim kendi kendime değiştirmem doğru değil, böyle bir yetkim de yok. Çünkü ben de sadece bana vahyedilene tabi oluyorum. O da benim size tebliğ ettiğim Kur'an'dır. Benim üzerime düşen sadece tebliğ etmektir. Kur'an Allah'ın kelâmıdır. Bir işte başkasına tabi olanın o işte dilediği gibi tasarruf et­me yetkisi olamaz.-

Kur'an'ın değiştirilmesi teklifine cevap olarak başka bir Kur'an getirmek imkânsız olduğuna göre bu da imkânsızdır demekle yetindi.

Bu ifadelerle müşriklerin yaptıkları bu teklifte azabı kendilerine vacip kıl­dıklarına işaret edilmektedir.

Sonra kendilerine gelen Kur'an'ın doğruluğu hususunda delil beyan ederek, Kur'an'ın değiştirilmesi şeklindeki ilk taleplerine "De ki: Eğer Allah dileseydi..." (Yunus, 16) ayetiyle cevap verdi.

Yani, Ey Peygamber! Onlara de ki: Allah bu Kur'an'ı size okumamamı diteseydi ^Ynvmazdym. Bea asvtak Q'wwa. emriyle O'tvurv dilemesi ve iradesiyle yapıyorum. Eğer Allah beni elçi gönderip size bildirmememi dileseydi beni elçi olarak göndermez, bunu da size bildirmezdi. Ben de size haber vermezdim. Fakat Allah hidayet ve saadet yolunu gösterecek bu kitapla size ihsanda bulundu.

"Şüphesiz ki biz onlara iman eden bir topluluk için bir hidayet rehberi ve bir rahmet kaynağı olmak üzere ilimle açıkladığımız bir kitap getirdik." (Araf, 7/52).

Size söylediğim bu gerçeklerin delili şudur: Sizin içinizde Kur'an'ın in­mesinden önce 40 senelik bir hayat yaşadım. O müddet içerisinde ne Kur'an'-dan bir şey okudum, ne de böyle bir şey biliyordum.

"Siz hiç aklınızı kullanmaz mısınız?" Yani siz 40 yıl ümmi olarak yaşayan, hiçbir kitap okumayan, hiçbir kimseden ders almayan, hiçbir şekilde eline kalem alıp yazı yazmayan bir kişinin sizin, bütün insanların ve cinlerin başa çıkamadığı, sizi ve bütün alimleri aciz bırakan bir kitabı kendisinin getire­meyeceğini anlayamıyor musunuz?

Bu ayet Kur'an'ın normal ölçülerin dışında bir mucize olduğuna işaret et­mektedir. Çünkü sizler, belagat ve fesahatta ileri derecede edebiyat dehaları ol­duğunuz halde O'nun surelerinden birine benzer bir sure getiremediniz. Çünkü o beşer kelâmı değil, Allah kelamıdır.

Zira onun fesahati bütün güzel konuşan hatiplerin fesahatim geçmiş, bütün nesir ve şiirlerden üstün olmuş, usul ve füru' kaidelerini ihtiva etmiş, eskilerin kıssalarını açıklamış, gelecekte olan gayba dair haberler vermiş, sahih ilimlere, gerçek ilmi nazariyelere uygun olarak gelmiştir.

"De ki: İnsanlar ve cinler Kur'an'a benzer bir kitap uydurmak için bir araya gelseler de, hiçbir zaman onun bir benzerini meydana getiremeyeceklerdi. Hatta birbirlerine yardımcı olsalar bile..." (İsra, 17/88).

Şu iki insandan daha zalim hiçbir kimse yoktur.

Birincisi: Allah'a ortak veya oğul nispet ederek veya Allah'ın kelâmını sizin teklif ettiğiniz şekilde değiştirerek yahut Allah adına söz uydurmak ve gerçekte Allah göndermediği halde Allah'ın kendisini peygamber olarak gön­derdiğini iddia ederek Allah'a yalan iftira eden kimse.

İkincisi: Allah'ın ayetlerini yalanlayan ve inkâr eden kimse.

Bundan sonra Cenab-ı Hak bunun sebebini "Şüphesiz ki suçlular hiç bir zaman kurtuluşa ermezler." Yani kâfirler ahirette kurtulamayacaklardır ayetiy-le beyan etmektedir.

"Allah'a yalan iftira eden... kimseden daha zalim kim olabilir?" cümlesiyle Peygamberimiz (s.a.)'in yalan söylemediği, "... veya Allah'ın ayetlerini yalan­layan kimseden daha zalim kim olabilir?" cümlesiyle de Allah'ın ayetlerini yalanlamaları sebebiyle onlara yapılan şiddetli bir tehdit ifade edilmektedir. [8]



Putlara Tapmak Ve Putların Şefaatçi Olacaklarını İddia Etmek


18- Onlar Allah ı bırakıp kendilerine fayda ve zarar vermeyen putlara taparlar ve "Bunlar (Allah katında) bizim şefaatçılanmızdır" derler. De ki: "Göklerde ve yerde Allah'a O'nun bilmediği bir Şeyi mi haber veriyorsunuz?1 Allah onların ortak koştukları şeylerden münezzehtir, yücedir.



Açıklaması


Allah Tealâ müşriklerin iki davranışını kesinlikle reddediyor: Putlara tap­mak ve Allah katında bu putların şefaatlarımn fayda vereceğini sanarak put­ları şefaatçi kabul etmek. Cenab-ı Hak da putların hiçbir faydası ve zararı dokunmayacağını ve ellerinde hiçbir şey olmadığını bildirdi.

Cahiliye devri Arapların çoğu yaratıcısının varlığını itiraf ediyorlardı. "Onlara yeri ve gökleri kim yarattı diye soracak olsan elbette "Aziz (her şeye galip) olan ve Alim (her şeyi bilen) Allah yarattı" diyeceklerdir." (Zuhruf, 43/9).

Ancak öldükten sonra dirilmeyi inkâr ediyorlar, hiçbir faydası veya zararı dokunmayan putlara, taş veya çeşitli madenlerden yapılmış cisimlere tapıyor­lardı. Hem Allah'a hem de Allah ile birlikte putlara tapıyorlardı: "Onların çoğu ancak müşrik olarak Allah'a iman ederler." (Yusuf, 12/106).

Müşrikler putların fayda ve zarar vermeye kadir olduklarını, kendilerine Allah katında şefaat edecek aracılar olduklarını zannediyorlardı:

"Onlar, Biz putlara ancak bizi daha çok Allah'a yaklaştırsınlar diye tapıyoruz, derler." (Zümer, 39/3).

İşte bu iki husus onların putlara tapmalarına sebep olmaktadır.

Nadr b. Haris'ten rivayet ediliyor ki: Kıyamet günü olduğu zaman Lât ve Uzza putları bana şefaatçi olacak.

Allah onlara "De ki: Göklerde ve yerde Allah'a O'nun bilmediği bir şeyi mi haber veriyorsunuz." ayetiyle cevap verdi. Yani Ey Rasulüm! Onlara de ki: Sizin iddia ettiğiniz şeylerin hiçbir delili yoktur. Siz Allah'a ne yerde, ne de göklerde bulunmayan, Allah'ın hiç bilmediği o şefaatçıları mı haber veriyor­sunuz?

Bu ayetin benzeri bir ayet de şöyledir: 'Yeryüzünde Allah 'm bilmediği şey­ler var da onları mı Allah'a haber veriyorsunuz?" (Rad, 13/33).

"Allah'ın bilmediği bir şey mi haber veriyorsunuz?" ifadesi Allah'a şirk koşulan ve şefaatçi olacakları söylenen bu şeylerin bulunmadığını gösterir. Yer ve gökte bulunan bütün varlıklar Allah'a şirk koşulmaya lâyık olmayan, onlar gibi değersiz, sonradan yaratılan varlıklardır.

Bundan sonra Allah yüce zatını bunların şirk ve küfürlerinden tenzih ederek şöyle buyurdu: "Allah onların şirk koştuğu şeylerden münezzeh ve yücedir." Yani Allah onların kendisine şirk koştuğu şefaatçılar ve vasıtalardan münezzeh, tam manasıyla beri ve yücedir. O, onların şirk koşmalarından ve O'na yakıştırdıkları ortaklardan münezzehtir. [9]



Bütün İnsanlar İçin Asıl Olan Husus Hepsinin Hak Din Üzerine Olmalarıdır.


19- İnsanlar sadece tek ümmet idiler. Sonra ihtilâfa düştüler. Eğer Rabbinin daha önce verdiği bir vaadi olmasaydı, ihtilâf ettikleri hususlarda aralarında kesin hüküm verilmiş olurdu.



Açıklaması


İnsanlar her zaman bir olan, ortağı bulunmayan Allah Tealâ'ya iman eden tertemiz fıtrat -İslâm fıtratı ve tevhid akidesi- üzerinde olan tek bir ümmet idiler.

Daha sonraları nefsî arzulara ve batıl görüşlere uyarak dini meselelerde yani peygamberlerin gönderilmesi konusunda ihtilâfa düştüler. Bir grup pey­gamberlere tabi olurken başka bir grup delâlet üzerinde ısrar etti.

Bu ayetin benzeri Allah'ın şu kelâmıdır: "İnsanlar tek bir ümmetti. Allah onlara müjdeleyen ve uyarıcı peygamberler gönderdi..." (Bakara, 2/213).

Peygamberimiz (s.a.)'in şu hadis-i şerifi de bu manayı teyit etmektedir: "Her doğan çocuk fıtrat üzerine doğar, nihayet dili de bunu ifade eder. Onu an­nesi ve babası Yahudi, Hristiyan veya mecusi yapar. "[10]

Bütün insanlar hak din -İslâm dini- üzerinde idiler. Sonra ihtilafa düş­tüler. Bunun üzerine Cenab-ı Hak ihtilafları Allah'ın kitabıyla ortadan kaldır­mak ve onları hidayete davet etmek için peygamberleri gönderdi. İnsanlardan bir kısmı iman edip hidayet buldu, bir başka kısmı ise haddi aşarak sapıttı. Sonra da nefsî arzularına uyarak Allah'ın kitabında ihtilâfa düştüler.

"Eğer Rabbinin daha önce verdiği bir vaadi olmasaydı..." Yani Allah'ın in­sanlar arasındaki son hükmün ve tam karşılığın karar ve ceza günü olan kıyamet günü olacağı şeklinde daha önce ifade ettiği bir hak söz olmasaydı ve hakkı çiğneyenlerin helak olması şeklindeki cezalarını hemen dünyada iken verseydi aralarında ihtilâf ettikleri konularda kesin hüküm verilmiş olurdu:

"Senin Rabbin ihtilaf ettikleri hususlarda kıyamet gününde onların ara­larında hükmünü verecektir." (Yunus, 93).

Bu ayette insanları tekrar ilk vahdet günlerine götürmek ve aralarındaki çekişmeleri ortadan kaldırmak için indirilen Kur'an'da ve itikat esaslarında ih­tilâf edilmesine karşı bir tehdit vardır. Yine bu ayette Peygamberimiz (s.a.)'i inkâr edenlere karşı verilecek azabın geciktirilmesi hususunda Peygamberimiz (s.a.) teselli edilmekte ve insan tabiatı beyan edilmektedir. [11]



Müşriklerin Bir Mucize İndirilmesi İstekleri


20- (Müşrikler) "O'na Rabbinden bir mucize indirilseydi ya" derler. De ki: "Gaybı bilmek ancak Allah'a aittir. Bekleyin. Ben de gerçekten sizinle beraber bekleyenlerdenim"



Açıklaması


Bu inatçı ve yalanlayıcı kâfirler defalarca Muhammed'e, Hz. Nuh, Şuayb, Hud, Salih, Musa ve İsa (a.s.) vb. peygamberlere nazil olan mucizeler gibi bir mucize yahut Safa'mn altına çevrilmesi, Mekke dağlarının kaldırılıp yerine nehirler, bahçeler konulması gibi ancak Allah'ın kadir olabileceği elle tutulur, gözle görülür bir kâinat delili (mucize) indirilseydi ya diyorlardı.

Kur'an bir çok yerde Mekke müşriklerinin maddî mucizeler indirilmesi şeklindeki taleplerini anlattı. Yu burada olduğu gibi özlü bir şekilde, yahut Furkan suresinde olduğu gibi tafsilatlı bir şekilde bu isteklerine cevap verdi:

"Kâfirler şöyle dediler: Bu ne biçim peygamber ki, yemek yiyor, çarşılarda geziyor? Kendisine bir melek indirilip de onunla birlikte uyarıcı olsaydı ya!"

'Yahut kendisine bir hazine indirilse veya bir bahçesi olsa da oradan yese ya!" (Furkan, 25/7-8).

Bundan sonraki ayet ise şöyledir: "Allah yüceler yücesidir! O dilerse sana (daha dünyada iken) (onların istediklerinden) daha hayırlısını, altlarından ır­maklar akan cennetleri verir ve senin için köşkler yapar." (Furkan, 10)

İsra suresinde müşriklerin Peygamberimiz (s.a.)'den önemli birkaç mucizeden birini getirmesini istediklerini anlatılır:

"Kâfirler şöyle dediler: Bizim için yerden suyu kesilmeyen bir kaynak çıkar­madıkça sana iman etmeyeceğiz."

"Veya içinde hurma ve üzüm bulunan bir bahçen olsun, ortasından şırıl şırıl ırmak akıtasın."

'Yahut iddia ettiğin gibi göğü başımıza parça parça düşür veya Allah'ı ve melekleri karşımıza getir."

"Veyahut altından bir evin olmalı veya göğe çıkmalısın. Allah'tan gelen bir peygamber olduğunu yazan okuyabildiğimiz bir kitap getirmedikçe göğe çık­tığına da inanmayız." (Ey Muhammedi) Sen onlara şöyle de: Rabbimi tenzih ederim! Nihayet ben de beşerden bir peygamberim" (İsra, 17/90-93).

Bu gibi tekliflere verilen en kesin cevap şu ayet-i kerime idi: "Onlara mucize göndermeyişimizin sebebi sadece önceki kavimlerin kendilerine gön­derilen mucizeleri yalanlamalarıdır." (İsra, 17/59). Yani Âd kavmi Semud kav­mi gibi kavimlerin gönderilen mucizeleri yalanlamalarıdır.

Biz onlara geçmiş kavimlere yapılan muamele gibi muamele etmemeyi, dolayısıyla onları da öncekiler gibi helak etmemeyi kararlaştırdık. Çünkü Muhammed (s.a.) peygamberlerin sonuncusudur, bütün âlemleri kaplayan umumi bir rahmettir. Ayrıca onların neslinden iman edip Allah'ın birliğine inananlar dünyaya gelebilir.

Bütün bunlarla birlikte Allah peygamberine ilmî ve tabiî mucizeler ihsan etti. Ancak bunları peygamberliğine hüccet olarak vermedi, ayrıca onlardan da bu çeşit mucizelere iman etmelerini istemedi. Bu mucizeler Peygamberimiz (s.a.)'in bazı dualarının kabulü, hastaların O'nun vasıtasıyla şifa bulması,

Bedir ve Tebuk Gazveleri'nde az bir yiyecekle çok kimsenin doyması, ayın iki parçaya ayrılması, hurma kütüğünün inlemesi, kelerin konuşması gibi Maver-di'nin A'lamü'n-Nübüvve (Peygamberlik mucizeleri) gibi siyer ve hadis kitap­larında teferruatlı bir şekilde yer alan, bilinen ve sadece zaruret icabı gös­terilen mucizelerdir.

Bütün bu mucizelere rağmen Kur'an-ı Kerim Peygamberimiz (s.a.)'in ebedî mucizesi olarak kalacaktır. Asrımızda yapılan yeni buluşların, yeni ispat edilen ilmî ve tabiî nazariyelerin Kur'an'da yer alan haberlere tamamen uygun olması bu Kur'an'ın bu mucizevî yönünü teyit etmektedir.

Buharî, Müslim ve Tirmizî'nin Ebu Hureyre'den rivayet ettiği hadis-i şerifte şöyle buyuruluyor: "Hiçbir peygamber yoktur ki kendisine beşerin ben­zerine iman ettiği bazı mucizeler verilmesin. Bana verilen sadece Allah'ın bana vahyettiği Kur'an idi. Kıyamet günü hepsinden daha çok ümmeti olan bir pey­gamber olacağımı ümid ediyorum."

Bu ayetteki özlü cevap "De ki: Gaybı bilmek Allah'a aittir..." şeklinde idi. Yani sizin tekliflerinizin kabul edilmesi ve bir mucizenin inmesi gayba ait durumlardandır. Gaybı bilmek de sadece Allah'a mahsustur. Gaybı O'ndan baş­kası bilemez. Her şey Allah'ındır. Her şeyin neticesini Allah bilir. Benim veya bir başka birinin Allah Tealâ'nın kendisine mahsus kıldığı gaybı bilme hakkı ve yetkisi yoktur. Eğer Allah bana bir mucize indirilmesini takdir etti ise, bunun ne zaman ineceğini de kendisi bilir.

"Bekleyin. Ben de gerçekten sizinle beraber bekleyenlerdenim." Yani eğer siz istediğiniz ve teklif ettiğiniz mucizelerin indiğini görünceye kadar iman etmez­seniz, Allah'ın benim ve sizin hakkınızdaki hükmünü yani inadınız ve mucizeleri inkâr etmeniz sebebiyle size gelecek azabı bekleyin.

Allah Tealâ beklenilen şeyin ne olduğunu bu surenin sonlarında açıkladı. 'Onlar kendilerinden öncekilerin geçirdikleri günlerin benzerinden başka bir gün mü bekliyorlar. De ki: Bekleyin, ben de sizinle birlikte bekleyenlerdenim." Yunus, 102). [12]



Kâfirlerin Âdeti Hilekarlık, Düşmanlık, İnatçılık Ve İnsafsızlıktır


21- İnsanlara dokunan bir sıkıntıdan sonra bir rahmet tattırdığımızda, hemen ayetlerimiz hakkında bir hileye baş vururlar. De ki: "Allah'ın hilesi (o hilelere karşı cezası) daha çabuktur. Şüphesiz elçilerimiz yaptığınız hileleri yazıyorlar."

22- Sizi karada ve denizde yürüten Al­lah'tır. Bulunduğunuz gemi için­dekileri tatlı bir rüzgarla götürürken ve yolcuların da neşeli oldukları bir sırada, şiddetli bir fırtına çıkıp da her taraftan dalgalar hücum edince artık tamamen kuşatıldıklarını anlarlar ve Allah'ın dininde halis ve samimi kim­seler olarak Allah'a şöyle dua ederler: "Sen bizi bu durumdan kurtarırsan, biz mutlaka şükredenlerden olacağız."

23- Allah onları kurtarınca, hemen yer­yüzünde haksız yere taşkınlık etmeye başlarlar. Ey insanlar! Yaptığınız taş­kınlık sadece kendi aleyhinizedir, (is­tediğiniz şey sadece fani) dünya hayatının zevkleridir. Sonra dönüşünüz bizedir, biz de size bütün yaptıklarınızı haber vereceğiz.



Açıklaması


Bu ayetlerin konusu kâinatla ilgili deliller (mucizeler) isteyen kâfirlere cevap vermektir. Bu mucizeler gerçekleşince de ibret ve ders almamaktadırlar. Bu durum insanoğlunun tabiatının kötülüğüne ve onda kötü ahlâkın iyice yer­leştiğine, iyiliğe karşı vefakâr olmayı ve ilâhî nimete karşı şükretmeyi gerekli kılan ahlâkî kaideleri aklî ve hissî delilleri görmezlikten geldiğine delildir. Bu ayetlerde belirtilen hususlar kötü tabiatlı kişilere ve iyi fıtratın değişmesine misaldir.

insanların başına gelen bir felâketten sonra^) Allah insanlara rahmetini tattırırsa, lütuf ve ihsanından rızık verirse, sıkıntıdan sonra ferahlık, kuraklık­tan sonra verimlilik, kıtlıktan sonra yağmur vb. nimet verirse, insanlarda bir­den garip bir davranış içerisinde, hamd ve şükür yerine hile yoluna gitmeye -yani alay etme ve yalanlamaya- yahut kusur aramaya, dini ortadan kaldırmak için çeşitli çareler düşünmeye ve verilen nimetleri tanımamaya başlarlar.

Bu sebeple Allah yağmur ihsan edince insanoğlu yağmur mevsiminde ol­duğumuz için veya falan yıldız doğduğu için yağmur yağdı, derler. Bir sıkıntı ve felâketten kurtulunca da tesadüfen kurtuldum, der. Herhangi bir projede başarılı olursa başarısını üstünlüğüne, becerikliliğine ve zekâsına bağlar, Al­lah'ın kendisine muvaffak kıldığını söylemez. Tıpkı Karun'un dediği gibi: "Bu malı ben bilgim sayesinde elde ettim." Bir belâ bir Peygamberin duası sebebiy­le kaldırılsa ona hiçbir lütufta bulunmazlar, tıpkı Mekke müşriklerinin yaptık­ları gibi:

Rivayet olunur ki: Allah Tealâ Mekke halkına yedi yıl kıtlık verdikten son­ra onlara rahmet eyledi, arazilerine faydalı yağmurlar yağdırdı. Sonra da Mek-keliler bu değerli nimetleri putlara ve yıldız kaymasına bağladılar/2^

Bu kıssayı Buharî ve Müslim Abdullah b. Mes'ud'dan şöyle rivayet etmek­tedirler: Kureyş Rasulullah (s.a.)'a karşı isyan edince efendimiz (s.a.) de onlara Hz. Yusuf (a.s.)'un kıtlık seneleri gibi kıtlık gelmesi için beddua etti. Mekke'de kıtlık ve zorlu günler baş gösterdi. Hatta açlıktan kemikleri ve ölü eti bile yediler. Bazılarının açlıktan gözlerinin feri gitmişti. Bunun üzerine şu ayet nazil oldu: "(Ey Muhammedi) Göğün insanları çepeçevre saran apaçık bir duman çıkaracağı günü bekle. Bu acıklı bir azaptır." (Duhan, 44/10-11).

Bunun üzerine Ebu Süfyan Rasulullah (s.a.)'a gelip şöyle dedi: Ya Muham-med! Sen bize sıla-i rahmi (akrabaya iyilikle davranmayı) emrederek geldin.

1- Bu kayıt özellikle zikredilmiştir. Çünkü yoksulluğun ve sıkıntının ortadan kalkmasından sonraki nimet daha mükemmel, eksiksiz ve daha mutluluk vericidir.

2- "en-Nev", bir yıldızın sabah vakti batı menzilindeki düşmesi, onun yerine aynı saatte doğu tarafından rakibinin doğmasıdır. Bu her on üç günde bir defa olur. "Cebhe" bundan hariçtir. Çünkü onun on dört günü vardır. Eskiden Araplar yağmurları, rüzgarları, sıcak­lığı ve soğukluğu düşen yıldıza bağlarlardı. Bir rivayete göre ise yeni çıkan yıldıza bağlar­lardı. Çünkü onun hakimiyetinde bu işler meydana gelmektedir. "Nev" kelimesinin çoğulu "enva"dir. Bütün bunlar nimete nankörlükle karşılık vermektir.

Kavmin şu anda helak olabilirler. Onlar için Allah'a dua et. O da dua etti. Al­lah da onlardan kıtlık azabını kaldırdı ve yağmurlar yağdı. Ama insanlar Al­lah'ın ayetlerinde kusur arayarak, Rasulüne düşmanlık ederek ve O'nu yalan­layarak tekrar eski hallerine ve ilk hilelerine döndüler.

Bunun üzerine Cenab-ı Hak onlara cevaben "De ki: Allah'ın o hilelere kar­şı cezası daha çabuktur" buyurdu. Yani, ya Muhammedi Onlara şöyle de: O İs­lâm nurunu söndürmek için müslümanlara karşı tuzak hazırlamadan önce, Al­lah sizin hareketlerinize derhal ceza vermekte daha süratlidir. Yahut mücrim­lerden biri kendisine verilen mühlet içinde olduğu ve ansızın cezaya yakalanacağı halde, kendisinin hiç azap görmeyeceğini zannedecek kadar Al­lah tarafından çok mühlet verilecek, istidraca tabi tutulacaktır.

"Şüphesiz elçilerimiz yaptığınız hileleri yazıyorlar." Yani Hafaza melekleri veya yazıcı melekler bütün yaptıklarınızı, bütün tedbirlerinizi, bütün plan­ladıklarınızı yazıyor ve sizin aleyhinize tescil ediyorlar. Sonra bunları görünen görünmeyen her şeyi bilen Allah'a arz edecekler, O da herbirinizi önemli önem­siz her şeye karşılık hesaba çekecektir.

Bu ayette de her şeyin tamamen tescil edildiğine, itinalı bir şekilde tespit edildiğine, onların düşündükleri hiçbir şeyin Allah'a gizli kalmadığına ve azabının şüphesiz onların başına geleceğine işaret vardır.

Bundan sonra Cenab-ı Hak nimete inkârla karşılık veren inatçı müşrikler için bir misal verdi ve şöyle buyurdu: "Sizi karada ve denizde yürüten Al­lah'tır." Yani size gemiler, vapurlar vb. havada uçaklar gibi bilinen vasıtalarla bir yerden bir yere intikal etme veya bizzat yürüme imkânı veren Allah'tır.

Bir gemi de binip de içinde bulunduğunuz gemi sizi tatlı bir rüzgarla gidiş yönüne uygun götürürken ve sizin de rahatınız yerinde iken ve aldığınız mesafeden dolayı neşeli olduğunuz bir sırada, birden kuvvetli, şiddetli fırtına çıkıp da gemi sarsılmaya ve yüksek dalgalar çeşitli yönlerden gemiye çarp­maya başlayınca dalgaların her tarafı kuşatması sebebiyle artık şüphesiz helak oluruz diye inanırsınız. Bu durumda Allah'tan başka sığınak bulamaz­sınız. Son derece samimi ve ihlâslı bir şekilde O'na dua, ibadet ve niyazda bulunursunuz. Tanrılarınız olan putlara yönelmezsiniz. O zaman şöyle dua edersiniz: Allah bizi bu büyük tehlikeden kurtarırsa elbette nimetine şükreden topluluktan olacağız, Allah'ı bir kabul edenlerden olacağız." Ama kurtulduktan sonra yine küfre dönersiniz. Tıpkı daha önceki ayette Cenab-ı Hakkın buyur­duğu gibi: "İnsana bir sıkıntı geldiğinde (sağ tarafına) yatarken, otururken veya ayakta iken bize yalvarıp durur. Fakat biz onun sıkıntısını kaldırınca sanki o başına gelen sıkıntının kalkması için bize dua etmemiş gibi eski yoluna devam eder..." (Yunus, 12).

Burada ise şöyle buyurdu: "Allah onları (bu tehlikeden) koruyunca..." san­ki hiçbir şey olmamış gibi, eski huylan olan taşkınlık ve hem kendilerine hem başkalarına zulüm yoluna dönerler. Cenab-ı Hak bu konuda şöyle buyuruyor: 'Denizde herhangi bir tehlike ile karşılaştığınızda Allah'tan başka yardımını istediğiniz bütün putlar hatırınızdan silinir gider, Allah sizi kurtarıp karaya çıkarınca da yüz çevirirsiniz. Zaten insanoğlu nankördür." (İsra, 17/67).

Bundan sonra Cenab-ı Hak ibret almayan, Allah'a olan ahdini bozan ve haddini aşan kişilere hitap ederek şöyle buyurdu: "Ey İnsanlar! Yaptığınız taş­kınlık sadece kendi aleyhinizedir." Yani bu taşkınlığın vebali, cezası ve günahı dünya ve ahirette sizin üzerinizedir, siz onunla hiç kimseye zarar veremez­siniz. Dünya da siz istikrarsız ve geçici bir şekilde ondan istifade ediyorsunuz. Bunun en az cezası vicdanın rahatsızlığı veya misliyle muameledir.

Nitekim İmam Ahmed ve Buharî'nin rivayet ettiği hadis-i şerifte şöyle buyurulmaktadır: "Allah'ın sahibine ceza vermesini gerektiren haddi aşmak ve akraba ile ilişkiyi kesmekten daha kötü bir günah yoktur."

Tirmizî'nin Hz. Aişe'den rivayet ettiği bir başka hadis-i şerifte de, "Sevabı en hızlı verilen hayır, ana-babaya itaat ve sıla-i rahimdir. Cezası en hızlı verilen şer ise haddi aşmak ve akraba ile ilişkiyi kesmektir." buyurulmaktadır.

Bir başka hadis-i şerifte de "İki şey vardır ki, Allah bu iki şeyin cezasını dünyada acil olarak verir: Haddi aşmak ve ana-babaya isyan etmek" buyurul­maktadır.

Ahirette ise haddi aşmanın kesin cezası cehennemdir. "Sonra dönüşünüz bizedir" ayetinin ifade ettiği mana da budur. Yani kıyamet günü, hüküm ve ceza günü dönüşünüz yine bize olacaktır. Biz de size bütün amellerinizi haber vereceğiz, onları tam olarak bildireceğiz ve işlediğiniz ameller sebebiyle bun­lara en uygun ve eksiksiz karşılığını vereceğiz. Kim bu karşılığı hayırlı bulursa Allah'a hamdetsin. Kim de hayırdan başka bir şeyle karşılaşırsa kendi nefsin­den başkasını ayıplamasın. Bu ifadede yeteri kadar tehdit ve ibret alanlara şifa verecek tam bir uyarı yer almaktadır. [13]



Fani Olması Açısından Dünyanın Misali


24- Dünya hayatının garip hali şuna benzer: Gökten indirdiğimiz yağmur suyu ile -insanların ve hayvanların yediği-yeryüzü bitkileri yeşerir. Nihayet yeryü­zü ziynetlerini takınıp o bitkilerle gayet sırada gece veya gündüz enirimiz gelir de» orasını bir gün önce hiç yokmuş gibi kökünden biçilmiş hale getiririz. İşte biz iyi düşünecek bir topluluk için ayetleri böyle geniş geniş açıklıyoruz.



Açıklaması


Bu, Cenab-ı Hakkın, süratle sona ermesi, güzelliğinin ve nimetlerinin sü­ratle ortadan kalkması açısından dünya hayatı için verdiği bir misaldir. Bunun da hülâsası şöyledir: Dünya hayatının garip hali, gökten indirilen yağmur suyu ile Allah'ın yeryüzünde çıkarttığı bitkiler gibidir. Yağmur yeryüzüne düştüğü vakit birbiriyle sarmaş dolaş olan, birbiriyle karışan çok çeşitli nebatatı yeşer­tir. Bunlardan bir kimi insanların yediği çeşitli şekil ve cinslerde sebzeler, bak­lagiller ve meyvelerdir. Diğer bir kısmı ise hayvanların yediği yemler, otlar vb. bitkilerdir. "Onunla yeryüzü bitkileri karışır" ayetinin anlamı, yağmur suyuyla yeryüzü bitkileri karışır demektir.

Nihayet bitkilerin gelişmesi tamamlanıp olgunlaşır. Yeryüzü de güzelliğini ve geçici ziynetlerini takınır. Meyveler, sebzeler, çeşitli şekil ve renklerde par­lak çiçeklerle güzel bir şekle bürünür. Bu bitkileri eken ve diken yeryüzü halkı da artık bu meyve sebzeleri toplayabileceklerini, bu ekinleri biçebileceklerini, bunlardan istifade edebileceklerini zannederler.

İşte bu sırada ansızın bir kasırga, soğuk ve şiddetli bir rüzgar eser, o bitki­lerin yapraklarını kurutur, meyvelerini çürütür.

Burada dikkat edilecek bir husus yeryüzü anlatılırken buradaki bitkilerin murad edilmiş olmasıdır. Zaten konu da anlaşılmaktadır. Bitkiler de yeryüzün­den bir parçadır.

İşte "Gece veya gündüz emrimiz gelir" ayetinin manası da budur. Yani gece veya gündüz onun helak olması için takdir edilen kaderimiz iner. Orasını bun­dan önce hiç yokmuş gibi, hiçbir nebat yeşermemiş gibi, yemyeşil ve göz alıcı durumdan sonra kupkuru, kökünden biçilmiş bir ekin tarlası haline getiririz.

İşte bütün işlerde ortadan kalktığı zaman sanki hiç yokmuş gibi olur. "O kasabaların halkı onlara gece uyurlarken onlara azabımızın gelmeyeceğinden emin midirler? Ve yine o kasabaların halkı kuşluk vakti eğlenirlerken onlara azabımızın gelmeyeceğinden emin midirler?" (A'raf, 7/97-98).

Yine Cenab-ı Hak helak olanları şu şekilde anlatmaktadır: "Nihayet za­limleri korkunç bir çığlık yakaladı. Böylece kendi yurtlarında diz üstü yığılıp kaldılar. Sanki yeryüzünde hiç yaşamamışlar gibi izleri silinip gitti." (Hud, 11/67-68).

İmam Ahmed, Müslim, Nesai ve İbni Mace'nin Hz. Enes'ten rivayet ettik­leri bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur: "Dünya ehlinin en zengini getirilir. Cehenenneme bir defa sokulur ve ona "Hiç hayır gördün mü? Sana hiçbir nimet uğradı mı?" denilir. O da "Hayır" der. Sonra dünyada en büyük sıkıntıyı çeken kişi getirilir. Cennet nimetlerine bir defa batırılır. Sonra ona "Hiç sıkıntı gördün mü?"denilir. Oda "Hayır"der."

Bundan sonra Cenab-ı Hak "... Ayetleri böyle geniş geniş açıklıyoruz" bu­yurdu. Yani dünyanın halini ve süratle yok olacağını açıklayan bu apaçık misal gibi, tevhid ve cezanın ispatını ve insanların dünya ve ahirette huzurla yaşa­malarına vesile olacak herşeyi gösteren delil ve hüccetleri Allah'ın ayetleri ko­nusunda düşünen, dünyanın dünyaya aldanan ve nimetlerinden istifade eden dünya ehlinden süratli bir şekilde ayrılacağı hakkındaki bu misalden ders ve ibret alma hususunda düşünce ve akıllarını kullanan bir topluluk için geniş ge­niş açıklıyoruz. Çünkü dünyanın tabiatı onu arzu edenden kaçmaktır, dünya­dan kaçanı da yakalamaktır.

Dünyanın yeryüzü bitkilerine benzetilmesi Allah'ın kitabında pek çok yer­de geçmektedir. Hadid süresindeki az önce belirtilen ayette yine Kehf süresin­deki şu ayette bu misal verilmektedir: "Sen onlara dünya hayatını misal olarak ver. (Geçici dünya hayatı şuna benzer): Biz gökten yağmur suyu indiririz. Yeryü­zündeki bitkiler bu su ile karışıp yeşerir. En sonunda da kuruyup rüzgarın sa­vurduğu çerçöp haline gelir. Allah her şeyin üstünde bir kudret sahibidir." (Kehf, 18/45).

Zümer suresinde ise şöyle buyurulur: "Görmüyor musun? Allah gökten su indirip, onu yer altındaki kaynaklara katar, sonra onunla çeşitli renklerde bit­kiler çıkarır. Sonra o bitkiler kurur, sararıp solduklarını görürsün. Sonra da Allah onları çer-çöp haline getirir. Şüphesiz ki bunda akıl sahipleri için ibret vardır." (Zümer, 39/21). [14]



Cennete Teşvik, İyi Amel İşleyenlerle Kötü Amel İşleyenlerin Ahiretteki Durumları


25- Allah (kullarını) huzur ve selâmet yurduna (cennete) çağırır ve dilediğini doğru yola iletir.

26- Güzel amel işleyenlere en güzel mü­kâfat ve daha fazlası vardır. Onların yüzlerinde keder ve zilletten bir eser yoktur. İşte bunlar cennetliktir. Orada ebedî kalacaklardır.

27- Kötü amel işleyenlerin cezaları ise kötülükleri kadardır. Onların yüzlerini zillet kaplayacak, kendilerini Allah'tan (Allah'ın azabından) koruyacak hiç bir kimse de bulunmayacaktır. Yüzlerini sanki gecenin karanlığından bir parça (zulmet) kaplamıştır. İşte bunlar cehen­nemliktir. Orada ebedî kalacaklardır.



Açıklaması


Cenab-ı Hak dünyayı ve dünyanın süratle yok olacağını zikrettikten sonra cennete teşvik edip davet etti. Şöyle buyurdu: "Allah (kullarını) huzur ve sela­met yurduna (cennete) çağırır."

Yani Allah cennete götürecek iman ve salih amele davet ediyor. Cennet her çeşit afet, leke, noksanlık, ve kederden salim olduğu için Yüce Allah ona bu ismi verdi.

Allah'ın selâmet yurduna davet edip imanla emretmesi bütün insanlar içindir. Dilediğini de cennete ulaştıran doğru yola muvaffak kılar. Doğru yol, inançları, ahlâkî esasları ve hükümleriyle İslâm dinidir. Çünkü İslâm yolu eğ­riliği olmayan dosdoğru bir yoldur. İmanla emrolunmanın aksine hidâyet ilâhî iradeye mahsustur.

Bilindiği gibi hidayet iki çeşittir.

1- İrşad ve delâlet (yol gösterme) manasında hidayet. Bu, bütün insanlar için umumidir. Bu imana ve İslâm'a davet etmektir.

2- Tevfik (doğru yola iletme) manasında hidayet. Bu, Allah'ın kullarından hak yola eriştirdiği, dilediği kimselere mahsustur. Bunun manası, Allah'ın yar­dımcı olması ve muvaffak kılmasıdır.

Bu İslâm'a davetin sebebi davet edilenlere menfaati sağlamaktır. Çünkü dünyada iman ve amel-i salih ile güzel amel işleyenlere ahirette en güzel mü­kâfat verilecektir.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "İyiliğin mükâfatı ancak iyiliktir." (Rahman, 55/60).

Bu şekilde olan kullara daha da fazla mükâfat vardır. Bu da güzel amelle­rin sevabının on misliyle katlanması veya yedi yüz misline kadar çıkması hatta daha da fazlasının verilmesidir.

Bütün bu verilenlerden daha fazlası, daha büyüğü "Allah Tealâ'nın cema­line bakmaktır."

İmam Ahmed, Müslim ve bir grup hadis imamı Suheyb (r.a.)'den rivayet ediyorlar ki: Peygamberimiz (s.a.) "Güzel amel işleyenlere en güzel mükâfat ve daha fazlası vardır" (Yunus, 26) ayetini okudu ve şöyle buyurdu: "Cennetlikler cennete, cehennemlikler cehenneme girdiği zaman bir münadi nida eder, der ki: "Ey Cennet Ehli! Allah nezdinde size verilen bir vaad vardır. Allah o vaadi yeri­ne getirmeyi istiyor. Cennet ehli derler ki: O nedir? Allah bizim amel terazileri­mizi ağırlaştırmadı mı? Yüzlerimizi nurlandırmadı mı? Bizi cehennemden ko­ruyup cennete koymadı mı?" Peygamberimiz (s.a.) sözüne devam etti: "Onlar için perde kaldırılır. Cenab-ı Hakka bakarlar. Allah'a yemin ederim ki, Allah onlara kendisine bakmaktan daha sevimli ve gözlerini aydın kılacak daha gü­zel bir nimet vermemiştir."

İbni Cerîr ve İbni Ebî Hatim Ebu Musa el-Eş'arî'den rivayet ediyorlar ki: Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurdular: "Şüphesiz kıyamet günü Allah bir münadi gönderir. Münadi baştakilerin de sondakilerin de işiteceği gür bir sesle der ki: Ey Cennet ehli! Allah size en güzel mükâfatı ve daha fazlasını vaad etti. En güzel mükâfat cennettir. Daha fazlası da Rahmanın cemaline bakmaktır."

Bu ayetin bir benzeri de şu şekildedir: "Allah yaptıkları amellerle kötülük­te bulunanları cezalandıracak güzel amel işleyenleri de daha güzeliyle mükâfat-landıracaktır." (Necm, 53/31).

"Onların yüzlerinde keder ve zilletten bir eser yoktur." Yani kâfirlerin yüzü­nü kaplayan simsiyah duman, kapkara toz, horlanma ve küçümseme onların yüzünü kaplamaz; onlara ne içte ne dışta küçümseme yoktur. Bilakis onlar Ce-nab-ı Hakkın buyurduğu gibi "Allah onları o günün şiddetinden korur. Yüzleri­ne güzellik verir, kalplerini sevinçle doldurur." (İnsan, 76/11).

Kâfirlerin yüzlerinde iki sıfat vardır.

1- "Kater", yüzlerinde siyahlık... şu ayette de geçmektedir: "O gün tozlan­mış ve karanlık bürümüş yüzler vardır." (Abese, 80/40).

2- "Zillet", horlanma, aşağılanma şu ayette de geçmektedir: "O gün bir kı­sım yüzler zelil ve perişandır, uğraşmış yorulmuştur." (Gaşiye, 88/2- 3).

İşte bu özellikleri taşıyan cennetliklerdir, başkaları değil. Cennet ehli ora­da ebedî olarak kalacaklardır. Orada zeval de, nimetin sona ermesi de yoktur.

Cenab-ı Hak saadete erenlerin durumunu haber verdikten sonra bedbaht olanların durumuna da temas etti. Bu, Kur'an üslûbundaki karşılaştırma ve denge sağlama hususundaki umumi bir metoddur.

Allah'ın birinci gruba karşı muamelesi lütuf ve ihsanda bulunma, ikinci gruba karşı muamelesi de adaletle muameledir.

Dünyada -küfür, şirk ve zulüm gibi- masiyet ve günahları işleyenlere veri­lecek olan karşılık da adil bir cezadır. O da kötülüğü misliyle cezalandırmak, daha fazla ceza vermemektir.

Nitekim Cenab-ı Hak bir ayet-i kerimede "O gün kimse kimseye bir fayda sağlayamaz. Ogün emir Allah'ındır." (İnfitar, 82/19) buyurmaktadır.

Yine Cenab-ı Hak "İşte o gün insan:" Kaçacak yer neresi?" der. Hayır, ha­yır! Sığınacak bir yer yoktur. O gün herkesin varıp duracağı yer ancak Rabbi-nin huzurudur." (Kıyame, 75/10, 12).

"Yüzlerini sanki gecenin karanlığından bir parça (zulmet) kaplamıştır." Yüzlerini son derece karanlık ve zulmetli gecenin karanlığından siyah perdeler ve siyah parçalar kaplamıştır: Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:

"O gün bazı yüzler ağaracak, bazı yüzler kararacaktır. Yüzleri kararanlara şöyle denilecektir: İman ettikten sonra inkâr mı ettiniz? O halde inkâr ettiğiniz­den dolayı azabı tadın."

'Yüzleri ağaranlar ise Allah'ın rahmetindedirler. Onlar orada ebedî kala­caklardır. " (Âl-i İmran, 8/106,107).

Başka bir surede de "O gün parlayan, gülen ve sevinen yüzler vardır. Yine o gün tozlanmış ve karanlık bürümüş yüzler de vardır. İşte bunlar kâfirler ve facirlerdir." (Abese, 80/38, 42).

"İşte bunlar cehennemliktir." Yani bu sıfatlarla muttasıf olanlar cehennem ehlidirler, onlar ebedî orada kalacaklardır. [15]



Mahlukatın Mahşer Yerinde Toplanmaları Ve Allah'a Ortak Koşulanların Müşriklerden Berî Olduklarını İlân Etmeleri


28- O gün bütün insanları bir araya top­larız. Sonra Allah'a ortak koşanlara şöyle deriz: "Siz ve Allah'a ortak koştuklarınız, yerinizden kımıldamayın." Sonra müşriklerle ortak koştukları şeyleri birbirinden ayırırız. Ortak koştukları şeyler (putlar müşriklere) şöyle derler:.Siz bize tapmıyordunuz."

29- Bizimle sizin aranızda şahit olarak Allah yeter.'Bize taptığınızdan da hiç Orada herkes daha önce yaptıklarından dolayı imtihan verir. Hak olan Mevlâlarına döndürülürler. (Allah'a or­tak olarak) uydurdukları şeyler de ken­dilerinden ayrılıp kaybolur.



Açıklaması


Bu, kıyamet tablolarından açık-seçik bir tablodur. Burada müşriklerle sahte tanrıları arasındaki şirk alâkası konu edilmektedir.

Allah peygamberine diyor ki: Ey Peygamber! Bütün yeryüzü halkını, in­sanları, cinleri, iyileri kötüleri ile bir araya toplayacağımız o günü düşün. On­ların aralarında daha önce anlatılan güzel amel işleyenlerle kötü amel işleyen­ler de olacaktır. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Hiçbir kimseyi geride bırakmadan, onların hepsini bir araya toplayacağız." (Kehf, 18/47).

"Sonra müşriklere" Allah'la birlikte O'na ortak koşanlara şöyle deriz: Siz de Allah'a ortak koştuğunuz şeyler de yerinizden kımıldamayın. Size ne şekilde muamele edileceğini görmeden yerinizden ayrılmayın; şu ayette buyrulduğu gi­bi: "Onları (yerlerinde) durdurun. Çünkü onlar sorguya çekileceklerdir." (Saffat, 37/24) Bu ayette bütün mahlûkat önünde azarlama ve vaid (azapla korkutma) manası vardır.

Sonra müşriklerle ortak koştukları şeyleri birbirinden ayırırız, dünyada iken aralarında bulunan irtibatı keseriz.

Müşriklerin Allah'a ortak koştukları şeyler kendilerine tapanlardan uzak olduklarını ifade ederek şöyle derler: Gerçekte siz bize tapmıyordunuz. Siz an­cak Allah'a eş koşmanızı emreden ve sizlerin de itaat ettiğiniz şeytanlara tapı­yordunuz. Bu ifadede tehdit ve vaid (azapla korkutma) vardır. Çünkü o anda müşriklerin putlardan şefaat ümitleri yıkılmaktadır.

Allah'a şirk koşulan şeyler ya Allah'tan başka kendilerine ibadet edilen melekler, veya İsa Mesih (a.s.) yahut Allah'ın konuşturduğu putlardır. Evlâ olan görüşe göre buradaki "Allah'a şirk koşulan şeyler''den murad Allah'tan başka kendisine tapılan put, Güneş, Ay, melek, insan ve cin gibi her şeydir.

Bize tapın diye sizi davet etmediğimize, size böyle bir şeyi emretmediğimi­ze ve sizin bu hareketinize razı olmadığımıza şahid ve hakem olarak Allah ye­ter! Bu ayet müşriklere ve putperestlere bir tehdittir.

Bize taptığınızdan da hiç haberimiz yoktu. Böyle bir şeyi bilmiyorduk, gör­müyorduk; bundan da razı olamazdık. Kurtubî diyor ki: Biz ibadetinizden ha­bersiz idik, duymuyor, görmüyor, düşünmüyorduk. Çünkü biz ruh taşımayan cansız varlıklar idik.

Orada hesap noktasında kıyamet günü herkes daha önce yaptığı hayır ve­ya şer amellerini bilir, tadar ve imtihan verir. Bu ameller nasıl idi? Çirkin mi, güzel mi olduğunu öğrenin. Tıpkı imtihana girip de kendi durumunu öğrenen kişi gibi. Nitekim bir ayet-i kerimede "O gün bütün gizli işler yoklamaya tabi tutulur." (Tarık, 86/9) buyurulmaktadır.

"Hak olan Mevlâlarına döndürülürler." Allah'a çevrilirler. Bütün işler son derece adil bir hakem olan değişmeyen ve daimi olan Hak Tealâ'ya, Allah'a dö­ner. O kesin hükmünü verir ve cennetlikler cennete, cehennemlikler cehenne­me girer. Bu putlar ve Allah'a ortak koşulan şeyler hariç..

"Uydurdukları şeyler de kendilerinden ayrılıp kaybolur." Yani müşriklerin iftiraları ve Allah'a iftira ederek O'nu bırakıp taptıkları şeyler, Allah'a eş say­dıkları sahte tanrılar bütün bunlar ayrılıp kaybolurlar. Onlara ne yardımcı ka­lır ne de şefaatçi. O gün her şey Allah Tealâ'ya aittir.

Bu ayet de müşriklerin putların kendilerine şefaatçi olacakları ve onlara tapmanın kendilerini Allah Tealâ'ya yaklaştırdığı şeklindeki iddialarının asıl­sız olduğuna dair bir uyandır. [16]



Müşriklerin Allah'ın "Rab" Sıfatına İnanmaları Deliliyle Tevhidin İspat Edilmesi


31- De ki: Size gökten ve yerden rızık veren kimdir? Size kulak ve gözleri bahşeden kimdir? Ölüden diriyi çıka ran» diriden de ölüyü çıkaran kimdir? Bütün işleri düzene koyan kimdir? "Allah'tır" diyeceklerdir. De ki: O halde Allah'tan hiç korkmaz mısınız?

32- İşte bu, "Hak" olan Rabbiniz Allah Hakkın dışında sapıklıktan başka ne vardır? Öyle ise nasıl (Hak'tan) döndürülüyorsunuz?

33. Böylece Rabbinin (Hak) yoldan çı­kanlar için söylediği "Onlar iman et­mezler" sözü gerçekleşmiş oldu.



Açıklaması


Ey Peygamber! Mekke müşriklerine ve benzerlerine şöyle de ki: Gökten yağmuru indiren kimdir? Bu yağmur yeryüzünün ekinler, çiçekler ve ağaçlarla yeşermesine sebep olmaktadır. Yerden hububat, üzüm, hayvan yemi, zeytin, hurma ağacı, ağaçları birbirine girmiş bahçeler, pek çok meyveler yetişmekte­dir.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "De ki: Sizi yoktan var eden si­ze kulaklar, gözler, kalpler veren O'dur." (Mülk, 67/23).

Bu duyular ilim, bilgi ve bu dünyada olup bitenleri idrak etme vasıtalarıdır.

Burada sadece göz ve kulağı zikretmiştir. Çünkü beş duyunun en önemli­leri, yani ilim elde etme vasıtaları bunlardır.

Büyük kudretiyle hayat ve ölümü emreden kimdir? O diriltir, öldürür, ölü­den diriyi çıkarır, diriden ölüyü çıkarır. Tıpkı hurma çekirdeğinden hurma ağa­cını, yumurta veya nutfeden hayvanı çıkarttığı gibi, yine bunun aksi olarak ağaçtan çekirdek veya tohumu, hayvandan yumurta veya meniyi çıkarttığı gibi.

Bütün bu misallerde hayat ve ölüm alametlerini icat etmeye delil vardır. Bitkilerdeki hayatın alâmeti gelişmedir. Hayvanlarda ise gelişme, irade ile ya­pılan harekettir.

Bazı alimler ise ayette geçen "hayat" ve "ölüm"ü manevî bir şekilde kâfir­den müminin, müminden kâfirin çıkması şeklinde tefsir etmişlerdir. Tefsir alimlerinin çoğunluğu ayeti birinci mana ile açıklamışlardır. Razî'nin dediği gi­bi birinci mana gerçeğe daha yakındır.

Müfessirler, canlılara nutfe ile, ölülere yumurta ile misal verirken insanla­rın genellikle baktıkları zahiri durumu, hareket ve gelişmeyi dikkate almışlar­dır. Bu görüş bugün biyoloji bilginlerinin söylediği çekirdek, yumurta, meni ve nutfede hücre hayatının bulunduğu şeklindeki açıklamalarıyla çelişki arz et­memektedir. Çünkü bu hayat hareket ve gelişme bulunmayan özel bir hayat şeklidir.

Modern ilimde diriden ölünün çıkmasına misal olarak insan vücudunun kan ve derideki ölü hücreleri atması, buhar ve terle dışarı çıkması, ölüden diri­nin çıkmasına misal olarak hararetle yanan gıdayla insanı alması ve ondan ka­nın meydana gelmesi verilebilir.

Yeni bilim adamları "Diri ancak diriden çıkar" derlerse, şüphesiz birinci hayatın Allah'ın yaratmasıyla olduğunu kabul etmektedirler.

Durum nasıl olursa olsun ayetten maksat Allah'ın kâmil bir kudret sahibi olduğunu, hayatı ve ölümü kendisinin yarattığını misallerin hepsinde de ispat etmektir. Kur'an'ın genel ve mutlak ifadeleri ilmin kabul ettiği herhangi bir misale uygulanabilir.

Bütün cihanın işlerini düzene koyan, her şeyin mülkiyetini elinde tutan kimdir? Halbuki O, tasarruf sahibidir, hakimiyet sahibidir, Onun hükmüne karışacak hiçkimse yoktur. Kullan yaptıkları işlerden sorumlu olduğu halde O yaptığı işlerden sorumlu değildir.

Müşrikler bu beş soruya karşılık olarak "Bunları yapan Allah'tır", demek­ten kendilerini alamadılar. Durum gayet açık olduğundan, gerçekte daha baş­ka verilecek hiçbir cevap da bulunmadığı için kibirlenmeden, inat etmeden, te­reddüt ve şüpheye düşmeden "yoktan var eden de yok eden de Allah'tır", diye cevap vermekten başka çare bulamadılar.

Ey Rasulüm! Gerçeği itiraf ettiklerinde onlara de ki: Hiçbir şey Allah'a eş ve ortak olmadığı ve bu fani varlıkların hiçbir faydası veya zararı dokunmadığı halde, bunları Allah'a şirk koşmak ve Allah'tan başkasına tapmak suretiyle kendinizi Allah'ın cezasına çarptırmaktan sakınmıyor musunuz?

İşte bu, son derece üstün yaratma kudreti ve eşsiz irade ile muttasıf olan, sizi yaratan, lütfuyla sizi terbiye eden ve bütün işlerinizi düzene koyan Al­lah'tır. İbadete lâyık olan Allah'tır. "Rab" sıfatı bizzat kendisiyle var olan Rab-binizdir. Sizi yoktan var eden, size rızık veren, bütün işlerinizi düzene koyan O'dur. O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur, O'ndan başka ibadete lâyık hiçbir var­lık yoktur.

Hak olan, bizzat kendi zatıyla var olan Rabbiniz Allah olduğuna göre, hak sözün ve hak davranışın dışında dalâlet ve batıldan başka bir şey yoktur. Hak­la batıl arasında hiçbir bağlantı yoktur. Kim Allah'a kulluk manasındaki hak çizgisini aşarsa dalâlete düşer.

Öyle ise nasıl haktan dalâlete döndürülüyorsunuz? Nasıl haktan batıla, bidayetten dalâlete çevriliyorsunuz? Bu ne aklın, ne de mantığın kabul edeceği bir şeydir.

"Böylece Rabbinin (hak) yoldan çıkanlar için söylediği "Onlar iman etmez­ler" sözü gerçekleşmiş oldu." Yani rububiyet ve ulûhiyet sadece Allah'a ait oldu­ğu gibi Allah'ın, yoldan çıkanlar için -küfürde inat edenler ve dalâlet üzerine ısrar edenler için; hak, hidayet ve tevhid dairesinden çıkanlar için- verdiği "Onlar iman etmezler" hükmü, sözü ve tehdidi gerçekleşti. Böylece onların iman etmeyeceği kesinleşti. Allah da bunu gayet iyi biliyordu. Allah'ın onlar hakkındaki "Bunlar zillet içinde olacaklar ve imanları mümkün olmayacaktır." seklindeki sözü gerçekleşmiştir. Buradaki "söz" ile vaid (azapla korkutma) da murad edilmiş olabilir. "Onlar iman etmezler" ifadesi gerçekleşen sözün sebebi­ni beyan etmek için, "Çünkü onlar iman etmezler" manasındadır.[17]

küfürlerinde ısrar edenlerin imanından umutsuz olmak gerektiğini açıkça ifa­de etmektedir. Ancak bu gibi kimselerden başkalarını zikretmemektedir. Çün­kü küfürde ısrar etmeyen iman eder, Allah ve Rasulüne itaat ederse bu kimse­nin iman etmesi ve azaptan kurtulması ümid edilir. Bu kimsenin önünde hiçbir engel yoktur. Nitekim herhangi bir kâfirin iman etmesi için de hiçbir engel bu­lunmamaktadır. Ancak o kendi isteğiyle iman etmemekte ve küfürde ısrar et­mektedir.

Cenab-ı Hak bu konuda şöyle buyurmaktadır: "Haklarında Rabbinin hük­mü gerçekleşmiş olanlar iman etmezler. Onlara her türlü delil gelse de, acıklı azabı görmedikçe (iman etmezler.) (Yunus, 10/96, 97).

İbni Kesir son ayeti (Yunus, 33) müşrikler hakkında kabul etmekte ve şöy­le demektedir: Nasıl o müşrikler Allah'ın yaratıcı, rızık verici, Peygamberlerini ve bütün varlık âleminde tek tasarruf sahibi olduğunu itiraf etmekle birlikte, küfre düşmüş ve Allah'a şirk koşup Allah'la birlikte başka şeylere tapmada de­vam etmişlerse onların cehennemde kalacak bedbahtlar olması da onlar için bir gerçek haline gelmiştir.

"... Ancak kâfirlere azap edileceği sözü hak oldu, dediler." (Zümer, 39/71). [18]



Öldükten Sonra Dirilmenin İspatı


34- De ki: "(Allah'a) ortak koştuklarınız arasında yaratıkları yoktan var edecek, öldükten sonra da tekrar diriltecek biri var mıdır? De ki: "Ancak Allah yaratıklan yoktan var eder, öldükten sonra da tekrar diriltir. öyle ise nasıl (haktan) döndürülüyorsunuz?"

35-De ki: "(Allah'a) ortak koştuklarınız P arasında hakkı gösterecek biri var mı- dır?1 De ki: "hakkı gösterecek ve ona ile- tecek olan AUahtır- ° halde tekkn Ueten m*' y°^sa hidayet verilmedikçe kendi kendine doğru yolu bulamayan mı, kendisine uyulmaya daha lâyıktır. O halde ne oluyor size? Nasıl hükmediyorsunuz."

36- Onların çoğu ancak zanna uyarlar. Zan ise hakka karşı hiçbir şey ifade et­mez. Şüphesiz Allah onların yaptıkları­nı çok iyi bilir.



Açıklaması


Ey Peygamber! Müşriklere de ki: Yer ve gökleri ilk defa yoktan var eden, sonra yer ve göklerdeki mahlûkatı yaratan kimdir? Allah'tan başka ister put, heykel, melek ve cin olsun isterse peygamber olsun buna kimin gücü yetebilir? Kim bütün yaratıkları öldükten sonra tekrar yeni bir şekilde yaratabilir?

Onları düşmanlıkları ve kibirleri sebebiyle öldükten sonra dirilmeye inan­madıkları içindir ki, daha önce geçen beş soruya cevap verdikleri halde bu so­rulara cevap vermediler. Bunun üzerine Cenab-ı Hak "De ki: Allah'tır..." ayetiy-le bu sorulara cevap verdi.

Yani Ey Rasulüm! mahlûkatı ilk defa yaratmaya, sonra da tekrar diriltme­ye muktedir olan Allah'tır. Çünkü ilk defa yaratmaya kadir olan tekrar dirilt­meye de kadirdir. Bunu yapacak, hiçbir eşe ve ortağa, yardımcıya muhtaç ol­madan sadece kendisi yerine getirecek olan Cenab-ı Haktır.

Ancak müşrikler yaz mevsiminde yağmurla bitkilerin ortaya çıkmaları, kış mevsiminde kuruyup gitmeleri ve gelecek yaz mevsiminde tekrar ortaya çıkmaları gibi gözleriyle gördükleri gerçekler sebebiyle bitkileri ilk defa yarata­nın ve sonra da tekrar diriltenin Allah olduğunu itiraf ediyorlar ama insan ve diğer canlıların tekrar dirileceğini inkâr etmektedirler.

"Öyle ise nasıl oluyor da hak'tan döndürülüyorsunuz?" Nasıl hidayet yo­lundan batıla, tevhid yolu olan hak yoldan şirk ve puta tapma yolu olan dalâlet yoluna sapıyorsunuz?

Eğer siz yaratılışınız, akıllarınız, görüşleriniz ve mütalaalarınıza göre bit­kilere tekrar hayat verenin Allah olduğunu kabul ediyorsanız, peki ne diye Onun kudretiyle insana tekrar hayat vereceğini itiraf etmiyorsunuz? Bu, sizin öldükten sonra dirilmeye ve kıyamet günü hesap vermeye iman etmenize sebep olur diye mi?

Bundan sonra Allah Tealâ rububiyet (rab olma) vasıflarından birine ait bir soru sordu: "De ki: Allah'a ortak koştuklarınız arasında..." "Ey Habibim! Onla­ra, şöyle söyle: Ya fıtrat ve içgüdüsüyle veya göz kulak gibi organlarla, yahut akıl ve fikirle, veyahut semavî kitaplar ve peygamberlerin hidayeti ile sizin Al­lah'a ortak koştuğunuz putlar arasında sapık ve şaşkın bir kimseyi hidayete erdirecek biri var mıdır? Yoksa onlar bütün bu hususlardan aciz midirler?

Bu "hidayet" meselesi tamamen yaratma ve var etme gibidir. Nitekim Ce-nab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Rabbimiz her şeye takdir ettiği şekli verip son­ra da doğru yolu gösterendir, dedi." (Tâ-Hâ, 20/50).

Müşrikler Allah'a ortak koştukları şeylerin yaratma ve hak yola iletme gi­bi şeyleri yapamayacaklarını tamamen idrak edipte verecek cevap bulamayın­ca onların yerine Allah cevap verdi:

"De ki: Hakkı gösterecek olan ve hakka iletecek olan Allah'tır." Yani Ey Ra-sulüm! Onlara şunu söyle: Meydana getirdiği delil ve hüccetlerle, gönderdiği peygamberlerle, indirdiği kitaplarla, akıl ve beş duyu vasıtasıyla insana bah­şettiği ilim, bilgi ve imanla hakkı gösteren ve hakka ileten yalnızca Allah'tır.

Hakka, doğru yola ve imana hidayet etmeye muktedir olan Allah mı, yok­sa başkası (yani Allah) kendisine hidayet vermedikçe kendi kendine doğru yolu bulamayan kimse mi? Hangisi sözüne uyulmaya ve emrine itaat edilmeye daha lâyıktır?

Bu ifadeler Allah'a ortak koşulan melekler, Mesih ve Üzeyr gibi kimseleri de içine almaktadır.

O halde ne oluyor size? Nasıl hükmediyorsunuz? Size ne oldu da, Allah ile yarattığı mahlûkatını bir tutuyorsunuz, Allah'tan başkasına tapmanın ve onla­rın şefaatlerini beklemenin caiz olduğuna hükmediyorsunuz?

Bu ifade onların Allah'a ibadet etme ile her şeyden aciz Allah'a ortak koş­tukları şeylere tapmayı bir tutmak gibi haddi aşan hükümlerinden son derece hayret etme ifadesidir.

Bundan sonra Cenab-ı Hak müşriklerin bu şekilde inanmak, şirk koşmak ve Allah'tan başkalarına tapınma hususunda hiçbir delil ve burhana uymadık­larını ancak hepsinin boş kuruntu ve hayal görme şeklindeki zayıf kanaatları-na ve, zanna uyduklarını açıklamaktadır. Bu zannın ise onlara hiçbir şekilde faydası olmayacaktır. Çünkü eli boş olan kişi değişmez hakkın -yani kesin bilgi ve doğru inancın- istendiği noktada hiçbir şey veremez.

Şüphesiz Allah onların davranışlarını gayet iyi bilir. Bütün kesin deliller Rasulullah (s.a.)'ın doğruluğunu gösterdiği halde O'nu yalanlamak gibi, hüccet ve delil olmaksızın babaları ve ataları körükörüne taklit etmek gibi her davra­nışa karşı Allah onların cezalarını verecektir.

Bu onlara karşı bir tehdit ve cehennem azabıyla yapılan şiddetli bir uyan­dır. Çünkü Allah onlara bu yaptıklarına karşılık tam bir ceza vereceğini bildir­miştir.

Kısacası, geçen ayetler Allah'ın varlığına delil olarak üç şeyi ihtiva etmek­tedir.

1- O, rızık veren, gözü ve kulağı var eden, ölümü ve hayatı yaratandır.

2- O, insanı, yeryüzünü, gökleri ve ikisi arasındaki varlıkları yaratandır.

3- O, hidayet etmeye kadir olandır. Allah'ın varlığına önce yaratıcı olması, ikinci olarak da hidayet vermesinin delil getirilmesi Kur'an'da pek sık görülen bir ifade tarzıdır. [19]



Kuran Allah'ın Kelamıdır Ve Araplara Meydan Okumaktadır


37- Bu Kur'an Allah'tan başkası tarafın­dan uydurulan bir şey değildir. Ancak O daha önceki kitapları doğrulayan ve ezelî kitabı açıklayan bir kitaptır. Âlemlerin Rabbi olan Allah'tan indiril­diğinde asla şüphe yoktur.

38- Yoksa onlar "Kur'an'ı Muhammed uydurdu" mu diyorlar. Onlara de ki: "İddianızda samimi iseniz Allah'tan başka gücünüzün yettiği herkesi yardı­mınıza çağırın da, onun benzeri bir su­re meydana getirin."

39- Daha doğrusu onlar ilmini kavraya­madıkları ve henüz açıklaması kendile­rine gelmemiş olan Kur'an'ı yalanladılar. Onlardan öncekiler de böyle yalanlamış­lardı. Bak, O zalimlerin sonu nice oldu?



Açıklaması


Bu ayetler Kur'an-ı Kerimin bir mucize "ve Allah'ın kelâmı olduğunu be­yan etmektedir. Bu İslâm dininin inanç ve esaslarından biridir.

Bu mana Kur'an'ın Allah katından olduğunu ve Muhammed (s.a.)'in ken­disinin uydurduğu bir kitap olmadığını, sadece Hz. Peygamber (s.a.)'in doğru­luğuna şehadet eden ebedî bir mucize olduğunu ispat etmek için Kur'an'da bir­kaç defa tekrarlanmıştır. Allah Tealâ'nın ha.dis-i kudsideki şu sözünün manası da budur: "Kulum, (yani Muhammed (s.a.)) benden tebliğ ettiği her şeyde doğru söylemiştir."

Ayetin manası şudur: Kur'an'ın Allah'tan başkası tarafından uydurulması hiç uygun değil, hatta mümkün de değildir. Çünkü Kur'an fesahati ve belâgati, özlü oluşu, gaybdan haber vermesi, getirdiği şeriatın asaleti, dünya ve ahiretle ilgili faydalı çeşitli bilgi ve manaları ihtiva etmesi sebebiyle ancak Allah tarafından gönderilebilir. Kur'an yaratıkların kelâmına benzemeyen Allah kelâmı­dır, Allah'tan başka kimse onunla yanşamaz, benzerini meydana getiremez.

Rivayete göre Ebu Cehil şöyle demiştir: Muhammed hiçbir beşere yalan söylememiştir. Hiç Allah adına yalan söyler mi?

Ayrıca Kur'an Hz. İbrahim, Hz. Musa ve Hz. İsa (a.s.) gibi daha önceki peygamberlere gönderilen ilâhî kitaplara uygundur ve bu kitapları tasdik et­mektedir. Yine tevhid inancı, Allah'a ve ahiret gününe iman gibi dinin esasları­na davet, salih ameller ve güzel ahlâk konularında önceki kitaplara muvafık­tır. Aynı zamanda önceki kitapları korumakta, önceki kitaplarda meydana ge­len tahrif ve değiştirmeleri açıklamaktadır. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyur­maktadır: "Biz sana kendisinden önceki kitapları tasdik eden ve onları koruyan bu kitabı hak ile indirdik." (Maide, 5/48).

"Ezelî kitabı açıklayan" hükümleri, şer'î esasları, helâl ve haramı, ibret ve nasihatlan, edepleri, şahsî ve içtimaî ahlâkı özlü ve şifa verici üslubuyla beyan eden bir kitaptır.

"Onda şüphe yoktur." Kur'an'da asla şek ve şüphe yoktur. Gayet açık olma­sı, hakkı, hidayeti ve doğruyu açıklaması sebebiyle düşünen hiçbir kimsenin Kur'an hakkında şüpheye düşmesi uygun bir hareket değildir.

"Allah tarafından" yani çelişkilerden ve birbirinden farklı ifadelerden sa­lim olması sebebiyle, başkası tarafından değil, Allah tarafından indirilmiş ve vahyedilmiştir. Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Eğer Kur'an Allah'tan başkası tarafından indirilmiş olsaydı, onda birbirine zıt olan pek çok şey bulurlardı." (Nisa, 4/82).

Bundan anlaşılıyor ki Allah Tealâ Kur'an'ı şu beş özelliği ile tanıtmıştır:

1- Allah'tan başkasının uydurması kesinlikle mümkün değildir. Çünkü Kur'an mucize'dir. Hiçbir beşer ona muktedir olamaz.

2- Kur'an, dinin esasları ve faziletli ameller hususunda önceki kitapları doğrulayan ve koruyandır. Kur'an, geçmiş ve gelecekteki gaybî olaylardan ha­ber verdiği için mucizedir. "Daha önceki kitapları doğrulayan" ayetinin manası da budur.

Geleceğe ait gaybdan haber verip de haber verdiği şekilde meydana gelen olaylardan biri Cenab-ı Hakkın şu ayet-i kerimesidir: "Elif, Lam, Mim... Rum­lar mağlûp oldu." (Rum, 30/1-2).

Yine Fetih süresindeki şu ayet-i kerimesidir: "Şüphesiz ki Allah peygambe­rinin rüyasını doğru çıkardı. Elbette sizler... Mescid-i Haram'a gireceksiniz." (Fetih, 48/27).

Ayrıca İslâm devletinin hakimiyeti hakkında şu ayet-i kerimedir: "Allah içinizden iman edip salih amel işleyenlere kesinlikle vaad etmiştir ki, mutlaka... kendilerini de yeryüzünde mirasçı kılacaktır." (Nur, 24/55) Bütün bu ayet-i keri­meler bu haber vermenin Allah tarafından bir vahiyle meydana geldiğine delâ­let etmektedir.

3- Kuran insanın muhtaç olduğu şer'î hükümleri, dinî ve dünyevî pek çok ilimleri geniş geniş açıklamaktadır: Kur'an'da akaid ilmi yani Allah'ı zat ve sı­fatlarıyla Onun meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü ha­ber veren bilgiler vardır. Yine Kur'an'da fıkıh ilmi yer almaktadır.

Kur'an'da ayrıca "Af yolunu tut. İyiliği emret ve cahillere aldırış etme!" Araf, 7/199) ayetinde ve "Şüphesiz ki Allah adaletli davranmayı, iyilikte bu-'.anmayı ve akrabalara yardım etmeyi emreder. Fuhşu, kötülüğü ve zulmü ya­nıklar" (Nahl, 16/90) gibi sosyal düzeni sağlayıcı, insanlar arasında sevgi ve beraberliği oluşturacak esasları ortaya koyan emir ve tavsiyeler yer almakta­dır.

İşte "O her şeyi geniş bir şekilde açıklar." (Yusuf, 12/111) ayetinin manası ia budur.

4- Pek çok ilimleri beyan etmesi ve içinde birbiriyle çelişkili olan ifadelerin Dulunmaması sebebiyle Kur'an'da hiçbir şek ve şüphe yoktur.

5- Kur'an Allah tarafından gönderilmiş ve bunun için uyarıcı olması bakı-zıından Muhammed (s.a.)'e Ruhu'1-Emin (Cebrail) vasıta kılınmıştır.

Bundan sonra Cenab-ı Hak "Kur'an'ı Muhammed'in uydurduğunu" ileri suren bilgisiz müşrikleri reddetti ve bunda samimi iseler onun benzerini getir­sinler diye onlara meydan okudu. Cenab-ı Hak şöyle diyordu: "Yoksa onlar Kur'an'ı Muhammed uydurdu mu diyorlar?" Halbuki Muhammed sizin gibi bir oeşerdir. Onun bu Kur'an'ı uydurduğunu iddia ediyorsunuz. O halde siz de cnun bir benzerini meydana getirin. İsterse nazm ve üslûp, kuvvet ve sağlam­lık, belagat ve incelik bakımından Kur'an'daki en kısa sureye benzeyen bir su­re meydana getirin. Bunu yaparken de istediğiniz kadar insan ve cinlerden yardım isteyin. Hiç bir şey yapamayacaksınız. Çünkü bütün mahlûkat Kur'an'a karşı cevap vermekten veya onun benzerini getirmekten acizdirler:

"De ki: Yemin olsun ki, insanlar ve cinler Kur'an'a benzer bir kitap meyda-~.a getirmek için bir araya gelseler de hiçbir zaman onun bir benzerini meydana getiremeyeceklerdir. Hatta birbirlerine yardımcı olsalar bile!" (İsra, 17/88).

Eğer siz Kur'an'm Muhammed tarafından uydurulduğu, şeklindeki iddi­anızda samimi iseniz, O'nun yalnız başına meydana getirdiği bu Kuranın bir oenzerini siz meydana getirin, bunun için de dilediğiniz kimselerden yardım is­leyin.

Kur'an'ın benzerini getirmek şeklindeki meydan okuma bir kaç merhalede gerçekleşmiştir:

Birinci merhale İsra suresinin 88. ayetinde zikredilen merhaledir. Kuran'ın benzerini meydana getirmeleri istenerek meydan okunmaktadır. Bu en yüksek mertebedir.

İkinci merhale ise onların Kur'an'daki gibi on sure meydana getirmelerine

razı olma merhalesidir. Cenab-ı Hak, Hud suresinde şöyle buyurmaktadır:

Yoksa onlar "Kur'an'ı Muhammed uydurdu" mu diyorlar? De ki: Siz de

Kur'an'ın benzeri on uydurma sure meydana getirin bakalım. Eğer iddianızda

samimi iseniz Allah'tan başka yardımını isteyebileceğiniz kimseleri de çağırın." (Hud, 11/13).

Üçüncü merhalede sure uydurmalarına razı olma merhalesidir. Burada Mekke'de inen bu surede "O'nun surelerinden biri gibi uydurma bir sure geti­rin. " (Yunus, 38) ve yine Medine'de inen Bakara suresinde de "Kulumuza (Uz. Mühammed'e) indirdiğimiz Kurandan şüphe ediyorsanız onun benzeri bir su­re meydana getirin." (Bakara, 2/23) Duyurulmuştur.

Bundan sonra Kur'an o müşriklerin Kur'an'a karşı tavırlarını bildirdi: "Daha doğrusu, onlar... Kur'an'ı yalanladılar..." Müşrikler Kur'an-ı Kerim'deki manaları düşünmeden ve anlamadan önce hemen Kur'an'ı yalanlamaya koştu­lar. Bilgisiz ve inatçıların tavrı daima böyledir.

"Henüz açıklaması kendilerine gelmeden" onlar atalarını körükörüne tak­lit ederek, düşünmeden ve anlamadan önce açıkça Kur'an'ı yalanladıkları gibi düşündükten ve Kur'an'ın yüce şanını, mucize oluşunu ve onun benzerini getir­meye güçlerinin yetmediğini anladıktan sonra da sırf inatla ayak direttikleri ve haddi tecavüz edip haset ettikleri için Kuranı yine yalanladılar.

"Henüz açıklaması kendilerine gelmeden" ayetine "Henüz Kur'an'da belir­tilen gaybî olaylara dair haberlerin neticesi gelmeden, doğru mu, yalan mı söy­lediği kesin olarak belli olmadan Kur'an'ı yalanladılar" şeklinde de mana veri­lebilir.

"Onlardan öncekiler de böyle yalanlamışlardı." Yani geçmiş ümmetler de hiç incelemeden, hiç düşünmeden, nefislerinde bir parça olsun insaf etmeden sadece inat ederek ve atalarını körükörüne taklit ederek peygamberlerin muci­zelerini bu şekilde yalanlamışlardı.

"Bak, o zalimlerin sonu nice oldu?" Ey Peygamber! Peygamberlerini yalan­lamak, dünyayı talep edip ahireti terk etmek suretiyle kendi kendilerine zul­meden o kimselerin akibetlerinin nasıl olduğuna bir göz at. Biz zulüm, kibir, küfür, inat ve bilgisizlik sebebiyle peygamberlerimizi yalanladıkları için onları helak ettik. Siz de ey yalanlayanlar! Onlara isabet eden belâ ve azabın size isa­bet etmesinden sakının:

"Biz onların her birini günahları yüzünden cezalandırdık. Kiminin üstüne taş yağdıran kasırga gönderdik, kimisini korkunç bir çığlık yakaladı, kimisini yerin dibine geçirdik. Kimisini de suda boğduk. Aslında Allah onlara zulmet­medi, fakat onlar kendilerine zulmettiler." (Ankebut, 29/40). [20]



Kur'an'a Ve Hz. Peygamber'e İman Konusunda Müşriklerin İki Gruba Ayrılmaları


40- Onlardan bir kısmı Kur'an'a inana­cak, bir kısmı ise inanmayacaktır. Rab-bin fesatçıları çok iyi bilir.

41- Seni yalanlarlarsa onlara de ki: "Be­nim yaptığım bana, sizin yaptığınız size­dir. Siz benim yaptıklarımdan uzaksınız. Ben de sizin yaptıklarınızdan uzağım."

42- Onlardan bir kısmı sana kulak verir. Sen hiç sağırlara işittirebilir misin? Hele bir de akıllarını hiç kullanmazlarsa.

43- Onlardan bir kısmı da sana bakıp dururlar. Sen hiç körlere doğru yolu gösterebilir misin? Hele bir de basiret­siz olurlarsa.

44- Allah insanlara asla zulmetmez. Fa­kat insanlar kendi kendilerine zulme­derler.



Açıklaması


Müşrikler şu anda ve gelecekte iki grup halindedirler: Birinci grup, Kur'an'ı kendi kendine tasdik eden, Kuran'ın hak olduğunu bilen fakat yalanlamakta inat eden kimselerdir.

İkinci grup ise Kur'an hakkında şüphe eden, Kur'an'ı tasdik etmeyen kim­selerdir. Şu anda bu şekilde davranırlar.

Ancak "yü'minu" fiiliyle gelecek zaman da murad edilmiş olabilir. Yani "Ya Muhammed! Senin kendilerine gönderildiğin insanlar içinde bir kısmı bu Kur'an'a inanacak, sana uyacak ve sana gönderilen kitaptan istifade edecektir. Bir kısmı ise küfür üzerinde ısrar edecek, nihayet küfür üzerine ölecek ve öl­dükten sonra da küfür üzerine dirilecektir."

"Rabbin fesatçıları çok iyi bilir." O, hidayete lâyık olanı gayet iyi bilir ve ona hidayeti ihsan eder. Dalâlete lâyık olanı da gayet iyi bilir ve onu da saptı­rır. İşte bunlar küfürde ısrar eden inatçılardır. Allah adildir, zulmetmez, herke­se lâyık olduğunu verir.

Ayetin manası şudur: Rabbin yeryüzünde şirk, zulüm ve tuğyan ile fesat çıkaranları çok iyi bilir. İmana olan istidatlarını kaybettikleri için, onların ıs­lah olmalarında ümit yoktur. Allah onlara dünya ve ahirette azap verecektir.

O müşrikler seni yalanlar ve bunda da ısrar ederlerse onlardan ve onların yaptıklarından uzak dur ve onlara de ki: "Benim yaptığım bana" Bu da ilâhî mesajın tebliği, azapla uyarma, cennetle müjdeleme, itaat ve imandır. Allah bunlara karşılık bana ecir verecektir.

"Sizin ameliniz size." Yani zulüm, şirk, fesat çıkarma gibi amellerinize karşılık Allah sizi cezalandıracaktır. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmakta­dır: "Siz sadece yaptıklarınızla cezalandırılıyorsunuz." (Yunus, 10/52).

"Siz benim yaptıklarımdan uzaksınız. Ben de sizin yaptıklarınızdan uza­ğım". Bununla bu davranış tarzından men etme, bunu reddetme ve ayrıca ferdî mes'uliyet esasının ilân edilmesi -yani herkesin sorumluluğunun sadece kendi­sine ait olması, başkasının günahından sorumlu olmaması- esası murad edil­mektedir. Ayetin manası şudur: Beni benim yaptıklarımla muaheze etmeyin. Ben de sizi sizin amellerinizle muaheze etmiyorum. Artık hiçbir özür kabul et­mem. Ben sizin yaptıklarınızdan uzağım.

Bu konuda Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "De ki: Onu ben uydurduy-sam onun cezası yalnız banadır. Gerçekte ben sizin işlediğiniz suçlardan uza­ğım." (Hud, 11/35).

"De ki: Ne siz bizim işlediğimiz suçlardan sorumlu olacaksınız. Ne de biz sizin yaptıklarınızdan sorumlu olacağız." (Sebe, 34/25).

"Eğer sana isyan ederlerse de ki: Ben sizin yaptıklarınızdan uzağım." (Şu-ara, 26/216).

Ya Muhammed! Seni yalanlayan müşriklerin tavırlarına gelince, bunlara hayret etme. Onlardan bir kısmı Kur'an okuduğun ve şer'î hükümleri öğretti­ğin zaman seni dinlerler ama dikkatle dinlemez, kendilerini vermezler. Sadece düşünmeden ve anlamadan kulak verirler. Kur'an'ın nazmı ve nağmesini dinle­meye özen gösterirler. Onlar eğlence ve oyun peşindedir, ciddi değildirler.

"Onlara Rablerinden yeni bir ayet gelince hemen onu eğlenceye alarak din­lerler. Onların kalpleri gaflet içindedir." (Enbiya, 21/2-3).

"Hiç sen sağırlara işittirebilir misin1? Hele bir de akıllarını hiç kullanmaz­larsa!" Yani kulaklarını seni dinlemeyip kapayan topluluğa ondan faydalana­cakları şekilde işittiremezsin. Buna ilâve olarak onlar işittikleri şeyi düşünmü­yor, manasını anlayıp da istifade etmiyorlar. Çünkü dinleyen için faydalı dinle­me, duyduğunu anlaması ve gereğini yerine getirmesidir. Aksi takdirde gerçek­ten sağır kimse gibi olur. Bugün maalesef bazı müslümanların hali budur. Bu ayette Allah'tan başka hiç kimsenin onlara hakkı duyuramayacağına ve hida­yet veremeyeceğine delâlet vardır.

Onlardan bir kısmı da sen Kur'an okurken takdir bakışıyla sana bakar, fa­kat iman ve Kur'an nurunu dinin doğru yolunu, güzel ahlâkı göremez. "Hiç sen körlere doğru yolu gösterebilir misin? Hele bir de basiretsiz olurlarsa!" Yani on­lara doğru yolu gösteremezsin. Çünkü onlar görünüşte gözleriyle görseler de gerçekte kalpleriyle görmezler (kalp gözleri kapalıdır). Onlar idrak edici, basi­ret ve düşünen akıl nimetini kaybettikleri için onlara doğru yolu gösteremez­sin. "Cîerçek şudur ki gözler kör olmaz, asıl kör olan göğüslerdeki kalplerdir." (Hac, 22/46).

Kısaca: Ya Muhammedi. Onlar anlayış ve hidayet istidadını kaybettiği için sen onlara doğru yolu gösteremezsin. Onlar gerçekten hem görme hem de işit­me duyusunu kaybeden kimse gibidirler. Çünkü gözün ve kulağın faydası ya­rarlı olmaktır, Yararlı olmayınca sanki onlar duyularını kaybetmiş gibi olurlar: "Şüphesiz ki bunda hassas bir kalbi olan veya hadiseleri can kulağıyla dinleyip ona şahit olan kimse için bir ibret vardır." (Kaf, 50/37).

Bundan murad Peygamberimiz (s.a.)'i teselli etmektir.

"Allah, insanlara asla zulmetmez." Yani insanların eşyayı idrak etmeleri, hakka ve doğruya ulaşmalarına vesile olan akıllarını ve duyu organlarını çekip alarak insanlara zulmetmez. Fakat başkaları değil, bizzat insanlar kendi ken­dilerine zulmederler. Çünkü insanlar akıl nimetini kullanmayarak ve dinin doğru yolunu görmezlikten gelerek kendi nefislerini küfür, yalanlama ve isyan cezasına çarptırmaktadırlar. Bu hakkı yalanlayanlara bir tehdittir. Çünkü kı­yamet günü onların azaba uğramaları adaletin ve hakkın gereğidir, bunda haksızlık yoktur. [21]



Dünya Süratle Yok Olacaktır


45- Allah o gün hepsini bir araya toplayacak, onlar da (dünyada) sanki gündüzün bir an kaldıklarını sanacaklar. O gün aralarında tanışacaklar. Allah'ın huzuruna çıkacaklarını yalanlayıp doğru yolu bulamayanlar en büyük hüsrana uğrayacaklardır.



Açıklaması


Allah Tealâ kıyametin kopacağını ve kıyamet günü insanların kabirlerin­den kalkıp mahşer yerine toplanacaklarını hatırlatarak şöyle buyuruyor: "Al­lah o gün hepsini bir araya toplayacak..." (Yunus, 10/45).

Yani, Ey Rasulüm! Onlara hatırlat ve Allah'ın insanları öldükten sonra di­riltip hesap ve karşılık verme meydanına toplayacağı gerçeği ile onları uyar. O gün onlar dünyada sadece bir saat -buradaki saat, sürenin azlığını ifade etmek için verilen bir misaldir- kısa bir müddet kaldıklarını, sonra bu hayatın bittiği­ni sanacaklar. Dirildikleri zaman birbirleriyle tanışırlar, sonra dehşetli olaylar sebebiyle tanışma kesilir. İnsanların bu korkunç tabloda dünya hayatını kısa bir müddet şeklinde takdir etmeleri Kur'an-ı Kerim'de birçok ayette tekrarlan­maktadır: "Onlar kendilerine vaad edilen günü (o günün dehşetini) gördükleri zaman, dünyada sanki gündüzün bir an kalmışlar gibi sanacaklardır." (Ahkaf, 46/35). "Onlar kıyameti gördükleri gün dünyada ancak bir akşam veya bir kuş­luk vakti kadar kaldıklarını sanacaklardır." (Naziat, 79/46). "Kıyamet koptuğu gün günahkârlar dünyada kısa bir zamandan fazla kalmadıklarına yemin ederler." (Rum, 30/55). "Allah yeryüzünde kaç yıl kaldınız" der. Onlar da "Bir gün veya bir günden daha az bir zaman kaldık. Hesaplayanlara sor" derler. Al­lah şöyle der: Sadece az bir zaman kaldınız. Keşke bilseydiniz." (Müminun, 23/112, 114).

Bundan sonra Allah Tealâ onların hüsranda olduklarını ilan ederek şöyle buyurdu: Öldükten sonra dirilmeyi yalanlayan o kâfirler büyük bir kayba uğra­yarak cennet sevabını kaybettiler. Zira onlar imanı küfürle değiştirmişler ve salih ameller işleyerek elde edecekleri kazanç ve menfaat yollarını bulamamış­lardır. Ne kadar da kayıp içindedirler! Bu Allah tarafından şiddetli bir taaccüp ifadesidir. [22]



Müşriklerin Hem Dünyada Hem De Ahirette Azaba Uğramaları


46- Onlara vaad ettiğimiz azabın bir kıs­mını (sen hayatta iken) sana göstersek de (bunu görmeden) senin ruhunu alsak da onların dönüşü nihayet bizedir. Son­ra Allah onların yaptıklarına da şahittir.

47- Her ümmetin bir peygamberi vardır. Peygamberleri geldiğinde onların ara­larında adaletle hükmedilir ve onlara asla haksızlık yapılmaz.

48- "Eğer doğru söylüyorsanız bu vaad edilen (gün) ne zaman?" derler.

49- De ki: "Allah'ın dilediğinden başka ne bir zarar, ne de bir fayda verme gü­cüne sahip değilim. Her ümmetin bir eceli vardır. Ecelleri gelince ne bir an geciktirebilirler, ne de öne alabilirler."

50- De ki: "Söyleyin bana, Allah'ın azabı size gece veya gündüz gelirse ne yapar­sınız?" Suçlular niye acele ediyorlar?

51- Azap başınıza geldikten sonra mı ona iman edeceksiniz? Onlara "Şimdi mi, inanıyorsunuz? Halbuki siz onu (azabı) daha çabuk istiyordunuz!" denir.

52- Sonra da "Zulmedenler ebedî azabı tadın! Sizler sadece yaptıklarınız sebe­biyle cezalandırılıyorsunuz" denir.

53- "Bu anlattığın şey gerçek mi?" diye sana sorarlar. De ki: "Evet! Rabbime ye­min ederim ki, o haktır. Siz bunu önle­yemezsiniz."

54- Zulmeden herkes, yeryüzünde bulunan her şey kendinin olsa hepsini azaptan kurtulmak için feda ederdi. Azabı görünce pişmanlıklarını gizlemeye çalı­şırlar. Aralarında adaletle hüküm veri­lir, onlara asla haksızlık yapılmaz.

55- İyi bilin ki, göklerde ve yerde bulu­nan her şey Allah'ındır. Yine iyi bilin ki Allah'ın vaadi gerçektir. Fakat onların çoğu bunu bilmezler.

56- O hem diriltir, hem öldürür. Ancak O'na döndürüleceksiniz.



Açıklaması


Müşrikler Peygamberimiz (s.a.)'in azapla korkutmasını yalanlıyorlar, onu yalanlamak ve onunla alay etmek için de o azabın acil olarak gelmesini istiyor­lardı. Rasulullah (s.a.)'m davetinin son bulması için onun ölmesini temenni ediyorlardı.

Allah (c.c.) Rasulüne hitap ederek onlara şöyle cevap verdi: Onlardan sen hayatta iken intikam alırsak Bedir, Huneyn vs.de olduğu gibi gözün aydın olur. Eğer böyle bir azaptan önce senin ruhunu alırsak durum ne olursa olsun onların dönüşü bize olacaktır. O halde onların azabını sana ahirette gösteririz. Allah onların senden sonraki davranışlarını da gayet iyi bilmektedir. Onlara bilerek ve doğru şahitlik ederek gereken cezayı verecektir:

"Onlara vaad ettiğimiz azabın bir kısmını sana göstersek de veya sana gös­termeden senin ruhunu alsak da, sana düşen ancak tebliğ etmektir. Hesaba çek­mek yalnız bize aittir." (Ra'd, 13/40).

Bu da Allah Tealâ'nın Peygamberine dünyada kâfirlerin zelil ve rezil rüs-vay olmalarının çeşitli örneklerini göstereceğine, vefatından sonra da fazlasıyla göstereceğine delâlet etmektedir.

Sadece Peygamberimiz (s.a.) ile kavminin durumu değil, bütün peygam­berlerin kavimleriyle olan durumu böyle olacaktır.

Çünkü Cenab-ı Hak geçmiş ümmetlerden her birine, onları Allah'a ve ahi-ret gününe iman etmeye, ahirette can yeleği olacak salih amel işlemeye davet eden bir peygamber göndermişti. Çünkü Yüce Allah, geçmiş her topluma pey­gamber gönderildiğini beyan etmektedir: "Hiçbir ümmet yoktur ki içinde bir uyarıcı (Peygamber) bulunmuş olmasın." (Fatır, 35/24).

Peygamberleri apaçık mucizelerle onlara geldiğinde onu yalanladılar. Al­lah da peygamberle onlar arasında adaletle hüküm verdi: Onlar azaba uğraya­cak, Allah Peygamberini ve onu tasdik edenleri kurtaracaktır. Onlar Allah'ın hükmünde onlara inecek azap konusunda zerre kadar haksızlığa uğramaya­caklardır. İşlemedikleri bir günah sebebiyle cezalandırılmayacaklardır.

Rasulullah (s.a.) her ne zaman müşrikleri, şirk koşmalarına ceza olarak bir azabın inmesiyle tehdit etse ve azap gelmese Kureyş kâfirleri Peygamberi­miz (s.a.) ve müminleri yalanlamak ve onlarla alay etmek için "Siz bu tehdidi­niz ve sözünüzde samimi iseniz, bu azap ne zaman gelecek?" diyorlardı.

Cenab-ı Hak onlara bu şüpheyi tamamen ortadan kaldıracak bir ifadeyle cevap verdi:

Ey Rasulüm! Acele olarak azabın gelmesini isteyenlere de ki: Ben bir beşe­rim. Allah dilemedikçe bir zararı engelleme veya bir fayda temin etme gücüne sahip değilim.

Bundan maksat, düşmanlara azabın indirilmesine ve müminlerin zafere ermesine Allah'tan başka hiçbir kimsenin muktedir olmadığını beyan etmektir. Allah Tealâ bu azap için belirli bir vakit tayin etmiştir. Bu, Allah'ın şanmdan-dır. Rasulullah'a gelince, onun görevi Allah tarafından geleni tebliğ etmekle sı­nırlıdır.

Buradaki istisna Ehl-i sünnete göre "istisna-i munkatı" dır. Yani bu konu­da Allah'ın dilediği olacaktır.

Bütün ümmetlerden herbir ümmet için zamandan veya ömürden takdir edilen bir müddet vardır. Ecelleri gelince de ne peygamberleri ne de bir başkası o müddeti öne alamaz, kendisi için takdir edilen zamandan bir an bile gecikti­remez.

Bundan sonra Allah Tealâ bir başka cevap verdi: "De ki: Söyleyin bana..." Ey Rasulüm! Onlara şöyle söyle: Size Allah'ın azabı gece yatarken veya gündüz çalışırken gelirse bana durumunuzu ve yapabileceğiniz şeyi söyleyin bakalım.

Hangi azabı derhal istiyorsunuz? "Dünya azabını mı, yoksa ahiret azabını mı? Her iki azap da şiddetli bir şekilde meydana gelecektir. Acele olarak istedi­ğiniz her azap bilgisizliğinizden ve ahmaklığınızdandır. Sonra bunda sizin için ne fayda vardır? Eğer "Biz o zaman iman ederiz" derseniz, zorluk ve ümitsizlik zamanındaki iman geçersizdir. Yakın azap dünya azabıdır. Onu kıyamet günü ondan daha şiddetli bir azap izleyecektir.

"Azap başınıza geldikten sonra mı iman edeceksiniz?" ayetinin manası bu­dur. Yani iman etmek için bu azabın gelişini mi bekliyorsunuz? Gerçekten bu azap meydana gelince, imanın fayda vermeyeceği bir zamanda mı iman edecek­siniz? Sizi o zaman azarlamak için, mecbur kalarak ve zorla Allah'a ve Rasulü-ne şimdi mi iman ediyorsunuz. Halbuki siz bundan önce alaylı, tahkir edercesi­ne, yalanlayarak ve kibirlenerek, acil olarak azabın gelmesini istiyordunuz.

Bundan sonra küfür ve isyanla Rasulullah'ı ve tehdit ettiği azabı yalanla­mak suretiyle kendi nefislerine zulmedenlere şöyle denir: Allah'ın sizin için da­imî ve ebedî olan azabını tadın bakalım. Sizler sadece kendi isteğinizle işlediği­niz küfür ve masiyet sebebiyle cezanızı çekeceksiniz. İşlediğiniz şeyler sebebiy­le şeklindeki bu cümlenin azap ve cezanın söz konusu edildiği her yerde zikre­dilmesi ilâhî terazinin rahmet kefesinin umumiyetle daha ağır, azap kefesinin ise daha hafif olduğuna delildir.

Bu ayetin zahirî manasına göre ceza amelin cinsinden verilir ve ameli va­cip kılar. Çünkü bu ceza Ehl-i Sünnet'e göre sırf vaad hükmünde olup vaciptir. Mutezileye göre de vaciptir. Çünkü salih amel işlemek sevabın verilmesini Al­lah'a vacip kılar.

Yine bu ayet Cebriyye'nin görüşüne muhalif olarak kulun hem hayır, hem de şerri irade edip işleyebileceğine delâlet etmektedir.

"Bu vaad ne zaman1?" suallerine karşılık Cenab-ı Hakkın cevap vermesine rağmen kâfirler- Allah'ın bildirdiğine göre- tekrar Rasulullah (s.a.)'a dönüp ay­nı soruyu bir defa daha sordular: "Bu anlattığın şey gerçek mi?"

Ey Rasulüm! Onlar dünyada işlediğimiz günahlara karşılık dünya ve ahi-ret azabının meydana geleceği gerçek bir söz mü, yoksa sadece bir korkutma ve tehdit mi diye senden bilgi isterler.

Bu sorunun tekrar edilmesi müşriklerin yalanladıkları şeyler hususunda tam bir kanaat sahibi olmadıklarını, onları azaptan korkma ve endişe duyma şeklindeki şiddetli bir duygunun kapladığını göstermektedir.

Ey Rasulüm! Onlara de ki: Rabbime yemin ederim ki, evet! O değişmeyen, hiçbir şeyin engelleyemeyeceği mutlaka meydana gelecek haktır. Siz bunu aciz kılamazsınız, yani azabı önleyemezsiniz. Sizin toprak oluşunuz Allah'ın sizi yoktan var ettiği gibi yeniden yaratmasına da engel değildir.

"Bir şeyin olmasını dilediği zaman O'nun emri sadece "Ol" demektir. O da hemen oluverir." (Yasin, 36/82).

Bu ayetin benzeri Kur'an-ı Kerim'de sadece iki ayet vardır. Allah Tealâ bu ayetlerde ahireti inkâr edenlere karşı kendisine yemin etmesini emrediyor. Bu iki ayetin biri Sebe' suresindedir:

"Kâfirler "Kıyamet bize gelmeyecektir" dediler. Sen onlara şöyle de: Hayır, Rabbime yemin ederim ki, kıyamet size mutlaka gelecektir." (Sebe, 34/3).

Diğer ayet Tegabün suresindedir: "Kâfirler öldükten sonra hiç dirilmeye-ceklerini iddia ederler. De ki: Hayır, Rabbime yemin ederim ki, öldükten sonra mutlaka diriltileceksiniz. Sonra da yaptıklarınız size bildirilecektir. Bu, Allah'a çok kolaydır." (Tegabün, 64/7).

Bundan sonra Cenab-ı Hak kıyametin bazı zorluklarını ve korkunç du­rumlarını anlattı. Kıyamet koptuğu zaman kâfir yeryüzü dolusu altını olsa azaptan kurtulmak için feda ederdi.

Pişmanlığı gizlediler. Onlar şiddetli azabı görünce şaşkın ve suskun bir halde kaldılar. Halbuki açıktan pişman olduklarını ifade ediyorlar ve Cenab-ı Hakkın naklettiği gibi "Allah'a karşı işlediğim kusurlardan dolayı vah bana!" diyorlardı.

Bundan sonra Cenab-ı Hak o gün hiçbir haksızlığın olmayacağını açıkladı: "Aralarında adaletle hüküm verilir."

Yani Allah zalimlerle mazlumlar arasında adaletle hükmeder. Çünkü kâ­firler mutlaka azaba mahkûm olsalar da, Allah Tealâ dünyada birbirlerine zul­mettikleri şeyi ortadan kaldırmak için mutlaka aralarında adaletle hükmede­cektir. Allah'ın hükmüne göre bazılarının azabı hafifletilir, diğerlerinin azabı ise ağırlaştırılır.

Bunun ardından zalimin feda edecek hiçbir şeyinin olmadığını, bütün mül­kün sahibinin ve ona ceza verecek olanın Allah olduğunu, çünkü Allah'ın göklerin ve yerin gerçek maliki olduğunu, her şeyin O'nun mülkiyeti ve hakimiyeti altında olduğunu, O'nun vaadinin gerçek olup mutlaka meydana geleceğini, fa­kat öldükten sonra dirilmeyi ve hesabın görülmesini inkâr eden kâfirlerin ço­ğunun ahiretten gafil olmaları ve kudretli, hikmetli tek İlâh'a iman etmemeleri sebebiyle ahireti bilmediklerini anlattı. Allah onlara gerçeği ve kendisinden başka her şeyin kendisinin mülkü olduğunu açıkladı.

Allah'ın öldükten sonra diriltmeye, mükâfat ve azap vererek amellere kar­şılık vermeye kadir olduğunun delili, Allah'ın hem dirilten, hem öldüren olması ve öldükten sonra Allah'ın dirilttiği bütün mahlûkatın Ona dönecek olması, Allah'ın da amellere karşılık vermek, hesabını görmek için onları mahşer ye­rinde toplamasıdır. [23]



Kur'an-ı Kerimin Ana Hedefleri


57- Ey insanlar! Size Rabbinizden bir öğüt gelmiştir. O kalplerdeki hastahk-müminler için bir hidayet rehberi ve rahmettir.

58- De ki: "Allah'ın lütfü ve rahmeti sebebiyle işte bunlarla sevinsinler. Bu biraraya biriktirdiklerinden (dünya ma lından) daha hayırlıdır."



Açıklaması


Ey insanlar! Size ahlâkı ve amelleri ıslah edecek, kötülüklerden men ede­cek, gönüllerin şüphelerden ve kötü inançlardan kurtulup şifa bulmasını temin edecek hakka, yakinen iman etmeye, dünya ve ahiretin saadetine ulaştıracak doğru yola götüren, müminlere özellikle rahmet olan güzel vasiyetleri ve öğüt­leri içinde toplayan bir kitap gelmiştir.

İşte şunlar Kur'an-ı Kerim'in vasıflarıdır:

1- Kur'an, Allah tarafından gelen teşvik ile korkutmayı bir arada sunan, güzeli yapmaya, çirkini terk etmeye vesile olan güzel bir öğüttür.

"Bu (Kur'an) insanlara bir açıklama ve Allah'tan korkanlar için bir hida­yet rehberi ve öğüttür." (Âl-i İmran, 3/138).

2- Kalplerde bulunan şek ve şüpheler, iki yüzlülük, küfür ve kötü inanç, kötü ahlâk gibi hastalıklara karşı şifadır.

"Biz Kur'anı iman edenler için bir şifa ve rahmet kaynağı olarak indiriyo­ruz. Kur'an zalimlerin ise ancak zararını artırır." (İsra, 17/82).

3- Kur'an Hakka, yakinen iman etmeye yönelten, dünya ve ahiret saadet­lerini gerçekleştiren doğru yola iletir.

"De ki: O (Kur'an) iman edenlere bir hidayet rehberi ve şifadır." (Fussilet, 41/44).

4- Kur'an özellikle müminlere rahmettir. Onları dalâletin karanlığından iman nuruna kavuşturur, cehenneme karşı perde olur, onları cennet dereceleri­ne yükseltir.

Bu rahmetin müminlere hususi bir rahmet oluşu onların imanlarından is­tifade etmeleri sebebiyledir.

Ey Rasulüm, müminlere söyle! Allah tarafından gelen hidayet ve hak din ile Allah'ın ihsan ettiği bu lütuf ve rahmeti sebebiyle sevinsinler. Çünkü bu, se­vinmelerini geriktiren en lâyık nimetlerdir.

"Bununla sevinsinler" ifadesi (hasr) manasına gelir. Yani insan ancak bu­nunla sevinebilir, demektir.

İbni Merdüveyh ve Ebu'ş-Şeyh İbni Hayyan el-Ensarî'nin Enes (r.a.)'ten merfu olarak rivayet ettikleri hadis-i şerifte şöyle buyuruluyor: "Allah'ın lütfü Kurandır. Allah'ın rahmeti ise sizi Kuranın ehli kılmasıdır."

Hasen el-Basrî, Dahhak, Katade ve Mücahid şöyle demektedirler: "Al­lah'ın lütfü imandır, rahmeti ise Kur'an'dır."

Allah'ın müminlere lütfetmesi ve rahmet etmesiyle sevinmek, şüphesiz on­ların topladıkları dünya malı ve diğer geçici zevklerden daha faydalı ve daha yararlıdır. Çünkü bu dünya ve ahiret saadetine vesile olur. Halbuki dünya malı çoğunlukla dünya saadetinin sebebi olabilir. [24]



Bazı Hayvanları Kendilerine Helâl, Bazılarını Haram Kılmaları Sebebiyle Müşriklerin Kınanması


59-De ki: "Söyleyin bana! Allah'ın size verdiği rızkın, niçin bir kısmını helâl, bir kısmını haram saydınız?' De ki: "(Bu hususta) Allah mı size izin verdi> yoksa Allah'a iftira mı ediyorsunuz?"

60-Allah'a iftira edenlerin kıyamet günü hakkındaki kanaatleri nedir? Şüphesiz ki Allah, insanlara karşı lütuf sa- hibidir. Fakat insanların çoğu şükret- mezler. [25]



Açıklaması


Cenab-ı Hak müşriklerin Bahire, Sâibe ve Vasile[26] gibi hayvanları helâl veya haram diye tayin etmelerini uygun görmemiştir. Nitekim pek çok ayetler­de bu gerçeğe işaret edilmiştir:

"Allah'ın yarattığı ekinlerden ve hayvanlardan O'na pay ayırdılar. Ve ken­di iddialarına göre, "bu, Allah'ındır, şu da ortak koştuklarımız (putlar)ındır, dediler." (Enam, 6/136).

"Müşrikler (batıl görüşlerine göre), "şu hayvanlarla ekinler yasaktır. Onları sadece bizim istediklerimiz yiyecektir, dediler." (En'am, 6/138).

"Müşrikler, bu hayvanların karınlarındaki yavrular erkeklerimize ait olup kadınlarımıza haramdır, dediler." (En'am, 6/139).

"Sekiz çifti yaratan da O'dur. İkisi koyun ikisi keçidir. De ki: Allah o çiftler­den iki erkeği mi, yoksa iki dişiyi mi haram kılmıştır, yahut o her iki dişinin karnındakileri mi haram kılmıştır." (En'am, 6/143).

Cenab-ı Hak onların tayin ettiği helâl ve haramı şu ayette reddetmiştir: "Allah Bahire, Sâibe, Vasile ve Ham diye bir şey belirtmemiştir." (Maide, 5/103).

Bu ayetin manası şudur: Ey Peygamber! O müşriklere yani Mekke kâfirle­rine şöyle de: Bana bildirin. Allah'ın size istifade etmeniz için indirdiği helâl rı-zıkları parça parça ayırdınız. Kendi kanaatinize göre "Bu helâldir, bu haram­dır" dediniz. Söyleyin bakalım. Helâl ve haramı tayin etmek hususunda Allah mı size izin verdi? Siz Allah'ın izniyle mi böyle yapıyorsunuz? Yoksa bunu Al­lah'a nispet ederek O'na yalan mı söylüyorsunuz?

Bu ayet bu çeşit ayırd etmeye karşı bir azarlama ve fetva konusundaki la­ubaliliğe karşı gayet beliğ bir yasaklamadır. Alimin sorulan hükümlerde ihti­yatlı olmasının vacip olduğuna, yakinen ve tam manasıyla bilmeden hiçbir şey hakkında "caizdir" veya "caiz değildir" dememesine dair bir uyarıdır. Kim iyi bilmiyorsa Allah'tan korksun ve sussun, aksi takdirde Allah'a iftira etmiş olur. [27]

Fakat insanların çoğu bu nimete, bu ilâhî lütfa şükretmezler: Nitekim Ce­nab-ı Hak şöyle buyurur: "Kullarımdan hakkıyla şükreden pek azdır." (Sebe1, 34/13).

Onlar kendilerine gösterilen hidayet yoluna tabi olmazlar. Allah'ın kendi­lerine verdiği bu nimetten mahrum olurlar, kendi kendilerine darlık yaparlar. Bazı nimetleri helâl, bazılarını haram kıldılar.

Müşrikler kendileri için din olarak koydukları batıl esaslarda, Ehl-i kitap ise dinlerinde sonradan icat ettikleri bid'atlerde bu duruma düştüler.

Bazı müslümanlar da zühd yolunda aşırı giderek, helâl ve güzel rızıklan terk ettiler yahut İslâm'ın mal harcama hususunda orta yolu tutma şeklindeki metoduna muhalif olarak yeme, içme ve elbisede aşırı gittiler, israf ettiler. Böy­lece aynı hataya düştüler.

Halbuki Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Sakın eli boynuna kelepçelenmiş gibi cimri olma. İsrafa dalarak da elini tamamen açma. Sonra kınanır açıkta kalırsın." (İsra, 17/29).

"Varlıklı kimse nafakasını varlığı ölçüsünde versin. Rızkı dar olan da Al­lah'ın kendisine verdiği kadar versin. Allah kişiyi ancak verdiği şeyle mükellef tutar."(Talak, 65/7).

Sünnet-i seniyye de bu metodu ve tavsiyeleri teyid etmektedir: Buharî ve Taberanî Züheyr b. Ebî Alkame'den şu hadis-i şerifi naklederler. "Allah sana mal vermişse üzerinde görünsün. Şüphesiz Allah kuluna verdiği ni­metinin güzel bir şekilde görünmesini sever. Allah perişanlığı ve perişan görün­meyi sevmez."

îmam Ahmed Ebu'l-Ahvas'tan, o da babasından naklediyor: Perişan, dağı­nık bir vaziyette Rasulullah (s.a.)'a geldim. Efendimiz (s.a.): "Malın var mı?" di­ye sordu. Ben de "Evet, var" dedim. Efendimiz (s.a.) "Hangi çeşit mallar?" diye sordu. Ben de "Deve, köle, at, koyun, her çeşit mal var" dedim. Efendimiz (s.a.) "Allah sana bir mal vermişse Allah'ın senin üzerindeki o nimeti ve ikramı gö­rülsün. " buyurdu. [28]



Allah'ın İlmi Bütün Kullarını, Kullarının Yaptıkları İşleri Ve Bütün Kâinatı Kuşatmaktadır.


61- (Ya Muhammedi) Her ne durumda olursan ol, Kur'an'dan ne okursan oku,

sen ve ümmetin her ne amel yaparsanız yapın, onu yapmaya giriştiğinizde biz ona mutlaka şahit oluruz. Yerde ve gökte zerre kadar bir şey bile Rabbinden gizli değildir. Ne bundan daha küçük, ne de daha büyük hiçbir şey yoktur apaçık bir kitapta kayıtlı olmasın.



Açıklaması


Allah Tealâ Peygamberine O'nun, ümmetinin ve bütün mahlûkatm her an içinde bulundukları durumlarını bildiriyor.

Ey Rasulüm! Hususi veya umumi hangi durumda bulunursan bulun, bu şerefli durumun sebebiyle, İslâm davetini insanlar arasında yaymak için sana inen Kur'an1 dan ne okursan oku, biz size mutlaka şahit oluruz, durumlarınız­dan haberdar oluruz.

Ayet-i kerimede Peygamberimiz (s.a.)'e ait durumların "şe'n(şerefli du­rum) " kelimesiyle ifade edilmesi Peygamberimiz (s.a.)'in her işinin hatta nor­mal insanî davranışlarının bile değerli olduğuna delildir. Çünkü O, müminler için en güzel önderdir.

Cenab-ı Hak "Her ne durumda olursan, ol," ve "Kur'an'dan ne okursan oku." ifadeleriyle özel olarak peygamberine sonra da başında bulunduğu üm­mete hitap etti.

"Minhü (ondan)" kelimesindeki zamir ya "şe'n" kelimesine racidir Bu du­rumda "şerefli işlerinden olan Kur'an'ı okuduğunda" manasına gelir, yahut Kur'an" kelimesine racidir. Bu durumda "Kur'an'dan Kuran olarak okuduğun­da" manasındadır. Açık olarak zikretmeden zamir kullanılması tazim ifade eder.

Veyahut "Allah" kelimesine racidir. Yani "Allah tarafından inen Kur'an'ı okuduğunda" demektir.

Ey Ümmet! Yaptığınız küçük-büyük, hayır-şer hangi amel olursa olsun biz size şahidiz, sizin durumunuzdan haberdarız, sizi kontrol ediyoruz; sizin için tespit yapıyoruz. Bununla sizin amelinizin karşılığını vereceğiz.

Zerre kadar, toz kadar yahut en küçük karınca kadar bile olsa hiçbir şey Allah'tan uzak olmaz, O'nun ilminden gizli kalmaz. Toz kadar denilecek küçük­lük ve hafifliğe misal verilmektedir. Hatta atomdan bile küçük olsa -yani ato­mun parçaları bile olsa- Allah'ın ilmi dahilindedir.

Bu ifade atomun parçalanması prensibi veya teorisine ve küçük parçaları­nın da bulunmasına işaret etmekte olabilir.

Bundan daha büyük de olsa, meselâ en büyük yaratık olan "Arş" gibi, yine durum aynıdır. Arş, bütün varlıkların miktarlarının yazılı olduğu değerli ki­tapta (yani Levh-i Mahfuz'da) belirlenmiş, tescil edilmiştir.

Ayrıca burada atomun parçaları ve mikroplar gibi çıplak gözle görüleme-yip ancak mikroskoplarla görülebilen, yüzlerce hatta binlerce defa büyütülmesi gereken kâinattaki en küçük varlıklara ilk defa Kur'an-ı Kerim'in işaret ettiği anlaşılmaktadır. Yine kâinatta yer ve göklerden ve içlerinde bulunan varlıklar­dan daha büyük, çok büyük varlıklar da bulunmaktadır. Çünkü bazı yıldızlar, güneş, dünya ve ay'dan çok daha büyüktür. Arş ise yaratılmış varlıkların en büyüğüdür.

Bu ayetin bir benzeri de şu ayet-i kerimedir: "Gaybın anahtarları Allah'ın katındadır. Onları ancak O bilir. Karada ve denizde olanları O bilir. Düşen hiç­bir yaprak yoktur ki, Allah onu bilmesin. Yeryüzünün karanlıklarında olan her tane, kuru-yaş her şey mutlaka her şeyi apaçık beyan eden bir kitapta kayıtlı­dır. " (En'am, 6/59) Yani Allah ağaçlarını ve cansız varlıkların hareketlerini, ot-layan hayvanları, yeryüzü tabakalarında ve gökyüzü boşluğunda var olan her şeyi bilir. [29]



Allah Dostlarının Vasıfları Ve Mükâfatları


62- İyi bilin ki Allah dostlarına korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir.

63- Onlar iman eden ve Allah'tan ger­çek manada korkanlardır.

64- Dünya hayatında da, ahirette de onlara müjde! Allah'ın sözlerinde asla değişme olmaz. İşte büyük kazanç budur.



İzzet Ve Mülk Allah Tealâ'nındır. Gece Gündüzün Yaratılmasının Faydaları.


65- Kâfirlerin sözleri seni üzmesin. Çün­kü bütün izzet Allah'ındır. O her şeyi çok iyi işiten ve çok iyi bilendir.

66- İyi bilin ki, göklerde ve yerde olan her şey Allah'ındır. Allah'tan başkasına tapanlar (gerçekten) ortak koştuklarına uymazlar. Onlar sadece zanna (kanaat­lerine) uyarlar. Onlar sadece yalan söy­lerler.

67- Dinlenmeniz için geceyi, aydınlık olarak gündüzü yaratan Allah'tır. Şüp­hesiz ki bu hususta dinleyen bir toplu­luk için ibretler vardır.



Açıklaması


Ey Rasulüm! Müşriklerin "Sen Peygamber değilsin!" şeklindeki sözleri, şirk koşmaları, mal ve kuvvet sahibi olduklarını beyan eden ifadeleri, yalanla­ma ve tehditleri seni üzmesin.

Sen onlara karşı Allah'ın yardımını iste ve sadece O'na dayan. Çünkü iz­zet, galibiyet, kuvvet ve ezici güç tamamen Allah'a aittir, yani hepsi O'nundur.

Bir başka ayette gelen "İzzet Allah'ın, Rasulünün ve müminlerindir." (Mü-nafikun, 63/8) ifadesinde izzetin Rasulüne ve müminlere ait olmasının manası ise şudur: İzzet tamamen Allah'a aittir ve neticede yine Allah'a döner. (Rasu-lullah'ın ve müminlerin izzeti ise Allah'ın lütfuyladır).

Allah kullarının sözlerini -hakkı yalanlama, şirk iddia etme gibi sözlerini de- çok iyi işitir, onların durumlarını ve yaptıkları eziyet ve hileleri gayet iyi bi­lir ve bunlara karşılık onları cezalandırır. Ey Muhammed! Sen onların sözleri­ne ve hilelerine önem verme.

Bu ayette Peygamberimiz (s.a.) kavminin kendisine yaptığı eziyetlere kar­şı teselli edilmekte ve ona kavmine karşı zafer müjdesi verilmektedir.

Cenab-ı Hak bundan sonra izzetin sadece kendisine ait olduğu hususunda­ki delilleri ortaya koyarak şöyle buyurdu:

Dikkat edin ey insanlar! Göklerin, yerin ve her ikisi arasında bulunan her şeyin mülkü Allah'a aittir. Bu ikisinde O'ndan başka hiç bir kimsenin mülkü yoktur. Peki, putlar başkasının mülkü oldukları halde nasıl tanrı olabilir? İba­det sadece mülkün gerçek sahibine yapılabilir. Ayrıca putlar ne düşünebilir, ne mülk edinebilir, ne faydası ne de zararı dokunabilir! Onların putlara tapınma hususunda hiçbir delilleri yoktur. Bu konuda sadece zanlarına ve vehimlerine uymaktadırlar.

O müşrikler gerçekte Allah'ın ortaklarına tapınmıyorlar. Çünkü Allah'ın asla ortağı olamaz. O sahte ortakların kulların işini düzene koymak ve onların başına gelen kötülükleri önlemek gibi bir şeye güçleri yetmez. Hatta onlar ken­dilerine herhangi bir fayda temin edemedikleri gibi kendi başlarına gelen bir zararı bile önleyemezler.

Müşrikler gerçekte sadece asılsız zanlara, büyük hatalara uymaktadırlar. Onlar bu batıl kanaatleriyle Allah'a nispet ettikleri şeylerde yalancıdırlar, saç­malamaktadırlar; yahut Allah'ın ortakları olduğu şeklinde asılsız tahminlerde bulunmaktadırlar.

Allah'ın göklerde ve yerde bulunan her şeyin mülkiyetinde tek başına müstakil olduğunu beyan ettikten sonra gelen bu üç cümle ardarda gelen tekit ifadeleridir. Bu cümleler meleklerin, putların, Mesih (a.s.)in ve başkalarının ilâh edinilmelerinin kaldırıldığını tekit etmektedir. Tıpkı dünya idarecileri ve zalim krallara ancak vasıta ile ulaşabildiği gibi, bu putların da Allah'ın huzu­runda vasıta, şefaatçi ve vesile olarak kabul edilmeleri yetkisinin kaldırıldığını tekit etmektedir.

Göklerde ve yerde olan her şey Allah'ın mülküdür. "Göklerde ve yerde bu­lunan hiçbir kimse yoktur ki, kıyamet günü Rahman olan Allah'ın huzuruna bir kul olarak çıkmasın." (Meryem, 19/93) Kulun efendisinin O'nun huzurunda hiçbir önemi yoktur.

Bundan sonra Cenab-ı Hak bütün izzetin Allah'a ait olduğuna, Allah'a or­tak koştukları putların yaratma, takdir etme, tasarruf ve bütün işleri düzene koyma hususunda Allah'ın yanında hiçbir rolleri bulunmadığına şu ayet-i keri­meyi delil getirmektedir.

"Dinlenmemiz için geceyi, aydınlık olarak gündüzü yaratan Allah'tır." Al­lah Tealâ günü iki kısma ayırdı: Gece ve gündüz. Geceyi gündüzün çalışma ve yorgunluğundan sonra istirahat etme, sükûnet ve huzur için; gündüzü de ge­çim vakti, çalışma, yolculuk ve diğer ihtiyaçların görülmesi için aydınlık kıldı:

"Uykunuzu bir dinleme vasıtası yaptık. Geceyi sizi saran bir örtü yaptık. Gündüzü de geçiminizi temin için çalışma zamanı yaptık." (Nebe, 78/9-11).

"Biz gece ile gündüzü varlığımızı gösteren iki delil kıldık. Bir delil olan ge­ceyi karanlık, bir delil olan gündüzü de aydınlık kıldık. Böylece Rabbinizin lüt-fundan rızık arayasınız. Yılların sayısını ve hesabını bilesiniz." (İsra, 17/12).

Bu ayette Allah Tealâ'nın kudretinin kâmil olduğuna ve nimetinin büyük­lüğüne işaret edilmektedir. Böylece geceyi gündüzün iş yorgunluğundan sonra dinlenmek için karanlık, gündüzü de rızık ve kazanç elde etmek için aydınlık kılması ile sadece kendisinin ibadete lâyık olduğuna ve O'nu tek olarak kabul etmelerine delil getirdi:

"Şüphesiz ki bu hususta dinleyen bir topluluk için ibretler vardır." Yani ge­ce ve gündüzün yaratılmasında, birbiri ardınca gelmelerinde ve müddetlerinin yıl boyunca farklı oluşunda hakkıyla ibadete lâyık olan ilâhın gece ve gündüzü yaratan Allah olduğuna, bu delilleri ve hüccetleri dinleyecek, bunlardan ibret alacak, dinlediklerini ince ince düşünecek, bunları yaratan, takdir eden ve yü­rüten Allah'ın azametine delil olarak getirecek bir toplum için çok ibretler var­dır. [30]



Allah Tealâ'nın Oğlu Olduğunu Söyleyerek Şirk Koşmak


68- Müşrikler "Allah çocuk edindi" dedi- ler. Haşa, Allah bundan münezzehtir. O hiçbir şeye muhtaç değildir. Göklerde ve yert*e ne varsa hepsi O'nundur. Bu iddialarınıza hiçbir deliliniz de yoktur. Siz, Allah'a karşı bilmediğiniz bir şeyi mi söylüyorsunuz?

69 'De ki: Allah yeryüzünde.er.in hepsi imT e,derdL ° ^sen hepsi iman etsinler diye insanları yine de zorlayacak mısın?

100- Allah’ın izni olmadıkça, hiçbir kimsenin iman etmesi mümkün değildir. Allah rezil-rüsvayhğı aklını kullanma­yanlara verir.



Yunus (a.s.) Kıssası:


Hz. Yunus (a.s.) Kur'an-ı Kerim'de ismen dört defa zikredilmiştir: Nisa 163, En'am 86, Yunus 98, Saffat 139. İki ayrı yerde de vasıflarıyla zikredilmiştir:

1- Zü'n-nun vasfıyla: Enbiya, 87.

2- Sahibu'l-hut vasfıyla: Kalem, 48.

Hz. Yunus (a.s.)'un tam ismi Yunus b. Metta'dır. Ehl-i Kitap Yunus b. Em-tay demektedirler.

Allah Tealâ onu Musul topraklarındaki "Ninova" kasabasına gönderdi. Ni-nova halkı onu yalanladılar. Hz. Yunus (a.s.) onları bir müddet sonra -bir riva­yete göre 40 gün sonra- gelecek bir azapla korkuttu ve kavmine kızarak oradan ayrıldı.

Hz. Yunus (a.s.) gidince kavmi azabın gelmesinden korktular. Vaad edilen vakit yaklaşınca gökyüzünü şiddetli koyu bir duman ve simsiyah bulutlar kap­ladı. Bulutlar aşağıya doğru inip bütün kasabayı kapladı. Ninova halkı son de­rece korkmuştu. Hz. Yunus'u aradılar ama bulamadılar. Hz. Yunus'un doğru söylediğine gerçekten inanmışlardı. Hepsi yas elbiseleri giydiler, hanımları, ço­cukları ve hayvanlarıyla birlikte meydanda toplandılar. Anne ile çocuklarını birbirlerinden ayırdılar. Birbirlerine şefkatle muamele ettiler. Sesler, gürültü­ler çoğaldı. İhlâslı bir şekilde tevbe ettiler. İman ettiklerini açıktan ilân ettiler. Allah Tealâ'ya yalvarıp yakardılar. Allah da onlara rahmetiyle muamele etti, azabını kaldırdı. Bu gün 10 Muharrem Cuma günü idi.[43]

Taberî diyor ki: Ümmetler arasından Hz. Yunus kavmi azabı gördükten sonra tevbe etmesi ve tevbelerinin kabul edilmesi sebebiyle özellikle zikredil­miştir. Müfessirlerden bir grup alim bu görüşü zikretmişlerdir.

Zeccac ise şöyle diyor: Onlara azap gelmedi. Onlar sadece azabın geleceği­ni gösteren ön alâmetleri gördüler. Eğer bizzat azabı görselerdi iman etmeleri­nin kendilerine faydası olmazdı.

Hz. Yunus (a.s.)'a gelince o, kendilerine gönderildiği kavminin bu daveti kabul etmekte ve davet ettiği imana girmekte ağır davranmaları sebebiyle kav­mine kızarak ayrıldı. Cenab-ı Hak'tan izin almadan ticaret eşyası yüklü bir gemiye binerek gitti.

Bundan sonra Cenab-ı Hak onu balığın yutmasıyla ve deniz sahiline atıl­makla imtihan etti.

"Balık sahibi olan Yunus'u da hatırla. O, bir zaman kavmine öfkelenmiş olarak gitmişti. Bizim kendisini hiçbir zaman sıkıştırmayacağımızı sanmıştı. Sonunda karanlıklar içinde kalıp şöyle niyaz etti: "Senden başka hiçbir ilâh yoktur. Seni tenzih ve teşbih ederim. Gerçekten ben haksızlık edenlerden oldum. Biz de duasını kabul edip onu sıkıntılardan kurtardık. İşte biz müminleri böyle kurtarırız." (Enbiya, 21/87-88).

Allah O'nu balığın karnında üç gün veya yedi gün yahut daha çok veyahut daha az bir müddetle kaldıktan sonra hasta bir halde deniz kıyısına attı. Balı­ğın onu çiğneyip hazmetmesinden korudu. Ondan sonra da onu yüz bin kişilik veya daha fazla bir cemaate gönderdi. Allah onların imanını kabul etti.

Enbiya suresi 87. ayetteki "Bizim kendisine kadir olamayacağımızı sandı" şeklinde zahiri mana verileceği yerine ayetin hatadan masum olan peygamber­lere münasip manası "Bizim kendisini hiçbir zaman sıkıştırmayacağımızı san­mıştı" şeklinde olmalıdır. Yani Yunus (a.s.) kendilerine gönderildiği kavme git­mesi için onu mecbur tutmayacağımızı ve Allah Tealâ'nın onlara gönderdiği mesajı tebliğ etmeye zorlamayacağımızı zannetti.

Burada anlatılmak istenen şudur: Hz. Yunus (a.s.) Allah'ın kavmine git­mesi şeklindeki emrini vacip bir emir olarak değil muhalefet etmekte günah ol­mayan bir irşat emri olarak tevil etti. Tıpkı fıkıh alimlerinin "Ey iman edenler! Belirli bir vadeye kadar birbirinize borçlandığınız zaman onu yazın." (Bakara, 2/282) ayetinde emrolunan borcun yazılması emrini mendup bir irşat emri ola­rak telakki ettikleri gibi. Hz. Yunus (a.s.) da kendisine verilen emri bu şekilde anladı.[44]



Açıklaması


Keşke kendilerine peygamber gönderilen kasabalardan bir kasaba halkı dine davet edilip hüccet ortaya konulur konulmaz, azap inmeden ve iman et­meleri imkânsızlaşmadan önce iman etseydi de, imanları kendilerine fayda verseydi!

Irak'ın kuzeyinde Musul vilayetinde Ninova kasabası halkına gönderilen Hz. Yunus (a.s.) kavmi müstesna. Bu kavim önce inkâr etti. Sonra azabın ilk işaretlerini görünce Allah Tealâ'ya niyazda bulundular. İhlâsla tevbe ettiler, açıkça iman ettiler. Allah da bunlara rahmetiyle muamele etti. Hz. Yunus'un onlara vaad ettiği azabı onlardan kaldırdı, imanlarını kabul etti, normal ecelle­ri bitinceye kadar onlara yaşama hakkı verdi.

Yani Hz. Yunus kavmi olan Ninova kasabası halkından başka eski kavim­lerden peygamberlerine hep birlikte iman eden bir kasaba olmamıştır. Hz. Yunus (a.s.) kavmi de azabın ilk alâmetlerini görünce peygamberlerinin uyardığı ve korkuttuğu azabın gerçekten geleceğinden korkarak iman ettiler. Onların imanlarının kabul edilmesi Firavun'un imanının kabul edilmesinden farklı idi. Çünkü Firavun boğulmaya yüz tutmuş ve ölüme yaklaşmış bir halde iman etmiş, Hz. Yunus (a.s.) kavminin imanı her ne kadar azabın ilk alâmetlerini görünce ol­muş ise de onlar kendilerine azap bilfiil gelmeden önce iman etmişlerdi.

Bu kıssada Mekkelilere tariz edilmekte, hayattan ümitsizlik derecesine düşmeden önce Hz. Yunus (a.s.) kavmi gibi olmaları teşvik edilmektedir. Çün­kü azap Hz. Nuh (a.s.) kavmine, Firavun ve ordularına geldiği gibi onlar için de gerçekleşebilir.

Bu tefsire göre hiçbir çelişki, kapalılık ve Hz. Yunus (a.s.) kavminin ayrıcalıklı özelliği yoktur. Hz. Ali (r.a.) şöyle diyor: "İhtiyatlı olmak kaderi de­ğiştirmez, ama dua kaderi değiştirir."

"Eğer Rabbin dileseydi..." Ya Muhammed! bütün yeryüzündekilerin hepsi­ne getirdiğin kitaba iman etme izni verseydi ve onların kalplerindeki imanı ya-ratsaydı bunu yapar ve hepsi iman ederdi. Fakat Allah Tealâ'nın yaptığı her şeyde bir hikmet vardır. Nitekim şöyle buyuruyor Cenab-ı Hak:

"Eğer Rabbin dileseydi, insanları tek bir ümmet yapardı. (Fakat onları ser­best bıraktı.) Onlar da durmadan ihtilâf etmektedirler. Ancak Rabbimin merha­met ettikleri müstesna. Allah insanları bunun için yaratmıştır. Rabbinin "Şüp­hesiz ben, cehennemi bütün cin ve insanlarla dolduracağım" sözü gerçekleşmiş­tir." (Hud, 11/118-119).

Yine Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "... İman edenler bilmezler mi ki, Allah dileseydi bütün insanları hidayete erdirirdi." (Ra'd, 13/31).

Ayetteki "küllühüm" kelimesi her şeyi ihata etme şeklindedir, "cemî'an" kelimesi ise iman üzerine toplanmış, hiç ihtilâf etmeden iman üzerinde bir ara­ya gelmiş demektir.

O halde ya Muhammed sen insanı imana zorlayıp iman etmelerini mec­bur mu kılıyorsun? Bu senin üzerine bir vazife olmayıp sana ait de değildir. Bu tamamen Allah'a aittir. İman zorlama, mecburiyet ve şiddetle olmaz, sadece gönülden bağlılık ve tercih etmekle olur.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Dinde (dine girişte) zorlama yok­tur." (Bakara, 2/257).

"Sen onlara karşı bir zorba değilsin. Sen sadece azabımdan korkan mü­minlere Kur'anla öğüt ver." (Kaf, 50/45).

Senin görevin sadece müjdeleyip uyarmak suretiyle tebliğ etmektir: "Se-nin üzerine düşen apaçık bir tebliğdir." (Şûra, 42/48).

"Sen hatırlat. Çünkü sen, ancak bir hatırlatıcısın. Sen onlara tahakküm edici değilsin." (Gaşiye, 88/21-22).

"Şüphesiz sen, sevdiğini hidayete erdiremezsin. Fakat Allah dilediğini hi­dayete erdirir." (Kasas, 28/56).

"Allah'ın izni olmadıkça..." Allah'ın iradesi, dilemesi ve tevfiki olmadıkça hiçbir kimse iman edemez. Yahut Allah'ın kaza ve kaderi, irade ve dilemesi ol­madıkça hiçbir kimsenin iman etmesi uygun olmaz.

Nefis iman etme hususunda mutlak olmayan cüzî bir iradeye, tercih hak­kına sahiptir, ancak bu tercih hakkında tam anlamıyla bağımsız değildir. Bila­kis Allah'ın mahlûkatı hakkındaki kanunu ile sınırlıdır. Allah hikmeti, ilmi ve adaleti gereği dilediğine hidayet nasip eder.

Allah azabı, rezil ve rüsvay olmayı, Allah'ın hüccetlerini ve kudretinin de­lillerini düşünmeyen, hakkı gösteren Allah'ın ayetleri, Kur'anî, aklî ve kevnî hüccetleri hususunda ince ince düşünerek akıllarını kullanmayanlara verir.

Böyleleri doğruya ileten duyuları ve bilgi yollarını işletemedikleri ve nefsî arzularına uydukları için küfrü imana tercih ederler. [45]



Düşünme Ve İncelemenin Faez Oluşu, İhmalkârların Uyarılması


101- De ki: "Bir bakın, göklerde ve yerde neler var? İman etmeyecek bir topluluğa deliller ve uyarılar fayda vermez."

102" Onlar kendilerinden öncekilerin geçirdiği günlerden başka bir gün mü bekliyorlar? De ki: "O halde bekleyin. Ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim."

103- Nihayet biz Peygamberimizi ve iman edenleri kurtardık. Böylece üzerimize düşen bir hak olarak müminleri

kurtarırız.



Açıklaması


Allah Tealâ kullarına, göklerin ve yerin yaratılışı ve bu ikisi arasındaki göz kamaştırıcı deliller hakkında tefekkür etmelerini emrediyor. Muazzam bir intizam içerisinde hareket eden sabit bir gezegen, nur saçan yıldızlar, güneş, ay, gece ile gündüz ve bunların birbiri ardınca gelişleri, uzunluk ve kısalıkları, gökyüzünün yüksekliği, genişliği, güzelliği, yıldızlarla tezyin edilmesi ve Al­lah'ın gökyüzünden indirdiği yağmur ve bu yağmurla yerden çıkarttığı çeşitli meyve ve sebzeler, ekinler, çiçekler, ve çeşit çeşit bitkiler... Yeryüzünde bulunan çeşitli şekil, renk ve cinslerde kara ve deniz hayvanları, yine yeryüzündeki dağlar, ovalar, madeni servetler... Denizlerde bulunan acaip varlıklar... Denizin yolcularına teslim olup gemileri taşıması ve kendisinden başka ilâh olmayan her şeyi gayet iyi bilen, her şeye kadir yüce Allah'ın yürütmesiyle gayet güzel bir şekilde denizde yüzen gemiler..

"Yakinen iman edenler için yeryüzünde nice deliller vardır. Kendi nefsiniz­de de... Görmez misiniz?" (Zariyat, 51/20-21).

Bu konularda tefekkür, insana yaratıcının varlığını gösterir, peygamberle­ri tasdik etmeye ve bu büyük ayetleri bildiren vahiy ve Kur'an'a iman etmeye götürür.

Ancak bu Kur'an'a ve kevnî deliller ve ayetler, peygamberler ve uyarılan -Keşşaf tefsirinin ifadesiyle- iman etmeleri beklenmeyen bir topluluğa kesinlik­le fayda vermez. Onlar akıllarını kullanmayan ve bu ayetlere bakmayan kim­selerdir.

Kurtubî diyor ki: Bunlar ezelde Allah'ın ilminde iman etmeyecekleri bili­nen kimselerdir. Bir görüşe göre "mâ-tuğnî" kelimesindeki "mâ" soru edatıdır.

Soru edatına göre mana şöyle olur: Allah'a ve peygamberlerine iman etme­yen, akıllarını yaratılış gayesine uygun olarak kullanmayan bir topluluk için Kur'an ayetlerinin doğruluğuna delâlet eden semavî ve arzî ayetler, açık muci­zeler, hüccetler ve burhanlarla gönderilen peygamberler "ne fayda verebilir?"

Buna göre iki şekilde mana verilmektedir. Birincisi nefiy (olumsuzluk) edatı olarak; bu durumda anlam "Hiçbir fayda vermez" şeklinde olur. İkincisi ise soru edatı olarak; bu durumda ise anlamı "Ne faydası olabilir?" şeklindedir. Görünen odur ki buradaki "mâ" edatı nefiy içindir, soru edatı olması da caizdir.[46]

Bundan sonra Cenab-ı Hak müşriklerin dikkatini çekmek üzere şöyle bu­yuruyor: Ya Muhammedi. Seni yalanlayan o kimseler, peygamberlerini yalanlayan geçmiş ümmetlerin başına gelen felâketler gibi bir felâket ve azabın gelme­sini mi bekliyorlar? Bunlar Allah'ın Hz. Nuh, Âd, Semud vb. kavimlere indirdi­ği feci felâketlerdir.

Ayette geçen "günler" kelimesi "olaylar" manasındadır. Meselâ, falan kişi Arapların "günlerini" yani "tarihteki önemli olayları" bilir, denir. Araplar azaba "günler" ismini verdikleri gibi nimetlere de "günler" ismini verirler. Meselâ bir ayette "Onlara Allah'ın günlerini -Allah'ın nimetlerini- hatırlat" buyurulmak-tadır. Hayırlı ve şerli geçen her zaman eyyam (günler) dır.

Ey peygamber! Onları uyarmak, tehdit etmek ve korkutmak üzere şöyle de: Allah'ın azabını ve cezasını bekleyin. Ben de sizin helak olmanızı bekleyen­lerdenim. Yahut siz benim ölümümü bekleyedurun, asıl ben sizin helak olmanı­zı bekleyenlerdenim. Yahut ben Rabbimin vaadini bekleyenlerdenim.

"Nihayet biz Peygamberlerimizi ve iman edenleri kurtardık." Bizim takip ettiğimiz hükmümüz ve hakim olan âdetimiz azap indiği zaman peygamberle­rimizi ve onlarla beraber olan müminleri kurtarmak ve yalanlayan kimseleri helak etmektir.

Geçmiş peygamberleri ve onlarla beraber olan iman edenleri kurtardığı­mız gibi ey Rasulüm, senin beraber olan müminleri de kurtaracağız ve pey­gamberleri yalanlayanları ise helak edeceğiz.

Bu, Allah'ın kendi zatına vacip kıldığı bir haktır. Tıpkı, "Rabbin kendi za­tına merhametli olmayı vacip kılmıştır." (En'am, 6/54) ayetinde olduğu gibi.

Yine Buharî ve Müslim'de yer alan bir hadis-i şerifte de Efendimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz ki Allah bir kitap yazmıştır. Arş'ın üzerinde ken­di nezdinde olan bu kitapta şu yazılıdır: Rahmetim gazabıma galip gelmiştir." [47]



İbadeti Sadece Allah Tealâ İçin Yapmak Ve Şirki Terk Etmek


104- De ki: "Ey İnsanlar! Siz benim di­nimden şüphe etseniz de (iyi bilin ki) ben, Allah'tan başka taptığınız şeylere asla ibadet etmem. Ancak sizin canınızı alacak olan Allah'a ibadet ederim. Bana müminlerden obuam emredihniştir."

105- Yüzünü tevhid dinine çevir. Sakın Allah'a şirk koşanlardan olma.

106 " Allah'ı bırakıp sana ne faydası dokunacak, ne de zarar verebilecek şeylere ibadet etme. Eğer bunu yaparsan o zaman sen de zalimlerden olursun.

Allah seni bir zarara uğratırsa, onu senden kaıdıracak olan ancak O'dur. Sana bir hayır dilerse O'nun lütfuna mani olacak kimse yoktur. O lütfunu ^ kullarından dilediği kimseye verir. O

çok mağfiret edici ve çok merhamet edendir.



Açıklaması


Allah Tealâ Rasulü'ne (s.a.) Mekke halkına şöyle söylemesini emrediyor: Siz benim dinimi bilmiyorsanız ben size bu dini tafsilatıyla açıklayayım. Eğer siz Allah'ın bana vahyettiği ve benim size getirdiğim tevhid dininin doğrulu­ğundan şüphe ediyorsanız onun vasıflarını size anlatayım ve siz onda şüpheye yer olmadığını iyi bilin.

O da şudur: Ben Allah'ı bırakıp da taptığınız taşlara ve benzeri şeylere tapmam. Çünkü bunların ne faydası dokunur, ne de zararı. Bilakis ortağı ol­mayıp tek olan, size can verdiği gibi sizin canınızı alacak olan, sonra kendisine döneceğiniz Allah'a ibadet ederim. Ben Allah'a hakkıyla inanan, O'nu tam ma­nasıyla bilip tanıyan kimselerden olmakla emrolundunı.

Bu ayette hak dinde şüphe edilemeyeceği ve sağlam akıl ve selim fıtrat sa­hiplerinin bunu gayet güzel karşılayacağı şeklinde tariz yapılmıştır. Ama tap­tıkları putlar ise batıl ve asılsız oldukları kesin olup ne düşünebilirler, ne za­rarları, ne de faydaları dokunur. Ondan her akıl sahibi uzak durur. Çünkü bu putlar sadece taştırlar.

Dikkati çeken bir nokta şudur: İfadeye önce Allah'tan başkasına kulluğu reddetmekle başlandı. Çünkü her şeyde ıslah maksadıyla eskiyi kaldırmak, ye­niyi yerine yerleştirmenin başlangıcıdır. Boşaltmak süslenmenin öncüsüdür.

Bundan sonra Allah'a kulluğu ispat etmeye geçildi. Böylece önce Allah'tan başkalarına kulluğu terk etmenin gerekli olduğu, sonra Allah'a kullukla meş­gul olmanın gerekliliği beyan edildi.

Sonra da yapılan amelin itikatla birlikte uyum sağlamasının vacip olduğu­na delâlet etmek için, bedenî amel olan ibadetten sonra iman ve Allah'ı bilme konusuna geçti. Çünkü iman ve Allah'ı tanıma nurunun tecelli ettiği sahih iti­kattan fışkırmadıkça hiçbir amelin faydası olamaz.

Putlara tapmaktan, canları alan ve kendisine ibadet edilecek Allah'ın is­pat edilmesine geçilmesi ve canlan alma vasfının zikredilmesiyle yoktan var etmeye ve sonradan diriltmeye işaret edilmiştir.[48]

Ben müminlerden olmakla ve yüzümü hak dine çevirmekle, yani dinî hu­suslarda emirlere sarılıp nehiylerden kaçınmakla, sadece Allah'a ihlâsla kul­luk etmekle, hanif olmakla yani şirk ve batıldan yüz çevirerek hak dine bağ­lanmakla emrolundum.

Bunun için Cenab-ı Hak "Sakın Allah'a şirk koşanlardan olma!" buyurdu. Yani Allah'a kulluk ederken bir başka ilâhı Ona ortak koşanlardan olma. Bu ayet de (... emrolundum) ayetine atfedilmiştir. Yani ona "müminlerden ol, yüzü­nü hak dine çevir, şirk koşma" denilmiştir.

"Yüzünü hak dine çevir" yani istikamet üzere ol. Bunun benzeri şu ayet-i kerimedir: "Şüphesiz ki ben Hakka eğilerek yüzümü gökleri ve yeri yaratana çe­virdim. Ben, Allah'a ortak koşanlardan değilim." (En'am, 6/79).

Bu ayet dua ve ibadetlerde başka bir şeye yönelmeden sadece Allah'a yö­nelmenin vacip olduğuna delâlet etmektedir. Kim ibadet ve duada kalbiyle Al­lah'tan başkasına yönelirse, o, Allah'tan başkasına ibadet ediyor demektir.

Bunun için Cenab-ı Hak, "Ey Rasulüm! Allah Tealâ'yı bırakarak, kendisi­ne taptığın zaman sana dünya ve ahirette faydası dokunmayacak, kendisine dua ve ibadet etmeyi terk ettiğin zaman da sana asla zararı olmayacak şeylere dua etme, yalvarma, ibadette bulunma." diye hitap etmiş gibidir.

Bunu yaparsan, Allah'tan başkasına dua edip ibadette bulunursan o za­man nefsine zulmedenlerden olursun. Çünkü Allah Tealâ'ya şirk koşmaktan daha büyük bir zulüm yoktur. Kulluğu lâyık olmayan kişiye yapmak da zul­mün bir çeşididir.

Bundan sonra Cenab-ı Hak Allah'tan başkasından fayda ve zarar verme yetkisinin alındığını tekit ederek şöyle buyurdu:

Bedenine ve malına hastalık, fakirlik, elem gibi bir zarar uğrarsa bu zara­rı ortadan kaldıracak olan sadece Allah'tır. Allah sana din ve dünyada yardım, refah, nimet ve afiyet gibi bir hayır murad ederse O'nun bu lütfuna mani ola­cak kimse yoktur. Zira O'nun kaza ve kaderini reddedecek hiçbir güç mevcut değildir. O'nun hükmünü değiştirecek, ihsanına engel olacak kimse de yoktur. O her şeye kadirdir. Bağışlar veya engeller, verir yahut mahrum eder. Bütün bunları da bir hikmet ve ilimle yapar.

Rahmetinin umumi olması sebebiyle ilâhî lütuf da genellikle umumi olur. Zarar vermeye gelince o mutlaka bir sebeple meydana gelir. Çünkü belâ ancak günah sebebiyle iner ve ancak tevbe ile kalkar.

"Başınıza gelen bir musibet, kendi ellerinizle işlediğiniz günahlar yüzün­dendir. O (işlenenlerin) bir çoğunu da affeder." (Şûra, 42/30).

Allah hangi günahtan olursa olsun hatta O'na şirk koşma bile olsal) ken­disine tevbe edip yönelen kimseler için çok mağfiret edici ve çok merhamet edi­cidir. O tevbeleri kabul eder. O halde Allah'a itaat ile rahmetini kazanın. Gü­nah işleme sebebiyle mağfiretinden ümitsiz olmayın. [49]



İslam Hak Dindir Ve Ona Uymak Vaciptir


108- De ki: "Ey İnsanlar! Size Rabbiniz tarafından hak geldi. Kim doğru yola girerse kendi faydası için doğru yola girmiş olur. Kim de saparsa kendi zara­rına sapmış olur. Ben sizin başınızda bir vekil değilim."

109- Sana vahyedilene uy! Allah'ın hük­mü gelinceye kadar sabret. Allah, hü­küm verenlerin en üstünüdür.



Açıklaması


Ey Rasulüm! Şu anda bulunanlara ve bu davetin ulaşacağı bütün insanla­ra söyle, de ki: Rabbinizden her şeyi açıkça beyan eden, bu dinin hakikatini ve bu şeriatın kâmil bir şeriat olduğunu içinizden bir şahsın diliyle açıklayan hak kitap geldi.

Allah Tealâ Rasulüne bütün insanlara Allah tarafından kendisine gelen kitabın asla şüphe olmayan hakkın ta kendisi olduğunu bildirmesini emredi­yor.

Kim onunla hidayete erer, doğru yolu bulursa, Kur'an'ı ve Rasulullah'ı tas­dik eder ona uyarsa kendi lehine doğru yola girmiş olur. Yani faydası, hidayete ermenin ve ona uymanın sevabı kendisine ait olur. Kim de sapar ve onun meto­dundan dışarı çıkarsa kendi aleyhine sapmış olur, yani bunun vebali de kendi üzerine döner.

Ben size sizin işlerinizi görmek sizi mümin kılmak ve imana zorlamak üzere Allah tarafından gönderilmiş bir vekil değilim. Ben yüz çevirip yalanla­yan kimselere Allah'ın azabının geleceğini söyleyen bir uyarıcıyım, hidayet edenleri müjdeleyen bir müjdeciyim. Hidayet ise yalnızca Allah'a aittir.

"Sana vahyedilene uy..." Ya Muhammedi Allah'ın sana indirdiği ve vahyet-tiği emrine uy. Ona sımsıkı sarıl. Davet üzerine ve kavminin eziyetine karşı, insanlardan sana muhalefet edenlere karşı Allah'ın hükmü gelinceye kadar ya­ni Allah seninle onlar arasında kesin bir hükümle hükmedinceye ve sana onla­ra karşı zafer ihsan edip seni galip kılıncaya kadar sabret, sebat et. Allah hük­medenlerin en hayırlısı, hakimlerin en adili ve en sağlam hüküm verenidir. O tam bir adalet ve sahih bir hikmet sahibidir ve gerçekten vakıaya uygun hük­meder.

Allah Peygamberine (s.a.) verdiği .vaadini gerçekleştirmiş ve Onu mümin ordularla birlikte müşrik topluluklara karşı muzaffer kılmıştır. Onları yeryü­zünde halifeler kılmış ve yeryüzünün reisi olan devlet reisleri eylemiştir.

Bu ayetlerde Peygamberimiz (s.a.)'in kavminden gördüğü eziyetlere karşı teselli edilmesi ve onun yardımcıları olan müminlere vaadde bulunulması ve düşmanları olan kâfirlerin korkutulması yer almaktadır. [50]







--------------------------------------------------------------------------------

[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/91-94.

[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/96-97.

[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/99-100.

[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/103-104.

[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/107-109.

[6] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/112-114.

[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/116-117.

[8] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/119-121.

[9] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/124.

[10] Bu hadis-i şerifi Ebu Ya'la, Taberanî ve Beyhakî el-Esved b. Seri'den rivayet etmişlerdir, sahih bir hadistir.

[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/126-127.

[12] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/130-131.

[13] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/134-136.

[14] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/139-140.

[15] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/144-146.

[16] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/148-149.

[17] Zemahşerî, 11/74.

[18] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/152-154.

[19] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/158-160.

[20] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/163-166.

[21] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/169-171.

[22] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/173-174.

[23] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/178-181.

[24] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/183-184.

[25] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/186.

[26] Bu kelimelerin açıklaması için bkz. Maide, 5/103.

[27] Zemahşerî, 11/78.

[28] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/187-188.

[29] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/191-192.

[30] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/198-199.

[31] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/202-203.

[32] İşte Hz. Nuh (a.s.) şöyle diyor: "Bana müslümanlardan olmam emredilmiştir." (Yunus, 10/72) Cenab-ı Hak Hz. İbrahim (a.s.)'in kıssasından şunu naklediyor: "Bir zaman Rabbi O'na, İslâm ol dediğinde, İbrahim "Âlemlerin Rabbi olan Allah'a teslim oldum" demişti. İbrahim İslâm ümmetinden olmayı oğullarına vasiyet etti. Yakup da bunu tavsiye ederek "Oğullarım! Allah sizin için bu dini seçti. O halde sizler sadece müslümanlar olarak can verin" dedi. (Bakara, 2/131, 132) Hz. Yusuf (a.s.) şöyle dua etmişti: "Ey Rabbim! Bana mülk verdin, bana rüyaların tabirini öğrettin. Ey göklerin ve yerin yaratıcısı! Dünya ve ahirette dostum sensin. Benim canımı müslüman olarak al ve beni salihlere kat." (Yunus, 10/84) Hz. Musa (a.s.) kavmine şöyle demişti: "Ey kavmim! Eğer Allah'a iman ediyor­sanız, eğer müslüman iseniz O'na güvenin (Yunus, 10/84). Hz. Musa (a.s.)'nın tebliğini kabul eden sihirbazlar şöyle dua etmişlerdi: "Ey Rabbimiz! Bize bol sabır ver. Bizim canımızı müslüman olarak al." (A'raf, 7/126) Belkıs şöyle dua ediyordu: "Ey Rabbim! Ger­çekte ben kendime zulmetmişim. Şimdi Süleyman'la beraber âlemlerin Rabbi olan Allah'a teslim olup müslüman oldum." Cenab-ı Hak peygamberlere verilen kitapları anlatırken "Biz içinde hidayet ve nur bulunan Tevrat'ı indirdik. Allah'a teslim olup müslüman olan peygamberler (Yahudilere) Onunla hükmederlerdi." (Maide, 5/44) Cenab-ı Hak Havariler hakkında şöyle buyurdu: "Hani, Havarilere "bana ve Peygamberine iman edin" diye bil­dirmiştim. Onlar da, "İman ettik şahit ol ki, biz müslümanız" demişlerdi." (Maide, 5/111) İnsanlığın efendisi Rasulullah (s.a.) Cenab-ı Hakkın şu ayetini daima okurdu: "De ki: Şüphesiz benim namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan Allah'a aittir. O'nun hiçbir ortağı yoktur. Ben bunlarla emrolundum. Ve ben müslümanların -yani bu ümmetin- ilkiyim." (En'am, 6/163).

[33] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/207-208.

[34] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/212.

[35] Bu mucizeler kıtlık ve kuraklık, malların eksilmesi, ölümlerin çoğalması, meyve ve seb­zelerin son derece azalması, tufan, çekirge sürüleri, bitlerin çoğalması, kurbağa yağması ve kan gibi felâketlerdir. Nitekim Cenab-ı Hak "Bunun üzerine onlara açık mucizeler olarak tufan, çekirge, bit, kurbağa ve kan gönderdik. Yine de büyüklük tasladılar ve günahkâr bir kavim oldular." (A'raf, 7/133).

[36] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/215-216.

[37] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/219-220.

[38] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/222-224.

[39] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/228-230.

[40] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/232-233.

[41] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/233-235.

[42] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/239-241.

[43] Razî, XVII/165; Kurtubî, Vm/384.

[44] Kısasu'l-Kur'an, Abdülvehhab Neccar, 357, 359.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/244-245.

[45] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/245-247.

[46] el-Bahru'l-Muhît, V-194.

[47] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/250-251.

[48] el-Bahrul-Muhît, V/195.

[49] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/254-256.

[50] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/259-260.

10-Yunus (A.S.) Suresi Meali Tefsiri Oku: Peygamberimiz (S.A.)'e Vahiy İndirilmesi Meselesi-Allah, Yeryüzü Ve Göklerin Yaratıcısıdır, Mahlûkatın Üzerine Düşen Ona Kulluk Etmektir-Kainatta Güneş Ve Ay İle Gece Gündüzün Birbiri Ardınca Gelmesindeki İlâhî Kudret Rating: 4.5 Diposkan Oleh: Blogger

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder