70-Mearic Suresi Meali Tefsiri Oku: Müşriklerin
Kıyamet Azabı İle Tehdit Edilmeleri Ve Gerçekleşeceğinin
Vurgulanması
1- İsteyen biri inecek bir azabı
istedi.
2- O kâfirler içindir. Onu önleyebilecek
yoktur.
3- O üstün ve yüce dereceler
sahibi Allah'tandır.
4- Melekler de, Ruh da oraya
miktarı ellibin yıl olan bir günde yükselir.
5- O halde sen güzel bir sabır
ile
ı onlar onu uzak görürler. : onu
yakın görürüz.
8- O gün gök erimiş maden gibi
olacak.
9- Dağlar da renk renk boyanmış yün gibi
olacak.
10- Ve gerçek hiçbir dost, dostunu
sormayacak.
11- Bunlar onlara gösterilir. Her
günahkâr o günün azabından (kurtulmak için) feda etmeyi temenni eder;
oğullarını,
12- Zevcesini,
kardeşini,
13- Kendisini barındıran soyunu
so-punu;
14- Ve yeryüzünde olanların
hepsini; ve sonra da kendisini kurtarsın diye.
15- Asla! Çünkü o alevli bir
ateştir.
16- Deriyi soyup
çıkarandır.
17,18- Çağırır yüz çeviren ve
arkasına dönen kimseyi, toplayıp kaba dolduranı.
Açıklaması
"İsteyen biri inecek bir azabı
istedi. O kâfirler içindir. Onu önleyebilecek yoktur." Yani birisi ahirette
gerçekleşmesi muhakkak olan bir azabın getirilmesini istedi. Bu azap kâfirler
içindir ve onları gelip bulacaktır. Allah bu azabın gelmesini dilediğinde
gerçekleşmesi muhakkak olan bu azabı kimse engelleyemeyecektir. Buradaki
isteyiş, alay etmek ve işi yokuşa sürmek içindir. İsteyen kişi de Nadr b. Haris
b. Kelde ya da bir başkasıdır. Onlar şöyle demişlerdi: "Ey Allah! Eğer bu senin
katından (indirilmiş) hakkın kendisi ise durma bizim üzerimize gökten taş
yağdır. Yahut bize acıklı bir azap gönder." (Enfal, 8/32)
"O üstün ve yüce dereceler sahibi
Allah'tandır." Yani o azap meleklerin yükseldiği derecelerin sahibi Yüce Allah
tarafından gerçekleşecektir. İbni Abbas dedi ki: "Yüce dereceler sahibi"
semavatm sahibi demektir. Ona "me-aric: dereceler, basamaklar" adını vermesi
meleklerin onda yükselmelerinden ötürüdür. Katade'ye göre meâric, faziletler ve
nimetler sahibi demektir. Çünkü Yüce Allah'ın çeşitli nimet ve ihsanlarının pek
çok mertebesi vardır. Bu nimet ve ihsanlar da insanlara çeşitli mertebelerde
ulaşır.
Maksat kâfirlerin isteyip, acele
gelmesini istedikleri azabın hiç şüphesiz gerçekleşeceğini
anlatmaktır.
"Melekler de, Ruh da oraya miktarı
ellibin yıl olan bir günde yükselir." Yani bu derecelerde melekler ve Cebrail
(a.s) insanlar oraya yükselmek isteyecek olurlarsa dünya hesabı ile ellibin yıl
süreli bir günde Yüce Allah'a yükselirler. Fakat ruhanî melekler bu mesafeyi çok
kısa bir sürede yükselirler. Ne var ki burada ellibinden kasıt belli bir sayı
ile sınırlandırmak değildir. Maksat mutlak olarak çokluk ve meleklerin oldukça
uzak bir yere yükseldiklerini anlatmaktır. Buradaki "oraya"dan kasıt, Arş'ına ya
da hükmüne yahutta emirlerinin indiği yere ya da izzet ve keramet yerine; "Bir
günde" buyruğu da çoğunluğun görüşüne göre "yükselir" buyruğu ile alâkalıdır.
Yani yükseliş böyle bir günde gerçekleşir. Bundan kasıt da günün mutlak olarak
uzun olmakla nitelendirilmesidir.
Aynı zamanda İbni Abbas ve Hasan-ı
Basri'nin de görüşü olan bir başka görüşe göre "güri'den maksat kâfirleri
dehşete düşürüp korkutmak için kıyamet günüdür. Maksat da onların hesaba
çekilmek üzere insanlar arasında hüküm verilinceye kadar duracaklarıdır. Bu
süre de dünya yıllarından ellibin yıla tekabül eder. Arkasından cehennemlikler
ateşin çeşitli basamaklarında yerlerini alacaklardır. Azabı isteyiş ile
meleklerin yükselişi arasındaki ilişkinin sebebi de, onların bakışlarına göre
gün süresiyle Allah nezdindeki gün süresi arasındaki bir karşılaştırmadır. Onlar
dünyanın uzun süreli olduğunu görürler. Dünyanın süresi, Allah nezdindeki gün
ile kıyas edilecek olursa pek kısadır.
Bu ayetin Secde süresindeki:
"Sonra miktarı sizin saymanıza göre bin yıl olan bir günde." (Secde, 32/5) ayeti
ile birlikte açıklaması da şöyledir: Kıyametin çeşitli konumları ve durumları
vardır. Orada herbiri bin yıl süren elli konum olacaktır.
Bu uzun süre ancak kâfirler
hakkında söz konusudur. Müminler hakkında ise böyle olmayacaktır. Çünkü Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır: "O günde cennetliklerin kalacakları yer çok hayırlı
ve dinlenecekleri yer çok güzeldir." (Furkan, 25/24) Burada kalınacak ve
dinlenilecek yerin cennet olduğu hususu üzerinde müfessirlerin ittifakı vardır.
Ayrıca İmam Ahmed'in ve İbni Cerir'in rivayetine göre Ebu Said Hudri şöyle
demiştir: Ey Allah'ın Rasulü! Bugün ne kadar da uzun bir gün, diye soruldu.
Allah Rasulü şöyle buyurdu: Nefsim elinde olana yemin ederim ki bu mümin
hakkında o kadar hafifletilecek ki, onun için dünyada iken kıldığı bir farz
namazdan dahi daha kolay gelecektir.
"O halde sen güzel bir sabır ile
sabret." Ey Muhammed! Alay etmek, işi yokuşa sürmek, vahyi yalanlamak maksadıyla
azabı istemelerine aldırma. Bundan rahatsız olma. Onların seni yalanlamalarına,
getirdiklerini inkâr etmelerine, gerçekleşmesini uzak gördükleri azabın çabuk
gelmesini istemelerine karşı kalbini ferah tut. Güzel bir şekilde sabret,
tahammülsüzlük gösterme! Allah'tan başkasına şikâyet etme! İşte güzel sabrın
anlamı budur.
"Çünkü onlar onu uzak görürler.
Biz ise onu yakın görürüz." Onlar azabın gerçekleşmesini, kıyametin kopmasını
uzak görürler. Küfür olan inançlarına göre bunun gerçekleşmesini imkânsız kabul
ederler. Aynı şekilde süresi ellibin yıl olan kıyamet gününün çok uzak, hatta
imkânsız olduğunu kabul ediyorlar. Bizler ise biliyoruz ki bugünün
gerçekleşmesi pek yakındır, mümkündür, olmayacak bir şey değildir. Çünkü
gelecek olan herşey yakın demektir.
Daha sonra Yüce Allah o günün
birtakım niteliklerini ve o günde meydana gelecek birtakım olayları söz konusu
ederek şöyle buyurmaktadır:
"O gün gök erimiş maden gibi
olacak, dağlar da renk renk boyanmış yün gibi olacak ve gerçek hiçbir dost
dostunu sormayacak." Göğün zeytinyağı tortusu yahut eritilmiş bakır, kurşun ya
da gümüş gibi olacağı yani birbirini tutmayan gevşek ve darmadağın bir hale
geleceği, dağların ise rüzgarın savurduğu atılmış yün gibi olacağı gündür o
kıyamet günü. O günde yakın, bir başka yakınının durumunu, halini -en kötü
durumda olduğunu gördüğü halde- sormayacaktır. Çünkü göreceği dehşetli hallerden
ötürü kendisinden başkasıyla uğraşamayacaktır.
"Bunlar onlara gösterilir, her
günahkâr o günün azabından (kurtulmak için) feda etmeyi temenni eder:
Oğullarını, zevcesini, kardeşini, kendisini barındıran soyunu sopunu ve
yeryüzünde olanların hepsini ve sonra da (bunların) kendisini kurtarmasını
(ister)." Her arkadaş arkadaşını görür. Kimse, kimseden gizli kalmaz. Fakat
birbirleriyle konuşamazlar. Kâfir ve cehennem azabını hakettiren günah işlemiş
herbir günahkâr, başına gelen kıyamet günü azabından kurtulmak için bulabildiği
en değerli malı ya da kendisi için en kıymetli, en üstün insanları feda edip
kurtulmayı temenni eder. Çocuklarını, kardeşlerini, eşini, kabilesini, nesep
itibariyle kendilerine bağlı olduğu akraba ve aşiretini ya da zorlu zamanlarda
kendisini himaye eden ve kendilerine sığındığı yardımcılarını feda etmek ister.
Hatta günahkâr bir kimse, yeryüzünde bulunan cinleri, insanları ve diğer
yaratıkları dahi feda etmeyi arzu eder. Ancak onun kurtuluş için feda etmeyi
istedikleri bütün bu fidyeler kabul edilmez ve isterse yeryüzündekilerin hepsini
versin, vermek istediği bu fidyeler onu cehennem azabından
kurtaramaz.
Bu ayetin bir benzeri de Yüce
Allah'ın şu buyruklarıdır: "Ey insanlar! Rabbinizden sakının ve babanın oğluna,
oğlunun babasına hiçbir fayda sağlamayacağı o günden de korkun. Muhakkak ki
Allah'ın vaadi haktır." (Lokman, 31/33); "Eğer ağır yüklü bir kimse kendi yüküne
(birini) çağırırsa -akraba dahi olsa- o yükünden hiçbir şey yüklenmez." (Fatır,
35/18); "Sur'a üfürüldüğü o günde aralarında akrabalık bağı olmayacaktır,
birbirlerine soru da sormazlar." (Mu'minun, 23/101); "Kişinin kardeşinden,
annesinden, babasından, eşinden ve çocuklarından kaçacağı o günde bunlardan
herbir kişinin kendisine yeter bir işi olacaktır." (Abese,
80/34-37)
Özetle şanı Yüce Allah kıyamet
gününün dört niteliğini söz konusu etmektedir: O günde gök erimiş maden gibi
olacaktır. Dağlar da atılmış yün gibi olacaktır. Hiçbir dost bir başka dostunu
sormayacaktır ve kâfirler, o günün azabından kurtulabilmek için kendileri için
en değerli insanları ve yeryüzünde bulunanların hepsini feda ederek kurtulmayı
arzu edecektir.
Daha sonra Yüce Allah bu şekilde
fidyenin kabul edilmeyeceğini, bunun olmayacak bir şey olduğunu daha da
pekiştirerek şöyle buyurmaktadır: "Asla! Çünkü o alevli bir ateştir. Deriyi
soyup çıkarandır, çağırır yüz çeviren ve arkasına dönen kimseyi, toplayıp kaba
dolduranı." Yani bu günahkârların herbirisi yeryüzündekilerin hepsini ve dünya
malının tamamını fidye verip kurtulmak istese kabul edilmeyecektir. Onun için
aşın sıcak cehennem vardır, onun barınağı orasıdır. Nitekim Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "İşte ben sizi oldukça alevli bir ateşi haber vererek
korkuttum." (Leyi, 92/14) Cehennem ateşi eti üzerinde hiçbir şey bırakmamak
üzere kemikten sıyırır. Başın derisini, ellerin, ayakların derilerini,
bacaklarını etini soyup çıkarır, sonra herşey eski haline döner. Cehennem
dünyada iken haktan, imandan yüz çevirip arkasını dönen, malı toplayıp kaba
dolduran, hayır yolunda hiçbir şey infak etmeyen, malındaki nafaka ve zekât
gibi farz hakları yerine getirmeyen herkesi çağırır. Hasan-ı Basri der ki: Ey
Ademoğlu! Allah'ın tehdidini duyduğun halde yine de dünyayı kaba doldurmaya
çalışıyorsun.
"Kellâ: Asla" buyruğu günahkâr
kimseleri böyle bir temenniden vazgeçirmek, onların vermek istediği fidyenin
kabulünün imkânsız olduğunu açıklamak içindir. "O" zamiri cehennem ateşine
aittir. Cehennemden her ne kadar söz edilmediyse de azap cehennem ateşine
delâlet etmektedir. Daha sonra verilen haberin açıklığa kavuşturduğu müphem bir
zamir olması da mümkündür. Yani olay şu ki: ...demektir.
Çağırmak ise İbni Abbas'tan gelen
rivayete göre hakikat anlamındadır. Yahutta mecazî bir anlam ihtiva eder. Çünkü
cehennemin hazırlanışı ve yalanlayıcılara görünüşü onları çağırmaya
benzetilmiştir. O halde bu onların sanki cehennem onları çağırıp, cehenneme
getirilmesi gibi cehenneme getirilmelerini anlatan mecazi bir ifadedir.[1]
İnsan
Tabiatını Tedavi Eden On Özellik
19- Gerçekten insan cimri olarak
yaratılmıştır.
20- Yani o kendisine zarar
erişirse
21- Ona hayır dokunsa cimrilik edip infak
etmeyendir.
22- Ancak namaz kılanlar
müstesna.
23- Onlar ki namazlarına devam
ederler.
24- Onlar ki mallarında bilinen bir hak
vardır:
25- Dilenene ve
yoksula.
26- Onlar ki hesap gününü tasdik
ederler.
27- Ve onlar ki Rablerinin
azabından korkarlar.
28- Çünkü Rablerinin azabından yana güven altında
olunmaz.
29- Onlar ki başkalarına karşı
ırzlarını korurlar.
30- Eşlerine yahut sağ ellerinin sahip
olduklarına karşı müstesna. Çünkü onlar kınanmazlar.
31- Ama kim bundan ötesini
isterse, işte bunlar sınırı aşanlardır.
32- Onlar ki emanetlerine ve
ahidlerine uyarlar.
33- Onlar ki şehadetlerini
dosdoğru yerine getirirler.
34- Onlar ki namazlarını gereği
gibi kılarlar.
35- İşte bunlar, cennetlerde
ağırlanırlar.
Açıklaması
"Gerçekten insan cimri (helû1)
olarak yaratılmıştır." Yani o kendisine zarar erişirse feryadı basandır. "Ona
hayır dokunsa cimrilik edip, infak etmeyendir." Yani tahammülsüzlük insanın
mayasında vardır. Yahut helû', aşırı tutkun ve az sabırlı demektir. Belâya
sabretmeyen, nimetlere şükretmeyen kişinin vasfıdır. Aynı şekilde bu fakirlik,
ihtiyaç, hastalık ve benzeri bir sıkıntı gelip çattığında çokça tahammülsüzlük
gösteren ya da çokça üzülüp şikâyet eden kimse diye de açıklanmıştır. Buna
zenginlik, bolluk ya da makam, mevki yahut güç, sağlık ve benzeri nimetler
verilecek olursa da kimseye bir şeyler vermez, başkasına karşı oldukça cimrilik
gösterir, eli sıkı davranır.
İmam Ahmed'in ve Ebu Davud'un
rivayetine göre Ebu Hureyre (r.a.) dedi ki: Rasulullah (s.a.) buyurdu ki: "Bir
adamdaki en kötü şey, kişiyi mal toplamaya iten cimrilik ve korku zamanlarında
kalbin alabildiğine zaaf gösterdiği korkaklıktır."
Daha sonra Yüce Allah aşağıdaki on
niteliğe sahip kimseleri istisna etmektedir:
1, 2- Namazı
kılmak ve ona devam etmek: "Ancak namaz kılanlar müstesna. Onlar ki namazlarına
devam ederler." Yani hayra iletilen ve bu hususta kendilerine başarı verilen
kimseler dışındaki insanlar yerilmeye değer niteliklere sahiptirler. Bu müstesna
kimseler namazlarını eda ederler. Vakitlerine, farzlarına gereği gibi riayet
edenler. Onlar hiçbir zaman namazlarını terketmezler. Hiçbir iş onları namaz
kılmaktan alıkoymaz. Namazın farzlarından, sünnetlerinden birisini ihlâl
etmezler. Namazın hakikatinin gerektirdiği Allah ile irtibatlı olmak, huzur ve
sükûn içerisinde Allah'ın önünde saygı ile durmak emrini yerine getirirler.
Bunlar hiçbir şekilde cimrilik, sabırsızlık, başkalarını hayırdan mahrum etmek
gibi o sıfatlara sahip değildirler. Onlar imanları ve ruhlarındaki hak dinin
yer edinmiş olması sebebiyle övülmeye değer niteliklere ve hoşnut olunan
özelliklere sahiptirler.
Bu buyruk, ibadete devam etmenin
gereğine bir delildir. Nitekim sahih hadiste Aişe (r.a.)'den rivayete göre
Rasulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Allah için amellerin en çok sevileni az
dahi olsa devamlı olanıdır." Bir başka lafızda: "Ameli işleyenin devamlı
işlediği ameldir." şeklindedir. Aişe (r.a.) dedi ki: Rasulullah (s.a.) bir
amelde bulundu mu onu devamlı işlerdi yahutta üzerine sebatla devam
ederdi.
Bu durumda ayet ile namazı
vakitlerinde devamlı kılanlar kastedilmektedir. Namazın durumunu önemsemek ise
namazdan önce birtakım hususları yerine getirmeye dikkat etmekle gerçekleşir.
Abdest, avretin örtülmesi, kıbleye yönelmek ve diğer hususlar. Vaktin
girmesiyle birlikte kalbin namazla meşgul olması namaz ile birlikte dikkat
edilmesi gereken huşu, riyakârlıktan sakınmak gibi hususlarla nafileleri ve
tamamlayıcı diğer amelleri yapmak suretiyle ortaya çıkar. Ayrıca boş işlerden
sakınmak, itaate aykırı hususlardan uzak durmak gibi namaz ile ilgisi olan
hususların gözönünde bulundurulması da bunu gerçekleştiren hususlar arasındadır.
Çünkü namaz hayasızlıktan ve münkerden alıkoyar. Namazdan sonra ma-siyetin
işlenmesi o namazın kabul olunmadığının delilidir.
3- Zekâtı ve
diğer malî görevleri yerine getirmek: "Onlar ki mallarında bilinen bir hak
vardır: Dilenene ve yoksula." Onların mallarında ihtiyaç sahipleri için ayrılmış
belirli bir pay vardır. İster dilensinler, ister iffetli davransınlar. Bu farz
zekâtları ve insanın kendisini yükümlü tuttuğu adak yahut sürekli (cari) bir
sadaka ya da sürekli bir yardım (vakıf) gibi bütün hususları kapsar. İşte bu da
ruhu eğiten, ahlâkî hedefi ve üstün dinî amacı bulunan ibadetlerin farz
oluşundan sonra, toplumsal hedefleri bulunan malî ibadetin farz oluşunun
delilidir. Buna göre haktan maksat farz olan zekâttır. Bunun delili de "bilinen"
olmakla nitelendirilmesi ve namazın devamı ile birlikte söz konusu edilmiş
olmasıdır. Zekâtın dışındaki infaklar hakkında olduğu da söylenmiştir. O
takdirde bu mendupluk ve müstehap-lık ifade eder.
4- Amellerin
karşılıklarının verileceği günü tasdik etmek: "Ve onlar ki hesap gününü tasdik
ederler." Yani onlar kıyamet gününe yahut ölümden sonra dirilişe, hesaba ve
cezaya (amellerin karşılıklarının görüleceğine) kesinlikle inanırlar. Bugünün
geleceğinde hiç şüphe etmezler, onu inkâr etmezler. Bu sebeple onlar sevap ve
mükâfatı ümit eden, cezalandırılmaktan korkan kimselerin ruh hali ile amel
ederler. Bu da amelin itikadı, sözü ve fiili tashihe iten bir amacının
bulunduğunun bir delilidir.
5- Allah'ın
azabından korkmak: "Ve onlar ki Rablerinin azabından korkarlar. Çünkü Rablerinin
azabından yana güven altında olunmaz." Yani onlar farzları terkedip, yasakları
işleyecek olurlarsa Allah'ın azabından korkarlar, çekinirler. Çünkü azap
kesinlikle gerçekleşecektir. Herhangi bir kimsenin o azaptan yana kendini
güvenlikte hissetmemesi gerekir. Herkesin o azabtan korkması icab
eder.
Bu ayetin bir benzeri de şu
buyruklardır: "Gerçek müminler ancak o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman
kalpleri titrer." (Enfâl, 8/2); "Verdiklerini verirlerken Rablerinin huzuruna
dönecekler diye kalpleri ürperenler..." (Müminûn, 23/60)
İşte bu azaptan korkmanın kişiyi
itaate götüren, masiyetten de alıkoyan bir etken olduğunun ve kimsenin Allah'ın
azabından -ileri derecede itaatkâr birisi dahi olsa- kendisini güvenlik altında
görmemesi gerektiğinin delilidir.
6- İffetli
davranmak ve hayasızlıklardan uzak durmak: "Onlar ki başkalarına karşı
ırzlarını korurlar, eşlerine yahut sağ ellerinin sahip olduklarına karşı
müstesna. Çünkü onlar kınanmazlar. Ama kim bundan ötesini isterse işte bunlar
sınırı aşanlardır." Mahrem yerlerini haramdan alıkoyup Yüce Allah'ın izin
vermediği hallerden onları alıkoyan kimselerdir. Allah'ın izin verdikleri ise eş
ve cariyeler demek olan sağ ellerin sahip olduklarıdır. Bunlardan meşru olan bir
yolla yararlanmakta kınanacak bir taraf yoktur. Kim bundan başka bir arayışa
geçecek olursa o haddi aşmış, kendilerini de, ümmetlerini de zarara sokan taşkın
kimselerdirler.
Bu da evlilik ve -dünyada
köleliğin mevcut olduğu dönemlerde- cariyelerle yararlanmanın dışındaki bütün
yolların haram olduğunun delilidir.
7, 8-
Emanetleri eksiksiz yerine getirmek ve ahidlere bağlı kalmak: "Onlar ki
emanetlerine ve ahidlerine uyarlar." Yani onlar kendilerine verilen emanetleri
sahiplerine tastamam geri verirler. Antlaşmalarını da eksiksiz yerine
getirirler. Kendi adlarına bağlandıkları antlaşmalarından hiçbir şeyi ihlâl
edip bozmazlar. Onlara bir şey emanet edilecek olursa hainlik etmezler.
Ahidleştiklerinde de sözlerinde durmamazlık etmezler.
İşte bunlar müminlerin
nitelikleridir. Bunların zıttı ise münafıkların nitelikleridir. Nitekim sahih
hadiste şöyle buyurulmuştur: "Münafığın alâmeti üçtür: Konuştuğunda yalan
söyler, söz verirse sözünde durmaz, ona bir şey emanet edilirse hainlik eder."
Bir başka rivayette de şöyle denilmektedir: "Konuşursa yalan söyler, antlaşırsa
ahdini bozar, tartışırsa haddi aşar."
9- Şahitliği
hak ve gerçek ile eksiksiz yerine getirmek: "Onlar ki şeha-detlerini dosdoğru
yerine getirirler." Hakimlerin huzurunda hak ile şahitlik ederler. Eksiksiz ve
fazlasız olarak onu yerine getirirler. Yakın ya da uzak, üstün ya da aşağı
konumdaki hiçbir kimseye iyi davranmaya kalkışmazlar, şahitliği gizlemez ve onu
değişikliğe uğratmazlar.
10- Namaza
gereken dikkati göstermek: "Onlar ki namazlarını gereği gibi kılarlar."
Namazların vakitlerine, rükünlerine, farzlarına, müstehaplarına dikkat ederler.
Bunların hiçbirisini ihlâl etmezler. Başka şeylerle uğraşıp namazı unutmazlar.
Namazdan sonra da namazla çelişen yahut onunla bağdaşmayan bir iş yapmazlar.
Çünkü o takdirde namazın sevabı gider, ecri boşa çıkar. Bu sebepten onlar
namazlarına gayret ve şevkle başlar, namazı kılarken dünyevi meşgaleleri
kalplerinden uzaklaştırırlar, okudukları Kur'an'ı yahutta tekrarladıkları
zikirleri düşünür, kalpleri ile Allah'ın huzurunda durur, Kur'an ayetlerini
anlayarak okurlar.
"İşte onlar cennetlerde
ağırlanırlar." Yani sözü geçen bu sıfatlara sahip kimseler ebedilik
cennetlerinde kalacak, türlü lütuflarla, çeşitli lezzet ve sevinçlerle ikrama
mazhar olacaklardır. Nitekim Bezzar'ın ve Evsat'ta Ta-berani'nin Ebu Said'den
rivayet ettikleri hadiste şöyle buyurulduğu nakledilmektedir: "Cennette hiçbir
gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir insanın hatırına gelmeyen
şeyler vardır." [2]
Rasulullah'ı
(S.A.) Yalanlayan Kafirlerin Dünya Ve Ahiretteki
Durumları
36- Bu kâfirlere ne oluyor ki;
sana doğru hızlıca geliyorlar;
37- Sağdan ve soldan bölük bölük etrafını
sarıyorlar.
38- Acaba onların her biri Naim cennetine
koyulmayı mı ümit eder?
39~ Havır' gerçekten bizler onları
bildikleri o şeyden yarattık.
40- Hayır, doğuların ve batıların Rabbine yemin
ederim ki mutlaka biz güç yetirenleriz.
41- Onların yerine onlardan
hayırlı olanları getirmeye. Ve biz önüne
42- Artık kendilerine vaad olunan günle" üe
karşılaşıncaya kadar bırak onlar; dalsınlar, oynasınlar.
43- O gün onlar sanki dikilmiş putlara süratle
gidiyorlarmış gibi kabirlerinden hızlıca çıkarlar.
44- Gözleri horlukla aşağıda,
kendilerini de bir zillet sarmış olacaktır. İşte bu, onlara vaad edilegelen
gündür.
Açıklaması
"Bu kâfirlere ne oluyor ki, sana
doğru hızlıca geliyorlar. Sağdan ve soldan; bölük bölük etrafını sarıyorlar."
Yani ey peygamber, ne oluyor bu kâfirlere? Niçin küfre, yalanlamaya, seninle
alay etmeye hızlıca yöneliyorlar? Onların Peygamber (s.a.)'in sağında, solunda
dağınık topluluklar, çeşitli fırkalar ve gruplar halinde ondan kaçışıp ayrılarak
gittikleri görülüyor. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ne oluyor onlara
ki, öğütten yüz çeviricidirler. Onlar sanki aslandan ürküp kaçan yaban
eşşekleridir." (Müddessir, 74/49-51)
"Bölük bölük" lafzının boyunlarını
uzatmış ve sürekli sana bakmaktadırlar, anlamında olduğu da
söylenmiştir.
Daha sonra Yüce Allah onların
cenneti temenni edişlerinin yersizliğini söz konusu ederek cennetlere girmekten
ümitlerini kesilmeleri için şöyle buyurmaktadır:
"Acaba onların herbiri Naim
cennetine koyulmayı mı ümit eder?" Bu müşrikler bu şekilde küfür içinde iken
yalanlıyorlar ve Rasulullah (s.a.)'dan kaçıp, haktan uzaklaşmakta iken Naim
cennetlerine girmeyi mi ümit ediyorlar? Asla, aksine onların varacakları yer
cehennemdir.
Nitekim Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:
"Hayır, gerçekten bizler onları
bildikleri o şeyden yarattık." Yani onların asla cennete girme ümitleri yoktur.
Biz onları oldukça güçsüz bir meniden yarattık. Nitekim Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Biz sizi değersiz bir sudan yaratmadık mı?" (Mürselat, 77/20)
Bu buyruk, ölümden sonra dirilişin ve onların gerçekleşmesini inkâr ettikleri,
varlığını uzak bir ihtimal olarak kabul ettikleri azabın meydana geleceğinin
açık bir ifadesidir. Buna delil de onların da kabul ettikleri ilk yaratma bir
yana baştan yaratmadır. O halde insanların değerlendirmelerine göre tekrar
yaratmak, birincisinden daha kolay olacaktır. Yüce Allah'a göre ise ilk yaratmak
ile tekrar yaratmak aynı şeylerdir. Ayrıca onlar zayıf ve güçsüz bir şeyden
yaratıldıklarına göre, kendileri de zayıftırlar, onların bu şekilde
büyüklenmemeleri gerekir.
Ahmed, İbni Mace ve İbni Sad'in
rivayetine göre Rasulullah (s.a.): "Bu kâfirlere ne oluyor ki sana doğru hızlıca
geliyorlar..." buyruğundan itibaren: "Hayır, gerçekten biz onları bildikleri o
şeyden yarattık." buyruğuna kadar okudu. Daha sonra Rasulullah (s.a.) avucuna
tükürdü ve onun üzerine parmağını koyup şöyle dedi: "Allah buyuruyor ki: Ey
Ademoğlu, ben seni bunun gibi bir şeyden yaratmışken, sen beni nasıl aciz
bırakabilirsin? Nihayet seni, organlarını yerli yerine yerleştirdim, seni
dimdik ayakta duracak hale getirdim. İki elbisene bürünüp yürüdün. Yerde ses
çıkardın, mal topladın, onu başkalarına vermeyip alıkoydun. Nihayet canın boğaza
gelip dayanacağı vakit sadaka verme zamanı geldi(ğini
hatırlardın)."
Daha sonra Yüce Allah, iman
etsinler diye küfrü sürdürmeleri halinde helak edilmekle korkutup yerlerine
başkalarını yaratmakla tehdit ederek buyurdu ki:
"Hayır, doğuların ve batıların
Rabbine yemin ederim ki mutlaka biz güç yetirenleriz; onların yerine onlardan
hayırlı olanı getirmeye ve biz önüne geçilecekler değiliz." Yüce Allah güneşin,
ayın ve gezegenlerin sene boyunca her gün doğup battıkları yerlere yemin
ederek, biz bunlardan daha iyi, isyankârlık edenlerden daha çok Allah'a itaat
eden kimseleri yaratmaya ve bunları da helak etmeye kadiriz diye buyurdu. Biz
bunu dileyecek olursak hiçbir şey bizi aciz bırakamaz ve kimse bizi yenik
düşüremez. Aksine biz dilediğimizi yapabiliriz. Fakat irademiz ve hikmetimiz
onları cezalandırmayı ertelemeyi gerektirmiştir.
Bu da Yüce Allah'ın var etmeye de,
yok etmeye de -yemin ile pekiştirilmiş olarak- kudretinin kemalinin delilidir.
Mümkin (Allah tarafından yaratılmış) varlıklardan hiçbir şeyin Onu aciz
bırakamayacağını ortaya koymaktadır. Aynı zamanda bu ifadeler onların ciddiye
alınmadıklarını ortaya koymakta, sözlerinde çelişki bulunduğuna dikkat
çekilmektedir. Çünkü onlar hem ölümden sonra dirilişi inkâr ediyorlar, hem de
cennete girmeyi ümit ediyorlar. Yüce Allah'ın gökleri, yeri ve bildikleri
şeyden de kendilerini yarattığını da itiraf ediyorlar. Fakat diğer taraftan
onun kendilerini ikinci bir defa yaratabileceğine de iman
etmiyorlar.
Daha sonra Yüce Allah, Rasulüne
ölümden sonra diriliş gününe kadar onlardan yüz çevirmesini emir buyurarak
onlara olan tehdidini daha ileriye götürmekte ve şöyle
buyurmaktadır:
"Artık kendilerine vaad olunan
günleri ile karşılaşıncaya kadar bırak onları; dalsınlar, oyalansınlar." Ey
Muhammedi Bırak onları da batıl sözlerini söyleyip dursunlar. Dünya
hayatlarında oynayıp oyalansınlar. İnatla-şarak, yalanlamalarım, küfürlerini,
ölümden sonra dirilişi inkârlarını sürdürsünler. Kıyamet gününe ve o gündeki
dehşetli halleri görene, onun azabını tadarak amellerinin karşılıklarını
görecekleri güne kadar bu hallerini sürdürüp gitsinler.
O gündeki hallerinden
bazıları:
"O gün onlar sanki dikilmiş
putlara süratle gidiyorlarmış gibi kabirlerinden hızlıca çıkarlar." Şanı yüce
ve mübarek olan Rabbinizin, hesaba çekilmek üzere durulacak yere gelinmesi için
yapacağı çağrı ile kabirlerden ' hızlıca ve birbirleriyle yarışırcasına kalkıp
gidecekleri günü hatırla! Onların, hesabın görüleceği yere hızlıca gidişleri
dünyada iken dikilmiş bir bayrak yahut bir sancağa hızlıca koşuşmalarını
andıracaktır. Burada "dikilmiş şe/'den kasıt, dikilip de Allah'tan başka ibadet
olunan herbir şeydir.
"Gözleri korlukla aşağıda,
kendilerini de bir zillet sarmış olacaktır. İşte bu onlara vaad edilegelen
gündür." Gözleri zilletle ve üzülerek bakacaktır. Aşırı zillet onları
bürüyecektir. Bunun sebebi ise karşılarında duran azabın dehşeti ve dünya
hayatında itaate karşı büyüklenmenin karşılığı ve cezasıdır. Pek büyük dehşetler
ihtiva eden o gün Yüce Allah'ın karşı karşıya gelmekle onları tehdit edip
uyardığı, kendilerinin ise yalanladıkları gündür. Keşke o güne iman etselerdi de
azabtan kurtulsalardı.
Olacak hadiselerden mazi (geçmiş)
zaman kipiyle söz edilmesi, Allah'ın vaadettiği şeyin kaçınılmaz olarak
gerçekleşeceğinden dolayıdır. [3]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder