ENFAL SURESİ
Allah yolunda cihadın hükümlerinden, savaş kaidelerinden, savaşa hazırlanmaktan, düşman da eğer o yöne eğilim duyuyorsa, barışı savaşa tercih etmekten, savaşın şahıslar ve mallar üzerindeki tesirlerinden bahseden Medenî (Medine'de inen) bir sûredir.
Az oldukları halde, çok sayıdaki müşriklere karşı müslümanlarm zaferini gerçekleştiren şerefli gazveler silsilesinin ilki olan ve hakla bâtılı birbirinden ayırdığı için de Yevme'l-Furkan diye adlandırılan Bedir Gazvesi'nden sonra nazil olmuştur. [1]
Ganimetlerin Taksimi Hükmünün Sorulması, Müminlerin Vasıflarının Açıklanması
1- Sana "Enfal"den sorarlar. De ki: "Enfâl, Allah'ın ve Rasulünündür. O halde Allah'tan korkun ve aranızı düzeltin. Eğer müminlerden iseniz Allah'a ve Rasulüne itaat edin.
2- Müminler ancak, Allah anıldığı zaman kalbleri titreyenlerdir. Karşılarında ayetleri okununca, onların imanını artırır. Onlar ancak Rablerine dayanır, güvenirler.
3- Onlar ki, namazı dosdoğru kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiğimizden infak ederler.
4- İşte onlar gerçek müminlerin ta kendileridir. Onlar için Rableri katında dereceler, mağfiret ve bitmez tükenmez rızık vardır.
Ganimetlerin helal kılınması, Allahu Teâlâ tarafından İslâm ümmetine verilmiş bir özelliktir. Nitekim Sahihayn'da Cabir (r.a.)'den rivayet olunan hadis-i şerifte Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Bana beş şey verilmiştir ki, onlar benden önce hiç kimseye verilmemiştir- hadisi zikrettikten sonra şöyle dedi-: Bana ganimetler helâl kılındı. Onlar benden önce hiç kimseye helâl kılınmadı."
Ebu Ubeyd şöyle demiştir: Bunun için imamın, savaş için vaad ettiği şeye "nefel" denmiştir. Nefel, imamın bazı askerlere, payları dışında bir şeyler vermesidir. Bunu, İslâm'a sağladıkları fayda ve düşmana verdikleri zarar ölçüsünde verir.
Askerleri savaşa teşvik için verilen bu şeyde (nefelde) dört sünnet vardır:
1- Seleb olan (öldürülenin yanında bulunan silah, mal ve meta gibi şey) nefelde beşte bir yoktur.
2- Nefel: "Ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin mutlaka beşte biri Allah'ın, Rasulü'nün.." (Enfâl, 8/41) ayetinde işaret olunan beşte birin çıkarılmasından sonra ganimetten olur. İmam savaşılan ülkeye birtakım seriyyeler gönderir. Onlar ganimetler getirirler. Beşte bir ayrıldıktan sonra getirdikleri şeylerin dörtte biri, ya da üçte biri o seriyyelerin olur. Ahmed ve Ebu Davud'un Ma'n b. Yezid'den rivayet ettikleri bir hadiste şöyle buyrulur: "Ancak beşte bir ayrıldıktan sonra nefel (ganimet) vardır."
3- Bizzat beşte bir'den olan nefel: İmamın kendi hissesinden çıkardığı şeydir. Bu şöyle olur. Bütün ganimet alınır, beşe bölünür, beşte bir imamın eline geçince, uygun gördüğü ölçüde ondan bağışta bulunur.
4- Ganimet, beşte bire bölünmeden ganimetin bütününden çıkan nefel. [2] Bu dört durum hakkında fakihler farklı görüşlere sahiplerdir;
Şafiî'ye göre Enfâl, beşte birden önce, ana maldan selebden başka hiçbir şey çıkarılmamasıdır. Ebu Ubeyd şöyle demiştir: Peygamber (s.a.)'in beşte birinden olan nefelin ikinci şekli, her ganimetten onun için beşte birin beşte biri vardır. Üçüncü şekli, imam gönderdiği seriyyeye, yahut orduya, onlara vadetti-ği şekilde verir.
İmam Malik ve Ebu Hanife'nin görüşleri de Şafiî gibidir; Enfâl, beşte birden imamın, içtihadına göre bağışladığı şeydir. Geriye kalan dört beşte birde nefel yoktur. Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Allah'ın size ganimet olarak verdiği şeylerden ancak beşte biri benimdir. Geriye kalan beşte birler sizindir."
Malikîler ise şöyle der: Nefel iki kısımdır: Caiz ve mekruh. Caiz olan, savaştan sonra olandır. Mekruh olan, öldürmeden önce, "Kim şöyle şöyle yaparsa onun için şu vardır" şeklinde vaad edilendir. Bunun mekruh olmasının sebebi, o zaman savaşın ganimet için yapılmış olmasıdır. [3]
Açıklaması
Ey Peygamber! Sana, ganimetlerin kimlere nasıl taksim olunacağının hükmünü soruyorlar. Onlara şöyle de: Onlar hakkında ilk hüküm Allah'ındır. O dilediği gibi hükmeder. Sonra peygamberindir. Onları aranızda, Allah'ın emrettiği gibi taksim eder. O halde onlar hakkında hüküm Allah'ın ve Rasulünün-dür. Bu ayet, muhkem ve mücmeldir. Aynı sûrede başka bir ayet, onun müc-melliğini ve sarf yerlerini açıklamıştır: "Bilin ki, ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin mutlaka beşte biri Allah'ın, Rasulünün, hısımların, yetimlerin yoksulların ve yolcunundur" (Enfal, 8/41). Bu ayet, diğerini neshetmiyor. Ganimetlerin beşte biri bu ayette zikrolunanlara, geri kalan beşte dördü de savaşanlara verilir. Düzenli ve maaşlı orduların kurulduğu günümüzde bu hisseyi devlet alır. İmam bu hakkına dayanarak, savaşa teşvik için, savaşanlardan dilediklerine bağışta bulunabilir. Nitekim Şeyhayn, Ebu Davud ve Tirmizî'nin Ebu Katade'den tahric ettikleri hadiste Huneyn Savaşı gününde Hz. Peygam-
ber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Kim savaşta bir kimseyi öldürürse, onun selebi (beraberinde bulunan silah, mal vb.) onundur."
Ganimetler Allah'ın ve Rasulünün olunca, sözlerinizde ve işlerinizde Allah (c.c.)'dan korkun, içinde bulunduğunuz ihtilaf ve çekişme durumundan sakının. Zira bu, Allah'ın gazabını çeker, sizi savaş halinde veya diğer zamanlarda, ayrılığa ve düşmanlığa düşürür.
Aranızdaki halleri düzeltin ki, aranızda İslâmî bağ kuvvetlensin, sevgi, muhabbet ve uyumluluk artsın.
Ganimetler konusunda, bütün emir ve nehiylerinde, hüküm ve kazalarında Allah'a ve Rasulüne itaat edin. Bu üç emir (Allah'tan korkma, arayı düzeltme, Allah'ın ve Rasulünün emirlerine itaat) İslâm toplumunun düzelmesinin sebebidir. Çünkü bunlar, gizli ve açık bütün durumlarda şer"i hükümlere sarılma hissini artırır, birlik ve beraberliği sağlar..
Eğer Allah'ın kelamına inanan, onu tasdik eden ve imanı tam olan kimseler iseniz, bu üç emre tabi olun. Çünkü gerçek tasdik, tabi olmayı gerektirir. İmanın kemali de şu üç hasleti gerektirir. İttika, ıslah, Allah'a ve Rasulüne itaat. Allah'a gerçekten inanan, O'na isyan etmekten utanır. İmanı, Rabbine ita-ata ve kendisiyle başkaları arasındaki ihtilafı ıslaha götürür.
İman, itaati gerektirince Allahu Teâlâ, bu üç hasleti gerçekleştirecek beş hasleti zikretti: "Müminler ancak Allah anıldığı zaman kalbleri titreyenlerdir. Ayetleri karşılarında okunduğu zaman da, onların imanını artırır. Onlar ancak Rablerine dayanıp güvenirler..". Bu sıfatları kısaca şöyle açıklayabiliriz:
1- Allah'tan tam korkmak: Onlar, kalbleriyle Allah'ı zikrettikleri, O'nun azamet ve celalini hissettiklerini, vad ve vaidini hatırladıkları zaman, O'ndan korkarlar. Nitekim başka bir ayette de Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "İtaatkâr ve alçak gönüllü olanları müjdele. Onlar ki, Allah zikrolunsa kalbleri titrer" (Hacc, 22/34-35).
2- Kur'an okumakla imanın artması: Onlar öyle kimselerdir ki, kendilerine Kur"an ayetleri okunduğu zaman, imanları, yakinleri, tasdikleri ve amel-i salihe yönelişleri artar; çünkü delillerin çokluğu ve onları hatırlatmak, yakinin artmasına ve inancın kuvvetlenmesine neden olur. O halde gözle, yahut hisle görme, kişinin kanaatini kuvvetlendirir. Nitekim bu, inandığı halde Rabbin-den, ölüleri nasıl dirilttiğini göstermesini isteyen, İbrahim (a.s.)'de meydana geldi: "Hani İbrahim: "Ey Rabbim, ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster" demişti. "İnanmadın mı yoksa?" dedi. O da: İnandım fakat kalbimin mutmain olması için" demişti" (Bakara, 2/260). Bu, imandaki itminan derecesinin, yalın haldeki imandan daha üstün ve daha kuvvetli olduğuna işaret eder. Şu ayetleri de buna örnek olarak gösterebiliriz: "imanlarını katmerli bir iman ile artırmaları için, müminlerin kalbine sükun ve itminan indiren O'dur" (Feth, 48/4); "Bir sûre indirildiği zaman içlerinden bazıları: "Bu hanginizin imanını artırdı?" der. İman etmiş olanlara gelince, daima onların imanını arttırmıştır ve onlar birbirleriyle müjdeleşirler" (Tevbe, 9/124).
3- Allah'a tevekkül, yani O'na dayanmak, güvenmek, işleri O'na havale etmek: Onlar öyle kimselerdir ki, sadece Rablerine tevekkül ederler, sadece O'na sığınırlar, O'ndan başkasından ummazlar. Ancak O'na yönelirler, ihtiyaçlarını sadece O'ndan isterler. Tabii bu, sebeplere yapıştıktan sonra olur.. Bir kimse, aklen ve âdeten istenen sebeplere yapışır, sonra işi Allah'a havale eder ve her işin Allah'ın elinde olduğuna kesin olarak inanırsa, o iman ehlindendir. Sebepleri terketmek, tevekkülün manasını bilmemektir.
4- Namaz kılmak: Onlar öyle kimselerdir ki, namazlarını kılarlar. Yani namazlarını, kıyam, rükû, sücud, tilâvet, şer'an belli olan vakitlerinde kalb huşu ile Allah'a yalvararak ve Kur'an'ın kıraatini düşünerek eda ederler.
5- Allah yolunda harcama: Onlar öyle kimselerdir ki, mallarının bir kısmını hayır yollarında harcarlar. Farz olan zekâtlarını, nafile sadakalarını verirler. Ailesinin ve çoluk çocuklarının vacip olan nafakalarını sağlarlar, akrabalara ve muhtaçlara mendup olan yardımlarını yaparlar. Ümmet yararına ve düşmanla cihad uğrunda harcarlar. Çünkü mal, insanın yanında bir emanet mesabesindedir.
Bu ameller, bütün hayır çeşitlerini içine alır. Bu yüzden Allahu Teâlâ, onları açıkladıktan sonra: "Onlar gerçek müminlerdir" buyurmuştur Yani sadece bu vasıfları taşıyanlar, gerçek anlamıyla müminlerdir. Onların kemallerini ve derecelerinin yüksekliğini açıklamak için, uzaktaki varlıkları göstermek için kullanılan "ülâike" ism-i işaretiyle işaret olunmuştur.
Taberî'nin Haris b. Malik el-Ensarî'den rivayet ettiğine göre, o bir gün Re-sulullah (s.a.)'a uğramış, Resulullah kendisine: "Nasıl sabahladın ey Harise?" buyurmuş. O da: Gerçek bir mümin olarak sabahladım, demiş.. Resulullah: "Ne söylediğini düşün. Çünkü her şeyin bir hakikati var. İmanının hakikati ne?" buyurmuş. O şu karşılığı vermiş: Nefsim dünyadan vazgeçti, gecemi uykusuz, gündüzümü susuz geçirdim. Sanki ben, Rabbimin arşını açıkça görüyorum. Adeta cennetlikleri cennette birbirlerini ziyaret ederken görüyorum. Cehennemlikleri, cehennemde bağrışıp çağırır vaziyette ağlarken görüyor gibiyim, dedi. Bunun üzerine Resulullah üç kere "Ey Harise! Bildin, devam et!" buyurdu.
İşte müminlerin sıfatları bunlar. Münafıklara gelince: İbni Abbas onlar hakkında şöyle demiştir: Farzları eda ederlerken, onların kalbine Allah'ın zikrinden hiçbir şey girmez. Allah'ın ayetlerinden hiçbir şeye inanmazlar, tevekkül etmezler, insanların görmediği zamanlarda namaz kılmazlar, mallarının zekâtını vermezler.
Allahu Teâlâ onların mümin olmadıklarını haber vermiş sonra da müminlerin vasıflarını zikretmiştir: "Müminler, öyle kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman kalbleri titrer.." Sonra Allah, zikrolunan vasıflara sahip müminlerin Allah katındaki mükafatını zikrederek: "Onlar için dereceler vardır" buyurmuştur. Yani, amellerine ve niyetlerine göre, cennetlerde onlar için mevkiler, makamlar ve dereceler vardır. Allahu Teâlâ, başka bir ayette de şöyle buyurur: "Onlara Allah indinde, yüksek dereceler vardır. Allah ne yaparlarsa hakkıyla görücüdür" (Âl-i İmran, 3/163). Onlar için mağfiret vardır. Yani, Allah onların kötülüklerini bağışlar, iyiliklerine mükâfat verir. Onlar için güzel bir rızık vardır: Onlara cennet nimetini hazırlar.
Dahhâk: "Onlar için Rableri katında dereceler vardır" sözünü şöyle açıklar: "Cennet ehlinin bir kısmı diğerlerinin üzerindedir. Üsttekiler alttakileri görür, alttakiler üsttekileri göremez." Sahihayn'da gelen bir rivayete göre, Re-sulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Cennetin yüksek derecelerinde olanları, aşağı derecelerde olanlar, sizin gök ufuklarından birinde zor görünen bir yıldızı gördüğünüz gibi -aralarındaki mesafe farkından dolayı- görürler" buyurmuştur. Ashab: "Ya Resulullah! O yüksek derecedekiler peygamberler midir? O derecelere, onlardan başkaları ulaşamazlar mı?" diye sorunca, Resulullah şöyle "buyurâu: ^vet oYöştfler peygamberlerin aeTece\erıfer. ^ aVa\, "rvaysK^îîı 'kû&î^S, elinde bulunan Allah'a yemin olsun ki, onlar Allah'a iman ve peygamberleri tasdik etmişlerdir."
Ahmed'in ve Sünen sahiplerinin Ebu Said el-Hudrfden rivayet ettiği başka bir hadis-i şerifte, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Cennetlikler, sizin gök ufkunda duran yıldızı gördüğünüz gibi, yüksek derece sahiplerini görür. Şüphesiz Ebu Bekir ve Ömer de onlardandır. Ne mutlu onlara."
Ahirette, müminler de farklı derecededirler. Nitekim şu ayet de buna delildir: "Biz o peygamberlerin bazısını bazısına üstün kıldık. Allah onlardan bazısı ile söyleşmiş, birini de birçok derecelerle yükseltmiştir." (Bakara, 2/253). Allah ttlücahiâ muhacirleri de başkalarına üstün kılmıştır. Nitekim şöyle buyurur: "İman edip de hicret edenlerin, Allah yolunda malları ve canlarıyla cihad edenlerin Allah katında dereceleri pek büyüktür" (Tevbe, 9/20).
Dünya derecelerinde de farklılık vardır: "O, sizi yeryüzünün halifeleri yapan ve size verdiği şeylerle imtihana çekmek için kiminizi kiminizden derecelerle üstün kılandır. Şüphesiz Rabbin cezası pek çabuk olandır. Ve şüphesiz O, mağfiret ve rahmet edicidir" (En'âm, 6/165). [4]
Bazı Müminlerin Bedir'de Kureyşle Savaşmak İstememesi
5- Rabbin seni hak uğrunda evinden çıkardığı zaman da müminlerden bir zümre muhakkak isteksizdiler.
6- Hak apaçık meydana çıktıktan sonra, sanki göre göre ölüme sürükleni-yorlarmış gibi, seninle mücadele ediyorlardı.
7- Hani o zaman Allah, size o iki taifeden birinin sizin olduğunu vaadediyordu. Siz ise kuvvetsiz ve silahsız olanın kendinizin olmasını arzu ediyordunuz. Allah da sözleriyle hakkı açığa vurmayı ve kâfirlerin arkasını kesmeyi istiyordu.
8- O, günahkârlar istemese de hakkı devamlı kılacak, bâtılı da yok edecekti.
Bedir Olayına Bir Bakış:
Kureyş'in eziyetinin artması sebebiyle Peygamber (s.a.) ve ona inanan ashabı, Mekke'den Medine'ye hicret etti. Müslümanlar mallarını, topraklarını ve evlerini Mekke müşriklerine bıraktılar.
Resulullah, Kureyş'li 40 kişiyle birlikte Ebû Süfyan idaresindeki erzak ve mal yüklü Kureyş'e ait kervanın Şam'dan gelmekte olduğunu duyunca, Müslümanları onlara karşı çıkmaya davet ederek şöyle dedi: İşte Kureyş kervanı, içlerinde malları var. Onlara karşı çıkın. Allah'ın, onları size ganimet olarak nasip edeceğini umuyorum. Onunla beraber 310 küsur erkek çıktı. Bedir yolu üzerindeki deniz kıyısına doğru gittiler.
Ebû Süfyan, Hicaz'a yaklaşınca etrafa, haberler toplayacak kimseler gönderdi. Resulullah'm kendisine karşı buraya çıktığını öğrendi. Hemen, Damdam b. Amr el-Ğıfarî'yi, Hz. Muhammed'in arkadaşlarıyla birlikte kendilerinin karşısına çıktığını haber vererek, mallarını kurtarmaları için Mekkelilere gönderdi. Bin kadar kişi hazırlık yaptı. Ebû Süfyan, kervanı deniz kıyısından götürdü. Kervanı ve malları kurtardı. Mekke'den savaş için çıkanlar, Bedir suyuna geldiler. Ebû Cehil Mekke'de Kabe'nin üstünden şunları söyleyerek, insanları savaşa çağırmıştı: Çabuk olun! Her türlü güçlük ve zillete rağmen, kervanınızı ve malınızı kurtarın. Eğer onları Muhammed ele geçirirse, bir daha asla iflah olmazsınız. Ebû Cehil, savaşa çıkan Mekkeli topluluğun başında idi. Sonra ona, kervanın sahil yolunu tuttuğu ve kurtulduğu, insanları Mekke'ye döndürmesi söylendi. O buna şu karşılığı verdi: Hayır! Bu asla olamaz. Oraya gidip develer keseceğiz, şaraplar içeceğiz, çalgıcılar çalgı çalacak, bütün Araplar bizi ve savaşmaya çıkışımızı, Muhammed'in kervanı ele geçiremediğini konuşacak.
Resulullah (s.a.) olanları insanlara haber verdi. Onlarla istişare etti. Ebû Bekir (r.a.) ayağa kalktı. Güzel bir konuşma yaptı. Sonra Ömer kalktı, güzel bir konuşma yaptı. Sonra Mikdâd b. Amr ayağa kalktı, şöyle dedi: biz sana, İs-railoğullarınm Musa'ya: "Sen Rabbinle git de, onlarla ikiniz savaşın, biz de buracıkta oturucularız" (Mâide, 5/24) dediği gibi demeyiz. Biz de savaşırız. Seni hakla gönderene yemin olsun ki, bizi Berkü'l-Ğımad'a (Yemen'de bir şehir) götürsen, seninle beraber oraya gideriz".
Resulullah (s.a.) onun bu konuşmasına hayır dua etti. Ensar şöyle dedi: Biz ensar topluluğu, Mikdad'm söylediği gibi söyleriz. Bu, bizim için çok mal olmasından daha sevimlidir.
Sonra Hz. Peygamber: "Ey insanlar! Bana şehadet edin" buyurdu. Çünkü, ona Medine'deyken yardım etmek, savunmak üzere biat etmişlerdi. Medine dışında kendisine yardım etmemelerinden korkuyordu. Sa'd b. Muaz: "Vallahi, ya Resulullah, sen herhalde bizi kasdediyorsun" dedi. Resulullah, evet, buyurdu. Muaz: "Sana iman edip tasdik ettik, getirdiğin şeylerin hak olduğuna şehadet ettik. Bunun üzerine canla başla sana söz verdik, Allah'ın sana emrettiğini sen uygula. Ya Resulullah, bizden tek bir kimse bile geri kalmaz. Seni hakla gönderene yemin olsun ki, bize şu denizi göstersen, ona dalsan, seninle beraber biz de dalarız. Hiç kimse geri kalmaz. Düşmanla karşılaşmaktan çekinmeyiz. Savaş esnasında sabrederiz, düşmanla karşılaşınca sadakat gösteririz. Bizi Allah'ın bereketine götür" dedi. Resulullah, Sa'd'm bu sözüne sevindi ve sonra şöyle buyurdu:
"Yürüyün Allah'ın bereketine. Sevinin, çünkü Allah bana iki taifeden birini vaad etti: Ebû Süfyan'm başında bulunduğu Şam'dan gelen kervan, ya da onlara yardıma gelen, başlarında Ebû Cehil'in bulunduğu Mekke'den savaş için gelenler.. Vallahi, sanki ben, şu anda, onların yere yıkıldığını görüyorum.[5]
Açıklaması
Şüphesiz sahabenin savaş ganimetlerinin eşit şekilde paylaştırılmasını iyi görmemeleri senin Medine'deki evinden, ya da Medine'den savaş için çıkmanı kötü görmeleri gibidir.' Çünkü Medine onun hicret edip yerleştiği, ya da evinin bulunduğu yerdi. Hikmetle ve doğru sebep ile çıkarılmıştı. Müminlerden bir grup da, savaşa hazır olmadıklarından, çıkmak istemiyorlardı. Onun için O, seni onlar çıkmak istemedikleri halde çıkardı. İki hal arasındaki teşbih, istememe halidir. Çünkü müslümanlardan bazısı, Bediimde iki şeyi kerih gördü.
1- Ganimetin aralarında eşit şekilde taksimini kerih gördüler. Onlar gençlerdi. Savaşmışlar, ganimet almışlardı.
2- Kureyş ile savaşmak istemediler. Çünkü, Medine'den ganimet maksadıyla çıkmışlardı, savaşa hazırlık yapmamışlardı.
Fakat Allahu Teâlâ, bu iki mesele hakkında onlara şöyle dedi: Siz, ganimetler konusunda ihtilâf edip birbirinizle çekiştiğiniz gibi -ki Allah onu sizden aldı, onun taksimini, Hz. Peygamber (s.a.)'e bıraktı, O da onları adaletle, eşit bir şekilde dağıttı ve bu sizin için çok iyi oldu- yine düşmana karşı çıkmayı ve silah sahipleriyle (bunlar dinlerine yardım ve kervanlarını kurtarmak isteyenlerdi) savaşmak istemediğiniz zaman; savaşı istememenizin sonu, Cenab-ı Hakk'm onu, size takdir etmesi, düşmanla sizi herhangi vakit tayinini söz konusu olmadan bir araya getirmesi ve size zafer nasip etmesi oldu.
İki şeyden çıkan sonuç: Her ikisinde de, Peygamber (s.a.)'in emrine tabi olmak, hayırdır, doğrudur, yarar getirir.
Müminler, kervanı tercih ettiklerinden, adam ve savaş malzemesi azlığı, sayıca ve savaş malzemesi açısından daha çok olan müşriklerle savaşmaktan korktukları için, seninle hak ve doğru olan görüş -Mekke'den savaş için gelenlerin karşısına çıkmak- hususunda mücadele ediyorlar. Sen, onlara her halükârda zafere ulaşacaklarım, Allah'ın sana iki taifeden birini -kervan yahut savaş için çıkanlar- vadettiğini, kervanın kurtulduğunu, savaş için çıkanlardan başka ortada kimse kalmadığım, biz savaşa hazır değiliz, demeye neden olmadığım söylemene, hakkın ve doğrunun ortaya çıkmasına rağmen, onlar seninle mücadele ediyorlar.
Sonra Allah, onların zafere ve ganimete gittikleri zamanki aşırı korkak hallerini, ölüme sevkolunan kimselerin haline benzetti.
Fakat Allahu Teâlâ, peygamberine ve müminlere zafer vaadetti ki, O'nun vaadi geri kalmaz. Kuvvetler dengesinin görünürdeki hesabı, çoğu kere aksine gerçekleşir. Çünkü, nice az topluluk vardır ki, çok topluluğa galip gelmiştir.
Allah'ın size, iki taifeden -kervan yahut savaş için gelenler- birine sahip olmayı vaad ettiği zamanı hatırlayın.
Siz silahı, kuvveti, gücü olmayanın -sadece 40 atlıdan ibaret kervanın- sizin olmasını istiyorsunuz. Cenab-ı Hak, onların savaşı istemeyip mala tama'la-nna tarizde bulunmak için, böyle buyurdu. Sayılarının çokluğu silah ve askerî malzemelerinin üstünlüğü sebebiyle, güç, Mekkeli savaşanlar tarafındaydı.
Allah ise, müşriklerin yenilgiye uğraması, müminlerin muzaffer olması için, size bundan başkasını -güçlü kuvvetli savaş için çıkan Mekkeli müşriklerle savaşmak- istiyor. Güçlü müşriklerle muharebede peygamberine indirdiği ayetlerle, müminlere yardım için meleklere emir vermekle, müşriklerin esaretini ve katlini takdir etmekle, yüce Allah, hakkı sabit kılmak ve yüceltmek murad ediyor.
Allah yapacağını yaptı. Azgın asi mücrimler istemese de, İslâm'ı sabit ve üstün kılmak, küfrü, şirki, bâtılı yok etmek, ortadan kaldırmak için müminlere yardımını gerçekleştirdi. Bu sadece, kervanı ele geçirmekle değil, aksine küfür liderlerinin ve şirk önderlerinin katliyle oldu.
Hakkı gerçekleştirmek ve bâtılın boş olduğunu göstermek, hakkın hakim, bâtılın yok olduğunu, delillerle ve beyyinelerle ortaya çıkarmak, hak liderlerini takviye etmek, batıl liderlerini de kahretmekle olur. [6]
Bedir Savaşında Meleklerin Yardım Etmesi
9- Hani siz Rabbinizden imdat istiyordunuz. O da: "Muhakkak ben size, birbiri ardınca bin melekle yardım edeceğim" diyerek duanızı kabul etmişti.
10- Allah bunu ancak size bir müjde olsun, kalbleriniz o sayede tümüyle rahatlasın diye yapmıştı. Yardım yalnız Allah katındandır. Şüphesiz Allah, mutlak galiptir. Yegâne hüküm ve hikmet sahibidir.
11- Hani O size, emniyet için hafif bir uyku vermişti. Onunla sizi tertemiz yapmak, sizden şeytanın murdarlığını gidermek, kalblerinizi bağlamak ve onunla ayakları pekiştirmek için üstünüze gökten bir su indiriyordu.
12- Hani Rabbin meleklere: "Şüphesiz ben, sizinle beraberim, iman edenlere sebat verin" diye vahyediyordu. "Ben, kâfirlerin kalblerine korku salacağım. Artık onların boyunlarının üstüne ve her parmağına vurun".
13- Bu, onların Allah'a ve Rasûlü'ne karşı geldiklerinden dolayıdır. Kim Allah'a ve Rasûlü'ne karşı gelirse, Allah'ın cezası çok şiddetlidir.
14- Bu şimdiki azabınız. Onu tadın, Kâfirler için bir de ateşin azabı vardır.
Açıklaması
Ey müminler! Mutlaka savaş gerektiğini anlayıp: "Ey Rabbimiz! Düşmanına karşı bize yardım et. Ey yardım isteyenlere pek çok yardım eden! Bize yardım et" diye Rabbinize dua ettiğiniz vakti hatırlayın... Bundan murad, onlara, dualarına icabet eden Allah'ın nimetini hatırlatmaktır ki şükretsinler, Allah'ın kendilerine olan fazl ve rahmetini bilsinler.
O, sizin duanıza icabet etti, birbiri peşi sıra meleklerle yardım etti. Önce bin melekle yardımda bulundu. Bunu diğerleri takip etti. Üç bin, daha sonra beş bin melek. Nitekim, Allahü Teâlâ şöyle buyurur: "O zaman sen müminlere: İndirilen üç bin melekle Rabbinizin size imdat etmesi yetmez mi? diyordun" (Al-i İmran, 3/124).
Sonra da: "Evet, siz sabreder, sakınırsınız, bunlar da ansızın üstünüze gelecek olurlarsa, Rabbiniz nişanlı beş bin melekle size yardım edecektir" (Al-i İmran, 3/124-125).
Allahü Teâlâ melekleri, size zafere ulaşacağınızı müjdelemek ve sizin kalblerinizi teskin etmek için gönderdi. Düşmanlarınıza karşı size yardım etmeye, yalnızca Allahü Teâlâ kadirdir.
Savaşta gerçek zafer ancak Allah'tandır. Melekler ve diğer görünür sebeplerden değildir. Şüphesiz Allah, mağlup edilemez güçtedir. Hikmet sahibidir. Hiçbir şeyi mevziinin dışına koymaz. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: "Eğer Allah dilese, elbette onlardan intikam alırdı. Fakat bazınızı bazınızla imtihan etmesi içindir." (Muhammed, 47/4).
Bedir günü, melekler fiilen savaştı mı? Bazı alimlere göre, melekler savaşmadılar. Müminlere manevi takviye yapıldı. Onlar müminlere sebat veriyorlardı. Yoksa, tek bir melek bütün dünya halkını helak etmeye kafidir. Nitekim Cibril (a.s.) kanadından bir tüy ile, Lut kavminin yaşadığı Medain beldelerini helak etti.
Alimlerin çoğunluğuna göre ise, Bedir günü Cibril (a.s.), beş yüz melekle, Hz. Ebû Bekir'in de içinde bulunduğu ordunun sağ tarafına indi. Mikâil, (a.s.) beş yüz melekle, Hz. Ali'nin de içinde bulunduğu ordunun sol tarafına indi. Melekler insan sûretindeydi, üzerlerinde beyaz elbiseler ve beyaz sarıklar vardı.
Meşhur olan görüş budur. İbni Abbas'm şöyle dediği rivayet olunmuştur: Allah, Peygamberine (s.a.) ve müminlere bin melekle yardım etti. Cibril, beş yüz meleğin yanında, Mikail beş yüz meleğin yanındaydı. İbni Cerir ve Müslim, İbni Abbas ve Ömer yoluyla gelen bu hadisi rivayet ederler. Daha başka hadisler de vardır. Eğer bu hadisler olmasaydı, birinci görüş muteber olabilirdi. Rivayete göre Ebû Cehil, İbni Mes'ud'a: "Hiçbir kimse görmediğimiz halde, duyduğumuz o ses nerden geliyordu?" diye sormuş, o, meleklerden deyince, Ebu Cehil: "İşte bizi onlar yendi, siz değil" demiştir.
İttifak olunan görüşe göre, Uhud günü melekler, savaşmadı. Çünkü Allah, müminlere, sabır ve takva üzere bulunmaları şartıyla zafer vaad etmiş, onlar da bu şartı yerine getirmemişlerdi.
Meleklerin müminlerle birlikte savaşması, müminlerin en mükemmel ve en iyi bir şekilde savaşma görevlerini azaltmıyordu. Nitekim onlar, takdire değer bir şekilde savaştılar. Buharî ve Müslim'le gelen bir rivayete göre Resulullah (s.a.), Hâtıb b. Ebî Beltaa'nm öldürülmesi konusunda Hz. Ömer'le müşavere ettiği zaman şöyle dedi: "Şüphesiz o Bedir'e katıldı. Nereden biliyorsun, belki de Allah Bedir savaşma katılanlara: İstediğinizi yapın, sizi mağfiret ettim, buyurdu."
Bedir olayı Kureyş üzerinde çok etkili oldu. Meşhur kimseler olmalarına rağmen, müslüman kılıçlarıyla ve mızraklarıyla, hem de gençler eliyle öldürüldüler. Bu, onların küfürlerinin ve inadlarınm cezasıydı. Allahü Teâlâ peygamberleri yalanlayan geçmiş ümmetleri, çeşitli -musibetlerle cezalandırdı. Nitekim Nuh kavmini Tufanla, Ad kavmini soğuk bir rüzgarla, Semûd'u helak edici şiddetli bir sesle, Lût kavmini bulundukları yeri altını üstüne getirmekle, Şu-ayb kavmini şiddetli bir deprem ve bir buluttan üzerlerine yağan ateş yağmurlarıyla Firavun ve kavmini denizle helak etti.
Allah'ın Bedir günü müslümanlara olan ilk nimeti, onlara meleklerle yardım etmesi, diğer nimeti onlara uyku hali vermesi ve yağmur indirmesidir: "Hani O size, emniyet için hafif bir uyku vermişti..." Yani kendinizi az, düşmanı çok görmeniz sebebiyle meydana gelen korkudan emin kılan hafif bir uyku nimetini hatırlayın. Çünkü kendisine hafif uyku gelen kimse, korku hissetmez, rahat eder, güç ve kuvvetini yeniler. Beyhakî Delâil'de, Ali (r.a.)'m şöyle dediğini rivayet eder: "Bedir günü, içimizde Mikdâd'dan başka atlı yoktu. Biz hepimiz uyuduk, sadece Resulullah, bir ağacın altında sabaha kadar namaz kılıp dua etti."
Bu hafif uyku hali, savaştan önceki gece oldu. Şiddetli korku içindeki büyük topluluk, bir mucize olarak önlerinde çok mühim iş olduğu halde birden uyudu.
Maverdî şöyle der: O gece Allah'ın onlara uyku verme lütfunda bulunmasında iki hikmet vardır:
Birincisi: Dinlenmelerim sağlayarak ertesi günkü savaş için onları kuvvetlendirdi.
İkincisi: Kalblerinden korkuyu gidererek onları emniyete kavuşturdu. Emniyet uyutur, korku uykusuz bırakır.
Cenâb-ı Hak, onlara Uhud günü de uyku verdi. Nitekim şöyle buyurur: "Sonra o kederin ardından üzerinize bir emniyet, bir uyku indirdi ki, o içinizden bir grubu örtüp buruyordu. Bir grub da canları sevdasına düşmüşlerdi." (Âl-i İmran, 3/154).
Yine Allah size, sizi abdestsizlik ve cünüplük halinden temizlemek, sizden şeytanın vesvesesini ve susuzluk korkusunu gidermek, kalblerinizi düşmanla savaşa cesaretlendirmek -ki bu bâtını cesarettir- ayaklarınızı sebat ettirmek -ki bu zahirî cesarettir- için gökten yağmur indirdi. Yağmurun indirilmesi dört faydayı gerçekleştirdi: Cünüplükten ve abdestsizlikten yıkanmakla şer1! ve his-sî temizlenme, şeytanın vesvesesini giderme, ruha sabrı alıştırma, ayakları kumlarda sebat ettirme.
Kur'ân'ın zahiri, uyku halinin yağmurdan önce, Ramazanın 17. gecesinde meydana geldiğine işaret eder. Mücahid ve İbni Ebî Nüceyh ise, yağmurun uykudan önce yağdığını söylemişlerdir.
Yağmur yağdırılmasının sebebi, İbnü'l-Münzir'in İbni Cerir et-Taberî ve İbni Abbas'tan naklettiğine göre şudur: Müşrikler müslümanlardan önce, suyu ele geçirdiler. Müslümanlar susuz kaldı. Abdestsiz ve cünüp halde namaz kıldılar. Kumluk içindeydiler. Şeytan kalblerine hüzün verdi. "İçinizde bir peygamber, kendinizin de veliler olduğunuza inanıyorsunuz, bir de abdestsiz ve cünüp halde namaz kılıyorsunuz, öyle mi?" dedi. Bunun üzerine Allah gökten bir yağmur indirdi, vadi su ile doldu, müslümanlar su için de temizlendiler, ayaklan sabit olup kaymadı, şeytanın vesvesesi de böylece gitmiş oldu.
Resulullah ve ashabı, yağmur suyundan toplanan suya gittiler ve orada konakladılar. Su havuzları yaptılar. Geri kalan suları da yok ettiler. Resulullah için, savaş meydanını gören bir tepe üstünde çardak yapıldı.
İbni İshak'm Siyret'inde zikrettiği İbni Hişam'ın da onu takip ettiği gibi, Resulullah (s.a.) Bedir'e yürüdüğü zaman, bulduğu en yakın su başına indi. Hubab ibni Münzir, Resulullah'a yaklaşarak: "Ya Resulullah! Bu yeri sen kendin mi belirledin, yoksa Allah'ın bir vahyi sonucu mu?" diye sordu. Resulullah: "Kendi görüşümle belirledim" deyince, Hubab: "Burası iyi bir mevki değil. İnsanları, onlara en yakın bir su kenarına götür. Oraya yerleşiriz. Sonra onun dışındaki kuyuları kör kuyu haline getirir, üstlerine bir havuz yapıp doldurur, ardından da, düşmanla savaşırız, Biz su içtiğimiz halde, onlar içemezler" dedi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.): "Güzel bir görüş ileri sürdün" dedi ve öyle yaptılar.
İbni Kesir şöyle der: Bu hususta en güzel görüş, İmam Muhammed ibni İs-hak b. Yesar'ın Urve ibni Zübeyr'den yaptığı rivayettir. O şöyle demiştir: Allah yağmur yağdırdı. Vadi kaygan hale geldi. Öyle ki, Resulullah ve ashabı yapışkan çamur içinde kaldı. Fakat bu, yürümelerine engel olacak şekilde değildi. Kureyş ise, öyle bir çamura maruz kaldı ki, oradan gitmeye güçleri yetmedi.
Bence de, Kur'ân'ın metni İbni Kesir ve Taberî, Zemahşerî ve Razî gibi müfessirlerin çoğunun benimsediği bu rivayetlere uygun düşüyor. Beyzavî de, bunu destekleyen bir rivayeti zikrederek şöyle der: Rivayete göre Bedir savaşına katılan müslümanlar, suyu olan, ayakların kaydığı kumluk bir yerde konakladılar, uyudular, çoğu ihtilam oldu. Suyu müşrikler ele geçirdi. Bunun üzerine şeytan müslümanlara vesvese verdi: Siz nasıl zafere ulaşacaksınız? Su meselesinde mağlubiyete uğradınız. Allah'ın veli kulları olduğunuzu sandığınız, Allah'ın Rasûlü içinizde olduğu halde, siz abdestsiz ve cünüp olarak namaz kılıyorsunuz.
Müslümanlar korktular. Bunun üzerine Allah, yağmur yağdırdı. Yağmur bütün gece yağdı. Vadi aktı. Kenarında müslümanlar havuzlar yaptılar, hayvanlarını suladılar, abdest aldılar, guslettiler. Düşmanla aralarındaki kumluk arazi ayakların kaymıyacağı şekilde sertleşti. Şeytanın verdiği vesvese ortadan kalktı. Sonra Beyzavi, Cenab-ı Hakk'm: "Kalblerinizi bağlamak için" sözünün manasını açıklıyor.
En sahih görüş ise, Kurtubî'nin İbni İshak'ın Siyret'inden zikrettiği görüştür. Bu, rivayetlerin arasını bulan bir görüştür: Yağmurun yağmasıyla birlikte olan haller, Bedir'e varmadan önce meydana geldi.[7]
Bedirde müminlere bahşolunan gizli nimetlerden biri var ki, Allah onu müminlerin şükretmesi için açığa çıkarmıştır. O da, Allah'ın meleklere, kendisinin, meleklerle beraber olduğunu ilham etmesidir."Hani Rabbin meleklere: Şüphesiz ben sizinle beraberim." Ayete bu şekilde mana verildiği gibi: "Hani Rabbin meleklere: "Şüphesiz ben müminlerle beraberim. Dolayısıyla onlara yardım edin, onları sebat ettirin." şeklinde de mana verilebilir. Razî bu ikinci mana için "bu kelamdan maksat, korkutmayı ortadan kaldırmaktır. Melekler, kâfirlerden korkmuyorlardı, müslümanlar korkuyordu" diyerek, daha uygun bulur.[8]
Yardımdan amaç, savaşın şiddetli zamanlarında gelen yardım ve destektir.
Müminlerin kalblerini sebat ettir, azimlerini kuvvetlendir. Onlara, Allah'ın Rasûlüne ve müminlere yardım etmeyi vaadettiğini, Allah'ın vaadinden dönmeyeceğini hatırlat.
Denilmiştir ki, melekler, müminlerin tanıdığı erkekler suretine bürünüp öyle yardım ediyorlardı. Beyhâkî, Delaü'de şöyle tahric eder: Melek, bir kişiye, onun tanıdığı kişi şeklinde geliyor ve: "Müjde. Onlar az, Allah sizinle beraber, hücum edin" diyordu.
Zeccâc'dan naklolunan rivayete göre, sebat ettirmenin manası şudur: Şeytanın şer ilka etme-vesvese kuvveti olduğu gibi, meleğin de hayır ilka etme-il-ham kuvveti vardı.
Sonra Allahü Teâlâ: "Ben sizinle beraberim" sözünden muradını zikretmiştir. Bu sözün manası: Kâfirlerin kalblerine korku vermekle size yardım etme hususunda, sizinle beraberim, demektir. Allah'ın müminlere olan nimetlerinin en büyüklerinden biri de, kâfirlerin ruhlarına korku ve ürküntü ekmesidir.
Onların başlarını vurun, koparın, ayak ve el parmaklarını kesin.
Sonra Allahü Teâlâ, müminlere yardım etme sebebini açıklayarak şöyle buyurur: "Bu, onların Allah'a ve Resulüne karşı geldiklerinden dolayıdır..." Yani peygambere ve müminlere yapılan sözkonusu yardım, müşriklerin Allah'a ve Resulüne düşmanlık ve muhalefet etmeleri sebebiyledir. Onlar, şeriata uymayı, ona iman etmeyi bir tarafa bıraktılar.
Kim Allah'a ve Rasûlüne muhalefet edip düşmanlık ederse, onun için dünyada hezimet ve rüsvay olmak olduğu gibi, ahirette de şiddetli bir azab vardır.
Ey Allah'a ve Rasûlüne muhalefet eden kâfirler! Dünyada size acele tarafından verdiğim bu hezimeti, zilleti, cezayı, öldürülmek ve esir edilmek gibi halleri acilen tadın. Eğer küfürde ısrar ederseniz, ahirette de, sizin için cehennem azabı vardır. [9]
Harpten Kaçma Meselesi Ve Yardımın Allah'tan Olduğu
15- Ey iman edenler! Toplu bir halde kafirlerle karşılaştığınız zaman onlara arkanızı dönmeyin.
16- O gün kim savaşmak için bir tarafa çekilmek, ya da başka bir birliğe katılmak dışında arkasını dönerse, Allah'ın gazabına uğramış olur. Onun yeri de cehennemdir. O, ne kötü bir dönüş yeridir.
17- Onları siz öldürmediniz. Fakat Allah öldürdü onları. Attığın zaman da, sen atmadın, ancak Allah attı. Müminleri, kendinden güzel bir imtihan ile denemek için. Şüphesiz Allah, hakkıyla işitendir, çok iyi bilendir.
18- Bu, böyledir. Şüphesiz Allah, kâfirlerin tuzaklarını yıpratıcıdır.
19- Eğer siz fetih istemekteyseniz, işte size o fetih gelmiştir. Eğer vazgeçerseniz, bu sizin için daha hayırlıdır. Yine dönerseniz, biz de döneriz. Topluluğunuz çok da olsa, sizden hiçbir şeyi sa-vamaz. Çünkü Allah müminlerle beraberdir.
Açıklaması
Ey Allah ve Rasûlünü tasdik edenler! Sizinle savaşmak isteyen ordu halindeki düşmanınıza yaklaştığınız zaman, onların sayısı çok, sizin sayınız az da olsa, onlardan kaçmayın. Allah sizinle beraberdir. Düşman önünden kaçmak ancak iki halde caizdir:
1- Taktik olarak; yenilmiş gibi görünüp geri çekildikten sonra savaşmak için toparlanıp tekrar harekete geçmek için. Bu bir savaş hilesidir.
2- Düşmanla savaşmak düşüncesiyle düşmanla savaşan diğer bir İslâm topluluğuna katılmak için.
Bu iki durum dışında, kim savaştan korkup kaçarsa, Allah'ın gazabına uğrar. Ahirette onun varacağı yer cehennemdir. O, ne kötü bir dönüş yeridir. Bey-zâvî şöyle der: Bu, düşmanın iki mislinden fazla olmadığı zamandır. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: "Şimdi Allah zaafınız olduğunu bildiğinden sizden yükü hafifletti" (Enfal, 8/66). İbni Abbas da şöyle demiştir: "Kim üç kat düşmandan kaçarsa, kaçmamış demektir. Kim iki kat düşmandan kaçarsa, o, kaçmış sayılır." Ayet, savaştan kaçmanın haram olduğuna işaret eder. Bu, büyük günahlardandır. Şeyhayn'ın Ebû Hüreyre'den rivayet ettikleri hadiste Peygamber (s.a.): "Helak edici yedi şeyden sakının" buyurdu. Ashab: "Ya Resulullah! Bu yedi şey nedir?" diye sorduklarında Rasûlü Ekrem: "Allah'a ortak koşmak, sihir yapmak, haklı bir neden olmaksızın Allah'ın öldürülmesini haram kıldığı bir hayatı öldürmek, faiz, yetim malı yemek, düşmana hücum sırasında savaştan kaçmak ve zinadan uzak müslüman kadınlara zina isnad etmek" buyurdu.
Sonra Allahü Teâla, düşmanlara karşı yardım edeceğini ifade ederek, düşman önünde sebat ve sabır edilmesi zaruretini ifade etti: "Onları siz öldürmediniz." Yani siz onları öldürmekle iftihar etseniz de, onları kendi kuvvet ve maddî gücünüzle siz öldürmediniz. Onları sizin elinizle Allah öldürdü. Çünkü, melekleri indirip onların kalbine korku veren, zafer dileyen, kalblerinizi kuvvetlendirip korku ve sıkıntıyı gideren O'dur. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: "Onlarla savaşın ki, Allah ellerinizle onları azablandırsın. Onları rüsvay etsin, size onlara karşı galibiyet versin" (Tevbe, 9/14).
Müslümanlar, Mekkelileri yenip öldürdüğü ve esir ettiği zaman, birbirlerine karşı övünmeye başladılar. Her konuşan "ben öldürdüm, ben esir ettim" diyordu.
Kureyş ortada görününce, Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "İşte Kureyş. Onları buraya, gurur ve kibirleri getirdi. Allahım! Senden, bana vaadini yerine getirmeni istiyorum." Cibril (a.s.) geldi ve: "Bir avuç toprak al, onlara at" dedi. İki topluluk karşılaştığında Resulullah (s.a.) Ali (r.a.)'ye "Bana şu vadinin çakıl taşlarından bir avuç ver" dedi. Aldığı bir avuç çakıl taşını kâfirlerin yüzlerine attı. "Yüzleri geri gitsin" dedi. Hepsi de, gözüyle meşgul oldu, yenildiler, müminler, onları öldürmeye ve esir etmeye koyuldular... İşte onlara şöyle denildi: Onları öldürmekle iftihar etseniz de, onları siz öldürmediniz, sizin kalblerinizi sebat ettirmek ve onların kalblerine korku vermekle, Allah öldürdü. Ey peygamber! Bir avuç toprağı attığın zaman, gerçekte sen atmadın. Çünkü, senin attığın şeyin tesiri bütün insanlara ulaşamaz. Onların hepsinin gözlerine, ancak toprağı onların gözlerine ulaştırmakla Allah attı. Görünürde Resulullah (s.a.) attı, tesiri Allah'tan görüldü.
Peygamber (s.a.) Huneyn günü de toprak attı.
Öldürme işinde, Cenâb-ı Hakk'ın fiili ile, Peygamber ve müminlerin fiili arasında fark var: Sonuçları gerçekleştiren Allah'tır, insan ise, zahiri sebeblere yapışmaktadır. Bütün işlerde durum böyledir.
Allahü Teâlâ bütün bunları, müşrikleri rezil etmek, müminleri de güzel bir şekilde imtihan etmek; yani düşmanları çok, kendileri az olduğu halde, düşmanlarına karşı müminleri üstün kılma nimetini anlasınlar ve şükretsinler diye yaptı.
Şüphesiz Allah, her türlü sözü işiticidir. Savaştan önce, peygamberin ve müminlerin Rablerine olan dualarını ve yardım isteklerini işitir. Onların hallerini ve niyetlerini, zafere ve ganimete lâyık olanları bilir.
Sonra Allahü Teâlâ, zaferle beraber başka bir müjdeyi zikrediyor. Onlara, kâfirlerin gelecekteki tuzağını boşa çıkaracağını, onların müslümanlar aleyhindeki her türlü hareketlerini hüsrana uğratacağını haber veriyor.
Sonra Allahü Teâlâ, tarizli tarzda Mekkelilere hitap ediyor: Eğer fetih istiyorsanız, işte fetih geldi. Eğer iki ordudan üstün ve doğru yolda olan için zafer istiyorsanız, işte istediğiniz şey geldi. Üstün ve doğru olana zafer nasib oldu, aşağılık ve sapık olanlar helak oldu.
Sonra Allahü Teâlâ onları korkutarak şöyle buyurdu: Eğer küfürden, Allah'ı ve Rasûlünü yalanlamaktan, peygamberine düşmanlıktan vazgeçerseniz bu sizin dünya ve ahiretiniz için daha hayırlıdır. Denendiğiniz ve öldürüldüğünüz, esir edildiğiniz savaştan daha faydalıdır. Eğer onunla savaşa, küfür ve sapıklığa dönerseniz, biz de ona yardıma sizi hezimete uğratmaya döneriz. Nitekim Cenâb-ı Hak, İsrailoğulları'na şöyle buyurur: "Dönerseniz, biz de döneriz" (İsra, 17/8) Tefsirini yaptığımız ayetteki hitap kafirleredir. Ayetin gelişinden bu anlaşılmaktadır. Hitabın müminlere olduğu da söylenmiştir. Çünkü Allahü Teâlâ'nın: "İşte size fetih geldi" sözü, ancak müminlere uygun düşer. Ancak buradaki fethi, beyan, hüküm ve kaza manasına hamledersek, o zaman kafirler de kasdolunabilir.
Sizin topluluğunuz çok da olsa, size fayda vermeyecektir. Çünkü çokluk, azlık önünde her zaman zafere ulaşmaz. Az, sabra, sebata ve Allah'a imana sarıldığı zaman, aksi olur.
Allahü Teâlâ yardımla, destekle ve başarıya muvaffak buyurmakla müminlerle beraberdir. Siz ne kadar topluluk toplarsanız toplayın, Allah'ın beraber olduğu kimseleri mağlup edecek hiçbir kimse yoktur: "Ve muhakkak bizim ordumuz, elbette onlar galib olanlardır" (Saffat, 37/173). "Galip gelecek olanlar, yalnız Allah'ın taraftarlarıdır" (Maide, 5/56). "Şeytanın taraftarları, hüsrana uğrayanların ta kendileridir" (Mücadele, 58/19). [10]
Allah'a Ve Rasulüne İtaati Emir, Muhalefetten Korkutma
20- Ey iman edenler! Allah'a ve Resulüne itaat edin. İşittiğiniz halde ondan yüz çevirmeyin.
21- İşitmedikleri halde "işittik" diyenler gibi olmayın.
22- Allah katında yerde yürüyen hayvanların en kötüsü, akıl erdirmeyen sağır ve dilsizlerdir.
23- Eğer Allah onlarda bir hayır olduğunu bilseydi, elbette onlara duyururdu. Onlara işittirseydi de yine yüz çevirici olarak arkalarına dönerlerdi.
Açıklaması
Allahü Teâlâ mümin kullarına, kendisine ve peygamberine itaati emrediyor. Bu emre muhalefetten ve inatçı kâfirlere benzemekten men ediyor.
Ey iman edip tasdik edenler! Cihada katılma ve malı terketme hususundaki davette, Allah'a ve Rasûlüne itaat edin. Rasûlüne ve emirlerine itaati ter-ketmeyin. Cihadı ve cihad yolunda sözünü ve öğütlerini dinleyin. Burada dinlemek, anlayıp kavramak üzere dinlemektir. Müminlerin özelliği budur: "Dinledik, itaat ettik. Ey Rabbimiz! Mağfiret isteriz ve dönüş ancak sana'dır" dediler" (Bakara, 2/285).
Dinlemedikleri halde "dinledik" diyen münafıklar ve müşrikler gibi olmayın. Onlar duyuyor, kabul ediyor gibi görünüyorlar, ama durum öyle değildir.
Sonra Allahü Teâlâ, onların mahlûkların en kötüleri olduğunu haber veriyor: Allah katında, yeryüzünde dolaşan varlıkların en şerlileri, hakkı duymayan, ona tabi olmayan, hakkı konuşmayan, hakkı anlamayan, hak ile bâtılı, hayırla şerri, hidayetle dalâleti, İslâm'la küfrü anlamayan, duyuları çalışmaz hale getirip faydalı ve zararlıyı ayırdedemeyen kimselerdir. Eğer onlar, akıllarını cahiliyye asabiyetinden ve taklitten uzaklaşarak kullansalar, hak ve doğruyu bulurlar, kendileri için yararlı olan şeyin İslâm olduğunu anlarlardı. Ancak onlar, gerçekten hayvanlar gibi hakikatları anlamıyorlar: "Bunda kalbi olan veya kendisi şahit olarak kulak veren kimse için, elbette öğüt vardır" (Kâf, 50/37).
Sonra Allahü Teâlâ, onların sağlam bir anlayışları olmadığını, eğer nefislerinde hayra, imana, İslâm nuruna ve peygambere bir meyilleri olacak olsaydı, alıcı bir şekilde anlamaya muvaffak buyururdu. O, onları, hakikati anlamaya muvaffak buyursa, onlar yine de, sırf inatlarından dolayı ondan yüz çevireceklerdi. [11]
Ebedi Hayat Bulunan Şeye İcabet Etmek
24- Ey iman edenler! Sizi diriltecek şeylere davet ettiği zaman, Allah'ın ve Resulünün çağrısına uyun. Bilin ki Allah, kişi ile kalbi arasına girer ve siz gerçekten yalnız ona dönüp toplanacaksınız.
25- Bir de öyle bir fitneden sakının ki, o, içinizden yalnız zulmedenlere gelip çatmaz. Ve bilin ki Allah, şüphesiz azabı çetin olandır.
26- O zamanı hatırlayın ki, yeryüzünde azlık ve zayıf ve hakir görülen kimseler idiniz. İnsanların sizi tutup kapmasından korkuyordunuz da, yardımıyla kuvvetlendirdi. Size en temiz ve en hoş şeylerden rızık verdi. Tâ ki şükredesi-niz.
Açıklaması
Allahü Teâlâ, bu ayetlerde ve bundan önceki ayetlerde, iman sıfatının emir ve nehiylere uymayı gerektirdiğine işaret için nidayı, "iman edenler" lafzıyla tekrarladı.
Mana şöyledir: Ey müminler! Dünya vû ahiret saadetini, hayır ve salahınızı, her türlü hak ve doğruyu içine alan Allah'ın ve Rasulünün davetine -ki o, Kur'ân, iman, cihad ve her türlü hayır ve taattır- icabet edin. "Sizi diriltecek" sözünden amaç güzel ve sürekli olan hayattır. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: "Biz onu çok güzel bir hayat ile yaşatırız" (Nahl, 16/97). Buharî: "Sizi davet ettiği zaman" çağırdığında, sizi "diriltecek" ıslah edecek olan şeylere icabet edin demektir, der.
Fakihlerin çoğuna göre, emrin zahiri, vücubu ifade eder. Çünkü ondan sonraki: "Bilin ki, Allah kişi ile kalbi arasına girer ve siz gerçekten yalnız O'na dönüp toplanacaksınız" sözü, tehdit ve korkutma ifade eder.
Bu yüzden Resulullah (s.a.)'in ibadet, inanç ve muamele ile ilgili emirlerine, ciddiyet, azim ve gayretle sarılmak gerekir. Giyinmek, yemek, içmek ve uyumak gibi âdetle ilgili emirler, uyulması gerekli dinî emirler değildir.
Hz. Peygamber (s.a)'in emrettiği iman, Kur'ân, hidayet ve cihaddan kim yüz çevirirse o ölü gibidir. Güzel bir hayat, yahut ruhî bir hayat yaşamıyor demektir. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: "Bir ölü iken kendisini dirilttiğimiz, insanlar arasında yürümesi için nur verdiğimiz kimse, içinden çıkamayacağı karanlıklarda kalan kimse gibi midir?" (En'am, 66/122).
"Bilin ki Allah, kişi ile kalbi arasına girer" sözünün manası, aklınızı kaybetmeden, çabuk icabet edin, demektir. Kalb, düşünce yeridir. Mücahid, bu ayetin manası hakkında şöyle der: Kişi ile aklı arasına girer de, ne yaptığını bilmez. Nitekim Cenâb-ı Hak şöylo buyurur: "Muhakkak ki bunda kalbi olan kimse için, elbette öğüt vardır" (Kâf, 50/37).
Şöyle de denilmiştir: Onlarla kalbleri arasına ölüm girer, geçen zamanı yakalayamaz. Keşşâfda şöyle der: O, onu öldürür de, fırsatı kaçırmış olur. Şöyle de denilmiştir. İşleri bir halden bir hale değiştirir. Kurtubî şöyle der: Bu, Allah'ın "Cami" isminin tecellisidir. İmam Ahmed İbni Hanbel, Enes ibni Malik'in şöyle dediğini rivayet eder: Peygamber (s.a.): "Ey kalbleri bir halden bir hale çeviren Allah! Kalbimi dinin üzerinde sabit kıl" sözünü çokça söylüyordu. Ya Resulullah! Sana ve getirdiklerine inandık, bizden korkuyor musun, dedik. "Evet, kalbler, Allah'ın parmaklarından iki parmak arasındadır, onları ters yüz eder, çevirir" buyurdu.
Taberî'nin tercihi şöyledir: Bu Allah'ın, kullarının kalblerine kendilerinden daha çok sahip olduğunu, dilediği zaman kalbleriyle kendileri arasına girdiğini, hatta insanın ancak Allah'ın dilemesiyle bir şeyi anlayabildiğini haber vermektedir.
Bence ayetin tefsiri konusunda Taberî ve Kurtubî'nin tercihi en doğru görüştür. Mana şöyle olur: Allah, insanın kalbini, fikrini ve iradesini kontrol altında tutar, işleri nasıl dilerse, eliyle bir halden bir hale çevirir. Bütün şeylerde tek tasarruf yetkisine o sahiptir. Sahiplerinin güçlerinin yetmeyeceği şekilde kalble-re yön verir, dilediği gibi, onların yönelişlerini, maksat ve niyetlerini değiştirir. Ayetten maksat, hastalık, ölüm gibi birtakım engeller çıkmadan itaata teşviktir.
Cebre inananlara göre mana şöyledir: Allah, kâfir kişiyle itaati, itaatkar kişiyle masiyeti arasına girer. O halde, mesut ve bahtiyar kişi, Allah'ın mesut ve bahtiyar kıldığı kişi; bedbaht ve sapık kişi ise, Allah'ın saptırdığı kişidir. Allah'ın saptırdığı ve rüsvay ettiği kimse hakkındaki işi, adalettir. Üzerine vacip olanı gerçekten yapmazsa, o zaman adalet sıfatı ortadan kalkar.
Mu'tezile'den Cübbaî şöyle der: Allah'ın, kendisiyle imanı arasına girdiği kimse âcizdir. Acizin işi taşkınlık ve cahilliktir. Bu, caiz olsaydı, Allah'ın bize göğe çıkmayı emretmesi caiz olurdu. Nitekim müzmin hastanın ayakta namaz kılması emredilmeyeceği hususunda ittifak varken, bu, Allah hakkında nasıl caiz olur? Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Allah hiçbir kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemez..." (Bakara, 2/286).
Sonra Allahü Teâla mümin kullarını, azken çok yapması, zayıf korkak kimselerken kuvvetlendirmesi ve yardım etmesi, fakirken güzel rızıklarla rızıklandırması gibi ihsanı ve iyiliği ile uyandırdı. Bu, Mekke'den Medine'ye hicretten önceki müminlerin haliydi. Cenâb-ı Hak müminlere, Allah'a ve Rasûlü-ne itaati emrettikten sonra, masiyetten sakınmalarını da emretti. Bu teklifi, bu ayetle pekiştirdi. Şöyle buyurdu: Ey mücahidler! -Hitabın o çağdaki bütün müminlere olduğu da söylenmiştir- Siz, Mekke'de azlık ve zayıf, müşrikler çokluk ve size kötü işkence tattırdığı, ve insanların sizi öldürmek ve soymak için süratle yakalamasından korktuğunuz vakti hatırlayın. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: "Görmediler mi ki, biz onlara emin bir harem (belde) kıldık. Bununla birlikte onların etrafından insanlar kapılırlar" (Ankebut, 29/67).
"Biz onları emin bir hareme yerleştirmedik mi? Ki ona her çeşit meyvelerden tarafımızdan bir rızık olmak üzere gelir" (Kasas, 28/57).
"O sizi barındırdı": Medine'de, sizin sığınacağınız bir yer hazırladı. Size, Bedir ve diğer savaşlarda yardım etti. Bereketli, güzel, hoş yiyeceklerle rızıklandırdı, ganimetleri size helâl kıldı. Bu büyük nimetlere şükredip, nimeti hatırlatmaktan maksat, onları Allah'a itaat ve ilâhî nimete teşekküre teşvik etmektir.
İbni Cerir et-Taberî, Katade b. Deâme es-Sedûsî'nin: "O zamanı hatırlayın ki, yeryüzünde az zayıf ve hakir görülen kimseler idiniz" ayeti hakkında şöyle dediğini rivayet eder: Bu arap kabilesi, çok zelil ve yaşayış bakımından çok düşkün, aç, çıplak, sapık bir kavimdi. İran'la, Rum arasında bulunan bir taşın çevresinde toplanır ibadet ederlerdi. Vallahi, beldelerinde, hased edilecek bir şey yoktu. Herkes yoksulluk içindeydi. Ölenler ateşe atılıyordu. Yemiyor yeniliyorlardı. Vallahi, o gün yeryüzünde onlardan daha kötü durumda bir kabile yoktu. Nihayet, Allah İslâm'ı gönderdi, o beldelere hakim kıldı, onunla rızıkla-rını genişletti, onları insanlara melikler kıldı. Allah onlara, müslümanlıkları sebebiyle gördüğünüz şeyleri verdi. O halde nimetlerinden ötürü Allah'a şükredin. Şüphesiz Rabbiniz verdiği nimetlere karşı şükrü sever. Şükredenlere olan nimetlerini artırır. [12]
Allah'a, Peygambere Ve Emanete Hıyanet
27- Ey iman edenler! Allah'a ve Rasûlü- ne hainlik etmeyin. Siz kendiniz bile bile kendi emanetlerinize hainlik eder misiniz?
28- Bilin ki' mallarmız ve çocuklarınız ancak birer imtihandır ve büyük mükâfat şüphesiz Allah katmdadır.
Açıklaması
Allahü Teâlâ, bu ayette, şerl mükellefiyetlerin eksiksiz olarak yapılmasının gerekli olduğunu belirtiyor.
Ey Allah'ın peygamberlerine ve Kur'ân'a inanan müminler! Farzlarını yapmamakla, ya da koyduğu sınır ve haramlarını tecavüz etmekle Allah'a hıyanet etmeyiniz. Sünnetine sarılmamakla, emrettiklerini yapmamak ve neh-yettiklerinden kaçınmamak, arzularına ve babalarınızdan miras aldığınız şeylere uymakla peygambere hıyanet etmeyin. Aranızda birbirinizden aldığınız emanetlere, onlara riayet etmemekle hıyanet etmeyin. Bu, maddî emanetleri içine aldığı gibi, ümmete ait sırları düşmanlara aktarmak ve fertlere ait sırları insanlar arasında yaymak gibi şeyleri de içine alır. Emanet, Allahü Teâlâ'nın kullarına emanet ettiği farz ve had cinsinden amellerdir. Hıyanet ise farzları yapmamak, hükümlerini uygulamamak, sünnetlerine sarılmamak ve başkalarının haklarına riayet etmemektir.
Ve siz hıyanet ettiğinizi biliyorsanız. Bunun sonucunu da biliyorsunuz. İyi ile kötüyü birbirinden ayırt edebiliyorsunuz. Hıyanetin kötülüklerini biliyorsunuz. Hıyanet, unutarak değil, bile bile yaptığınız ihmaller, hatalardır.
Hıyanet: İnsanın küçük büyük günahlarını ve başkalarına zararı dokunan hareketlerini içine alır.
Güvenilirlik müminlerin, hıyanet ise münafıkların sıfatlanndandır. İmam Ahmed, Enes ibni Malik'in şöyle dediğini rivayet eder: "Ahdine riayet etmeyen kimsenin imanı yoktur." Buharı ve Müslim'in Ebû Hüreyre'den rivayet ettikleri hadis-i şerifte Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Münafıklığın alameti üçtür: Konuştuğu zaman yalan söyler, söz verdiği zaman sözünden cayar, kendisine bir şey emanet edildiği zaman hıyanet eder. Oruç tutup namaz kusa ve kendisinin müslüman olduğunu zannetse de..."
Sonra Allahü Teâlâ, insanı hıyanete sevkeden şeyin mal ve evlât sevgisi olduğu için, akıllı kimsenin o sevginin zararlarından çekinmesi uyarısında bulunarak: "Mallarınız ve çocuklarınız ancak birer fitnedir" buyurmuştur. Yani, şüphesiz ki, mallar ve çoluk çocuklar, Allah'tan birer imtihandır. Onlar hususunda Allah'ın hadlerini nasıl muhafaza ettiğinizi açığa çıkarmak için imtihan eder. Fitneye düşmenin tek sebebi ise günah yahut azaptır. Çünkü o, kalbi dünya ile meşgul eder, ahiretle ilgili amel işlemekten ahkoyar. İnsan, mal sevgisi, onu kazanıp biriktirme arzusuyla yaratılmıştır... Eğer insanda Allah korkusu olmazsa, cimrilik yapar, malm içinden Allah'ın haklarını vermez, fakirlere ihsanda bulunmaz, iyi, hayır ve güzel işlere harcamaz. Evlat sevgisi de insanın fıtratında vardır, bazan bu sevgi, insanı haram mal kazanmaya sevkeder. Onun için insan mal ve çoluk çocuk hususunda dikkatli olmalı, helal mal kazanmalı ve onu hayır ve iyi yolda harcamalı. Çocuklarına helâl olanı yedirmelidir ki, vücudlanna haram girmesin, dînî hükümlere bağlı, sorumluluk duygusu içinde ve haramlardan uzak bir şekilde yetişsin.
Sonra Allahü Teâlâ ayeti, kusur işleyeni uyandırıcı etkili bir sonuçla bitirerek: "Büyük mükâfat şüphesiz Allah kalındadır" buyurmuştur. Yani O'nun sevabı ve cennetleri, sizin için mallardan ve çoluk çocuktan daha hayırlıdır. Şurası bir gerçek ki, bazan onlardan düşman olanı olabilir, pek çoğu ise, sana gelebilecek bir azaptan seni kurtaramaz. Allah, dünya ve ahiretin tek sahibidir. O halde siz, mal, çoluk çocuk konularında şer1! ve dinî hükümlerine riayet ederek, Rabbinizin sevabını tercih edin, dünyadan yüz çevirin, mal toplamaya ve çoluk çocuk sevgisine aşırı düşkün olmayın ki, onlar yüzünden tehlikeye girme-yesiniz. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "O mal ve oğullar dünya hayatının süsüdür. Geri kalacak olan salih amelleridir ki, Rabbinin nezdinde sevapça da hayırlıdır, amelce de hayırlıdır* (Kehf, 18/46). [13]
Allah Korkusu Ve Bunun Fazileti
29- Ey iman edenler! Eğer Allah'tan korkarsanız, O size iyi ve kötüyü ayır-dedecek bir anlayış verir, suçlarınızı örter, size mağfiret eder. Allah, büyük lütuf sahibidir.
Açıklaması
Ey müminler! Emirlerine uymak ve yasaklarından kaçınmak suretiyle Allah'tan korkarsanız, size hak ile bâtılı ayırmaya yarayan bir hidayet ve kalble-rinizi aydınlatan bir nur verir. Bu nur, Allah'ın aşağıdaki ayetinde hikmet diye ifade ettiği takva üzerine kuruludur: "Kime hikmet verilirse, muhakkak ona pek çok hayır verilmiştir" (Bakara, 2/269). Şu ayette de aynı şeye işaret ediliyor: "Sizin için aydınlığıyla yürüyeceğiniz bir nur kılsın." (Hadid, 57/28).
Allahü Teâlâ, takva sahibine öyle bir yetenek verir ki, onunla doğru ile eğriyi, hakla bâtılı, İslâm'la küfrü birbirinden ayırd eder. Böylece Allah'ın şu ayetinde emrettiği gibi bir rabbani olur: "Fakat o: "Öğretmekte ve okuyup okutmakta olduğunuz kitap sayesinde Rabbaniler olun, der" (Aİ-i İmran, 3/79).
Yine, Allahü Teâlâ'dan korkarsanız, sizin geçmiş günahlarınızı ve kötülüklerinizi bağışlar, onları insanların gözlerinden siler, size çok sevap verir. Allah, geniş fazl ve büyük ihsan sahibidir. Buna benzer bir ayet de şöyledir: "Ey iman edenler! Allah'tan korkun, Rasûlüne de iman edin ki, rahmetinden size iki nasip versin. Sizin için aydınlığıyla yürüyeceğiniz bir nur kılsın ve size mağfiret etsin. Allah gafurdur, rahimdir" (Hadid, 57/28). [14]
Müşriklerin Peygamber (S.A.)'e Kurdukları Tuzak Çeşitleri
30- Hani bir zamanlar o kâfirler seni tutup bağlamaları veya öldürmeleri, ya da seni çıkarmaları için tuzak kuruyorlardı. Onlar bu tuzağı kurarlarken, Allah da bu tuzağın karşılığını kendilerine veriyordu. Allah, tuzak kuranla- ra karşılık verenlerin en hayırlısıdır.
ânlara ayetlerimiz (Kur'an) okunduğu zaman: "İşittik, eğer dilersek biz de elbet bunun benzerini söylerdik. Bu, eskilerin efsanelerinden başka bir şey değildir" demişlerdir.
Açıklaması
Ey peygamber! Müşriklerin, senin ve davanın aleyhine önemli bir meseleyi görüşmek üzere toplandığı o zamanı hatırla. O, nimete şükrü, ibret ve öğüt alınmasını gerektiren çok güç zamanda, Rabbinin seni desteklediğine ve davanda samimi olduğuna işaret eden bir şeydir.
Senin için üç şeyden birini uygulamayı düşünmüşlerdi:
1- Seni hapsederek, davetten alıkoymak.
2- Bütün kabilelerin ortak olacağı bir şekille seni öldürmek,
3- Seni memleketinden çıkarmak.
Onlar, sen farketmeden sana kötü bir şey yapmak için gizlice tuzak hazırlıyorlardı. Fakat Allah'ın kudreti, onların tuzağını boşa çıkardı. Herhangi bir ezaya maruz kalmadan seni, onların arasında sağ salim çıkardı. Mekke'den Medine'ye gittin. "Tuzak kuruyorlardı" sözü, ona yaptıkları tuzakları gizlediklerini gösterir. "Allah da bu tuzağı karşılığını onlara veriyordu" sözünün manası, onların tuzaklarını azapla cezalandırır demektir. "Allah tuzak kuranlara karşılık verenlerin en hayırlısıdır" sözünün manası şudur: Onun tuzağı, başkalarının tuzağından daha nüfuz edici, daha etkilidir. Çünkü Cenab-ı Hakk'm tedbiri hakkın zaferidir, bir adaletidir. Çünkü o, gerekli olanı yapar.
Buradan anlaşılıyor ki, kâfirlerin Hz. Peygamber'e ve onun davasına karşı tutumları, daima kötülük ve eza şeklinde olmuştur.
Allahü Teâlâ, onların Muhammed (s.a.)'in zâtına karşı hazırladıkları tuzağı anlattıktan sonra, getirdiği dine ve kitaba karşı hazırladıkları tuzağı da anlatarak şöyle buyurdu: "Onlara ayetlerimiz okunduğu zaman: "İşittik, eğer dilersek, biz de elbet bunun benzerini söylerdik. Bu, eskilerin efsanelerinden başka bir şey değildir" demişlerdi." Yani, Kur'ân'm açık ayetleri okunduğu zaman, cahilliklerinden, inatlarından, akılsızlıklarından ve kibirlerinden: İsteseydik, bunun benzerini biz de elbet söylerdik, dediler. Bu, zımmen, onların Kur'ân'm benzerini getirmekten acizliklerini itirafı içine almaktadır. Nitekim O, Kur'ân'm en kısa sûresini meydana getirmelerini istemiştir. Onların iddiası, korkak zayıf bir kimsenin cesur, kahraman bir kimsenin önünde, onu, öldürebileceği iddiasını savurması gibidir.
Bu sözün sahibi Nadr b. Haris'ti. Rivayet olunduğuna göre, Nadr b. Haris, ticaret yapmak üzere Hire'ye gitti. Kelile ve Dimme'nin sözlerini içine alan kitaplar satın aldı. İslâmiyetle alay edenlerle birlikte oturur, onlara eskilerin efsanelerini okur, onların da Muhammed (s.a.)'in zikrettiği önceki ümmetlerin kıssaları gibi olduğunu iddia ederdi.
Yine o, İran'a gider, Rüstem, İsfendiyar ve diğer İran büyükleriyle ilgili haberleri dinler, Yahudi ve Hristiyanlara uğrar, onlardan Tevrat ve İncil dinler, sonra duyduklarını anlatmak üzere Mekke'ye gelirdi.
Sonra yalan sözlerini daha yalanıyla açıklayarak şöyle dediler: Bu Kur'ân, ancak daha Öncekilerin haberleri, yalanları ve sözleridir. Ayetin benzeri şu ayettir: "Ve dediler ki: "Eskilerin masallarıdır ki onu yazdırmıştır. Onlar sabah ve akşam ona okunur" (Furkan, 25/5).
"Eskilerin efsaneleri" sözünün manası, önceki kavimlerin kitapları, onlardan öğreniyor ve onları insanlara okuyor, demektir. Bu, tam bir yalandır. Nitekim, şu ayette Cenâb-ı Hak, bunu haber vermektedir: "De ki: "Onu göklerin ve yerin gizliliklerini bilen Allah indirdi. Muhakkak ki O gafurdur, rahimdir" (Furkan, 25/6).
Bu sözü söyleyen Nadr b. Haris hakkında şu ayet nazil olmuştur: "İnsanlar içinde bilgisizce Allah'ın yolundan saptırmak ve onu bir eğlence edinmek için boş söze müşteri çıkanlar vardır" (Lokman, 31/6). O, insanları, Kur'ân dinlemekten alıkoymak için, geçmiş ümmetlerin haberlerini, insanlara okumak üzere güzel bir cariye satın almıştı.
Görüldüğü üzere onlar, Kur'ân ayetlerini geçmişlerin kıssalarına benzettiler. Ancak onların Hz. Muhammed tarafindan uydurulduğunu söylemediler. Çünkü onun doğruluğuna, yalan söylemeyeceğine inanıyorlardı. Nitekim bu hususta Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: "Onlar aslında seni yalanlamı-yorkt& Fakat o zalimler bile bile Allah'ın ayetlerini inkâr ediyorlar" (En'am, 6/33).
Nadr b. Haris, Ebû Cehil, Velîd b. Muğire gibi Kureyş'in ileri gelenleri, insanların Kur'ân'ı dinlemelerini engelliyor, sonra da kendileri geceleri Peygamberi dinlemeye çalışıyorlardı. Hatta, Velîd b. Muğire, Kur'ân ayetlerinden etkilenerek: "O üstün gelir, ona üstün gelinemez" dedi, sonra da müşrik liderlerin tesiriyle, araplar duymasın diye bu sözünü değiştirmeye çalıştı ve: "Şüphesiz bu, tesirli bir büyü" dedi. [15]
Müşriklerin Azab İstemeleri Ve Hz. Peygamber'e Hürmeten Azab Edilmemeleri
32- Hani bir zaman da: "Allah'ım, eğer bu, senin katından indirilmiş gerçekse, üzerimize gökten taş yağdır, yahut bize acıklı bir azab getir" demişlerdi.
33- Halbuki sen içlerindeyken Allah onlara azap edecek değildi. Onlar istiğfar ederlerken de, Allah onlara azap edecek değildir.
34- Neden Allah onlara azab etmesin? Onlar Mescid-i Haram'dan. -kendileri ona lâyık olmadıkları halde- alıkoyup duranlardır. O sakınanlardan başkaları onun ehilleri değildir. Fakat onların çoğu bilmezler.
35- Onların Beyt yanında duaları, ıslık çalmaktan ve el çırpmaktan başka bir şey değildi. Küfrünüzden dolayı azabı tadın artık.
Açıklaması
Ey Muhammed! Kureyş'in: "Allah'ım, eğer bu senin katından indirilmiş gerçekse, fil ashabını cezalandırdığın gibi, gökten indireceğin taşla bizi cezalandır. Ya da onun dışında acıklı bir azabla azablandır" dediği zamanı hatırla.
Bu, Allahü Teâlâ'nm Kureyş'in küfrünü, taşkınlığını, inadını ve kendilerine okunan Kur'ân ayetlerini dinledikleri zaman ileri sürdükleri bâtıl iddialarını haber vermedir. Onların: "Şüphesiz Kur'ân, evvelkilerin efsaneleri, onun uydurmasıdır. Eğer o gerçekten Allah tarafından gönderilmiş olsaydı, bizim bu inkârımız ve istediğimiz karşısında, Allah bize elbette taş, ya da acıklı azab indirirdi" sözlerini hikâyedir.
Onların muradı, Kur'ân'ın, Allah katından indirilen bir hak olduğunu inkâr etmekdi. O Allah katından indirilen hak olsa bile onlar ona tabi olmayacaklarını açıklamak içindi. Bilakis helaki tercih ediyorlar ve Kur'an Hak'tır diyenlerle alay ediyorlardı. Bu, inkârın en son noktası demekti. Son derecedeki cehaletlerinden, aşırı derecedeki yalanlamalarının alâmetidir. Nitekim başka ayetlerde de, onların acele tarafından ceza istedikleri ifade olunur: "Senden azabı çabucak isterler. Eğer muayyen bir vakit olmasaydı elbette onlara azab gelirdi. Onlara ansızın gelecektir. Ve onların haberleri olmaz." (Ankebut, 29/53)."Onlar azabdan nasibimizi bize acele ver (ki görelim) dediler" (Sâd, 38/16).
Sonra Allahü Teâlâ, onların azablarmın geciktirilme sebebini zikrederek: "Halbuki sen içlerindeyken Allah onlara azap edecek değildi" buyurmuştur. Yani, aralarında peygamber varken, onlara azab etmek, Allah'ın sünnetine, rahmetine ve hikmetine uygun düşmez. Çünkü O, onu âlemlere azab ve işkence için değil, rahmet olarak gönderdi. Allah hiçbir ümmeti, peygamberleri arala-rmdayken azap etmemişti. İbni Abbas şöyle demiştir: "Hiçbir ümmet, Peygamberleri ve müminler aralarından çıkıp emrolundukları yere varmadıkça azab olunmamıştır. O, onlar istiğfar ederken, geçmiş ümmetlerin azab olunduğu gibi, dünyada iken, köklerinin kazınması şeklinde bir azabla azablandırmaz."
İstiğfar edenler kimlerdir? İbni Abbas'a göre, onlar kâfirlerdir. Tavaf ederlerken: "Bizi affet ya Rab" diyorlardı. İstiğfar edenler fâcir de olsalar, bazı serler ve zararlar önlenir. Bazılarına göre de buradaki istiğfar, kafirlerin arasında bulunan ve hakir görülen müslümanlara racidir. Buna göre mana, içlerinde istiğfar eden müslümanlar varken, Allah onlara azab edici değildir, olur... Nitekim, onlar aralarından çıkınca, Allah onlara, Bedir'de ve daha başka yerlerde azab etti.
Denilmiştir ki: Burada istiğfarla İslâm murad olunmaktadır. Yani, onlar müslüman olacaklar iken, bazıları bazılarının peşinden müslüman olacakken, yahut onların Allah'a inanan ve ona istiğfar eden çocukları olacak iken, Allah onlara azab etmez, demektir.
Cenâb-ı Hak, onların dünyada, köklerinin kazınması şeklindeki bir azabla azablandırılmayacaklarını ifade ettikten sonra, başka bir ihtimali açıklamıştır. O da, gerektiğinde ve engel de ortadan kalktığında, köklerinin kazınması şeklindeki bir azabtan başka bir azabla azablandırılabileceklerdir. "Neden Allah onlara azap etmesin?" Yani, Allah, onları niçin başka bir azabla azaplandırma-sm, o azabtan daha hafif bir azabın gelmesine hangi şey engel olabilir? Onlar, müslümanlarm ibadetlerini ifa için, Mescid-i Haram'a girmelerini engelliyorlardı. Nitekim Peygamber (s.a.)'i ve ashabını Mescid-i Haram'dan çıkardılar. O yüzden onlar, Allah'ın azabına müstahaktılar. Fakat Allah bunu, Peygamber (s.a.) aralarında olduğu için uygulamadı.
O halde, bu durumda olan kimseler Mescid-i Haram'ın dostu olamazlar. Onlar kılıçla öldürülmeye layıktırlar. Nitekim Allah onları, Bedir Günü'nde öldürdü, azab etti. Ebû Cehil gibi, küfrün ileri gelenleri öldürüldü, birçoğu esir alındı. Bu suretle İslam'ı aziz kıldı, yüceltti.
"Kendileri ona lâyık olmadıkları halde..." Onlar şöyle diyorlardı: Biz, Beyt-i Haram'ın velileriyiz, istediğimizi oradan uzaklaştırır, istediğimizi sokarız. İşte onların bu sözlerine Allah şöyle cevap verdi; Şirkleri ve Peygamber (s.a.)'e düşmanlıkları sebebiyle, onlar, Mescid-i Haram'ın velayetine lâyık değillerdir.
Onun dostu ve hamisi, ancak müslümanlardan, muttaki olanlar olabilir, her müslüman buna ehil değildir. Ancak muttaki, iyi kimseler ehil olabilirken, putlara tapan kafirler buna nasıl ehil olabilir?
Fakat onların pek çoğu, müttakilerin Allah'ın dostu olduğunu dolayısıyla onun azabından onların emin olabileceğini bilmiyorlar.
Sonra Allahü Teâlâ, Kabe'nin bakım ve idaresini üzerlerine almaya ehil olmayışlarının sebebini açıkladı: Onların, Kabe'deki duaları itaat ve ibadetleri, ıslık çalıp el çırpmak şeklindeydi. Kabe'ye gereği şekilde saygı göstermiyorlar-dı. İbni Abbas şöyle demiştir: Kureyş, Kabe'yi çıplak olarak, ıslık çalarak ve el çırparak tavaf ediyorlardı. Mücahid ve Said b. Cübeyr ise şöyle demişlerdi: Kureyş Resulullah (s. a) tavaf ederken karşısına çıkıyorlar, onunla alay ediyorlar, ıslık çalıyorlar, tavafını ve duasını karıştırıyorlardı. Aynı rivayet, Mukatil'den de naklolunmuştur.
İbni Abbas'm sözüne göre: Islık çalmak ve el çırpmak, onların bir ibadet şekliydi. Mücahid, Mukâtil ve İbni Cübeyr'e göre ise, Peygamber (s.a.)'e eziyet vermek içindi. Razî, ilk görüşün: "Onların Beyt yanında duaları, ancak ıslık çalmaktan başka bir şey değildi" ayetinin manasına daha yakın olduğunu söyler.
Ancak kâfirlerin yapacağı işler ve küfrünüz sebebiyle Bedir Günü, katlo-lunmak ve esir edilmek şeklinde azabı tadın ki, bu sizin istediğiniz azabtır. [16]
Allah Yolundan Çevirmek İçin Yapılan Harcamanın Karşılığı
36- O kâfirler, mallarını Allah yolundan alıkoymak için harcarlar ve harcayacaklar da. Nihayet bu, onlara bir yürek acısı olacaktır. Sonra da mağlup olacaklardır. Küfrederler ise, en son cehenneme sürüleceklerdir.
37- Ki Allah murdarı temizden ayırdet-sin, murdarı birbiri üstüne koyup hepsini yığsın da onu cehenneme atsın. Onlar zarara uğrayanların tâ kendileridir.
Kâfirlerin Müslüman Olurlarsa Bağışlanacakları, Olmazlarsa Dinde Fitneyi Önlemek İçin Onlarla Savaşılacağı
38- Sen o kâfirlere de ki: Eğer vazgeçerlerse, geçmişteki kendilerine mağfiret olunur. Eğer yine dönerlerse, öncekilerin kanunu muhakkak devam etmiş olacaktır.
39- Hiçbir fitne kalmayıncaya ve din tamamiyle Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer vazgeçerlerse, muhakkak ki Allah onların ne yaptıklarını iyice görür.
40-Ve eğer onlar vazgeçerlerse, bilin ki Allah sizin mevlânızdır. O ne güzel mevlâdır ve ne güzel yardımcıdır.
Açıklaması
Ey peygamber! Ebû Süfyan ve adamları gibi kâfirlere, eğer içinde bulundukları küfür, inad ve Peygamber (s.a.)'e düşmanlıktan vazgeçer, İslâm, itaat ve tevbe yoluna girerlerse, geçmiş küfürlerinin, günahlarının ve hatalarının bağışlanacağını söyle. Nitekim, İbni Mes'ud'dan gelen bir hadiste Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Kim, müslüman iken iyilik ederse, cahiliyye döneminde yaptıklarından sorguya çekilmez. Kim de İslâm döneminde kötülük ederse, evvelinden de sonundan da sorguya çekilir."
Yine Sahih'de gelen bir hadiste Resulullah (s.a) şöyle buyurmuştur: "İslâm, daha önce yapılanları siler süpürür. Tevbe de, kendinden önceki şeyleri siler süpürür."
Müslim'in Amr b. As'dan rivayetine göre, o şöyle demiştir. Allah, kalbime imanı koyunca, Peygamber (s.a.)'e geldim, elini uzat sana biat edeyim, dedim. Elini uzattı, ben de elimi uzattım. Ne istiyorsun? dedi. Mağfiret olunmamı, dedim. Bunun üzerine Resulullah: "Ey Amr! Bilmiyor musun? İslâm, kendinden önce işlenmiş kötü şeyleri yıkar, yok eder. Hicret, kendinden önce işlenmiş kötü şeyleri yıkar, yok eder. Hac da, kendinden önceki günahları affettirir" buyurdu.
Eğer onlar kâfirlerin tarafında, insanları İslâm'dan çevirme, inatlık ve İslâm'la savaş yolunda olurlarsa, bulundukları hal üzere devam ederlerse, peygamberlerimi yalanlayan, onlara karşı çıkan eski yalanlayıcıları helak ve yok etme konusunda geçerli olan kanunumu onlara uygularım. Nitekim bu, Kureyş için Bedir'de ve daha başka yerlerde gerçekleşmiştir: "Muhakkak biz peygamberlerimize ve müminlere dünya hayatında ve şahitlerin ayağa kalkacakları günde yardım ederiz" (Mümin, 40/51).
Bu, onların küfrü ve inadı terketmedikleri takdirde başlarına gelecek şiddetli bir tehdittir.
Sonra Allahü Teâlâ, bu kâfirlerin hükmünü açıklıyor. Eğer küfre dönerler ve ona devam ederlerse, önceki ümmetlerin başına gelenlere maruz kalacaklardır. Bu durumlarında ısrar ederlerse, Allah onlarla savaşılmasını emrediyor: "Hiçbir fitne kalmayıncaya ve din tamamiyle Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın..." Yani, ey müslümanlar, düşmanınız olan müşriklerle öyle şiddetle savaşın ki, ortada şirk kalmasın, ancak Allah'a ibadet olunsun, hiçbir mümin dininden döndürülmesin, sadece "lâ ilahe illallah" (Allah'tan başka ilâh yoktur) denilsin. Bâtıl dinler yıkılsın, sadece İslâm dini kalsın. Bu el-Beyhâkî'nin Mâlik vasıtasıyla Zührî'den rivayet ettiği Peygamber Efendimize ait şu hadis-i şerife göre, Mekke ve civarındaki arap yarımadası içindir: "Arap yarımadasında iki din bir arada bulunmaz." Razî şöyle der: Bunun bütün memleketlere hamlo-lunması mümkün değildir: Çünkü öyle olsaydı, Allah'ın emrettiği savaşla beraber, orada küfür kalmazdı.[17]
O halde savaştan amaç, din hürriyetine imkân vermekti. Çünkü hiç kimse, inancını terke zorlanamaz. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: "Dinde zorlama yoktur. Hakikaten iman ile küfür apaçık meydana çıkmıştır" (Bakara, 2/256).
Eğer onlar, küfürden ve sizinle savaştan vazgeçerlerse, onların iç yüzlerini bilmeseniz de, onlardan vazgeçin. Çünkü Allah, onların amellerini bilmektedir. Onları ona göre mükafatlandırır.
Eğer sizin davetinizi dinlemekten yüz çevirir, küfürden vazgeçmezlerse, onların bu durumlarına önem vermeyin. Bilin ki Allah, sizin işlerinizi üzerine almıştır. Sizin yardımcmızdır. Onlara önem vermeyin. Allah kimin mevlası ve yardımcısı olursa, o hiçbir şeyden korkmasın, O, ne güzel mevladır ve ne güzel yardımcıdır. Mevlâsı olduğu şahsa kaybettirmez. Allah'ın yardım ettiği şahıs mağlup edilemez.
Fakat Allah'ın yardımı iki şeye bağlıdır: Cihad için maddî ve manevî hazırlık "Siz de onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve bağlanıp beslenen atlar hazırlayın" (Enfal, 8/60). Bir de, Allah'ın dinine, şeriatının uygulanmasına yardımcı olmak "Ey iman edenler! Eğer siz Allah'a yardım ederseniz, O da size yardım eder ve ayaklarınızı sabit kılar" (Muhammed, 47/7).
İslâm'a, amelle değil sadece sözle bağlanmak, olağanüstülüklerle yardım istemek, sadece dua ile yetinmek, hazırlık yapmamak, Filistin ve diğer İslâm beldelerinde görüldüğü gibi, istenen zaferi getirmez. [18]
Ganimetlerin Taksimi Keyfiyeti
41- Eğer Allah'a ve kulumuza, hak ile bâtılın ayrıldığı gün, iki ordunun biri-birleriyle karşılaştıkları gün indirdiğimize inanmışsanız, bilin ki ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri Allah'ın, Rasulünün, hısımlarm' yetimlerin, yoksulların ve yolcunundur. Allah, her şeye gücü yetendir.
Açıklaması
Bu ayet, Enfal sûresinin başındaki "sana enfalden soruyorlar" ayetinde kısaca zikrolunan hükmün açıklaması mahiyetindedir. Bu ayette Cenab-ı Hak, onlar hakkında hüküm vermenin Allah'a ait olduğunu, Resulullah (s.a.)'in onları, Allah'ın kendisine emrettiği şekilde taksim edeceğini açıklamıştır. Bu ayette, sadece bu ümmete helâl kılman ganimet mallarının hükmü açıklanmış, onların beşte birlere ayrılacağı, bir beşte birin ayette zikrolunanlara taksim olunacağı zikrolunmuştur. Geriye kalan dört beşte bir de, sünnetin açıkladığı gibi, gazilere verilir: Savaşan askerlerden piyadeye bir pay, atlıya iki yahut üç pay verilmek üzere taksim olunur. Ayette beşte birin kimlere verileceği açıklanmış, diğer beşte birlerin kimlere verileceğinden söz edilmemiştir. Kurtubî şöyle der: Allah ganimeti savaşanlara izafe etmiş, sonra beşte birinin, kitabında zikrettiği kimselere verileceğini belirlemiş, diğer dört beşte birin ise ne yapılacağını zikretmemiştir. Bu da, diğer beşte birin gazilerin olacağına işaret eder. Nitekim: "Ona anne babası varis olur, annesi mirasın üçte birini alır" ayetinde, üçte ikinin kime verileceği hakkında herhangi bir açıklama yapılmadığı halde, üçte ikinin babaya ait olacağı hususunda ittifak edilmiştir. Burada da geriye kalan dört beşte birin gazilerin olacağı hususunda icma vardır.[19]
Açıklandığı gibi ganimet, müşriklerin mallarından müslümanların eline zorla geçen şeydir. Ayette altı sınıf zikrolunmaktadır. Ebu'l-Aliye'den şöyle dediği rivayet olunmuştur: Allah'ın payı Kabe'ye sarfolunur. Buna Allah'ın evlerinin tamirinin müslümanların görevi olduğu şeklinde cevap verilmiştir. Tercih edilen, ya da üzerinde ittifak olunan görüşe göre, ganimetlerin beşte biri beş sınıfa taksim olunur. "Beşte biri Allah'ındır" ayetinde Allah'ın adı, O'ndan yardım umudu ve tazim için, işlere O'nun ismiyle başlanacağını, her şeyin O'na havale edileceğini, O'nun dilediği gibi hükmedeceğini, dünya ve ahiretin O'nun mülkü olduğunu öğretmek için zikrolunmuştur. Geriye kalan beş sınıfı şöyle açıklayabiliriz:
1- Resulullah (s.a.)'in payı: Resulullah, kendine düşen payı istediği yere sarfeder. Ömer b. Abdülaziz, "Beşte biri Allah'ındır" ayetinin, Allah yolunda sarfedilir anlamını taşıdığını belirtmiş, İbnü'l-Arabi de, doğrusunun bu olduğunu söylemiştir.
2- Hısımların payı: Tercih edilen görüşe göre, bunlar Haşim ve Muttalib oğullarıdır. Bu, Şafiî, Ahmed b. Hanbel ve diğer bazı âlimlerin görüşüdür. Dayandıkları delil, Buharî ve Nesaî'nin tahric ettikleri şu hadistir: "Peygamber (s.a.) hısımların payını, Haşimoğullarıyla Abdülmuttaliboğulları arasında taksim ettikten sonra: 'Onlar, ne cahiliyye, ne de İslâm döneminde benden ayrılmadılar. Haşimoğullarıyla Muttaliboğulları aynı şeydir1 buyurdu ve parmaklarını birbirine geçirdi." Buharî'nin söylediğine göre Leys şöyle demiştir: Bana Yunus şunu anlattı: Peygamber (s.a.), Abdü Şems ve Nevfel oğullarına bir şey vermedi. İbni İshak şöyle der: Abdü Şems, Haşim ve Muttalib ana bir kardeştirler. Anneleri Atika bintü Mürre'dir. Nevfel de, baba bir erkek kardeşleridir. Nesaî şöyle der: Peygamber (s.a.) hısımlarına -ki, onlar Haşim ve Muttaliboğul-larıdır- zengin-fakir gözetmeksizin taksim etti.
Olayın ayrıntılarını İbni Cerir et-Taberî, Nevfeloğulları'ndan Cübeyr b. Mut'im'den naklen şöyle tahric eder: Resulullah (s.a.) Hayber'den alman ganimetlerden hısımların payını, Haşim ve Muttaliboğulları'na pay edince, ben ve
Abdü Şomsoğullan'ndan Osman b. Affan (r.a) ResululM'a gidip: "Ey Allah'ın Rasûlü! Şu Haşimoğulları senin kardeşlerin, Allah seni onların arasından seçtiği için, faziletlerini inkâr etmeyiz. Şu kardeşlerimiz Muttaliboğullan'nm ne fazileti var ki, onlara verip bize vermedin?" deyince: "Onlar cahiliyye döneminde de, İslâm döneminde de, bizden ayrılmadılar. Haşimoğullarıyla Muttaliboğulları aynı şeydir" buyurdu. Sonra da ellerini birbirine kenetledi. Resulul-lah(s.a)'m ganimetlerden onlara vermesi şu sebepten ileri geliyordu: Haşim ve Muttaliboğulları, Peygamber (s.a.)'i himaye ettikleri için Kureyş'in yazıp Kabe'ye astığı boykot sayfası gereğince, boykota maruz kalmışlar, Abdü Şems ve Nevfeloğulları ise Hz. Peygamberi destekleme işine girmemişler, dolayısıyla boykota maruz kalmamışlardı. Abdü Şems oğlu Ümeyyeoğulları, Cahiliyye ve İslâm döneminde Haşimoğullarına düşmandılar.
Resulullah (s.a.)'in vefatından sonra, Şafiî'ye göre -ki onun bu görüşü ayetin zahirine uygundur- ganimetler beş paya bölünür, Resulullah (s.a.)'in payı da cihad hazırlığı olmak üzere, silah ve at gibi şeylere sarfedilir. Peygamber (s.a)'in yakınlarına ayrılan pay, zengin fakir gözetilmeksizin erkeğe iki, kadına bir pay olmak üzere taksim olunur.
Geriye kalan da yetimlere,yoksullara ve yolculara dağıtılır.
Ebû Hanife'ye göre ise, Resulullah (s.a.)'in vefatından sonra, ona pay ayrılmaz. Hısımların payı da böyledir. Bu sebeble, beşte bir, yetimler, muhtaç olanlar ve yolcuhır olmak üzere üç sınıfa taksim olunur.
İmam Malik'e göre, beşte bir Beytü'1-male konur, imam onda tasarrufta serbest bırakılır. Ayette adı geçen sınıflara taksim etmeyi uygun görürse taksim eder,bazısına verip bazısına vermemeyi uygun görürse öyle yapar.
İmam Malik ve Malikîler, bu sınıfların âdeta örnek olarak zikredildiği, özelin zikredilerek genelin kasdedildiği, Şafiî ve Ebû Hanife ise, özelin zikredilip yine onun kasdedildiği görüşündedirler.
Malikîler, Resulullah'm hayatından şu haberleri delil gösterirler:
a) Buharî'nin Sahih'inde rivayet olunduğuna göre, Resulullah (s.a.), Necd tarafına bir seriyye gönderdi. On iki deve ele geçirdiler. Birer birer ganimet olarak bölüştüler.
b) Peygamber (s.a.) Bedir esirleri hakkında: "Mut'im b. Adiyy sağ olup şunlar hakkında benimle konuşsaydı, bunları ona bırakırdım" buyurmuştur.
c) Resulullah (s.a.), Hevazin esirlerini geri verdi. Halbuki bunda beşte bir vardı.
d) Peygamber (s.a.): "Allah'ın size ganimet olarak verdiği şeylerden benim hakkım ancak beşte birdir, o da size verilecektir" buyurmuştur.
e) Buharî'nin Sahih'inden rivayet olunduğuna göre, Abdullah b. Mes'ud şöyle demiştir: Peygamber (s.a.) Huneyn günü, ganimet konusunda bazı insanlara üstünlük tanıdı. Bu cümleden olarak Akra b. Habis'e ve Uyeyne b. Hısn'a yüzer deve verdi. Arap eşrafından bazılarını da tercih edip fazla verdi. Bunun üzerine biri: "Vallahi bu taksimde adil davranılmadı, ya da Allah'ın rızası gözetilmedi", dedi. Ben de: Vallahi, bunu peygambere mutlaka söyleyeceğim dedim ve haber verdim. Resulullah: "Allah, kardeşim Musa'ya merhamet etsin. O bundan daha çok eziyete maruz kaldı da, sabretti", buyurdu (ıl
Nesaî, Ata'nm şöyle dediğini nakleder: Allah'a ait beşte birle, Resulullah (s.a.)'e ait beşte bir, aynı şeydir. Resulullah (s.a.), onu alıyor, ondan veriyor, onu dilediği yere sarfediyor, onunla dilediğini yapıyordu.
Bütün bu deliller, beşde bir payın dağıtımının imama bırakıldığına, ayette zikrolunan sarf yerlerinin bir açıklama mahiyetinde olup mutlaka oralara sar-fedilmesi gerektiği şeklinde olamayacağına işaret eder. Nitekim Kurtubî şöyle der: "Eğer bu, mutlaka o yerlere sarfedileceğini ifade etseydi, Resulullah (s.a.) bazan onu bunların dışındaki kimselere vermezdi."
3- Yetimler: Bunlar, babaları ölen müslüman çocuklardır.
4- Yoksullar: Müslümanlardan ihtiyaç sahibi olanlardır.
5- Yolcu: Bir yolculuğa çıkıp da yolda kalanlardır.
Sonra Cenabı Hak: "Eğer Allah'a inanmışsanız..." buyuruyor. Yani Allah'a, ahiret gününe ve peygamberine indirdiğine inanmışsanız, ganimetler konusunda meşru kıldığımız beşte bir emrime uyun, ya da bilin ki ganimet olarak aldığınız şeyin beşte biri, bu beş sınıfa sarfedilir. Ona tama etmeyin. Allah'a ve O'nun Rasûlü-ne indirdiğine samimi olarak inanmışsanız, geriye kalan dört beşte birle kanaat edin. Bedir Günü: Hak ile bâtılı birbirinden ayırdığımız, kâfirlere karşı müminlere yardım ettiğimiz, müslüman ve kâfir iki topluluğun Ramazanın 17'sinde karşılaştığı, Resulullah (s.a.)'in hazır bulunduğu ilk savaştır. Allah buna ve bundan başka şeylere muktedirdir. Az olduğunuz halde, sizi zafere ulaştırmaya gücü yeter. Hiçbir şey O'nu, istediğini yapmaktan, peygambere vadini yerine getirmekten alıkoyamaz.
Ayette Allah'ın koyduğu sınırları aşmaktan sakındırma vardır. Sadece bilmek yeterli değildir. Aksine bilmenin, inanç ve amelle birlikte olması gerekir. Allah'a, peygambere, ona indirilene ve ahiret gününe iman, eşyada tasarruf hakkının Allah'a ait olduğunu, taksim işini Rasûlüne bırakmasının O'nun yetkisinde olduğunu, dolayısıyla beşte biri bu sınıflar arasında onun taksim edeceğini bilmektir. Çünkü zafer Allah'tandır. Meleklerle size yardım eden O'dur. Şartın cevabı, size bildirdiği taksim hususunda Allah'ın emriyle amel edin, O'na uyun, teslim olun şeklinde takdir olunabilir. "Bilin" şeklinde bir emir olmamasının sebebi, ilim ve inancın değil, amelin murad olunmasıdır. Çünkü "bilin" sözü, ganimetler konusunda Allah'ın emrine boyun eğmeyi, O'na teslim olmayı içine alır. [20]
Bedir'de Müminlerin Müşriklere Çok, Müşriklerin Müminlere Az Gösterilmesi
42- Hani siz vadinin yakın bir kenarında idiniz. Onlar ise en uzak bir kıyısında idiler. Süvariler de sizden daha aşağıda idi. Eğer onlarla buluşmak üzere sözleşmiş olsaydınız, muhakkak ki ihtilâf ederdiniz. Fakat Allah, olması gereken bir emri yerine getirmek için (sizi topladı). Böylece helak olan kişi, apaçık bir delil üzere helak olsun. Diri kalan kişi de, yine açık bir delil üzere yaşasın. Şüphesiz Allah, hakkıyla işiti-cidir.
43- Hani Allah onları, rüyanda sana az göstermişti. Eğer onları sana çok gösterseydi, elbette kaçınacaktınız ve iş hakkında çekişecektiniz. Fakat Allah sizi bundan kurtardı. Çünkü O, şüphesiz kalblerde olanı hakkıyla bilicidir.
44- Hani siz karşılaştığınız zaman, onları gözlerinize az gösteriyor, sizi de onların gözlerinde azaltıyordu. Böylece Allah, yerine gelmesi gereken emri yerine getirdi. İşler ancak Allah'a döndürülür.
Açıklaması
Ey müminler! Sizinle müşrikler arasında geçen o çetin karşılaşmayı hatırlayın. O savaşta size zafer nasip ettiği için, O'na şükredin. Çünkü siz düşmanla korkunç bir karşılaşma içindeydiniz. Siz Medine'ye yakın, kaygan kumluk bir arazide, müşrikler Medine'den uzak, Mekke tarafındaki suya yakın vadide, Ebû Süfyan'ın da içinde bulunduğu 40 kişilik Kureyşli kervan da sahil tarafın-daydı. Bu halde sizi zafere ulaştırdı. Dolayısıyla O'na şükredin.
Eğer siz ve müşrikler, savaşmak için bir yerde buluşmak üzere sözleşsey-diniz; siz az, düşmanınız çok olduğu için sizin onlardan, onların da Resulullah (s.a.) ile savaşma korkusundan dolayı sözleştiğiniz vakitte buluşmazdınız.
Fakat sizin, hiçbir sözleşme ve savaş arzusu olmaksızın karşı karşıya gelmeniz, Allahü Teâlâ'nm kudret, hikmet ve ilminin istediği, İslâm'ı aziz ve müslümanlan muzaffer kılmak, şirki zelil ve şirk ehlini rezil etmek, o karşılaşmadan sonra, mümin dostlarını zafere ulaştırmak, kâfir düşmanlarını kahretmek, dolayısıyla müminlerin imanlarını, Allah'ın emrine itaatlarmı artırıp şükürlerini açıklamak, gerçekleştirmek içindi.
Bu karşılaşmanın uzun vadede bir başka etkisi vardı: Kâfirlerden ölecek olanların, İslâm'ın hakikatini ispat eden açık bir delili bizzat gözleriyle gördükten sonra ölmeleri, müminlerden yaşayacak olanların da, Allah'ın dinini yüce kıldığını gösteren bir delili gördükten sonra yaşamaları, Çünkü Bedir olayı, imanı pekiştiren, salih amele sevkeden ve Allahü Telâlâ'nın: "Yakında o topluluk yenilecek ve arkalarını dönerek kaçacaklardır" (Kamer, 54/45) sözünün gerçekleştiği açık ayetlerdendir.
"Helak olması için" ve "yaşaması için" kelimelerini istiareyle tefsir etmek sahihtir. "Helak" kelimesi küfür, "hayat" kelimesi İslâm manasında kullanılmıştır. Anlam şöyle olur: Aleyhinde delil, ayet ve ibret gördükten sonra küfredecek olanın küfretmesi, gördüğü ayet ve ibretten sonra iman edecek olanın iman etmesi için. Bundan dolayı gerçekten Bedir olayı, hakla bâtılı birbirinden ayıran bir olay oldu. Peygamberlerinin kendilerine müjdelediği gibi, zafere ulaşmaları sebebiyle müminlerin lehinde bir hüccet, bâtılın askerleri olmaları sebebiyle hezimete uğramaları dolayısıyla kâfirler aleyhinde de bir hüccet oldu.
Anlamın açıklaması: Allahü Teâlâ şöyle buyuruyor: Allah, size yardım etmek, hakkı bâtıla üstün kılmak için, sizi düşmanınızla sözleşme olmaksızın bir araya getirdi. Böylece mesele ortaya çıktı, delil kesin olarak göründü. Hiç kimsenin herhangi bir hücceti ve şüphesi kalmadı. Helak olan da aleyhine hücceti -Bedir savaşı gözle görülür bir delildir ve aklî, nazarî burhanlardan daha etkilidir- gördükten sonra helak oldu.
Şüphesiz Allah, her şeyi duyan ve bilendir. Kâfirlerin ve müminlerin sözleri, inançları ve işleri O'na gizli değildir. O, kâfirlerin dediklerini duyar, hallerini bilir, müminlerin dua ve niyazlarını, yardım isteklerini duyar, bilir. Onların düşmanlarına karşı yardıma müstehak olduklarını bilir, duyar ve bildiği her şeyi değerlendirir.
Ey peygamber! Allah'ın sana, uykunda kâfirleri az ve zayıf gösterdiği, senin de bunu ashabına haber verdiğin, onların kalblerinin ve ruhlarının rahatladığı zamanı hatırla.
Eğer O, onları sana gerçekteki gibi çok ve kuvvetli gösterseydi, onlardan ürker, aranızda ihtilâfa, savaş konusunda anlaşmazlığa düşerdiniz. Çünkü onlardan bir kısmı, iman ve azmi kuvvetli, bir kısmı zayıf, işi yokuşa süren kimseydi.
Fakat Allah, onları sana az göstermekle, böyle bir korku ve ihtilâftan sizi kurtardı. Şüphesiz Allahü Teâlâ, kalplerin gizlediği şeyleri, savaştan geri durmaya iten zaaf ve sabırsızlık halini bilir.
Ey peygamber ve müminler! Allah'ın savaştan önce, dünya gözüyle kâfirleri size az gösterdiği, sizin de cesaretlendiğiniz, maneviyatınızın yükseldiği, sizi de kâfirlerin gözlerinde az gösterdiği, dolayısıyla onların aldanıp size karşı hazırlık yapmadığı -hatta Ebû Cehil, Muhammed'in adamları doyumlarına günde bir deve yetecek kadar az, onları hemen tutun, bağlayın, demişti- o zamanı hatırlayın.
Cenab-ı Hak bunları, müminlerin zaferine ve İslâm'ın yücelmesine, kâfirlerin hezimete uğramasına, küfür ve şirkin zelil olmasına bir hazırlık kıldı.
İbni Ebî Hatim ve İbni Cerir, İbni Mes'ud'dan şöyle rivayet ederler: Bedir Günü, onlar bizim gözümüze az gösterilmişlerdi. Hatta ben yanımdaki bir adama, onları yetmiş kadar mı gördüğünü sordum. O, hayır, yüz falan dedi. Nihayet onlardan birini yakalayıp sorduğumuzda, bin kişiydik, dedi.
Bunların hepsi, savaştan önce olan şeylerdi. Savaş sırasmdaysa, kâfirler müslümanlan kendi sayılarının iki katı gördü. Korkuları arttı, maneviyatları zayıfladı. Nitekim Cenab-ı Hak, bunu şöyle ifade eder: "Muhakkak karşılaşılan iki toplulukta sizin için bir ibret vardı. Bir topluluk Allah yolunda savaşıyorlardı ve diğeri ise kâfirdi. Onlar öbürlerini gözleriyle kendilerinin iki katı olarak görüyorlardı. Allah dilediğini yardımıyla destekler. Şüphesiz bunda basiret sahipleri için bir ibret vardır" (Al-i İmran, 3/12).
Sonra Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "İşler ancak Allah'a döndürülür".[21]
Allah'ı Anmak, Düşman Karşısında Sebat, İtaat Etmek Ve Birbiriyle Çekişmemek
45- Ey iman edenler! Bir (kâfir bir) toplulukla karşılaştığınızda sebat edin ve Allah'ı çok anın (dua edin). Ta ki umduğunuza kavuşasınız.
46- Allah'a ve O'nun Rasûlüne itaat edin. Birbirinizle çekişmeyin. Sonra zaafa düşersiniz, rüzgârınız gider. Bir de sabredin. Şüphesiz Allah sabredenlerle beraberdir.
47- Çalım satarak, insanlara gösteriş yaparak (O'nun yurtlarından insanları alıkoymak için) yurtlarından çıkanlar, Allah yolundan alıkoyanlar gibi olmayın. Allah onların yaptıklarını çepeçevre kuşatıcıdır.
Açıklaması
Bu ayetler, Allah'ın mümin kullarına, düşmanla karşı karşıya geldiklerinde, karşılaşma kurallarının ve cesaret yolunun öğretilmesi mahiyetindedir. Bunlar, savaşlarda gerekli olan kurallar ve ordu için lüzumlu gerçek sağlam esaslardır.
Birinci kural:
Düşmanla karşılaşınca, nefsi savaşa hazırlamak suretiyle sebat etmek ve geri dönüp kaçmayı aklından geçirmemek. Bu, savaş esaslarının en önemlisi olduğu için Cenabı Hak da bununla başladı: "Ey müminler! Bir toplulukla karşılaştığınızda sebat edin." Yani düşmanınız olan kâfirlerden bir toplulukla savaştığınız zaman, onların önünde sağlam ve kararlı olun. Savaştan geri dönüp kaçmaktan sakının. Sebat, savaşta temel unsur ve zafer sebebidir. Kaçmak ise, Allah'ın cezalandırdığı büyük bir suçtur. Çünkü bu, ümmete karşı işlenmiş büyük bir hatadır.
Sahihayn'da, Abdullah b. Ebi Evfa'dan rivayet olunduğuna göre, Resulul-lah (s.a.) düşmanla karşılaştığı bazı gazalarda, güneş zevalden devrilinceye kadar bekledi, daha sonra ayağa kalkarak: "Ey müslümanlar! Düşmanla karşılaşmayı arzulamayın. Allah'dan savaş felâketinden korumasını isteyin. Eğer karşılaşırsanız, o zaman da sabredin. Bilin ki, cennet kılıçların gölgeleri altındadır" buyurdu.
Abdurrezzak, Abdullah b. Amr'm şöyle dediğini rivayet eder: Resulullah (s.a.): "Düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyin. Allah'tan savaş felâketinden korumasını isteyin. Eğer karşılaşırsanız o zaman da sebat edin. Allah'ı anın. Onlar bağırıp çağırırlarsa, siz susun" buyurdu.
Hafız, Ebu'l-Kasım el-Taberanî, Zeyd b. Erkam'ın Resulullah (s.a.)'den merfu olarak şu hadisi naklettiğini rivayet eder: "Allah üç şeyde susmayı sever: Kur'an okunurken, savaş esnasında ve cenazede..."
İkinci kural:
Allah'ı, kalp ve dille çokça zikretmek, yardım ve zafer konusunda yalvarıp dua etmek. Çünkü zafer ancak Allahü Teâlâ'nm yardımıyla olur. Savaş esnasında Allah'ı zikretmek de Allah'a kulluğu gerçekleştirir, imanın manasını, işleri O'na havale etmeyi, O'na tevekkülü bildirir. Manevi gücü kuvvetlendirir. Onu zikirle kalbler huzura kavuşur, zafer ve refahı umar, O'na dua ile üzüntü ve korkular dağılır. Allah yolunda ölmek tatlı gelir.
"Ta ki umduğunuza kavuşasınız." Yani bu sebat ve Allah'ı zikir, mükafat ve sevab kazanma, düşmana karşı zafer elde etme vasıtalarındandır. Merfu hadiste şöyle gelmiştir: Allahü Teâlâ şöyle buyuruyor: "Şüphesiz ki benim kulum, işini yaparken de beni zikreden kimsedir." Yani, işi onu, beni zikirden, bana duadan ve benden yardım istemekten alıkoymaz. Allahü Teâlâ'yı zikreder, onu unutmaz, ona tevekkül eder, düşmanlarına karşı ondan yardım ister. Sebat ve sabır galip gelmenin ve umduğunu bulmanın temelidir.
Bu da gösteriyor ki Allah'ı zikretmek, savaş ve barış, hastalık ve sağlık, yolculuk veya ikamet olmak üzere, kulun her halinde arzu edilen bir şeydir.
Üçüncü kural:
Allah ve Rasûlüne, kulun emrolunduğu ve nehyolunduğu her şeyde itaat etmek... Allah'ın bize emrettiği şeyi emir bilip yapmamız, nehyettiği şeyden çekinmemiz... Çünkü Allah'a ve Rasûlüne itaat, savaşta ve savaş dışında başarı ve zaferi gerçekleştirmenin sebeplerindendir. Çünkü itaat, düzen ve intizam sağlar, anarşi ve dağınıklığı giderir. Savaş ise düzeni, düzene saygıyı, en üst ve en mükemmel düzeyde nizam sevgisini gerektirir.
Dördüncü kural:
Saf, söz ve hedef birliği, çekişmeye ve ayrılığa düşmemek. Çünkü düşmanla karşılaşıldığında saflarda ve sözlerde birlik temel kuraldır. Çekişme ve ayrılığa düşmekse, gevşeme ve korkaklığı, bozguna uğrayıp düşmana yenilmeyi gerektirir.
O halde birbirinizle çekişmekten sakının. Çünkü bu gücü kıran, toplumların bünyesine engel olan, kahramanlık duygusunu yok eden ve kuvveti parçalayan, devletin varlığını, düşmana yönelme gücünü ortadan kaldıran şeydir. Milletler, içine düştükleri ayrılıklar, görüş farklılıkları ve itirazları sebebiyle yok olmuştur.
Beşinci kural:
Zorluklara ve şiddetlere karşı sabır, düşmanın işkencesine tahammül... Çünkü sabır, cesur ve kuvvetli kimsenin silahıdır. Allah da sabredenlerle beraberdir, onlara yardımını, zaferini nasip eder.
İbni Kesir şöyle der: Sahabe (r.a), kahramanlık, Allah ve Rasûlünün emrettiği ve gösterdiği şeylere uyma konusunda, kendilerinden önceki ümmetlerden ve nesillerden hiç kimsenin sahip olmadığı ve kendilerinden sonraki nesillerden de hiç kimsenin sahip olamayacağı bir üstünlüğe sahipti. Çünkü onlar, Hz. Peygamber (s.a.)'in bereketiyle ve emrettiği şeylerde ona itaatları sebebiyle, az zamanda ve sayıları Rum, Acem, Türk, Slav, Berber, Habeş, Sudan, Kıptî ve diğer milletlerin asker sayısı açısından daha az olmasına rağmen, kalpleri kazanarak, doğudan batıya, ülkeler fethettiler. Hepsini yenip Allah'ın dinini yükselttiler. Dinini, diğer dinlerden yüce kıldılar. İslâm Devleti, otuz yıldan daha az bir süre içinde dünyanın doğusuna ve batısına yayıldı.[22]
Kur'ân-ı Kerim'de genel olarak emirle nehyi beraber zikreden Cenab-ı Hak, müminlere sözü edilen savaş kurallarını -ki onlardan biri de, müminlerin aralarında çekişmelerini nehyetmesi- ve edeplerini emretmekle beraber, müşrik Mekkelilerin haline benzemekten de nehyetmiştir: "Çalım satarak, insanlara gösteriş yaparak yurtlarından çıkanlar... gibi olmayın."
Yani yurtlarından, kervanı korumak için, şımarık bir halde böbürlenerek sahip oldukları kuvvet, zenginlik ve mal çokluğuna aldanarak insanlara karşı övünüp kibirlenerek, insanların beğenisini kazanma düşüncesiyle çıkan Mekkeli müşriklere benzemeyin. Nitekim Ebû Cehil, kendisine kervan kurtuldu, artık geri dönün dendiğinde "Hayır, vallahi, geri dönmeyeceğiz. Bedir suyuna varacağız, develer kesip, içkiler içeceğiz, şarkıcı kadınlar, bize şarkı söyleyecek, araplar o günümüzü ebediyen anlatacak" demişti. Emrolunduğunuz şeylere uyun, nehyolunduğunuz şeylerden kaçının, müşrik, şımarık, sahip oldukları iyi durumlarıyla kendilerini üstün bilen insanlara gösteriş yapan düşmanlarınıza benzemekten sakının. Çünkü durum onların aleyhine döndü. Ölüm kadehlerini içtiler, sonsuz bir azaba, zelil ve rezil hale düştüler.
Onlar, Mekke'den insanları İslâm'dan ve ilahî davetten alıkoymak arzusuyla çıkmışlardı.
Genellikle kalbleri küfür, cehalet ve kinle dolu insanlardan meydana gelen bu tür işlerin hepsi de, ölüm, yıkım ve yok oluşun nedenleridir. Onun için ayet, yasaklama ve tehdidi, kâfirlerin gösteriş, şımarıklık, kibir, hakkı reddetmek ve ona düşmanlık etmek gibi özellikleriyle birlikte içine almaktadır.
"Allah onların yaptıklarını çepeçevre kuşatıcıdır". Yani bilir. Dolayısıyla onları, dünya ve ahirette ağır bir şekilde cezalandırır.
Bunda, niyetin ve amelin samimi olmasına, Resulullah (s.a.)'e yardıma, onun Allahü Teâlâ katından getirdiği dine destek olmaya teşvik vardır. [23]
Bedir Savaşında Şeytanın Kafirlerden Uzaklaşması
48- Hani o zaman şeytan, onların yaptıklarını süslemiş ve şöyle demişti: "Bugün insanlardan size galip gelecek yoktur. Ben de muhakkak sizin yar-dımcınızım." İki ordu göründüğü vakit, iki topuğu üstüne kaçarak: "Ben sizden katiyyen uzağım. Gerçekten ben sizin göremeyeceğinizi görüyorum. Ben muhakkak Allah'tan korkarım. Allah ikabında çok şiddetlidir" demişti.
49- O zaman münafıklarla kalblerinde hastalık olanlar: "Bunları dinleri aldattı" diyorlardı. Halbuki kim Allah'a dayanıp güvenirse, hiç şüphesiz Allah, mutlak galiptir tam hüküm ve hikmet sahibidir.
Açıklaması
Ey peygamber! Şeytanın müşriklere, vesvese vermek suretiyle amellerini güzel gösterdiği, sayılarının, mal ve silahlarının çokluğundan dolayı asla mağlup edilemeyecekleri zannını verdiği, şeytana itaatlarının, onları kurtaracağı ve memleketlerindeki Bekr Oğullarının düşmanlıklarından emin kılacağı düşüncesini verdiği, "şüphesiz ben size yardımcıyım" dediği zamanı hatırla. Şeytan onlara, o mıntıkanın büyüğü, Müdlic Oğullarının lideri Süraka b. Malik b. Cu'şam suretinde gelmişti. Ayette geçen "Câr" kelimesi, arkadaşını savunan, ondan -komşunun komşudan giderdiği gibi- çeşitli zararları gideren kimse demektir. Nitekim şu ayette de şöyle buyurulmaktadır: "(Şeytan) onlara vaad eder, olmayacak kuruntulara düşürür. Şeytanın kendilerine vaad ettiği şeyler ise aldatmaktan başka bir şey değildir" (Nisa, 4/120).
Savaşan iki topluluk karşılaştığı zaman, şeytan iki ökçeleri üzerine basarak onlardan uzaklaştı. Allah'ın askerleri inince, tuzağı boşa çıktı. Meleklerin müslümanlara yardımını görünce, onların durumundan ümidini kesti, Allah'tan korktu, Allah'ın dünya ve ahiretteki azabının çetin olduğunu anladı. Meleklerin askerlerini yakmalarından çekindi. İşte işin başında, şeytanın askerleri müşriklerle beraberdiler, onlara vesvese veriyorlar, onları saptırıyorlardı. Allah'ın askerleri olan melekler de müminlerle beraberdiler, onların kalblerine sebat veriyorlar, onları destekliyorlar, onlara Allah'ın zaferini vaad ediyorlardı. "Allah'ın cezası şiddetlidir" sözü, İblis'in sözü olabileceği gibi, Allah'ın sözü de olabilir. O zaman İblis'in sözü, "ben Allah'tan korkuyorum" sözünde biter.
İblis'in Süraka suretinde görünmesi, Hz. Peygamberin büyük mucizesini göstermek içindir. Çünkü Kureyş kâfirleri, Mekke'ye geri döndükleri zaman, "Kureyş ordusunu, Süraka yenilgiye uğrattı" dediler. Bu söz, Süraka'ya ulaşınca: "Vallahi, ben gittiğinizi duymadım, yenilginizi duydum" dedi. İşte o zaman, insanlar, o şahsın Süraka olmayıp, şeytan olduğunu anladılar" [24]
İşte şeytanın durumu böyleydi. Sonra Allahü Teâlâ, münafıkların durumunu zikrederek: "O zaman münafıklarla..." yani, ey peygamber, münafıklarla kalblerinde hastalık bulunanlar, inancı ve imanı zayıf kimseler, müslümanlann azlığını, müşriklerin çokluğunu görünce: "Bunları dinleri aldattı, diyorlardı." Yani dinlerine aldandıklannı, kendilerini kuvvetli hissettiklerini, o yüzden zafere nail olacaklarını zannettiklerini, bu yüzden de üç yüz küsur kişiyle, bini aşkın bir orduya karşı savaşa çıktıklarını söyledikleri zamanı hatırla. Askerî güç dengeleri ve insanların gözünde iki ordunun durumu böyleydi. Fakat Allah'ın değerlendirmesinde gerçek böyle değildi: "Nice az bir topluluk, daha fazla bir topluluğa Allah'ın izniyle galip gelmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir" (Bakara, 2/249). Onun için Cenab-ı Hak, ayetin sonunda; "Kim Allah'a dayanıp güvenirse..." yani, kim işi Allah'a havale eder, O'na güvenir, O'na sığınırsa, O ona yeter, onun yardımcısı ve destekçisidir. Allah her işinde mutlak galip ve yaptığı her işte tam hüküm ve hikmet sahibidir. Yarattıklarını bilendir, dilediğine yardım eder. Özellikle de, O'nun kanunu, bâtıla karşı hakka yardım etmeyi, kuvvetli çoğa, zayıf azı musallat kılmayı gerektirir: "Kalblerinde hastalık olanlar" sözünün, münafıkların sıfatlarından olması caiz olduğu gibi, bu kimselerle müellefe-i ku-lub gibi, İslâm'da kararlı olmayan (İslâm'a henüz ısınmamış) kimselerin kasdo-lunması da caizdir. Fakat uygun olan, bu ikisinin bir smıf olmasıdır. [25]
Kötü Amellerinden Dolayı Firavun Hanedanı Gibi Müşrik Kafirlerin Helak Edilmeleri
50- Melekler, o kâfirlerin yüzlerine ve arkalarına vura vura ve: "Tadın o yakıcı azabı" diye diye canlarını alırken
görmeliydin.
51- Bu, ellerinizin daha önce yaptığı yüzündendir. Şüphesiz Allah, kullarına zulmedici değildir.
52- Firavun hanedanıyla, onlardan öncekilerin gidişi gibidir. Onlar, Allah'ın ayetlerini (inkâr ile) kâfir olmuşlardı da, O da kendilerini günahları yüzünden yakalamıştı. Şüphesiz Allah, en büyük kuvvet sahibidir, cezası pek şiddetlidir.
53- Bunun hikmeti şudur: Bir kavim nefislerinde olanı değiştirmedikçe, Allah onlara ihsan ettiği nimeti değiştirmez. Şüphesiz Allah, hakkıyla işitici-dir, kemaliyle bilicidir.
54- Firavun hanedanıyla onlardan öncekilerin gidişi gibidir. Onlar Rableri-nin ayetlerini yalan saymışlardı. Biz de günahları yüzünden kendilerini helak etmiş, Firavun hanedanını da suda boğmuştuk.
Açıklaması
Ey Muhammedi Melekler tarafından canları alınırken, kâfirlerin halini görseydin, bunun ne kadar korkunç bir şey olduğunu anlardın. Melekler, onların yüzlerine ve sırtlarına ateşten çomaklarla vuruyor ve onlara: "Tadın ahiret-teki ateşin azabını" diyerek ruhlarını cesetlerinden şiddetle çıkarıyorlardı. Onlara bu şiddetli azap ve elem verici dayağın dünya hayatlarında yaptıkları, işledikleri küfür ve zulüm gibi kötü şeyler sebebiyle olduğunu söylüyorlardı. Günahların, ayaklar ve diğer organlarla da işlendiği halde, ellere nisbet olunmasının sebebi, amellerin çoğunun ellerle yapılmış olmasından dolayıdır.
Allah'ın sizi bu şekilde cezalandırması zulüm değil, adalettir. Çünkü Allah yarattığı hiç kimseye zulmetmez. O, hiçbir zaman zulmetmeyen, âdil hakimdir. Kıyamet gününde doğru terazileri koyar, her hak sahibine hakkını verir. Hiçbir kişi, hiçbir şekilde zulme uğramaz. Müslim'in Ebû Zer vasıtasıyla Resulullah (s.a.)'den rivayet ettiği sahih kudsî hadisde şöyle buyurulmuştur: "Allahü Teâlâ şöyle buyuruyor: Ey kullarım! Ben, nefsime zulmü haram kıldım, sizin aranızda da haram kıldım. O halde birbirinize zulmetmeyiniz. Ey kullarım! Amellerinizi sizin için tesbit ediyorum. Kim hayır görürse Allah'a hamdetsin. Kim de, başka bir şey görürse, ancak kendini eleştirsin..."
Sonra Allahü Teâlâ, bir karşılaştırma yapıyor, Müşriklerin azabına bir örnek verip: "Firavun hanedanıyla onlardan öncekilerin gidişi gibi" buyuruyor. Yani Cenabı Hak, Muhammed (s.a.)'in peygamberliğini yalanlayıp inkâr eden müşriklere, onlardan önce peygamberlerini yalanlayan ümmetlere yaptığını yaptı. Bunların küfürdeki durumu, tıpkı Firavun hanedanının küfürdeki durumu gibidir. Onlar suda boğulmakla, bunlar da öldürülmek ve esir olunmakla cezalandırıldılar. Şu müşrikler ve kâfirler, Rablerinin ayetlerini inkâr ettikleri için, bu günahları sebebiyle, Allah onları muktedir, güçlü bir kimsenin yakaladığı gibi yakalayarak helak etti. Her ikisinin de davranışı, yolu bir olduğu için, ceza da aynı cinsten oldu.
"Şüphesiz Allah, en büyük kuvvet sahibidir, cezası pek şiddetlidir." Yani Allah çok kuvvetlidir, ona hiçbir varlık üstün gelemez, hiçbir varlık elinden kurtulamaz. Buharî, Müslim ve İbni Mace'nin, Ebû Musa el-Eş'arî (r.a)'dan rivayetine göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz Allahü Teâlâ zalime mühlet verir. Öyle ki, birde onu yakaladı mı, artık kurtulamaz."
Sonra Allahü Teâlâ hükmünde -bir kimseye lütfettiği nimeti, ancak onun işlemiş olduğu günah sebebiyle değiştirdiğini ifade ederek- tam adaletli olduğunu belirtmekle; o gelen azabın kötü amelden dolayı geldiğini, Kureyş'i Allah'ın kendilerine verdiği nimetleri inkâr ettikleri için helak ettiğini haber vermektedir. Nitekim şu ayet de bunu ifade eder: "Allah bir kavmi, özlerindekini değiştirip bozmadıkça, şüphesiz onun halini değiştirip bozmaz. Allah bir kavmin de kötülüğünü dilemedi mi, artık onun alıkonmasına çare yoktur. Onun için, ondan başka bir veli de yoktur" (Ra'd, 13/11).
Açıkça anlaşılıyor ki, nimetlere hak kazanmak, inanç düzgünlüğüne, güzel amele ve ahlâk yüceliğine bağlıdır. Nimetlerin elden gitmesi de küfür, bozgunculuk ve kötü ahlâk sebebiyle olur. Ancak bazan bu yavaş yavaş olabilir. Nitekim Cenab-ı Hak başka bir ayette: "Biz onları bilmeyecekleri bir yerden derece derece azaba yaklaştıracağız." (Kalem, 68/44) buyurur.
Bütün insanlar, Allah'ın gözetimi altındadır. Onun için: "Şüphesiz Allah, hakkıyla işitici ve kemaliyle bilicidir" buyuruyor. Yani, peygamberi yalanlayanların söylediklerini işiten ve yaptıklarını bilendir.
Sonra Cenab-ı Hak, geçen sözü pekiştirmekte ve onu açarak bir daha: "Firavun hanedanının gidişi gibi" buyurmakta, bu suretle benzerlik yönünü pekiştirmekte, birinci sözde yakalamaktaki maksadı -boğmak- ölüm anında başlarına gelen cezayı, ahirette de kabirde gelecek olan şeyi açıklamakta, azabın birinci sebebinin, Allah'ın ayetlerini, yani ilâhî delilleri inkâr etmek ve ikinci sebebinin Rablerinin ayetlerini yalanlamak yani terbiye, ihsan ve nimet şekillerini -çok ve birbiri ardınca gelmiş olmalarına rağmen- inkâr olduğunu açıklamaktadır. "Rablerinin ayetleri" sözü de nimete karşı nankörlük ve hakkı inkâra daha çok işaret etmektedir.
Kısacası bu azap edilenler, hem Allah'ın varlığını ve birliğini, hem de Allah'ın kendilerine lütfettiği nimetleri inkâr etmişlerdi.
Cenab-ı Hak ayeti: "Hepsi de zalimlerdi" sözüyle bitirmiştir. Yani Kureyş müşrikleri de, Firavun hanedanı da hem küfür ve masiyetle kendilerine zulmetmişler, hem de eza vermekle diğer insanlara zulmetmişlerdi. Şüphesiz Alla-hü Teâlâ da, onlara verdiği nimetleri onlardan alarak zulüm ve günahları sebebiyle, onları helak etti. Allah onlara zulmetmedi, fakat onlar, kendilerine zulmettiler. Rabbin hiç kimseye zulmetmez.
Kureyş müşrikleri, küfürleri ve masiyetleri sebebiyle, sadece öldürülme ve nimetlerin ellerinden alınması cezasıyla cezalandırıldılar. Ondan öncekilerin azabı ise, daha şiddetli oldu. Firavn hanedanının denizde boğulması, Ad kavmine rüzgâr ve Semud kavmine de çok şiddetli bir çığlığın gönderilmesi gibi. [26]
Ahdini Bozanlara Ve Kendisinden Ahid Bozma Belirtileri Görülenlere Allah'ın Muamelesi
55- Yeryüzünde yürüyen hayvanların Allah katında en kötüsü, şüphesiz kâfirlerdir. Artık onlar iman etmezler.
56- Ki onlar, kendilerinden birtakım kimselerle muahede ettikten sonra, çoğu zaman ahidlerini bozarlar. Onlar sakınmazlar da.
57- Eğer bunları savaşta yakalarsan, onlara vereceğin ceza ile arkalarındaki kimseleri de ürküt. Olur ki ibret alırlar.
58- Eğer bir kavmin hainliğinden kesin endişeye düşersen, adalet üzere kendilerine (anlaşmalarını) at. Çünkü Allah hainlik edenleri sevmez.
59- O küfredenler geçtiklerini ve sizi aciz bırakacaklarını zannetmesinler. Onlar asla aciz kılamazlar.
Açıklaması
Bu ayetler, Kureyza oğulları yahudileri hakkında indi. Şu manayı ifade ederler: Allah'ın hükmünde ve adaletinde, yeryüzündeki insanların en kötüleri, kâfir olanlar ve ahdi bozanlardır. İki sıfattan dolayı -küfrü daim ve inatta ısrar etmeleri, yaptıkları ve yeminlerle pekiştirdikleri ahdi bozmaları- Allah'ın yarattıkları içinde en şerlileridir. Onların üçüncü bir sıfatı da işledikleri hiçbir günahta Allah'tan korkmamaları, yaptıkları haksızlıkta ve ahdi bozmada O'ndan sakmmamalarıdır.
Cenab-ı Hak, hiçbir faydaları olmadığı için, hayvanlar derecesine, hatta onlardan daha kötü bir dereceye düştüklerine işaret maksadıyla, onları insanların en şerlileri olmakla nitelendirmiştir. Nitekim bu tür kimseler hakkında: "Onlar ancak hayvanlar gibidir, belki daha da sapıktırlar" (Furkan, 25/44) "Onlar dört ayaklı hayvanlar gibidir. Onlar gafil olanların ta kendileridir" (A'raf, 7/179) buyuruyor.
Cenab-ı Hak, onların üç sıfatını açıklayarak, özellikle burada ahdi bozmayı tekrar ettikten sonra, ahdi bozanın hükmünü -ki o öldürmedir- açıklayarak: "Onları savaşta yakalarsan" buyuruyor. Yani, savaşta ele geçirirsen, onları öylesine ağır bir şekilde cezalandır ki, arap olan veya olmayan diğer düşmanlar senden korksun, onlara ibret olsun. Herhalde bundan ibret alırlar, ahdi bozmaktan, bir daha benzer şekilde davranmaktan sakınırlar.
Bu, savaşın arzulanan bir şey olmadığını, ancak taşkınlığı ve düşmanlığı önlemek, Allah'ın dinini yüceltmek için zorunlu olduğunu, ahdi bozanlara sert davranmanın, aynı şeyi onlar ve başkaları yapmasın diye ibret ve öğüt için istenen bir şey olduğunu göstermektedir.
Korunma tedaviden daha hayırlı olduğu için, Cenab-ı Hak, ahdi bozma ve hıyanet belirtileri görülen kimselerin hükmünü açıklamak üzere: "Eğer bunları savaşta yakalarsan, onlara vereceğin ceza ile arkalarındaki kimseleri de ürküt." buyurmuştur. Yani, antlaşma yaptığın bir topluluktan, aranızdaki antlaşmayı bozduklarını açık bir delille öğrenirsen, onlara antlaşmalarını bozduğunu, artık aranızda bir ahid kalmadığını bildir. Bunu sen de bil, onlar da bilsin. Aranızda savaş hali bulunduğunu bildir. Ayette geçen "nebz" kelimesi, lügatta atmak, reddetmek manasına gelir. "Seva" kelimesi ise, eşitlik manasınadır.
Şüphesiz Allah, hıyaneti sevmez ve onu cezalandırır. Kâfirlerin haklarında bile olsa, durum budur. Öyleyse antlaşmayı bozduğunu gizleme, bu konuda aldatma yoluna gitme.
İmam Ahmed, Şu"be vasıtasıyla Süleym b. Amir'in şöyle dediğini nakleder: Muaviye, Rum topraklarında ilerliyordu. Onlarla aralarında bir antlaşma vardı. Onlara hücum etmek istiyordu. Antlaşma bitince, onlara saldırdı. Birden yaşlı bir adamın bir hayvan üzerinde: "Allahü ekber, Allahü ekber, ahde vefa gösterin. Zulmetmeyin, Allah Rasulü şöyle buyurdu: "Kimin bir kavimle bir andlaşması varsa, süresi bitene, ya da onlara haber verip bilgilendirene kadar, ahdi bozmasın" dediği duyuldu. Bu haber, Muaviye'ye ulaşınca, geri döndü. O yaşlı adamın Amr b. Anbese (r.a.) olduğunu gördü.[27]
Yine İmam Ahmed, Selman el-Farisî'nin şöyle dediğini nakleder: Bir kaleye vardım. Arkadaşlarıma: 'Bana izin verin, Resulullah (s.a.)'den gördüğüm gibi, onlara davette bulunayım' dedim. Onlara şunları söyledim: 'Ben de, sizden bir kimseydim. Allah beni İslâm'a hidayet buyurdu. Eğer müslüman olursanız, bizim sahip olduğumuz haklara siz de sahip olacak, bize yapılması caiz görülmeyen şeyler size de yapılmayacaktır. Müslüman olmazsanız, zelil ve hakir kimseler olarak cizye ödersiniz. Eğer cizye ödemeyi de kabul etmezseniz, size savaş ilân ederiz: "Şüphesiz Allah hainlik edenleri sevmez." Üç gün bunu yaptım, dördüncü gün gelip teslim oldular. Bu suretle, Allah'ın yardımıyla o kaleyi fethettik.
Beyhakî'nin rivayetine göre, Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Üç şey vardır ki, bunlarda müslim-kâfir eşittir: Andlaşma yaptığın kimseye -müslim olsun kâfir olsun- karşı sözünü tam yerine getir. Çünkü ahde vefa Allah'ın hakkıdır. Kiminle -müslim-kâfir fark etmez- aranda akrabalık varsa, akrabalığı devam ettir, ilgiyi kesme. Kim -müslim olsun, kâfir olsun farketmez- sana bir emanet bırakırsa, onu ona geri ver."
Sonra Allahü Teâlâ hainleri başlarına gelecek olan ceza ile korkutmakta, Bedir savaşında ve diğerlerinde Peygamber (s.a.)'e hıyanetlerinin cezasını görmeyip kurtulduklarını zannedenlerin hallerini açıklayarak: "O küfredenler geçtiklerini zannetmesinler" buyuruyor. Yani onlar bizden kurtulabileceklerini sanmasınlar, onlar bizim kudretimiz altındadır, bizi aciz bırakamazlar. "Yoksa kötülükler yapanlar bizden savuşacaklarını mı sandı? Ne kötü hükmediyorlar." (Ankebut, 29/4).
Şüphesiz onlar, Allahü Teâlâ'yı âciz bırakamazlar, O'ndan kurtulamazlar, küfürleri sebebiyle mutlaka cezalandırılacaklar. "Sakın o küfredenlerin yeryüzünde bizi âciz bırakacaklarını sanma. Onların varacakları yer, ateştir. O, ne kötü bir dönüş yeridir" (Nûr, 24/57); "Bilin ki siz, Allah'ı aciz bırakabilecek değilsiniz. Allah her halde kâfirleri rüsvay edicidir" (Tevbe, 9/2).
Ayet Allahü Teâlâ'nm, kâfirlerden ve Hz. Peygamber'e eziyet edenlerden intikam alıcı, onların müslümanlara galip gelme arzularını boşa çıkarıcı olduğunu ifade ederek, Resulullah (s.a.)'i teselli etmektedir. [28]
Düşmanla Savaşmak İçin Hazırlık Yapmak
60- Siz de onlara karşı, gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve bağlanıp beslenen atlar hazırlayın ki, bununla Allah'ın düşmanı ve sizin düşmanınızı ve bundan başka sizlerin bilmeyip de Allah'ın bildiklerini korkutasınız. Allah yolunda ne harcarsanız, size tamamen ödenir ve siz asla haksızlığa uğratılmazsınız.
Açıklaması
Allahü Teâlâ müminlere, her çağa uygun savaş araçlarını hazırlamalarını, en üst düzeyde savaşa hazır bir ordu bulundurmalarını emrediyor: Çünkü ordu, ümmetin zırhı ve kuvvetli bir kalesidir. Bu da güç, imkân ve kudret oranında olacak bir şeydir. Bu manayı ifade için: "Onlara karşı, gücünüzün yettiği kadar kuvvet hazırlayın" buyuruyor. Yani, düşmanlarla savaşmak için, zamana ve mekâna uygun, maddî ve manevî hazırlık yapın. Sınırlarda atlar bulundurun. Çünkü sınırlar, düşmanların ülkeye hücum ve nüfuz ettiği yerlerdir. Geçmişte at, korkunç kara savaşlarının bir aracıydı. Bugün, her ne kadar büyük rol uçak, top, tank, denizaltı gemilerinin ise de, bazı yiyecek ve ihtiyaç maddelerini dağ yollarından nakletmede, haber araştırma hallerinde önemini hala korumaktadır. Önemli olan, amacı gerçekleştirmektir. Bu yüzden ülke savunması için çağın gereklerine göre sürekli bir ordu bulundurmak, savaş alet ve vasıtaları hazırlamak gerekiyor. Bu da, bu işe para ayırmakla, güçleri oranında müslümanlarm destek olmasıyla olur. At, kuvvet kavramı içinde varken, Allahü Teâlâ şerefini, asaletini ve önemini ifade için özellikle zikretti.
Sonra ayet hazırlık yapmanın sebebini ve amacını açıklıyor: Geçmişteki Mekke müşrikleri gibi düşmanlıkları ortaya çıkmış kâfirleri, bu düşmanların dostu, gizli düşmanı korkutmak... Biz, gizli düşmanı bilsek de bilmesek de, önemli değildir. Onları Allah biliyor. Çünkü O, gaybları bilendir. Bu, yahudile-ri, geçmişteki münafıkları kapsadığı gibi, ondan sonra düşmanlıkları görülen Acem, Rum gibi çağımız dünyasındaki kimseleri de içine alır.
Her çağın savaşına uygun hazırlık olmadan, barış korunmaz. Örf, adet ve akıl açısından barışı korumak, ancak yeni savaş vasıtalarıyla mümkündür.
Cihada hazırlanmak, malsız olmayacağı için, Kur'an'da o yolda harcamada bulunmaya teşvik edilerek: "Ne harcarsanız..." buyuruluyor. Yani Allah yolunda cihad için harcadığınız az veya çok her şeyin mükafatı, sahibine hiçbir noksanlık yapılmadan en mükemmel şekilde verilir. Ebû Davud'un rivayet ettiği hadisi şerifte, Allah yolunda harcanan bir dirhemin sevabının yediyüz katma kadar artırılacağı ifade olunmuştur. Nitekim ayette şöyle buyurulur: "Mallarını Allah yolunda infak edenlerin hali, yedi başak bitiren ve her başağında yüz tane bulunan tek bir tohum gibidir. Allah dilediğine kat kat verir. Allah, bol bol veren ve bilendir" (Bakara, 2/261).
"Allah yolunda..." sözü, cihad ve diğer hayır yollarını da içine almak üzere geneldir...
Bu, savaşa hazırlık yapmanın, çok para harcamaya bağlı olduğunu gösteriyor. Gerçekte harcanan şeyin karşılığını, harcayan kimse dünyada, malının, arazisinin, ticaret ve sanatının korunması, emniyet altında bulundurulması, ahirette de ebedî cennete nail olması sebebiyle görüyor. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "İnfak edeceğiniz hayır kendi faydanızadır. Zaten siz, Allah'ın rızasını aramaktan başka bir şekilde infak etmezsiniz. Hayırdan size fazlasıyla ödenir. Ve siz haksızlığa uğratılmazsınız" (Bakara, 2/272). [29]
Sulhun Ve Millet Birliğinin Savaşa Tercih Edilmesi
61- Eğer barışa yanaşırlarsa, sen de yanaş. Ve Allah'a güvenip dayan. Çünkü her şeyi hakkıyla işiten ve kemaliyle bilen bizzat O'dur.
62- Eğer seni aldatmak isterlerse, muhakkak ki Allah sana kâfidir. O, seni yardımıyla ve müminlerle destekleyendir.
63- Ve onların gönüllerine sevgi verip birleştirendir. Sen yeryüzünde olan her şeyi toptan harcamış olsan, yine onların gönüllerini birleştiremezdin. Fakat Allah aralarını bulup kaynaştırdı. Çünkü O, mutlak galiptir, hüküm ve hikmet sahibidir.
64- Ey peygamber! Sana da, müminlerden sana uyanlara da Allah yeter.
65- Ey peygamber! Müminleri savaşa teşvik et. Eğer içinizde sabırlı yirmi (kişi) bulunursa, onlar ikiyüze galip gelirler. Eğer sizden yüz (kişi) olursa, kâfirlerden binini mağlup eder. Çünkü onlar anlamaz bir topluluktur.
66- Şimdi Allah, zaafınız olduğunu bildiğinden, sizden (yükü) hafifletti. O halde eğer sizden sabırlı yüz olursa ikiyüzü yenerler, eğer sizden bin olursa Allah'ın izniyle iki bine galip gelirler. Allah, sabredenlerle beraberdir.
Açıklaması
Tam savaş hazırlığı yapılıp cihada çıkılacağı sırada, düşman barışa yönelir, bunu savaşa tercih ederse, devlet başkanının görüşüne göre, sulh kabul edilir. Zemahşerî şöyle diyor: "Sahih olan, devlet başkanının İslâm'ın ve müslü-manların savaş ve barıştaki yararını görmesine bağlıdır. Ne düşmanla mutlaka savaşılması, ne de mutlak olarak barış içinde kalınması söz konusudur.[30]
Ayetin manası: Düşman barışa, ya da mütarekeye yanaşırsa, sen de yanaş. Çünkü sen, barışa onlardan daha yakınsın. Onlarla barış yap, Allah'a güven, işi O'na havale et. Onların barışa yanaşmalarında, tuzaklarından ve sözlerinde durmamalarından korkma. Çünkü Allah sana kâfidir, onların söylediklerini duyan, yaptıklarını bilendir.
Eğer barışı, güç kazanmak ve hazırlanmak için bir hile olarak kullanmak isterlerse, Allah, onların bu işinden seni korur. Onlara karşı sana yardım eder. Senin için O yeterlidir.
Bu, barışın savaşa tercih edileceği ve ondan üstün tutulacağı konusunda açık bir delildir. Çünkü İslâm, barış, hidayet ve sevgi dinidir. Savaşa, ancak çok zorunlu haller ve zorlayıcı sebepler altında başvurulur.
Onun için müşrikler, Hudeybiye yılında Resulullah (s.a.)'le, aralarında dokuz yıl savaşılmamasını da içeren bir barış istediklerinde -müslümanlar aleyhinde şartlar taşımasına rağmen- Resulullah (s.a.) buna olumlu cevap verdi. İmam Ahmed'in oğlu Abdullah, Ali b. Ebî Talib'in şöyle dediğini rivayet eder: Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Şüphesiz yakında ihtilâf veya başka şeyler olacak. Barış yapabilirsen yap."
İbni Abbas ve bir grup tabiinden nakledildiğine göre bu ayet, Tevbe süresindeki: "Kendilerine kitab verilenlerden Allah'a ve ahiret gününe iman etmeyen, Allah'ın ve Rasulünün haram kıldığını haram saymayan ve hak dinini din olarak kabul etmeyen kimselerle, hakir ve zelil olarak kendi elleriyle cizye verinceye dek savaşın" (Tevbe, 9/29) ayetiyle nesholunmuştur. Bu nokta üzerinde düşünmek gerekir. Nitekim İbni Kesir şöyle der: Tevbe süresindeki ayette, buna imkân olduğunda düşmanla savaş emri vardır. Düşman çok olduğu zaman ise, ayetin işaret ettiği ve Peygamber (s.a.)'in de, Hudeybiye Günü yaptığı gibi, onlarla barış yapmak caizdir. Bunda hiçbir çelişki, nesih ve tahsis yoktur.[31]
Sonra Cenab-ı Hak, muhacir ve ensardan bütün müminleri desteklemekle peygamberine lütfettiği nimetini zikrederek: "O, seni yardımıyla ve müminlerle destekleyendir" buyuruyor. Yani, onların hile ve tuzağından korkma. Çünkü Allah, seni ve müminleri yardımıyla destekledi, onları sana iman ve itaatta, sana yardım ve destekte tek bir topluluk haline getirdi. Destek iki türlü oldu: Doğrudan, bilinen sebepler olmaksızın yapılan destek; bilinen sebeplere bağlı destek.
Sonra Allahü Teâlâ, müminlere olan desteğini ve saflarını birleştirişini açıklayarak: "Onların kalblerini birleştirdi" buyuruyor. Yani, Allahü Teâlâ onları cahiliyye dönemindeki uzun süren çekişme ve savaşlar sonrası meydana gelen düşmanlık ve kinden sonra -nitekim Ensar'dan Evs ve Hazrec'in durumu böyleydi- birbirine ısındırmış, sana yardım etme hususunda birbiriyle yardım-laşan tek bir ümmet haline getirmişti. Aralarındaki ihtilafları iman nuruyla gidermişti. Nitekim şu ayet bu manayı destekler: "Allah'ın üzerinizdeki nimetlerini de hatırlayın. Hani siz düşmanlardınız da, O kalblerinizi birleştirmişti. İşte onun nimetiyle kardeş olmuştunuz. Ve yine siz ateşten bir çukur kenarın-dayken oradan da sizi O kurtardı. İşte Allah, hidayeti bulaşınız diye size ayetlerini böylece apaçık bildiriyor" (Al-i İmran, 3/103).
Dünyadaki tüm malları harcasaydın onların kalblerini birleştirmeye, fikir birliği etmelerine gücün yetmezdi. Fakat Allah, onları imana hidayet buyurmakla, doğru yolda birleştirmekle, bir düzeye getirdi, onları kudret ve hikme-tiyle birleştirdi.
Bu, zafere ulaşmanın en önemli sebeplerinden birinin birleşmek ve söz birliği etmek olduğunu açık olarak göstermektedir.
Birleştirme hem eski cahili sürtüşmeleri, hem de İslâm'dan sonra ortaya çıkan -Huneyn'de ele geçirilen ganimetlerin taksimi sırasında muhacirlerle en-sar arasında çıkan ihtilaf gibi- anlaşmazlıkları gidermekle oldu. Sahihayn'da gelen bir rivayete göre, Resulullah (s.a.) Huneyn ganimetleriyle ilgili olarak ortaya çıkan görüş ayrılıkları üzerine, Ensara hitaben şunları söyledi: "Ey Ensar topluluğu! Siz dalalet içindeydiniz. Allah benimle, sizi hidayete kavuşturdu. Fakirdiniz, benimle sizi zengin etti. Ayrı ayrı idiniz, benimle sizi bir araya getirdi" Hz. Peygamber her söylediğinde onlar: "Allah ve Rasûlü iyi olanı yapar" dediler.
Bunun için Allahü Teâlâ: "Fakat Allah, aralarını bulup kaynaştırdı. Çünkü O, mutlak galiptir, hüküm ve hikmet sahibidir" buyurdu. Yani şüphesiz Allahü Teâlâ kuvvetlidir. Yaptıklarında üstündür. Aldatıcıların aldatması, tuzak kuranların tuzağı, ona üstün gelemez. Kendisine tevekkül edenin isteğini boşa çıkarmaz. İşlerinde ve hükümlerinde hikmet sahibidir.
Hafız Ebû Bekir el-Beyhakî, İbni Abbas'ın şöyle dediğini zikreder: "Akrabalık bağının kesildiği, nimetin inkâr olunduğu oldu. Fakat onların kalb yakınlığı gibisi görülmedi. Nitekim Cenabı Hak: "Sen yeryüzünde olan her şeyi toptan harcamış olsan, yine onların gönüllerini birleştiremezdin" buyurmuştur.
Allahü Teâlâ, düşmanların hile yapmak istedikleri zamanda Rasulüne yardım sözü verdikten sonra, din ve dünya işlerinin hepsinde yardım ve zafer vaadetti. Bu, tekrar değildir. Şöyle buyurdu: "Ey peygamber! Sana Allah yeter." Yani Allah, onların yaptıklarından dolayı seni üzen durumlarda sana yeter. Düşmanına karşı müminlerin sayısı az, onların sayısı çok da olsa, Allah senin ve sana tabi olanların, sana inanan müminlerin yardımcısı ve destekleyicisidir.
Fakat Allah sana ve müminlere, yardımıyla yeterli olsa da, bu, savaş için gerekli sebeplere yapışmamayı, istenen vasıtaları almamayı ifade etmez. Allah'a buna güvenmenin yanında, müminleri savaşa teşvik etmen de gerekir. Şüphesiz Allahü Teâlâ, cihad yolunda nefislerini ve mallarını harcamak şartıyla, sana yeter.
Sonra Cenabı Hak: "Eğer içinizde sabırlı yirmi (kişi) bulunursa, onlar iki-yüze galip gelirler" buyurmuştur. Bundan murad haber vermek değildir. Aksine emir vardır. Adeta Cenabı Hak: "Sizden yirmi kişi olursa sabretsinler ve savaşta gayret sarfetsinler, iki yüze galip gelirler" buyurmuştur. Yani, sizden sabreden, mevkilerinde sebat eden yirmi kişi olursa, iman, sabır ve anlayışlarıyla bu üç haslet bulunmayan ikiyüz kâfire üstün gelir. "Çünkü onlar, anlamaz bir topluluktur." Yani kâfirlerin hezimet sebebi, onların, sizin bildiğiniz gibi, savaşın hikmetini bilmeyen bir toplum olmalarıdır. Çünkü onlar, sırf üstünlük maksadıyla savaşırlar. Sizse, Allah'ın dinini yüceltmek, inancı düzeltmek, putperestlikten temizlenmek, üstün ahlâkla bezenmek, namaz kılmak, zekât vermek, iyiliği emir, kötülükten nehyetmek gibi, Allah'a kulluk amaçları doğrultusunda savaşırsınız. Nitekim Cenabı Hak da şöyle buyurur: "İman edenler, Allah yolunda savaşırlar, küfredenler de tağut yolunda savaşırlar" (Nisa, 4/76); "Onlar eğer kendilerine yeryüzünde bir iktidar mevkii verirsek dosdoğru namazı kılarlar, zekâtı verirler, iyiliği emrederler, kötülükten vazgeçirmeye çalışırlar" (Hac, 22/41).
Sonra onlar, öldükten sonra dirilmeye ve cezaya inanmazlar. Sizse, iki güzel şeyden birini beklersiniz. Ya ganimet ve zafer, ya da Allah yolunda şehidlik ve cennete kavuşmak.
Ayette sabrederlerse, müminler topluluğunun, kendilerinin on katı kâfire, Allah'ın yardımı ve desteğiyle üstün geleceklerine ilişkin bir sözü ve müjdesi var. Yine, müminlerin, savaşın amaçlarını kavrayan kimseler olacaklarına, Allah'ın rızasını kazanacak şeyler yapacaklarına, insan hayatı ve milletlerin yükselmesi için elverişli şeyleri kâfirlerden daha iyi bileceklerine işaret var. Kâfirler, müşrikler, yahudiler ve Hristiyanlar ise maddecidirler. Savaştan maksatları, şöhret ve diğer milletleri kendilerine boyun eğdirmektir.
Bir müslümanm on kâfire karşı durması, müslümanların az olduğu ilk zamandaydı. Kendilerinden yüksek, güzel işlerin en yüksek derecesi istendi.
Müslümanlar çoğaldıktan sonra ise, ruhsat, kolaylık olan şeyler istendi. Şu ayet onun için bu sorumluluğu hafifletti: "Şimdi Allah zaafınız olduğunu bildiğinden, sizden (yükü) hafifletti" Yani Allah bir müslümana, on kâfire karşı koymasını, onlara karşı sebat etmesini emrettiği, bu da onlara ağır geldiği zaman, bu mükellefiyeti en aşağı dereceye indirerek hafifletti. Bir kişinin iki kişiye karşı koymasını emretti. Eğer sizden sabreden yüz kişi olursa, iki yüze üstün gelir; bin sabreden kişi olursa, Allah'ın izni ve kudretiyle ikibin kişiye üstün gelir. Allah daima yardımı, desteği ve korumasıyla sabredenlerin yanındadır.
Buharî, İbni Abbas (r.a)dan şöyle rivayet eder: "Sizden sabreden yirmi kişi bulunursa, iki yüz kişiye üstün gelir" ayeti nazil olunca, bu durum, müslüman-lara ağır geldi. Bunun üzerine bu yükü hafifleten ayet nazil oldu: "Şimdi Allah zaafınız olduğunu bildiğinden, sizden (yükü) hafifletti."
Her iki halde de, az olan müslümanlardan, kendilerinden daha çok bir topluma karşı koymaları isteniyor. "Allah sabredenlerle beraberdir" sözü, müminleri zafer ve galibiyetin gerçekleşmesi için sadece imana dayanmamak gerektiğini, imanla beraber diğer sıfatların da -bunların en önemlileri sabır, sebat, daima maddî ve manevî hazırlık, işlerin hakikatlarını ve cihadın maksatlarını bilmektir- mutlaka bulunması gerektiğini ifade etmektedir.
Kur'ân-ı Kerim'de fert ve toplum olarak sebat edilmesi, sabredilmesi emri tekrarlanır: "Ey iman edenler! Bir toplulukla karşılaştığınızda sebat edin." (Enfal, 8/45); "Muhakkak Allah, kendi yolunda birbirine kenetlenmiş bina gibi saf bağlayarak çarpışanları sever." (Saff, 61/4); "Ey iman edenler! Sabredin, sabır yarışı yapın. Sınırlarda nöbet beklesin. Allah'tan korkun ki, kurtuluşa eresi-niz" (Âl-i İmran, 3/200); "Birbirinizle çekişmeyin. Sonra korku ile zaafa düşersiniz, rüzgârınız gider. Bir de sabredin. Şüphesiz Allah sabredenlerle beraberdir" (Enfal, 8/46). [32]
Esir Edinmenin Şartı, Fidye Kabulü Ve Ondan Yararlanmanın Mubah Oluşu
67- Hiçbir peygambere, yeryüzünde ağır basıp zaferler kazamncaya kadar esirler alması yaraşmaz. Sizler geçici dünya malını arzu ediyorsunuz. Halbuki Allah (sizin için) ahireti ister. Allah azizdir, hüküm ve hikmet sahibidir.
68- Eğer Allah'ın geçmiş bir yazısı olmasaydı, aldığınıza karşılık herhalde size büyük bir azab dokunurdu.
69- Artık elde ettiğiniz ganimetten helal ve hoş olarak yeyin ve Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah, bağışlayıcı ve rahmet edicidir.
70- Ey Peygamber! Elinizdeki esirlere de ki: "Eğer Allah'ın ilmine göre, kalb-lerinizde bir hayır varsa, O size, sizden alınandan daha hayırlısını verir ve sizi bağışlar. Allah, bağışlayıcı ve rahmet edicidir.
71- Eğer sana hainlik etmek isterlerse, onlar daha önce Allah'a da hainlik etmişlerdi. O onlara karşı imkân ve kudret vermişti. Allah hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.
Açıklaması
Peygamber için İslâm'ın ve müslümanların izzetini göstermek, İslâm devletinin düşmanlarını korkutmak ve hiç kimsenin İslâm devletini ele geçirme cesaretini göstermemesi, zayıflatma ve aleyhinde gizli oyunlara yönelmemesi için kâfirleri öldürmedikçe, daha işin başında, esirler hakkında iyilikte bulunma, ya da fidye alma yoluna gitmesi, doğru ve uygun değildir.
Fidye kabulünü uygun görenler, geçici dünya hayatını istiyorlar[33], Allah ise sizin için sürekli ve cennete gitmenize sebep olan ahiret sevabını istiyor. Ona götüren hükümleri size meşru kılıyor: Yeryüzünde, hak davayı yükseltmek, adaleti hakim kılmak ve insanlık için eh yararlı nizamı yerleştirmek için, yeryüzünde hakim olmayı sağlayan öldürme de bunlardandır.
Allah kuvvetli ve üstündür, dostlarını düşmanlarına galip kılar, onlara imkân verir; düşmanlarını öldürürler, esir ederler. İşlerinde ve emirlerinde hikmet sahibidir. Hallerine uygun şeyleri meşru kılar: Müşrikler kuvvetli ve güçlü olduğu zaman, düşmanların çoğunun öldürülmesini emretmesi ve fidye alınmasını yasaklaması gibi. Böylece yüce Allah'ın buyurduğu gibi müminler şeref ve üstünlük sahibi olurlar: "Halbuki şeref, üstünlük ve galibiyet Allah'ındır, Rasûlünündür ve müminlerindir" (Münafikun, 63/8).
Allah'ın daha önce yazılmış, yani önceden Levh-i Mahfuzda kayıtlı olan bir hükmü, içtihadında hata edenin cezalandırılmayacağı hükmü olmasaydı... Çünkü bu görüş sahipleri, kâfirlerin geri bırakılmakla, belki de tevbe edip müslüman olabilecekleri, onlardan fidye alınmakla da müslümanların Allah yolunda cihad için güç kazanacakları görüşündedirler. Onların öldürülmesinin, İslâm'ı daha kuvvetlendireceğini, onların arkasındakileri daha da korkutacağını ve kuvvetlerini daha zayıflatacağını bilmemektedirler.
Daha önce geçmiş olan yazı, yani hükmün ya Bedir savaşına katılanlara azap edilmeyeceği, günahlarının affedildiği, ya da bir kavme ancak kuvvetli bir delil ve açıklamadan, fidye almayı yasaklayan bir beyandan sonra azab edeceği -daha önce bunu yasaklayan bir emir gelmemiştir- yahut onlar kendilerine helâl kılınmadan ganimetleri mubah kılmada acele edecekleri, halbuki Allah'ın onları kendilerine mubah kılacağı hükmüdür.
Ey müminler! Bizim size geçmiş bu ilâhi hükmümüz olmasaydı, aldığınız fidyeden dolayı, size büyük, korkunç bir azab gelecekti. Burada, yaptıkları şeyin tehlikesinden dolayı onlar için korkutma vardır.
Allahü Teâlâ onları, fidye aldıkları için azarladıktan sonra; burada fidyeyi onlar için mubah kılınan ganimetlerden kıldı: "Artık elde ettiğiniz ganimetten helâl ve hoş olarak yiyin..." Yani, size ganimetleri mubah kıldım. Dolayısıyla ganimet olarak aldığınız fidyeden yeyin. Bu, sizin için helâldir. Bunun faydası, o azardan sonra ya da ilk önceki milletlere haram edilmiş olması sebebiyle, onların ruhlarında meydana gelen endişeyi gidermektir.
Allah'ın emirlerine aykırı davranmaktan sakının, O'nun emir ve nehyinden hiçbirine muhalefet etmeyin, bundan sonra artık masiyet işlemeyin. Şüphesiz Allah, fidye almak suretiyle işlediğiniz günahlarınızı bağışlar, aldığınız şeyi size mubah kılmakla merhamet eder. Kullarının tevbesini kabul edip günahlarını affetmesi de O'nun rahmetidir.
Kısacası, esirlerden fidye alınması, ya da bir şey alınmadan serbest bırakılmaları, ancak düşmana karşı açıkça üstünlük sağlandıktan ve İslâm Devletinin düşmanlara heybetini ispatladıktan sonra olabilir.
Resulullah (s.a.)'in, fidye alması esirlere ağır gelince: "Ey peygamber! Elinizdeki esirlere de ki..." ayeti nazil oldu. Bununla, onları küfürden korkutup, dünya ve ahiret hayrını açıklamakla İslâm'a teşvik maksadı güdülüyordu.
Ayetin manası: Ey peygamber, sizin elinize düşüp de kendilerinden fidye aldığınız müşrik esirlere de ki: Eğer Allah'ın ilminde şu anda, ya da gelecekte sizin küfürden ve bütün masiyetlerden tevbe edip inanacağınız, ihlâs ve güzel niyetle, Allah'a ve Rasûlüne itaat edip -Peygambere yardıma ve onunla savaşmaktan vazgeçmeye azmetmek gibi- kulluk edeceğiniz yazılı ise, sizden fidye olarak alınandan daha hayırlısını size verir, sizdeki şirk ve günahları mağfiret buyurur. Allah günahlarından tevbe edenleri bağışlar, müminlere merhamet eder. O, onlara başarı vermekle ve saadete kavuşturmakla yardım eder.
İbni Abbas, bu ayetteki esirlerden amacın Abbas ve arkadaşları olduğunu söylemiştir. Onlar, Resulullah (s.a.)'e: "Resulullah'm getirdiklerine inandık, şe-hadet ediyoruz ki sen, Allah'ın peygamberisin, seni kavmine karşı mutlaka koruyacağız" dediler.
Bunda İslâm'ı açıklamaya, Hz. Peygamber(s.a)'in davetini kabule teşvik vardır. Ey Muhammedi Eğer o esirler, müslümanlıklarını ve barış yaptıklarını açıkladıktan sonra, seninle yaptıkları barışı bozarak sana hıyanet etmek isterlerse, onların hıyanetinden korkma. Çünkü onlar, Bediimden önce de küfürle ve Allah'ın "Rabbin: 'Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" demiş, onlar da: 'Evet Rab-bimizsin' demişlerdi" (A'raf, 7/72) ayetinde belirttiği insanoğlundan aldığı mi-sakı bozmakla Allah'a hıyanet ettiler. Halbuki O, varlığına işaret eden kevnî ve aklî deliller ortaya koydu. Onlara, düşünen kimseleri gerçekten Allah'ın birliğine yönelten akıl verdi.
Bedir Günü, seni onlara karşı güçlü kıldı. Tekrar hıyanete dönerlerse, yine seni onlara güçlü kılacak; sen de onları yenilgiye uğratacaksın.
Allah onların niyetlerini bilici, yaptığında hikmet sahibidir, kâfirlere karşı müminlere yardım eder.
Bunda, Hz. Peygambere yardım vaad etmek ve kâfirleri yenilgiyle korkutmakla, Hz. Peygamberi teselli vardır. Çünkü Allah, varlık alemindeki her şeyi bilen, bütün insanları kontrol altına alan, istediğini gerçekleştirmeye gücü yetendir. [34]
Hz. Peygamber (S.A) Zamanında İman Ve Hicrete Göre Müminlerin Sınıfları
72- İman edip hicret edenler, Allah yolunda malları ve canlarıyla cihad edenlerle, barındırıp yardım edenler, işte onlar birbirlerinin velileridirler. İman edip de hicret etmeyenler ise, hicret edene kadar, sizin onlara hiçbir velayetiniz yoktur. Eğer onlar din hususunda sizden yardım isterse, yardım etmek üzerinize vacib olur. Ancak sizinle aralarında sözleşme bulunan bir kavim aleyhinde değil. Allah, yapmakta olduğunuzu hakkıyla görücüdür.
73- Kâfir olanlar da birbirlerinin velileridir. Eğer siz bunu yapmazsanız, yeryüzünde bir fitne ve büyük bir fesat olur.
74- İman edip de Allah yolunda hicret ve cihad edenler ve barındırıp yardım edenler: İşte gerçek mümin olanlar bunlardır. Onlar için mağfiret ve (cennette) bitmez tükenmez bir nzık vardır.
75- Sonra iman edip de hicret ve sizinle beraber cihad edenler ise: Onlar da sizdendir. Hısımlar, Allah'ın kitabınca birbirlerine daha yakındırlar. Şüphesiz Allah, her şeyi hakkıyla bilendir.
Açıklaması
Ayetler, kâfirlerin karşısında müminleri dört kısımda topluyor:
1- Bedir savaşından önce Hudeybiye barışma kadar hicret eden ilk muhacirler.
2- Ensar: Muhacir din kardeşlerini barındıran Medineliler.
3- Hicret etmeyen müminler.
4- Hudeybiye barışından sonra hicret eden müminler.
Birinci sınıf, bu bölümdeki birinci ayetin başında zikredilenlerdir. Bunlar, Allah'a ve peygamberine iman eden, Bedir savaşından önce, hicrî altıncı yılda yapılan Hudeybiye barışma kadar hicret edenlerdir. Evlerini ve mallarını Mekke'de bırakıp Allah ve Rasûlüne yardım için gelenler, mallarını ve canlarını Allah yolunda harcayanlardır. Bu sınıf en üstün ve en mükemmel sınıftır. Allah onları iman etmek ve Peygamber (s.a.)'in getirdiği her şeyi tasdik etmekle, müşriklerin fitnesinden kaçıp Allah'ı hoşnut etmek, peygamberine yardım etmek için evlerinden, yurtlarından hicret etmekle, mallarıyla ve canlarıyla Allah yolunda cihad etmekle vasıflandırmıştır.
Malla cihad: Malı, yardımlaşma, hicret, Allah'ın dinini koruma -at ve silah için harcama gibi- müslümanlarm ihtiyaçlarını karşılama konularında harcamadır.
Canla cihad: Düşmanla savaşma, onlara üstünlük sağlama, onlara önem vermemedir. Zorluklara katlanmak, eziyet ve sürekli baskılara sabretmektir.
Malla cihadın canla cihaddan daha önce anılması, onun gerekli olan ihtiyacı gidermede daha öncelikli olması ve canla cihadın ona bağlı bulunmasm-dandır.
Kısaca, ilk muhacirler dört sıfatla vasıflandırıldılar: a) Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe iman, b) Hicret, c) Cihad, d) Bu işleri ilk yapanlar olmak.
İkinci sınıf, peygamberi ve kendilerine hicret edip gelenleri barındıranlar, onlara yardım edenlerdir. O zaman Medine, İslâm'ın başkenti ve İslâm davetinin merkezi, ensarla birlikte Allah'ın dinine yardım etmeye çalışan, onlarla birlikte savaşan muhacirlerin sığınağı idi. Ensar, mallarını muhacirlerle paylaştı, onları kendilerine tercih ettiler ve faziletçe birinci sınıftan sonra ikinci sırayı aldılar.
Sonra Allahü Teâlâ, iki sınıfı birbirlerinin velisi olarak nitelemiştir. Onlar diğer kardeşinin işlerini kendi işleri gibi görüyordu. Çünkü onların hakları ve yararlan ortaktı. Onun için Resulullah (s.a.) muhacirlerle ensan kardeş yapmıştı. Bu kardeşlikle, akrabalıktan önde bir verasetle birbirlerine vâris oluyorlardı. Nihayet, muhacirler ticaret gibi konularda kuvvetlenince, Sahihu'1-Bu-hari'de İbni Abbas'tan sabit olduğu gibi, Allahü Teâlâ mirasta bu hükmü nes-hetti. İmam Ahmed, Cerir b. Abdillah el-Becelî (r.a)'m şöyle dediğini rivayet eder: Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Muhacirler ve ensar, birbirlerinin velileridir. İslâmiyeti zorla kabul edenler Kureyş'ten, hürriyete kavuşmuş hürler Sa-kiftendir. Bu ikisi, kıyamete kadar birbirlerinin velileridir..." [35]
Önceleri muhacirlerle ensar arasındaki veraset, akrabalığın ötesinde, müslüman olmak ve hicret etmek dolayısıylaydı. Medine dışındaki müslüman, Medine ve çevresindeki müslümana, ancak Medine'ye hicret ederse vâris olabiliyordu. Aralarındaki veraset din kardeşliğine dayanıyordu.
Böylece muhacirlerle ensar arasındaki velayet savaşta, verasette ve kâfirlerle aralarındaki bütün ilişkilerinde geneldi. Ebû Bekir el-Asam: "Ayet muhkemdir, mensuh değildir. Velayetle murad, yardımdır" demiştir.
Allahü Teâlâ, Kur'ân'ın diğer ayetlerinde muhacirleri ve ensan şu şekilde övmektedir: "Birinci dereceyi kazanan muhacirler ve ensar ile onlara güzellikle tabi olanlar: Allah onlardan razı olmuştur. Onlar da O'ndan razı olmuşlardır. Bunlar için orada ebedî kalmak üzere, altlarından ırmaklar akan cennetler hazırladı. İşte bu en büyük kurtuluştur" (Tevbe, 9/100); "Andolsun ki Allah, peygamberini içlerinden bir grubun gönülleri neredeyse eğrilmek üzere iken güçlük zamanında ona tabi olan muhacirlerle ensarı da tevbeye muvaffak etti ve sonra onların bu tevbelerini kabul buyurdu. Çünkü O, onlar için çok esirgeyici, çok bağışlayıcıdır" (Tevbe, 9/117); "(Fey) hicret eden fakirlere (muhacirlere) aittir. Onlar, Allah'tan fazl ve hoşnutluk ararlar. Allah'a ve Peygamberine yardım ederlerken yurtlarından ve mallarından çıkarılmışlardır. İşte bunlar sadıkların ta kendileridir. Onlardan önce yurt ve iman edinmiş kimseler, kendilerine hicret edenlere sevgi beslerler. Onlara verilen şeylerden dolayı kalblerinde bir ihtiyaç bulmazlar. Kendilerinde bir ihtiyaç bulunsa bile, kendi nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar felah bulanların ta kendileridir" (Haşr, 59/8-9).
Ayetlerin zahirî manaları, muhacirlerin ensardan üstün olduğunu ifade etmektedir. İbni Kesicin dediği gibi, alimler bunda ittifak halindedirler. Ebû Bekir el-Bezzar, Müsned'inde Huzeyfe'den şöyle rivayet eder: "Resulullah (s.a.) beni hicretle yardım arasında muhayyer kıldı, ben hicreti tercih ettim."
Üçüncü sınıf hicret etmeyen müminlerdir. Nitekim Allahü Teâlâ, şu ayetinde onları zikrediyor: "İman edip de hicret etmeyenler ise, hicret edene kadar, sizin onlara hiçbir velayetiniz yoktur." Yani, Peygamber (s.a.)'in peygamberliğini tasdik eden fakat Mekke'den Medine'ye hicret etmeyen Daru'1-Harp Ye Daru'l-Şirkte müşriklerin hükmü altındaki müminlerin, Daru'l-İslâm'daki müminlere velayet hakları yoktur. Kâfirler, Daru'l-İslâm halkından birini esir ederse, o, bu diyarın hükmüne tabidir. Çünkü Daru'l-İslâm'la Daru'1-Harp arasında velayet olmaz. Ancak bunun tek istisnası yüce Allah'ın: "Eğer onlar din hususunda sizden yardım isterse..." sözüyle belirttiği durumdur. Bu, kâfirlere karşı -kâfirler onlarla savaştıkları, ya da dinlerinden dolayı işkence ettikleri zaman- onlara yardım etmektir. Ancak bu kâfirler, kendileriyle anlaşma bulunan kimseler ise, bu anlaşmaya sadık kalmak gerekir. Çünkü İslâm, sözleşmeyi bozarak hıyanet yapmayı mubah görmez. Bu, İslâm'ın ve onun âdil, yüce ve eşsiz dış siyasetinin temel hükümlerinden biridir.
Yüce Allah: "Allah yaptıklarınızı görücüdür" sözüyle anlaşmayı bozmaktan sakındırıyor. Bu sözün manası şudur: Şüphesiz Allah, bütün işlerinizden haberdardır. Öyleyse cezasına uğramamak için, sizin için belirlediği sınırları aşmayın.
Kısacası, kâfirlerle olduğu gibi, Daru'l-İslâm'daki müminlerle, hicret edemeyen müminler arasında bütünüyle bir ilişki kesikliği yoktur. Eğer sizden yardım isterlerse, onları yardımsız bırakmayın.
Muhacirlerle ensar arasındaki yardımlaşmayı kuvvetlendirip müminlerin kâfirlere karşı tek saf olmaları ve dostluklarını kesmeleri için Allahü Teâlâ kâfirlerin halini zikrediyor: "Kafirler de birbirlerinin velileridir..." Yani kâfirler bir bütün olarak, müslümanların karşısında tek bir millettir. Müslümanlarla savaşta ayrı ayrı millet ve birbirlerine düşman da olsalar, birbirleriyle yardım-laşırlar, birbirlerine yardım ederler. Nitekim tarih bunun şahididir. Yahudiler, müminlere karşı müşriklere yardım ettiler. Hatta bunun için, müslümanlarla olan sözleşmelerini bozdular. Bu da, kendilerine savaş açılmasına ve Hay-ber'den köklerinin sökülerek atılmalarına sebep oldu. Tarih boyunca bütün yüzyıllarda, müşriklerle dinsiz materyalistler, Yahudi ve Hristiyanlar aynı safta, İslâm'a ve müslümanlara düşmanlıkta bir ve beraber olmuşlardır.
Kâfirlerin bir safta, müslümanların da onların karşısında başka bir safta olması, dini inanç farklılığı yüzünden, dört mezhebin de ittifakıyla, verasete engeldir. Müslüman kâfire, kâfir de müslümana vâris olamaz. Hakim'in, Müs-tedrek'inde Üsâme'den rivayet ettiğine göre, Peygamber (s.a.): "İki millet birbirlerine vâris olamazlar: Müslüman kâfire, kâfir de müslümana vâris olamaz" buyurdu, sonra da: "Kâfir olanlar da birbirlerinin velileridir. Eğer siz bunu yapmazsanız yeryüzünde bir fitne ve büyük bir fesat olur" ayetini okudu. Nesâî dışında diğer beş hadis kitaplarının sahipleri de Üsâme b. Zeyd'den şunu rivayet ederler: "Müslüman kâfire, kâfir de müslümana vâris olamaz."
Kâfirlerin birbirlerine vâris olmaları ise, ulemanın çoğunluğuna göre caizdir. Çünkü: "Kâfirler birbirlerinin velileridir" ayetine göre küfür, vâris olmakta tek bir millettir. Malikîlere göre ise, dinleri farklı olduğu zaman -birinin yahu-di, diğerinin Hristiyan olması gibi- kâfir kâfire vâris olamaz. Çünkü bu iki din, birbirinden farklıdır. Yine bu ikisi -yahudi ve Hristiyan- müşriğe, müşrik de bu ikisine vâris olmazlar. Çünkü daha önce zikrettiğimiz: "İki farklı millet birbirlerine vâris olamazlar" hadisi geneldir. Çünkü aralarında antlaşma yoktur.
Kâfirler arasında ülke farklılığı, sadece Hanefîlere göre verasete engeldir. Müslümanlar arasında ise engel değildir. Çünkü Darul-İslâm'da adalet sahipleriyle isyancılar arasında veraset gerçekleşmiştir. O halde bu engel, gayr-i müslimlere hastır.
Şafıîlere göre ise ülke farklılığı, verasete engel hallerden değildir. Fakat onlar şöyle derler: Harbî ile sözleşmeli arasında -aralarında velayet olmadığı için- veraset yoktur. Bu hüküm zimmî (mal, namus ve dini için teminat verilmiş olan gayr-ı müslim) ile eman isteyeni (İslam devletine iltica edip sığınanı) kapsamaktadır.
Malikîlere ve Hanbelilere göre ise, farklı ülkelerde bulunmak, verasete engel değildir. Dolayısıyla ülkeleri bir de olsa, ayrı da olsa, Ehl-i Harp birbirine vâris olur.
Sonra, Allahü Teâlâ: "Eğer siz bunu yapmazsanız, yeryüzünde bir fitne ve büyük bir fesat olur" buyuruyor. Yani, size emrolunan müslümanlara dost olmak, onlarla ilgilenmek ve birbirlerinin velisi olan kâfirlere karşı onlara yardım etme işini yerine getirmez, müşriklerle dost olmaktan ve onlara karışıp onlarla görüşmekten kaçınmazsanız, yeryüzünde büyük bir fitne -imanın zayıflaması, küfrün kuvvetlenmesi ve büyük bir bozgun- kan dökülmesi olur, fitne yaygınlaşır. Bu işin karışması, müminlerin kâfirlerle karışık halde bulunmalarıdır. Ayrıca insanlar arasında din ve dünya işlerinde büyük fesad olur, diyor.
Bu, İslâm'ın, müslümanlarm öz şahsiyetlerine, ülkelerinde bağımsız olmalarına, kâfirlerin vatanlarında oturmamaya ne kadar hırslı olduğunu gösterir. İbni Cerir, Resulullah (s.a.)'in şöyle buyurduğunu nakleder: "Müşriklerin arasında oturan her müslümandan uzağım."
Sonra Allahü Teâlâ, muhacirlerin ve ensarın diğer müslüm ani ardan üstünlüğünü ve ahirette nail olacakları şeyleri açıklıyor ki, bu bir tekrar değil, onların övülmesidir: "İman edip de Allah yolunda hicret ve cihad edenler..." Allahü Teâlâ iman edip de peygamberin ve müminlerin ihtiyacı olduğu halde hicret etmeyen, şirk ülkesinde kalan kimselerin değil, iman edip hicret edenlerin tam anlamıyla mümin olduklarını, onları bağışlayacağını, varsa günahlarından vazgeçeceğini ve cennette çok temiz, sürekli, güzel rızıklarla mükâfatlandıracağını haber veriyor.
Bu üç sınıf, yüce Allah'ın da: "Birinci dereceyi kazananlar" (Tevbe: 9/100) şeklinde nitelediği ilk öndekilerdir.
Dördüncü sınıf, Hudeybiye barışından sonra hicret eden müminlerdir. Bunlar: "Sonra iman edip de..." ayetiyle işaret olunanlardır. Yani, daha sonra iman etmiş, birinci hicrette hicret edememiş, müslümanlarm gücü arttıktan sonra, Medine'ye hicret eden ilk müslümanlarla birlikte cihad etmiş müslü-manlar da sizdendir. Dostlukta, yardımda, fazilet ve mükafatta ilk muhacirler ve ensar gibidir. Onun için Cenab-ı Hak: "Onlardan sonra gelenler" (Haşr, 59/10) buyurmuştur.
Üzerinde ittifak bulunan ve sahih yollardan gelen hadisde, Resulullah (s.a.): "Kişi sevdiği ile beraberdir" buyurmuştur. Taberanî ve Dıyâ'nın Ebû Kursafe'den rivayet ettikleri başka hadis-i şerifte de: "Kim, bir kavmi severse, onlardandır" (başka bir rivayette: "Allah onu, onların içinde hasreder" ) buyurmuşlardır.
"Onlar da sizdendir" sözüyle, dördüncü sınıfin üçüncü sınıftan sayılması, önce davrananların sonraya kalanlardan üstünlüğüne -her ne kadar ayette ilk sınıf ile son sınıf arasında hicret ve iman gibi ortak bir nokta varsa da- işaret eder...
Sonra Allahü Teâlâ iman ve hicret velayetinin ardından akrabalık velayetini sayıyor: "Hısımlar..." Yani, kan bağıyla birbirlerine bağlı olan yakınlar. Ayet, zevi'l-füruz, asabe (baba tarafından akraba), rahim (ana tarafından akraba) gibi her türden akrabayı kapsamaktadır. Bunların bir kısmı diğerinden -Daru'l-hicretteki muhacir ve ensardan yardıma ve mirasa- Allah'ın mümin kullarına yazdığı hükümde daha lâyık ve bu konuda daha hak sahibidir.
Artık akrabalık velayeti, daha önceki dönemdeki iman ve hicretten doğan velayetten daha önemlidir. Mümin olan yakın, kan bağıyla bağlı akrabasına, uzak muhacir ve ensar akrabasından daha yakındır. O halde ayet, geçmiş ayeti tahsis etmektedir. Kâfir yakma gelince, küfür, onun akrabasına olan bağını keser.
Kan ve nesep kardeşliği ile birlikte, Allah'a iman kardeşliği, Allah'ın hükmünde, sadece din kardeşliğinden daha üstündür.
Sonra ayet "Şüphesiz Allah, her şeyi hakkıyla bilendir." şeklinde sona eriyor. Yani, şüphesiz Allah, her şeyi bilir. Onun ilmi geniş, sizin dünyevî ve uhrevî her şeyinizi, bu sûrede meşru kıldığı savaş, barış, ganimet, esir, sözleşme ve antlaşmaları müminlerle ve akrabalarla olan genel ve özel hükümleri bilir. Bu, sûrenin bütün hükümlerinin muhkem olduğuna, mensuh ve hükmü değiştirilmediğine, hepsinin hikmet, sevap ve yararlı olduğuna, içlerinden hiçbirinin gereksiz olmadığına işaret etmektedir.
Fakat: "Hısımlar Allah'ın kitabınca birbirlerine daha yakındırlar..." ayeti İbni Abbas, Mücahid, İkrime, Hasan, Katâde ve diğer bazılarından rivayete göre, daha önce, yardım etmiş olma ve dinen kardeş olma sebebiyle vâris olmayı neshetmiştir. Onların bu görüşünü, sahih ve mütevatir: "Şüphesiz Allah, her hak sahibine hakkını vermiştir, artık hiçbir vârise vasiyet yoktur" hadisi desteklemektedir.
Artık, yardım etme ve hicret sebebiyle vâris olma nesh olundu. Vâris olma, ancak akrabalık sebebiyledir. Cenab-ı hakkın: "Allah'ın kitabınca" sözünden, Nisa süresindeki miras ayetlerinde zikrolunan paylar amaçlanmaktadır. Şafiîlerin görüşü budur. Feraiz bilginlerine göre dar manada; dayı, hala, teyze, kız çocukları, kız kardeşlerin çocukları gibi zevi'l-erham için vâris olmak yoktur. Asabeler, birbirlerinden daha lâyıktırlar. Çünkü farzlar belirlenmiştir. Ha-nefîler ise şöyle der: "Bu ayetin nassıyla, zevi'l-erham için de vâris olmak sabit olur. Bu, asabelerden biri bulunmadığı zaman olur.
"Hısımlar, Allah'ın kitabınca birbirlerine daha yakındırlar..." ayetinin ör cesini neshettiğini reddedenler, velayeti (veliliği), yardım, sevgi ve tazimle yorumlarlar. Bu durumda birinci ayet, İslâm bağının, mezhep bağından daha kuvvetli olduğunu, ikinci ayet onların derecelerini ve gerçek mümin olduklarını, üçüncü ayet imanda ve hicrette gecikenlerin, daha öncekilerin hükmünde olduğunu, akrabalıkla yardımlaşmanın da istenen bir şey olduğunu açıklar.
"Hısımların yakınlığı" ile ilgili ayetten, irsî velayetin, ancak delilin özel olduğu şeyin dışında akrabalıkla olacağı amaçlanmaktadır: O zaman bu sözden maksat, velayetin irs sebebiyle velayete işaret etme ihtimali zannmı gidermektedir. Nitekim Razî: "Uygun olan da budur. Çünkü zaruret ve ihtiyaç olmaksızın neshi çoğaltmak caiz değildir" der.[36]
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/181.
[2] İbni Kesîr, 11/284.
[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/185-187.
[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/187-190.
[5] Muhammed İbni İshak Sîret'inde Abdullah ibni Abbas'tan rivayet etmiştir, bkz. İbni kesir, 11/288.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/194-195.
[6] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/195-196.
[7] Kurtubî, VII/373.
[8] Razî, XV/135.
[9] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/200-204.
[10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/208-210.
[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/214.
[12] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/218-220.
[13] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/223-224.
[14] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/226-227.
[15] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/230-231.
[16] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/234-236
[17] Razî, XV/164.
[18] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/242-243.
[19] Kurtubî, Vm/3-13.
[20] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/248-251.
[21] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/255-257.
[22] İbni Kesir, 11/316.
[23] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/260-263
[24] Razî,XV/174-175.
[25] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/267-268.
[26] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/270-271
[27] Bunu Ebu Davud et-Tayalisi, Ebu Davud et-Tirmizi, Nesai ve İbn Hibban Sahih’inde Şu’be’den nakletmişler, Tirmizi hadis için “hasen sahihtir” demiştir.
[28] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/274-276.
[29] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/280.
[30] Zemahşeri, 11/22.
[31] İbni Kesir, 11/322-323.
[32] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/284-287.
[33] Burada dünya menfaati ve malı "geçici" olarak adlandırılmaktadır. Çünkü onun kalıcılık ve devam özelliği yoktur. O bir arazdır ve sonra yok olur.
[34] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/295-297.
[35] Ancak İmam Ahmed bunu münferid olarak zikretmiştir.
[36] Razî, XV/213.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/302-307.
Allah yolunda cihadın hükümlerinden, savaş kaidelerinden, savaşa hazırlanmaktan, düşman da eğer o yöne eğilim duyuyorsa, barışı savaşa tercih etmekten, savaşın şahıslar ve mallar üzerindeki tesirlerinden bahseden Medenî (Medine'de inen) bir sûredir.
Az oldukları halde, çok sayıdaki müşriklere karşı müslümanlarm zaferini gerçekleştiren şerefli gazveler silsilesinin ilki olan ve hakla bâtılı birbirinden ayırdığı için de Yevme'l-Furkan diye adlandırılan Bedir Gazvesi'nden sonra nazil olmuştur. [1]
Ganimetlerin Taksimi Hükmünün Sorulması, Müminlerin Vasıflarının Açıklanması
1- Sana "Enfal"den sorarlar. De ki: "Enfâl, Allah'ın ve Rasulünündür. O halde Allah'tan korkun ve aranızı düzeltin. Eğer müminlerden iseniz Allah'a ve Rasulüne itaat edin.
2- Müminler ancak, Allah anıldığı zaman kalbleri titreyenlerdir. Karşılarında ayetleri okununca, onların imanını artırır. Onlar ancak Rablerine dayanır, güvenirler.
3- Onlar ki, namazı dosdoğru kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiğimizden infak ederler.
4- İşte onlar gerçek müminlerin ta kendileridir. Onlar için Rableri katında dereceler, mağfiret ve bitmez tükenmez rızık vardır.
Ganimetlerin helal kılınması, Allahu Teâlâ tarafından İslâm ümmetine verilmiş bir özelliktir. Nitekim Sahihayn'da Cabir (r.a.)'den rivayet olunan hadis-i şerifte Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Bana beş şey verilmiştir ki, onlar benden önce hiç kimseye verilmemiştir- hadisi zikrettikten sonra şöyle dedi-: Bana ganimetler helâl kılındı. Onlar benden önce hiç kimseye helâl kılınmadı."
Ebu Ubeyd şöyle demiştir: Bunun için imamın, savaş için vaad ettiği şeye "nefel" denmiştir. Nefel, imamın bazı askerlere, payları dışında bir şeyler vermesidir. Bunu, İslâm'a sağladıkları fayda ve düşmana verdikleri zarar ölçüsünde verir.
Askerleri savaşa teşvik için verilen bu şeyde (nefelde) dört sünnet vardır:
1- Seleb olan (öldürülenin yanında bulunan silah, mal ve meta gibi şey) nefelde beşte bir yoktur.
2- Nefel: "Ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin mutlaka beşte biri Allah'ın, Rasulü'nün.." (Enfâl, 8/41) ayetinde işaret olunan beşte birin çıkarılmasından sonra ganimetten olur. İmam savaşılan ülkeye birtakım seriyyeler gönderir. Onlar ganimetler getirirler. Beşte bir ayrıldıktan sonra getirdikleri şeylerin dörtte biri, ya da üçte biri o seriyyelerin olur. Ahmed ve Ebu Davud'un Ma'n b. Yezid'den rivayet ettikleri bir hadiste şöyle buyrulur: "Ancak beşte bir ayrıldıktan sonra nefel (ganimet) vardır."
3- Bizzat beşte bir'den olan nefel: İmamın kendi hissesinden çıkardığı şeydir. Bu şöyle olur. Bütün ganimet alınır, beşe bölünür, beşte bir imamın eline geçince, uygun gördüğü ölçüde ondan bağışta bulunur.
4- Ganimet, beşte bire bölünmeden ganimetin bütününden çıkan nefel. [2] Bu dört durum hakkında fakihler farklı görüşlere sahiplerdir;
Şafiî'ye göre Enfâl, beşte birden önce, ana maldan selebden başka hiçbir şey çıkarılmamasıdır. Ebu Ubeyd şöyle demiştir: Peygamber (s.a.)'in beşte birinden olan nefelin ikinci şekli, her ganimetten onun için beşte birin beşte biri vardır. Üçüncü şekli, imam gönderdiği seriyyeye, yahut orduya, onlara vadetti-ği şekilde verir.
İmam Malik ve Ebu Hanife'nin görüşleri de Şafiî gibidir; Enfâl, beşte birden imamın, içtihadına göre bağışladığı şeydir. Geriye kalan dört beşte birde nefel yoktur. Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Allah'ın size ganimet olarak verdiği şeylerden ancak beşte biri benimdir. Geriye kalan beşte birler sizindir."
Malikîler ise şöyle der: Nefel iki kısımdır: Caiz ve mekruh. Caiz olan, savaştan sonra olandır. Mekruh olan, öldürmeden önce, "Kim şöyle şöyle yaparsa onun için şu vardır" şeklinde vaad edilendir. Bunun mekruh olmasının sebebi, o zaman savaşın ganimet için yapılmış olmasıdır. [3]
Açıklaması
Ey Peygamber! Sana, ganimetlerin kimlere nasıl taksim olunacağının hükmünü soruyorlar. Onlara şöyle de: Onlar hakkında ilk hüküm Allah'ındır. O dilediği gibi hükmeder. Sonra peygamberindir. Onları aranızda, Allah'ın emrettiği gibi taksim eder. O halde onlar hakkında hüküm Allah'ın ve Rasulünün-dür. Bu ayet, muhkem ve mücmeldir. Aynı sûrede başka bir ayet, onun müc-melliğini ve sarf yerlerini açıklamıştır: "Bilin ki, ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin mutlaka beşte biri Allah'ın, Rasulünün, hısımların, yetimlerin yoksulların ve yolcunundur" (Enfal, 8/41). Bu ayet, diğerini neshetmiyor. Ganimetlerin beşte biri bu ayette zikrolunanlara, geri kalan beşte dördü de savaşanlara verilir. Düzenli ve maaşlı orduların kurulduğu günümüzde bu hisseyi devlet alır. İmam bu hakkına dayanarak, savaşa teşvik için, savaşanlardan dilediklerine bağışta bulunabilir. Nitekim Şeyhayn, Ebu Davud ve Tirmizî'nin Ebu Katade'den tahric ettikleri hadiste Huneyn Savaşı gününde Hz. Peygam-
ber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Kim savaşta bir kimseyi öldürürse, onun selebi (beraberinde bulunan silah, mal vb.) onundur."
Ganimetler Allah'ın ve Rasulünün olunca, sözlerinizde ve işlerinizde Allah (c.c.)'dan korkun, içinde bulunduğunuz ihtilaf ve çekişme durumundan sakının. Zira bu, Allah'ın gazabını çeker, sizi savaş halinde veya diğer zamanlarda, ayrılığa ve düşmanlığa düşürür.
Aranızdaki halleri düzeltin ki, aranızda İslâmî bağ kuvvetlensin, sevgi, muhabbet ve uyumluluk artsın.
Ganimetler konusunda, bütün emir ve nehiylerinde, hüküm ve kazalarında Allah'a ve Rasulüne itaat edin. Bu üç emir (Allah'tan korkma, arayı düzeltme, Allah'ın ve Rasulünün emirlerine itaat) İslâm toplumunun düzelmesinin sebebidir. Çünkü bunlar, gizli ve açık bütün durumlarda şer"i hükümlere sarılma hissini artırır, birlik ve beraberliği sağlar..
Eğer Allah'ın kelamına inanan, onu tasdik eden ve imanı tam olan kimseler iseniz, bu üç emre tabi olun. Çünkü gerçek tasdik, tabi olmayı gerektirir. İmanın kemali de şu üç hasleti gerektirir. İttika, ıslah, Allah'a ve Rasulüne itaat. Allah'a gerçekten inanan, O'na isyan etmekten utanır. İmanı, Rabbine ita-ata ve kendisiyle başkaları arasındaki ihtilafı ıslaha götürür.
İman, itaati gerektirince Allahu Teâlâ, bu üç hasleti gerçekleştirecek beş hasleti zikretti: "Müminler ancak Allah anıldığı zaman kalbleri titreyenlerdir. Ayetleri karşılarında okunduğu zaman da, onların imanını artırır. Onlar ancak Rablerine dayanıp güvenirler..". Bu sıfatları kısaca şöyle açıklayabiliriz:
1- Allah'tan tam korkmak: Onlar, kalbleriyle Allah'ı zikrettikleri, O'nun azamet ve celalini hissettiklerini, vad ve vaidini hatırladıkları zaman, O'ndan korkarlar. Nitekim başka bir ayette de Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "İtaatkâr ve alçak gönüllü olanları müjdele. Onlar ki, Allah zikrolunsa kalbleri titrer" (Hacc, 22/34-35).
2- Kur'an okumakla imanın artması: Onlar öyle kimselerdir ki, kendilerine Kur"an ayetleri okunduğu zaman, imanları, yakinleri, tasdikleri ve amel-i salihe yönelişleri artar; çünkü delillerin çokluğu ve onları hatırlatmak, yakinin artmasına ve inancın kuvvetlenmesine neden olur. O halde gözle, yahut hisle görme, kişinin kanaatini kuvvetlendirir. Nitekim bu, inandığı halde Rabbin-den, ölüleri nasıl dirilttiğini göstermesini isteyen, İbrahim (a.s.)'de meydana geldi: "Hani İbrahim: "Ey Rabbim, ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster" demişti. "İnanmadın mı yoksa?" dedi. O da: İnandım fakat kalbimin mutmain olması için" demişti" (Bakara, 2/260). Bu, imandaki itminan derecesinin, yalın haldeki imandan daha üstün ve daha kuvvetli olduğuna işaret eder. Şu ayetleri de buna örnek olarak gösterebiliriz: "imanlarını katmerli bir iman ile artırmaları için, müminlerin kalbine sükun ve itminan indiren O'dur" (Feth, 48/4); "Bir sûre indirildiği zaman içlerinden bazıları: "Bu hanginizin imanını artırdı?" der. İman etmiş olanlara gelince, daima onların imanını arttırmıştır ve onlar birbirleriyle müjdeleşirler" (Tevbe, 9/124).
3- Allah'a tevekkül, yani O'na dayanmak, güvenmek, işleri O'na havale etmek: Onlar öyle kimselerdir ki, sadece Rablerine tevekkül ederler, sadece O'na sığınırlar, O'ndan başkasından ummazlar. Ancak O'na yönelirler, ihtiyaçlarını sadece O'ndan isterler. Tabii bu, sebeplere yapıştıktan sonra olur.. Bir kimse, aklen ve âdeten istenen sebeplere yapışır, sonra işi Allah'a havale eder ve her işin Allah'ın elinde olduğuna kesin olarak inanırsa, o iman ehlindendir. Sebepleri terketmek, tevekkülün manasını bilmemektir.
4- Namaz kılmak: Onlar öyle kimselerdir ki, namazlarını kılarlar. Yani namazlarını, kıyam, rükû, sücud, tilâvet, şer'an belli olan vakitlerinde kalb huşu ile Allah'a yalvararak ve Kur'an'ın kıraatini düşünerek eda ederler.
5- Allah yolunda harcama: Onlar öyle kimselerdir ki, mallarının bir kısmını hayır yollarında harcarlar. Farz olan zekâtlarını, nafile sadakalarını verirler. Ailesinin ve çoluk çocuklarının vacip olan nafakalarını sağlarlar, akrabalara ve muhtaçlara mendup olan yardımlarını yaparlar. Ümmet yararına ve düşmanla cihad uğrunda harcarlar. Çünkü mal, insanın yanında bir emanet mesabesindedir.
Bu ameller, bütün hayır çeşitlerini içine alır. Bu yüzden Allahu Teâlâ, onları açıkladıktan sonra: "Onlar gerçek müminlerdir" buyurmuştur Yani sadece bu vasıfları taşıyanlar, gerçek anlamıyla müminlerdir. Onların kemallerini ve derecelerinin yüksekliğini açıklamak için, uzaktaki varlıkları göstermek için kullanılan "ülâike" ism-i işaretiyle işaret olunmuştur.
Taberî'nin Haris b. Malik el-Ensarî'den rivayet ettiğine göre, o bir gün Re-sulullah (s.a.)'a uğramış, Resulullah kendisine: "Nasıl sabahladın ey Harise?" buyurmuş. O da: Gerçek bir mümin olarak sabahladım, demiş.. Resulullah: "Ne söylediğini düşün. Çünkü her şeyin bir hakikati var. İmanının hakikati ne?" buyurmuş. O şu karşılığı vermiş: Nefsim dünyadan vazgeçti, gecemi uykusuz, gündüzümü susuz geçirdim. Sanki ben, Rabbimin arşını açıkça görüyorum. Adeta cennetlikleri cennette birbirlerini ziyaret ederken görüyorum. Cehennemlikleri, cehennemde bağrışıp çağırır vaziyette ağlarken görüyor gibiyim, dedi. Bunun üzerine Resulullah üç kere "Ey Harise! Bildin, devam et!" buyurdu.
İşte müminlerin sıfatları bunlar. Münafıklara gelince: İbni Abbas onlar hakkında şöyle demiştir: Farzları eda ederlerken, onların kalbine Allah'ın zikrinden hiçbir şey girmez. Allah'ın ayetlerinden hiçbir şeye inanmazlar, tevekkül etmezler, insanların görmediği zamanlarda namaz kılmazlar, mallarının zekâtını vermezler.
Allahu Teâlâ onların mümin olmadıklarını haber vermiş sonra da müminlerin vasıflarını zikretmiştir: "Müminler, öyle kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman kalbleri titrer.." Sonra Allah, zikrolunan vasıflara sahip müminlerin Allah katındaki mükafatını zikrederek: "Onlar için dereceler vardır" buyurmuştur. Yani, amellerine ve niyetlerine göre, cennetlerde onlar için mevkiler, makamlar ve dereceler vardır. Allahu Teâlâ, başka bir ayette de şöyle buyurur: "Onlara Allah indinde, yüksek dereceler vardır. Allah ne yaparlarsa hakkıyla görücüdür" (Âl-i İmran, 3/163). Onlar için mağfiret vardır. Yani, Allah onların kötülüklerini bağışlar, iyiliklerine mükâfat verir. Onlar için güzel bir rızık vardır: Onlara cennet nimetini hazırlar.
Dahhâk: "Onlar için Rableri katında dereceler vardır" sözünü şöyle açıklar: "Cennet ehlinin bir kısmı diğerlerinin üzerindedir. Üsttekiler alttakileri görür, alttakiler üsttekileri göremez." Sahihayn'da gelen bir rivayete göre, Re-sulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Cennetin yüksek derecelerinde olanları, aşağı derecelerde olanlar, sizin gök ufuklarından birinde zor görünen bir yıldızı gördüğünüz gibi -aralarındaki mesafe farkından dolayı- görürler" buyurmuştur. Ashab: "Ya Resulullah! O yüksek derecedekiler peygamberler midir? O derecelere, onlardan başkaları ulaşamazlar mı?" diye sorunca, Resulullah şöyle "buyurâu: ^vet oYöştfler peygamberlerin aeTece\erıfer. ^ aVa\, "rvaysK^îîı 'kû&î^S, elinde bulunan Allah'a yemin olsun ki, onlar Allah'a iman ve peygamberleri tasdik etmişlerdir."
Ahmed'in ve Sünen sahiplerinin Ebu Said el-Hudrfden rivayet ettiği başka bir hadis-i şerifte, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Cennetlikler, sizin gök ufkunda duran yıldızı gördüğünüz gibi, yüksek derece sahiplerini görür. Şüphesiz Ebu Bekir ve Ömer de onlardandır. Ne mutlu onlara."
Ahirette, müminler de farklı derecededirler. Nitekim şu ayet de buna delildir: "Biz o peygamberlerin bazısını bazısına üstün kıldık. Allah onlardan bazısı ile söyleşmiş, birini de birçok derecelerle yükseltmiştir." (Bakara, 2/253). Allah ttlücahiâ muhacirleri de başkalarına üstün kılmıştır. Nitekim şöyle buyurur: "İman edip de hicret edenlerin, Allah yolunda malları ve canlarıyla cihad edenlerin Allah katında dereceleri pek büyüktür" (Tevbe, 9/20).
Dünya derecelerinde de farklılık vardır: "O, sizi yeryüzünün halifeleri yapan ve size verdiği şeylerle imtihana çekmek için kiminizi kiminizden derecelerle üstün kılandır. Şüphesiz Rabbin cezası pek çabuk olandır. Ve şüphesiz O, mağfiret ve rahmet edicidir" (En'âm, 6/165). [4]
Bazı Müminlerin Bedir'de Kureyşle Savaşmak İstememesi
5- Rabbin seni hak uğrunda evinden çıkardığı zaman da müminlerden bir zümre muhakkak isteksizdiler.
6- Hak apaçık meydana çıktıktan sonra, sanki göre göre ölüme sürükleni-yorlarmış gibi, seninle mücadele ediyorlardı.
7- Hani o zaman Allah, size o iki taifeden birinin sizin olduğunu vaadediyordu. Siz ise kuvvetsiz ve silahsız olanın kendinizin olmasını arzu ediyordunuz. Allah da sözleriyle hakkı açığa vurmayı ve kâfirlerin arkasını kesmeyi istiyordu.
8- O, günahkârlar istemese de hakkı devamlı kılacak, bâtılı da yok edecekti.
Bedir Olayına Bir Bakış:
Kureyş'in eziyetinin artması sebebiyle Peygamber (s.a.) ve ona inanan ashabı, Mekke'den Medine'ye hicret etti. Müslümanlar mallarını, topraklarını ve evlerini Mekke müşriklerine bıraktılar.
Resulullah, Kureyş'li 40 kişiyle birlikte Ebû Süfyan idaresindeki erzak ve mal yüklü Kureyş'e ait kervanın Şam'dan gelmekte olduğunu duyunca, Müslümanları onlara karşı çıkmaya davet ederek şöyle dedi: İşte Kureyş kervanı, içlerinde malları var. Onlara karşı çıkın. Allah'ın, onları size ganimet olarak nasip edeceğini umuyorum. Onunla beraber 310 küsur erkek çıktı. Bedir yolu üzerindeki deniz kıyısına doğru gittiler.
Ebû Süfyan, Hicaz'a yaklaşınca etrafa, haberler toplayacak kimseler gönderdi. Resulullah'm kendisine karşı buraya çıktığını öğrendi. Hemen, Damdam b. Amr el-Ğıfarî'yi, Hz. Muhammed'in arkadaşlarıyla birlikte kendilerinin karşısına çıktığını haber vererek, mallarını kurtarmaları için Mekkelilere gönderdi. Bin kadar kişi hazırlık yaptı. Ebû Süfyan, kervanı deniz kıyısından götürdü. Kervanı ve malları kurtardı. Mekke'den savaş için çıkanlar, Bedir suyuna geldiler. Ebû Cehil Mekke'de Kabe'nin üstünden şunları söyleyerek, insanları savaşa çağırmıştı: Çabuk olun! Her türlü güçlük ve zillete rağmen, kervanınızı ve malınızı kurtarın. Eğer onları Muhammed ele geçirirse, bir daha asla iflah olmazsınız. Ebû Cehil, savaşa çıkan Mekkeli topluluğun başında idi. Sonra ona, kervanın sahil yolunu tuttuğu ve kurtulduğu, insanları Mekke'ye döndürmesi söylendi. O buna şu karşılığı verdi: Hayır! Bu asla olamaz. Oraya gidip develer keseceğiz, şaraplar içeceğiz, çalgıcılar çalgı çalacak, bütün Araplar bizi ve savaşmaya çıkışımızı, Muhammed'in kervanı ele geçiremediğini konuşacak.
Resulullah (s.a.) olanları insanlara haber verdi. Onlarla istişare etti. Ebû Bekir (r.a.) ayağa kalktı. Güzel bir konuşma yaptı. Sonra Ömer kalktı, güzel bir konuşma yaptı. Sonra Mikdâd b. Amr ayağa kalktı, şöyle dedi: biz sana, İs-railoğullarınm Musa'ya: "Sen Rabbinle git de, onlarla ikiniz savaşın, biz de buracıkta oturucularız" (Mâide, 5/24) dediği gibi demeyiz. Biz de savaşırız. Seni hakla gönderene yemin olsun ki, bizi Berkü'l-Ğımad'a (Yemen'de bir şehir) götürsen, seninle beraber oraya gideriz".
Resulullah (s.a.) onun bu konuşmasına hayır dua etti. Ensar şöyle dedi: Biz ensar topluluğu, Mikdad'm söylediği gibi söyleriz. Bu, bizim için çok mal olmasından daha sevimlidir.
Sonra Hz. Peygamber: "Ey insanlar! Bana şehadet edin" buyurdu. Çünkü, ona Medine'deyken yardım etmek, savunmak üzere biat etmişlerdi. Medine dışında kendisine yardım etmemelerinden korkuyordu. Sa'd b. Muaz: "Vallahi, ya Resulullah, sen herhalde bizi kasdediyorsun" dedi. Resulullah, evet, buyurdu. Muaz: "Sana iman edip tasdik ettik, getirdiğin şeylerin hak olduğuna şehadet ettik. Bunun üzerine canla başla sana söz verdik, Allah'ın sana emrettiğini sen uygula. Ya Resulullah, bizden tek bir kimse bile geri kalmaz. Seni hakla gönderene yemin olsun ki, bize şu denizi göstersen, ona dalsan, seninle beraber biz de dalarız. Hiç kimse geri kalmaz. Düşmanla karşılaşmaktan çekinmeyiz. Savaş esnasında sabrederiz, düşmanla karşılaşınca sadakat gösteririz. Bizi Allah'ın bereketine götür" dedi. Resulullah, Sa'd'm bu sözüne sevindi ve sonra şöyle buyurdu:
"Yürüyün Allah'ın bereketine. Sevinin, çünkü Allah bana iki taifeden birini vaad etti: Ebû Süfyan'm başında bulunduğu Şam'dan gelen kervan, ya da onlara yardıma gelen, başlarında Ebû Cehil'in bulunduğu Mekke'den savaş için gelenler.. Vallahi, sanki ben, şu anda, onların yere yıkıldığını görüyorum.[5]
Açıklaması
Şüphesiz sahabenin savaş ganimetlerinin eşit şekilde paylaştırılmasını iyi görmemeleri senin Medine'deki evinden, ya da Medine'den savaş için çıkmanı kötü görmeleri gibidir.' Çünkü Medine onun hicret edip yerleştiği, ya da evinin bulunduğu yerdi. Hikmetle ve doğru sebep ile çıkarılmıştı. Müminlerden bir grup da, savaşa hazır olmadıklarından, çıkmak istemiyorlardı. Onun için O, seni onlar çıkmak istemedikleri halde çıkardı. İki hal arasındaki teşbih, istememe halidir. Çünkü müslümanlardan bazısı, Bediimde iki şeyi kerih gördü.
1- Ganimetin aralarında eşit şekilde taksimini kerih gördüler. Onlar gençlerdi. Savaşmışlar, ganimet almışlardı.
2- Kureyş ile savaşmak istemediler. Çünkü, Medine'den ganimet maksadıyla çıkmışlardı, savaşa hazırlık yapmamışlardı.
Fakat Allahu Teâlâ, bu iki mesele hakkında onlara şöyle dedi: Siz, ganimetler konusunda ihtilâf edip birbirinizle çekiştiğiniz gibi -ki Allah onu sizden aldı, onun taksimini, Hz. Peygamber (s.a.)'e bıraktı, O da onları adaletle, eşit bir şekilde dağıttı ve bu sizin için çok iyi oldu- yine düşmana karşı çıkmayı ve silah sahipleriyle (bunlar dinlerine yardım ve kervanlarını kurtarmak isteyenlerdi) savaşmak istemediğiniz zaman; savaşı istememenizin sonu, Cenab-ı Hakk'm onu, size takdir etmesi, düşmanla sizi herhangi vakit tayinini söz konusu olmadan bir araya getirmesi ve size zafer nasip etmesi oldu.
İki şeyden çıkan sonuç: Her ikisinde de, Peygamber (s.a.)'in emrine tabi olmak, hayırdır, doğrudur, yarar getirir.
Müminler, kervanı tercih ettiklerinden, adam ve savaş malzemesi azlığı, sayıca ve savaş malzemesi açısından daha çok olan müşriklerle savaşmaktan korktukları için, seninle hak ve doğru olan görüş -Mekke'den savaş için gelenlerin karşısına çıkmak- hususunda mücadele ediyorlar. Sen, onlara her halükârda zafere ulaşacaklarım, Allah'ın sana iki taifeden birini -kervan yahut savaş için çıkanlar- vadettiğini, kervanın kurtulduğunu, savaş için çıkanlardan başka ortada kimse kalmadığım, biz savaşa hazır değiliz, demeye neden olmadığım söylemene, hakkın ve doğrunun ortaya çıkmasına rağmen, onlar seninle mücadele ediyorlar.
Sonra Allah, onların zafere ve ganimete gittikleri zamanki aşırı korkak hallerini, ölüme sevkolunan kimselerin haline benzetti.
Fakat Allahu Teâlâ, peygamberine ve müminlere zafer vaadetti ki, O'nun vaadi geri kalmaz. Kuvvetler dengesinin görünürdeki hesabı, çoğu kere aksine gerçekleşir. Çünkü, nice az topluluk vardır ki, çok topluluğa galip gelmiştir.
Allah'ın size, iki taifeden -kervan yahut savaş için gelenler- birine sahip olmayı vaad ettiği zamanı hatırlayın.
Siz silahı, kuvveti, gücü olmayanın -sadece 40 atlıdan ibaret kervanın- sizin olmasını istiyorsunuz. Cenab-ı Hak, onların savaşı istemeyip mala tama'la-nna tarizde bulunmak için, böyle buyurdu. Sayılarının çokluğu silah ve askerî malzemelerinin üstünlüğü sebebiyle, güç, Mekkeli savaşanlar tarafındaydı.
Allah ise, müşriklerin yenilgiye uğraması, müminlerin muzaffer olması için, size bundan başkasını -güçlü kuvvetli savaş için çıkan Mekkeli müşriklerle savaşmak- istiyor. Güçlü müşriklerle muharebede peygamberine indirdiği ayetlerle, müminlere yardım için meleklere emir vermekle, müşriklerin esaretini ve katlini takdir etmekle, yüce Allah, hakkı sabit kılmak ve yüceltmek murad ediyor.
Allah yapacağını yaptı. Azgın asi mücrimler istemese de, İslâm'ı sabit ve üstün kılmak, küfrü, şirki, bâtılı yok etmek, ortadan kaldırmak için müminlere yardımını gerçekleştirdi. Bu sadece, kervanı ele geçirmekle değil, aksine küfür liderlerinin ve şirk önderlerinin katliyle oldu.
Hakkı gerçekleştirmek ve bâtılın boş olduğunu göstermek, hakkın hakim, bâtılın yok olduğunu, delillerle ve beyyinelerle ortaya çıkarmak, hak liderlerini takviye etmek, batıl liderlerini de kahretmekle olur. [6]
Bedir Savaşında Meleklerin Yardım Etmesi
9- Hani siz Rabbinizden imdat istiyordunuz. O da: "Muhakkak ben size, birbiri ardınca bin melekle yardım edeceğim" diyerek duanızı kabul etmişti.
10- Allah bunu ancak size bir müjde olsun, kalbleriniz o sayede tümüyle rahatlasın diye yapmıştı. Yardım yalnız Allah katındandır. Şüphesiz Allah, mutlak galiptir. Yegâne hüküm ve hikmet sahibidir.
11- Hani O size, emniyet için hafif bir uyku vermişti. Onunla sizi tertemiz yapmak, sizden şeytanın murdarlığını gidermek, kalblerinizi bağlamak ve onunla ayakları pekiştirmek için üstünüze gökten bir su indiriyordu.
12- Hani Rabbin meleklere: "Şüphesiz ben, sizinle beraberim, iman edenlere sebat verin" diye vahyediyordu. "Ben, kâfirlerin kalblerine korku salacağım. Artık onların boyunlarının üstüne ve her parmağına vurun".
13- Bu, onların Allah'a ve Rasûlü'ne karşı geldiklerinden dolayıdır. Kim Allah'a ve Rasûlü'ne karşı gelirse, Allah'ın cezası çok şiddetlidir.
14- Bu şimdiki azabınız. Onu tadın, Kâfirler için bir de ateşin azabı vardır.
Açıklaması
Ey müminler! Mutlaka savaş gerektiğini anlayıp: "Ey Rabbimiz! Düşmanına karşı bize yardım et. Ey yardım isteyenlere pek çok yardım eden! Bize yardım et" diye Rabbinize dua ettiğiniz vakti hatırlayın... Bundan murad, onlara, dualarına icabet eden Allah'ın nimetini hatırlatmaktır ki şükretsinler, Allah'ın kendilerine olan fazl ve rahmetini bilsinler.
O, sizin duanıza icabet etti, birbiri peşi sıra meleklerle yardım etti. Önce bin melekle yardımda bulundu. Bunu diğerleri takip etti. Üç bin, daha sonra beş bin melek. Nitekim, Allahü Teâlâ şöyle buyurur: "O zaman sen müminlere: İndirilen üç bin melekle Rabbinizin size imdat etmesi yetmez mi? diyordun" (Al-i İmran, 3/124).
Sonra da: "Evet, siz sabreder, sakınırsınız, bunlar da ansızın üstünüze gelecek olurlarsa, Rabbiniz nişanlı beş bin melekle size yardım edecektir" (Al-i İmran, 3/124-125).
Allahü Teâlâ melekleri, size zafere ulaşacağınızı müjdelemek ve sizin kalblerinizi teskin etmek için gönderdi. Düşmanlarınıza karşı size yardım etmeye, yalnızca Allahü Teâlâ kadirdir.
Savaşta gerçek zafer ancak Allah'tandır. Melekler ve diğer görünür sebeplerden değildir. Şüphesiz Allah, mağlup edilemez güçtedir. Hikmet sahibidir. Hiçbir şeyi mevziinin dışına koymaz. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: "Eğer Allah dilese, elbette onlardan intikam alırdı. Fakat bazınızı bazınızla imtihan etmesi içindir." (Muhammed, 47/4).
Bedir günü, melekler fiilen savaştı mı? Bazı alimlere göre, melekler savaşmadılar. Müminlere manevi takviye yapıldı. Onlar müminlere sebat veriyorlardı. Yoksa, tek bir melek bütün dünya halkını helak etmeye kafidir. Nitekim Cibril (a.s.) kanadından bir tüy ile, Lut kavminin yaşadığı Medain beldelerini helak etti.
Alimlerin çoğunluğuna göre ise, Bedir günü Cibril (a.s.), beş yüz melekle, Hz. Ebû Bekir'in de içinde bulunduğu ordunun sağ tarafına indi. Mikâil, (a.s.) beş yüz melekle, Hz. Ali'nin de içinde bulunduğu ordunun sol tarafına indi. Melekler insan sûretindeydi, üzerlerinde beyaz elbiseler ve beyaz sarıklar vardı.
Meşhur olan görüş budur. İbni Abbas'm şöyle dediği rivayet olunmuştur: Allah, Peygamberine (s.a.) ve müminlere bin melekle yardım etti. Cibril, beş yüz meleğin yanında, Mikail beş yüz meleğin yanındaydı. İbni Cerir ve Müslim, İbni Abbas ve Ömer yoluyla gelen bu hadisi rivayet ederler. Daha başka hadisler de vardır. Eğer bu hadisler olmasaydı, birinci görüş muteber olabilirdi. Rivayete göre Ebû Cehil, İbni Mes'ud'a: "Hiçbir kimse görmediğimiz halde, duyduğumuz o ses nerden geliyordu?" diye sormuş, o, meleklerden deyince, Ebu Cehil: "İşte bizi onlar yendi, siz değil" demiştir.
İttifak olunan görüşe göre, Uhud günü melekler, savaşmadı. Çünkü Allah, müminlere, sabır ve takva üzere bulunmaları şartıyla zafer vaad etmiş, onlar da bu şartı yerine getirmemişlerdi.
Meleklerin müminlerle birlikte savaşması, müminlerin en mükemmel ve en iyi bir şekilde savaşma görevlerini azaltmıyordu. Nitekim onlar, takdire değer bir şekilde savaştılar. Buharî ve Müslim'le gelen bir rivayete göre Resulullah (s.a.), Hâtıb b. Ebî Beltaa'nm öldürülmesi konusunda Hz. Ömer'le müşavere ettiği zaman şöyle dedi: "Şüphesiz o Bedir'e katıldı. Nereden biliyorsun, belki de Allah Bedir savaşma katılanlara: İstediğinizi yapın, sizi mağfiret ettim, buyurdu."
Bedir olayı Kureyş üzerinde çok etkili oldu. Meşhur kimseler olmalarına rağmen, müslüman kılıçlarıyla ve mızraklarıyla, hem de gençler eliyle öldürüldüler. Bu, onların küfürlerinin ve inadlarınm cezasıydı. Allahü Teâlâ peygamberleri yalanlayan geçmiş ümmetleri, çeşitli -musibetlerle cezalandırdı. Nitekim Nuh kavmini Tufanla, Ad kavmini soğuk bir rüzgarla, Semûd'u helak edici şiddetli bir sesle, Lût kavmini bulundukları yeri altını üstüne getirmekle, Şu-ayb kavmini şiddetli bir deprem ve bir buluttan üzerlerine yağan ateş yağmurlarıyla Firavun ve kavmini denizle helak etti.
Allah'ın Bedir günü müslümanlara olan ilk nimeti, onlara meleklerle yardım etmesi, diğer nimeti onlara uyku hali vermesi ve yağmur indirmesidir: "Hani O size, emniyet için hafif bir uyku vermişti..." Yani kendinizi az, düşmanı çok görmeniz sebebiyle meydana gelen korkudan emin kılan hafif bir uyku nimetini hatırlayın. Çünkü kendisine hafif uyku gelen kimse, korku hissetmez, rahat eder, güç ve kuvvetini yeniler. Beyhakî Delâil'de, Ali (r.a.)'m şöyle dediğini rivayet eder: "Bedir günü, içimizde Mikdâd'dan başka atlı yoktu. Biz hepimiz uyuduk, sadece Resulullah, bir ağacın altında sabaha kadar namaz kılıp dua etti."
Bu hafif uyku hali, savaştan önceki gece oldu. Şiddetli korku içindeki büyük topluluk, bir mucize olarak önlerinde çok mühim iş olduğu halde birden uyudu.
Maverdî şöyle der: O gece Allah'ın onlara uyku verme lütfunda bulunmasında iki hikmet vardır:
Birincisi: Dinlenmelerim sağlayarak ertesi günkü savaş için onları kuvvetlendirdi.
İkincisi: Kalblerinden korkuyu gidererek onları emniyete kavuşturdu. Emniyet uyutur, korku uykusuz bırakır.
Cenâb-ı Hak, onlara Uhud günü de uyku verdi. Nitekim şöyle buyurur: "Sonra o kederin ardından üzerinize bir emniyet, bir uyku indirdi ki, o içinizden bir grubu örtüp buruyordu. Bir grub da canları sevdasına düşmüşlerdi." (Âl-i İmran, 3/154).
Yine Allah size, sizi abdestsizlik ve cünüplük halinden temizlemek, sizden şeytanın vesvesesini ve susuzluk korkusunu gidermek, kalblerinizi düşmanla savaşa cesaretlendirmek -ki bu bâtını cesarettir- ayaklarınızı sebat ettirmek -ki bu zahirî cesarettir- için gökten yağmur indirdi. Yağmurun indirilmesi dört faydayı gerçekleştirdi: Cünüplükten ve abdestsizlikten yıkanmakla şer1! ve his-sî temizlenme, şeytanın vesvesesini giderme, ruha sabrı alıştırma, ayakları kumlarda sebat ettirme.
Kur'ân'ın zahiri, uyku halinin yağmurdan önce, Ramazanın 17. gecesinde meydana geldiğine işaret eder. Mücahid ve İbni Ebî Nüceyh ise, yağmurun uykudan önce yağdığını söylemişlerdir.
Yağmur yağdırılmasının sebebi, İbnü'l-Münzir'in İbni Cerir et-Taberî ve İbni Abbas'tan naklettiğine göre şudur: Müşrikler müslümanlardan önce, suyu ele geçirdiler. Müslümanlar susuz kaldı. Abdestsiz ve cünüp halde namaz kıldılar. Kumluk içindeydiler. Şeytan kalblerine hüzün verdi. "İçinizde bir peygamber, kendinizin de veliler olduğunuza inanıyorsunuz, bir de abdestsiz ve cünüp halde namaz kılıyorsunuz, öyle mi?" dedi. Bunun üzerine Allah gökten bir yağmur indirdi, vadi su ile doldu, müslümanlar su için de temizlendiler, ayaklan sabit olup kaymadı, şeytanın vesvesesi de böylece gitmiş oldu.
Resulullah ve ashabı, yağmur suyundan toplanan suya gittiler ve orada konakladılar. Su havuzları yaptılar. Geri kalan suları da yok ettiler. Resulullah için, savaş meydanını gören bir tepe üstünde çardak yapıldı.
İbni İshak'm Siyret'inde zikrettiği İbni Hişam'ın da onu takip ettiği gibi, Resulullah (s.a.) Bedir'e yürüdüğü zaman, bulduğu en yakın su başına indi. Hubab ibni Münzir, Resulullah'a yaklaşarak: "Ya Resulullah! Bu yeri sen kendin mi belirledin, yoksa Allah'ın bir vahyi sonucu mu?" diye sordu. Resulullah: "Kendi görüşümle belirledim" deyince, Hubab: "Burası iyi bir mevki değil. İnsanları, onlara en yakın bir su kenarına götür. Oraya yerleşiriz. Sonra onun dışındaki kuyuları kör kuyu haline getirir, üstlerine bir havuz yapıp doldurur, ardından da, düşmanla savaşırız, Biz su içtiğimiz halde, onlar içemezler" dedi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.): "Güzel bir görüş ileri sürdün" dedi ve öyle yaptılar.
İbni Kesir şöyle der: Bu hususta en güzel görüş, İmam Muhammed ibni İs-hak b. Yesar'ın Urve ibni Zübeyr'den yaptığı rivayettir. O şöyle demiştir: Allah yağmur yağdırdı. Vadi kaygan hale geldi. Öyle ki, Resulullah ve ashabı yapışkan çamur içinde kaldı. Fakat bu, yürümelerine engel olacak şekilde değildi. Kureyş ise, öyle bir çamura maruz kaldı ki, oradan gitmeye güçleri yetmedi.
Bence de, Kur'ân'ın metni İbni Kesir ve Taberî, Zemahşerî ve Razî gibi müfessirlerin çoğunun benimsediği bu rivayetlere uygun düşüyor. Beyzavî de, bunu destekleyen bir rivayeti zikrederek şöyle der: Rivayete göre Bedir savaşına katılan müslümanlar, suyu olan, ayakların kaydığı kumluk bir yerde konakladılar, uyudular, çoğu ihtilam oldu. Suyu müşrikler ele geçirdi. Bunun üzerine şeytan müslümanlara vesvese verdi: Siz nasıl zafere ulaşacaksınız? Su meselesinde mağlubiyete uğradınız. Allah'ın veli kulları olduğunuzu sandığınız, Allah'ın Rasûlü içinizde olduğu halde, siz abdestsiz ve cünüp olarak namaz kılıyorsunuz.
Müslümanlar korktular. Bunun üzerine Allah, yağmur yağdırdı. Yağmur bütün gece yağdı. Vadi aktı. Kenarında müslümanlar havuzlar yaptılar, hayvanlarını suladılar, abdest aldılar, guslettiler. Düşmanla aralarındaki kumluk arazi ayakların kaymıyacağı şekilde sertleşti. Şeytanın verdiği vesvese ortadan kalktı. Sonra Beyzavi, Cenab-ı Hakk'm: "Kalblerinizi bağlamak için" sözünün manasını açıklıyor.
En sahih görüş ise, Kurtubî'nin İbni İshak'ın Siyret'inden zikrettiği görüştür. Bu, rivayetlerin arasını bulan bir görüştür: Yağmurun yağmasıyla birlikte olan haller, Bedir'e varmadan önce meydana geldi.[7]
Bedirde müminlere bahşolunan gizli nimetlerden biri var ki, Allah onu müminlerin şükretmesi için açığa çıkarmıştır. O da, Allah'ın meleklere, kendisinin, meleklerle beraber olduğunu ilham etmesidir."Hani Rabbin meleklere: Şüphesiz ben sizinle beraberim." Ayete bu şekilde mana verildiği gibi: "Hani Rabbin meleklere: "Şüphesiz ben müminlerle beraberim. Dolayısıyla onlara yardım edin, onları sebat ettirin." şeklinde de mana verilebilir. Razî bu ikinci mana için "bu kelamdan maksat, korkutmayı ortadan kaldırmaktır. Melekler, kâfirlerden korkmuyorlardı, müslümanlar korkuyordu" diyerek, daha uygun bulur.[8]
Yardımdan amaç, savaşın şiddetli zamanlarında gelen yardım ve destektir.
Müminlerin kalblerini sebat ettir, azimlerini kuvvetlendir. Onlara, Allah'ın Rasûlüne ve müminlere yardım etmeyi vaadettiğini, Allah'ın vaadinden dönmeyeceğini hatırlat.
Denilmiştir ki, melekler, müminlerin tanıdığı erkekler suretine bürünüp öyle yardım ediyorlardı. Beyhâkî, Delaü'de şöyle tahric eder: Melek, bir kişiye, onun tanıdığı kişi şeklinde geliyor ve: "Müjde. Onlar az, Allah sizinle beraber, hücum edin" diyordu.
Zeccâc'dan naklolunan rivayete göre, sebat ettirmenin manası şudur: Şeytanın şer ilka etme-vesvese kuvveti olduğu gibi, meleğin de hayır ilka etme-il-ham kuvveti vardı.
Sonra Allahü Teâlâ: "Ben sizinle beraberim" sözünden muradını zikretmiştir. Bu sözün manası: Kâfirlerin kalblerine korku vermekle size yardım etme hususunda, sizinle beraberim, demektir. Allah'ın müminlere olan nimetlerinin en büyüklerinden biri de, kâfirlerin ruhlarına korku ve ürküntü ekmesidir.
Onların başlarını vurun, koparın, ayak ve el parmaklarını kesin.
Sonra Allahü Teâlâ, müminlere yardım etme sebebini açıklayarak şöyle buyurur: "Bu, onların Allah'a ve Resulüne karşı geldiklerinden dolayıdır..." Yani peygambere ve müminlere yapılan sözkonusu yardım, müşriklerin Allah'a ve Resulüne düşmanlık ve muhalefet etmeleri sebebiyledir. Onlar, şeriata uymayı, ona iman etmeyi bir tarafa bıraktılar.
Kim Allah'a ve Rasûlüne muhalefet edip düşmanlık ederse, onun için dünyada hezimet ve rüsvay olmak olduğu gibi, ahirette de şiddetli bir azab vardır.
Ey Allah'a ve Rasûlüne muhalefet eden kâfirler! Dünyada size acele tarafından verdiğim bu hezimeti, zilleti, cezayı, öldürülmek ve esir edilmek gibi halleri acilen tadın. Eğer küfürde ısrar ederseniz, ahirette de, sizin için cehennem azabı vardır. [9]
Harpten Kaçma Meselesi Ve Yardımın Allah'tan Olduğu
15- Ey iman edenler! Toplu bir halde kafirlerle karşılaştığınız zaman onlara arkanızı dönmeyin.
16- O gün kim savaşmak için bir tarafa çekilmek, ya da başka bir birliğe katılmak dışında arkasını dönerse, Allah'ın gazabına uğramış olur. Onun yeri de cehennemdir. O, ne kötü bir dönüş yeridir.
17- Onları siz öldürmediniz. Fakat Allah öldürdü onları. Attığın zaman da, sen atmadın, ancak Allah attı. Müminleri, kendinden güzel bir imtihan ile denemek için. Şüphesiz Allah, hakkıyla işitendir, çok iyi bilendir.
18- Bu, böyledir. Şüphesiz Allah, kâfirlerin tuzaklarını yıpratıcıdır.
19- Eğer siz fetih istemekteyseniz, işte size o fetih gelmiştir. Eğer vazgeçerseniz, bu sizin için daha hayırlıdır. Yine dönerseniz, biz de döneriz. Topluluğunuz çok da olsa, sizden hiçbir şeyi sa-vamaz. Çünkü Allah müminlerle beraberdir.
Açıklaması
Ey Allah ve Rasûlünü tasdik edenler! Sizinle savaşmak isteyen ordu halindeki düşmanınıza yaklaştığınız zaman, onların sayısı çok, sizin sayınız az da olsa, onlardan kaçmayın. Allah sizinle beraberdir. Düşman önünden kaçmak ancak iki halde caizdir:
1- Taktik olarak; yenilmiş gibi görünüp geri çekildikten sonra savaşmak için toparlanıp tekrar harekete geçmek için. Bu bir savaş hilesidir.
2- Düşmanla savaşmak düşüncesiyle düşmanla savaşan diğer bir İslâm topluluğuna katılmak için.
Bu iki durum dışında, kim savaştan korkup kaçarsa, Allah'ın gazabına uğrar. Ahirette onun varacağı yer cehennemdir. O, ne kötü bir dönüş yeridir. Bey-zâvî şöyle der: Bu, düşmanın iki mislinden fazla olmadığı zamandır. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: "Şimdi Allah zaafınız olduğunu bildiğinden sizden yükü hafifletti" (Enfal, 8/66). İbni Abbas da şöyle demiştir: "Kim üç kat düşmandan kaçarsa, kaçmamış demektir. Kim iki kat düşmandan kaçarsa, o, kaçmış sayılır." Ayet, savaştan kaçmanın haram olduğuna işaret eder. Bu, büyük günahlardandır. Şeyhayn'ın Ebû Hüreyre'den rivayet ettikleri hadiste Peygamber (s.a.): "Helak edici yedi şeyden sakının" buyurdu. Ashab: "Ya Resulullah! Bu yedi şey nedir?" diye sorduklarında Rasûlü Ekrem: "Allah'a ortak koşmak, sihir yapmak, haklı bir neden olmaksızın Allah'ın öldürülmesini haram kıldığı bir hayatı öldürmek, faiz, yetim malı yemek, düşmana hücum sırasında savaştan kaçmak ve zinadan uzak müslüman kadınlara zina isnad etmek" buyurdu.
Sonra Allahü Teâla, düşmanlara karşı yardım edeceğini ifade ederek, düşman önünde sebat ve sabır edilmesi zaruretini ifade etti: "Onları siz öldürmediniz." Yani siz onları öldürmekle iftihar etseniz de, onları kendi kuvvet ve maddî gücünüzle siz öldürmediniz. Onları sizin elinizle Allah öldürdü. Çünkü, melekleri indirip onların kalbine korku veren, zafer dileyen, kalblerinizi kuvvetlendirip korku ve sıkıntıyı gideren O'dur. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: "Onlarla savaşın ki, Allah ellerinizle onları azablandırsın. Onları rüsvay etsin, size onlara karşı galibiyet versin" (Tevbe, 9/14).
Müslümanlar, Mekkelileri yenip öldürdüğü ve esir ettiği zaman, birbirlerine karşı övünmeye başladılar. Her konuşan "ben öldürdüm, ben esir ettim" diyordu.
Kureyş ortada görününce, Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "İşte Kureyş. Onları buraya, gurur ve kibirleri getirdi. Allahım! Senden, bana vaadini yerine getirmeni istiyorum." Cibril (a.s.) geldi ve: "Bir avuç toprak al, onlara at" dedi. İki topluluk karşılaştığında Resulullah (s.a.) Ali (r.a.)'ye "Bana şu vadinin çakıl taşlarından bir avuç ver" dedi. Aldığı bir avuç çakıl taşını kâfirlerin yüzlerine attı. "Yüzleri geri gitsin" dedi. Hepsi de, gözüyle meşgul oldu, yenildiler, müminler, onları öldürmeye ve esir etmeye koyuldular... İşte onlara şöyle denildi: Onları öldürmekle iftihar etseniz de, onları siz öldürmediniz, sizin kalblerinizi sebat ettirmek ve onların kalblerine korku vermekle, Allah öldürdü. Ey peygamber! Bir avuç toprağı attığın zaman, gerçekte sen atmadın. Çünkü, senin attığın şeyin tesiri bütün insanlara ulaşamaz. Onların hepsinin gözlerine, ancak toprağı onların gözlerine ulaştırmakla Allah attı. Görünürde Resulullah (s.a.) attı, tesiri Allah'tan görüldü.
Peygamber (s.a.) Huneyn günü de toprak attı.
Öldürme işinde, Cenâb-ı Hakk'ın fiili ile, Peygamber ve müminlerin fiili arasında fark var: Sonuçları gerçekleştiren Allah'tır, insan ise, zahiri sebeblere yapışmaktadır. Bütün işlerde durum böyledir.
Allahü Teâlâ bütün bunları, müşrikleri rezil etmek, müminleri de güzel bir şekilde imtihan etmek; yani düşmanları çok, kendileri az olduğu halde, düşmanlarına karşı müminleri üstün kılma nimetini anlasınlar ve şükretsinler diye yaptı.
Şüphesiz Allah, her türlü sözü işiticidir. Savaştan önce, peygamberin ve müminlerin Rablerine olan dualarını ve yardım isteklerini işitir. Onların hallerini ve niyetlerini, zafere ve ganimete lâyık olanları bilir.
Sonra Allahü Teâlâ, zaferle beraber başka bir müjdeyi zikrediyor. Onlara, kâfirlerin gelecekteki tuzağını boşa çıkaracağını, onların müslümanlar aleyhindeki her türlü hareketlerini hüsrana uğratacağını haber veriyor.
Sonra Allahü Teâlâ, tarizli tarzda Mekkelilere hitap ediyor: Eğer fetih istiyorsanız, işte fetih geldi. Eğer iki ordudan üstün ve doğru yolda olan için zafer istiyorsanız, işte istediğiniz şey geldi. Üstün ve doğru olana zafer nasib oldu, aşağılık ve sapık olanlar helak oldu.
Sonra Allahü Teâlâ onları korkutarak şöyle buyurdu: Eğer küfürden, Allah'ı ve Rasûlünü yalanlamaktan, peygamberine düşmanlıktan vazgeçerseniz bu sizin dünya ve ahiretiniz için daha hayırlıdır. Denendiğiniz ve öldürüldüğünüz, esir edildiğiniz savaştan daha faydalıdır. Eğer onunla savaşa, küfür ve sapıklığa dönerseniz, biz de ona yardıma sizi hezimete uğratmaya döneriz. Nitekim Cenâb-ı Hak, İsrailoğulları'na şöyle buyurur: "Dönerseniz, biz de döneriz" (İsra, 17/8) Tefsirini yaptığımız ayetteki hitap kafirleredir. Ayetin gelişinden bu anlaşılmaktadır. Hitabın müminlere olduğu da söylenmiştir. Çünkü Allahü Teâlâ'nın: "İşte size fetih geldi" sözü, ancak müminlere uygun düşer. Ancak buradaki fethi, beyan, hüküm ve kaza manasına hamledersek, o zaman kafirler de kasdolunabilir.
Sizin topluluğunuz çok da olsa, size fayda vermeyecektir. Çünkü çokluk, azlık önünde her zaman zafere ulaşmaz. Az, sabra, sebata ve Allah'a imana sarıldığı zaman, aksi olur.
Allahü Teâlâ yardımla, destekle ve başarıya muvaffak buyurmakla müminlerle beraberdir. Siz ne kadar topluluk toplarsanız toplayın, Allah'ın beraber olduğu kimseleri mağlup edecek hiçbir kimse yoktur: "Ve muhakkak bizim ordumuz, elbette onlar galib olanlardır" (Saffat, 37/173). "Galip gelecek olanlar, yalnız Allah'ın taraftarlarıdır" (Maide, 5/56). "Şeytanın taraftarları, hüsrana uğrayanların ta kendileridir" (Mücadele, 58/19). [10]
Allah'a Ve Rasulüne İtaati Emir, Muhalefetten Korkutma
20- Ey iman edenler! Allah'a ve Resulüne itaat edin. İşittiğiniz halde ondan yüz çevirmeyin.
21- İşitmedikleri halde "işittik" diyenler gibi olmayın.
22- Allah katında yerde yürüyen hayvanların en kötüsü, akıl erdirmeyen sağır ve dilsizlerdir.
23- Eğer Allah onlarda bir hayır olduğunu bilseydi, elbette onlara duyururdu. Onlara işittirseydi de yine yüz çevirici olarak arkalarına dönerlerdi.
Açıklaması
Allahü Teâlâ mümin kullarına, kendisine ve peygamberine itaati emrediyor. Bu emre muhalefetten ve inatçı kâfirlere benzemekten men ediyor.
Ey iman edip tasdik edenler! Cihada katılma ve malı terketme hususundaki davette, Allah'a ve Rasûlüne itaat edin. Rasûlüne ve emirlerine itaati ter-ketmeyin. Cihadı ve cihad yolunda sözünü ve öğütlerini dinleyin. Burada dinlemek, anlayıp kavramak üzere dinlemektir. Müminlerin özelliği budur: "Dinledik, itaat ettik. Ey Rabbimiz! Mağfiret isteriz ve dönüş ancak sana'dır" dediler" (Bakara, 2/285).
Dinlemedikleri halde "dinledik" diyen münafıklar ve müşrikler gibi olmayın. Onlar duyuyor, kabul ediyor gibi görünüyorlar, ama durum öyle değildir.
Sonra Allahü Teâlâ, onların mahlûkların en kötüleri olduğunu haber veriyor: Allah katında, yeryüzünde dolaşan varlıkların en şerlileri, hakkı duymayan, ona tabi olmayan, hakkı konuşmayan, hakkı anlamayan, hak ile bâtılı, hayırla şerri, hidayetle dalâleti, İslâm'la küfrü anlamayan, duyuları çalışmaz hale getirip faydalı ve zararlıyı ayırdedemeyen kimselerdir. Eğer onlar, akıllarını cahiliyye asabiyetinden ve taklitten uzaklaşarak kullansalar, hak ve doğruyu bulurlar, kendileri için yararlı olan şeyin İslâm olduğunu anlarlardı. Ancak onlar, gerçekten hayvanlar gibi hakikatları anlamıyorlar: "Bunda kalbi olan veya kendisi şahit olarak kulak veren kimse için, elbette öğüt vardır" (Kâf, 50/37).
Sonra Allahü Teâlâ, onların sağlam bir anlayışları olmadığını, eğer nefislerinde hayra, imana, İslâm nuruna ve peygambere bir meyilleri olacak olsaydı, alıcı bir şekilde anlamaya muvaffak buyururdu. O, onları, hakikati anlamaya muvaffak buyursa, onlar yine de, sırf inatlarından dolayı ondan yüz çevireceklerdi. [11]
Ebedi Hayat Bulunan Şeye İcabet Etmek
24- Ey iman edenler! Sizi diriltecek şeylere davet ettiği zaman, Allah'ın ve Resulünün çağrısına uyun. Bilin ki Allah, kişi ile kalbi arasına girer ve siz gerçekten yalnız ona dönüp toplanacaksınız.
25- Bir de öyle bir fitneden sakının ki, o, içinizden yalnız zulmedenlere gelip çatmaz. Ve bilin ki Allah, şüphesiz azabı çetin olandır.
26- O zamanı hatırlayın ki, yeryüzünde azlık ve zayıf ve hakir görülen kimseler idiniz. İnsanların sizi tutup kapmasından korkuyordunuz da, yardımıyla kuvvetlendirdi. Size en temiz ve en hoş şeylerden rızık verdi. Tâ ki şükredesi-niz.
Açıklaması
Allahü Teâlâ, bu ayetlerde ve bundan önceki ayetlerde, iman sıfatının emir ve nehiylere uymayı gerektirdiğine işaret için nidayı, "iman edenler" lafzıyla tekrarladı.
Mana şöyledir: Ey müminler! Dünya vû ahiret saadetini, hayır ve salahınızı, her türlü hak ve doğruyu içine alan Allah'ın ve Rasulünün davetine -ki o, Kur'ân, iman, cihad ve her türlü hayır ve taattır- icabet edin. "Sizi diriltecek" sözünden amaç güzel ve sürekli olan hayattır. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: "Biz onu çok güzel bir hayat ile yaşatırız" (Nahl, 16/97). Buharî: "Sizi davet ettiği zaman" çağırdığında, sizi "diriltecek" ıslah edecek olan şeylere icabet edin demektir, der.
Fakihlerin çoğuna göre, emrin zahiri, vücubu ifade eder. Çünkü ondan sonraki: "Bilin ki, Allah kişi ile kalbi arasına girer ve siz gerçekten yalnız O'na dönüp toplanacaksınız" sözü, tehdit ve korkutma ifade eder.
Bu yüzden Resulullah (s.a.)'in ibadet, inanç ve muamele ile ilgili emirlerine, ciddiyet, azim ve gayretle sarılmak gerekir. Giyinmek, yemek, içmek ve uyumak gibi âdetle ilgili emirler, uyulması gerekli dinî emirler değildir.
Hz. Peygamber (s.a)'in emrettiği iman, Kur'ân, hidayet ve cihaddan kim yüz çevirirse o ölü gibidir. Güzel bir hayat, yahut ruhî bir hayat yaşamıyor demektir. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: "Bir ölü iken kendisini dirilttiğimiz, insanlar arasında yürümesi için nur verdiğimiz kimse, içinden çıkamayacağı karanlıklarda kalan kimse gibi midir?" (En'am, 66/122).
"Bilin ki Allah, kişi ile kalbi arasına girer" sözünün manası, aklınızı kaybetmeden, çabuk icabet edin, demektir. Kalb, düşünce yeridir. Mücahid, bu ayetin manası hakkında şöyle der: Kişi ile aklı arasına girer de, ne yaptığını bilmez. Nitekim Cenâb-ı Hak şöylo buyurur: "Muhakkak ki bunda kalbi olan kimse için, elbette öğüt vardır" (Kâf, 50/37).
Şöyle de denilmiştir: Onlarla kalbleri arasına ölüm girer, geçen zamanı yakalayamaz. Keşşâfda şöyle der: O, onu öldürür de, fırsatı kaçırmış olur. Şöyle de denilmiştir. İşleri bir halden bir hale değiştirir. Kurtubî şöyle der: Bu, Allah'ın "Cami" isminin tecellisidir. İmam Ahmed İbni Hanbel, Enes ibni Malik'in şöyle dediğini rivayet eder: Peygamber (s.a.): "Ey kalbleri bir halden bir hale çeviren Allah! Kalbimi dinin üzerinde sabit kıl" sözünü çokça söylüyordu. Ya Resulullah! Sana ve getirdiklerine inandık, bizden korkuyor musun, dedik. "Evet, kalbler, Allah'ın parmaklarından iki parmak arasındadır, onları ters yüz eder, çevirir" buyurdu.
Taberî'nin tercihi şöyledir: Bu Allah'ın, kullarının kalblerine kendilerinden daha çok sahip olduğunu, dilediği zaman kalbleriyle kendileri arasına girdiğini, hatta insanın ancak Allah'ın dilemesiyle bir şeyi anlayabildiğini haber vermektedir.
Bence ayetin tefsiri konusunda Taberî ve Kurtubî'nin tercihi en doğru görüştür. Mana şöyle olur: Allah, insanın kalbini, fikrini ve iradesini kontrol altında tutar, işleri nasıl dilerse, eliyle bir halden bir hale çevirir. Bütün şeylerde tek tasarruf yetkisine o sahiptir. Sahiplerinin güçlerinin yetmeyeceği şekilde kalble-re yön verir, dilediği gibi, onların yönelişlerini, maksat ve niyetlerini değiştirir. Ayetten maksat, hastalık, ölüm gibi birtakım engeller çıkmadan itaata teşviktir.
Cebre inananlara göre mana şöyledir: Allah, kâfir kişiyle itaati, itaatkar kişiyle masiyeti arasına girer. O halde, mesut ve bahtiyar kişi, Allah'ın mesut ve bahtiyar kıldığı kişi; bedbaht ve sapık kişi ise, Allah'ın saptırdığı kişidir. Allah'ın saptırdığı ve rüsvay ettiği kimse hakkındaki işi, adalettir. Üzerine vacip olanı gerçekten yapmazsa, o zaman adalet sıfatı ortadan kalkar.
Mu'tezile'den Cübbaî şöyle der: Allah'ın, kendisiyle imanı arasına girdiği kimse âcizdir. Acizin işi taşkınlık ve cahilliktir. Bu, caiz olsaydı, Allah'ın bize göğe çıkmayı emretmesi caiz olurdu. Nitekim müzmin hastanın ayakta namaz kılması emredilmeyeceği hususunda ittifak varken, bu, Allah hakkında nasıl caiz olur? Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Allah hiçbir kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemez..." (Bakara, 2/286).
Sonra Allahü Teâla mümin kullarını, azken çok yapması, zayıf korkak kimselerken kuvvetlendirmesi ve yardım etmesi, fakirken güzel rızıklarla rızıklandırması gibi ihsanı ve iyiliği ile uyandırdı. Bu, Mekke'den Medine'ye hicretten önceki müminlerin haliydi. Cenâb-ı Hak müminlere, Allah'a ve Rasûlü-ne itaati emrettikten sonra, masiyetten sakınmalarını da emretti. Bu teklifi, bu ayetle pekiştirdi. Şöyle buyurdu: Ey mücahidler! -Hitabın o çağdaki bütün müminlere olduğu da söylenmiştir- Siz, Mekke'de azlık ve zayıf, müşrikler çokluk ve size kötü işkence tattırdığı, ve insanların sizi öldürmek ve soymak için süratle yakalamasından korktuğunuz vakti hatırlayın. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: "Görmediler mi ki, biz onlara emin bir harem (belde) kıldık. Bununla birlikte onların etrafından insanlar kapılırlar" (Ankebut, 29/67).
"Biz onları emin bir hareme yerleştirmedik mi? Ki ona her çeşit meyvelerden tarafımızdan bir rızık olmak üzere gelir" (Kasas, 28/57).
"O sizi barındırdı": Medine'de, sizin sığınacağınız bir yer hazırladı. Size, Bedir ve diğer savaşlarda yardım etti. Bereketli, güzel, hoş yiyeceklerle rızıklandırdı, ganimetleri size helâl kıldı. Bu büyük nimetlere şükredip, nimeti hatırlatmaktan maksat, onları Allah'a itaat ve ilâhî nimete teşekküre teşvik etmektir.
İbni Cerir et-Taberî, Katade b. Deâme es-Sedûsî'nin: "O zamanı hatırlayın ki, yeryüzünde az zayıf ve hakir görülen kimseler idiniz" ayeti hakkında şöyle dediğini rivayet eder: Bu arap kabilesi, çok zelil ve yaşayış bakımından çok düşkün, aç, çıplak, sapık bir kavimdi. İran'la, Rum arasında bulunan bir taşın çevresinde toplanır ibadet ederlerdi. Vallahi, beldelerinde, hased edilecek bir şey yoktu. Herkes yoksulluk içindeydi. Ölenler ateşe atılıyordu. Yemiyor yeniliyorlardı. Vallahi, o gün yeryüzünde onlardan daha kötü durumda bir kabile yoktu. Nihayet, Allah İslâm'ı gönderdi, o beldelere hakim kıldı, onunla rızıkla-rını genişletti, onları insanlara melikler kıldı. Allah onlara, müslümanlıkları sebebiyle gördüğünüz şeyleri verdi. O halde nimetlerinden ötürü Allah'a şükredin. Şüphesiz Rabbiniz verdiği nimetlere karşı şükrü sever. Şükredenlere olan nimetlerini artırır. [12]
Allah'a, Peygambere Ve Emanete Hıyanet
27- Ey iman edenler! Allah'a ve Rasûlü- ne hainlik etmeyin. Siz kendiniz bile bile kendi emanetlerinize hainlik eder misiniz?
28- Bilin ki' mallarmız ve çocuklarınız ancak birer imtihandır ve büyük mükâfat şüphesiz Allah katmdadır.
Açıklaması
Allahü Teâlâ, bu ayette, şerl mükellefiyetlerin eksiksiz olarak yapılmasının gerekli olduğunu belirtiyor.
Ey Allah'ın peygamberlerine ve Kur'ân'a inanan müminler! Farzlarını yapmamakla, ya da koyduğu sınır ve haramlarını tecavüz etmekle Allah'a hıyanet etmeyiniz. Sünnetine sarılmamakla, emrettiklerini yapmamak ve neh-yettiklerinden kaçınmamak, arzularına ve babalarınızdan miras aldığınız şeylere uymakla peygambere hıyanet etmeyin. Aranızda birbirinizden aldığınız emanetlere, onlara riayet etmemekle hıyanet etmeyin. Bu, maddî emanetleri içine aldığı gibi, ümmete ait sırları düşmanlara aktarmak ve fertlere ait sırları insanlar arasında yaymak gibi şeyleri de içine alır. Emanet, Allahü Teâlâ'nın kullarına emanet ettiği farz ve had cinsinden amellerdir. Hıyanet ise farzları yapmamak, hükümlerini uygulamamak, sünnetlerine sarılmamak ve başkalarının haklarına riayet etmemektir.
Ve siz hıyanet ettiğinizi biliyorsanız. Bunun sonucunu da biliyorsunuz. İyi ile kötüyü birbirinden ayırt edebiliyorsunuz. Hıyanetin kötülüklerini biliyorsunuz. Hıyanet, unutarak değil, bile bile yaptığınız ihmaller, hatalardır.
Hıyanet: İnsanın küçük büyük günahlarını ve başkalarına zararı dokunan hareketlerini içine alır.
Güvenilirlik müminlerin, hıyanet ise münafıkların sıfatlanndandır. İmam Ahmed, Enes ibni Malik'in şöyle dediğini rivayet eder: "Ahdine riayet etmeyen kimsenin imanı yoktur." Buharı ve Müslim'in Ebû Hüreyre'den rivayet ettikleri hadis-i şerifte Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Münafıklığın alameti üçtür: Konuştuğu zaman yalan söyler, söz verdiği zaman sözünden cayar, kendisine bir şey emanet edildiği zaman hıyanet eder. Oruç tutup namaz kusa ve kendisinin müslüman olduğunu zannetse de..."
Sonra Allahü Teâlâ, insanı hıyanete sevkeden şeyin mal ve evlât sevgisi olduğu için, akıllı kimsenin o sevginin zararlarından çekinmesi uyarısında bulunarak: "Mallarınız ve çocuklarınız ancak birer fitnedir" buyurmuştur. Yani, şüphesiz ki, mallar ve çoluk çocuklar, Allah'tan birer imtihandır. Onlar hususunda Allah'ın hadlerini nasıl muhafaza ettiğinizi açığa çıkarmak için imtihan eder. Fitneye düşmenin tek sebebi ise günah yahut azaptır. Çünkü o, kalbi dünya ile meşgul eder, ahiretle ilgili amel işlemekten ahkoyar. İnsan, mal sevgisi, onu kazanıp biriktirme arzusuyla yaratılmıştır... Eğer insanda Allah korkusu olmazsa, cimrilik yapar, malm içinden Allah'ın haklarını vermez, fakirlere ihsanda bulunmaz, iyi, hayır ve güzel işlere harcamaz. Evlat sevgisi de insanın fıtratında vardır, bazan bu sevgi, insanı haram mal kazanmaya sevkeder. Onun için insan mal ve çoluk çocuk hususunda dikkatli olmalı, helal mal kazanmalı ve onu hayır ve iyi yolda harcamalı. Çocuklarına helâl olanı yedirmelidir ki, vücudlanna haram girmesin, dînî hükümlere bağlı, sorumluluk duygusu içinde ve haramlardan uzak bir şekilde yetişsin.
Sonra Allahü Teâlâ ayeti, kusur işleyeni uyandırıcı etkili bir sonuçla bitirerek: "Büyük mükâfat şüphesiz Allah kalındadır" buyurmuştur. Yani O'nun sevabı ve cennetleri, sizin için mallardan ve çoluk çocuktan daha hayırlıdır. Şurası bir gerçek ki, bazan onlardan düşman olanı olabilir, pek çoğu ise, sana gelebilecek bir azaptan seni kurtaramaz. Allah, dünya ve ahiretin tek sahibidir. O halde siz, mal, çoluk çocuk konularında şer1! ve dinî hükümlerine riayet ederek, Rabbinizin sevabını tercih edin, dünyadan yüz çevirin, mal toplamaya ve çoluk çocuk sevgisine aşırı düşkün olmayın ki, onlar yüzünden tehlikeye girme-yesiniz. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "O mal ve oğullar dünya hayatının süsüdür. Geri kalacak olan salih amelleridir ki, Rabbinin nezdinde sevapça da hayırlıdır, amelce de hayırlıdır* (Kehf, 18/46). [13]
Allah Korkusu Ve Bunun Fazileti
29- Ey iman edenler! Eğer Allah'tan korkarsanız, O size iyi ve kötüyü ayır-dedecek bir anlayış verir, suçlarınızı örter, size mağfiret eder. Allah, büyük lütuf sahibidir.
Açıklaması
Ey müminler! Emirlerine uymak ve yasaklarından kaçınmak suretiyle Allah'tan korkarsanız, size hak ile bâtılı ayırmaya yarayan bir hidayet ve kalble-rinizi aydınlatan bir nur verir. Bu nur, Allah'ın aşağıdaki ayetinde hikmet diye ifade ettiği takva üzerine kuruludur: "Kime hikmet verilirse, muhakkak ona pek çok hayır verilmiştir" (Bakara, 2/269). Şu ayette de aynı şeye işaret ediliyor: "Sizin için aydınlığıyla yürüyeceğiniz bir nur kılsın." (Hadid, 57/28).
Allahü Teâlâ, takva sahibine öyle bir yetenek verir ki, onunla doğru ile eğriyi, hakla bâtılı, İslâm'la küfrü birbirinden ayırd eder. Böylece Allah'ın şu ayetinde emrettiği gibi bir rabbani olur: "Fakat o: "Öğretmekte ve okuyup okutmakta olduğunuz kitap sayesinde Rabbaniler olun, der" (Aİ-i İmran, 3/79).
Yine, Allahü Teâlâ'dan korkarsanız, sizin geçmiş günahlarınızı ve kötülüklerinizi bağışlar, onları insanların gözlerinden siler, size çok sevap verir. Allah, geniş fazl ve büyük ihsan sahibidir. Buna benzer bir ayet de şöyledir: "Ey iman edenler! Allah'tan korkun, Rasûlüne de iman edin ki, rahmetinden size iki nasip versin. Sizin için aydınlığıyla yürüyeceğiniz bir nur kılsın ve size mağfiret etsin. Allah gafurdur, rahimdir" (Hadid, 57/28). [14]
Müşriklerin Peygamber (S.A.)'e Kurdukları Tuzak Çeşitleri
30- Hani bir zamanlar o kâfirler seni tutup bağlamaları veya öldürmeleri, ya da seni çıkarmaları için tuzak kuruyorlardı. Onlar bu tuzağı kurarlarken, Allah da bu tuzağın karşılığını kendilerine veriyordu. Allah, tuzak kuranla- ra karşılık verenlerin en hayırlısıdır.
ânlara ayetlerimiz (Kur'an) okunduğu zaman: "İşittik, eğer dilersek biz de elbet bunun benzerini söylerdik. Bu, eskilerin efsanelerinden başka bir şey değildir" demişlerdir.
Açıklaması
Ey peygamber! Müşriklerin, senin ve davanın aleyhine önemli bir meseleyi görüşmek üzere toplandığı o zamanı hatırla. O, nimete şükrü, ibret ve öğüt alınmasını gerektiren çok güç zamanda, Rabbinin seni desteklediğine ve davanda samimi olduğuna işaret eden bir şeydir.
Senin için üç şeyden birini uygulamayı düşünmüşlerdi:
1- Seni hapsederek, davetten alıkoymak.
2- Bütün kabilelerin ortak olacağı bir şekille seni öldürmek,
3- Seni memleketinden çıkarmak.
Onlar, sen farketmeden sana kötü bir şey yapmak için gizlice tuzak hazırlıyorlardı. Fakat Allah'ın kudreti, onların tuzağını boşa çıkardı. Herhangi bir ezaya maruz kalmadan seni, onların arasında sağ salim çıkardı. Mekke'den Medine'ye gittin. "Tuzak kuruyorlardı" sözü, ona yaptıkları tuzakları gizlediklerini gösterir. "Allah da bu tuzağı karşılığını onlara veriyordu" sözünün manası, onların tuzaklarını azapla cezalandırır demektir. "Allah tuzak kuranlara karşılık verenlerin en hayırlısıdır" sözünün manası şudur: Onun tuzağı, başkalarının tuzağından daha nüfuz edici, daha etkilidir. Çünkü Cenab-ı Hakk'm tedbiri hakkın zaferidir, bir adaletidir. Çünkü o, gerekli olanı yapar.
Buradan anlaşılıyor ki, kâfirlerin Hz. Peygamber'e ve onun davasına karşı tutumları, daima kötülük ve eza şeklinde olmuştur.
Allahü Teâlâ, onların Muhammed (s.a.)'in zâtına karşı hazırladıkları tuzağı anlattıktan sonra, getirdiği dine ve kitaba karşı hazırladıkları tuzağı da anlatarak şöyle buyurdu: "Onlara ayetlerimiz okunduğu zaman: "İşittik, eğer dilersek, biz de elbet bunun benzerini söylerdik. Bu, eskilerin efsanelerinden başka bir şey değildir" demişlerdi." Yani, Kur'ân'm açık ayetleri okunduğu zaman, cahilliklerinden, inatlarından, akılsızlıklarından ve kibirlerinden: İsteseydik, bunun benzerini biz de elbet söylerdik, dediler. Bu, zımmen, onların Kur'ân'm benzerini getirmekten acizliklerini itirafı içine almaktadır. Nitekim O, Kur'ân'm en kısa sûresini meydana getirmelerini istemiştir. Onların iddiası, korkak zayıf bir kimsenin cesur, kahraman bir kimsenin önünde, onu, öldürebileceği iddiasını savurması gibidir.
Bu sözün sahibi Nadr b. Haris'ti. Rivayet olunduğuna göre, Nadr b. Haris, ticaret yapmak üzere Hire'ye gitti. Kelile ve Dimme'nin sözlerini içine alan kitaplar satın aldı. İslâmiyetle alay edenlerle birlikte oturur, onlara eskilerin efsanelerini okur, onların da Muhammed (s.a.)'in zikrettiği önceki ümmetlerin kıssaları gibi olduğunu iddia ederdi.
Yine o, İran'a gider, Rüstem, İsfendiyar ve diğer İran büyükleriyle ilgili haberleri dinler, Yahudi ve Hristiyanlara uğrar, onlardan Tevrat ve İncil dinler, sonra duyduklarını anlatmak üzere Mekke'ye gelirdi.
Sonra yalan sözlerini daha yalanıyla açıklayarak şöyle dediler: Bu Kur'ân, ancak daha Öncekilerin haberleri, yalanları ve sözleridir. Ayetin benzeri şu ayettir: "Ve dediler ki: "Eskilerin masallarıdır ki onu yazdırmıştır. Onlar sabah ve akşam ona okunur" (Furkan, 25/5).
"Eskilerin efsaneleri" sözünün manası, önceki kavimlerin kitapları, onlardan öğreniyor ve onları insanlara okuyor, demektir. Bu, tam bir yalandır. Nitekim, şu ayette Cenâb-ı Hak, bunu haber vermektedir: "De ki: "Onu göklerin ve yerin gizliliklerini bilen Allah indirdi. Muhakkak ki O gafurdur, rahimdir" (Furkan, 25/6).
Bu sözü söyleyen Nadr b. Haris hakkında şu ayet nazil olmuştur: "İnsanlar içinde bilgisizce Allah'ın yolundan saptırmak ve onu bir eğlence edinmek için boş söze müşteri çıkanlar vardır" (Lokman, 31/6). O, insanları, Kur'ân dinlemekten alıkoymak için, geçmiş ümmetlerin haberlerini, insanlara okumak üzere güzel bir cariye satın almıştı.
Görüldüğü üzere onlar, Kur'ân ayetlerini geçmişlerin kıssalarına benzettiler. Ancak onların Hz. Muhammed tarafindan uydurulduğunu söylemediler. Çünkü onun doğruluğuna, yalan söylemeyeceğine inanıyorlardı. Nitekim bu hususta Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: "Onlar aslında seni yalanlamı-yorkt& Fakat o zalimler bile bile Allah'ın ayetlerini inkâr ediyorlar" (En'am, 6/33).
Nadr b. Haris, Ebû Cehil, Velîd b. Muğire gibi Kureyş'in ileri gelenleri, insanların Kur'ân'ı dinlemelerini engelliyor, sonra da kendileri geceleri Peygamberi dinlemeye çalışıyorlardı. Hatta, Velîd b. Muğire, Kur'ân ayetlerinden etkilenerek: "O üstün gelir, ona üstün gelinemez" dedi, sonra da müşrik liderlerin tesiriyle, araplar duymasın diye bu sözünü değiştirmeye çalıştı ve: "Şüphesiz bu, tesirli bir büyü" dedi. [15]
Müşriklerin Azab İstemeleri Ve Hz. Peygamber'e Hürmeten Azab Edilmemeleri
32- Hani bir zaman da: "Allah'ım, eğer bu, senin katından indirilmiş gerçekse, üzerimize gökten taş yağdır, yahut bize acıklı bir azab getir" demişlerdi.
33- Halbuki sen içlerindeyken Allah onlara azap edecek değildi. Onlar istiğfar ederlerken de, Allah onlara azap edecek değildir.
34- Neden Allah onlara azab etmesin? Onlar Mescid-i Haram'dan. -kendileri ona lâyık olmadıkları halde- alıkoyup duranlardır. O sakınanlardan başkaları onun ehilleri değildir. Fakat onların çoğu bilmezler.
35- Onların Beyt yanında duaları, ıslık çalmaktan ve el çırpmaktan başka bir şey değildi. Küfrünüzden dolayı azabı tadın artık.
Açıklaması
Ey Muhammed! Kureyş'in: "Allah'ım, eğer bu senin katından indirilmiş gerçekse, fil ashabını cezalandırdığın gibi, gökten indireceğin taşla bizi cezalandır. Ya da onun dışında acıklı bir azabla azablandır" dediği zamanı hatırla.
Bu, Allahü Teâlâ'nm Kureyş'in küfrünü, taşkınlığını, inadını ve kendilerine okunan Kur'ân ayetlerini dinledikleri zaman ileri sürdükleri bâtıl iddialarını haber vermedir. Onların: "Şüphesiz Kur'ân, evvelkilerin efsaneleri, onun uydurmasıdır. Eğer o gerçekten Allah tarafından gönderilmiş olsaydı, bizim bu inkârımız ve istediğimiz karşısında, Allah bize elbette taş, ya da acıklı azab indirirdi" sözlerini hikâyedir.
Onların muradı, Kur'ân'ın, Allah katından indirilen bir hak olduğunu inkâr etmekdi. O Allah katından indirilen hak olsa bile onlar ona tabi olmayacaklarını açıklamak içindi. Bilakis helaki tercih ediyorlar ve Kur'an Hak'tır diyenlerle alay ediyorlardı. Bu, inkârın en son noktası demekti. Son derecedeki cehaletlerinden, aşırı derecedeki yalanlamalarının alâmetidir. Nitekim başka ayetlerde de, onların acele tarafından ceza istedikleri ifade olunur: "Senden azabı çabucak isterler. Eğer muayyen bir vakit olmasaydı elbette onlara azab gelirdi. Onlara ansızın gelecektir. Ve onların haberleri olmaz." (Ankebut, 29/53)."Onlar azabdan nasibimizi bize acele ver (ki görelim) dediler" (Sâd, 38/16).
Sonra Allahü Teâlâ, onların azablarmın geciktirilme sebebini zikrederek: "Halbuki sen içlerindeyken Allah onlara azap edecek değildi" buyurmuştur. Yani, aralarında peygamber varken, onlara azab etmek, Allah'ın sünnetine, rahmetine ve hikmetine uygun düşmez. Çünkü O, onu âlemlere azab ve işkence için değil, rahmet olarak gönderdi. Allah hiçbir ümmeti, peygamberleri arala-rmdayken azap etmemişti. İbni Abbas şöyle demiştir: "Hiçbir ümmet, Peygamberleri ve müminler aralarından çıkıp emrolundukları yere varmadıkça azab olunmamıştır. O, onlar istiğfar ederken, geçmiş ümmetlerin azab olunduğu gibi, dünyada iken, köklerinin kazınması şeklinde bir azabla azablandırmaz."
İstiğfar edenler kimlerdir? İbni Abbas'a göre, onlar kâfirlerdir. Tavaf ederlerken: "Bizi affet ya Rab" diyorlardı. İstiğfar edenler fâcir de olsalar, bazı serler ve zararlar önlenir. Bazılarına göre de buradaki istiğfar, kafirlerin arasında bulunan ve hakir görülen müslümanlara racidir. Buna göre mana, içlerinde istiğfar eden müslümanlar varken, Allah onlara azab edici değildir, olur... Nitekim, onlar aralarından çıkınca, Allah onlara, Bedir'de ve daha başka yerlerde azab etti.
Denilmiştir ki: Burada istiğfarla İslâm murad olunmaktadır. Yani, onlar müslüman olacaklar iken, bazıları bazılarının peşinden müslüman olacakken, yahut onların Allah'a inanan ve ona istiğfar eden çocukları olacak iken, Allah onlara azab etmez, demektir.
Cenâb-ı Hak, onların dünyada, köklerinin kazınması şeklindeki bir azabla azablandırılmayacaklarını ifade ettikten sonra, başka bir ihtimali açıklamıştır. O da, gerektiğinde ve engel de ortadan kalktığında, köklerinin kazınması şeklindeki bir azabtan başka bir azabla azablandırılabileceklerdir. "Neden Allah onlara azap etmesin?" Yani, Allah, onları niçin başka bir azabla azaplandırma-sm, o azabtan daha hafif bir azabın gelmesine hangi şey engel olabilir? Onlar, müslümanlarm ibadetlerini ifa için, Mescid-i Haram'a girmelerini engelliyorlardı. Nitekim Peygamber (s.a.)'i ve ashabını Mescid-i Haram'dan çıkardılar. O yüzden onlar, Allah'ın azabına müstahaktılar. Fakat Allah bunu, Peygamber (s.a.) aralarında olduğu için uygulamadı.
O halde, bu durumda olan kimseler Mescid-i Haram'ın dostu olamazlar. Onlar kılıçla öldürülmeye layıktırlar. Nitekim Allah onları, Bedir Günü'nde öldürdü, azab etti. Ebû Cehil gibi, küfrün ileri gelenleri öldürüldü, birçoğu esir alındı. Bu suretle İslam'ı aziz kıldı, yüceltti.
"Kendileri ona lâyık olmadıkları halde..." Onlar şöyle diyorlardı: Biz, Beyt-i Haram'ın velileriyiz, istediğimizi oradan uzaklaştırır, istediğimizi sokarız. İşte onların bu sözlerine Allah şöyle cevap verdi; Şirkleri ve Peygamber (s.a.)'e düşmanlıkları sebebiyle, onlar, Mescid-i Haram'ın velayetine lâyık değillerdir.
Onun dostu ve hamisi, ancak müslümanlardan, muttaki olanlar olabilir, her müslüman buna ehil değildir. Ancak muttaki, iyi kimseler ehil olabilirken, putlara tapan kafirler buna nasıl ehil olabilir?
Fakat onların pek çoğu, müttakilerin Allah'ın dostu olduğunu dolayısıyla onun azabından onların emin olabileceğini bilmiyorlar.
Sonra Allahü Teâlâ, Kabe'nin bakım ve idaresini üzerlerine almaya ehil olmayışlarının sebebini açıkladı: Onların, Kabe'deki duaları itaat ve ibadetleri, ıslık çalıp el çırpmak şeklindeydi. Kabe'ye gereği şekilde saygı göstermiyorlar-dı. İbni Abbas şöyle demiştir: Kureyş, Kabe'yi çıplak olarak, ıslık çalarak ve el çırparak tavaf ediyorlardı. Mücahid ve Said b. Cübeyr ise şöyle demişlerdi: Kureyş Resulullah (s. a) tavaf ederken karşısına çıkıyorlar, onunla alay ediyorlar, ıslık çalıyorlar, tavafını ve duasını karıştırıyorlardı. Aynı rivayet, Mukatil'den de naklolunmuştur.
İbni Abbas'm sözüne göre: Islık çalmak ve el çırpmak, onların bir ibadet şekliydi. Mücahid, Mukâtil ve İbni Cübeyr'e göre ise, Peygamber (s.a.)'e eziyet vermek içindi. Razî, ilk görüşün: "Onların Beyt yanında duaları, ancak ıslık çalmaktan başka bir şey değildi" ayetinin manasına daha yakın olduğunu söyler.
Ancak kâfirlerin yapacağı işler ve küfrünüz sebebiyle Bedir Günü, katlo-lunmak ve esir edilmek şeklinde azabı tadın ki, bu sizin istediğiniz azabtır. [16]
Allah Yolundan Çevirmek İçin Yapılan Harcamanın Karşılığı
36- O kâfirler, mallarını Allah yolundan alıkoymak için harcarlar ve harcayacaklar da. Nihayet bu, onlara bir yürek acısı olacaktır. Sonra da mağlup olacaklardır. Küfrederler ise, en son cehenneme sürüleceklerdir.
37- Ki Allah murdarı temizden ayırdet-sin, murdarı birbiri üstüne koyup hepsini yığsın da onu cehenneme atsın. Onlar zarara uğrayanların tâ kendileridir.
Kâfirlerin Müslüman Olurlarsa Bağışlanacakları, Olmazlarsa Dinde Fitneyi Önlemek İçin Onlarla Savaşılacağı
38- Sen o kâfirlere de ki: Eğer vazgeçerlerse, geçmişteki kendilerine mağfiret olunur. Eğer yine dönerlerse, öncekilerin kanunu muhakkak devam etmiş olacaktır.
39- Hiçbir fitne kalmayıncaya ve din tamamiyle Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer vazgeçerlerse, muhakkak ki Allah onların ne yaptıklarını iyice görür.
40-Ve eğer onlar vazgeçerlerse, bilin ki Allah sizin mevlânızdır. O ne güzel mevlâdır ve ne güzel yardımcıdır.
Açıklaması
Ey peygamber! Ebû Süfyan ve adamları gibi kâfirlere, eğer içinde bulundukları küfür, inad ve Peygamber (s.a.)'e düşmanlıktan vazgeçer, İslâm, itaat ve tevbe yoluna girerlerse, geçmiş küfürlerinin, günahlarının ve hatalarının bağışlanacağını söyle. Nitekim, İbni Mes'ud'dan gelen bir hadiste Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Kim, müslüman iken iyilik ederse, cahiliyye döneminde yaptıklarından sorguya çekilmez. Kim de İslâm döneminde kötülük ederse, evvelinden de sonundan da sorguya çekilir."
Yine Sahih'de gelen bir hadiste Resulullah (s.a) şöyle buyurmuştur: "İslâm, daha önce yapılanları siler süpürür. Tevbe de, kendinden önceki şeyleri siler süpürür."
Müslim'in Amr b. As'dan rivayetine göre, o şöyle demiştir. Allah, kalbime imanı koyunca, Peygamber (s.a.)'e geldim, elini uzat sana biat edeyim, dedim. Elini uzattı, ben de elimi uzattım. Ne istiyorsun? dedi. Mağfiret olunmamı, dedim. Bunun üzerine Resulullah: "Ey Amr! Bilmiyor musun? İslâm, kendinden önce işlenmiş kötü şeyleri yıkar, yok eder. Hicret, kendinden önce işlenmiş kötü şeyleri yıkar, yok eder. Hac da, kendinden önceki günahları affettirir" buyurdu.
Eğer onlar kâfirlerin tarafında, insanları İslâm'dan çevirme, inatlık ve İslâm'la savaş yolunda olurlarsa, bulundukları hal üzere devam ederlerse, peygamberlerimi yalanlayan, onlara karşı çıkan eski yalanlayıcıları helak ve yok etme konusunda geçerli olan kanunumu onlara uygularım. Nitekim bu, Kureyş için Bedir'de ve daha başka yerlerde gerçekleşmiştir: "Muhakkak biz peygamberlerimize ve müminlere dünya hayatında ve şahitlerin ayağa kalkacakları günde yardım ederiz" (Mümin, 40/51).
Bu, onların küfrü ve inadı terketmedikleri takdirde başlarına gelecek şiddetli bir tehdittir.
Sonra Allahü Teâlâ, bu kâfirlerin hükmünü açıklıyor. Eğer küfre dönerler ve ona devam ederlerse, önceki ümmetlerin başına gelenlere maruz kalacaklardır. Bu durumlarında ısrar ederlerse, Allah onlarla savaşılmasını emrediyor: "Hiçbir fitne kalmayıncaya ve din tamamiyle Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın..." Yani, ey müslümanlar, düşmanınız olan müşriklerle öyle şiddetle savaşın ki, ortada şirk kalmasın, ancak Allah'a ibadet olunsun, hiçbir mümin dininden döndürülmesin, sadece "lâ ilahe illallah" (Allah'tan başka ilâh yoktur) denilsin. Bâtıl dinler yıkılsın, sadece İslâm dini kalsın. Bu el-Beyhâkî'nin Mâlik vasıtasıyla Zührî'den rivayet ettiği Peygamber Efendimize ait şu hadis-i şerife göre, Mekke ve civarındaki arap yarımadası içindir: "Arap yarımadasında iki din bir arada bulunmaz." Razî şöyle der: Bunun bütün memleketlere hamlo-lunması mümkün değildir: Çünkü öyle olsaydı, Allah'ın emrettiği savaşla beraber, orada küfür kalmazdı.[17]
O halde savaştan amaç, din hürriyetine imkân vermekti. Çünkü hiç kimse, inancını terke zorlanamaz. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: "Dinde zorlama yoktur. Hakikaten iman ile küfür apaçık meydana çıkmıştır" (Bakara, 2/256).
Eğer onlar, küfürden ve sizinle savaştan vazgeçerlerse, onların iç yüzlerini bilmeseniz de, onlardan vazgeçin. Çünkü Allah, onların amellerini bilmektedir. Onları ona göre mükafatlandırır.
Eğer sizin davetinizi dinlemekten yüz çevirir, küfürden vazgeçmezlerse, onların bu durumlarına önem vermeyin. Bilin ki Allah, sizin işlerinizi üzerine almıştır. Sizin yardımcmızdır. Onlara önem vermeyin. Allah kimin mevlası ve yardımcısı olursa, o hiçbir şeyden korkmasın, O, ne güzel mevladır ve ne güzel yardımcıdır. Mevlâsı olduğu şahsa kaybettirmez. Allah'ın yardım ettiği şahıs mağlup edilemez.
Fakat Allah'ın yardımı iki şeye bağlıdır: Cihad için maddî ve manevî hazırlık "Siz de onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve bağlanıp beslenen atlar hazırlayın" (Enfal, 8/60). Bir de, Allah'ın dinine, şeriatının uygulanmasına yardımcı olmak "Ey iman edenler! Eğer siz Allah'a yardım ederseniz, O da size yardım eder ve ayaklarınızı sabit kılar" (Muhammed, 47/7).
İslâm'a, amelle değil sadece sözle bağlanmak, olağanüstülüklerle yardım istemek, sadece dua ile yetinmek, hazırlık yapmamak, Filistin ve diğer İslâm beldelerinde görüldüğü gibi, istenen zaferi getirmez. [18]
Ganimetlerin Taksimi Keyfiyeti
41- Eğer Allah'a ve kulumuza, hak ile bâtılın ayrıldığı gün, iki ordunun biri-birleriyle karşılaştıkları gün indirdiğimize inanmışsanız, bilin ki ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri Allah'ın, Rasulünün, hısımlarm' yetimlerin, yoksulların ve yolcunundur. Allah, her şeye gücü yetendir.
Açıklaması
Bu ayet, Enfal sûresinin başındaki "sana enfalden soruyorlar" ayetinde kısaca zikrolunan hükmün açıklaması mahiyetindedir. Bu ayette Cenab-ı Hak, onlar hakkında hüküm vermenin Allah'a ait olduğunu, Resulullah (s.a.)'in onları, Allah'ın kendisine emrettiği şekilde taksim edeceğini açıklamıştır. Bu ayette, sadece bu ümmete helâl kılman ganimet mallarının hükmü açıklanmış, onların beşte birlere ayrılacağı, bir beşte birin ayette zikrolunanlara taksim olunacağı zikrolunmuştur. Geriye kalan dört beşte bir de, sünnetin açıkladığı gibi, gazilere verilir: Savaşan askerlerden piyadeye bir pay, atlıya iki yahut üç pay verilmek üzere taksim olunur. Ayette beşte birin kimlere verileceği açıklanmış, diğer beşte birlerin kimlere verileceğinden söz edilmemiştir. Kurtubî şöyle der: Allah ganimeti savaşanlara izafe etmiş, sonra beşte birinin, kitabında zikrettiği kimselere verileceğini belirlemiş, diğer dört beşte birin ise ne yapılacağını zikretmemiştir. Bu da, diğer beşte birin gazilerin olacağına işaret eder. Nitekim: "Ona anne babası varis olur, annesi mirasın üçte birini alır" ayetinde, üçte ikinin kime verileceği hakkında herhangi bir açıklama yapılmadığı halde, üçte ikinin babaya ait olacağı hususunda ittifak edilmiştir. Burada da geriye kalan dört beşte birin gazilerin olacağı hususunda icma vardır.[19]
Açıklandığı gibi ganimet, müşriklerin mallarından müslümanların eline zorla geçen şeydir. Ayette altı sınıf zikrolunmaktadır. Ebu'l-Aliye'den şöyle dediği rivayet olunmuştur: Allah'ın payı Kabe'ye sarfolunur. Buna Allah'ın evlerinin tamirinin müslümanların görevi olduğu şeklinde cevap verilmiştir. Tercih edilen, ya da üzerinde ittifak olunan görüşe göre, ganimetlerin beşte biri beş sınıfa taksim olunur. "Beşte biri Allah'ındır" ayetinde Allah'ın adı, O'ndan yardım umudu ve tazim için, işlere O'nun ismiyle başlanacağını, her şeyin O'na havale edileceğini, O'nun dilediği gibi hükmedeceğini, dünya ve ahiretin O'nun mülkü olduğunu öğretmek için zikrolunmuştur. Geriye kalan beş sınıfı şöyle açıklayabiliriz:
1- Resulullah (s.a.)'in payı: Resulullah, kendine düşen payı istediği yere sarfeder. Ömer b. Abdülaziz, "Beşte biri Allah'ındır" ayetinin, Allah yolunda sarfedilir anlamını taşıdığını belirtmiş, İbnü'l-Arabi de, doğrusunun bu olduğunu söylemiştir.
2- Hısımların payı: Tercih edilen görüşe göre, bunlar Haşim ve Muttalib oğullarıdır. Bu, Şafiî, Ahmed b. Hanbel ve diğer bazı âlimlerin görüşüdür. Dayandıkları delil, Buharî ve Nesaî'nin tahric ettikleri şu hadistir: "Peygamber (s.a.) hısımların payını, Haşimoğullarıyla Abdülmuttaliboğulları arasında taksim ettikten sonra: 'Onlar, ne cahiliyye, ne de İslâm döneminde benden ayrılmadılar. Haşimoğullarıyla Muttaliboğulları aynı şeydir1 buyurdu ve parmaklarını birbirine geçirdi." Buharî'nin söylediğine göre Leys şöyle demiştir: Bana Yunus şunu anlattı: Peygamber (s.a.), Abdü Şems ve Nevfel oğullarına bir şey vermedi. İbni İshak şöyle der: Abdü Şems, Haşim ve Muttalib ana bir kardeştirler. Anneleri Atika bintü Mürre'dir. Nevfel de, baba bir erkek kardeşleridir. Nesaî şöyle der: Peygamber (s.a.) hısımlarına -ki, onlar Haşim ve Muttaliboğul-larıdır- zengin-fakir gözetmeksizin taksim etti.
Olayın ayrıntılarını İbni Cerir et-Taberî, Nevfeloğulları'ndan Cübeyr b. Mut'im'den naklen şöyle tahric eder: Resulullah (s.a.) Hayber'den alman ganimetlerden hısımların payını, Haşim ve Muttaliboğulları'na pay edince, ben ve
Abdü Şomsoğullan'ndan Osman b. Affan (r.a) ResululM'a gidip: "Ey Allah'ın Rasûlü! Şu Haşimoğulları senin kardeşlerin, Allah seni onların arasından seçtiği için, faziletlerini inkâr etmeyiz. Şu kardeşlerimiz Muttaliboğullan'nm ne fazileti var ki, onlara verip bize vermedin?" deyince: "Onlar cahiliyye döneminde de, İslâm döneminde de, bizden ayrılmadılar. Haşimoğullarıyla Muttaliboğulları aynı şeydir" buyurdu. Sonra da ellerini birbirine kenetledi. Resulul-lah(s.a)'m ganimetlerden onlara vermesi şu sebepten ileri geliyordu: Haşim ve Muttaliboğulları, Peygamber (s.a.)'i himaye ettikleri için Kureyş'in yazıp Kabe'ye astığı boykot sayfası gereğince, boykota maruz kalmışlar, Abdü Şems ve Nevfeloğulları ise Hz. Peygamberi destekleme işine girmemişler, dolayısıyla boykota maruz kalmamışlardı. Abdü Şems oğlu Ümeyyeoğulları, Cahiliyye ve İslâm döneminde Haşimoğullarına düşmandılar.
Resulullah (s.a.)'in vefatından sonra, Şafiî'ye göre -ki onun bu görüşü ayetin zahirine uygundur- ganimetler beş paya bölünür, Resulullah (s.a.)'in payı da cihad hazırlığı olmak üzere, silah ve at gibi şeylere sarfedilir. Peygamber (s.a)'in yakınlarına ayrılan pay, zengin fakir gözetilmeksizin erkeğe iki, kadına bir pay olmak üzere taksim olunur.
Geriye kalan da yetimlere,yoksullara ve yolculara dağıtılır.
Ebû Hanife'ye göre ise, Resulullah (s.a.)'in vefatından sonra, ona pay ayrılmaz. Hısımların payı da böyledir. Bu sebeble, beşte bir, yetimler, muhtaç olanlar ve yolcuhır olmak üzere üç sınıfa taksim olunur.
İmam Malik'e göre, beşte bir Beytü'1-male konur, imam onda tasarrufta serbest bırakılır. Ayette adı geçen sınıflara taksim etmeyi uygun görürse taksim eder,bazısına verip bazısına vermemeyi uygun görürse öyle yapar.
İmam Malik ve Malikîler, bu sınıfların âdeta örnek olarak zikredildiği, özelin zikredilerek genelin kasdedildiği, Şafiî ve Ebû Hanife ise, özelin zikredilip yine onun kasdedildiği görüşündedirler.
Malikîler, Resulullah'm hayatından şu haberleri delil gösterirler:
a) Buharî'nin Sahih'inde rivayet olunduğuna göre, Resulullah (s.a.), Necd tarafına bir seriyye gönderdi. On iki deve ele geçirdiler. Birer birer ganimet olarak bölüştüler.
b) Peygamber (s.a.) Bedir esirleri hakkında: "Mut'im b. Adiyy sağ olup şunlar hakkında benimle konuşsaydı, bunları ona bırakırdım" buyurmuştur.
c) Resulullah (s.a.), Hevazin esirlerini geri verdi. Halbuki bunda beşte bir vardı.
d) Peygamber (s.a.): "Allah'ın size ganimet olarak verdiği şeylerden benim hakkım ancak beşte birdir, o da size verilecektir" buyurmuştur.
e) Buharî'nin Sahih'inden rivayet olunduğuna göre, Abdullah b. Mes'ud şöyle demiştir: Peygamber (s.a.) Huneyn günü, ganimet konusunda bazı insanlara üstünlük tanıdı. Bu cümleden olarak Akra b. Habis'e ve Uyeyne b. Hısn'a yüzer deve verdi. Arap eşrafından bazılarını da tercih edip fazla verdi. Bunun üzerine biri: "Vallahi bu taksimde adil davranılmadı, ya da Allah'ın rızası gözetilmedi", dedi. Ben de: Vallahi, bunu peygambere mutlaka söyleyeceğim dedim ve haber verdim. Resulullah: "Allah, kardeşim Musa'ya merhamet etsin. O bundan daha çok eziyete maruz kaldı da, sabretti", buyurdu (ıl
Nesaî, Ata'nm şöyle dediğini nakleder: Allah'a ait beşte birle, Resulullah (s.a.)'e ait beşte bir, aynı şeydir. Resulullah (s.a.), onu alıyor, ondan veriyor, onu dilediği yere sarfediyor, onunla dilediğini yapıyordu.
Bütün bu deliller, beşde bir payın dağıtımının imama bırakıldığına, ayette zikrolunan sarf yerlerinin bir açıklama mahiyetinde olup mutlaka oralara sar-fedilmesi gerektiği şeklinde olamayacağına işaret eder. Nitekim Kurtubî şöyle der: "Eğer bu, mutlaka o yerlere sarfedileceğini ifade etseydi, Resulullah (s.a.) bazan onu bunların dışındaki kimselere vermezdi."
3- Yetimler: Bunlar, babaları ölen müslüman çocuklardır.
4- Yoksullar: Müslümanlardan ihtiyaç sahibi olanlardır.
5- Yolcu: Bir yolculuğa çıkıp da yolda kalanlardır.
Sonra Cenabı Hak: "Eğer Allah'a inanmışsanız..." buyuruyor. Yani Allah'a, ahiret gününe ve peygamberine indirdiğine inanmışsanız, ganimetler konusunda meşru kıldığımız beşte bir emrime uyun, ya da bilin ki ganimet olarak aldığınız şeyin beşte biri, bu beş sınıfa sarfedilir. Ona tama etmeyin. Allah'a ve O'nun Rasûlü-ne indirdiğine samimi olarak inanmışsanız, geriye kalan dört beşte birle kanaat edin. Bedir Günü: Hak ile bâtılı birbirinden ayırdığımız, kâfirlere karşı müminlere yardım ettiğimiz, müslüman ve kâfir iki topluluğun Ramazanın 17'sinde karşılaştığı, Resulullah (s.a.)'in hazır bulunduğu ilk savaştır. Allah buna ve bundan başka şeylere muktedirdir. Az olduğunuz halde, sizi zafere ulaştırmaya gücü yeter. Hiçbir şey O'nu, istediğini yapmaktan, peygambere vadini yerine getirmekten alıkoyamaz.
Ayette Allah'ın koyduğu sınırları aşmaktan sakındırma vardır. Sadece bilmek yeterli değildir. Aksine bilmenin, inanç ve amelle birlikte olması gerekir. Allah'a, peygambere, ona indirilene ve ahiret gününe iman, eşyada tasarruf hakkının Allah'a ait olduğunu, taksim işini Rasûlüne bırakmasının O'nun yetkisinde olduğunu, dolayısıyla beşte biri bu sınıflar arasında onun taksim edeceğini bilmektir. Çünkü zafer Allah'tandır. Meleklerle size yardım eden O'dur. Şartın cevabı, size bildirdiği taksim hususunda Allah'ın emriyle amel edin, O'na uyun, teslim olun şeklinde takdir olunabilir. "Bilin" şeklinde bir emir olmamasının sebebi, ilim ve inancın değil, amelin murad olunmasıdır. Çünkü "bilin" sözü, ganimetler konusunda Allah'ın emrine boyun eğmeyi, O'na teslim olmayı içine alır. [20]
Bedir'de Müminlerin Müşriklere Çok, Müşriklerin Müminlere Az Gösterilmesi
42- Hani siz vadinin yakın bir kenarında idiniz. Onlar ise en uzak bir kıyısında idiler. Süvariler de sizden daha aşağıda idi. Eğer onlarla buluşmak üzere sözleşmiş olsaydınız, muhakkak ki ihtilâf ederdiniz. Fakat Allah, olması gereken bir emri yerine getirmek için (sizi topladı). Böylece helak olan kişi, apaçık bir delil üzere helak olsun. Diri kalan kişi de, yine açık bir delil üzere yaşasın. Şüphesiz Allah, hakkıyla işiti-cidir.
43- Hani Allah onları, rüyanda sana az göstermişti. Eğer onları sana çok gösterseydi, elbette kaçınacaktınız ve iş hakkında çekişecektiniz. Fakat Allah sizi bundan kurtardı. Çünkü O, şüphesiz kalblerde olanı hakkıyla bilicidir.
44- Hani siz karşılaştığınız zaman, onları gözlerinize az gösteriyor, sizi de onların gözlerinde azaltıyordu. Böylece Allah, yerine gelmesi gereken emri yerine getirdi. İşler ancak Allah'a döndürülür.
Açıklaması
Ey müminler! Sizinle müşrikler arasında geçen o çetin karşılaşmayı hatırlayın. O savaşta size zafer nasip ettiği için, O'na şükredin. Çünkü siz düşmanla korkunç bir karşılaşma içindeydiniz. Siz Medine'ye yakın, kaygan kumluk bir arazide, müşrikler Medine'den uzak, Mekke tarafındaki suya yakın vadide, Ebû Süfyan'ın da içinde bulunduğu 40 kişilik Kureyşli kervan da sahil tarafın-daydı. Bu halde sizi zafere ulaştırdı. Dolayısıyla O'na şükredin.
Eğer siz ve müşrikler, savaşmak için bir yerde buluşmak üzere sözleşsey-diniz; siz az, düşmanınız çok olduğu için sizin onlardan, onların da Resulullah (s.a.) ile savaşma korkusundan dolayı sözleştiğiniz vakitte buluşmazdınız.
Fakat sizin, hiçbir sözleşme ve savaş arzusu olmaksızın karşı karşıya gelmeniz, Allahü Teâlâ'nm kudret, hikmet ve ilminin istediği, İslâm'ı aziz ve müslümanlan muzaffer kılmak, şirki zelil ve şirk ehlini rezil etmek, o karşılaşmadan sonra, mümin dostlarını zafere ulaştırmak, kâfir düşmanlarını kahretmek, dolayısıyla müminlerin imanlarını, Allah'ın emrine itaatlarmı artırıp şükürlerini açıklamak, gerçekleştirmek içindi.
Bu karşılaşmanın uzun vadede bir başka etkisi vardı: Kâfirlerden ölecek olanların, İslâm'ın hakikatini ispat eden açık bir delili bizzat gözleriyle gördükten sonra ölmeleri, müminlerden yaşayacak olanların da, Allah'ın dinini yüce kıldığını gösteren bir delili gördükten sonra yaşamaları, Çünkü Bedir olayı, imanı pekiştiren, salih amele sevkeden ve Allahü Telâlâ'nın: "Yakında o topluluk yenilecek ve arkalarını dönerek kaçacaklardır" (Kamer, 54/45) sözünün gerçekleştiği açık ayetlerdendir.
"Helak olması için" ve "yaşaması için" kelimelerini istiareyle tefsir etmek sahihtir. "Helak" kelimesi küfür, "hayat" kelimesi İslâm manasında kullanılmıştır. Anlam şöyle olur: Aleyhinde delil, ayet ve ibret gördükten sonra küfredecek olanın küfretmesi, gördüğü ayet ve ibretten sonra iman edecek olanın iman etmesi için. Bundan dolayı gerçekten Bedir olayı, hakla bâtılı birbirinden ayıran bir olay oldu. Peygamberlerinin kendilerine müjdelediği gibi, zafere ulaşmaları sebebiyle müminlerin lehinde bir hüccet, bâtılın askerleri olmaları sebebiyle hezimete uğramaları dolayısıyla kâfirler aleyhinde de bir hüccet oldu.
Anlamın açıklaması: Allahü Teâlâ şöyle buyuruyor: Allah, size yardım etmek, hakkı bâtıla üstün kılmak için, sizi düşmanınızla sözleşme olmaksızın bir araya getirdi. Böylece mesele ortaya çıktı, delil kesin olarak göründü. Hiç kimsenin herhangi bir hücceti ve şüphesi kalmadı. Helak olan da aleyhine hücceti -Bedir savaşı gözle görülür bir delildir ve aklî, nazarî burhanlardan daha etkilidir- gördükten sonra helak oldu.
Şüphesiz Allah, her şeyi duyan ve bilendir. Kâfirlerin ve müminlerin sözleri, inançları ve işleri O'na gizli değildir. O, kâfirlerin dediklerini duyar, hallerini bilir, müminlerin dua ve niyazlarını, yardım isteklerini duyar, bilir. Onların düşmanlarına karşı yardıma müstehak olduklarını bilir, duyar ve bildiği her şeyi değerlendirir.
Ey peygamber! Allah'ın sana, uykunda kâfirleri az ve zayıf gösterdiği, senin de bunu ashabına haber verdiğin, onların kalblerinin ve ruhlarının rahatladığı zamanı hatırla.
Eğer O, onları sana gerçekteki gibi çok ve kuvvetli gösterseydi, onlardan ürker, aranızda ihtilâfa, savaş konusunda anlaşmazlığa düşerdiniz. Çünkü onlardan bir kısmı, iman ve azmi kuvvetli, bir kısmı zayıf, işi yokuşa süren kimseydi.
Fakat Allah, onları sana az göstermekle, böyle bir korku ve ihtilâftan sizi kurtardı. Şüphesiz Allahü Teâlâ, kalplerin gizlediği şeyleri, savaştan geri durmaya iten zaaf ve sabırsızlık halini bilir.
Ey peygamber ve müminler! Allah'ın savaştan önce, dünya gözüyle kâfirleri size az gösterdiği, sizin de cesaretlendiğiniz, maneviyatınızın yükseldiği, sizi de kâfirlerin gözlerinde az gösterdiği, dolayısıyla onların aldanıp size karşı hazırlık yapmadığı -hatta Ebû Cehil, Muhammed'in adamları doyumlarına günde bir deve yetecek kadar az, onları hemen tutun, bağlayın, demişti- o zamanı hatırlayın.
Cenab-ı Hak bunları, müminlerin zaferine ve İslâm'ın yücelmesine, kâfirlerin hezimete uğramasına, küfür ve şirkin zelil olmasına bir hazırlık kıldı.
İbni Ebî Hatim ve İbni Cerir, İbni Mes'ud'dan şöyle rivayet ederler: Bedir Günü, onlar bizim gözümüze az gösterilmişlerdi. Hatta ben yanımdaki bir adama, onları yetmiş kadar mı gördüğünü sordum. O, hayır, yüz falan dedi. Nihayet onlardan birini yakalayıp sorduğumuzda, bin kişiydik, dedi.
Bunların hepsi, savaştan önce olan şeylerdi. Savaş sırasmdaysa, kâfirler müslümanlan kendi sayılarının iki katı gördü. Korkuları arttı, maneviyatları zayıfladı. Nitekim Cenab-ı Hak, bunu şöyle ifade eder: "Muhakkak karşılaşılan iki toplulukta sizin için bir ibret vardı. Bir topluluk Allah yolunda savaşıyorlardı ve diğeri ise kâfirdi. Onlar öbürlerini gözleriyle kendilerinin iki katı olarak görüyorlardı. Allah dilediğini yardımıyla destekler. Şüphesiz bunda basiret sahipleri için bir ibret vardır" (Al-i İmran, 3/12).
Sonra Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "İşler ancak Allah'a döndürülür".[21]
Allah'ı Anmak, Düşman Karşısında Sebat, İtaat Etmek Ve Birbiriyle Çekişmemek
45- Ey iman edenler! Bir (kâfir bir) toplulukla karşılaştığınızda sebat edin ve Allah'ı çok anın (dua edin). Ta ki umduğunuza kavuşasınız.
46- Allah'a ve O'nun Rasûlüne itaat edin. Birbirinizle çekişmeyin. Sonra zaafa düşersiniz, rüzgârınız gider. Bir de sabredin. Şüphesiz Allah sabredenlerle beraberdir.
47- Çalım satarak, insanlara gösteriş yaparak (O'nun yurtlarından insanları alıkoymak için) yurtlarından çıkanlar, Allah yolundan alıkoyanlar gibi olmayın. Allah onların yaptıklarını çepeçevre kuşatıcıdır.
Açıklaması
Bu ayetler, Allah'ın mümin kullarına, düşmanla karşı karşıya geldiklerinde, karşılaşma kurallarının ve cesaret yolunun öğretilmesi mahiyetindedir. Bunlar, savaşlarda gerekli olan kurallar ve ordu için lüzumlu gerçek sağlam esaslardır.
Birinci kural:
Düşmanla karşılaşınca, nefsi savaşa hazırlamak suretiyle sebat etmek ve geri dönüp kaçmayı aklından geçirmemek. Bu, savaş esaslarının en önemlisi olduğu için Cenabı Hak da bununla başladı: "Ey müminler! Bir toplulukla karşılaştığınızda sebat edin." Yani düşmanınız olan kâfirlerden bir toplulukla savaştığınız zaman, onların önünde sağlam ve kararlı olun. Savaştan geri dönüp kaçmaktan sakının. Sebat, savaşta temel unsur ve zafer sebebidir. Kaçmak ise, Allah'ın cezalandırdığı büyük bir suçtur. Çünkü bu, ümmete karşı işlenmiş büyük bir hatadır.
Sahihayn'da, Abdullah b. Ebi Evfa'dan rivayet olunduğuna göre, Resulul-lah (s.a.) düşmanla karşılaştığı bazı gazalarda, güneş zevalden devrilinceye kadar bekledi, daha sonra ayağa kalkarak: "Ey müslümanlar! Düşmanla karşılaşmayı arzulamayın. Allah'dan savaş felâketinden korumasını isteyin. Eğer karşılaşırsanız, o zaman da sabredin. Bilin ki, cennet kılıçların gölgeleri altındadır" buyurdu.
Abdurrezzak, Abdullah b. Amr'm şöyle dediğini rivayet eder: Resulullah (s.a.): "Düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyin. Allah'tan savaş felâketinden korumasını isteyin. Eğer karşılaşırsanız o zaman da sebat edin. Allah'ı anın. Onlar bağırıp çağırırlarsa, siz susun" buyurdu.
Hafız, Ebu'l-Kasım el-Taberanî, Zeyd b. Erkam'ın Resulullah (s.a.)'den merfu olarak şu hadisi naklettiğini rivayet eder: "Allah üç şeyde susmayı sever: Kur'an okunurken, savaş esnasında ve cenazede..."
İkinci kural:
Allah'ı, kalp ve dille çokça zikretmek, yardım ve zafer konusunda yalvarıp dua etmek. Çünkü zafer ancak Allahü Teâlâ'nm yardımıyla olur. Savaş esnasında Allah'ı zikretmek de Allah'a kulluğu gerçekleştirir, imanın manasını, işleri O'na havale etmeyi, O'na tevekkülü bildirir. Manevi gücü kuvvetlendirir. Onu zikirle kalbler huzura kavuşur, zafer ve refahı umar, O'na dua ile üzüntü ve korkular dağılır. Allah yolunda ölmek tatlı gelir.
"Ta ki umduğunuza kavuşasınız." Yani bu sebat ve Allah'ı zikir, mükafat ve sevab kazanma, düşmana karşı zafer elde etme vasıtalarındandır. Merfu hadiste şöyle gelmiştir: Allahü Teâlâ şöyle buyuruyor: "Şüphesiz ki benim kulum, işini yaparken de beni zikreden kimsedir." Yani, işi onu, beni zikirden, bana duadan ve benden yardım istemekten alıkoymaz. Allahü Teâlâ'yı zikreder, onu unutmaz, ona tevekkül eder, düşmanlarına karşı ondan yardım ister. Sebat ve sabır galip gelmenin ve umduğunu bulmanın temelidir.
Bu da gösteriyor ki Allah'ı zikretmek, savaş ve barış, hastalık ve sağlık, yolculuk veya ikamet olmak üzere, kulun her halinde arzu edilen bir şeydir.
Üçüncü kural:
Allah ve Rasûlüne, kulun emrolunduğu ve nehyolunduğu her şeyde itaat etmek... Allah'ın bize emrettiği şeyi emir bilip yapmamız, nehyettiği şeyden çekinmemiz... Çünkü Allah'a ve Rasûlüne itaat, savaşta ve savaş dışında başarı ve zaferi gerçekleştirmenin sebeplerindendir. Çünkü itaat, düzen ve intizam sağlar, anarşi ve dağınıklığı giderir. Savaş ise düzeni, düzene saygıyı, en üst ve en mükemmel düzeyde nizam sevgisini gerektirir.
Dördüncü kural:
Saf, söz ve hedef birliği, çekişmeye ve ayrılığa düşmemek. Çünkü düşmanla karşılaşıldığında saflarda ve sözlerde birlik temel kuraldır. Çekişme ve ayrılığa düşmekse, gevşeme ve korkaklığı, bozguna uğrayıp düşmana yenilmeyi gerektirir.
O halde birbirinizle çekişmekten sakının. Çünkü bu gücü kıran, toplumların bünyesine engel olan, kahramanlık duygusunu yok eden ve kuvveti parçalayan, devletin varlığını, düşmana yönelme gücünü ortadan kaldıran şeydir. Milletler, içine düştükleri ayrılıklar, görüş farklılıkları ve itirazları sebebiyle yok olmuştur.
Beşinci kural:
Zorluklara ve şiddetlere karşı sabır, düşmanın işkencesine tahammül... Çünkü sabır, cesur ve kuvvetli kimsenin silahıdır. Allah da sabredenlerle beraberdir, onlara yardımını, zaferini nasip eder.
İbni Kesir şöyle der: Sahabe (r.a), kahramanlık, Allah ve Rasûlünün emrettiği ve gösterdiği şeylere uyma konusunda, kendilerinden önceki ümmetlerden ve nesillerden hiç kimsenin sahip olmadığı ve kendilerinden sonraki nesillerden de hiç kimsenin sahip olamayacağı bir üstünlüğe sahipti. Çünkü onlar, Hz. Peygamber (s.a.)'in bereketiyle ve emrettiği şeylerde ona itaatları sebebiyle, az zamanda ve sayıları Rum, Acem, Türk, Slav, Berber, Habeş, Sudan, Kıptî ve diğer milletlerin asker sayısı açısından daha az olmasına rağmen, kalpleri kazanarak, doğudan batıya, ülkeler fethettiler. Hepsini yenip Allah'ın dinini yükselttiler. Dinini, diğer dinlerden yüce kıldılar. İslâm Devleti, otuz yıldan daha az bir süre içinde dünyanın doğusuna ve batısına yayıldı.[22]
Kur'ân-ı Kerim'de genel olarak emirle nehyi beraber zikreden Cenab-ı Hak, müminlere sözü edilen savaş kurallarını -ki onlardan biri de, müminlerin aralarında çekişmelerini nehyetmesi- ve edeplerini emretmekle beraber, müşrik Mekkelilerin haline benzemekten de nehyetmiştir: "Çalım satarak, insanlara gösteriş yaparak yurtlarından çıkanlar... gibi olmayın."
Yani yurtlarından, kervanı korumak için, şımarık bir halde böbürlenerek sahip oldukları kuvvet, zenginlik ve mal çokluğuna aldanarak insanlara karşı övünüp kibirlenerek, insanların beğenisini kazanma düşüncesiyle çıkan Mekkeli müşriklere benzemeyin. Nitekim Ebû Cehil, kendisine kervan kurtuldu, artık geri dönün dendiğinde "Hayır, vallahi, geri dönmeyeceğiz. Bedir suyuna varacağız, develer kesip, içkiler içeceğiz, şarkıcı kadınlar, bize şarkı söyleyecek, araplar o günümüzü ebediyen anlatacak" demişti. Emrolunduğunuz şeylere uyun, nehyolunduğunuz şeylerden kaçının, müşrik, şımarık, sahip oldukları iyi durumlarıyla kendilerini üstün bilen insanlara gösteriş yapan düşmanlarınıza benzemekten sakının. Çünkü durum onların aleyhine döndü. Ölüm kadehlerini içtiler, sonsuz bir azaba, zelil ve rezil hale düştüler.
Onlar, Mekke'den insanları İslâm'dan ve ilahî davetten alıkoymak arzusuyla çıkmışlardı.
Genellikle kalbleri küfür, cehalet ve kinle dolu insanlardan meydana gelen bu tür işlerin hepsi de, ölüm, yıkım ve yok oluşun nedenleridir. Onun için ayet, yasaklama ve tehdidi, kâfirlerin gösteriş, şımarıklık, kibir, hakkı reddetmek ve ona düşmanlık etmek gibi özellikleriyle birlikte içine almaktadır.
"Allah onların yaptıklarını çepeçevre kuşatıcıdır". Yani bilir. Dolayısıyla onları, dünya ve ahirette ağır bir şekilde cezalandırır.
Bunda, niyetin ve amelin samimi olmasına, Resulullah (s.a.)'e yardıma, onun Allahü Teâlâ katından getirdiği dine destek olmaya teşvik vardır. [23]
Bedir Savaşında Şeytanın Kafirlerden Uzaklaşması
48- Hani o zaman şeytan, onların yaptıklarını süslemiş ve şöyle demişti: "Bugün insanlardan size galip gelecek yoktur. Ben de muhakkak sizin yar-dımcınızım." İki ordu göründüğü vakit, iki topuğu üstüne kaçarak: "Ben sizden katiyyen uzağım. Gerçekten ben sizin göremeyeceğinizi görüyorum. Ben muhakkak Allah'tan korkarım. Allah ikabında çok şiddetlidir" demişti.
49- O zaman münafıklarla kalblerinde hastalık olanlar: "Bunları dinleri aldattı" diyorlardı. Halbuki kim Allah'a dayanıp güvenirse, hiç şüphesiz Allah, mutlak galiptir tam hüküm ve hikmet sahibidir.
Açıklaması
Ey peygamber! Şeytanın müşriklere, vesvese vermek suretiyle amellerini güzel gösterdiği, sayılarının, mal ve silahlarının çokluğundan dolayı asla mağlup edilemeyecekleri zannını verdiği, şeytana itaatlarının, onları kurtaracağı ve memleketlerindeki Bekr Oğullarının düşmanlıklarından emin kılacağı düşüncesini verdiği, "şüphesiz ben size yardımcıyım" dediği zamanı hatırla. Şeytan onlara, o mıntıkanın büyüğü, Müdlic Oğullarının lideri Süraka b. Malik b. Cu'şam suretinde gelmişti. Ayette geçen "Câr" kelimesi, arkadaşını savunan, ondan -komşunun komşudan giderdiği gibi- çeşitli zararları gideren kimse demektir. Nitekim şu ayette de şöyle buyurulmaktadır: "(Şeytan) onlara vaad eder, olmayacak kuruntulara düşürür. Şeytanın kendilerine vaad ettiği şeyler ise aldatmaktan başka bir şey değildir" (Nisa, 4/120).
Savaşan iki topluluk karşılaştığı zaman, şeytan iki ökçeleri üzerine basarak onlardan uzaklaştı. Allah'ın askerleri inince, tuzağı boşa çıktı. Meleklerin müslümanlara yardımını görünce, onların durumundan ümidini kesti, Allah'tan korktu, Allah'ın dünya ve ahiretteki azabının çetin olduğunu anladı. Meleklerin askerlerini yakmalarından çekindi. İşte işin başında, şeytanın askerleri müşriklerle beraberdiler, onlara vesvese veriyorlar, onları saptırıyorlardı. Allah'ın askerleri olan melekler de müminlerle beraberdiler, onların kalblerine sebat veriyorlar, onları destekliyorlar, onlara Allah'ın zaferini vaad ediyorlardı. "Allah'ın cezası şiddetlidir" sözü, İblis'in sözü olabileceği gibi, Allah'ın sözü de olabilir. O zaman İblis'in sözü, "ben Allah'tan korkuyorum" sözünde biter.
İblis'in Süraka suretinde görünmesi, Hz. Peygamberin büyük mucizesini göstermek içindir. Çünkü Kureyş kâfirleri, Mekke'ye geri döndükleri zaman, "Kureyş ordusunu, Süraka yenilgiye uğrattı" dediler. Bu söz, Süraka'ya ulaşınca: "Vallahi, ben gittiğinizi duymadım, yenilginizi duydum" dedi. İşte o zaman, insanlar, o şahsın Süraka olmayıp, şeytan olduğunu anladılar" [24]
İşte şeytanın durumu böyleydi. Sonra Allahü Teâlâ, münafıkların durumunu zikrederek: "O zaman münafıklarla..." yani, ey peygamber, münafıklarla kalblerinde hastalık bulunanlar, inancı ve imanı zayıf kimseler, müslümanlann azlığını, müşriklerin çokluğunu görünce: "Bunları dinleri aldattı, diyorlardı." Yani dinlerine aldandıklannı, kendilerini kuvvetli hissettiklerini, o yüzden zafere nail olacaklarını zannettiklerini, bu yüzden de üç yüz küsur kişiyle, bini aşkın bir orduya karşı savaşa çıktıklarını söyledikleri zamanı hatırla. Askerî güç dengeleri ve insanların gözünde iki ordunun durumu böyleydi. Fakat Allah'ın değerlendirmesinde gerçek böyle değildi: "Nice az bir topluluk, daha fazla bir topluluğa Allah'ın izniyle galip gelmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir" (Bakara, 2/249). Onun için Cenab-ı Hak, ayetin sonunda; "Kim Allah'a dayanıp güvenirse..." yani, kim işi Allah'a havale eder, O'na güvenir, O'na sığınırsa, O ona yeter, onun yardımcısı ve destekçisidir. Allah her işinde mutlak galip ve yaptığı her işte tam hüküm ve hikmet sahibidir. Yarattıklarını bilendir, dilediğine yardım eder. Özellikle de, O'nun kanunu, bâtıla karşı hakka yardım etmeyi, kuvvetli çoğa, zayıf azı musallat kılmayı gerektirir: "Kalblerinde hastalık olanlar" sözünün, münafıkların sıfatlarından olması caiz olduğu gibi, bu kimselerle müellefe-i ku-lub gibi, İslâm'da kararlı olmayan (İslâm'a henüz ısınmamış) kimselerin kasdo-lunması da caizdir. Fakat uygun olan, bu ikisinin bir smıf olmasıdır. [25]
Kötü Amellerinden Dolayı Firavun Hanedanı Gibi Müşrik Kafirlerin Helak Edilmeleri
50- Melekler, o kâfirlerin yüzlerine ve arkalarına vura vura ve: "Tadın o yakıcı azabı" diye diye canlarını alırken
görmeliydin.
51- Bu, ellerinizin daha önce yaptığı yüzündendir. Şüphesiz Allah, kullarına zulmedici değildir.
52- Firavun hanedanıyla, onlardan öncekilerin gidişi gibidir. Onlar, Allah'ın ayetlerini (inkâr ile) kâfir olmuşlardı da, O da kendilerini günahları yüzünden yakalamıştı. Şüphesiz Allah, en büyük kuvvet sahibidir, cezası pek şiddetlidir.
53- Bunun hikmeti şudur: Bir kavim nefislerinde olanı değiştirmedikçe, Allah onlara ihsan ettiği nimeti değiştirmez. Şüphesiz Allah, hakkıyla işitici-dir, kemaliyle bilicidir.
54- Firavun hanedanıyla onlardan öncekilerin gidişi gibidir. Onlar Rableri-nin ayetlerini yalan saymışlardı. Biz de günahları yüzünden kendilerini helak etmiş, Firavun hanedanını da suda boğmuştuk.
Açıklaması
Ey Muhammedi Melekler tarafından canları alınırken, kâfirlerin halini görseydin, bunun ne kadar korkunç bir şey olduğunu anlardın. Melekler, onların yüzlerine ve sırtlarına ateşten çomaklarla vuruyor ve onlara: "Tadın ahiret-teki ateşin azabını" diyerek ruhlarını cesetlerinden şiddetle çıkarıyorlardı. Onlara bu şiddetli azap ve elem verici dayağın dünya hayatlarında yaptıkları, işledikleri küfür ve zulüm gibi kötü şeyler sebebiyle olduğunu söylüyorlardı. Günahların, ayaklar ve diğer organlarla da işlendiği halde, ellere nisbet olunmasının sebebi, amellerin çoğunun ellerle yapılmış olmasından dolayıdır.
Allah'ın sizi bu şekilde cezalandırması zulüm değil, adalettir. Çünkü Allah yarattığı hiç kimseye zulmetmez. O, hiçbir zaman zulmetmeyen, âdil hakimdir. Kıyamet gününde doğru terazileri koyar, her hak sahibine hakkını verir. Hiçbir kişi, hiçbir şekilde zulme uğramaz. Müslim'in Ebû Zer vasıtasıyla Resulullah (s.a.)'den rivayet ettiği sahih kudsî hadisde şöyle buyurulmuştur: "Allahü Teâlâ şöyle buyuruyor: Ey kullarım! Ben, nefsime zulmü haram kıldım, sizin aranızda da haram kıldım. O halde birbirinize zulmetmeyiniz. Ey kullarım! Amellerinizi sizin için tesbit ediyorum. Kim hayır görürse Allah'a hamdetsin. Kim de, başka bir şey görürse, ancak kendini eleştirsin..."
Sonra Allahü Teâlâ, bir karşılaştırma yapıyor, Müşriklerin azabına bir örnek verip: "Firavun hanedanıyla onlardan öncekilerin gidişi gibi" buyuruyor. Yani Cenabı Hak, Muhammed (s.a.)'in peygamberliğini yalanlayıp inkâr eden müşriklere, onlardan önce peygamberlerini yalanlayan ümmetlere yaptığını yaptı. Bunların küfürdeki durumu, tıpkı Firavun hanedanının küfürdeki durumu gibidir. Onlar suda boğulmakla, bunlar da öldürülmek ve esir olunmakla cezalandırıldılar. Şu müşrikler ve kâfirler, Rablerinin ayetlerini inkâr ettikleri için, bu günahları sebebiyle, Allah onları muktedir, güçlü bir kimsenin yakaladığı gibi yakalayarak helak etti. Her ikisinin de davranışı, yolu bir olduğu için, ceza da aynı cinsten oldu.
"Şüphesiz Allah, en büyük kuvvet sahibidir, cezası pek şiddetlidir." Yani Allah çok kuvvetlidir, ona hiçbir varlık üstün gelemez, hiçbir varlık elinden kurtulamaz. Buharî, Müslim ve İbni Mace'nin, Ebû Musa el-Eş'arî (r.a)'dan rivayetine göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz Allahü Teâlâ zalime mühlet verir. Öyle ki, birde onu yakaladı mı, artık kurtulamaz."
Sonra Allahü Teâlâ hükmünde -bir kimseye lütfettiği nimeti, ancak onun işlemiş olduğu günah sebebiyle değiştirdiğini ifade ederek- tam adaletli olduğunu belirtmekle; o gelen azabın kötü amelden dolayı geldiğini, Kureyş'i Allah'ın kendilerine verdiği nimetleri inkâr ettikleri için helak ettiğini haber vermektedir. Nitekim şu ayet de bunu ifade eder: "Allah bir kavmi, özlerindekini değiştirip bozmadıkça, şüphesiz onun halini değiştirip bozmaz. Allah bir kavmin de kötülüğünü dilemedi mi, artık onun alıkonmasına çare yoktur. Onun için, ondan başka bir veli de yoktur" (Ra'd, 13/11).
Açıkça anlaşılıyor ki, nimetlere hak kazanmak, inanç düzgünlüğüne, güzel amele ve ahlâk yüceliğine bağlıdır. Nimetlerin elden gitmesi de küfür, bozgunculuk ve kötü ahlâk sebebiyle olur. Ancak bazan bu yavaş yavaş olabilir. Nitekim Cenab-ı Hak başka bir ayette: "Biz onları bilmeyecekleri bir yerden derece derece azaba yaklaştıracağız." (Kalem, 68/44) buyurur.
Bütün insanlar, Allah'ın gözetimi altındadır. Onun için: "Şüphesiz Allah, hakkıyla işitici ve kemaliyle bilicidir" buyuruyor. Yani, peygamberi yalanlayanların söylediklerini işiten ve yaptıklarını bilendir.
Sonra Cenab-ı Hak, geçen sözü pekiştirmekte ve onu açarak bir daha: "Firavun hanedanının gidişi gibi" buyurmakta, bu suretle benzerlik yönünü pekiştirmekte, birinci sözde yakalamaktaki maksadı -boğmak- ölüm anında başlarına gelen cezayı, ahirette de kabirde gelecek olan şeyi açıklamakta, azabın birinci sebebinin, Allah'ın ayetlerini, yani ilâhî delilleri inkâr etmek ve ikinci sebebinin Rablerinin ayetlerini yalanlamak yani terbiye, ihsan ve nimet şekillerini -çok ve birbiri ardınca gelmiş olmalarına rağmen- inkâr olduğunu açıklamaktadır. "Rablerinin ayetleri" sözü de nimete karşı nankörlük ve hakkı inkâra daha çok işaret etmektedir.
Kısacası bu azap edilenler, hem Allah'ın varlığını ve birliğini, hem de Allah'ın kendilerine lütfettiği nimetleri inkâr etmişlerdi.
Cenab-ı Hak ayeti: "Hepsi de zalimlerdi" sözüyle bitirmiştir. Yani Kureyş müşrikleri de, Firavun hanedanı da hem küfür ve masiyetle kendilerine zulmetmişler, hem de eza vermekle diğer insanlara zulmetmişlerdi. Şüphesiz Alla-hü Teâlâ da, onlara verdiği nimetleri onlardan alarak zulüm ve günahları sebebiyle, onları helak etti. Allah onlara zulmetmedi, fakat onlar, kendilerine zulmettiler. Rabbin hiç kimseye zulmetmez.
Kureyş müşrikleri, küfürleri ve masiyetleri sebebiyle, sadece öldürülme ve nimetlerin ellerinden alınması cezasıyla cezalandırıldılar. Ondan öncekilerin azabı ise, daha şiddetli oldu. Firavn hanedanının denizde boğulması, Ad kavmine rüzgâr ve Semud kavmine de çok şiddetli bir çığlığın gönderilmesi gibi. [26]
Ahdini Bozanlara Ve Kendisinden Ahid Bozma Belirtileri Görülenlere Allah'ın Muamelesi
55- Yeryüzünde yürüyen hayvanların Allah katında en kötüsü, şüphesiz kâfirlerdir. Artık onlar iman etmezler.
56- Ki onlar, kendilerinden birtakım kimselerle muahede ettikten sonra, çoğu zaman ahidlerini bozarlar. Onlar sakınmazlar da.
57- Eğer bunları savaşta yakalarsan, onlara vereceğin ceza ile arkalarındaki kimseleri de ürküt. Olur ki ibret alırlar.
58- Eğer bir kavmin hainliğinden kesin endişeye düşersen, adalet üzere kendilerine (anlaşmalarını) at. Çünkü Allah hainlik edenleri sevmez.
59- O küfredenler geçtiklerini ve sizi aciz bırakacaklarını zannetmesinler. Onlar asla aciz kılamazlar.
Açıklaması
Bu ayetler, Kureyza oğulları yahudileri hakkında indi. Şu manayı ifade ederler: Allah'ın hükmünde ve adaletinde, yeryüzündeki insanların en kötüleri, kâfir olanlar ve ahdi bozanlardır. İki sıfattan dolayı -küfrü daim ve inatta ısrar etmeleri, yaptıkları ve yeminlerle pekiştirdikleri ahdi bozmaları- Allah'ın yarattıkları içinde en şerlileridir. Onların üçüncü bir sıfatı da işledikleri hiçbir günahta Allah'tan korkmamaları, yaptıkları haksızlıkta ve ahdi bozmada O'ndan sakmmamalarıdır.
Cenab-ı Hak, hiçbir faydaları olmadığı için, hayvanlar derecesine, hatta onlardan daha kötü bir dereceye düştüklerine işaret maksadıyla, onları insanların en şerlileri olmakla nitelendirmiştir. Nitekim bu tür kimseler hakkında: "Onlar ancak hayvanlar gibidir, belki daha da sapıktırlar" (Furkan, 25/44) "Onlar dört ayaklı hayvanlar gibidir. Onlar gafil olanların ta kendileridir" (A'raf, 7/179) buyuruyor.
Cenab-ı Hak, onların üç sıfatını açıklayarak, özellikle burada ahdi bozmayı tekrar ettikten sonra, ahdi bozanın hükmünü -ki o öldürmedir- açıklayarak: "Onları savaşta yakalarsan" buyuruyor. Yani, savaşta ele geçirirsen, onları öylesine ağır bir şekilde cezalandır ki, arap olan veya olmayan diğer düşmanlar senden korksun, onlara ibret olsun. Herhalde bundan ibret alırlar, ahdi bozmaktan, bir daha benzer şekilde davranmaktan sakınırlar.
Bu, savaşın arzulanan bir şey olmadığını, ancak taşkınlığı ve düşmanlığı önlemek, Allah'ın dinini yüceltmek için zorunlu olduğunu, ahdi bozanlara sert davranmanın, aynı şeyi onlar ve başkaları yapmasın diye ibret ve öğüt için istenen bir şey olduğunu göstermektedir.
Korunma tedaviden daha hayırlı olduğu için, Cenab-ı Hak, ahdi bozma ve hıyanet belirtileri görülen kimselerin hükmünü açıklamak üzere: "Eğer bunları savaşta yakalarsan, onlara vereceğin ceza ile arkalarındaki kimseleri de ürküt." buyurmuştur. Yani, antlaşma yaptığın bir topluluktan, aranızdaki antlaşmayı bozduklarını açık bir delille öğrenirsen, onlara antlaşmalarını bozduğunu, artık aranızda bir ahid kalmadığını bildir. Bunu sen de bil, onlar da bilsin. Aranızda savaş hali bulunduğunu bildir. Ayette geçen "nebz" kelimesi, lügatta atmak, reddetmek manasına gelir. "Seva" kelimesi ise, eşitlik manasınadır.
Şüphesiz Allah, hıyaneti sevmez ve onu cezalandırır. Kâfirlerin haklarında bile olsa, durum budur. Öyleyse antlaşmayı bozduğunu gizleme, bu konuda aldatma yoluna gitme.
İmam Ahmed, Şu"be vasıtasıyla Süleym b. Amir'in şöyle dediğini nakleder: Muaviye, Rum topraklarında ilerliyordu. Onlarla aralarında bir antlaşma vardı. Onlara hücum etmek istiyordu. Antlaşma bitince, onlara saldırdı. Birden yaşlı bir adamın bir hayvan üzerinde: "Allahü ekber, Allahü ekber, ahde vefa gösterin. Zulmetmeyin, Allah Rasulü şöyle buyurdu: "Kimin bir kavimle bir andlaşması varsa, süresi bitene, ya da onlara haber verip bilgilendirene kadar, ahdi bozmasın" dediği duyuldu. Bu haber, Muaviye'ye ulaşınca, geri döndü. O yaşlı adamın Amr b. Anbese (r.a.) olduğunu gördü.[27]
Yine İmam Ahmed, Selman el-Farisî'nin şöyle dediğini nakleder: Bir kaleye vardım. Arkadaşlarıma: 'Bana izin verin, Resulullah (s.a.)'den gördüğüm gibi, onlara davette bulunayım' dedim. Onlara şunları söyledim: 'Ben de, sizden bir kimseydim. Allah beni İslâm'a hidayet buyurdu. Eğer müslüman olursanız, bizim sahip olduğumuz haklara siz de sahip olacak, bize yapılması caiz görülmeyen şeyler size de yapılmayacaktır. Müslüman olmazsanız, zelil ve hakir kimseler olarak cizye ödersiniz. Eğer cizye ödemeyi de kabul etmezseniz, size savaş ilân ederiz: "Şüphesiz Allah hainlik edenleri sevmez." Üç gün bunu yaptım, dördüncü gün gelip teslim oldular. Bu suretle, Allah'ın yardımıyla o kaleyi fethettik.
Beyhakî'nin rivayetine göre, Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Üç şey vardır ki, bunlarda müslim-kâfir eşittir: Andlaşma yaptığın kimseye -müslim olsun kâfir olsun- karşı sözünü tam yerine getir. Çünkü ahde vefa Allah'ın hakkıdır. Kiminle -müslim-kâfir fark etmez- aranda akrabalık varsa, akrabalığı devam ettir, ilgiyi kesme. Kim -müslim olsun, kâfir olsun farketmez- sana bir emanet bırakırsa, onu ona geri ver."
Sonra Allahü Teâlâ hainleri başlarına gelecek olan ceza ile korkutmakta, Bedir savaşında ve diğerlerinde Peygamber (s.a.)'e hıyanetlerinin cezasını görmeyip kurtulduklarını zannedenlerin hallerini açıklayarak: "O küfredenler geçtiklerini zannetmesinler" buyuruyor. Yani onlar bizden kurtulabileceklerini sanmasınlar, onlar bizim kudretimiz altındadır, bizi aciz bırakamazlar. "Yoksa kötülükler yapanlar bizden savuşacaklarını mı sandı? Ne kötü hükmediyorlar." (Ankebut, 29/4).
Şüphesiz onlar, Allahü Teâlâ'yı âciz bırakamazlar, O'ndan kurtulamazlar, küfürleri sebebiyle mutlaka cezalandırılacaklar. "Sakın o küfredenlerin yeryüzünde bizi âciz bırakacaklarını sanma. Onların varacakları yer, ateştir. O, ne kötü bir dönüş yeridir" (Nûr, 24/57); "Bilin ki siz, Allah'ı aciz bırakabilecek değilsiniz. Allah her halde kâfirleri rüsvay edicidir" (Tevbe, 9/2).
Ayet Allahü Teâlâ'nm, kâfirlerden ve Hz. Peygamber'e eziyet edenlerden intikam alıcı, onların müslümanlara galip gelme arzularını boşa çıkarıcı olduğunu ifade ederek, Resulullah (s.a.)'i teselli etmektedir. [28]
Düşmanla Savaşmak İçin Hazırlık Yapmak
60- Siz de onlara karşı, gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve bağlanıp beslenen atlar hazırlayın ki, bununla Allah'ın düşmanı ve sizin düşmanınızı ve bundan başka sizlerin bilmeyip de Allah'ın bildiklerini korkutasınız. Allah yolunda ne harcarsanız, size tamamen ödenir ve siz asla haksızlığa uğratılmazsınız.
Açıklaması
Allahü Teâlâ müminlere, her çağa uygun savaş araçlarını hazırlamalarını, en üst düzeyde savaşa hazır bir ordu bulundurmalarını emrediyor: Çünkü ordu, ümmetin zırhı ve kuvvetli bir kalesidir. Bu da güç, imkân ve kudret oranında olacak bir şeydir. Bu manayı ifade için: "Onlara karşı, gücünüzün yettiği kadar kuvvet hazırlayın" buyuruyor. Yani, düşmanlarla savaşmak için, zamana ve mekâna uygun, maddî ve manevî hazırlık yapın. Sınırlarda atlar bulundurun. Çünkü sınırlar, düşmanların ülkeye hücum ve nüfuz ettiği yerlerdir. Geçmişte at, korkunç kara savaşlarının bir aracıydı. Bugün, her ne kadar büyük rol uçak, top, tank, denizaltı gemilerinin ise de, bazı yiyecek ve ihtiyaç maddelerini dağ yollarından nakletmede, haber araştırma hallerinde önemini hala korumaktadır. Önemli olan, amacı gerçekleştirmektir. Bu yüzden ülke savunması için çağın gereklerine göre sürekli bir ordu bulundurmak, savaş alet ve vasıtaları hazırlamak gerekiyor. Bu da, bu işe para ayırmakla, güçleri oranında müslümanlarm destek olmasıyla olur. At, kuvvet kavramı içinde varken, Allahü Teâlâ şerefini, asaletini ve önemini ifade için özellikle zikretti.
Sonra ayet hazırlık yapmanın sebebini ve amacını açıklıyor: Geçmişteki Mekke müşrikleri gibi düşmanlıkları ortaya çıkmış kâfirleri, bu düşmanların dostu, gizli düşmanı korkutmak... Biz, gizli düşmanı bilsek de bilmesek de, önemli değildir. Onları Allah biliyor. Çünkü O, gaybları bilendir. Bu, yahudile-ri, geçmişteki münafıkları kapsadığı gibi, ondan sonra düşmanlıkları görülen Acem, Rum gibi çağımız dünyasındaki kimseleri de içine alır.
Her çağın savaşına uygun hazırlık olmadan, barış korunmaz. Örf, adet ve akıl açısından barışı korumak, ancak yeni savaş vasıtalarıyla mümkündür.
Cihada hazırlanmak, malsız olmayacağı için, Kur'an'da o yolda harcamada bulunmaya teşvik edilerek: "Ne harcarsanız..." buyuruluyor. Yani Allah yolunda cihad için harcadığınız az veya çok her şeyin mükafatı, sahibine hiçbir noksanlık yapılmadan en mükemmel şekilde verilir. Ebû Davud'un rivayet ettiği hadisi şerifte, Allah yolunda harcanan bir dirhemin sevabının yediyüz katma kadar artırılacağı ifade olunmuştur. Nitekim ayette şöyle buyurulur: "Mallarını Allah yolunda infak edenlerin hali, yedi başak bitiren ve her başağında yüz tane bulunan tek bir tohum gibidir. Allah dilediğine kat kat verir. Allah, bol bol veren ve bilendir" (Bakara, 2/261).
"Allah yolunda..." sözü, cihad ve diğer hayır yollarını da içine almak üzere geneldir...
Bu, savaşa hazırlık yapmanın, çok para harcamaya bağlı olduğunu gösteriyor. Gerçekte harcanan şeyin karşılığını, harcayan kimse dünyada, malının, arazisinin, ticaret ve sanatının korunması, emniyet altında bulundurulması, ahirette de ebedî cennete nail olması sebebiyle görüyor. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "İnfak edeceğiniz hayır kendi faydanızadır. Zaten siz, Allah'ın rızasını aramaktan başka bir şekilde infak etmezsiniz. Hayırdan size fazlasıyla ödenir. Ve siz haksızlığa uğratılmazsınız" (Bakara, 2/272). [29]
Sulhun Ve Millet Birliğinin Savaşa Tercih Edilmesi
61- Eğer barışa yanaşırlarsa, sen de yanaş. Ve Allah'a güvenip dayan. Çünkü her şeyi hakkıyla işiten ve kemaliyle bilen bizzat O'dur.
62- Eğer seni aldatmak isterlerse, muhakkak ki Allah sana kâfidir. O, seni yardımıyla ve müminlerle destekleyendir.
63- Ve onların gönüllerine sevgi verip birleştirendir. Sen yeryüzünde olan her şeyi toptan harcamış olsan, yine onların gönüllerini birleştiremezdin. Fakat Allah aralarını bulup kaynaştırdı. Çünkü O, mutlak galiptir, hüküm ve hikmet sahibidir.
64- Ey peygamber! Sana da, müminlerden sana uyanlara da Allah yeter.
65- Ey peygamber! Müminleri savaşa teşvik et. Eğer içinizde sabırlı yirmi (kişi) bulunursa, onlar ikiyüze galip gelirler. Eğer sizden yüz (kişi) olursa, kâfirlerden binini mağlup eder. Çünkü onlar anlamaz bir topluluktur.
66- Şimdi Allah, zaafınız olduğunu bildiğinden, sizden (yükü) hafifletti. O halde eğer sizden sabırlı yüz olursa ikiyüzü yenerler, eğer sizden bin olursa Allah'ın izniyle iki bine galip gelirler. Allah, sabredenlerle beraberdir.
Açıklaması
Tam savaş hazırlığı yapılıp cihada çıkılacağı sırada, düşman barışa yönelir, bunu savaşa tercih ederse, devlet başkanının görüşüne göre, sulh kabul edilir. Zemahşerî şöyle diyor: "Sahih olan, devlet başkanının İslâm'ın ve müslü-manların savaş ve barıştaki yararını görmesine bağlıdır. Ne düşmanla mutlaka savaşılması, ne de mutlak olarak barış içinde kalınması söz konusudur.[30]
Ayetin manası: Düşman barışa, ya da mütarekeye yanaşırsa, sen de yanaş. Çünkü sen, barışa onlardan daha yakınsın. Onlarla barış yap, Allah'a güven, işi O'na havale et. Onların barışa yanaşmalarında, tuzaklarından ve sözlerinde durmamalarından korkma. Çünkü Allah sana kâfidir, onların söylediklerini duyan, yaptıklarını bilendir.
Eğer barışı, güç kazanmak ve hazırlanmak için bir hile olarak kullanmak isterlerse, Allah, onların bu işinden seni korur. Onlara karşı sana yardım eder. Senin için O yeterlidir.
Bu, barışın savaşa tercih edileceği ve ondan üstün tutulacağı konusunda açık bir delildir. Çünkü İslâm, barış, hidayet ve sevgi dinidir. Savaşa, ancak çok zorunlu haller ve zorlayıcı sebepler altında başvurulur.
Onun için müşrikler, Hudeybiye yılında Resulullah (s.a.)'le, aralarında dokuz yıl savaşılmamasını da içeren bir barış istediklerinde -müslümanlar aleyhinde şartlar taşımasına rağmen- Resulullah (s.a.) buna olumlu cevap verdi. İmam Ahmed'in oğlu Abdullah, Ali b. Ebî Talib'in şöyle dediğini rivayet eder: Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Şüphesiz yakında ihtilâf veya başka şeyler olacak. Barış yapabilirsen yap."
İbni Abbas ve bir grup tabiinden nakledildiğine göre bu ayet, Tevbe süresindeki: "Kendilerine kitab verilenlerden Allah'a ve ahiret gününe iman etmeyen, Allah'ın ve Rasulünün haram kıldığını haram saymayan ve hak dinini din olarak kabul etmeyen kimselerle, hakir ve zelil olarak kendi elleriyle cizye verinceye dek savaşın" (Tevbe, 9/29) ayetiyle nesholunmuştur. Bu nokta üzerinde düşünmek gerekir. Nitekim İbni Kesir şöyle der: Tevbe süresindeki ayette, buna imkân olduğunda düşmanla savaş emri vardır. Düşman çok olduğu zaman ise, ayetin işaret ettiği ve Peygamber (s.a.)'in de, Hudeybiye Günü yaptığı gibi, onlarla barış yapmak caizdir. Bunda hiçbir çelişki, nesih ve tahsis yoktur.[31]
Sonra Cenab-ı Hak, muhacir ve ensardan bütün müminleri desteklemekle peygamberine lütfettiği nimetini zikrederek: "O, seni yardımıyla ve müminlerle destekleyendir" buyuruyor. Yani, onların hile ve tuzağından korkma. Çünkü Allah, seni ve müminleri yardımıyla destekledi, onları sana iman ve itaatta, sana yardım ve destekte tek bir topluluk haline getirdi. Destek iki türlü oldu: Doğrudan, bilinen sebepler olmaksızın yapılan destek; bilinen sebeplere bağlı destek.
Sonra Allahü Teâlâ, müminlere olan desteğini ve saflarını birleştirişini açıklayarak: "Onların kalblerini birleştirdi" buyuruyor. Yani, Allahü Teâlâ onları cahiliyye dönemindeki uzun süren çekişme ve savaşlar sonrası meydana gelen düşmanlık ve kinden sonra -nitekim Ensar'dan Evs ve Hazrec'in durumu böyleydi- birbirine ısındırmış, sana yardım etme hususunda birbiriyle yardım-laşan tek bir ümmet haline getirmişti. Aralarındaki ihtilafları iman nuruyla gidermişti. Nitekim şu ayet bu manayı destekler: "Allah'ın üzerinizdeki nimetlerini de hatırlayın. Hani siz düşmanlardınız da, O kalblerinizi birleştirmişti. İşte onun nimetiyle kardeş olmuştunuz. Ve yine siz ateşten bir çukur kenarın-dayken oradan da sizi O kurtardı. İşte Allah, hidayeti bulaşınız diye size ayetlerini böylece apaçık bildiriyor" (Al-i İmran, 3/103).
Dünyadaki tüm malları harcasaydın onların kalblerini birleştirmeye, fikir birliği etmelerine gücün yetmezdi. Fakat Allah, onları imana hidayet buyurmakla, doğru yolda birleştirmekle, bir düzeye getirdi, onları kudret ve hikme-tiyle birleştirdi.
Bu, zafere ulaşmanın en önemli sebeplerinden birinin birleşmek ve söz birliği etmek olduğunu açık olarak göstermektedir.
Birleştirme hem eski cahili sürtüşmeleri, hem de İslâm'dan sonra ortaya çıkan -Huneyn'de ele geçirilen ganimetlerin taksimi sırasında muhacirlerle en-sar arasında çıkan ihtilaf gibi- anlaşmazlıkları gidermekle oldu. Sahihayn'da gelen bir rivayete göre, Resulullah (s.a.) Huneyn ganimetleriyle ilgili olarak ortaya çıkan görüş ayrılıkları üzerine, Ensara hitaben şunları söyledi: "Ey Ensar topluluğu! Siz dalalet içindeydiniz. Allah benimle, sizi hidayete kavuşturdu. Fakirdiniz, benimle sizi zengin etti. Ayrı ayrı idiniz, benimle sizi bir araya getirdi" Hz. Peygamber her söylediğinde onlar: "Allah ve Rasûlü iyi olanı yapar" dediler.
Bunun için Allahü Teâlâ: "Fakat Allah, aralarını bulup kaynaştırdı. Çünkü O, mutlak galiptir, hüküm ve hikmet sahibidir" buyurdu. Yani şüphesiz Allahü Teâlâ kuvvetlidir. Yaptıklarında üstündür. Aldatıcıların aldatması, tuzak kuranların tuzağı, ona üstün gelemez. Kendisine tevekkül edenin isteğini boşa çıkarmaz. İşlerinde ve hükümlerinde hikmet sahibidir.
Hafız Ebû Bekir el-Beyhakî, İbni Abbas'ın şöyle dediğini zikreder: "Akrabalık bağının kesildiği, nimetin inkâr olunduğu oldu. Fakat onların kalb yakınlığı gibisi görülmedi. Nitekim Cenabı Hak: "Sen yeryüzünde olan her şeyi toptan harcamış olsan, yine onların gönüllerini birleştiremezdin" buyurmuştur.
Allahü Teâlâ, düşmanların hile yapmak istedikleri zamanda Rasulüne yardım sözü verdikten sonra, din ve dünya işlerinin hepsinde yardım ve zafer vaadetti. Bu, tekrar değildir. Şöyle buyurdu: "Ey peygamber! Sana Allah yeter." Yani Allah, onların yaptıklarından dolayı seni üzen durumlarda sana yeter. Düşmanına karşı müminlerin sayısı az, onların sayısı çok da olsa, Allah senin ve sana tabi olanların, sana inanan müminlerin yardımcısı ve destekleyicisidir.
Fakat Allah sana ve müminlere, yardımıyla yeterli olsa da, bu, savaş için gerekli sebeplere yapışmamayı, istenen vasıtaları almamayı ifade etmez. Allah'a buna güvenmenin yanında, müminleri savaşa teşvik etmen de gerekir. Şüphesiz Allahü Teâlâ, cihad yolunda nefislerini ve mallarını harcamak şartıyla, sana yeter.
Sonra Cenabı Hak: "Eğer içinizde sabırlı yirmi (kişi) bulunursa, onlar iki-yüze galip gelirler" buyurmuştur. Bundan murad haber vermek değildir. Aksine emir vardır. Adeta Cenabı Hak: "Sizden yirmi kişi olursa sabretsinler ve savaşta gayret sarfetsinler, iki yüze galip gelirler" buyurmuştur. Yani, sizden sabreden, mevkilerinde sebat eden yirmi kişi olursa, iman, sabır ve anlayışlarıyla bu üç haslet bulunmayan ikiyüz kâfire üstün gelir. "Çünkü onlar, anlamaz bir topluluktur." Yani kâfirlerin hezimet sebebi, onların, sizin bildiğiniz gibi, savaşın hikmetini bilmeyen bir toplum olmalarıdır. Çünkü onlar, sırf üstünlük maksadıyla savaşırlar. Sizse, Allah'ın dinini yüceltmek, inancı düzeltmek, putperestlikten temizlenmek, üstün ahlâkla bezenmek, namaz kılmak, zekât vermek, iyiliği emir, kötülükten nehyetmek gibi, Allah'a kulluk amaçları doğrultusunda savaşırsınız. Nitekim Cenabı Hak da şöyle buyurur: "İman edenler, Allah yolunda savaşırlar, küfredenler de tağut yolunda savaşırlar" (Nisa, 4/76); "Onlar eğer kendilerine yeryüzünde bir iktidar mevkii verirsek dosdoğru namazı kılarlar, zekâtı verirler, iyiliği emrederler, kötülükten vazgeçirmeye çalışırlar" (Hac, 22/41).
Sonra onlar, öldükten sonra dirilmeye ve cezaya inanmazlar. Sizse, iki güzel şeyden birini beklersiniz. Ya ganimet ve zafer, ya da Allah yolunda şehidlik ve cennete kavuşmak.
Ayette sabrederlerse, müminler topluluğunun, kendilerinin on katı kâfire, Allah'ın yardımı ve desteğiyle üstün geleceklerine ilişkin bir sözü ve müjdesi var. Yine, müminlerin, savaşın amaçlarını kavrayan kimseler olacaklarına, Allah'ın rızasını kazanacak şeyler yapacaklarına, insan hayatı ve milletlerin yükselmesi için elverişli şeyleri kâfirlerden daha iyi bileceklerine işaret var. Kâfirler, müşrikler, yahudiler ve Hristiyanlar ise maddecidirler. Savaştan maksatları, şöhret ve diğer milletleri kendilerine boyun eğdirmektir.
Bir müslümanm on kâfire karşı durması, müslümanların az olduğu ilk zamandaydı. Kendilerinden yüksek, güzel işlerin en yüksek derecesi istendi.
Müslümanlar çoğaldıktan sonra ise, ruhsat, kolaylık olan şeyler istendi. Şu ayet onun için bu sorumluluğu hafifletti: "Şimdi Allah zaafınız olduğunu bildiğinden, sizden (yükü) hafifletti" Yani Allah bir müslümana, on kâfire karşı koymasını, onlara karşı sebat etmesini emrettiği, bu da onlara ağır geldiği zaman, bu mükellefiyeti en aşağı dereceye indirerek hafifletti. Bir kişinin iki kişiye karşı koymasını emretti. Eğer sizden sabreden yüz kişi olursa, iki yüze üstün gelir; bin sabreden kişi olursa, Allah'ın izni ve kudretiyle ikibin kişiye üstün gelir. Allah daima yardımı, desteği ve korumasıyla sabredenlerin yanındadır.
Buharî, İbni Abbas (r.a)dan şöyle rivayet eder: "Sizden sabreden yirmi kişi bulunursa, iki yüz kişiye üstün gelir" ayeti nazil olunca, bu durum, müslüman-lara ağır geldi. Bunun üzerine bu yükü hafifleten ayet nazil oldu: "Şimdi Allah zaafınız olduğunu bildiğinden, sizden (yükü) hafifletti."
Her iki halde de, az olan müslümanlardan, kendilerinden daha çok bir topluma karşı koymaları isteniyor. "Allah sabredenlerle beraberdir" sözü, müminleri zafer ve galibiyetin gerçekleşmesi için sadece imana dayanmamak gerektiğini, imanla beraber diğer sıfatların da -bunların en önemlileri sabır, sebat, daima maddî ve manevî hazırlık, işlerin hakikatlarını ve cihadın maksatlarını bilmektir- mutlaka bulunması gerektiğini ifade etmektedir.
Kur'ân-ı Kerim'de fert ve toplum olarak sebat edilmesi, sabredilmesi emri tekrarlanır: "Ey iman edenler! Bir toplulukla karşılaştığınızda sebat edin." (Enfal, 8/45); "Muhakkak Allah, kendi yolunda birbirine kenetlenmiş bina gibi saf bağlayarak çarpışanları sever." (Saff, 61/4); "Ey iman edenler! Sabredin, sabır yarışı yapın. Sınırlarda nöbet beklesin. Allah'tan korkun ki, kurtuluşa eresi-niz" (Âl-i İmran, 3/200); "Birbirinizle çekişmeyin. Sonra korku ile zaafa düşersiniz, rüzgârınız gider. Bir de sabredin. Şüphesiz Allah sabredenlerle beraberdir" (Enfal, 8/46). [32]
Esir Edinmenin Şartı, Fidye Kabulü Ve Ondan Yararlanmanın Mubah Oluşu
67- Hiçbir peygambere, yeryüzünde ağır basıp zaferler kazamncaya kadar esirler alması yaraşmaz. Sizler geçici dünya malını arzu ediyorsunuz. Halbuki Allah (sizin için) ahireti ister. Allah azizdir, hüküm ve hikmet sahibidir.
68- Eğer Allah'ın geçmiş bir yazısı olmasaydı, aldığınıza karşılık herhalde size büyük bir azab dokunurdu.
69- Artık elde ettiğiniz ganimetten helal ve hoş olarak yeyin ve Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah, bağışlayıcı ve rahmet edicidir.
70- Ey Peygamber! Elinizdeki esirlere de ki: "Eğer Allah'ın ilmine göre, kalb-lerinizde bir hayır varsa, O size, sizden alınandan daha hayırlısını verir ve sizi bağışlar. Allah, bağışlayıcı ve rahmet edicidir.
71- Eğer sana hainlik etmek isterlerse, onlar daha önce Allah'a da hainlik etmişlerdi. O onlara karşı imkân ve kudret vermişti. Allah hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.
Açıklaması
Peygamber için İslâm'ın ve müslümanların izzetini göstermek, İslâm devletinin düşmanlarını korkutmak ve hiç kimsenin İslâm devletini ele geçirme cesaretini göstermemesi, zayıflatma ve aleyhinde gizli oyunlara yönelmemesi için kâfirleri öldürmedikçe, daha işin başında, esirler hakkında iyilikte bulunma, ya da fidye alma yoluna gitmesi, doğru ve uygun değildir.
Fidye kabulünü uygun görenler, geçici dünya hayatını istiyorlar[33], Allah ise sizin için sürekli ve cennete gitmenize sebep olan ahiret sevabını istiyor. Ona götüren hükümleri size meşru kılıyor: Yeryüzünde, hak davayı yükseltmek, adaleti hakim kılmak ve insanlık için eh yararlı nizamı yerleştirmek için, yeryüzünde hakim olmayı sağlayan öldürme de bunlardandır.
Allah kuvvetli ve üstündür, dostlarını düşmanlarına galip kılar, onlara imkân verir; düşmanlarını öldürürler, esir ederler. İşlerinde ve emirlerinde hikmet sahibidir. Hallerine uygun şeyleri meşru kılar: Müşrikler kuvvetli ve güçlü olduğu zaman, düşmanların çoğunun öldürülmesini emretmesi ve fidye alınmasını yasaklaması gibi. Böylece yüce Allah'ın buyurduğu gibi müminler şeref ve üstünlük sahibi olurlar: "Halbuki şeref, üstünlük ve galibiyet Allah'ındır, Rasûlünündür ve müminlerindir" (Münafikun, 63/8).
Allah'ın daha önce yazılmış, yani önceden Levh-i Mahfuzda kayıtlı olan bir hükmü, içtihadında hata edenin cezalandırılmayacağı hükmü olmasaydı... Çünkü bu görüş sahipleri, kâfirlerin geri bırakılmakla, belki de tevbe edip müslüman olabilecekleri, onlardan fidye alınmakla da müslümanların Allah yolunda cihad için güç kazanacakları görüşündedirler. Onların öldürülmesinin, İslâm'ı daha kuvvetlendireceğini, onların arkasındakileri daha da korkutacağını ve kuvvetlerini daha zayıflatacağını bilmemektedirler.
Daha önce geçmiş olan yazı, yani hükmün ya Bedir savaşına katılanlara azap edilmeyeceği, günahlarının affedildiği, ya da bir kavme ancak kuvvetli bir delil ve açıklamadan, fidye almayı yasaklayan bir beyandan sonra azab edeceği -daha önce bunu yasaklayan bir emir gelmemiştir- yahut onlar kendilerine helâl kılınmadan ganimetleri mubah kılmada acele edecekleri, halbuki Allah'ın onları kendilerine mubah kılacağı hükmüdür.
Ey müminler! Bizim size geçmiş bu ilâhi hükmümüz olmasaydı, aldığınız fidyeden dolayı, size büyük, korkunç bir azab gelecekti. Burada, yaptıkları şeyin tehlikesinden dolayı onlar için korkutma vardır.
Allahü Teâlâ onları, fidye aldıkları için azarladıktan sonra; burada fidyeyi onlar için mubah kılınan ganimetlerden kıldı: "Artık elde ettiğiniz ganimetten helâl ve hoş olarak yiyin..." Yani, size ganimetleri mubah kıldım. Dolayısıyla ganimet olarak aldığınız fidyeden yeyin. Bu, sizin için helâldir. Bunun faydası, o azardan sonra ya da ilk önceki milletlere haram edilmiş olması sebebiyle, onların ruhlarında meydana gelen endişeyi gidermektir.
Allah'ın emirlerine aykırı davranmaktan sakının, O'nun emir ve nehyinden hiçbirine muhalefet etmeyin, bundan sonra artık masiyet işlemeyin. Şüphesiz Allah, fidye almak suretiyle işlediğiniz günahlarınızı bağışlar, aldığınız şeyi size mubah kılmakla merhamet eder. Kullarının tevbesini kabul edip günahlarını affetmesi de O'nun rahmetidir.
Kısacası, esirlerden fidye alınması, ya da bir şey alınmadan serbest bırakılmaları, ancak düşmana karşı açıkça üstünlük sağlandıktan ve İslâm Devletinin düşmanlara heybetini ispatladıktan sonra olabilir.
Resulullah (s.a.)'in, fidye alması esirlere ağır gelince: "Ey peygamber! Elinizdeki esirlere de ki..." ayeti nazil oldu. Bununla, onları küfürden korkutup, dünya ve ahiret hayrını açıklamakla İslâm'a teşvik maksadı güdülüyordu.
Ayetin manası: Ey peygamber, sizin elinize düşüp de kendilerinden fidye aldığınız müşrik esirlere de ki: Eğer Allah'ın ilminde şu anda, ya da gelecekte sizin küfürden ve bütün masiyetlerden tevbe edip inanacağınız, ihlâs ve güzel niyetle, Allah'a ve Rasûlüne itaat edip -Peygambere yardıma ve onunla savaşmaktan vazgeçmeye azmetmek gibi- kulluk edeceğiniz yazılı ise, sizden fidye olarak alınandan daha hayırlısını size verir, sizdeki şirk ve günahları mağfiret buyurur. Allah günahlarından tevbe edenleri bağışlar, müminlere merhamet eder. O, onlara başarı vermekle ve saadete kavuşturmakla yardım eder.
İbni Abbas, bu ayetteki esirlerden amacın Abbas ve arkadaşları olduğunu söylemiştir. Onlar, Resulullah (s.a.)'e: "Resulullah'm getirdiklerine inandık, şe-hadet ediyoruz ki sen, Allah'ın peygamberisin, seni kavmine karşı mutlaka koruyacağız" dediler.
Bunda İslâm'ı açıklamaya, Hz. Peygamber(s.a)'in davetini kabule teşvik vardır. Ey Muhammedi Eğer o esirler, müslümanlıklarını ve barış yaptıklarını açıkladıktan sonra, seninle yaptıkları barışı bozarak sana hıyanet etmek isterlerse, onların hıyanetinden korkma. Çünkü onlar, Bediimden önce de küfürle ve Allah'ın "Rabbin: 'Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" demiş, onlar da: 'Evet Rab-bimizsin' demişlerdi" (A'raf, 7/72) ayetinde belirttiği insanoğlundan aldığı mi-sakı bozmakla Allah'a hıyanet ettiler. Halbuki O, varlığına işaret eden kevnî ve aklî deliller ortaya koydu. Onlara, düşünen kimseleri gerçekten Allah'ın birliğine yönelten akıl verdi.
Bedir Günü, seni onlara karşı güçlü kıldı. Tekrar hıyanete dönerlerse, yine seni onlara güçlü kılacak; sen de onları yenilgiye uğratacaksın.
Allah onların niyetlerini bilici, yaptığında hikmet sahibidir, kâfirlere karşı müminlere yardım eder.
Bunda, Hz. Peygambere yardım vaad etmek ve kâfirleri yenilgiyle korkutmakla, Hz. Peygamberi teselli vardır. Çünkü Allah, varlık alemindeki her şeyi bilen, bütün insanları kontrol altına alan, istediğini gerçekleştirmeye gücü yetendir. [34]
Hz. Peygamber (S.A) Zamanında İman Ve Hicrete Göre Müminlerin Sınıfları
72- İman edip hicret edenler, Allah yolunda malları ve canlarıyla cihad edenlerle, barındırıp yardım edenler, işte onlar birbirlerinin velileridirler. İman edip de hicret etmeyenler ise, hicret edene kadar, sizin onlara hiçbir velayetiniz yoktur. Eğer onlar din hususunda sizden yardım isterse, yardım etmek üzerinize vacib olur. Ancak sizinle aralarında sözleşme bulunan bir kavim aleyhinde değil. Allah, yapmakta olduğunuzu hakkıyla görücüdür.
73- Kâfir olanlar da birbirlerinin velileridir. Eğer siz bunu yapmazsanız, yeryüzünde bir fitne ve büyük bir fesat olur.
74- İman edip de Allah yolunda hicret ve cihad edenler ve barındırıp yardım edenler: İşte gerçek mümin olanlar bunlardır. Onlar için mağfiret ve (cennette) bitmez tükenmez bir nzık vardır.
75- Sonra iman edip de hicret ve sizinle beraber cihad edenler ise: Onlar da sizdendir. Hısımlar, Allah'ın kitabınca birbirlerine daha yakındırlar. Şüphesiz Allah, her şeyi hakkıyla bilendir.
Açıklaması
Ayetler, kâfirlerin karşısında müminleri dört kısımda topluyor:
1- Bedir savaşından önce Hudeybiye barışma kadar hicret eden ilk muhacirler.
2- Ensar: Muhacir din kardeşlerini barındıran Medineliler.
3- Hicret etmeyen müminler.
4- Hudeybiye barışından sonra hicret eden müminler.
Birinci sınıf, bu bölümdeki birinci ayetin başında zikredilenlerdir. Bunlar, Allah'a ve peygamberine iman eden, Bedir savaşından önce, hicrî altıncı yılda yapılan Hudeybiye barışma kadar hicret edenlerdir. Evlerini ve mallarını Mekke'de bırakıp Allah ve Rasûlüne yardım için gelenler, mallarını ve canlarını Allah yolunda harcayanlardır. Bu sınıf en üstün ve en mükemmel sınıftır. Allah onları iman etmek ve Peygamber (s.a.)'in getirdiği her şeyi tasdik etmekle, müşriklerin fitnesinden kaçıp Allah'ı hoşnut etmek, peygamberine yardım etmek için evlerinden, yurtlarından hicret etmekle, mallarıyla ve canlarıyla Allah yolunda cihad etmekle vasıflandırmıştır.
Malla cihad: Malı, yardımlaşma, hicret, Allah'ın dinini koruma -at ve silah için harcama gibi- müslümanlarm ihtiyaçlarını karşılama konularında harcamadır.
Canla cihad: Düşmanla savaşma, onlara üstünlük sağlama, onlara önem vermemedir. Zorluklara katlanmak, eziyet ve sürekli baskılara sabretmektir.
Malla cihadın canla cihaddan daha önce anılması, onun gerekli olan ihtiyacı gidermede daha öncelikli olması ve canla cihadın ona bağlı bulunmasm-dandır.
Kısaca, ilk muhacirler dört sıfatla vasıflandırıldılar: a) Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe iman, b) Hicret, c) Cihad, d) Bu işleri ilk yapanlar olmak.
İkinci sınıf, peygamberi ve kendilerine hicret edip gelenleri barındıranlar, onlara yardım edenlerdir. O zaman Medine, İslâm'ın başkenti ve İslâm davetinin merkezi, ensarla birlikte Allah'ın dinine yardım etmeye çalışan, onlarla birlikte savaşan muhacirlerin sığınağı idi. Ensar, mallarını muhacirlerle paylaştı, onları kendilerine tercih ettiler ve faziletçe birinci sınıftan sonra ikinci sırayı aldılar.
Sonra Allahü Teâlâ, iki sınıfı birbirlerinin velisi olarak nitelemiştir. Onlar diğer kardeşinin işlerini kendi işleri gibi görüyordu. Çünkü onların hakları ve yararlan ortaktı. Onun için Resulullah (s.a.) muhacirlerle ensan kardeş yapmıştı. Bu kardeşlikle, akrabalıktan önde bir verasetle birbirlerine vâris oluyorlardı. Nihayet, muhacirler ticaret gibi konularda kuvvetlenince, Sahihu'1-Bu-hari'de İbni Abbas'tan sabit olduğu gibi, Allahü Teâlâ mirasta bu hükmü nes-hetti. İmam Ahmed, Cerir b. Abdillah el-Becelî (r.a)'m şöyle dediğini rivayet eder: Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Muhacirler ve ensar, birbirlerinin velileridir. İslâmiyeti zorla kabul edenler Kureyş'ten, hürriyete kavuşmuş hürler Sa-kiftendir. Bu ikisi, kıyamete kadar birbirlerinin velileridir..." [35]
Önceleri muhacirlerle ensar arasındaki veraset, akrabalığın ötesinde, müslüman olmak ve hicret etmek dolayısıylaydı. Medine dışındaki müslüman, Medine ve çevresindeki müslümana, ancak Medine'ye hicret ederse vâris olabiliyordu. Aralarındaki veraset din kardeşliğine dayanıyordu.
Böylece muhacirlerle ensar arasındaki velayet savaşta, verasette ve kâfirlerle aralarındaki bütün ilişkilerinde geneldi. Ebû Bekir el-Asam: "Ayet muhkemdir, mensuh değildir. Velayetle murad, yardımdır" demiştir.
Allahü Teâlâ, Kur'ân'ın diğer ayetlerinde muhacirleri ve ensan şu şekilde övmektedir: "Birinci dereceyi kazanan muhacirler ve ensar ile onlara güzellikle tabi olanlar: Allah onlardan razı olmuştur. Onlar da O'ndan razı olmuşlardır. Bunlar için orada ebedî kalmak üzere, altlarından ırmaklar akan cennetler hazırladı. İşte bu en büyük kurtuluştur" (Tevbe, 9/100); "Andolsun ki Allah, peygamberini içlerinden bir grubun gönülleri neredeyse eğrilmek üzere iken güçlük zamanında ona tabi olan muhacirlerle ensarı da tevbeye muvaffak etti ve sonra onların bu tevbelerini kabul buyurdu. Çünkü O, onlar için çok esirgeyici, çok bağışlayıcıdır" (Tevbe, 9/117); "(Fey) hicret eden fakirlere (muhacirlere) aittir. Onlar, Allah'tan fazl ve hoşnutluk ararlar. Allah'a ve Peygamberine yardım ederlerken yurtlarından ve mallarından çıkarılmışlardır. İşte bunlar sadıkların ta kendileridir. Onlardan önce yurt ve iman edinmiş kimseler, kendilerine hicret edenlere sevgi beslerler. Onlara verilen şeylerden dolayı kalblerinde bir ihtiyaç bulmazlar. Kendilerinde bir ihtiyaç bulunsa bile, kendi nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar felah bulanların ta kendileridir" (Haşr, 59/8-9).
Ayetlerin zahirî manaları, muhacirlerin ensardan üstün olduğunu ifade etmektedir. İbni Kesicin dediği gibi, alimler bunda ittifak halindedirler. Ebû Bekir el-Bezzar, Müsned'inde Huzeyfe'den şöyle rivayet eder: "Resulullah (s.a.) beni hicretle yardım arasında muhayyer kıldı, ben hicreti tercih ettim."
Üçüncü sınıf hicret etmeyen müminlerdir. Nitekim Allahü Teâlâ, şu ayetinde onları zikrediyor: "İman edip de hicret etmeyenler ise, hicret edene kadar, sizin onlara hiçbir velayetiniz yoktur." Yani, Peygamber (s.a.)'in peygamberliğini tasdik eden fakat Mekke'den Medine'ye hicret etmeyen Daru'1-Harp Ye Daru'l-Şirkte müşriklerin hükmü altındaki müminlerin, Daru'l-İslâm'daki müminlere velayet hakları yoktur. Kâfirler, Daru'l-İslâm halkından birini esir ederse, o, bu diyarın hükmüne tabidir. Çünkü Daru'l-İslâm'la Daru'1-Harp arasında velayet olmaz. Ancak bunun tek istisnası yüce Allah'ın: "Eğer onlar din hususunda sizden yardım isterse..." sözüyle belirttiği durumdur. Bu, kâfirlere karşı -kâfirler onlarla savaştıkları, ya da dinlerinden dolayı işkence ettikleri zaman- onlara yardım etmektir. Ancak bu kâfirler, kendileriyle anlaşma bulunan kimseler ise, bu anlaşmaya sadık kalmak gerekir. Çünkü İslâm, sözleşmeyi bozarak hıyanet yapmayı mubah görmez. Bu, İslâm'ın ve onun âdil, yüce ve eşsiz dış siyasetinin temel hükümlerinden biridir.
Yüce Allah: "Allah yaptıklarınızı görücüdür" sözüyle anlaşmayı bozmaktan sakındırıyor. Bu sözün manası şudur: Şüphesiz Allah, bütün işlerinizden haberdardır. Öyleyse cezasına uğramamak için, sizin için belirlediği sınırları aşmayın.
Kısacası, kâfirlerle olduğu gibi, Daru'l-İslâm'daki müminlerle, hicret edemeyen müminler arasında bütünüyle bir ilişki kesikliği yoktur. Eğer sizden yardım isterlerse, onları yardımsız bırakmayın.
Muhacirlerle ensar arasındaki yardımlaşmayı kuvvetlendirip müminlerin kâfirlere karşı tek saf olmaları ve dostluklarını kesmeleri için Allahü Teâlâ kâfirlerin halini zikrediyor: "Kafirler de birbirlerinin velileridir..." Yani kâfirler bir bütün olarak, müslümanların karşısında tek bir millettir. Müslümanlarla savaşta ayrı ayrı millet ve birbirlerine düşman da olsalar, birbirleriyle yardım-laşırlar, birbirlerine yardım ederler. Nitekim tarih bunun şahididir. Yahudiler, müminlere karşı müşriklere yardım ettiler. Hatta bunun için, müslümanlarla olan sözleşmelerini bozdular. Bu da, kendilerine savaş açılmasına ve Hay-ber'den köklerinin sökülerek atılmalarına sebep oldu. Tarih boyunca bütün yüzyıllarda, müşriklerle dinsiz materyalistler, Yahudi ve Hristiyanlar aynı safta, İslâm'a ve müslümanlara düşmanlıkta bir ve beraber olmuşlardır.
Kâfirlerin bir safta, müslümanların da onların karşısında başka bir safta olması, dini inanç farklılığı yüzünden, dört mezhebin de ittifakıyla, verasete engeldir. Müslüman kâfire, kâfir de müslümana vâris olamaz. Hakim'in, Müs-tedrek'inde Üsâme'den rivayet ettiğine göre, Peygamber (s.a.): "İki millet birbirlerine vâris olamazlar: Müslüman kâfire, kâfir de müslümana vâris olamaz" buyurdu, sonra da: "Kâfir olanlar da birbirlerinin velileridir. Eğer siz bunu yapmazsanız yeryüzünde bir fitne ve büyük bir fesat olur" ayetini okudu. Nesâî dışında diğer beş hadis kitaplarının sahipleri de Üsâme b. Zeyd'den şunu rivayet ederler: "Müslüman kâfire, kâfir de müslümana vâris olamaz."
Kâfirlerin birbirlerine vâris olmaları ise, ulemanın çoğunluğuna göre caizdir. Çünkü: "Kâfirler birbirlerinin velileridir" ayetine göre küfür, vâris olmakta tek bir millettir. Malikîlere göre ise, dinleri farklı olduğu zaman -birinin yahu-di, diğerinin Hristiyan olması gibi- kâfir kâfire vâris olamaz. Çünkü bu iki din, birbirinden farklıdır. Yine bu ikisi -yahudi ve Hristiyan- müşriğe, müşrik de bu ikisine vâris olmazlar. Çünkü daha önce zikrettiğimiz: "İki farklı millet birbirlerine vâris olamazlar" hadisi geneldir. Çünkü aralarında antlaşma yoktur.
Kâfirler arasında ülke farklılığı, sadece Hanefîlere göre verasete engeldir. Müslümanlar arasında ise engel değildir. Çünkü Darul-İslâm'da adalet sahipleriyle isyancılar arasında veraset gerçekleşmiştir. O halde bu engel, gayr-i müslimlere hastır.
Şafıîlere göre ise ülke farklılığı, verasete engel hallerden değildir. Fakat onlar şöyle derler: Harbî ile sözleşmeli arasında -aralarında velayet olmadığı için- veraset yoktur. Bu hüküm zimmî (mal, namus ve dini için teminat verilmiş olan gayr-ı müslim) ile eman isteyeni (İslam devletine iltica edip sığınanı) kapsamaktadır.
Malikîlere ve Hanbelilere göre ise, farklı ülkelerde bulunmak, verasete engel değildir. Dolayısıyla ülkeleri bir de olsa, ayrı da olsa, Ehl-i Harp birbirine vâris olur.
Sonra, Allahü Teâlâ: "Eğer siz bunu yapmazsanız, yeryüzünde bir fitne ve büyük bir fesat olur" buyuruyor. Yani, size emrolunan müslümanlara dost olmak, onlarla ilgilenmek ve birbirlerinin velisi olan kâfirlere karşı onlara yardım etme işini yerine getirmez, müşriklerle dost olmaktan ve onlara karışıp onlarla görüşmekten kaçınmazsanız, yeryüzünde büyük bir fitne -imanın zayıflaması, küfrün kuvvetlenmesi ve büyük bir bozgun- kan dökülmesi olur, fitne yaygınlaşır. Bu işin karışması, müminlerin kâfirlerle karışık halde bulunmalarıdır. Ayrıca insanlar arasında din ve dünya işlerinde büyük fesad olur, diyor.
Bu, İslâm'ın, müslümanlarm öz şahsiyetlerine, ülkelerinde bağımsız olmalarına, kâfirlerin vatanlarında oturmamaya ne kadar hırslı olduğunu gösterir. İbni Cerir, Resulullah (s.a.)'in şöyle buyurduğunu nakleder: "Müşriklerin arasında oturan her müslümandan uzağım."
Sonra Allahü Teâlâ, muhacirlerin ve ensarın diğer müslüm ani ardan üstünlüğünü ve ahirette nail olacakları şeyleri açıklıyor ki, bu bir tekrar değil, onların övülmesidir: "İman edip de Allah yolunda hicret ve cihad edenler..." Allahü Teâlâ iman edip de peygamberin ve müminlerin ihtiyacı olduğu halde hicret etmeyen, şirk ülkesinde kalan kimselerin değil, iman edip hicret edenlerin tam anlamıyla mümin olduklarını, onları bağışlayacağını, varsa günahlarından vazgeçeceğini ve cennette çok temiz, sürekli, güzel rızıklarla mükâfatlandıracağını haber veriyor.
Bu üç sınıf, yüce Allah'ın da: "Birinci dereceyi kazananlar" (Tevbe: 9/100) şeklinde nitelediği ilk öndekilerdir.
Dördüncü sınıf, Hudeybiye barışından sonra hicret eden müminlerdir. Bunlar: "Sonra iman edip de..." ayetiyle işaret olunanlardır. Yani, daha sonra iman etmiş, birinci hicrette hicret edememiş, müslümanlarm gücü arttıktan sonra, Medine'ye hicret eden ilk müslümanlarla birlikte cihad etmiş müslü-manlar da sizdendir. Dostlukta, yardımda, fazilet ve mükafatta ilk muhacirler ve ensar gibidir. Onun için Cenab-ı Hak: "Onlardan sonra gelenler" (Haşr, 59/10) buyurmuştur.
Üzerinde ittifak bulunan ve sahih yollardan gelen hadisde, Resulullah (s.a.): "Kişi sevdiği ile beraberdir" buyurmuştur. Taberanî ve Dıyâ'nın Ebû Kursafe'den rivayet ettikleri başka hadis-i şerifte de: "Kim, bir kavmi severse, onlardandır" (başka bir rivayette: "Allah onu, onların içinde hasreder" ) buyurmuşlardır.
"Onlar da sizdendir" sözüyle, dördüncü sınıfin üçüncü sınıftan sayılması, önce davrananların sonraya kalanlardan üstünlüğüne -her ne kadar ayette ilk sınıf ile son sınıf arasında hicret ve iman gibi ortak bir nokta varsa da- işaret eder...
Sonra Allahü Teâlâ iman ve hicret velayetinin ardından akrabalık velayetini sayıyor: "Hısımlar..." Yani, kan bağıyla birbirlerine bağlı olan yakınlar. Ayet, zevi'l-füruz, asabe (baba tarafından akraba), rahim (ana tarafından akraba) gibi her türden akrabayı kapsamaktadır. Bunların bir kısmı diğerinden -Daru'l-hicretteki muhacir ve ensardan yardıma ve mirasa- Allah'ın mümin kullarına yazdığı hükümde daha lâyık ve bu konuda daha hak sahibidir.
Artık akrabalık velayeti, daha önceki dönemdeki iman ve hicretten doğan velayetten daha önemlidir. Mümin olan yakın, kan bağıyla bağlı akrabasına, uzak muhacir ve ensar akrabasından daha yakındır. O halde ayet, geçmiş ayeti tahsis etmektedir. Kâfir yakma gelince, küfür, onun akrabasına olan bağını keser.
Kan ve nesep kardeşliği ile birlikte, Allah'a iman kardeşliği, Allah'ın hükmünde, sadece din kardeşliğinden daha üstündür.
Sonra ayet "Şüphesiz Allah, her şeyi hakkıyla bilendir." şeklinde sona eriyor. Yani, şüphesiz Allah, her şeyi bilir. Onun ilmi geniş, sizin dünyevî ve uhrevî her şeyinizi, bu sûrede meşru kıldığı savaş, barış, ganimet, esir, sözleşme ve antlaşmaları müminlerle ve akrabalarla olan genel ve özel hükümleri bilir. Bu, sûrenin bütün hükümlerinin muhkem olduğuna, mensuh ve hükmü değiştirilmediğine, hepsinin hikmet, sevap ve yararlı olduğuna, içlerinden hiçbirinin gereksiz olmadığına işaret etmektedir.
Fakat: "Hısımlar Allah'ın kitabınca birbirlerine daha yakındırlar..." ayeti İbni Abbas, Mücahid, İkrime, Hasan, Katâde ve diğer bazılarından rivayete göre, daha önce, yardım etmiş olma ve dinen kardeş olma sebebiyle vâris olmayı neshetmiştir. Onların bu görüşünü, sahih ve mütevatir: "Şüphesiz Allah, her hak sahibine hakkını vermiştir, artık hiçbir vârise vasiyet yoktur" hadisi desteklemektedir.
Artık, yardım etme ve hicret sebebiyle vâris olma nesh olundu. Vâris olma, ancak akrabalık sebebiyledir. Cenab-ı hakkın: "Allah'ın kitabınca" sözünden, Nisa süresindeki miras ayetlerinde zikrolunan paylar amaçlanmaktadır. Şafiîlerin görüşü budur. Feraiz bilginlerine göre dar manada; dayı, hala, teyze, kız çocukları, kız kardeşlerin çocukları gibi zevi'l-erham için vâris olmak yoktur. Asabeler, birbirlerinden daha lâyıktırlar. Çünkü farzlar belirlenmiştir. Ha-nefîler ise şöyle der: "Bu ayetin nassıyla, zevi'l-erham için de vâris olmak sabit olur. Bu, asabelerden biri bulunmadığı zaman olur.
"Hısımlar, Allah'ın kitabınca birbirlerine daha yakındırlar..." ayetinin ör cesini neshettiğini reddedenler, velayeti (veliliği), yardım, sevgi ve tazimle yorumlarlar. Bu durumda birinci ayet, İslâm bağının, mezhep bağından daha kuvvetli olduğunu, ikinci ayet onların derecelerini ve gerçek mümin olduklarını, üçüncü ayet imanda ve hicrette gecikenlerin, daha öncekilerin hükmünde olduğunu, akrabalıkla yardımlaşmanın da istenen bir şey olduğunu açıklar.
"Hısımların yakınlığı" ile ilgili ayetten, irsî velayetin, ancak delilin özel olduğu şeyin dışında akrabalıkla olacağı amaçlanmaktadır: O zaman bu sözden maksat, velayetin irs sebebiyle velayete işaret etme ihtimali zannmı gidermektedir. Nitekim Razî: "Uygun olan da budur. Çünkü zaruret ve ihtiyaç olmaksızın neshi çoğaltmak caiz değildir" der.[36]
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/181.
[2] İbni Kesîr, 11/284.
[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/185-187.
[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/187-190.
[5] Muhammed İbni İshak Sîret'inde Abdullah ibni Abbas'tan rivayet etmiştir, bkz. İbni kesir, 11/288.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/194-195.
[6] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/195-196.
[7] Kurtubî, VII/373.
[8] Razî, XV/135.
[9] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/200-204.
[10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/208-210.
[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/214.
[12] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/218-220.
[13] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/223-224.
[14] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/226-227.
[15] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/230-231.
[16] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/234-236
[17] Razî, XV/164.
[18] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/242-243.
[19] Kurtubî, Vm/3-13.
[20] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/248-251.
[21] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/255-257.
[22] İbni Kesir, 11/316.
[23] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/260-263
[24] Razî,XV/174-175.
[25] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/267-268.
[26] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/270-271
[27] Bunu Ebu Davud et-Tayalisi, Ebu Davud et-Tirmizi, Nesai ve İbn Hibban Sahih’inde Şu’be’den nakletmişler, Tirmizi hadis için “hasen sahihtir” demiştir.
[28] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/274-276.
[29] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/280.
[30] Zemahşeri, 11/22.
[31] İbni Kesir, 11/322-323.
[32] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/284-287.
[33] Burada dünya menfaati ve malı "geçici" olarak adlandırılmaktadır. Çünkü onun kalıcılık ve devam özelliği yoktur. O bir arazdır ve sonra yok olur.
[34] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/295-297.
[35] Ancak İmam Ahmed bunu münferid olarak zikretmiştir.
[36] Razî, XV/213.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/302-307.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder