68-Kalem Suresi Meali Tefsiri Oku: Peygamberin
(S.A.) Din Ve Ahlakının Mükemmelliği
1- Nun, kaleme ve yazmakta
oldukları şeylere andolsun ki;
2- Sen Rabbinin nimeti sayesinde bir deli
değilsin.
3- Gerçekten senin için elbette kesilmeyecek
bir ecir vardır.
4- Ve şüphe yok ki sen çok büyük
bir ahlâka sahipsin.
5- Yakında sen de göreceksin,
onlar da görecekler.
6- Delilik hanginizde
imiş.
7- Muhakkak senin Rabbin, kendi yolundan
sapanları da en iyi bilendir, hidayet bulanları da en iyi bilen
O'dur.
Açıklaması
"Nun, kaleme ve yazmakta oldukları
şeylere and olsun ki sen Rabbinin nimeti sayesinde bir deli değilsin." Bu
buyruklardaki "Nun" bazı surelerin başında dikkat çekmek ve meydan okumak için
yer alan sad ve kaf gibi mukatta' harflerdendir. Ayetin anlamı şudur: Kendisi
ile yazı yazılan kaleme, insanların kalemle yazdıkları ilimlere ve bilgilere
yemin ederim ki, gerçekten sen ey Muhammed, Allah'ın sana ihsan etmiş olduğu
peygamberlik, iman, sağlam görüş ve güzel ahlâk gibi nimetler sebebiyle onların
ileri sürdükleri gibi deli değilsin.
Bu, Mekkelilerin onun deli olduğu
şeklindeki iftira ve iddialarına bir cevaptır. Mekke kâfirlerinin düşmanlık ve
kıskançlıklarından ötürü ona nispet ettikleri halden bütünüyle uzaktır ve
Allah'ın kendisine ihsan etmiş olduğu ve onu peygamberliğe ehil kılan üstün akıl
ve diğer ahlâki faziletleri gibi nimetler sebebiyle pek yüksek bir mevki ve
üstün bir konumdadır. Buradaki "Sen Rabbinin nimeti sayesinde bir deli
değilsin." anlamındaki ayet, hakkında yemin edilen
husustur.
Kaleme ve kalem ile yazılan
şeylere yemin etmek, bu nimetlerin büyüklüğüne ve konuşma ve maksadı açıklama
nimetlerinden sonra insan üzerindeki en üstün nimetler olduklarına bir
işarettir. Çünkü bu yolla kültür seviyesi yükselir, ilimler ve bilgiler,
toplumlar, ümmetler ve fertler arasında yayılır. Ayrıca ümmetlerin ve
toplumların diğer insanlara neler sunduklarının ve üstün gelişmelerinin de bir
delilidir.
İbni Cerir ile İbni Ebi Hatim'in
rivayetine göre İbni Abbas şöyle demiştir: "Allah'ın ilk yarattığı şey
kalemdir. (Allah) yaz, diye buyurdu. Kalem: Ne yazayım diye sordu. Şöyle
buyurdu: Kaderi yaz. Böylelikle kalem o günden kıyametin kopacağı vakte kadar
olacakların hepsini yazdı, sonra da nun'u (yani hokkayı)
yarattı."
İbni Asakir'in rivayetine göre Ebû
Hureyre dedi ki: Rasulullah (s.a.)'ı şöyle buyururken dinledim: "Şüphesiz
Allah'ın yarattığı ilk şey kalemdir. Daha sonra mürekkep hokkası demek olan
nun'u yarattı. Sonra buyurdu ki: Meydana gelecek amel, rızık ya da ecel
kabilinden herbir şeyi yaz. O da kıyamet gününe kadar olacakları ve olanları
yazdı. Sonra kalem üzerine mühür basıldı, artık kıyamet gününe kadar
konuşmayacaktır."
Taberani merfu olarak İbni
Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasulullah (s.a.) buyurdu ki:
"Allah'ın ilk yarattığı şey kalem ve balıktır. Kaleme yaz dedi, kalem: Ne
yazayım diye sordu. Kıyamete kadar olacak olan herşeyi, diye buyurdu. Daha
sonra: "Nun, kaleme ve yazmakta oldukları şeylere andolsun ki" buyruğunu
okudu.
Yüce Allah arkasından hakkında
yemin edilen şeylerin geri kalan bölümünü söz konusu ederek şöyle
buyurmaktadır:
"Gerçekten senin için elbette
kesilmeyecek bir ecir vardır." Yani şüphesiz sen peygamberlik yükünü taşıdığın,
daveti tebliğ etmek uğrunda türlü sıkıntılara katlandığın için pek büyük bir
sevap vardır senin için. Bu mükâfat ise asla kesintiye uğramayacaktır. O
sürekli olacaktır, yahutta insanlar tarafından bundan dolayı sana minnet
edilmeyecektir.
"Ve şüphe yok ki sen çok büyük bir
ahlâka sahipsin." Yani şüphesiz ki sen Allah'ın Kur'an-ı Kerimde sana gözetmeni
emrettiği pek büyük bir ahlâka sahipsin. Çünkü kavminden senin gibilerinin
kaldırmayacağı şeylere sen katlandın. Sen pek büyük bir edep, haya, cömertlik ve
kahramanlık, hilm (cahilce davranışları bağışlama), affetme ve buna benzer
ahlâkın güzel değerlerine sahipsin. Sen Yüce Allah'ın şu buyruğunda uymanı
istediği edep ve ahlâk kurallarına gereği gibi riayet edersin: "Sen af yolunu
tut, maruf olanı emret, cahillerden de yüz çevir." (A'raf,
7/199)
Ahmed, Müslim, Ebû Davud ve
Nesai'nin, Aişe'den rivayetlerine göre ona Peygamber (s.a.)'in ahlâkına dair
soru sorulunca şu cevabı vermiş: Rasu-lullah (s.a.)'ın ahlâkı Kur'an-ı Kerim'di
ya da onun ahlâkı Kur'an'dı. Sen: "Ve şüphe yok ki sen çok büyük bir ahlâka
sahipsin" buyruğunu okumadın mı?
Buna Peygamber (s.a.)'in şu
buyruğu da delildir: "Muhakkak Allah beni ahlâkın üstün değerlerini
tamamlayayım diye gönderdi."[1]
Ahlâkın üstün değerleri (mekârim-i ahlâk) ise dünya, din ve ahiretin salâhına
dair olan herşey demektir. Yine İbnu's-Sem'ani'nin Edebu'l-İmlâ adlı eserinde
rivayet ettiğine göre İbni Mesud'dan, Peygamber (s.a.)'in şöyle buyurduğu
nakledilmiştir: "Rabbim beni edeplendirdi. Benim edebimi ne de güzel etti!"
Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Sen af yolunu tut, maruf olanı emret,
cahillerden de yüz çevir." (A'raf, 7/199) Ben onun bu buyruğunu gereği gibi
yerine getirince de: "Ve şüphe yok ki sen çok büyük bir ahlâka sahipsin. " diye
buyurdu.
Buhari ile Müslim'de sabit
olduğuna göre Enes dedi ki: Rasulullah (s.a.)'a on yıl hizmet ettim. Asla bana
öf bile demedi. Yaptığım bir şeye niye yaptın da demedi. Yapmadığım bir şey için
de niye yapmadın, diye sormadı.
Ahmed'in rivayetine göre Aişe
(r.a.) dedi ki: Rasulullah (s.a.) eliyle asla bir hizmetçisine vurmadığı gibi
bir kadına da vurmadı. Eliyle asla hiçbir şeye vurmadı. Allah yolunda cihad etme
hali dışında. Eğer iki şey arasında serbest bırakılacak olursa mutlaka onların
kolay olanını daha çok severdi. Yeter ki günah olmasın. Şayet o şey günah olursa
insanlar arasında günahtan en uzak olan o idi. Allah'ın yasakları çiğnenmesi
hali dışında, ona yapılan herhangi bir işten ötürü kendi adına asla intikam
almadı. Şayet Allah'ın yasağı çiğnenmişse Yüce Allah için kendisi intikam
alırdı."
Rasulullah'ın pek büyük bir ahlâka
sahip olduğu belirtildikten sonra, Allah müşrikleri tehdit ederek şöyle
buyurmaktadır:
"Yakında sen de göreceksin, onlar
da görecekler. Delilik hanginizde imiş?" Yani ey Muhammed, sen de sana muhalefet
eden ve seni yalanlayan kâfir müşrikler de dünyada da, ahirette de hanginizin
deli, hanginizin sapıtmış olduğunu bileceklerdir. Bu onların: Muhammed delirmiş
ve sapıtmış bir kimse olduğu iddialarına bir cevaptır. Meftun (fitneye maruz
kalmış )dan kasıt, delilikle fitneye düşen kimse demektir. Bu da galeyana
getirmekten uzak, aklı uyarıp dikkat çeken üstün bir hitap
tarzıdır.
Bu tehdit Yüce Allah'ın: "Yarın
kimin mağrur ve şımarık bir yalancı olduğunu bileceklerdir." (Kamer, 54/26)
buyruğu ile: "Şüphe yok ki biz yahut siz ya bir hidayet üzereyiz ya da apaçık
bir sapıklıkta." (Sebe, 34/24) buyruklarını andırmaktadır.
Daha sonra Yüce Allah vaadi ve
tehdidi pekiştirerek şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak senin Rabbin kendi yolundan
sapanları da en iyi bilendir, hidayet bulanları da en iyi bilen O'dur." Yani
şüphesiz Allah gerçekte kimin sapık olduğunu bilir. Sen mi, yoksa seni
sapıklıkla itham eden mi? Her iki kesimden kimin dünya ve ahiret mutluluğuna
kavuşturacak hidayet üzere olduğunu da bilir; sen mi, onlar
mı?
Aksine sapık olanlar onlardır,
demektir. Çünkü dünya ve ahirette faydalarına aykırı halde olanlar, kendileri
için zararlı olan şeyleri tercih edenler onlardır. Yüce Allah da pek yakında
her bir kesime lâyık olduğu mükâfatı yahut cezayı
verecektir.
Sapmaktan maksat, din ve akidede
sapıklıktır. Hidayet bulmaktan maksat da dinde hidayeti, doğru yolu bulmaktır.
Bu ifadelerle Ebû Cehil b. Hişam, Velid b. Muğire ve benzerlerine bir gönderme
de vardır. [2]
Kafirlerin
Kötü Ahlakı
8- Artık yalanlayanlara itaat
etme.
9- Onlar senin kendilerine yumuşak
davranmanı arzu ettiler. Kendileri de bunun üzerine yumuşak
davranacaklardı.
10- Sakın itaat etme; çokça yemin eden, aşağılık
ve değersiz her kişiye;
11- Ayıplayıp duran, onun bunun s sözünü taşıyana;
12- Hayra durmadan engel olan,
haddi aşan ve günahkâr olana;
13- Cahil ve kaba üstelik kulağı
kesik olana;
14- O mal ve oğullar sahibi oldu,
diye.
15- Karşısında ayetlerimiz okunduğunda: "Bunlar
öncekilerin masallarıdır." der.
16- Biz onu burnunun üzerinden
damgalayacağız.
Açıklaması
"Artık yalanlayanlara itaat etme!"
Senin risaletini yalanlayan kâfirlere muhalefeti sürdür ve bu hususta sıkı
davran. Bu Yüce Allah'ın Mekke'nin ileri gelen müşriklerine karşı yumuşaklığı
açıkça yasaklayan bir buyruktur. Çünkü onlar kendisini atalarının dinine
çağırıyorlardı. Yüce Allah da ona onlara itaat etmeyi yahut da onları İslama
teşvik etmek maksadıyla itikadî bakımdan kısmen bir fedakârlıkta bulunarak
onlara şirin görünmeye çalışmayı yasaklamaktadır. Bu yasaktan maksat ise,
onlara muhalefet etmek için gayrete getirmek ve işi sıkı tutmak gerektiğini
anlatmaktır. Müfessirler der ki: Müşrikler Peygamber (s.a.)'den Allah'a bir
süre, kendi putlarına da bir süre tapınmasını istediler. Kendileri de Allah'a
bir süre, kendi ilâhlarına bir süre tapmacaklardı. Bunun üzerine Yüce Allah:
"Artık yalanlara itaat etme." buyruğunu indirdi.
"Onlar senin kendilerine yumuşak
davranmanı arzu ettiler. Kendileri de bunun üzerine yumuşak davranacaklardı."
Kendilerine karşı yumuşamanı temenni ettiler. Onlar da sana karşı
yumuşayacaklardı. Sen onların ilâhlarına meyledecek, onlara yaklaşacaktın.
Üzerinde bulunduğun hakkı terkede-cektin. Onlar da senin ilâhına ibadetin uygun
olduğunu kabul edeceklerdi.
Bu ayetin bir benzeri de Yüce
Allah'ın şu buyruğudur: "Ve eğer biz sana sebat vermemiş olsaydık onlara az
kalsın biraz meyledecektin. O takdirde biz sana hayatın da kat kat azabını,
ölümün de kat kat azabını tattıra-caktık. Sonra bize karşı hiçbir yardımcı
bulamayacaktın." (İsra, 17/74-75)
Daha sonra Yüce Allah yalanlayıcı
kâfirlerin tümü arasından küfrün dışında aşağıdaki yerilmiş on niteliğe sahip
kimseleri özellikle söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır:
1, 2- "Sakın
itaat etme; çokça yemin eden aşağılık ve değersiz her kişiye." Yani batıl ve
haksız yere çokça yemin eden, görüşü ve düşüncesi değersiz kimseye itaat etme!
Yüce Allah'ın şu buyruğu da buna benzemektedir: "Allah'ı yeminlerinizle iyilik
etmenize... engel yapmayın." (Bakara, 2/224) Bu ayette şuna da işaret
edilmektedir: İzzet-i nefis kulluğun sağlıklı bir şekilde yapılmasıyla
alâkalıdır. Bayağı bir kişilik sahibi olmak ise, rububiye-tin sırrından yana
gafil olmakla ilişkilidir. Aynı şekilde çokça yemin eden, çok da yalan söyler.
Çok yalan söyleyen kimse ise insanların gözünde
değersizdir.
3, 4-
"Ayıplayıp duran, onun bunun sözünü taşıyan." Çokça ayıplayan, çokça tenkid
eden, yüzlerine karşı insanlardan kötülükle söz eden, insanların arasını bozmak
için laf alıp götüren, çokça ayıplayan (lemmâz) ise; yokluklarında insanları
diline dolayan kimsedir. İbn Mace dışında Kütüb-i Sit-te sahipleri ile Ahmed b.
Hanbel'in rivayetlerine göre Huzeyfe şöyle demiştir: Rasulullah (s.a.)'ı şöyle
buyururken dinledim: "Cennete laf alıp götüren hiçbir kimse
girmeyecektir."
5, 6- "Hayra
durmadan engel olan, haddi aşan ve çok günahkâr olan" Cimri, insanları iman,
infak ve salih amel gibi hayırlardan engelleyen, zalim, hakkı ve Yüce Allah'ın
emir ve nehiy ile ilgili sınırlarını aşan küçük büyük çokça günah işleyen. Velid
b. Muğire'nin on oğlu vardı. Onlara ve yakınlarına şöyle derdi: "Eğer sizden
herhangi bir kimse Muhammed'in dinine uyacak olursa, ebediyyen ona en ufak bir
faydam dokunmayacaktır." Böylece onların müslüman olmalarını engellemişti. İşte
onları işlemekten alıkoyduğu hayır bu olmuştu.
7, 8- "Cahil ve
kaba üstelik kulağı kesik olan" yani sözü edilen kusurlarından başka o kaba,
katı, haşin, sert tabiatlı, kötü ahlâklı, Kureyş'e sonradan katılma, onlardan
olmayan şer ve kötülük işlemekte ünlü birisidir.
İmam Ahmed ile Ebû Davud dışında
Kütüb-ü Sitte sahiplerinin rivayetine göre Harise b. Vehb şöyle demiştir:
Rasulullah (s.a.) buyurdu ki: "Sizlere cennet ehlinin kimler olacağını
bildireyim mi? Onlar: Allah adına yemin ettiği takdirde Allah'ın yeminini yerine
getireceği güçsüz ve güçsüz görülen herkestir. Kimlerin cehennemlik olduğunu da
size bildireyim mi? Bunlar da mal toplayıp başkasına ulaştırılmasını engelleyen,
hayra karşı duran ve büyüklük taslayan herkestir."
Daha sonra Yüce Allah böyle bir
kimsenin kibir ve küfrünün birtakım sebeplerini ve dışa yansıyan hallerini
sözkonusu ederek şöyle buyurmaktadır:
9, 10- "O, mal
ve oğullar sahibi oldu diye." Yani Yüce Allah ona mal ve oğullar ihsan ederek
nimet verdi diye Yüce Allah'ı ve Rasulünü inkâr mı edecek? O böyle yapmakla
nimetlere küfür ve nankörlükle karşılık vermiş olur. Bu tutumunun Rabbi nezdinde
kendisine hiçbir faydası olmaz.
Bu ifadeler Yüce Allah'ın
kendisine vermiş olduğu mal ve evlât nimetlerine karşılık Allah'ın ayetlerini
inkâr ve onlardan yüz çevirmek şeklinde karşılık vereceğinden ötürü bir azap ve
bir sitemdir. Zemahşeri dedi ki: Bu Yüce Allah'ın: "Sakın itaat etme." buyruğu
ile alakalıdır. Yani bu kötü niteliklerle birlikte o kimse mal sahibidir diye
yani bolluk içinde ve dünyalıktan pay almış diye ona itaat
etme!
"Karşısında ayetlerimiz
okunduğunda: Öncekilerin masallarıdır der." Böyle birisine Kur'an ayetleri
okunacak olursa bunların yalan olduklarını, eskilerin kıssalarından ve batıl
hikayelerinden alındığını, bunların Allah tarafından gönderilmemiş olduğunu
ileri sürer.
Bu da Yüce Allah'ın azgın ve zorba
kişi tarafından söylediği belirtilen şu buyruklarına benzemektedir: "Başbaşa
bırak beni; tek başına yarattığım, kendisine bir hayli mal verdiğim ve
(yanında) hazır bulunacak oğullar ve kendisine alabildiğine nimetler verdiğim
kimseyle. Sonra daha da arttırmamı umar. Asla! Çünkü o ayetlerimize karşı çok
inatçıdır. Ben onu sarp yokuşa sardıracağım. Çünkü o düşündü, ölçtü, biçti.
Kahrolası ne biçim ölçtü, biçti. Tekrar tekrar kahrolası! Ne biçim ölçtü, biçti.
Sonra baktı, sonra kaşlarını çattı, yüzünü ekşitti, sonra yüz çevirip, büyüklük
tasladı ve hemen dedi ki: Bu nakledilegelen bir büyüden ibarettir. Bu insan
sözünden başka bir şey değildir." (Müddessir, 74/11-25)
Daha sonra Yüce Allah sözü edilen
bu kimsenin dünyada ya da ahiret-teki cezasını söz konusu ederek şöyle
buyurmaktadır:
"Biz burnu üzerinden
damgalayacağız onu." Yani burnu üzerinde kara bir leke bırakacağız. Bedir günü
savaştı, savaşta burnu kılıçla kesildi. Mü-berred dedi ki: Burada (ayetteki
lafzıyla) "hurtûm" burun demektir. Onu alçaltmak, hafife almak ve tahkir etmek
için bu lafız kullanılmıştır. Çünkü genelde yüz ya da burun üzerindeki alâmet,
eksiklik ve kusurdur. Bir topluluğun açıklamasına göre: "onu damgalayacağız"
buyruğundan kasıt, cehennemliklerin damgasını vuracağız demektir. Yani kıyamet
gününde onun yüzünü karartacağız. Yüzü anlatmak için de hurtûm (burun) lafzı
kullanılmıştır. Daha cehenneme girmeden önce yüzü ateşle kararmış olacaktır.
Böylelikle onun ya da burnunun üzerinde bir alâmet olacaktır. [3]
Bahçe
Sahipleri
17- Gerçek şu ki; biz o bahçe
sahiplerini sınadığımız gibi, bunları da sınarız. Hani sabah vaktinde onu
mutlaka devşireceklerine yemin etmişlerdi.
18- "(İnşaallah deyip) istisna da
yap-
iniyorlardı.
19, 20- Onlar uyurlarken hemen
onu Rabbin tarafından dört bir yanın-
dan bir belâ sardı. O da kapkara
kesiliverdi-
21- Sabah erkenden birbirlerine
seslendiler:
22- "Eğer devşirecekseniz erkence
mahsulünüzün başına gidin" diye.
23- Birbirleri ile gizlice konuşarak
gittiler:
24- "Sakın bugün hiçbir yoksul
kar-şınıza çıkıp oraya girmesin."diye.
25- "(Yoksulları) alıkoymaya
güçleri yetiyormuş gibi erkenden
gittiler.
26- "Fakat onu gördüklerinde dedi-
ler ki: "Muhakkak ki biz yolumuzu şaşıranlarız;"
27- "Hayır, aksine biz mahrum
bırakılanlarız."
28- Ortancaları: "Ben size demedim mi Allah'ı
teşbih etmeli değil miydiniz?" dedi.
29- "Rabbimiz münezzehtir,
gerçekten biz zalimler imişiz." dediler.
30- Karşılıklı olarak birbirlerini
kınamaya başladılar.
31- Dediler ki: 'Yazıklar olsun
bize, gerçekten biz azgınlar imişiz."
32- Rabbimizin bize ondan
hayırlısını ihsan etmesi umulur. Muhakkak ki biz Rabbimizden
dileyenleriz."
33- Azap işte böyledir. Ahiret
azabı ise elbette daha büyüktür; eğer bilselerdi.
Açıklaması
"Gerçek şu ki; biz o bahçe
sahiplerini sınadığımız gibi, bunları da sınadık. Hani sabah vaktinde onu
mutlaka devşireceklerine yemin etmişlerdi. İstisna da yapmıyorlardı." Yani
bizler Kureyşlilerce durumları bilinen bahçe sahiplerini sınadığımız gibi;
Mekke kâfirlerini de Rasulullah (s.a.)'m dua etmesi üzerine açlık ve kıtlıkla
imtihan edip sınadık. Bu bahçe sahipleri sabah vakti erkenden bahçelerinin
mahsullerini devşireceklerine yemin etmişlerdi. Böylelikle fakirler durumu
bilip daha önce aldıklarını almaya gelmesin istemişlerdi. Bu yolla mahsulün ve
ekinin tamamını kendilerine saklamaya çalışmışlardı. Bunu söylediklerinde de
inşaallah dememişlerdi. Çoğunluğun kanaatine göre onlar yemin edip inşaallah,
diyerek işi Allah'ın iradesi şartına bağlayıp, istisna yapmadıkları
kanaatindedirler. Çünkü onlar bu işi kesinlikle yapacaklarından emin idiler.
Başkalarının görüşü de şöyledir: Bundan maksat; onların ekinin tamamını
toplayacaklarını, yoksullara paylarını yahutta babalarının vaktiyle yoksullara
verdiği kısmı istisna etmeksizin bunu yapacaklarnı
anlatmaktır.
Maksat, durumlarının ortaya
çıkarılması için Mekkelilerin sınanması-dır. Allah'ın üzerlerindeki nimetlerine
şükredip, Allah'ın kendilerine müjdeci ve uyarıcı olmak üzere göndermiş olduğu
Allah Rasulüne iman mı edeceklerdi, yoksa onu yalanlayarak risaletini kabul
etmeyip Allah'ın üzerlerindeki hakkını inkâr mı edeceklerdi? Böylelikle bahçe
sahipleri cezalandırıldığı gibi, kendileri de lâyık oldukları cezaya
çarptırılacaklardı. İşte Yüce Allah'ın şu buyruğunda haber verdiği husus budur:
"Onlar uyurlarken hemen onu Rabbin tarafından dört bir yanından bir belâ sardı
da kapkara kesiliverdi." Yani o bahçeyi Allah tarafından gelen bir ateş
çepeçevre kuşattı ve onu yaktı. Yani bu bahçeye semavi bir afet gelip isabet
etti ve simsiyah bir gece gibi kapkara kesiliverdi. Benzetme yönü şudur: Bahçe
kurudu, yeşilliği kayboldu ya da ondan geriye hiçbir şey
kalmadı.
İbni Ebi Hatim'in rivayetine göre
İbni Mesud dedi ki: Rasulullah (s.a.) buyurdu ki: "Masiyetlerden olabildiğince
sakınınız. Çünkü kul bir günah işlediğinden ötürü kendisi için hazırlanmış bir
rızıktan mahrum bırakılabilir." Daha sonra Rasulullah (s.a.): "Onlar uyurlarken
hemen onu Rabbin tarafından dört bir yanından bir belâ sardı da kapkara
kesiliverdi" buyruğunu okudu. İşte onlar günahları sebebiyle bahçelerinin
mahsulünden mahrum bırakıldılar."
Fakat onlar olup bitenin farkında
değillerdi. Maksatlarını gerçekleştirmek üzere kararlılıkla yola koyuldular.
Yüce Allah buyuruyor ki: "Sabah erkenden birbirlerine seslendiler: Eğer
devşirecekseniz erkence mahsulünüzün başına gidin, diye." Sabah vakti
mahsulleri toplamak için birbirlerine seslendiler: Haydi sabahın erken saatinde
meyve ve ekinleri toplamaya gidiniz, eğer mahsullerinizi toplamak istiyorsanız,
dediler. Mücahid dedi ki: Onların mahsulleri üzüm idi.
"Birbirleriyle gizlice konuşarak
gittiler: Sakın bugün hiçbir yoksul karşınıza çıkıp oraya girmesin diye."
Mahsullerinin yanına hızlıca gittiler. Bu arada gizlice konuşuyor ve
birbirlerine şöyle fısıldıyorlardı: Yanınıza bir fakirin dahi girmesine imkan
vermeyiniz. O takdirde sizden daha önce babanızın verdiğini kendisine de
vermenizi isteyecektir.
"Alıkoymaya güçleri yetiyormuş
gibi erkenden gittiler." Yani mahsulü toplamaya, yoksulları engelleyip onları
mahrum bırakmaya güçleri yetiyormuş kanaatiyle sabah erkenden gittiler. Bu
buyruktan onların fakirleri mahrum bırakmak istedikleri, fakat maksatlarının
aksi ile karşı karşıya bırakıldıkları anlaşılmaktadır.
"Fakat onu gördüklerinde dediler
ki: Muhakkak ki biz yolumuzu şaşıranlarız." Yani bahçelerine ulaşıp, onu yanıp
karardığından ötürü insanın içini sızlatan o halini gördüklerinde birbirlerine:
Biz yanlış geldik. Bahçemizin yolunu kaybettik. Bu bizim bahçemiz değildir,
dediler.
Daha sonra dikkatle bakıp kendi
bahçeleri olduğunu ve Yüce Allah'ın bahçelerindeki mahsul ve ekini yok ederek
kendilerini cezalandırdığını anladıklarında şöyle
dediler:
"Hayır, aksine biz mahrum
bırakılanlarız." Hayır, gerçekte Allah bizi bahçemizin mahsulünden mahrum
bıraktı. Buna sebep ise bizim yoksulları bu bahçenin mahsulünden mahrum bırakmak
isteyişimizdir. İşte bizim en ufak bir payımız kalmadı. Fakat yaptığımıza da
pişman olduk. Nitekim Yüce Allah bundan sonra şöyle
buyurmaktadır:
"Ortancaları: Ben size demedim mi?
Allah'ı teşbih etmeli değil miydiniz, dedi." Yani onların en akıllıları,
itidalli olanları, görüşü ve dine bağlılığı itibariyle en iyileri dedi ki:
Allah'ı teşbih etmeli, O'nu anmalı, size verdiklerine ve bağışladığı
nimetlerine karşı şükretmeli, yaptığınızdan dolayı Allah'tan mağfiret dilemeli
ve verdiğiniz karar ile ilgili niyetinizden de tev-be etmeli değil
misiniz?
Acı hakikat ile karşı karşıya
kaldıklarında Allah'ı andılar ve şu sözleriyle günahlarını itiraf
ettiler:
"Rabbimiz münezzehtir. Gerçekten
biz zalimlermişiz dediler." Yani Allah bahçemize bu yaptıklarıyla bize
zulmetmiş olmaktan münezzehtir, dediler. Asıl yoksullara haklarım vermemekle
kendi kendimize biz zulmettik.
Fakat onlar itaatin fayda
vermediği bir zamanda itaat ettiler, pişmanlığın işe yaramadığı bir zamanda
pişman olup kusurlarını itiraf ettiler.
Daha sonra Yüce Allah'ın buyurduğu
gibi birbirlerini kınamaya koyuldular:
"Karşılıklı olarak birbirlerini
kınamaya başladılar." Yani mahsullerin toplanmasında yoksulların haklarını
vermemekteki ısrarları sebebiyle birbirlerini kınamaya başladılar. Günahlarını,
kusurlarını itiraf etmekten ve kendi elleriyle helak edilmek üzere beddua
etmekten başka bir yol da bulamadılar. Yüce Allah buyurdu
ki:
"Dediler ki: Yazıklar olsun bize!
Gerçekten biz azgınlar imişiz." Yani ey ölüm gel de bizi yakala, dediler. Çünkü
bizler haddi aşan, azgın kimselerdik ki bu işler başımıza
geldi.
Daha sonra Rablerine
kaybettiklerinin yerini tutacak bir başkasını ihsan buyurması için dua ederek
dediler ki: "Rabbimizin bize ondan hayırlısını ihsan etmesi umulur. Muhakkak ki
biz Rabbimizden dileyenleriz." Yani belki Rabbimiz Allah bize bahçemizden daha
hayırlısını verir. Biz çok affedici olan Rabbimizden ümit ediyoruz, hayır da
ondandır. Mücahid dedi ki: Onlar tevbe ettiler ve onlara eski bahçelerinden
hayırlısı verildi.
Daha sonra Yüce Allah bu kıssadan
alınacak ibreti söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: "Azap işte böyledir.
Ahiret azabı ise elbette daha büyüktür, eğer bilselerdi." Yani işte dünya
azabı, da bahçe sahiplerinin mahsulden mahrum bırakmaları ve Mekkelilerin
kıtlık ve öldürülme azapları gibidir. Allah'ın emrine muhalif hareket eden ve
Allah'ın verdikleri ile ihsan ettiği nimetlerde cimrilik ederek yoksulun ve
fakirin hakkını vermeyen herkesin azabı budur. Ahiret azabı ise dünya azabından
daha çetin, daha büyük ve daha ağırdır. Eğer müşrikler bunu bilselerdi
akıllarını başlarına alır ve Muhammed Mustafa (s.a.)'nın davetine iman etmeye
koşar, azgınlık ve sapıklıklarından vazgeçerlerdi. Fakat onlar bilmiyorlar. Bu
da onların ne kadar gafil ve cahil olduklarına, haktan ve doğrudan ne kadar uzak
olduklarına bir delildir. [4]
Takva
Sahiplerinin Mükâfatı Ve İtaatkâr İle İsyankârın Birbirine Eşit
Olmayacağı
34- Muhakkak ki takva sahipleri
için Rableri yanında naim cennetleri vardır.
35- Biz müslümanları o günahkârlar
gibi küar mıyız hiç?
gg_ j^e ojju size. nasıı hüküm
veri-
37- Acaba sizin bir kitabınız var
da ondan mı okuyorsunuz?
38- Beğenip seçtiğiniz herşey
mutlaka sizindir diye (orada mı yazıyor?)
39- Yoksa sizin bizim üzerimizde: "Ne hüküm
ederseniz muhakkak sizindir" diye kıyamet gününe kadar sürecek yeminleriniz mi
vardır?
40- Sor onlara! Buna hangileri
kefildir?
41- Yoksa onların ortakları mı
var? Eğer doğru söyleyenler iseler, o halde ortaklarını
getirsinler.
42- Baldırın açılacağı o günde
onlar secde etmeye davet edilecekler de edemeyecekler.
43- Gözleri önlerine eğilmiş, kendilerini de bir
zillet kaplamış olarak. Halbuki onlar sapasağlam iken secdeye
çağrılıyorlardı.
Açıklaması
"Muhakkak ki takva sahipleri için
Rableri yanında naim cennetleri vardır." Allah'a karşı takvalı olup, emirlerine
itaat eden herkese, ahirette sonu gelmeyecek, bitmeyecek ve herhangi bir şeyin
olumsuz gölge düşürmediği, katıksız nimetlerden başka şeylerin bulunmadığı
cennetler olacaktır.
Mukatil dedi ki: Bu ayet nazil
olunca Mekke kâfirleri müslümanlara şöyle dedi: Yüce Allah dünya hayatında
bizleri size üstün kılmıştır. Dolayısıyla ahirette de bizleri size üstün
kılacağı muhakkaktır. Eğer üstün olmasak dahi en azından size eşit
oluruz.
Daha sonra Yüce Allah onların bu
sözlerine şöylece cevap verdi:
"Biz müslümanları o günahkârlar
gibi kılar mıyız hiç?" Yani bizler amellerin karşılıklarını vermek bakımından
her iki kesimi birbirine nasıl eşit yaparız? İtaatten ayrılmayan kimseleri,
işlediği masiyetlere aldırmayan, isyankâr, günahkâr ve yolun dışına çıkmış
kimselerle nasıl eşit kılabiliriz? İtaatkâr ile isyankâr arasında asla eşitlik
olmayacaktır.
Daha sonra Yüce Allah böyle bir
eşitliği ispatlamak yahut bu iddiamn gerçekliğini ortaya koymak için aklî ya da
naklî hiçbir delilin bulunmadığını belirterek şöyle
buyurmaktadır:
1- "Ne oldu
size, nasıl hüküm veriyorsunuz?" Nasıl böyle bir kanaatiniz olabilir ve böyle
bir sapık hükme varabilirsiniz? Sanki amellerin karşılığının verilme işi size
bırakılmış gibi konuşuyorsunuz. Aklın ve doğru düşünmenin en basit ilkeleri
bile böyle bir zannı ya da hükmü kabul etmez. Bu buyruk, böyle bir aklî delilin
bulunmayacağını ortaya koymaktadır.
2- "Acaba sizin
bir kitabınız var da ondan mı okuyorsunuz? Beğenip seçtiğiniz herşey mutlaka
sizindir diye?" Yoksa sizin elinizde gökten indirilmiş, okuduğunuz,
bellediğiniz, elden ele dolaşan bir kitabınız mı var? Bu kitabın sizin iddia
ettiğinizi pekiştiren bir hükmü mü var? Ve siz burada mı itaatkârın isyankâra
eşit olduğunu okumaktasınız? Bu kitapta ahirette seçtiğiniz ve arzuladığınız her
şey size verilecektir, diye bir şey mi yazıyor? Bu da bu hususta naklî bir
delilin olmadığını ortaya koymaktadır.
3- "Yoksa sizin
bizim üzerimizde: Ne hüküm ederseniz muhakkak sizindir diye kıyamet gününe
kadar sürecek yeminleriniz mi vardır?" Yani sizlerin Allah ile kıyamet gününe
kadar sapasağlam ve pekiştirilmiş ve sizi cennete koyacağına, istediğiniz ve
arzu ettiğiniz herşeyi elde edeceğinize, verdiğiniz hükümlerin lehinize yerine
getirileceğine dair taahhütler mi almışsınız? Bu da onların beklentileri ve
zanları ile ilgili ilâhi vaadin bulunmadığını ortaya
koymaktadır.
4- "Sor onlara!
Buna hangileri kefildir?" Yani ey Muhammed, onları azarlayarak de ki: Bunu
taahhüd eden ve buna kefil olan kim? Ahirette müslümanlara ne verilecekse
kendilerine verileceğine dair hangileri kefil olabilir?
5- "Yoksa
onların ortakları mı var? Eğer doğru söyleyenler iseler, o halde ortaklarını
getirsinler." Onların ahirette müslümanlara verileceklerin bir benzerini verme
kudretine sahip, Allah'a koştukları birtakım putları, O'na eş koştukları uydurma
ilâhları mı var? Onların bu tür ortakları varsa ve o iddialarında doğru söylüyor
iseler, kendilerine yardımcı olmaları için o ortaklarını getirsinler. Bu da
geleneksel inanışlarını reddetmekte ve müşriklerin inançlarının özünü
çürütmektedir.
Özetle ayetlerden maksat şudur:
Onların benimsedikleri kanaatlerini ispatlamaya yarayacak aklî bir delilleri de
-okudukları kitap demek olan-naklî delilleri de yoktur. Bu hususta onlar
Allah'tan söz de almamışlardır. Söylediklerine kefil olacak kimse de yoktur.
Akıllı olup da onların kanaatlerini uygun bulup destekleyecek kimse de yoktur.
Bütün bunlar onların iddialarının tutarsız olduğunun
delillerindendir.
Daha sonra Yüce Allah işin oldukça
çetin bir hal alacağı günde ortaklarını getirmeleri için kendilerine şöylece
meydan okumaktadır: "Baldırın açılacağı o günde onlar secde etmeye davet
edilecekler de edemeyecekler." Yani onlar işin oldukça şiddetli bir hal alacağı,
sıkıntının çokça büyüyeceği o günde kendilerini kurtarmaları için ortaklarını
getirsinler. Bunlar ortaklarını ve kendilerine yardım edecek kâfirlerle
münafıkları dünyada secde etmeyi terkettiklerinden ötürü onlara azar olmak üzere
secde etmeye çağırılacaklar; fakat secde edemeyeceklerdir. Çünkü o sırada
sırtları kaskatı kesilecek, tek bir parça haline gelecek, secde etmek için
bükülemeyecektir.
Buhari, Müslim ve başkalarının
rivayetlerine göre Ebû Said Hudri şöyle demiştir: Peygamber (s.a.)'i şöyle
buyururken dinledim: "Kıyametin o dehşetli saatlerinde erkek kadın her mümin Ona
secde edecek. Geriye dünyada iken riyakârlık olsun ve başkaları işitsinler diye
secde edenler kalacak. Bunlar secde etmek isteyecek, fakat sırtlan kaskatı
kesilecek."
Yüce Allah'ın: "Baldırın açılacağı
o günde" buyruğundan maksat işin oldukça çetin bir hal olup sıkıntılı
olacağıdır. Çünkü Yüce Allah cisimden ve yaratılmışlann bütün sıfatlanndan
münezzehtir. Bundan maksat bildiğimiz organ değildir. O bakımdan bu, belirtilen
şekilde te'vil edilir.
"Gözleri önlerine eğilmiş,
kendilerini de bir zillet kaplamış olarak. Halbuki onlar sapasağlam iken secdeye
çağırılıyorlardı." Yani gözleri zillet içinde ve onlan ileri derecede bir
zillet, bir hasret ve bir pişmanlık kaplamış olacaktır. Halbuki dünyada iken
namaza, Yüce Allah için secde etmeye çağınlıyorlardı. Onlar bu çağnyı kabul
etmeyip isyan ettiler, azgınlaştılar. Oysa sağlıklı idiler, bu işi
yapabilirlerdi. Hastalıklan, secde etmelerini engelleyecek engelleri yoktu.
Nehaî ve Şa'bî dedi ki: Secde etmekten maksat farz olan
namazlardır.
Özetle onlar secde etmeye, ibadet
etmek ya da bununla mükellef oldukları için çağrılmayacaklardır. Bundan maksat
dünyada iken secdeyi terketmelerinden dolayı azarlanmalarıdır. Onlar sağlıklı ve
esenlik içinde olduklan halde dünyada iken secde etmeyi kibir sebebiyle
kendilerine ye-dirmediklerinden, dünyadaki hallerinin zıttı ile
cezalandırılacaklardır ve ahirette buna güç yetiremeyeceklerdir. Yüce Rabbimiz
tecelli edeceğinde müminler Ona secde edecek fakat kâfir ve münafıklardan hiçbir
kimse O'na secde edemeyecek, aksine önceki hadislerde belirtildiği gibi sırtları
kaskatı bir parçaya dönüşecektir. [5]
Kâfirlerin
Allah'ın Kudreti İle Korkutulmaları Ve Peygamber (S.A.)'e Sabr Edip Bütün
Alemlere Kur'an İle Öğüt Verip Hatırlatmasının
Emredilmesi
44- Artık beni ve bu sözü yalanlayanları başbaşa
bırak! Biz onları bilmeyecekleri bir yerden derece derece azaba
yaklaştıracağız.
45- Ben onlara mühlet veriyorum. Muhakkak benim
onlara karşı ted- birim sapasağlamdır.
46_ Yoksa sen onlardan bir ücret mi istiyorsun
da onlar bir borçtan dolayı ağır bir yük altında mı
bırakıl-
dılar?
4?
yoksa gayb onların yanındadır
48-Artık Rabbinin hükmüne
sabret
ve °bahk sahibi gîw olma-Hani
°
gamla dolu dolu dua
etmişti.
49-
Eğer ona Rabbinden bir nimet
erismemisolsaidib°mb°şbirç°le
kınanmış halde
atılacaktı.
50- Sonra Rabbi onu seçti de onu
sa-lihlerden kıldı.
51- Gerçek şu ki; o kâfirler zikri
işittiklerinde neredeyse gözleri ile seni devireceklerdi. Bir de: "Muhakkak ki
o bir delidir." diyorlar.
52- Halbuki o ancak alemler için
bir öğüttür.
Açıklaması
"Artık beni ve bu sözü
yalanlayanları başbaşa bırak! Biz onları bilmeyecekleri bir yerden derece
derece azaba yaklaştıracağız." Beni onlarla başbaşa bırak. Kur'an'ı yalanlayan
bu kişilerin hakkından senin adına ben gelirim. Onları nasıl cezalandıracağımı
ben bilirim. Onların bu durumlarını düşünme. Bizler onları farkına varmaksızın
azab ile yakalayacak, onları adım adım azaba doğru iteceğiz. Nihayet onları
-bunun adım adım azaba yaklaştırılmak olduğunu bilmeyecekleri bir şekilde-
azabın içerisine düşüreceğiz. Çünkü onlar içinde bulundukları bu halin bir
nimet bağışı olduğunu sanıyorlar. Bunun akıbeti ve sonunda neler ile
karşılaşacaklarını düşünmüyorlar. Bu ise onlar için çok ağır bir tehdit,
Peygamber (s.a.) için de bir tesellidir.
Onlar verilen nimetlerin derece
derece azaba yaklaştırılmak olduğunun farkına varmıyorlar. Aksine bunun Yüce
Allah'tan bir lütuf olduğuna inanıyorlar. Gerçekte ise aynı durum onları hakir
düşürmektir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Zannederler mi ki biz
kendilerine mal ve oğullar vermekle, iyilikleri kendilerine çabucak
ulaştırıyoruz. Hayır, onlar farkında değiller." (Mü'minun, 23/55-56) Yine Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlar kendilerine hatırlatılanı unutunca biz de
üzerlerine herşeyin kapılarını açtık. Nihayet kendilerine verilenlere sevinince
ansızın onları tutup yakalayıverdik de ümitsiz kesiliverdiler." (En'am,
6/44)
Burada da Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Ben onlara mühlet veriyorum. Muhakkak benim onlara karşı
tedbirim sapasağlamdır." Yani günahları daha çok artsın ve tuzağın daha çok
farkına varamasınlar diye onlara süre tanıyor ve erteliyorum. Şüphesiz
kâfirlere karşı benim tedbirim ve tuzağım pek güçlü ve pek çetindir. Benim
emrime aykırı hareket eden, peygamberlerimi yalanlayan, bana karşı isyankârlık
etmek cüretini gösteren hiçbir kimse benden kurtulamaz. Yüce Allah'ın hile
yapmak demek olan "keyd" tabirini onlara karşı tedbiri hakkında kullanması bu
şekilde görülmesinden dolayıdır. Çünkü onlara zarar vermek maksadıyla onlara
faydalı görünen bazı şeyler vermiştir. Buna sebep ise Yüce Allah'ın onların
murdarlıklarını ve küfürde ayak diretip gideceklerini
bilmesindendir.
Buhari ve Müslim'deki rivayete
göre Rasulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz Allah zalime süre tanır.
Fakat onu bir defa yakaladı mı artık bir daha bırakmaz." Daha sonra da: "Rabbin
zulüm yapan ülkeleri yakaladığında işte böyle yakalar. Şüphesiz onun yakalayışı
pek acıklı, pek şiddetlidir." (Hud, 11/102) buyruğunu
okudu.
Daha sonra Yüce Allah, onların
İslâmı ve hakkı kabul etmelerini engelleyen bütün engeli ortadan kaldırmak
üzere şöyle buyurmaktadır:
"Yoksa sen onlardan bir ücret mi
istiyorsun da onlar bir borçtan dolayı ağır bir yük altında mı bırakıldılar?"
Yani yoksa sen onlardan hidayet, onlara öğretmek, risaletini tebliğ etmek,
onları Yüce Allah'a iman etmeye davet etmek karşılığında bir ücret mi
istiyorsun da onlar yüklenmekle karşı karşıya kaldıkları bu ağır malî yükü -mal
harcamaktaki cimriliklerinden dolayı- ödemekten kendilerini ağır bir yük altında
mı kabul ediyorlar? Anlatılmak istenen şudur: Sen onlardan bir ücret istedin de
bundan dolayı mı senin çağrını kabul etmekten yüz çevirdiler. Oysa ey Muhammed,
sen onları Yüce Allah'ın yoluna onlardan alacağın bir ücret söz konusu
olmaksızın davet etmektesin. Ücret istemek yerine sen bunun mükâfatını Allah'tan
umuyorsun. Bununla birlikte onlar cahilliklerinden, küfürlerinden ve
inatlarından dolayı kendilerine getirdiğin hakkı yalanlamaktadırlar. Bununla
peygamberlik ispat edilmektedir. Çünkü Peygamber (s.a.) maddi herhangi bir
menfaat için değil, hayra bizzat hayır olduğu için
çağırmaktadır.
"Yoksa gayb onların yanındadır da
onlar mı yazıyorlar?" Yani gayb bilgisi onların yanında olduğundan ötürü delil
diye kabul ettikleri şeylerden istediklerini yazarak bu şekilde gaybdan
yazdıkları ile seninle tartışıyorlar ve kendileri hakkında diledikleri hükmü
vererek böylelikle de senin çağrını kabul etmeye, sözüne uymaya ihtiyaçları mı
kalıyor?
Maksat onların İslâm risaletini
kabul etmekten yüz çevirmekte dayanabilecekleri nakli bir delillerinin
bulunmadığını anlatmaktır.
Yüce Allah kâfirlerin izledikleri
yolun oldukça tutarsız olduğunu ortaya koyduktan, (risalete dair) şüphelerini
tek tek çürüttükten ve bundan dolayı da onları azarladıktan sonra, rasulüne
onların eziyetlerine katlanıp, risaletini tebliğ etmek üzere sabır ve sebat
göstermesini emrederek şöyle buyurmaktadır: "Artık Rabbinin hükmüne sabret ve o
balık sahibi gibi olma. Hani o gamla dolu dolu dua etmişti." Yani ey Muhammed,
Rabbinin senin ve bu müşrikler hakkında vereceği hükme, kavminin sana
eziyetlerine ve yalanlamalarına katlan. Durmaksızın yahut onların karşı çıkış
ve eziyetleri dolayısıyla tökezlemeksizin davetini tebliği sürdür. Şüphesiz
dünyada da, ahirette de güzel akıbet sana ve sana tabi
olanlaradır.
Usanmak, acelecilik ve
öfkelenmekte de Yunus (a.s) gibi olma. Çünkü o kavmine öfke duyarak ayrılıp
gitmişti. Ondan sonra başına gelenler gelmişti. Denizde yolculuğa çıkmış, balık
onu yutmuş, denizlerde kaybolmuştu. Yaptıklarına pişman olmuş ve balığın
karnında karanlıklar içerisinde kavmine karşı öfke ve kederle dolu olduğu halde
seslenmişti. Buna sebep ise onları imana davet etmekle birlikte iman etmeyişleri
idi. Nitekim bir başka ayet-i kerime'de şöyle buyurmaktadır: "Ve balık sahibini
(Yunus 'u da an)! Hani gazaplanıp gitmiş ve bizim kendisini asla
sıkıştırmayacağımızı sanmıştı. O bakımdan karanlıklar içinde: "Senden başka ilâh
yoktur. Seni tenzih ederim. Gerçekten ben zulmedenlerden oldum." diye
seslenmişti. Biz de duasını kabul edip, kendisini gamdan kurtarmıştık. Biz
müminleri işte böyle kurtarırız." (Enbiya, 25/87-88)
Yani onun gösterdiği sabırsızlık
ve kızgınlık sende olmasın. O takdirde sen de onun karşı karşıya kaldığı hal ile
sınanırsın. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Eğer ona Rabbinden bir
nimet erişmemiş olsa idi. Bomboş bir çöle kınanmış halde atılacaktı." Yani
tevbeye muvaffak kılınarak Allah tarafından tevbesi kabul olunmak suretiyle
Allah'ın rahmet ve nimeti ona yetişmemiş olsaydı, balığın karnından hiçbir
bitkisi bulunmayan bomboş bir arazi üzerine bırakılır ve o bu haliyle de
işlediği günah sebebiyle kınanır, Allah'ın rahmet ve lûtfundan da
uzaklaştırılmış olurdu. Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Sonra
Rabbi onu seçti de onu salihlerden kıldı." Yani Rabbi peygamberlik ve vahiy için
onu seçti, onu kavmine gönderilen mükemmel derecede salih rasul ve nebilerden
kılarak yüzbin yahut daha fazla sayıdaki kimselere rasul olarak gönderdi, onlar
da hep birlikte ona iman etti. Dikkat edilirse buradaki "levlâ: ...me-miş olsa
idi" lafzı kınanma halinin gerçekleşmediğine delâlet etmektedir. Daha sonra Yüce
Allah peygamberini müşriklerin düşmanlıklarından şu buyruklarıyla
sakındırmaktadır:
"Gerçek şu ki; o kâfirler zikri
işittiklerinde nerede ise gözleri ile seni devireceklerdi: 'Bir de muhakkak ki
o bir delidir' diyorlar." Yani onlar -Ze-mahşeri'nin de dediği gibi- düşmanlık
ve kinlerinden ötürü sana keskin ve dikkatle bakarak nerede ise ayağını
kaydıracaklar, yahut seni helak edecekler. Peygamber (s.a.)'in Kur'an okuması
sırasında ona bu şekilde ısrarla bakıyorlardı. Buna sebep ise ona verilen
peygamberlikten aşın derecedeki hoşlanmayışları ve kıskançlıklarıdır. Onlar hem
durumundan hayretleri, hem başkalarının ondan uzaklaşmasını sağlamak için: O bir
delidir diyorlardı. Oysa onun en akıllıları olduğunu biliyorlardı. Bunun anlamı
da; Kur'an sebebiyle onun deli olduğunu ileri
sürmeleridir.
Bazıları dedi ki: Kasıt az kalsın
sana onların nazarının değeceğidir. Rivayet edildiğine göre Esed oğullarının
nazarının değmesi meşhurdu. Aralarından birisinin (bundan dolayı) üç gün
rahatsızlandığı dahi olurdu. Yanından bir şey geçti mi onun hakkında: Bugün ben
onun benzerini görmedim, dedi mi mutlaka ona nazarı değerdi. Böylelikle nazarı
değen birilerinin Ra-sulullah (s.a.) hakkında benzeri bir söz söylemesi istendi.
O da: Ben bugün gördüğüm gibi bir adam görmedim, dedi; fakat Allah onu
korudu.
Herevî dedi ki: Gözleriyle sana
nazar edip, seni Allah'ın yükseltmiş olduğu makamdan -sana olan düşmanlıkları
sebebiyle- indirmek istediler.
İbni Kuteybe de bunu şu sözleriyle
kabul etmemektedir: Nazar değen bir kimsenin beğendiği bir şeye nazarının
değmesi gibi, onların nazarının peygamberimize değeceğini Yüce Allah
kastetmiyor. Kastettiği şundan ibarettir: Sen Kur'an okuduğun zaman onlar az
kalsın seni düşürecek noktaya varacak kadar düşmanlık ve kin ile sert ve keskin
bakışlarla bakıyorlar.
İbni Kesir in görüşüne göre de
anlam şudur: Onlar sana olan kinlerinden ötürü seni kıskanırlar. Allah'ın seni
koruması ve onlara karşı seni himaye etmesi olmasaydı sana zarar vermeye
kalkışırlardı.
Bu ayette bazılarının görüşüne
göre Yüce Allah'ın emriyle nazarın değmesinin hak olduğuna delil vardır. Nitekim
bu hususta pekçok ve çeşitli yollardan rivayet edilmiş hadisler de bunu
göstermektedir.
Ahmed, Abdullah b. Amr'dan şöyle
dediğini rivayet etmektedir: Rasu-lullah (s.a.) buyurdu ki: "Kuşların ötüşlerini
uğursuzluğa yorumlamak yoktur. Maktulün intikamını isteyen bir kuşun bu
maksatla ötmesi de sözkonu-su değildir. Kıskançlık da yoktur. Nazar da haktır."
Yani Allah'ın iradesi ile.
Bir diğer hadisi Hafız Ebi Bekir
el-Bezzar Müsned'inde rivayet etmiştir. Cabir dedi ki: Rasulullah (s.a.)
buyurdu ki: "Göz (nazar) kişiyi bazan kabre sokar ve bazan deveyi tencereye
sokar." Bunun senedindeki ravilerin hepsi de sikadır.
Bir diğer hadisi Hafız Ebû Yâ'lâ
Mavsilî, Ebû Zerr'den rivayet etmektedir. Ebû Zerr dedi ki: Rasulullah (s.a.)
buyurdu ki: "Göz sebebiyle kişi -Allah'ın izniyle- yüksekçe bir dağa çıkar,
sonra da ordan aşağıya düşer." Senedi garibtir.
"Halbuki o ancak alemler için bir
öğüttür." Yani onlar Muhammed (s.a.) Kur'an'ı getirdiği için bir delidir,
diyorlar. Oysa Kur'an ancak cinlere de, insanlara da bir öğüt ve bir
hatırlatmadır. Onu ancak aklı başında olup bu işe ehil olan kimseler alıp kabul
eder. Bu buyrukla bu ithamı yapanların cahil olduklarına da işaret
edilmektedir. Hem Kur'an-ı Kerim gibi pek çok adap, hikmetleri sonsuz hükümler,
bütün ilim ve bilgilerin esaslarını ihtiva eden bir kitabı getiren bir kimsenin
deli olduğu nasıl söylenebilir?
Hasan-ı Basri dedi ki: Nazar
değmesinin ilacı kişinin şu: "Gerçek şu ki; o kâfirler zikri işittiklerinde..."
ayetini okumaktır. [6]
[1] Bu, rivayetlerden birisidir. Ahmed ile Buhari'nin
Edebu'l-Müfred'de, Hakim ve Bey-haki'nin Ebû Hureyre'den rivayetlerinde ise
şöyle buyurduğu belirtilmektedir: "Ben ancak iyi ahlâkı tamamlamak üzere
gönderildim."
[2] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları:
15/45-48.
[3] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları:
15/52-54.
[4] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları:
15/60-62.
[5] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları:
15/67-69.
[6] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları:
15/73-76.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder