69-Hakka Suresi Meali Tefsiri Oku: Kıyamet Gününün
Azameti Ve O Günü Yalanlayanların Helak
Edilmeleri:
1-
Gerçekleşmesi muhakkak olan (Hakka);
2- Nedir o
gerçekleşmesi muhakkak olan?
3- Ve o
gerçekleşmesi muhakkak olanın ne olduğunu sana ne
bildirdi?
4- Semud ve Ad, kalpleri dehşetle ürperteni
(Kâria) yalanladılar.
5- Semud'a gelince, onlar aşırı şiddetli olan
(bir ses) ile (Tâğıya) helak edildiler.
6- Ad'a
gelince, onlar da ıslıklı ve azgın bir
fırtına (Sarsar) ile helak
edildiler.
7- O rüzgarı
onlara yedi gece ve sekiz gün peşpeşe musallat kıldı.
O
kavmi o süre
içinde içleri boşalmış hurma kütükleri imişler gibi yere yıkılmış
görürdün.
8- Şimdi
onlardan geriye kalanı görüyor musun?
9- Firavun da,
ondan öncekiler de, altı üstüne gelen kasabalar halkı da hep hata
işlediler.
10- Böylelikle
Rablerinin rasul(ler)ine isyan ettiler. Bundan ötürü o da kendilerini oldukça
şiddetli bir yakalayışla yakalayıverdi.
11- Şüphesiz ki
su haddini aştığı sırada sizleri gemide biz
taşıdık.
12- Onu sîzin
için bir ibret kılalım ve onu belleyen kulak da bellesin
diye.
Açıklaması:
Yüce Allah
Hakka suresini bu halin azametine, durumun büyüklüğüne, gerçekleşeceği günün
dehşetine delâlet edecek ifadeler ile başlatarak şöyle buyurmaktadır:
"Gerçekleşmesi muhakkak olan. Nedir o gerçekleşmesi muhakkak olan ve o
gerçekleşmesi muhakkak olanın ne olduğunu sana ne bildirdi?" Burada
gerçekleşmesi muhakkak olan (Hâkka)'dan kasıt kıyamettir. Ona bu adın veriliş
sebebi, işlerin o günde öylece gerçekleşmesinin hak oluşundan, şüphesiz ve
tereddütsüz olarak gerçekleşeceğinden dolayıdır. "Hakka" hak gün demektir.
Çünkü o günde bütün hakikatler açıkça ortaya çıkar. Yani vaadin ve tehdidin
gerçekleşmesi gerekli, geleceği kesin olan saatin tahakkuk edeceği kıyametin
durumu ve nitelikleri nelerdir? Onun şanı pek büyüktür, dehşeti çetindir. Onun
hakikatini Yüce Allah'tan başka idrak etmez ve niteliklerini kimse tasavvur
edemez. Ey rasul peygamber! Sana onu ne bildirdi? Çünkü o şanının azameti,
dehşetinin büyüklüğü dolayısıyla yaratılmışların bilgilerinin sınırları
dışındadır.
Yahya b. Sellam
dedi ki: Bana ulaştığına göre Kur'an-ı Kerim'deki: "Sana ne bildirdi?" diye
zikredilen ifadelere dair bilgileri Yüce Allah ona bildirmiş ve öğretmiştir.
"Sen nerden bileceksin" diye buyurduğu her bir husus ise, ona bilgisini
öğretmediği hususlardandır.
Süfyan b.
Uyeyne dedi ki: Yüce Allah'ın hakkında: "Sana ne bildirdi" diye geçen hususlar
ona bildirilmiştir. Hakkında "sen nerden bileceksin" diye buyurduğu hususlar da
bildirilmemiştir.
Daha sonra Yüce
Allah Mekkelileri ve başkalarını korkutmak için kıyamet gününü yalanlamış
bulunan geçmiş ümmetlere verdiği azap türünü söz konusu ederek şöyle
buyurmaktadır:
"Semud ve Ad
kalpleri dehşetle ürperteni yalanladılar." Yani Salih'in kavmi olan Semud
kabilesi ile Hud'un kavmi olan Ad kabilesi kıyamet gününü yalanladı. Kıyamet
günü dehşetleriyle insanların kalplerini çalan, maddeyi patlatıp darmadağın eden
demektir. Daha sonra Yüce Allah türlü azapları ve sonuçlarını etraflıca
açıklayarak şöyle buyurmaktadır:
"Semud'a
gelince, onlar aşırı şiddetli olan ile helak edildiler." Salih (a.s)'ın kavmi
olan Semud topluluğu aşın şiddetli olan ile büsbütün helak edildiler. Bundan
maksat ise ya şiddetli çığlık, yahut yıldırım ya da haddi aşacak kadar ileri
sarsıntılardır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O zulmedenleri ise
korkunç bir ses yakaladı." (Hud, 11/67) Burada kastedilen yıldırımdır. Yine
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Bunun üzerine şiddetli bir sarsıntı onları
yakalayıverdi de yurtlarında diz üstü çökenler olu-verdiler." (Araf, 7/78-91)
Burada da kastedilen zelzeledir. O halde lafızlar farklı olmakla birlikte
anlamları birdir.
"Ad'a gelince
onlar da ıslıklı ve azgın bir fırtına ile helak edildiler. O rüzgarı onlara yedi
gece ve sekiz gün peşpeşe musallat kıldı." Hud (a.s)'un kavmi, Ad kabilesi
çığlıklı, oldukça soğuk, son derece şiddetli esen, mahvedici bir rüzgarla helak
edildiler. Dehşetinin şiddeti, süresinin uzunluğu, soğuğunun fazlalığı oldukça
sınırı aşmış, şefkatsiz ve acımasız bir şekilde onların üzerinden geçmiş, Allah
o rüzgarı onlara musallat etmiş ve yedi gün, sekiz gece boyunca dinmeksizin,
kesilmeksizin sürekli olarak onların üzerine göndermiştir. Esen bu rüzgar ardı
arkasına getirdiği çakıl taşlarıyla onları öldürüyor ve yok ediyordu. Onların
kökünü kesip imha ediyordu.
Buraya kadar
görülen Kur'an-ı Kerim'de Ad kıssasının, Semud kıssasından önce söz konusu
edilmesidir. Fakat burada aksini görüyoruz. Çünkü Semud kıssasından çok kısa
bir şekilde söz edilmiştir. Daha kısa olanı öne almak ise Arapların
(anlatımdaki) adetlerindendir.
"O kavmi o süre
içinde içleri boşalmış hurma kütükleri imişler gibi yere yıkılmış görürdün.
Şimdi onlardan geriye kalanı görüyor musun?" Yani şayet sen o kavim ile kendi
topraklarında ya da o gün ve gecelerde hazır bulunup, onların yere düşmüş yahut
çürümüş hurma kütükleri gibi yıkıldıklarını, geriye de onlardan bir şey
kalmadığını görseydin, onların kalıntılarından geriye kalan bir kimseyi
farkeder miydin? Aksine onlar bir kişi kalmamak üzere helak oldular. Yüce Allah
onlardan geriye kimse bırakmadı. Nitekim bir başka yerde: "Onların
meskenlerinden başka bir şey görünmez oluverdi." (Ahkâf, 46/25) diye
buyurmaktadır.
Buhari ile
Müslim'de sabit olduğuna göre Rasulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Saba" sabah
vakti doğudan esen (rüzgar) "ile bana yardım olundu. Ad kavmi ise (batıdan esen
rüzgar olan) debûr ile helak edildi."
"Firavun da,
ondan öncekiler de altı üstüne gelen kasabalar halkı da hep hata işlediler."
Yani azgın Firavun ile ondan önce gelen kâfir ümmetler ile Lût kavminin altı
üstüne gelen kasabalarının halkı, şirk ve masiyetler demek olan hatalı işler
işlediler.
"Böylelikle
kendilerinin rasulüne isyan ettiler. Bundan ötürü o da kendilerini oldukça
şiddetli bir yakalayış ile yakalayıverdi." Her ümmet kendisine gönderilen
rasule karşı çıktı. Allah da onları helak edip, yok etti. Onları diğer kâfir
ümmetlere verdiği cezadan daha ağır, oldukça çetin ve acıklı bir azab ile
yakalayıverdi.
Ayetin baş
taraflarının bir başka benzeri Yüce Allah'ın şu buyruklarıdır: "Onların herbiri
rasullerini yalanladılar. Bu sebeple azabım hak oldu." (Sad, 38/14); "Bunların
hepsi peygamberleri yalanladı da benim azabım hak oldu." (Kaf, 50/14) Bir rasulü
yalanlayan bir kimse hepsini yalanlamış demektir. Nitekim Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Nuh kavmi rasulleri yalanladılar." (Şuara, 26/105); "Ad kavmi
rasulleri yalanladılar." (Şuara, 26/123); "Semud kavmi rasulleri yalanladılar."
(Şuara, 26/141); "Lût kavmi rasulleri yalanladılar." (Şuara,
26/160)
"Şüphesiz ki su
haddini aştığı sırada sizleri gemide biz taşıdık. Onu sizin için bir ibret
kılalım ve onu belleyen kulak da bellesin diye." Nuh (a.s) zamanında su haddini
aşıp Allah'ın izniyle yükselerek tufan gerçekleştiğinde sizler onların
sulblerinde olduğunuz halde mümin olan atalarınızı suyun üzerinde akıp giden
gemide taşımıştık. Böylelikle boğulmaktan kurtulmalarını ve müminlerin kurtulup
kâfirlerin suda boğulmalarını ibret ve öğüt kılmak istedik. Siz de bunu Yüce
Allah'ın büyük kudretine, harikulade sanatına ve çetin intikamına delil
görmeniz, işittiğini belleyen her bir kulak da bunu duyup dinledikten sonra onu
kavrayıp bellemeniz için yaptık. Buna göre Yüce Allah'ın: "Onu... kılalım ve
onu bellesin" buyruğundaki zamir bilinen vakıaya aittir ki; bu da müminlerin
kurtarılıp, kâfirlerin suda boğulmalarıdır.
İbni Ebi Hatim
ve İbni Cerir'in, Mekhul'den naklettikleri mürsel bir rivayete göre o şöyle
demiştir: Rasulullah (s.a.)'m üzerine: "Ve onu belleyen bir kulak da bellesin
diye" buyruğu nazil olunca Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Ben de Rabbimden
onu Ali'nin kulağı kılmasını diledim." Mekhûl dedi ki: Ali şöyle diyordu:
Rasulullah (s.a.)'dan işitip de unuttuğum hiçbir şey yoktur. Bu ayetin Ali
(r.a.) dolayısıyla indiğine dair Bureyde'den gelen haber ise, sahih
değildir. [1]
Kıyametin Bazı
Dehşetli Halleri:
13- Artık Sur'a
tek bir üfürüş üfü-rüldüğünde
14- Yer ve dağlar kaldırılıp, birbir- lerine
bir defa çarpılarak toz olduk-
larında
15- İşte o günde olan
olmuştur.
16-Gök yarümış ve ° ^nde °gevşemış
olacaktır.
17~ Melekler de onun çevresinde olacak(lar). O
günde üstlerinde bulunan sekiz (melek) Rabbinin Arşını
yüklenir.
18- O gün
hiçbir şeyiniz kalmaksızın arz olunursunuz.
Açıklaması:
"Artık Sur'a
tek bir üfürüş üfürüldüğünde" yani İsrafil kâinatın harap olmasıyla sonuçlanacak
ilk nefhayı üfürdüğünde... Bu ayetle kıyametin dehşetli hallerine dair haber
verilmektedir.
"Yer ve dağlar
kaldırılıp birbirlerine bir defa çarpılarak toz olduklarında" ilâhi kudret ile
yerlerinden kaldırılıp biri diğerine bir defa vurularak tek bir kütle haline
geldiklerinde ve hepsi darmadağın bir kum yığını olup, bilinen şekillerinden
farklı bir şekle bürünerek dağıldıklarında demektir. Nitekim Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "O gün yer başka bir yerle değiştirilecektir. Gökler de..."
(İbrahim, 14/48)
"İşte o günde
olan olmuştur." Kıyamet kopmuş, inen hüküm inip gerçekleşmiş
olacaktır.
"Gök yarılmış
ve o günde o gevşemiş olacaktır." Yani gök parçalanacaktır. O gün gök zayıf,
gevşek, birbirini tutmayan bir hale gelecektir. Oysa bundan önce güçlü ve yapısı
sapasağlamdı.
"Melek(ler) de
onun çevresinde olacak(lar). O günde üstlerinde bulunan sekiz (melek) Rabbinin
Arşını yüklenir." Yani melekler aziz ve celil olan Allah'ın kendilerine
vereceği emri uygulamak üzere semanın köşe bucaklarında hazırlıklı
bulunacaklardır. Göğün köşe bucaklarında bulunan meleklerin başları üzerinde de
Rabbinin Arşını sekiz melek taşıyacaktır. Sekiz saf melek diye de açıklanmıştır.
Bunların da sayısını Allah'tan başka kimse bilmez. Arş mahlukâtın en büyüğüdür.
Arşın taşınması bir mecazdır. Çünkü ilâhın taşınmasına imkân yoktur. O halde
tevil edilmesi kaçınılmazdır. Bu da Yüce Allah'ın onlara kendi bildikleri bir
şekilde belli bir rumuz kullanarak hitap etmesi şeklinde bir hitap olduğudur.
Bu da Beytin (Kabe'nin) bina edilmesi, kulların üzerinde Hafaza meleklerinin
bulunması gibidir. Çünkü Beytin bina edilmesinden kasıt, orada kalmak değildir.
Hafaza melekleri de -diğer meleklerin- unutma ihtimalinden dolayı
görevlendirilmemişlerdir.
"O günde hiçbir
şeyiniz gizli kalmaksızın arz olunursunuz." Yani o günde kullar hesaplan
görülmek üzere Allah'a arz olunacaklardır. Ne şahıslarınız, ne sözleriniz, ne
fiilleriniz, ne işlerinizin hiçbiri -ne olursa olsun-Allah'a gizli
kalmayacaktır. O gizli olanı da ondan daha da gizlisini de bilir. O açığa
vurulanları, gizlilikleri ve kalpleri bilir. Sizler kendisine hiçbir şeyin
gizli, saklı kalmadığı kimseye arz olunacaksınız. Böylelikle müminlerin sevinci
kemale ersin, günahkârlar da daha büyük çapta azarlanmış
olsun.
Arz hesaba
çekilmek ve sorgulanmaktan ibarettir. Burada askerlerin durumlarını öğrenmek
için onların sultana arzedilmelerine benzetme yapılmıştır. Şanı Yüce Allah'ın
böyle bir tabloyu tespit etmesi onun taht üzerine oturmasından dolayı
değildir.
Bu buyruklarda
ağır bir tehdit ve kesin bir azar ile zorlu bir hesabın oldukça önemli ve
tehlikeli olduğu haber verilmektedir.
İbni
Ebi'd-Dünya'nm rivayetine göre Sabit b. Haccac şöyle demiştir: Ömer b. Hattab
(r.a.) dedi ki: "Hesaba çekilmezden önce kendinizi hesaba çekiniz. (Amelleriniz)
tartıya arzedilmeden önce kendinizi tartınız. Çünkü bugün kendinizi hesaba
çekmeniz sizin için yarınki hesabı daha bir kolaylaştırır. O en büyük arz
olunma günü için de (güzel amellerle) süsleniniz: "O günde -hiçbir şeyiniz gizli
kalmaksızın- arzolunursunuz."
İmam Ahmed,
Tirmizi ve İbni Mace'nin rivayetine göre Ebu Musa Eş'arî dedi ki: Rasulullah
(s.a.) buyurdu ki: "İnsanlar kıyamet gününde üç defa arzolunacaklardır. İki
arzda tartışma yapılacak, mazeretler ileri sürülecektir. Üçüncüsünde ise; işte
o vakit amel defterleri uçuşarak sahiplerinin ellerine ulaşacaktır. Kimisi onu
sağ eliyle, kimisi sol eliyle alacaktır." Ancak Tirmizi bunu Ebû Hureyre'den
diye rivayet etmiş, İbni Cerir de bunu Abdullah b. Mesud'dan diye rivayet
etmiştir. [2]
Hesaptan Sonra
Kurtuluşa Eren İyi Kimselerin
Durumu:
19- Kitabı
sağından verilmiş olana gelince, der ki: "İşte alın, okuyun
kitabımı."
20- "Ben zaten
hesabıma gerçekten kavuşacağımı biliyordum."
21-Artık o
mutlu bir hayat içindedir:
22- Yüksek bir
cennette,
24- Geçmiş
günlerde peşinen işledikleriniz sebebi ile afiyetle yiyin,
için.
Açıklaması:
Yüce Allah
kıyamet gününde amel defteri sağından verilecek olanların mutluluklarını ve bu
sebeple sevineceklerini belirterek şöyle
buyurmaktadır:
"Kitabı
sağından verilmiş olana gelince, der ki: İşte alın okuyun kitabımı!" Hafaza
meleklerinin amellerini yazdığı kitabı sağ tarafından verilen kimse oldukça
sevineceğinden ötürü karşılaşacağı herkese şöyle der: Bu kitabı alın da
içindekileri okuyun. Çünkü o mahşer ehlindekilerin sıkıntılı ve korku
içerisindeki halini yaşadıktan sonra kurtulanlardan olduğunu öğrenmiş
olacaktır.
Nitekim Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır:
"Ben zaten
hesabıma gerçekten kavuşacağımı biliyordum." Hesabım ile karşılaşacağıma ve Yüce
Allah'ın günahlarım sebebiyle beni sorgulayacağına dair ağırlıklı bir kanaatim
vardı. Fakat Yüce Allah lütfuyla beni affetti ve günahlarım sebebiyle beni
sorgulamadı.
Müfessirlerin
çoğunluğuna göre anlam şöyledir: Ben dünyada iken ahirette hesaba çekileceğimi
ve bugünün kaçınılmaz olarak gerçekleşeceğini biliyor ve buna kesinlikle
inanıyordum. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlar gerçekten Rablerine
kavuşacaklarını kesinlikle bilirler." (Bakara, 2/46)[3]
Dahhak dedi ki:
Kur'an-ı Kerim'de müminin zannetmesi olarak geçen her bir buyruk yakîn (kesin
bilgi) ifade eder, kâfir hakkında kullanılmışsa şüphe anlamındadır. Mücahid dedi
ki: Ahirete dair zan yakîn, dünyaya dair zan ise şek (şüphe ve tereddüt) ifade
eder.
Zemahşeri dedi
ki: Burada zannm ilim (yakîn) anlamında kullanılmasının sebebi, zann-ı galibin
de adetler ve ahkâm ile ilgili hususlarda ilmin yerini tutmasından dolayıdır.
Meselâ, ben bu işin şöyle şöyle olduğunu ya-kîne benzer bir zan ile
zannediyorum, denilir.
Ayetin birinci
anlamını sahihte sabit olan ve İbn Ömer'den nakledilen şu hadis
desteklemektedir. Buna göre ona "necvâ: gizlice konuşma (fısıl-daşma)"ya dair
soru sorulunca şöyle dedi: Rasulullah (s.a.)'ı şöyle buyururken dinledim:
"Kıyamet gününde Allah kulunu yaklaştırır ve ona bütün günahlarını tek tek
söyletir. Kul nihayet artık helak olacağı kanaatine sahip olunca, Yüce Allah da
ona şöyle buyuracak: Dünyada iken ben bu günahlarını gizledim, bugün de sana
onları bağışlıyorum. Sonra da ona hasenatına dair kitabı sağ tarafından verilir.
Kâfir ve münafığa gelince şahitler (haklarında) şöyle diyeceklerdir:" "İşte
Rablerine karşı yalan söyleyenler bunlardır. Haberiniz olsun ki Allah'ın laneti
zalimlerin üzerinedir." (Hud, 11/18)
Daha sonra Yüce
Allah iyi ve takvalı müminin akıbetini açıklayarak şöyle
buyurmaktadır:
"Artık o mutlu
bir hayat içindedir. Yüksek bir cennette; devşirilecek meyveleri yakındır." O
yaşayışını olumsuz etkileyecek bütün etkenlerden uzak, hoşa giden ve hoşnut
olunan bir hayatı; mekânı itibariyle yüksek, değeri üstün mevki ve konumlan
yüce, meskenleri pek hoş, sevinci sürekli bir cennette yaşayacaktır. Bu cennet
bahçelerinin meyvelerinin toplanması için uzağa gitmeye gerek yoktur. Ayakta
olan da, oturan da, yatan da onları eliyle
alabilir.
Taberani'nin
rivayetine göre Selman-ı Farisi dedi ki: Rasulullah (s.a.) buyurdu ki: "Hiçbir
kimse şu izin belgesi olmadan cennete girmeyecektir: Rahman ve Rahim Allah'ın
adıyla! Bu Allah'tan filan oğlu filan için yazılmış bir belgedir. Onu üstün ve
devşirilecek meyveleri yakın olan bir cennete alınız." Aynı hadisi Ziya
el-Makdısi şu lafızla rivayet etmiştir: "Mümin kimseye sırat üzerinden geçiş
izin belgesi verilecektir: Rahman ve rahim Allah'ın adıyla. Bu aziz ve hakim
olan Allah'tan filana verilen bir belgedir. Onu devşirilecek meyveleri yakın
yüksek bir cennete alınız."
"Geçmiş
günlerde peşinen işledikleriniz sebebiyle afiyetle yiyin, için." Onlara şöyle
denilecektir: Ey takva sahibi iyi kimseler, cennetin hoş yiyeceklerinden,
meyvelerinden afiyetle yiyiniz, oradaki içeceklerden afiyetle içiniz. Bundan
dolayı sizin için herhangi bir sıkıntı yoktur. Bu da dünya hayatında
yaptıklarınıza bir karşılık ve işlediğiniz salih ameller sebebiyle bir
mükâfattır.
Bu mükâfat Yüce
Allah'ın onlara bir lütfü, nimeti ve ihsanıdır. Çünkü sahih bir hadiste sabit
olduğuna göre Rasulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Amel ediniz, aşırıya
gitmeyiniz. Kendinizi usandıracak kadar yorulmayınız. Şunu bilin ki; hiçbir
kimseyi kendi ameli cennete sokamaz." Sen de mi ey Allah'ın Rasulü, diye
sordular. Şöyle buyurdu: "Ben de; Allah'ın beni kendi katından bir rahmete ve
bir lütfa daldırması hali müstesna."
[4]
Kıyamet Gününde
Bedbaht Kimselerin Durumu:
25- Kitabı sol tarafından verilen kimseye
gelince, o da der ki: Keşke kitabım
verilmeseydi
26- "Ve keşke
hesabımın ne olduğunu bilmeseydim."
27- "Keşke bu
bitmiş olsa idi"
28- "Malımın
bana faydası olmadı."
29- Saltanatım
da beni bırakıp gitti,
30-Yakalayın
onu; ellerini de boynuna bağlayın onun.
31-Sonra
cehenneme ulaştırın onu.
32- Sonra onu
yetmiş arşın uzunlunda bir zincire vurun.
34 yoksulu
yedirmeye de teşvik etmezdi-
35- Artık bugün
burada onun hiçbir yakın dostu yoktur.
36- Gıslinden başka hiçbir yiyeceği de
yok.
37- Onu da ancak hata işleyenler
yer.
Açıklaması:
"Kitabı sol
tarafından verilen kimseye gelince, o da der ki: Keşke kitabım verilmeseydi!"
Yani kitabı sol tarafından ya da arkasından verilecek olan bedbaht kişi üzüntü,
keder acı ve pişmanlık ile -günahlarını ve çirkin amellerini göreceğinden- keşke
bana kitabım verilmeseydi, diyecektir. İşte bu bedenî azaptan önce manevi azabın
söz konusu olacağına delildir.
"Ve keşke
hesabımın ne olduğunu bilmeseydim, keşke bu bitmiş olsaydı. " Yani keşke hesaba
çekilerek hesabıma dair bir şey bilmemiş olsaydım. Çünkü hepsi benim aleyhime
vebaldir. Keşke dünyadaki ölümüm hayatı sona erdiren, kesip bitiren bir iş
olsaydı da ondan sonra diriltilmemiş olsaydım. Böylelikle o ölümün devam
etmesini ve dirilişin gerçekleşmemesini temenni edecek, buna sebep ise
amellerinin kötülüğünü ve uğrayacağı azabı görecektir. Katade dedi ki: Dünyada
iken ölümden daha çok hiçbir şeyden nefret etmediği halde ölümü temenni
edecektir. Bu ayetin bir benzeri de: "Kâfir: Ah keşke ben de toprak olsaydım,
diyecek." (Nebe, 78/40) buyruğudur.
"Malımın bana
faydası olmadı, saltanatım da beni bırakıp gitti." Malımın bana hiçbir faydası
olmadı. Allah'ın azabını kısmen dahi olsa benden uzaklaştırmadı. İleri süreceğim
bir delilim kalmadı. Makamım, mevkim, mülküm hep gitti. Bunlar da benden azabı
uzaklaştıramadı. Aksine bütün iş bana kaldı. Kimse bana yardımcı olamıyor, beni
himaye edemiyor. Ebu Hayyan dedi ki: Tercih edilen İbni Abbas'ın görüşüne göre
burada söz konusu edilen "saltanaf'tan maksadın, dünyada iken delil diye ileri
sürdüğü şeyler olduğudur. Çünkü kitaplarını sol taraflarından almak
hükümdarlara, sultanlara has bir şey olmayacaktır. Aksine bu bütün bedbaht
kimseler hakkında geneldir.[5] O vakitte Yüce
Allah onun varacağı yeri ve işinin akıbetini açıklayarak şöyle
buyuracaktır:
"Yakalayın onu,
ellerini de boynuna bağlayın onun. Sonra cehenneme ulaştırın onu, sonra onu
yetmiş arşın uzunluğunda bir zincire vurun." Yani Yüce Allah şöyle buyurarak
zebanilere emir verecektir: Bunu zincirlere, bukağılara bağlanmış olarak
yakalayın. Elleri zincirle boynuna bağlansın. Sonra onu oranın sıcağını tatsın
diye cehenneme götürün, sonra da hareket edemesin, diye bütün vücudunu sarıp
sarmalayacak yetmiş arşın uzunluğunda bir zincire
vurun.
Daha sonra Yüce
Allah bu şiddetli tehdit ve azabının sebebini şu buy-ruklanyla
açıklamaktadır:
"Çünkü o
azametli Allah'a iman etmezdi. Yoksulu yedirmeye de teşvik etmezdi." Yani o
kâfir ve inkarcı birisi idi. Azamet ve saltanatın sahibi Allah'a iman etmezdi.
Fakirlere, çaresiz yoksullara yemek yedirmeye -muhtaçlara, kendisi karşılıksız
olarak malını vermesi şöyle dursun- teşvik dahi etmezdi. Yani o tevhid, ibadet
ve şirk koşmamak gibi Allah'ın haklarını da yerine getirmez, iyilikte bulunmak,
iyilik ve takva üzere yardımlaşmak gibi kulların haklarını da yerine
getirmezdi. Fiilen yemek yedirmekten bah-sedilmeyip teşvikin sözkonusu edilmesi
durumunun kötülüğünü anlatmak içindir. Teşviki terkedenin, fiili terkeden gibi
olduğunu da ifade eder. Ayet-i
kerimede
kâfirlerin dinin fer'î hükümleriyle muhatap olduklarına dair delâlet de
vardır.
Böyle bir kimse
için azap kaçınılmazdır ve onun yakasını bırakmayacaktır. Nitekim Yüce Allah
şöyle buyurmaktadır:
"Artık bugün
burada onun hiçbir yakın dostu yoktur." Kıyamet gününde ona fayda sağlayacak
bir yakını, şefaatçi olacak bir dostu, Allah'ın azabından kurtaracak kimsesi
olmayacaktır. Nitekim bir başka ayette şöyle buyurulmaktadır: "Zalimlerin ne
candan bir dostu, ne de şefaati kabul edilir bir şefaatçisi olacaktır." (Mümin,
40/18) Yüce Allah'ın "burada" buyruğu da onların azap görecekleri mekâna bir
işarettir.
Böyle birisinin
yiyeceğini de Yüce Allah şöylece
anlatmaktadır:
"Gıslinden
başka bir yiyeceği de yok. Onu da ancak hata işleyenler yer." Böylesinin
cehennemliklerin vücutlarından akacak kan ve irinden başka yiyecek bir şeyleri
olmayacaktır. Bunu da ancak günah işleyen kimseler yiyecektir. Katade gıslin
hakkında o cehennemliklerin en kötü yiyeceğidir, demiştir. [6]
Kur'anın Azameti
Ve Onun Vahiy İle İndiğinin İspatı:
38- Hayır, yemin ederim ki gördüğünüz
şeylere
39-
Görmediğiniz şeylere de;
40- Muhakkak ki
o şerefli bir elçinin okuduğu sözüdür.
41- O bir şair sözü de değildir. Ne kadar az
inanırsınız.
42- Bir kâhin sözü de değildir. Ne kadar az
düşünüp ibret alırsınız.
43- O, alemlerin Rabbi tarafından
indirilmedir.
44- Eğer bazı sözleri uydurup bize
isnadetseydi'
45- biz onu
elbette kudretimizle alı-
46. Sonra da kalbinin damarını elbette
koparırdık.
47- O zaman da
sizden hiçbir kimse bunu ona yapmamıza engel
olamazdı.
48- Doğrusu o,
takva sahipleri için bir öğüttür. Aranızda yalanlayanlar olduğunu da elbette
biliriz biz.
50- Ve şüphesiz
ki o, kâfirler için bir hasrettir.
51- Ve muhakkak
ki o kesin bilginin gerçeğidir.
52- O halde
büyük Rabbini, adı ile teşbih et.
Açıklaması
"Hayır, yemin ederim ki gördüğünüz
şeylere, görmediğiniz şeylere de. Muhakkak ki o şerefli bir elçinin okuduğu
sözüdür." Yani ben isim ve sıfatlarımda kemalime delil olan gördüğünüz
yaratıklara ve sizin için gayb olan hususlara yemin ederim ki... Yahutta
gördüklerinizle, görmediklerinizle herbir şeye yemin ederim ki; Kur'an Allah'ın
kelâmı, vahyi, kulu ve risaleti tebliğ ile emaneti yerine ulaştırmak için
seçtiği rasulüne indirdiği kitabıdır. Şüphesiz o çok şerefli bir rasulün
okuduğu, çok şerefli bir rasulün tebliğ ettiği bir sözdür. Risalet yoluyla
Allah'tan alınıp insanlara ulaştırılmaktadır.
Kur'an'ın elçiye izafe edilmesi,
onun tarafından tebliğ edilmesi anlamındadır. Çünkü elçinin bir özelliği
kendisini elçi olarak gönderen adına bildirimde bulunmaktır. "Rasul: elçi" söz
konusu edilerek, bu Kur'an'ın onun kendiliğinden uydurduğu bir söz olmadığına
işarette bulunulmuştur. O elçilik (risalet) yoluyla Allah'tan alınıp bildirilen
Allah'ın sözüdür. Elçinin "şerefli" diye nitelendirilmesi de onun
güvenilirliğine bir işarettir. Onun basit, dünyevi maksatlara göz dikerek aldığı
risaleti değişikliğe uğratanlardan olmadığını
anlatmaktadır.
Çoğunluğun kanaatine göre burada
sözü edilen "şerefli elçi" Muhammed (s.a.)'dir. Çünkü bundan sonra Kur'an'ın
bir şair ve bir kahin sözü olmadığı zikredilmektedir. Araplar ise Cebrail'in
şair ya da kahin olduğunu söylemiyorlardı. Onlar bunu Muhammed (s.a.) için
söylüyorlardı.
Tekvir süresindeki buyrukta ise
çoğunluğun kanaatine göre sözü edilen "şerefli elçi" Cebrail (a.s)'dir. Çünkü
ileride de geleceği gibi daha sonra gelen nitelikler ona
uygundur.
"O bir şair sözü de değildir, ne
kadar az inanırsınız!" Kur'an ileri sürdüğünüz gibi bir şair sözü değildir.
Çünkü Muhammed (s.a.) şair değildir, ayrıca Kur'an ayetleri şiir türünden de
değildir. Sizler ise pek az iman eder, çok basit ölçülerde tasdik ediyorsunuz.
Buradaki "azlık"tan kasıt, zahiri anlamıdır ki, bu da kendilerine sizi kim
yarattı diye sorulduğunda Allah diye cevap vermeleridir. “Azlık” niteliğinin
sözlük anlamı ileiman olma ihtimali de vardır. Çünkü onlar kendilerine hiçbir
fayda sağlamayacak basit bazı şeyleri doğrulamışlardır. Zira onlar hayrın,
akrabalık bağını gözetmenin, iffetli hareket etmenin ve buna benzer Rasulullah
(s.a.)'ın emrettiği hususların doğru olduğunu kabul ediyor,
inanıyorlardı.
Kur'an'ın şiir olmadığı
belirtilirken "ne kadar az inanırsınız" denildiği halde bir kehanet olmadığı
söylenirken de "ne kadar az düşünüp ibret alırsınız" diye buyurulmuştur. Çünkü
Kur'an'ın şiir olmadığı adeta maddi olarak hissedilen apaçık bir
husustur.
Kur'an lafzının böyle olduğu
açıkça ortadadır. Çünkü şiir vezinli olup kafiyeli bir söz dizisidir. Kur'an
lafızları ise şiir kastıyla söylenmemiş ve çok az olan bazı bölümler dışında
böyle değildir. Muhteva bakımından şiir olmadığına gelince, Kur'an her türlü
bilgiyi, gerçeği ve mükellef olan bir kimseyi inatlaşmayan türden birisi olduğu
takdirde, bildirdiklerini tasdik etme sonucuna götüren bütün delilleri ihtiva
etmektedir.
Kur'an'ın bir kehânet olmadığını
anlamak için ise, düşünmeye ihtiyaç vardır. Kâhinlerin sözleri anlamsız birtakım
seciler (cümle sonlarında kafiyeler) ile tabiattan uzak birtakım şekillerdir.
Diğer taraftan Kur'an-ı Ke-rim'de şeytanlar lanetlenmekte ve onların
uygulamaları yerilmektedir. Kâhinler de şeytanların kardeşleridir.[7]
"Bir kâhin sözü de değildir. Ne
kadar az düşünüp ibret alırsınız." Kur'an sizin ileri sürdüğünüz gibi gelecekte
gaybî olan hususları bildiğini iddia eden bir kâhin sözü de değildir. Çünkü
kâhinlik ayrı bir iştir. Onunla Kur'an arasında ortak bir taraf yoktur. Çünkü
Kur'an'da şeytanlara lanet okunmaktadır. Onların ilham ettiği sözler olmasını
akıl kabul edemez. Fakat sizler pek az düşünüp öğüt alan kimselersiniz. Bundan
dolayı işin içinden çıkamıyor sunuz. Kur'an'ın söz düzeninin nasıl olduğu, onun
şeytanlara laneti ihtiva ettiği üzerinde düşünüp, ibret almadığınız için; o bir
kâhin sözüdür, dediniz. Daha sonra Yüce Allah asıl maksadı açıkça şöylece ifade
etmektedir:
"O alemlerin Rabbi tarafından
indirilmedir." Bilakis o insanların da, cinlerin de Rabbi olan Allah tarafından
indirilmiştir. Onu Cibril-i Emin Allah'ın Rasulü Muhammed (s.a.)'in kalbi
üzerine indirmiştir. O kendisini elçi gönderenin adına tebliğ yapan anlamında
bu rasulün (elçinin) sözüdür. İnsanlara bu sözü açıklayıp ve insanları ona imana
çağıran ve Kur'an'ı peygamberliğinin delil ve belgesi olarak ortaya koyan
Odur.
İmam Ahmed'in rivayet ettiğine
göre Şureyh b. Ubeyd dedi ki: Ömer b. Hattab dedi ki: Müslüman olmadan önce
Rasulullah (s.a.)'ı gözetlemeye çıktım. Benden önce mescide gelmiş olduğunu
gördüm. Arkasında durdum. Hakka suresini okumaya başladı. Kuranın o akıcı
sözleri beni hayrete düşürdü. Kendi kendime kâhindir dedim. Bu sefer: "Bir
kâhin sözü de değildir. Ne kadar az düşünüp ibret alırsınız. O, âlemlerin Rabbi
tarafından indirilmedir. Eğer bazı sözleri uydurup bize isnad etseydi, biz onu
elbette kudretimizle alıverirdik. Sonra da kalbinin damarını elbette
koparırdık. O zaman da sizden hiçbir kimse bunu ona yapmamıza engel olamazdı."
buyruklarını surenin sonuna kadar okudu. (Ömer (r.a) devamla) dedi ki: Bunun
üzerine İslâm kalbimde alabildiğine yer etti.
İbni Kesir dedi ki: İşte bu da
Yüce Allah'ın Ömer b. Hattab (r.a.)'m hidayetine etki etmeyi takdir buyurduğu
sebeplerden birisidir.
Daha sonra Yüce Allah Muhammed
(s.a.)'in Kur'an'dan bir şeyler uydurmaya güç yetiremeyeceğini şöylece
vurgulamaktadır:
"Eğer bazı sözleri uydurup, bize
isnad etseydi biz onu elbette kudretimizle alıverirdik." Eğer Muhammed ya da
Cebrail batıl bazı sözler uydurup, bunları kendisi uydurduğu halde -faraza-
Allah'a nispet etseydi, biz onu gücümüzle yakalar ve çarçabuk cezalandırır,
ondan intikam alırdık. Yahutta onun -öldürülmek istenen kişinin yakalanması
gibi- sağ elini yakalardık. Çünkü "yemin: sağ el" güç kudret
demektir:
"Sonra da kalbinin damarını
elbette koparırdık." Kalp daman (vetin) kalpten başa giden bir damardır. Bu
damar koptu mu kişi ölür. Bu da onun, hükümdarların gazaplandıkları kimselere
uyguladıkları en ağır ceza ile helak edileceğini anlatan bir
ifadedir.
"O zaman da sizden hiçbir kimse
bunu ona yapmamıza engel olamazdı." Yani sizden herhangi bir kimse bize karşı
onu savunamaz ya da onu bizden kurtaramazdı. Dolayısıyla sizin için Allah adına
yalan söylemeye kendisini zorlama cesaretini nasıl gösterebilir? Rasulü kimse
bize karşı koruyamaz ya da (istediğimiz takdirde) öldürmemize engel olamaz,
demektir.
Arkasından Yüce Allah Kur'an'm
birtakım nitelik ve faydalarını söz konusu ederek şöyle
buyurmaktadır:
"Doğrusu o takva sahipleri için
bir öğüttür." Yani Kur'an-ı Kerim Allah'ın emirlerine itaat edip, yasaklarından
kaçınarak Allah'ın azabından korkan takva ehli kimseler için bir öğüt ve bir
hatırlatmadır. Yüce Allah'ın: "O takva sahipleri için bir hidayettir." (Bakara,
2/2) buyruğuna benzemektedir. "Takva sahiplerV'nin özellikle sözkonusu edilmesi
ondan yararlananların onlar olmasıdır.
Yüce Allah'ın şu buyruğuyla
yalanlayıcıları tehdit etmesi de bu buyruklara uygundur: "Aranızda
yalanlayanlar olduğunu da elbette biliriz biz." Yani bizler küfür ve inat ile
bazılarınızın Kur'an'ı yalanladığını kesinlikle biliyoruz. Buna karşılık onları
biz cezalandıracağız. Bazınız da Hakka giden yolu bulduğundan ötürü onun
doğruluğuna inanmaktadır. Bu buyruk yalanlayıcılar için ağır bir tehdit ihtiva
etmektedir.
"Ve şüphesiz ki o, kâfirler için
bir hasrettir." Muhakkak bu Kur'an-ı Kerim kıyamet gününde kâfirler müminlerin
mükâfatlarını, Allah'ın onlara lütuflarını görecekleri vakit, onlar için bir
hasret ve bir pişmanlık sebebi olacaktır.
"Ve muhakkak ki o kesin bilginin
gerçeğidir." Muhakkak Kur'an-ı Kerim doğru haberdir, kesin gerçektir. Onda
hiçbir şüphe ve tereddüt yoktur. Çünkü o Allah'tandır. Muhammed (s.a.)'in
uydurduğu bir söz değildir.
"O halde büyük Rabbini adı ile
teşbih et." Yani Kur'an-ı Azim'i indiren Allah'ı Ona yakışmayan şeylerden teşbih
ile tenzih et. Teşbih, sübhanallah demektir. Aynı şekilde sözler uydurulup, O'na
nispet edilmesine razı olmaktan da O'nu teşbih et. Sana vahyettikleri sebebiyle
Allah'a şükür olmak üzere de Onu teşbih et.
"Rabbin adı" mukaddes zatına ya da
sıfatlarından birisine delâlet eden her bir lafızdır. Allah, rahman ve rahim
gibi. Özel ismin tenzih edilmesi ise zatın tenzih edilmesi demektir. Buna göre
"isim" lafzının başındaki "be" harfi zaiddir.
[8]
[1] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları:
15/82-85.
[2] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları:
15/87-88.
[3] Burada müellif her iki ayet-i kerimede de "zan" lafzının
kesin bilgi anlamında kullanıldığının kabul edildiğine işaret etmektedir,
(çev.)
[4] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları:
15/91-92.
[5] Bahru'l-Muhit, VIII/325 vd.
[6] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları:
15/95-97.
[7] Hasen el-Kummi Nisaburi, Garâibu'l-Kur'an,
XXIX/42.
[8] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
15/101-104.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder