Güncel Duyuru: Öğrencilerimizin dikkatine ! Ücretsiz TEMEL ARAPÇA SARF&NAHİV derslerimizi Eklemeye başladık 1-13.Derse kadar Tamam(Elhamdü lillah) Tıkla Ders Sayfasına Git Tags:Online Arapça Dersleri Video,İslami ilimler Video Dersleri,İlahiyat Önlisans Arapça Video Dersleri,İlahiyat Arapça Video Dersleri,İmam Hatip Arapça Dersleri Video,İlitam Arapça Video Dersleri,Tefsir Dersleri Video,Hadis Dersleri Video,Fıkıh Dersleri Video,Arapça Dershaneniz,Kur'an,Sünnet,Arapça dersleri,tefsir oku,hadis,oku,Kuran meali oku,arapça öğreniyorum,arapça dilbilgisi video,arapça nahiv video,arapça sarf dersleri video,islami sohbetler

6-En'am Suresi Meali Tefsiri Oku-1.Bölüm: Allah'ın Varlığının, Birliğinin Ve Öldükten Sonra Dirilişin Delilleri-İnsanların Ayetleri İnkar Etmelerinin Sebepleri Ve Azapla Korkutulmaları

Allah'ın Varlığının, Birliğinin Ve Öldükten Sonra Dirilişin Delilleri


1- Hamd gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı var eden Al- lah'ındır. Sonra da kâfir olanlar Rable-

rine denk (ortak) tutarlar-

2- O sizi balçıktan yaratan, sonra bir eceli hükme bağlayandır. Bir de onun katında belirli bir ecel daha vardır; sonra siz hâlâ şüphe edersiniz.

3- O göklerde ve yerde Allah'tır. Sizin gizlinizi de açığınızı da bilir. O ne ka- zanacagınızı da bilir.



Açıklama


Her türlü hamd, sena, şükür ve övgü gökleri ve yeri yaratan Yüce Allah'adır. O hamde en lâyık olandır. Çünkü gökleri yaratmakla kullarına nimet ihsan etmiştir. O gökler ki geceleyin yıldız, gezegen, güneş ve ay gibi kandillere sahiptir. Aynı şekilde içinde ister hava olsun ister olmasın feza ve sesi taşıyan esir onun kapsamı içerisindedir. Mahlûkatm üzerinde yaşadığı hayır, rızık, servet ve hayat ortamının kaynağı olan yeri yaratmakla da kullarına lütufta bulunmuştur. Bütün bunlar ise insanlığın hayrına ve onlara tabi olan diğer canlı varlıkların faydasınadır. Şanı yüce Allah'ın kendi zatına hamdetmesi, iman ve senayı kullarına öğretmek içindir. Burada, "Hamd Allah'adır" denilip de "Allah'a hamdediyorum" denilmeyişi bunun sabit ve devamlı oluşunu anlatmak, hamdin mahiyet ve hakikatinin Yüce Allah hakkında sabit olduğunu beyan etmek içindir. Kişi bunu kalbinden ister hatırlayıp şuuruna vararak söylesin, isterse de böyle söylememiş olsun fark etmez. Fakat kalbi gaflet içerisinde olup da anlamını hatırında tutmaksızın şuursuz olarak, "Allah'a hamdediyorum" diyecek olursa, o vakit yalan söylemiş olur.

Semâvât'tan kasıt, bizim yukarımızda gördüğümüz yüksek âlemlerdir. Arz (yeryüzü)'dan kasıt ise üzerinde yaşadığımış şu gezegendir. Burada arz bir cins isimdir. Lafız olarak tekil gelmesi çoğul olarak zikredilmesi ayarındadır. Nur (aydınlık) da bu şekildedir. Yine: "Sonra sizi bebek olarak çıkartır" buyruğu (Mü'min, 40/67) da böyledir.

Yüce Allah'ın karanlıkları ve aydınlığı (zulumat ve nuru) ve geceyle gündüzü yaratmış olması kullarının menfaatine olan bir şeydir. Karanlıkların çoğul, nur'un tekil gelmesi ise karanlığın sebeplerinin çokluğundan dolayıdır. Gece karanlığı, şirk ve küfür karanlıkları gibi. Nur ise kaynağı farklı olsa bile kendisi tektir. Çünkü nur daha şereflidir. Yüce Allah'ın "Sağa ve sollara..." (Nahl, 16/48) buyruğunda olduğu gibi. Burada "var etmek" yaratmak anlamındadır. Başka bir mana vermek caiz değildir. Karanlıktan kasıt, es-Süddî ile müfessirlerin cumhurunun da belirttiği gibi, gece karanlığıdır. Nur (aydın-lık)'dan kasıt ise gündüzün aydınlığıdır. İşte bu ifade birisi nur (aydınlık) ve hayrın yaratıcısı diğeri ise şerrin (karanlığın) yaratıcısı olmak üzere iki ilâhın varlığını kabul eden Seneviyye (mecusiler)nin görüşünü reddetmektedir. Ha-san-ı Basrî ise şöyle der: "Burada karanlıklar ve aydınlıktan kasıt, küfür ve imandır." [1]

Katâde karanlıkların önce söz konusu ediliş sebebi ile ilgili olarak şunları söylemektedir: Şanı yüce Allah gökleri yerden önce, karanlığı da nurdan önce yaratmıştır. Cenneti de cehennemden önce yaratmıştır. Maddî karanlıkların cinsi ise nurdan önce yaratılmıştır. Önce kâinatın maddesi var edildi. Bu madde karanlık bir duvar yahut astronomi bilginlerinin söyledikleri gibi bir sedim (sedim teorisi) idi. Daha sonra ışık saçan yıldızlar oluştu. Manevî karanlıklar da böyledir. Bilgisizlik, küfür ve şirk gibi. Bunlar da nurdan önce var edilmişlerdir. Çünkü ilim, iman ve tevhid nuru bundan sonra ortaya çıkar. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah sizi annelerinizin karınlarından kendiniz hiç bir şey bilmez halde çıkardı. Size kulaklar, gözler, gönüller verdi ki şükredesiniz." (Nahl, 16/78)

Diğer taraftan kâfirler, yaratıcı Allah'ın nimetini inkâr edenler bütün bunlara rağmen başka varlıkları Allah'a denk tutuyorlar. Yani ibadet hususunda başkalarını O'na eşit ve denk kabul ediyorlar. Bu ise O'na ortak koşmak demektir. Halbuki ortak koştukları bu varlıklar yaratıcı değildir, kendilerine dahi bir fayda ve zararı da dokunmaz.

Daha sonra Yüce Allah başkasını kendisine denk tutan müşriklere hitap ederek onlara tevhidin ve öldükten sonra dirilişin delillerini şöylece hatırlatmaktadır: "Sizi balçıktan yaratan sonra... dır." Yani O sizin aslınız olan atanız Adem'i çamurdan yarattı. Daha sonra onun soyundan gelenler dünyanın doğusunda batısında çoğalıp durdu. Nitekim yeryüzündeki diğer canlıları da yaratan O'dur. Bu canlılar ise hayat bulduktan sonra bitkiye muhtaçtırlar. Çünkü kan gıdalardan oluşur. Gıda ise ya yeryüzü bitkilerinden sağlanır yahut da yine bitkilerden beslenerek var olan canlı hayvan etlerinden elde edilir. Nihayet bütün bu gıdaların esası çamurdan çıkan bitkilerdir.

Daha sonra Yüce Allah doğumdan ölümüne kadar insanın varlığını ve ecelini belirledi. Diğer taraftan insanın, kabirlerden döhdürülüşü ile başlayacak bir diğer eceli daha vardır. Buna göre Yüce Allah iki ayrı eceli hükme bağlamış olmaktadır. Birincisi, insanın yaratıldığı andan öleceği vakte kadar sürecek, ikincisi ise ölüm ve diriliş arasındaki eceldir. Bu da berzahtır. El-Hasen'in görüşü budur.

İbni Abbas, Mücahid ve başkaları ise Yüce Allah'ın "Sonra bir eceli hükme bağlayandır" buyruğunu ölüm eceli, belirli bir eceli (ecel-i müsemmayı) da kıyametin vadesi olarak açıklamışlardır.

Aslında her bir ecel Yüce Allah nezdinde müsemmadır (belirlenmiştir). Yanı bu ecelin sınırlı bir başlangıcı ve sonu vardır, artmaz ve eksilmez. O'ndan başkası da bunu bilmez. İsterse bu gönderilmiş bir peygamber yahut mükarreb bir melek olsun. İki ecelden kasıt dünya ve insan eceli ile kıyamet ecelidir. Yüce Allah birincisi hakkında şöyle buyurmaktadır: "Onların ecelleri geldiğinde ne bir an geri bırakılırlar, ne de bir an öne alınırlar." (Nahl, 16/61)

"Sonra siz hâlâ şüphe edersiniz." Yani Allah'ın vahdaniyetine, öldükten sonra dirilişe dair bunca delilin varlığına rağmen, siz ey kâfirler, ikinci defa yaratılacağınız hususunda yani öldükten sonra diriliş ve kıyamet hakkında şüphe içerisindesiniz. Şunu bilmek gerekir ki, şanı yüce Allah sizi ilk olarak bir çamurdan yarattı. Daha sonra insan nesli çoğalıp durdu. Yüce Allah bundan sonra insanın aslını hakir ve değersiz bir su olan bir nutfe olarak takdir etti ve bunu oldukça sağlam bir karargâha tevdi etti. Orada yaşama şartlarına hazırladı; ay hali kanı ile nefes alıp gıdalanmasını sağladı. Bu cenin şayet normal hava ile nefes alacak yahut da kandan başka bir şeyi yiyecek olsa, hemen oluverir. İnsanı ilk baştan var etmeye kadir olan elbette ki onu tekrar diriltmeye (insan mantığına göre) daha bir kadir olmalıdır.

Şanı yüce Allah varlığına ve birliğine dair bir diğer delili daha dile getirmekte ve şöyle buyurmaktadır: "O göklerde ve yerde Allah'tır..." Yani Allah diye çağrılan, kendisine ibadet ve dua edilen O'dur. Göklerde ve yerdeki mabud, ulûhiyyeti bilinen O'dur. Göklerde ve yerde bulunan herkes O'na ibadet eder, O'nu birler. O'nu Allah adıyla çağırır. Umut ve korku ile O'na ibadet ve dua ederler. Şu kadar var ki, cinlerden ve insanlardan kâfir olanlar, bunlar dışındadır. Yani bilinen bu sıfatlara sahip olan, göklerde ve yerde bu sıfatlara sahip olduğu kabul olunan O'dur. Bu ayet-i kerimenin bir benzeri de şu ayet-i kerimedir: "O gökte de ilâh olandır, yerde de ilâh olandır." (Zuhruf, 43/84). Yani göklerde bulunanların da yerde bulunanların da ilâhı O'dur.

"Sizin gizlinizi de açığınızı da bilir." Bu ayet bundan önceki buyrukları pekiştirmekte ve bir daha vurgulamaktadır. O gizliyi de açığı da bilir. Gizli ya da açık şeylerin O'nun bilgisi açısından hiç bir farkı yoktur. Şöyle de açıklanmıştır: Bundan kasıt, göklerde ve yerde bulunan gizli ve açık her şeyi bilen ilâh O'dur demektir. Buna göre Yüce Allah'ın "Bilir" ifadesi "göklerde ve yerde" buyruğuna taalluk eder ki takdiri şöyle olur: O Allah'tır. Gizlediğinizi de açıkladığınızı da, göklerde veya yerde olsun, bilir. Aynı şekilde kazandığınızı da bilir. Taberî üçüncü bir görüşü şöylece tercih eder: Yüce Allah'ın: "O göklerde Allah'tır" buyruğu tam bir vakıftır. Daha sonra bunun haberi şöyle başlamaktadır: 'Yerde de neyi gizleyip neyi açıkladığınızı bilir."

"O ne kazanacağınızı da bilir." Yani hayrıyla, şerriyle O bütün amellerinizi bilir ve size amellerinizin karşılığını verecektir. [2]



İnsanların Ayetleri İnkar Etmelerinin Sebepleri Ve Azapla Korkutulmaları


4- Onlara Rablerinin ayetlerinden bir ayetin geldiği her seferinde, ondan mutlaka yüz çevirenler olurlar.

5- İşte onlara hak geldiğinde onu yalanladılar. Fakat o alay etmekte oldukları şeyin haberleri yakında onlara gelecektir.

6- Görmediler mi ki biz kendilerinden önce nice nesilleri helak ettik? Onlara size vermediğimiz bir şekilde yeryüzünde iktidar vermiştik. Üzerlerine semayı bol bol salıverdik (yağmur indirdik), altlarından ırmaklar akıttık. Böyleyken günahları yüzünden onları helak ettik ve sonra arkalarından başka başka nesiller peyda ettik.



Açıklaması


Şanı yüce Allah inatçı müşrikler hakkında şöyle haber vermektedir: Onlara Allah'ın birliğinin ve şerefli rasullerinin doğru söylediklerinin delillerine dair susturucu herhangi bir belge ve mucize geldiği her seferinde, bu belge ve mucizeden yüz çevirir, onun üzerine dikkat etmez, ona hiç bir şekilde aldırmazlar.

O bakımdan, ey Muhammedi Sen bu müşriklere kendilerini besleyip büyüten, terbiye eden, zayıflık ve güçlülük hallerinde onları gözeten, onların rızıklannı teminat altına alıp gönderen, gerek nefislerindeki gerekse yer ve semadaki her şeyi onlara nimet olarak bağışlayan, Rablerinden indirilen Kur'an ayetlerinden herhangi birisini getirecek olursan, -işte Yüce Allah'ın harikulade sanatına delâlet eden bu ayetlerden birisini- getirdiğin her seferinde mutlaka alay ederek o ayetten yüz çevirirler. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buy-rumaktadır: "Kendilerine Rablerinden yeni bir zikir geldiği her seferinde mutlaka onu dinler ve alay ederler." (Enbiya, 21/2). Kurtubî bu ayet-i kerimede geçen "bir ayet" ifadesini aynı yarılması ve buna benzer alâmetler türünden mucizeler diye, İbni Kesir de aynı şekilde bunu Allah'ın birliğine delil ve belge teşkil eden mucize ve hüccet (tartışılmaz belge) diye açıklamıştır. Allah'ın ayetleri üzerinde dikkatle düşünmekten yüz çevirmenin sebebi, kendilerine gelen hakkı yalanlamalarıdır. Bu hak ise peygmaberlerin sonuncusunun getirdiği İslâm dinidir. Daha sonra onların hakkı yalanlamalarına karşılık Yüce Allah şu buyruğu ile kendilerini tehdit etmektedir: "Fakat o alay etmekte olduğu şeyin haberleri yakında onlara gelecektir." Yani onların yalanlamakta oldukları şeyin haberi kaçınılmaz olarak kendilerine gelecek ve yaptıkları işin, alaylarının aki-beti ile karşılaşacaklardır. Öldürülecek, esir alınacak, ülkelerinden kovulacak ve benzeri uygulamalarla karşı karşıya kalacaklardır. Nitekim bunlar gerçekleşmiştir. Aralarında kıtlık baş gösterdi, Bedir ve Mekke'nin fethi günlerinde de yenik düştüler.

Razî der ki: Yüce Allah bu kâfirlerin durumunu üç mertebe halinde ifade etmiştir: "Evvelâ deliller üzerinde dikkatle düşünmekten, apaçık belgeler hakkında tefekkür etmekten yüz çevirip bunları yalanlamaları, diğer taraftan bunlarla alay etmeleri. Her bir mertebe bir öncekinden daha ağırdır. Çünkü bir şeyden yüz çeviren onu yalanlamıyor olabilir. Belki gafil olduğundan dolayı böyle yapıyordur. Bir şeyi yalanlayan da bazan, onunla alay etme derecesine de ulaşmayabilir. " [3]

Daha sonra Yüce Allah azap tehdidinin Allah'ın yalanlayanlara uygulaya-geldiği sünneti olduğunu şöylece beyan etmektedir: "Görmediler mi ki...", yani şu hakkı yalanlayanlar bizim kendilerinden önce geçmiş pek çok ümmeti helak etmiş olduğumuzu bilmiyorlar mı? Âd, Semûd ve Firavun kavmi ile Lût'un kavmi bunlardandır. Bunlar peygamberlerini yalanlamışlardı. Bunlara güçlü olma, rızık, bağımsızlık ve egemenlik konusunda geniş imkânları elde etme sebeplerini çağdaşı olan bu kavme benzerini vermediğimiz bir şekilde bulunuyorduk. (Ayet-i kerimedeki) karn (nesil), belli bir çağda yüz yıllık bir süre içerisinde yaşayan insan topluluğu demektir.

Bunlar zenginlikleriyle Kureyş kâfirlerinden üstün ve ileri idiler. Yağmurlar onların ülkelerine pek ve ardı arkası kesilmeden yağardı. Nehirler evlerinin altından akardı.

Bunlar Allah'ın nimetlerini inkâr edip küfre sapınca günahları ve peygamberlerini yalanlamaları sebebiyle onları helak ettik, onların ardından başka bir takım kavimler, ülkeleri imar edecek ve nimete şükredebilecek yeni nesiller var ettik.

Yani bunların helak edilmelerine sebep teşkil eden günahları iki türlü idi: Peygamberlerini yalanlayıp nimetlere nankörlük etmeleri. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Maişetlerinde şımarmış nice ülkeleri (halkını) helak ettik. İşte onlardan sonra pek az kimsenin uğradığı, kimsenin sakin olmadığı meskenleri! Varis olanlar bizler olduk. Rabbin onların ana şehirlerine -başkentlerine-, onlara ayetlerimizi okuyan bir peygamber göndermedikçe memleketleri helak edici değildir ve biz halkı zalimler olmadıkça ülkeleri helak edici değiliz." (Kasas, 28/58-59)

Bu buyruklardan maksat, Mekke halkına bu şekilde öğüt verip onları kuvvet itibariyle kendilerinden daha güçlü, daha kalabalık, servetleri daha çok, çocukları daha fazla, yeryüzündeki üstünlükleri ve oraları imar etme güçleri daha ileri derecede bulunan, onlara benzer geçmiş nesillerin başına gelip çatan dünyevî azabın kendilerine de gelip çatmasından sakmdırmaktır. [4]



Kâfirlerin İnadı Ve Bir Kitabın İndirilmesi Ya Da Bir Meleğin Gönderilmesi Şeklindeki Taleplerine Cevap


7- Eğer biz sana kâğıt içinde yazılı bir kitap indirseydik ve kendileri de elleriyle ona dokunsalardı, kâfir olanlar yine de: "Bu ancak apaçık bir sihirdir" derlerdi.

8- Dediler ki: "Üzerine bir melek indirilmeli değilmiydi?" Eğer biz bir melek indirseydik, herhalde iş bitirilmiş olurdu ve sonra kendilerine mühlet verilmezdi.

9- Eğer onu bir melek yapsaydık, onu da elbette bir adam yapardık ve herhalde onu yine içinde oldukları şüpheye düşürürdük.



Açıklaması


Yüce Allah bu ayet-i kerimelerde müşriklerin imandan yüz çevirme sebeplerini, anlamsız ve tutarsız şüphelerini ortaya koymada aşırı gittiklerini, yazılı bir sahifenin indirilmesi ve peygamberi destekleyecek, doğrulayacak bir meleğin gönderilmesi şeklindeki isteklerini açıklamaktadır. Oysa gerçekte bunlar yüz çeviren kimselerdir. Belgelerin, delillerin onlara bir etkisi olmamaktadır. Tekliflerinin yerine getirilmesi de onlara bir fayda sağlamamaktadır.

Onların hakkı yalanlamalarının asıl sebebi, Allah'ın ayetlerinden yüz çevirmeleri, düşünme ve tefekkürün bütün kapılarını kapatmaları, anlama ve idrak etme gücünü tümüyle işlemez hale getirmeleridir. Ya Muhammed, eğer bizler senin üzerine sahifelere ya da onlara benzer şekilde yazılıp toplanmış bir kitap ya da sema ile arz arasında asılı bir kitap indirsek, onlar da bunu gözleriyle görseler ve elleriyle ona dokunsalar yine şöyle diyeceklerdi: Bu, ancak apaçık bir büyüdür. Yani bir aldatma, gerçeği başka türlü gösterme, gerçeği olmayan bir şaşırtmacadır. Yüce Allah burada, "Kendileri de elleriyle ona dokun-salardı" diye buyurmaktadır. Çünkü dokunma maddî delillerin en güçlüsü ve aldanma ihtimalinden en uzak olanıdır. Zira görme duyusu bazan hayal vb. şekiller ile aldanabilir. Yüce Allah'ın "indirseydik" buyruğu ile başka türlü olması söz konusu olmadığı halde "kâğıt içinde bir kitap " diye buyurması, ayrıca, "elleriyle ona dokuncalardı" buyruğunun gelmesi, mübalağa ve nüzulün (indirmenin) tekidi içindir. Böyle olsaydı onlar yine ondan, "Bu ancak apaçık bir sihirdir" diyerek yüz çevireceklerdi. Bu da Yüce Allah'ın onların hissedilir, maddî şeylere karşı büyüklenerek inat etmelerini dile getiren şu buyruklarını andırmaktadır: "Onlara gökten bir kapı açsak da oradan yukarı çıksalar, muhakkak ki gözlerimiz döndürülmüş hatta biz büyülenmiş bir topluluğuz' diyeceklerdir." (Hicr, 15/14-15); "Eğer gökten düşen bir parça görseler, üst üste yığılmış bir buluttur diyeceklerdir." (Tür, 52/44)

İşte onların ilk istekleri olan gökten bir kitap indirilmesi tekliflerine verilen cevap budur. Daha sonra Yüce Allah gözleriyle görecekleri ve Hz. Peygamberi desteklemek üzere gökten bir melek indirilmesi şeklindeki ikinci tekliflerine şöylece cevap vermektedir: Dediler ki: "Üzerine bir melek indirilmeli değil miydi?" Yani hem onunla birlikte uyarıcı olmak, hem de onu destekleyip ona yardım etmek üzere peygamber ile birlikte Allah bir melek indirmeli değil miydi? Sanki onlar semavî risalet ile insan olmak arasında bir uyumsuzluk var gibi bir anlayışa sahiptiler. Halbuki onlar peygamber olarak gönderilen Rasulün insan olduğunu biliyorlardı. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Bu, ancak sizin gibi bir beşerdir. Sizin kendisinden yediğiniz şeylerden o da yiyor ve içtiklerinizden içiyor." (Mü'minun, 23/33); "Ve dediler ki: Bu peygambere ne oluyor ki yemek yiyor, çarşı pazarlarda dolaşıyor. Ona bir melek indirilmeli ve onunla birlikte uyarıcı-korkutucu olmalı değil miydi?" (Furkân, 25/7)

İkinci tekliflerine verilen cevabın iki yönlü bir muhtevası vardır: "Eğer biz bir melek indirseydik, herhalde iş bitirilmiş olurdu..." Yani şayet Allah onların teklif ettikleri gibi bir meleği indirmiş olsaydı, onların helak edilmelerine dair emir ve hüküm verilir, sonra da iman etmeleri için onlara süre tanınmazdı. Hatta Allah'ın azabı onları gelip bulurdu. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Bizler melekleri ancak hak ile indiririz. Onlara o vakit mühlet verilmez." (Hicr, 15/8); "Melekleri görecekleri günde suçlulara müjde olmayacaktır." (Fur-kan, 25/22)

İkinci yönü ise: "Eğer onu bir melek yapsaydık, onu da elbette bir adam yapardık..." Yani şayet bizler insan olan peygamberle birlikte bir melek gönder-seydik, bu melek de hiç şüphesiz adam suretine bürünmüş olacaktı ki, onunla konuşabilsinler, ondan vahyi öğrenmek suretiyle yararlanabilsinler. O takdirde durumda bir değişiklik olmazdı. İçinde buldukları aynı şüphe ve tereddüde yine düşecekler, peygamberin insan olmasını reddettikleri vakit işin içinden çıkamadıkları gibi yine çıkamayacaklardı. Çünkü bu adam da onlara Muham-med'in dediği gibi "Ben Allah'ın rasulüyüm" diyecekti. İbni Abbas ayet-i kerime hakkında şöyle demektedir: Yüce Allah buyuruyor ki: Şayet onlara bir melek gelmiş olsaydı, ancak onlara bir adam suretinde gelirdi. Çünkü onlar, nurdan yaratılmış meleklere bakamazlardı.

Katâde ise, "Ve herhalde onları içinde oldukları şüpheye düşürdük" buyruğu ile ilgili olarak şunları söylemektedir: Bir topluluk kendilerini şüphe içerisine attılar mı, mutlaka Allah da onları şüphe ve tereddüt içerisine düşürür. Böyle bir şüphe ve tereddüt esas itibariyle insanlardan kaynaklanır. [5]



Alay Eden Ve Yalanlayanların Akıbeti


1^" Andolsun, senden önce geçen pey- gamberlerle de alay edildi de içlerin- <*en ° maskaralık edenleri alay edegel- diMeri *ey ÇePeÇevre kuşatıverdi. 11" De ki: Yeryüzünde gezip dolaşın, sonra da yalanlayanların sonunun na- sil olduğuna bir bakın. Açıklaması Yüce Allah yemin ile buyuruyor ki: Andolsun ki geçmiş kavimler de şerefli peygamberleriyle alay etmişlerdi. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlara bir peygamber geldiği her seferinde mutlaka onunla alay ediyorlardı." (Hicr, 15/11). Onların bu alayları kötülüklerin düzeltilmesine, hak, tevhid ve doğruluk çağrılarına olan düşmanlıklarından kaynaklanıyordu. Böyle bir tavrı takınanlar yalnızca Kureyş kâfirleri değildir. Fakat bu tür tavır takınanların ve onlara benzeyen diğer alaycıların cezası, azabın kendilerini çepeçevre kuşat-masıdır. İşte bu, Yüce Allah'ın yalanlayanlara uygulayageldiği sünnetini açıklamak üzere peygamberine bir irşadı, kalbi daralmasın, sıkılmasın diye bir tesellisi, ona güzel akibeti ve zaferi müjdelemesidir. Yüce Allah Uhud gününde Kureyş kâfirlerinin ileri gelenlerinden beş kiyişi helak etti. İşte Yüce Allah peygamberine olan bu hükmünü şu buyruğu ile dile getirmektedir: "Şüphesiz alay edip duranlara karşı muhakkak ki biz sana yeteriz." (Hicr, 15/95) Ve ey Muhammed, müşriklere de de ki: Kendiniz hakkında düşünün. Yüce Allah'ın peygamberlerini yalanlayan, onlara karşı inatlaşan geçmiş kavimlere indirmiş olduğu dünya hayatındaki azap, intikam ve cezalandırmalara ibret ve dikkatle bakın. Ad, Semûd, Tasm, Firavun ve Lût kavimlerinde bu tür yalanlayanların akibetinin nasıl olduğuna bakın, bunlar üzerinde ibretle düşünün. Ayrıca Yüce Allah onlara ahirette de oldukça acıklı bir azap hazırlamıştır. Buna karşılık Allah'ın peygamberlerini ve mümin kullarını nasıl kurtardığına da dikkat edin. [6] Vahdaniyeti Ve Öldükten Sonra Dirilişi İspatlayan Başka Deliller 12- "Göklerde ve yerde olan herşey ki-mindirr de. De ki: "Allah'ındır. O kendi üzerine rahmeti yazmıştır. Elbette sizi hakkında hiç şüphe olmayan kıyamet gününde toplayacaktır. Nefislerini zarara uğratanlar; işte onlar iman etmezler." 13- Gecenin ve gündüzün içinde sükûn bulan her şey O'nundur. O Semî'dir, Alîm'dir. 14- De ki: "Gökleri ve yeri yaratan, kendisi yedirip beslediği halde kendisi yedirilip beslenmeyen Allah'tan başkasını mı dost edinecekmişim?" De ki: "Ben Müslüman olanların birincisi olmakla emrolundum ve bana sakın müşriklerden olma (denildi)." 15- De ki: "Eğer ben Rabbime isyan edersem o büyük günün azabından korkarım." 16- O gün azap, kimden çevrilirse muhakkak ki ona rahmet buyurulmuş olacaktır. İşte bu, apaçık bir kurtuluştur. Açıklaması Ey Muhammed, kavminden müşrik olanlara de ki: Şu gökler ve yer kimindir? Şu kâinat, şu varlık âlemi ve şu içindekiler kimindir? Buradaki sorudan kasıt, onları azarlamak ve bilgisizliklerini ve inkârlarını başlarına vurmaktır. Çünkü onlar Yüce Allah'ın onlar hakkında şu buyruğunda naklettiği gibi yaratıcının Allah olduğuna inanıyorlardı: "Andolsun ki onlara gökleri ve yeri kim yarattı? diye soracak olsan, hiç şüphesiz Allah, diyeceklerdir." (Lokman, 31/25). "De ki: Allah'ındır." Bu ya onlar adına verilen bir cevaptır; çünkü onlar da bunu kabul ediyorlardı, ya da her şey eksiklikten münezzeh yüce Allah'ın olduğunu kabul edip ikrar etmeleri için mecbur kaldıklarından dolayı verilen bir cevaptır. Yaratıcının sıfatlarından birisi de rahmet sıfatıdır. Yüce Allah kullarına merhametli olmayı, kendi zatı için öngörmüştür. Rahmetin gereklerinden birisi de sevap ve ceza için kıyamet gününde insanların bir araya getirilmesi, top-lanmasıdır. Çünkü insan kendisini nelerin beklediğini bilecek olursa, hayra yönelir, kötülükten uzak durur. İşte insan ruhunda böyle bir itici gücün var edilmesi ruhları arındırıp güzelleştirmenin ve kullara merhamet etmenin bir alâmetidir. Eğer kıyamet günü görülecek azabın korkusu olmasaydı, dünya fesat, anarşi ve cinayetlerle dolar taşar, hiç bir şey yerli yerinde durmaz, toplum düzeni kökünden sarsılıp bozulurdu. O bakımdan böyle bir günün geleceği ile tehditte bulunmak rahmetin tecellilerindendir. Buharî ile Müslim'de tespit edildiğine göre Ebu Hureyre (r.a.) şöyle demiştir: Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Muhakkak Allah mahlûkatı yarattığında kendi nezdinde Arş'ın üstünde şöyle bir yazı yazdı: Şüphesiz benim rahmetim gazabıma üstün gelir." Yani şanı Yüce Allah hükmünü açıklayıp bunu dilediğine izhar edince Levh-i Mah-fuz'da yahut da dilediği bir şey üzerinde bir yazı izhar etti. "Onun rahmeti gazabını geçer ve ondan üstün gelir" ifadesinin gereği, hak bir haber ve doğru bir vaaddir. Burada, özellikle kendi nefislerini ifsat etmek, aklı ve ilmi kullanmayıp işlemez hale getirmek, nefsini öğütlerle hidayet bulamayacak hale getirmek suretiyle kendilerini zarara sokanları kastediyorum. Nitekim onları kıyamet gününde toplanacak kimseler arasında da özellikle yerecek ve azarlayacağım. Bunun sebebi, onların iman etmeyişleridir. Yani öldükten sonra dirilişi, öldükten sonra bir araya gelişi tasdik etmemeleri ve böyle bir günün kötü hallerinden korkmayışlandır. Evet vakıa budur, fakat şanı yüce Allah onların iman etmeyişlerini bizzat kendilerini zarara sokmalarının sebebi kılmıştır. Halbuki durum bunun aksinedir. Yani ayet-i kerimede ifade şöyleydi: Nefislerini zarara uğratanlar işte onlar, iman etmezler. Sanki nefislerini zarara uğrattıkları için iman etmeyecekleri belirtilmektedir. Oysa onlar aslında iman etmedikleri için kendilerini zarara uğratmışlardır, (-çeviren-) Bunun cevabı, (yani ayet-i kerimede ifadenin neden böyle olduğunun cevabı) Zamahşerî'nin de belirttiği gibi şudur: Yani küfrü seçip tercih ettikleri için Allah'ın ezelî ilminde kendilerini zarara sokmuş olanlar iman etmezler. Göklerin ve yerin mülkü, sırf başkalarının onda hak sahibi olmamaları anlamında bir mülkiyet değildir. Bu, canlı ve cansız içindeki bütün varlıkları da kuşatan kapsamlı bir mülkiyettir. Herkes ve her şey O'nun kulu ve yaratığı olup, O'nun hakimiyet, tasarruf ve idaresi altındadır. O'ndan başka ilâh yoktur. Özellikle gece ve gündüz sükûn bulanların söz konusu edilmesi -her ne kadar bunlar göklerde ve yerde bulunanların kapsamına giriyorsa da- Yüce Allah'ın bu gizli varlıklar üzerinde de tasarruf sahibi olduğuna delâlet etmektedir. Diğer taraftan göklerde ve yerde bulunan her şey, Yüce Allah'ın gözetim ve tasarrufuna boyun eğmektedir. O küçük büyük her şeyi işiten Semî'dir. Kapkaranlık gecede simsiyah karıncanın kaya parçası üzerindeki ayak seslerini dahi işitir. Aynı zamanda O, bilgisi küçük büyük her şeyi kuşatan Alîm olandır. O'nun işitmesi kullarının söz ve sesleri gibi işitilmesi söz konusu olan her şeyi kapsar. İlmi, yaratıkların hareketleri ve gizlilikleri gibi bilinme özelliğinde olan her şeyi kuşatan yüce zattır. İşte bütün bunlar Yüce Allah'ın her şeyi eksiksiz bir şekilde tam anlamıyla ilâhî kontrolü ve tasarrufu altında bulundurduğunu ifade etmektedir. Daha sonra Yüce Allah şeriatini tebliğ eden peygamberine daha önce belirtilen hususların bir gereği ve sonucu olarak emir vermekte ve ona şöyle buyurmaktadır: "Ey Muhammed de ki: Ben hiç bir ortağı olmayan bir ve tek Allah'tan başka bana fayda sağlayacak bir yardımcı, bir veli yahut benden zararı önleyecek bir dost edinemem. Çünkü gökleri ve yeri yoktan var eden O'dur. Yani, daha önce herhangi bir örnek söz konusu olmaksızın onları ilk olarak yaratandır O. Bu, Yüce Allah'ın şu buyruğuna benzemektedir: "De ki: Ey cahiller, sizler bana Allah'tan başkasına ibadet etmemi mi emrediyorsunuz?" (Zümer, 36/64) Göklerle yerin yaratılmasına gelince, bunlar önceleri tek bir duman kütlesi halinde idiler. Daha sonra birbirlerinden ayrıldılar. İşte bunda "Fâtır=örnek-siz yoktan var edici" isminin ihtiva ettiği yarıp çıkarmak ve "yarmak" anlamı da vardır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kafirler görmediler mi ki gökler ve yer birbirine birleşik ve yapışık idi ve biz onları söküp ayırdık." (Enbiya, 21/30). Şüphesiz Yüce Allah yedirendir, kendisine yedirilmeyendir. Yani o kendilerine muhtaç olmaksızın yarattıklarını rızıklandırandır. Zira Yüce Allah kendisinin dışında kalan bütün varlıklara muhtaç olmaktan münezzehtir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda bu husus ifade edilmiştir: "Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım. Onlardan bir rızık istemiyorum, bana yedirmelerini de istemiyorum. Şüphesiz rızık veren, mülk sahibi ve pek güçlü olan yalnızca Allah'tır." (Zâriyât, 51/56-58) İşte bu insanların rızka ulaşmalarına sebep teşkil eden çalışma, gayret, tedbir, araştırma gibi yolları edinmekle birlikte, rızkı yalnızca yüce Allah'tan aramaları gerektiğini gösteren açık bir ifadedir. Rızkı O'nun dışında herhangi bir mahlûktan istememelidirler. Bu ister insan olsun, ister put veya heykel olsun. Bu insanın yönetici olması veya olmaması da kulların rızıklannın yalnızca Yüce Allah'ın elinde olduğu gerçeğini değiştirmez. Şimdi ey Muhammed, kimin ibadete ve veli edinilmeye lâyık olduğuna dair senin için de senden başkaları için de deliller ortaya konulmuş olduğuna göre, insanlara de ki: Ben bu sıfatlara sahip olan Rabbime ümmetim arasından ilk teslim olan, boyun eğen, zilletle ona bağlanan kimse olmakla emrolundum. Şekli nasıl olursa olsun Allah'a ortak koşmam da bana yasaklandı. İşte bu şirk türlerinden birisi de Yüce Allah'a yakınlaştırıcı bir yol olduğu iddiası ile put edinme esası üzerine kurulu cahiliye şirkidir. Daha sonra Yüce Allah peygamberine sözü geçen emir ve yasaklara muhalefet edenlerin cezasını açıklamasını emretmekte ve şöyle buyurmaktadır: "De ki: Eğer ben Rabbime isyan edersem, o büyük günün azabından korkarım" Yani onlara de ki: Ben Rabbim olan Allah'a karşı gelip isyan edecek olursam, dehşet ve tehlikeleri çok büyük bir günün yani Yüce Allah'ın bütün insanları amelleri dolayısıyla oldukça sıkı bir hesaba tabi tutacağı ve lâyık oldukları şekilde onlara amellerinin karşılığını vereceği o kıyamet gününün azabının bana gelip çatacağından korkarım. O günde kimse kimseye bir şey yapamaz ve o gün emir Allah'ındır. Allah'ın peygamberine böyle bir uyarı ve korkutma yöneltildiğine göre, ya diğer insanların durumu nicedir? O gün Allah'ın azabı kimden çevirilirse Allah o kimseye rahmet buyurmuş demektir ve bu kimse kurtulmuş olacaktır. İşte kendisinden daha büyük hiç bir kurtuluşun olmayacağı apaçık ve en üstün kurtuluş budur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kim ateşten uzaklaştırılır ve cennete girdirilirse o kimse kurtulmuş olur." (Âl-i İmran, 3/185). Kurtuluş (fevz) ise zarar söz konusu olmaksızın kârın elde edilmesi demektir. [7] Allah'ın Kudreti, Peygamber (S.A.)'in Doğruluğuna Şahitliği Ve Müşriklere Karşı Reddi 17- Eğer Allah sana bir zarar dokundurursa onu yine O'ndan başka giderecek yoktur. Eğer sana bir hayır dokun- durursa... İşte O her şeye hakkıyla Kâdir'dir. 18- O kulları üzerinde Kahir olandır. Hakîm'dir, Habîr'dir. 19- De ki: "Hangi şey şehadetçe en büyüktür?" De ki: "Benimle sizin aranızda Allah şahittir. Şu Kur'an bana onunla sizi ve her kime ulaşırsa onları uyarıp korkutmak için vahyolundu. Acaba Allah ile birlikte başka ilâhlar var diye gerçekten siz mi şahitlik edeceksiniz?" De ki: "Ben şahitlik etmem." De -ki: "O ancak bir tek ilâhtır ve ben muhakkak ki sizin ortak koştuklarınızdan uzağım." Açıklaması Şanı yüce Allah fayda ve zarar vermeye malik olanın kendisi olduğunu, yarattıklarında dilediği gibi tasarrufta bulunduğunu, kimsenin O'nun hükmüne karşı çıkamayacağını, kimsenin O'nun verdiği hükmü geri çeviremeyeceğini haber vermektedir. Şu anlamda buyuruyor ki: Ey insan! Acı, fakirlik, hastalık, keder ve buna benzer sana herhangi bir zarar ya da sıkıntı isabet edecek olursa, onu senden Yüce Allah'tan başka def edecek, giderecek kimse yoktur. Çünkü her şeye gücü yeten O'dur. Aynı şekilde sağlık, zenginlik, güç, kuvvet ve buna benzer herhangi bir hayra sahip olacak olursan bu da Allah'tandır. Çünkü O her şeye kemali ile kadirdir. Çünkü izzet, egemenlik ve azametin sahibi, gücü her şeye yeten ve her şeyin üstünde olan O'dur. Herkesin önünde itaatle boyun eğdiği, zorbaların dahi önünde zilletle alçaldığı, saygı ile itaat olunup bütün yaratıkların kanununa, buyruklarına bağlandığı, her şeyi emir ve hükmü altına alan, bütün fiillerinde hikmeti sonsuz hakim ve eşyanın yer ve durumlarından bütün incelikleriyle haberdar olan O'dur. O ancak hak edene, lâyık olana bağışlar, vermeyip engellemesi de hak iledir. Bu ayetin bir benzeri de Yüce Allah'ın şu buyruğudur: "Allah insanlara herhangi bir rahmet açacak olursa, onu tutacak olmaz, tuttuğunu da O'ndan başka bıraktıracak olmaz." (Fâtır, 35/2) Sahih hadiste belirtildiğine göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Allah'ın verdiğini engelleyecek, vermediğini de verecek kimse yoktur. Zenginin zenginliğinin de sana karşı hiç bir faydası olmaz." Daha sonra Yüce Allah peygamberini şahitliklerin en büyüğü, en üstünü, en doğrusu ve sağlıklısı ile desteklemektedir. Bu ise Yüce Allah'ın peygamberi Muhammed (s.a.) ile müşrikler arasındaki şahitliğidir. Bu öyle bir şahitliktir ki Resulullah (s.a.)'ın doğruluğunu göstermekte, düşmanlarının da halini, durumunu açığa çıkarmaktadır. O bu Rasulün getirdiğini ve ona neler söylediklerini çok iyi bilendir. Bu konudaki ifadenin takdiri şöyledir: Şahitliği en geçerli olan şahit kimdir? Buyrukta "şey" kelimesinin şahit yerine kullanılması, genelleştirmedeki mübalâğa dolayısıyladır. Bu sorunun cevabı da şudur: Şahitliği en geçerli olan Allah'tır. İşte O benim ve sizin aranızda şahitlik edecek olandır. Yahut da benimle sizin aranızda şahit Allah'tır. Hz. Peygamber (s.a) ile onlar arasında şahitlik edecek olan Allah olduğuna göre, şahitliği en büyük ve geçerli olan işte Peygamberin lehine tanıklık etmektedir. Ayet-i kerime Resulullah (s.a.)'a, "Senin Allah'ın rasulü olduğuna dair lehine kim şahitlik eder?" diyen müşriklere karşı kesin bir red ifade eder. Daha sonra Yüce Allah Resulullah (s.a.)'ın görevini açıklamaktadır. Bu ise vahyi Allah'tan almak ve bütün insanlara tebliğ etmektir. Yüce Allah buyuruyor ki: "Şu Kur'an bana .... vahyolundu." Yani ey Mekkeliler! Yüce Allah bu Kur'an-ı Kerim'i benim üzerime, onunla sizleri küfre sapmanız yahut isyan etmeniz halinde, Allah'ın azabı ile korkutayım, iman edip itaat ettiğiniz takdirde de cennetle müjdeleyeyim diye ve kendisine ulaştığı herkesi Arap olsun olmasın aynı şekilde korkutmak ve müjdelemek üzere vahyolunmuştur. Bu Kur'an-ı Kerim kendisine ulaşan herkes için korkutucu ve uyarıcıdır. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Artık güruhlardan herhangi biri onu inkâr ederse elbette ona vaad olunan yer cehennem ateşidir." (Hûd, 11/17) İbni Meydûne ve Ebu Nuaym, İbni Abbas'tan nıerfu olarak Hz. Peygamberin (s.a) şöyle buyurduğunu rivayet ederler: "Bu Kur'an-ı Kerim kime ulaşırsa sanki onu ben ağızdan ağıza ona telkin etmişim, demektir." Sonra da: "Şu Kur'an bana, sizi ve her kime ulaşırsa onları uyarıp korkutmak için vahyolundu" buyruğunu okudu. İbni Cerir de Muhammed b. Ka'b'dan şöyle dediğini nakletmektedir: Kur'an-ı Kerim her kime ulaşırsa ona Muhammed (s.a.) tebliğ etmiş demektir. Abdürrezzak da Katâde'den Yüce Allah'ın "Onunla sizi ve her kime ulaşırsa onları korkutmak için" buyruğu hakkında şöyle dediğini rivayet eder: Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Allah'ın emirlerini tebliğ ediniz. Her kime Allah'ın Kitabından bir ayet ulaşırsa ona Allah'ın emri ulaşmış demektir." İbnü'l-Münzir, İbni Cerir ve Ebu'ş-Şeyh b. Hayyân el-Ensârî, Muhammed b. KaTî el-Kurazzî'den şöyle dediğini rivayet ederler: "Her kime Kur'an-ı Kerim ulaşırsa o kimse bizzat Resulullah (s.a.)'ı görmüş gibidir." Bu ifade aynı şekilde Said b. Cübeyr'den de nakledilmiştir. Daha sonra Yüce Allah Hz. Peygamber (s.a)'in, birden çok ilâhın varlığını kabul eden müşriklerden uzaklığını ilân etmektedir. Bu arada açıklanması gerekenin, şanı yüce Allah'ın birliğini ilân etmek olduğunu da şöylece beyan etmektedir: "Acaba Allah ile birlikte başka ilâhlar var diye gerçekten siz mi şahitlik edersiniz..." İnkâr ihtiva eden bu istifham, böyle bir şeyi uzak görme, azarlama ve başa kakma anlamı taşımaktadır. Şüphesiz siz ey müşrikler, Allah ile birlikte başka ilâhların varlığını da kabul ediyorsunuz; ben ise sizin bu şahitliğiniz gibi şahitlikte bulunmuyorum. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Eğer şahitlik edecek olurlarsa, sen onlarla birlikte şahitlik etme!" (En'âm, 6/150) Ve açıkça şunu ilân ediyorum ki, mutlak ilâh bir ve tek olan, Aziz ve Celil Allah'tır. Ben sizin ortak koştuğunuz putlardan, heykellerden ve diğerlerinden uzak olduğumu ilân ediyorum. [8] Kitap Ehli'nin Peygamber (S.A.)'i Tanımaları, Allah'a İftira Etmeleri Ve Ahirette Müşriklerin Şirkten Uzaklaşmaları 20- Kendilerine Kitab'ı verdiğimiz kimseler onu kendi öz oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Nefislerini hüsrana uğratanlar ise iman etmezler. 21- Allah'a karşı yalan uydurup iftira edenler ile O'nun ayetlerini yalanlayanlardan daha zalim kim olur? Gerçek şu ki, zalimler iflah olmazlar. 22- Onları hep birden toplayacağımız gün şirk koşanlara "İddia ettiğiniz ortaklarınız nerede?" deriz. 23- Bundan sonra fitneleri "Rabbiniz olan Allah hakkı için biz müşriklerden olmadık" demelerinden başka olmadı. 24- Bak, bizzat kendilerine karşı nasıl yalan söylediler. İftira ettikleri de önlerinden kaybolup gitti. Açıklaması Geçmişte kendilerine kitap verdiğimiz kimseler olan Yahudiler ve Hristiyanlar, Muhammed (s.a.)'in peygamber olduğunu, onun peygamberlerin sonuncusu olduğunu kendi öz çocuklarını tanıdıkları gibi tanırlar. Bu tanımalarına sebep ise ellerinde bulunan daha önceki peygamber ve rasullerden kendilerine ulaşmış haber ve bilgilerdir. Ellerindeki kitaplarda Hz. Pygamberin bütün sıfatları açıkça belirtilmiştir. Gerçekten bütün peygamberler Muhammed (s.a.)'in geleceğini, niteliklerini, sıfatlarını, beldesini, hicret edeceği yeri, ümmetinin niteliklerini belirterek müjdelemişlerdir. Bu ise Mekke halkına karşı, Kitap Ehli'nin onu bilip peygamberliğinin doğruluğunu tanıdıklarına dair bir tanık göstermedir. Bundan dolayı onun peygamberliğini inkâr etmelerine sebep Yüce Allah'ın da buyurduğu şekilde, "Nefislerini hüsrana uğratanlar ise..." yani Muhammed (s.a.)'in peygamberliğini inkâr etmelerinin sebebi kendilerini hüsrana uğratmalarıdır. Tıpkı müşriklerin, peygamberliğine dair kesin delillerin ortaya konulmasından sonra da inkâr etmeleri gibi. Her iki kesim de aklın, bilginin gerektirdiğini ihmal ettiler. Müşriklerle Yahudi ve Hristiyanlarm ilim adamları kendi kavimleri arasındaki konumlarını korumayı, sahip oldukları şeylere ta-asupla bağlanmayı, ellerindeki Tevrat ve İncil'de yazılı buldukları ümmî peygamber ve rasulün peygamberliğine iman etmeye tercih ettiler. Çünkü İslam'a girselerdi, liderliklerini kaybedecekler, diğer Müslümanlarla eşit olacaklardı. İşte bu şekilde kendilerini zarara uğratan inkarcı müşrikler ve Kitap Ehli'nden olanların bu durumlarının sebebi, önemsiz, dünyevî bir takım nasiplere bağlanmış olmaları, iradelerinin zayıflığı, önceki peygamberlerin haberlerini ihmal etmeleridir. İşte Muhammed (s.a.)'in peygamberliğine iman etmeyenler onlardır, birbirine zıt iki hususu bir arada kendilerinde bulunduranlar da onlardır. Herhangi bir delil olmaksızın Allah'a karşı yalan uydurdukları gibi, sahih ve doğru belge ve delillerle sabit olan şeyleri de yalanladılar. Çünkü bir taraftan, "Eğer Allah dilese idi biz de atalarımız da ortak koşmazdık" dersen; bir taraftan da "Bize bunu Allah emretti" diyorlar. Diğer taraftan, "Melekler Allah'ın kızlarıdır, bunlar Allah nezdinde bizim şefaatçilerimizdir" deyip ba-hireleri, şaibeleri haram kılmayı ona nispet ettiler, arkasından kalkıp Kur"an-ı Serim ve mucizeleri yalanlayıp bunlara büyü adını verdiler ve Allah'ın rasulü--e iman etmediler. İşte bu, Muhammed (s.a.)'in peygamberliğini inkâr etmenin, kişinin bizzat kendisini zarara sokmak olduğunu göstermektedir. Daha sonra Yüce Allah, kendisine karşı yalan uydurup iftira etmenin nefse karşı zulüm olduğunu belirtmektedir: "Allah'a karşı yalan uydurup iftira edenler ile...", yani Allah'a karşı yalan uydurarak Allah'ın kendisini peygamber olarak göndermediği hal-âc Allah tarafından peygamber gönderildiğini iddia edenden daha zalim hiç bir kimse yoktur. Aynı şekilde Allah'ın ayetlerini, belgelerini ve tartışılmaz delillerini ve bunların ifade ettikleri manaları yalanlayandan daha zalim hiç bir kimse yoktur. Allah'ın çocuğu veya ortağı olduğunu iddia edenden de daha zalim hiç kimse olamaz. Dikkat edilecek olursa müşrikler, hem Allah'a yalan uydurup iftirada bulunmuşlar, hem tevhidi ve peygamber Muhammed (s.a.)'in peygamberliğini is-zatlayan Allah'ın ayetlerini yalanlamışlardır. Zulmün akibeti ise felah bulmamaktır. İftira eden de yalanlayan da iflah olmaz. Onlardan herhangi birisi veya her ikisi de umduğunu elde edemez. Onların kıyamet günü amellerin karşılığının görüleceği hesap gününde zalim oldukları ortaya çıkacaktır. Daha ileri derecede kınanmaları ve daha çok azarlanmaları için kıyamet gününde iftirada bulunan müşriklere azarlanma, başa kakma ve inkâr üslûbu ile Yüce Allah'ın buyurduğu gibi şöyle soru sorulacaktır: "Onları hep birden toplayacağımız gün... ortaklarınız nerede? deriz."'Yani ey Muhammed! İster puta tapıcılar olsun, ister Kitap Ehli olsun, bütün müşrikleri ve gerek kendisine gerekse başkasına zulmedenleri hep birlikte toplayacağımız ve sonra da -zulüm itibariyle insanlar arasında en ileri derecede olan- müşriklere şöyle diyeceğimiz günü hatırla: Allah'tan başka ibadet olunan ve dünyada iken velileriniz ve yardımcılarınız olduğunu iddia ettiğiniz, sizi Allah'a yaklaştıracaklarını ve Allah nezdinde size şefaatçi olacaklarını ileri sürdüğünüz putlar, O'na koştuğunuz eşler, ortaklar nerede? Hani onlar, sizinle birlikte görünmemektedir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O gün onları çağırıp "İddia ettiğiniz ortaklarım hani nerede?" diye soracaktır. (Kasas, 28/62); "İçinizde kendileri gerçekten ortaklar olduğunu boş yere ileri sürdüğünüz şefaatçilerinizi de sizinle birlikte görmüyoruz, onlarla aranız kesilmiştir. Zannettiğiniz şeyler ise önünüzden kaybolup gitmiştir." (En'âm, 6/94) Fakat bu soru karşısında şaşırıp kalacaklar, ikna edici bir cevap bulamayacaklardır. O bakımdan hemen şirk koştuklarını inkâra yelteneceklerdir: "Bundan sonra fitneleri .... biz müşriklerden olmadık demelerinden başka olmadı." Yani şirk ya da küfürlerinin akibetleri yahut -Taberî'nin de daha doğru kabul ettiği- onların delilleri ya da bizim onları sınayacağımız vakit söyleyecekleri sözleri, ancak ve ancak geçmişte Alah'a şirk koştuklarından ötürü bir mazeret olmak üzere kıyamet gününde Allah'a yemin ederek, "biz müşrik değildik" demelerinden başka bir şey olmayacaktır. Burada Zamahşerî'nin de söz konusu ettiği şu soru sorulabilir: İşlerin gerçek mahiyetine muttali olacakları ve yalan ve inkârın fayda sağlamayacağını bildikleri vakit, yalanlamaları nasıl uygun düşebilir? Daha sonra bu soruya şöyle cevap vermektedir: İmtihan olunan, şaşkınlık ve dehşetinden dolayı aralarında bir ayırım gözetmeksizin kendisine fayda verecek şeyleri de vermeyecek şeyleri de söyler. İşte bu da ona benzer bir durumdur. Onlar cehennemde azap edilecekleri vakit şöyle diyeceklerdir: Rabbimiz, bizi buradan çıkar. Eğer (yine) şirke dönersek, şüphesiz biz zalimleriz. Onlar ebedî kalacaklarına kesin olarak inanmakla ve bu konuda hiç bir şüpheleri bulunmamakla birlikte böyle diyeceklerdir. Fakat onların bu şekilde red ve inkârları mahşerin bazı yerlerinde söz konusu olacaktır. Bu vakit bunun kendilerine fayda vereceği vehmiyle inkârda bulunacaklardır. Başka bir konumda ise şirk koştuklarını da itiraf edeceklerdir. Yüce Allah'ın şu buyruklarında bu şöyle ifade edilmiştir: "Diyecekler ki: Rabbimiz ,işte bunlar seni bırakıp kendilerine ibadet ettiğimiz ortaklarımız..." (Nahl, 16/86); "Ve Allah'tan hiç bir söz gizleyemeyeceklerdir" (Nisa, 4/42) İbni Abbas, kendisine bu ayet-i kerime ile Yüce Allah'ın, "Allah'tan hiç bir söz gizleyemeyeceklerdir." buyruğu hakkında soruldu da şu cevabı verdi: "Yüce Allah'ın "Rabbimiz olan Allah hakkı için biz müşriklerden olmadık" buyruğu şu demektir: Onlar bu sözlerini cennete Müslümanlardan başkasının girmeyeceğini görecekleri vakit birbirlerine "Gelin bakalım, inkâra sapalım" ve "Rabbimiz olan Allah hakkı için biz müşriklerden olmadık." diyecekler. Allah bu sefer onların ağızlarına mühür vuracak, arkasından el ve ayaklan konuşarak, "Allah'tan hiç bir söz gizleyemeyeceklerdir." (Nisa, 4/42). Yani gerçekte onlar kendi gerçek durumlarını itiraf edeceklerdir. Nasıl cevap vereceklerini şaşıracakları vakit ise şirk koştuklarını inkâr edecekler. Kimi zaman yalan söyleyecek, kimi zaman doğru söyleyeceklerdir. "Ve Allah'tan hiç bir söz gizleyemeyeceklerdir. Bütün bunlar dehşet ve şaşkınlıktan dolayı olacaktır." İbni Abbas'ın tefsirine göre buradaki "fitne"nin tevili dünyadaki şirktir. Fakat bir muzaf takdiri ile -ki bu 'akibet' kelimesidir- anlamı şöyle olur: Yani şirk, sonunda arzu edilen durumun tam zıddına ulaştırmıştır ki, o da şirkten uzaklaşma ve mihnet zamanında sahibini terk edip bırakmasıdır. Gerçeklerle yüz yüze kalmak ve insanın yalanının yüzüne vurulması ne kadar zordur! Bu ne kadar büyük bir utanç, ne kadar büyük bir rezilliktir! İşte Yüce Allah'ın buyurduğu da budur: "Bak! Bizzat kendilerine karşı nasıl yalan söylediler..." Yani onların şirki inkâr etmek ve böyle bir şeyin kendilerinden sadır olmadığına dair yalan yere yemin etmek suretiyle açık ve seçik bir şekilde yalan söylemeleri ne kadar hayret edilecek bir iştir, bir düşün! "İftira ettikleri de önlerinden kaybolup gitti." Hem şuna da bir bak ki iftira edip durdukları ve şirk koştukları nesneler, nasıl onları bırakıp yanlarından uzaklaşmış oldular! Öyle ki kendilerinden böyle bir şeyin sadır olmadığını reddetmekte acele edeceklerdir. Bunun bir benzeri de Yüce Allah'ın şu buyruğudur: "Sonra onlara Allah'tan başka ortak koştuklarınız nerede denilecek, onlar, "Önümüzden kaybolup gittiler" diyeceklerdir." (Mü'min, 40/73-74) [9] Müşriklerin Kur'ân-ı Kerim'e Karşı Takındıkları İnatçı Tavırları 25- Onlardan bazıları sana kulak verir, dinlerler. Halbuki biz onu anlayamamaları için kalplerine örtüler gerdik, kulaklarına ağırlık koyduk. Onlar her ayeti görseler yine de ona iman etmezler. Hatta sana gelseler, seninle mücadele ederler. O kâfirler: "Bu, eskilerin masallarından başka bir şey değildir" derler. 26- Onlar hem başkalarını ondan alıko-yar, hem de kendileri ondan uzaklaşırlar. Onlar kendilerinden başkasını helak etmiyorlar, ama farketmiyorlar. Açıklaması Şu kâfirlerden öyle bir kesim var ki senin Kurban okumanı dinlemek üzere gelir. Halbuki bu dinlemenin kendilerine hiç bir faydası olmuyor. Onlar da bundan bir türlü yararlanamıyorlar. Çünkü bizler Kur'an-ı Kerim'i anlamasınlar diye kalpleri üzerine perdeler gerdik, kulaklarında da kendilerine faydalı olacak dinlemelerini engelleyecek şekilde bir ağırlık ya da sağırlık özelliği koyduk. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O inkâr edenlerin hali bağırıp çağırış-madan başka bir şey duymayanlara haykıranların haline benzer..." (Bakara, 2/171). Yani onların Kur'an-ı Kerim'i kavrayıp kabul etmelerinin anlamları üzerinde gereği gibi düşünmelerinin önüne bir takım engellerin konulması, dinleyip işittikleri üzerinde dikkat ve ibretle -hak ile batılı birbirinden ayırd etmek için- eğilmelerini önlemek üzere almış oldukları karar ve plânlamadan doğan kör taklit ve yüz çevirmeleri dolayısıyladır. İşte ayetin "Onlar her ayeti görseler yine de ona iman etmezler" buyruğu ile ifade edilen budur. Yani onlar istedikleri kadar ayetler, deliller, apaçık belgeler ve tartışılmaz susturucu belge görseler dahi, yine de onlara iman etmezler. Çünkü onların ne anlayıp kavramaları ne de insafları vardır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah onlarda bir hayır olduğunu bilseydi onlara elbette işittirirdi. İşittirmiş olsaydı dahi elbette yüz çevirerek gerisin geri dönerlerdi." (Enfâl, 8/23). Nihayet onlar senin yanına geldiklerinde hakkı ve senin davanı tartışır, seninle mücadele eder ve şöyle derler: Senin bu getirdiklerin ancak geçmişlerin kitaplarından alınmış, onlardan nakledilmiştir. Senin bu getirdiğin olsa olsa halkın zihnini meşgul eden, onların kafasını kurcalayan saçma, hurafe ve efsanevî hikâyelerden bir çeşit olabilir. Onlar Resulullah (s.a.)'ı yalanlamakla birlikte insanların da hakka uyup Hz. Peygamberi tasdik etmelerini, Kur'an-ı Kerim'e itaat etmelerini engeller, ondan insanları uzaklaştırırlar. Böylelikle onlar iki çirkin işi bir arada yapar ve kendileri yararlanmadıkları gibi kimsenin de yararlanmasına fırsat vermezler. Ya da ayet-i kerime Ebu Talib hakkında nazil olmuş olabilir. O bir taraftan insanların Resulullah (s.a.)'a zarar vermelerini, eziyet vermelerini onun ya da öldürülmesini engelliyor, diğer taraftan kendisi ondan uzak duruyordu. Bunun akibeti ise şudur: Onlar bu işi yapmakla ancak kendilerini helak ederler. Böyle bir işin vebali kendi boyunlarındadır. Ama onlar bunun farkında değildirler. Hatta onlar Resulullah (s.a.)'a zarar verdiklerini sanırlar. Oysa yüce Allah bu inkarcıları ve düşmanları helak etmiştir. Ya Bedir ve benzeri savaş meydanlarında yahut da özel bir takım belâ ve intikamıyla. Üstelik bunun ardından ahirette de helak edileceklerdir. Bu da Kur"an-ı Kerim'in mucizelerin-dendir ve onun gayba dair verdiği haberler arasındadır. [10] Müşriklerin Cehennem Karşısındaki Konumları Veya Nasıl Helak Edilecekleri 27- Ateşin karşısında durdurulup da: "Ne olurdu geri döndürülsek de Rabbi-mizin ayetlerini yalanlamasak, müminlerden olsak?" diyecekleri vakit (onları) bir görsen! 28- Bilakis evvelce gizledikleri şeyler kendilerine açıkça gösterilecektir. Eğer geri döndürülürlerse elbette alıkonduklarına yine geri dönerler. Çünkü onlar şüphesiz yalancıdırlar. 29- Onlar "Bu, dünya hayatımızdan başka bir şey değildir. Bir daha diriltilecek de değiliz" dediler. Açıklaması Yüce Allah, kâfirlerin kıyamet gününde durumlarını açıkça görüp cehennemi tanıyarak dehşetli ve korkulu hallerine tanık olacaklarını söz konusu etmektedir. Ey bu buyrukları dinleyen kişi, sen onların melekler tarafından cehennem azabına arz olunacakları, sonra da oraya girip onun dehşetini görecekleri vakit kapılacakları korku ve dehşeti bir görsen! Pişman olacaklar ve şu sözleriyle dünyaya döndürülmeyi temenni edeceklerdir: "Ne olurdu geri döndü-rülsek de Rabbimizin ayetlerini yalanlamasak..." Yani keşke dünya hayatına bir döndürülsek, Allah'ın ayetlerini, O'nun birliğine, peygamberlerinin doğruluğuna delâlet eden belgelerini yalanlamasak, Allah'a, ahiret gününe, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman etsek, günahlarımızdan tevbe edip Yüce Allah'ı razı edecek salih ameller işlesek! Ancak Yüce Allah "bilakis" ifadesi ile onların bu temennilerinin dikkate alınmayacağını, böyle bir isteğin yerine getirilmeyeceğini belirtmekte, iman isteklerinin doğru bir istek olmadığını açıklamaktadır. Onlar yeniden dünyaya döndürülecek olsalar dahi durumlarında bir değişiklik olmayacaktır. İçlerinde gizlemiş oldukları küfür, inatlaşma ve yalanlama kıyamet günü kendileri tarafından da açıkça görülecektir. Her ne kadar onlar dünyada ve ahirette küfürlerini inkâr etseler de durum aynıdır. Böylelikle onların gerçek yüzleri ortaya çıkacaktır. Çünkü onlar küfrü gizliyor ve bunu açıklamıyorlardı. Gerçek mümin ise imanını açığa vurur ve onu gizlemez. Böylelikle onların küfür ve inkârlarının akibeti olan oldukça ağır cezaya katlanacaklardır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O gün arz olunacaksınız ve sizin hiç bir şeyiniz gizli kalmayacaktır." (Hakka, 69/18). Yani onların yaptıkları kendilerine de gizli kalmayacaktır; Rablerinden zaten gizli kalmıyordu. Bir başka yerde de Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ve Allah'tan hesaba katmadıkları şeyler onlara görünecektir. Kazandıkları kötü şeyler onlara görünecek, alaya aldıkları şey kendilerini çepeçevre kuşatacaktır." (Zümer, 39/47-48) Daha sonra bu pişmanlık veya temennilerinde yalancı olduklarını Yüce Allah açık bir şekilde ifade ederek şöyle buyurmaktadır: "Eğer geri döndürülürler se elbette alıkonulduklarına yine geri dönerler..." Yani dünyaya döndürülecek olsalar dahi, yine Yüce Allah'ın kendilerine yasaklamış olduğu küfür, inat ve masiyetlere geri döneceklerdi. Çünkü isyankârlık onların içinde yer etmiştir. İnat onların alışageldikleri bir âdet halini almıştır. Yalanlamak onların karakteridir. Dünyaya döndürülecek olsalar dahi, yine de, öldükten sonra dirilişi, hesabı ve cezayı inkâr edecekler. Dünya hayatının her şey olduğunu ifade edecek, ahirete inanmayacak ve şöyle diyeceklerdir: Bu sadece dünya hayatımızdır ve biz bu hayatta yaşayıp gideriz. Bizi yok eden sadece zamandır. Ahi-rette sevap ve ceza diye bir şey yoktur. Hatta ahiretin kendisi dahi yoktur ve biz diriltilecek de değiliz. Yani varsa yoksa bu dünya hayatıdır. Ondan sonra diriliş diye bir şey olmayacaktır. İşte bunlar gayba iman etmeyen inkarcı materyalistlerdir. [11] Müşriklerin Rablerinin Karşısındaki Durumları Ya Da Kıyametteki Durumları İle Dünya Gerçeği 30- Sen onları Rablerinin huzurunda durdukları zaman bir görsen. "Bu hak değil miymiş?" buyuracak, onlar da "Rabbimize yemin olsun ki evet (haktır)" diyeceklerdir. "Öyleyse şimdi inkâr ettiğiniz için azabı tadın" buyuracak. 31- Allah'a kavuşmayı yalanlayanlar, gerçekten ziyana uğramışlardır. Nihayet kendilerine ansızın kıyamet gelip çattığı zaman, günahlarını sırtlarına yüklenerek "Orada yaptığımız kusurlardan dolayı vah hasret bize!" diyecekler. Dikkat edin, o yüklendikleri ne kötü şeydir! 32- Dünya hayatı bir oyundan, bir oyalanmadan başka birşey değildir. Ahiret yurdu ise takva sahipleri için elbette daha hayırlıdır. Hâlâ akletmez misiniz? Açıklaması Sen meleklerin Rableri huzurunda onları durduracakları zaman müşriklerin hallerini bir görecek olsan, onların dehşetli bir azapta olduklarını görecek ve hiç bir şekilde açıklanması mümkün olmayan son derece tehlikeli ve dehşetli bir durum ile karşılaşacaksın. Ayetin zahirinden (Arapça ifadesinden) ilk olarak akla gelen, kesinlikle ayetin kastettiği şey değildir. Çünkü ondan ilk anda -hâşâ- Yüce Allah'ın zatı üzerine bir üstünlük sağlamak gibi mana anlaşılabilirse de, böyle bir şeyin imkânsız ve batıl olduğu ittifakla kabul edilen bir husustur. Bu ifade mecaz kabi-lindendir. Bu ifade onların suç işlemiş bir kimsenin gereken bir şekilde sigaya çekilmek üzere hakimin huzurunda durdurulması gibi, sorgulanmak ve azarlanmak üzere alıkonulmalarını mecazî bir üslûpla ifade etmiştir. Onlar bu halde melekler aracılığı ile Yüce Allah'ın onlar hakkındaki buyruklarına riayet olmak üzere durdurulacak, alıkonulacaklardır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ve durdurun onları. Çünkü onlar sorgulanacaklardır." (Sâffât, 37/24). İşte bu buyruklarda da bu durum, "Rablerinin huzurunda durdurulacakları zaman..." diye ifade edilmiş ki, onların işlerinin yalnızca Allah'ın emrine bağlı olduğunu, ondan başka hiç bir kimsenin onlar hakkında tasarrufta bulunamayacağını ifade etmek içindir. Daha sonra Yüce Allah kendilerine melekler aracılığıyla şöyle hitap edecektir: "Bu hak değil miymiş?" Yani şu öldükten sonra dirilip ahirete döndürülmek gerçek değil miymiş? Sizin zannettiğiniz gibi bu batıl bir şey değildir. Onlar şöyle cevap verecekler: Rabbimiz hakkı için evet. Yani hakkında hiçbir şüphenin söz konusu olmadığı bir gerçektir bu. Onlar söyleyecekleri sözleri Allah adına yemin ile pekiştirecekler ve kendileri aleyhine kâfir olduklarına tanıklık edeceklerdir. Maksat ise onların yemin ile birlikte öldükten sonra dirilişin gerçek olduğunu itiraf edeceklerini sağlamaktadır. Yüce Allah onlara şöyle cevap verecektir: O halde dünya hayatında iken ölünceye kadar bırakmadığınız, sürdürüp gittiğiniz küfür ve yalanlamanız sebebiyle can yakıcı bir azabı tadınız. Burada "tadmak" kelimesinin kullanılması, onların her halükârda tad alan bir kimsenin tattığı şeyi ileri derecede hissettiği gibi bir his ile karşı karşıya kalacaklarını ifade etmek içindir. Daha sonra Yüce Allah genel olarak şöyle bir haber vermektedir: Bu ise Allah'ın huzuruna çıkmayı yalanlayanların, kıyamet kendilerine ansızın geldiği takdirde, büyük bir zarar ile karşı karşıya kalacaklarını ve ahirette faydalı olacak işleri yapmak hususundaki kusurlarına duyacakları pişmanlıkları, söyledikleri çirkin sözler dolayısıyla duyacakları pişmanlıkları ifade etmektedir. Bu zararın sebebi ise, insan fıtratını bozan, kötülüğe ve günaha götüren, öldükten sonra dirilişi ve amellerin karşılığını görmeyi inkâr etmek düşüncesini ortaya koyan fikir ve fiillerdir. Çünkü böyle bir inkâr sebebiyle kâfirler, bütün çaba ve gayretlerini dünyanın zevk ve arzularından yararlanmaya, onun faydalarını elde etme uğrunda birbirleriyle yarışmaya, başkalarına karşı üstünlük sağlamak, egemenlik kurmak yoluyla şeref ve şöhretle aldanmaya götürür. Bu ziyana uğrayanlar kıyamet gününde hesaba çekilirler. Onlar hesaba gelecekleri vakit günahlarını, veballerini sırtlarına yüklenmiş olarak geleceklerdir. Onlar kendi yükleriyle birlikte başka bir takım yükleri de sırtlarında taşımış olacaklardır. Sırta vurulmuş olacak bu yükler ne kadar kötüdür! Onların taşıdıkları bu günah ve vebal yükleri ne kadar kötü yüklerdir! Yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi: "Ayetlerimizi yalanlayarak kendilerine zulmetmekte olanların hali ne kötü bir örnektir..." (A'râf, 7/177) İbni Abbas der ki: Evzar (günah yükleri), küçük ve büyük günahlar demektir. Yüce Allah'ın "O yüklendikleri ne kötü şeydir!" buyruğunun anlamı ise, "Onların yük olarak taşıyacakları şeyler (günahları) ne kötüdür" demektir. İbni Cerir et-Taberî ile İbni Ebi Hatim, es-Süddî'den şunu nakletmektedirler: Çirkin ameller zalim kimselerin işleri, yüzü son derece çirkin, kapkara ve oldukça kötü kokan bir adam suretinde müşahhaslaşacaktır. Kıyamet gününde de bu günah yüklerinin sahibi bu suretteki kişiyi taşıyacaktır. Amr b. Kays el-Mülâi'den de şöyle dediği nakledilmektedir: Salih ameller de hoş kokulu, güzel suretli bir adam şeklinde müşahhaslaşacak ve kıyamet gününde o salih amelin sahibi o güzel suretliyi taşıyacaktır. [12] Daha sonra Yüce Allah dünya hayatının amellerini, çoğunluğu itibariyle fayda vermeyen bir oyun, kişiyi gerçek manfaatinden alıkoyan bir oyalanma diye ifade etmektedir. Dünyanın metâı (faydası) azdır, geçicidir, kısa vadelidir. Ahiret için amel etmenin ise çok büyük faydalan vardır. Ahiret en hayırlı ve en kalıcıdır. Küfürden ve isyandan, günahlardan sakınan kimseler için daha hayırlıdır. Ahireteki nimetler sürekli nimetler olup dünyanın geçici nimetlerinden elbette hayırlıdır. O halde sizler bu gerçekleri akletmez ve anlamaz mısınız? Gerçek şu ki dünya hayatı bir oyun, bir oyalanmadır. Gelip geçicidir. Dünya ahiret için bir tarladır. Bunları akledip düşünün de imana gelin ve salih amel işleyin. Yüce Allah'ın "Takva sahipleri için" buyruğu ise takva sahiplerinin takvaya yaraşan amelleri dışındaki her şeyin bir oyun, bir oyalanma olduğunun delilidir. [13] Kavminin Yüz Çevirmesi Dolayısıyla Peygamber (S.A.)'İn Kederlenmesi Ve Öncekilerin De Yalanlandığının Açıklanması 33- Muhakkak onların söylediklerinin seni üzdüğünü biliyoruz. Onlar aslında seni yalanlamıyorlar. Fakat o zalimler bile bile Allah'ın ayetlerim inkâr ediyorlar 34- Andolsun, senden önce de peygamberler yalanlanmışlardı. Fakat yalanlandıkları şeye karşı sabrettiler. Onlara eziyet de edildi. Nihayet onlara yardımımız gelip yetişti. Allah'ın kelimelerini değiştirebilecek yoktur. Andolsun ki peygamberlerin haberlerinden bir kısmı sana gelmiştir. 35- Eğer onların yüz çevirmeleri sana ağır geliyorsa, istersen yere bir tünel aç ve göğe bir merdiven kurarak çık da, onlara bir ayet getirmeye gücün yeterse (hiç durma getir). Allah dile-seydi hepsini muhakkak hidayet üzere toplardı. O halde sakın cahillerden olma! Açıklaması Yüce Allah, kavminin kendisini yalanlaması, ona muhalefet etmeleri, çağrısından yüz çevirmek suretiyle ona acı tattırmaları dolayısıyla peygamberini teselli ile şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak onların söylediklerinin seni üzdüğünü biliyoruz." Yani şüphesiz biz onların seni yalanladıklarını, senin de buna karşılık onlar için üzüldüğünü, biliyoruz. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Bu söze iman etmiyorlar diye arkalarından üzülerek nerdeyse kendini helak edeceksin." (Kehf, 18/6). Yüce Allah'ın, "O halde nefsin onlara karşı hasretlerle kıvranmasın." (Fâtır, 35/8) buyruğu da Allah rasulüne teselli veren ayetlerden biridir. Zahiren bu yalanlamanın menşei inat ve inkârdır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlar aslında seni yalanlamıyorlar..." Yani hakikatte onlar seni yalancılıkla itham etmiyorlar. Onların nazarında da sen dosdoğru ve güvenilir bir kimsesin. Senin yalan söylediğini, hainlik ettiğini tespit etmemişlerdir, fakat onlar hakka karşı inatlaşıyorlar. Bu şekilde engelleme ve yüz çe-virmeleriyle de gerçekte o ayetleri reddediyorlar. İbni Ebi Hatim, Ebu Yezid el-Medenî'den şöyle dediğini rivayet eder: Resulullah (s.a.) Ebu Cehil ile karşılaştı, onunla tokalaştı. Adamın birisi ona şöyle dedi: Ne oluyor, ben senin bu dininden dönen ile (peygamberi kastediyor) tokalaştığını görüyorum? Ebu Cehil şöyle dedi: Allah'a yemin ederim, ben onun peygamber olduğunu biliyorum, fakat biz ne zaman Abdi Menafoğullarmın ardından gittik ki şimdi (bu peygambere uyarak) onun arkasından gidelim? Daha sonra Ebu Yezid "Onlar aslında seni yalanlamıyorlar, fakat zalimler bile bile Allah'ın ayetlerini inkâr ediyorlar" ayetini okudu. Ebu Said ve Katâde şöyle der: Onlar senin Allah'ın rasulü olduğunu bildikleri halde yine de inkâr ediyorlar. Müşriklerin takındıkları bu tavır, bütünüyle daha öne açıklanmış olan Yahudi ve Hristiyanların tavrının aynısıdır. Onların her birisi Muhammed'in Allah'ın rasulü olduğunu gerçekten bilmekle birlikte, inat ederek, büyüklenerek ve insanlar arasındaki konumlarını korumak kastıyla hakka karşı duruyor ve direniyorlardı. O bakımdan ey Peygamber, onlar için üzülme! Onların yalanlamalarına ve eziyet etmelerine, senden önceki peygamberlerin yaptığı gibi sabret. Nitekim onlar da senin gibi kavimlerinden eziyet görmüşlerdi. Ta ki Allah senin çaba ve gayretlerini kurtuluş ve galibiyet ile taçlandırsın. Senin davetini zaferle sonuçlandırsın ve seni yalanlayan düşmanlarından intikam alacağın noktaya getirmek suretiyle en yüksek noktaya çıkarsın; tıpkı daha önceki şerefli rasullerine yardım ettiği gibi. Daha sonra Yüce Allah, önceki peygamberlere yardım ettiği gibi, Hz. Mu-hammed (s.a.)'e de yardım vaadini ve bu yardımı gerçekleştireceğini pekiştirmek üzere şöyle buyurmaktadır: "Allah'ın kelimelerini değiştirebilecek yoktur." Yani Allah'ın vaadinde ve tehdidinde geriye kalmak, sözünde durmamak ve değişiklik söz konusu olmaz. Allah'ın mümin kullarına dünya ve ahiretteki yardım vaadi yerine gelecek ve gerçekleşecektir. Kâfirlere olan tehdidi de mutlak surette gelip onları bulacaktır. Nitekim kelimelere dair açıklamalarımızda benzer bir takım ayet-i kerimelere de işaret etmiştik. Bunun bir benzeri de Yüce Allah'ın şu buyruğudur: "Eğer seni yalanlıyorlarsa şunu bil ki, senden önce de bir takım peygamberler yalanlanmıştır." (Fâ-tır, 35/4); "Eğer seni yalanlıyorlarsa şunu bil ki, onlardan önce Nuh kavmi, Âd ve Semûd (kavimlerini) de yalanlamışlardı." (Hacc, 22/42) Ayet-i kerime Resulullah (s.a.)'a teselli verip bütün peygamberler ve ümmetler hakkında yaygın bir şekilde geçerli bir sünneti ihtiva etmektedir. Peygambere düşen ise ancak Yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi yapılan eziyetlere karşı sabretmek ve onların cahilliklerinden yüz çevirmektir: "Sen de azim sahibi peygamberlerin sabrettiği gibi sabret." (Ahkâf, 46/35); "Onların söylediklerine sabret ve güzel bir şekilde onlardan ayrıl." (Müzemmil, 73/10) Gerçekten de sabrın etkisi ortaya çıkıp gerçekleşti. İslâm davası başarıya ulaştı, yeryüzünün doğusuna da batısına da yayıldıkça yayıldı. Yüce Allah, Ra-sulüne defalarca ardı arkasına sabrı emretmekle birlikte, bu gibi ayet-i kerimelerle tesellinin tekrarlanış hikmeti de ortaya çıktı. Çünkü geçmişlere uymak ve sabır için özel gayret göstermek, musibetlerin etkisini ve acısını hafifletir ve kurtuluşu müjdeler: "Muhakkak zorlukla birlikte bir kolaylık vardır ve şüphesiz zorlukla birlikte bir kolaylık vardır." (İnşirah, 94/5-6) Daha sonra Yüce Allah sözlerinin değişikliğe uğramayacağını şu ayetiyle pekiştirmektedir: "Andolsun ki peygamberlerin haberlerinden bir kısmı sana gelmiştir." Yani andolsun bizler sana insanların peygamberleri yalanladıklarını, buna karşılık peygamberlerin sabredip daha sonra da Allah'ın kendilerine yardım ettiğini ifade eden geçmiş peygamberlere dair haberleri sana bildirmiş bulunuyoruz; yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi: "Muhakkak biz peygamberlerimize ve müminlere dünya hayatında ve şahitlerin ayağa kalkacakları günde yardım ederiz." (Mü'min, 40/51); "Müminlere yardım edip zafere kavuşturmak ise üzerimizde bir haktır." (Rum, 30/47) Yardım ve zafer ise bu ayet-i kerimeden ve başkalarından da açıkça anlaşıldığı gibi, sahih iman ve müminlerin samimiyetlerinin bulunması kaydına bağlıdır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Andolsun Allah kendi (dinine) yardım edene yardım edecektir. Şüphesiz Allah güçlüdür, Azîz'dir." (Hacc, 22/40); "Ey iman edenler! Eğer Allah'a (O'nun dinine) yardım ederseniz O da size yardım eder ve ayaklarınıza sebat verir." (Muhammed, 47/7) Şanı yüce Allah, kavminin çağrısından yüz çevirmeleri sebebiyle Resulullah (s.a.)'m kalbine dolan acı ve kederin etkisini ortadan kaldırmak iradesiyle ona şöyle buyurmaktadır: "Eğer onların senden yüz çevirmeleri sana ağır geliyorsa..." Yani eğer onların senden yüz çevirmeleri sana ağır ve zor geliyorsa, şayet kendin için yerin derinliklerinde bir tünel açıp onun içerisinde yol almaya ya da göğün boşluğunda bir merdiven kurup göğün üstüne bu merdivenle çıkmaya ve bunun sonucunda onların sana teklif ettikleri ayetlerden (mucizelerden) birisini getirmeye gücün yetiyorsa, haydi bunu durmadan yap. Fakat sen ancak tarafımızdan gönderilmiş bir elçisin. Bizim irademiz olmaksızın hiç bir şey yapamazsın ve hiç bir peygamber de hiç bir zaman insanların yapamayacakları bir şeyi Allah'ın yardımı olmadıkça yapamaz. Onların olmasını teklif ettikleri mucizeler, tıpkı Yahudilerin istedikleri gibi yerden pınar fırşkırtmak, gökten bir kitap indirmek ve benzeri şeyler hissedilir özellikte ve maddî bir takım mucizelerdi: Nitekim Yüce Allah onların isteklerini naklederken şöyle buyurmaktadır: "Dediler ki: Bize yeryüzünden bir pınar fışkırtmadıkça asla sana iman etmeyiz. Yahut senin hurmadan, asmalardan bir bahçen olsun da ortasından şarıl şarıl ırmaklar akıtacaksın, yahut iddia ettiğin gibi gökyüzünü üzerimize parça parça düşüreceksin, ya da Allah'ı ve melekleri karşımıza topluca getireceksin veya altından bir evin olsun yahut göğe çıkacaksın. Buna rağmen çıktığına da, üzerimize okuyacağımız bir kitap indirmediğin sürece iman etmeyiz." De ki: Sübhanallah! Ben rasul olan bir insandan başka bir şey miyim ki?" (İsrâ, 17/9-13). Yani sen bir insansın. Diğer insanların yapamadıkları şeyi yapmaya, Allah'tan başkasının var edemeyeceği şeyleri var etmeye gücün yetmez. Bütün bunlar Allah'ın meşietine bağlı olan şeylerdir. Yüce Allah onları hidayete iletmek isteseydi, meleklerde olduğu gibi, onlarda da imanı var eder yahut da peygamberlerin tebliğlerini kabul edip hakka boyun eğecek istidatta yaratırdı. Fakat Yüce Allah insanları birbirinden farklı, birbirinden değişik şekillerde yaratarak onları denemeyi dilemiştir. Nitekim bu hususta şöyle buyurmaktadır: "Eğer Rabbim dileseydi, elbette yeryüzündekilerin hepsi toptan iman ederdi." (Yunus, 10/99); "Eğer Rabbin dileseydi, bütün insanları tek bir ümmet yapardı. Fakat onlar ihtilâf halinde böylece devam edip gideceklerdir; Rabbinin rahmetine nail olanlar müstesna. Esasen onları da bunun için yaratmıştır..." (Hûd, 11/118-119) İbni Abbas Yüce Allah'ın, "Allah dileseydi muhakkak hepsini hidayet üzere toplardı" buyruğu hakkında şöyle demektedir: Resulullah (s.a.), bütün insanların iman etmelerini ve hidayet üzere kendisine uymalarını çokça arzuluyordu. Yüce Allah, Allah'ın ezelî ilminde ilk Zikir'de mutlu olacakları takdir edilmişlerin dışında kimsenin iman etmeyeceğini ona bildirdi. İşte ey Muhammed, artık Allah'ın insanın yaratılışındaki sünnetini ve yaratışını değiştirmenin imkânsız olduğunu bildiğine göre sakın bu hususta O'nun sünnetlerini bilmeyenlerden olmayasın! O bakımdan ilâhî hikmetin gerekli gördüğü bu sünnetlere muhalif olabilecek şeyler hakkında dikkatle düşün (ve bu muhalif şeyleri isteyen bilgisizlerden olma)! [14] Müşriklerin Peygamberin Çağrısını Reddetmeleri Ve Bir Ayet (Mucize) İndirilmesini İstemeleri 36- İcabet edenler ancak dinleyenlerdîr' Ölüleri ise Mlaih dirilecek, sonra yalnız O'na döndürüleceklerdir. 37' Onlar "Üzerine Rabbinden bir ayet indirilmeli değü miydir dedüer. De ki: "Allah bir ayet indirmeye elbette kâ- dirdir." Fakat onların çoğu bilmezler. Açıklaması Rablerini tevhide, peygamberliğini kabule davet ettiğinde senden ve senin çağrını kabul etmekten yüz çeviren bu kimselerin yüz çevirmeleri sana ağır ve büyük bir iş gelmesin. Çünkü senin çağrını ancak Allah'ın kelâmını anlamak, üzerinde düşünmek ve kavramak suretiyle işitip dinleyen ve buna bağlı olarak hakka kulak verip doğruya tabi olan kimseler kabul eder. Seni tasdik etmeleri için özel gayret gösterdiğin yüz çeviren kâfirlere gelince, bunlar aslında hiç bir ses işitemeyen, hiç bir çağrıyı akletmeyen, hiç bir sözü anlayamayan ölüler arasındadırlar. Çünkü bunlar Allah'ın hüccet ve belgeleri üzerinde düşünmez, ayetlerinden ibret ve öğüt almazlar. İmanı kabul etmeyip küfürden vazgeçmeyişlerinin sebebi ise, onların Allah'ın indirdikleri üzerinde sağlıklı bir şekilde bir türlü düşünmemeleridir. O bakımdan onlar hiç bir söz işitemeyen ölüler ayarmdadırlar. Yani onların kalpleri ölüdür. Yüce Allah onları bu durumları sebebiyle bedenen de ölmüş kimselere benzetmektedir. Yüce Allah'ın, "Ölüleri ise Allah diriltecek" buyruğu ise, Yüce Allah'ın böyle kimseleri dahi çağrıyı kabul etmek zorunda bırakabilme kudretine bir örnektir. Yani kıyamet gününde kabirlerinden ölüleri diriltecek olan O'dur. Daha sonra da amellerinin karşılığını görmek üzere O'na döndürüleceklerdir. İşte böylelerinin kalplerini de iman ile diriltmeye kadir olan yalnızca Allah'tır. Sen ise onlara hidayet vermeye güç yetiremezsin. İnatlarının dışa yansıyan özelliklerinden birisi de, Rablerinden Hz. Salih'in devesi, Hz. Musa'nın asası, Hz. İsa'nın isteği üzere sofra indirilmesi, kaynakların fışkırtılması, etrafı hurma ve üzüm bağlarıyla çevrilmiş yemyeşil bahçeler meydana getirmesi, semayı üzerlerine parça parça düşürmesi, bir melek kafilesi veya topluluğunu getirmesi, altından bir ev var etmesi, semadan bir kitap indirmesi gibi Rablerinden harikulade bir mucize indirmesini istemeleridir. Yüce Allah onlara, "De ki, Allah bir ayet indirmeye elbette kadirdir..." diye cevap vermektedir. Yani ey Peygamber onlara de ki: Allah onların teklif ettikleri ayetlerden (mucizelerden) herhangi birisini indirmeye kadirdir, fakat onun hikmeti bunları ertelemeyi gerektirmektedir. Çünkü istekleri üzere böyle bir mucizeyi indirecek sonra da bunlar ona iman etmeyecek olurlarsa, geçmiş ümmetlere yaptığı gibi acilen onları cezalandırır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Bizi ayetler göndermekten alıkoyan evvelkilerin onları yalanlamış olmalarından başka bir şey değildir. İşte Semud'a (kavmine) da gözleri göre göre o dişi deveyi vermiştik de bu yüzden onlar zulmettiler. Halbuki biz ayetleri ancak korkutmak için göndeririz." (İsrâ, 17/59); "Eğer dilersek gökten üzerlerine bir ayet indirirdik ki, hemen ona itaatle eğiliverirdi." (Şuarâ, 26/4) Yüce Allah'ın, "Fakat onların çoğu bilmezler" buyruğunun anlamına gelince: Onlar Yüce Allah'ın böyle bir ayeti indirmeye kadir olduğunu bilmezler. Şu kadar var ki onun hikmeti, böyle bir ayeti indirmemesini gerektirmiştir. Bu kavmin çoğunluğu ise, böyle bir şeyi işi yokuşa sürmek için ve inat olsun diye ne istediklerini dahi bilmiyorlar. Şüphesiz Yüce Allah onlara istediklerini vermez, fakat eğer onlar bilen ve akıllarını kullanan kimseler olsalardı, böyle bir mucizeyi yararlanmak üzere isterlerdi. O takdirde Yüce Allah en mükemmel şekliyle isteklerini onlara verirdi. Teklif ettikleri türden ayetin indirilmesi iman etmedikleri takdirde onların helak edilmelerine sebep olur. Yani onların Kur"anda yer alan bunca ifadelerin ve apaçık ayetlerin varlığına rağmen, maddî bir ayet (mucize) istemeleri, Allah rasulünü aciz bırakma çabasından başka bir şey değildir. Böyle bir mucizenin gerçekleştiğini var saysak bile, yine iman etmeyecekler ve "Bu bir büyüdür" diyeceklerdi. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Eğer biz sana kâğıt içinde bir kitap indirsey-dik de kendileri de elleriyle ona dokunsalardı, kâfir olanlar yine, "Bu ancak bir sihirdir" derlerdi." (En'âm, 6/7); "Eğer onlar bir ayet (mucize) görürlerse yüz çe-viriverirler ve "Bu devam edip giden bir sihirdir" derler." (Kamer, 54/2) [15] Allah'ın İlminin Ve Kudretinin Kemali, Kur'an-ı Kerim'de Hiç Bir Şeyin Eksik Bırakılmamış Olması 38- Yeryüzünde yürüyen bütün canil lar ve iki kanadıyla uçan kuşların hepsi mutlaka sizin ^hi ümmetlerdir. Biz o Kitap'ta hiç bir şeyi eksik bırakma dik. Sonra ancak Rablerinin huzurun- da toplanırlar. 39" Ayetlerimizi yalanlayanlara gelin- ce, onlar karanlıklarda kalmış sağırlar ve dilsizlerdir. Allah dilediğini saptı- nr, dilediğini de doğru yol üzere kılar. Açıklaması Ey insanlar! Ne kadar yeryüzünde hareket eden canlı ve kuş türlerinden hayvan varsa, mutlaka onlar da sizin gibi yaratılmış ümmetlerdir. Onlar aynı zamanda sizin gibi çeşitli sınıflara ayrılmışlardır. Onların kendilerine ait nzık-ları, düzenleri, durumları ve karakterleri vardır. Bunların işlerini çekip çeviren, durumlarına riayet edip gözetleyen, onlara iyilikte bulunan Yüce Allah'tır. Özellikle yeryüzündeki canlıların söz konusu edilmesi, bunların kâfirler tarafından da görünüyor olmasından dolayıdır. Göklerdeki melekûtta ise tek başına Allah'tan başka hiç kimsenin bilmediği pek çok şeyler vardır. Orada gerçeğini Allah'tan başka hiç bir kimsenin idrak edemediği canlı varlıklar da vardır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Göklerin, yerin ve oralarda yaydığı her canlının yaratılışı O'nun ayetlerinden (birliğinin belgelerinden)dir. O dilediği zaman onları toplamaya elbette kadirdir." (Şura, 42/29) Yüce Allah "Kitap" diye sözü edilen Levh-i Mahfuzda söz konusu etmediği hiç bir şey bırakmamıştır. (Levh-i Mahfuz, gayb âleminde yaratılmış bir şey olup orada kıyamet gününe kadar mahlûkatın takdirleri ile ilgili olarak olmuş ve olacak her şeyin tedvin edildiği şeydir.) Yani bütün yaratıkların bilgisi Allah nezdindedir. O hiç bir şeyi unutarak rızık ve tedbirinin dışında bırakmaz; bu yaratık ister karada ister denizde, isterse de havada olsun. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Yerde yürüyen ne kadar canlı varsa hepsinin rızkını karşılamak Allah'a aittir. Onların duracak yerlerini de emanet edindikleri yerlerini de O bilir. Bunların hepsi apaçık bir kitaptadır." (Hûd, 11/6) Râzî ve bir grup müfessire göre bu konuda daha kuvvetli olan görüş, kitaptan kastedilenin Kur'an-ı Kerim olduğudur. Çünkü bu kelimenin başına gelen elif-lâm daha önce sözü geçen kitap hakkındadır. Daha önce sözü geçen kitap ise Kur'an-ı Kerim'dir. Daha sonra Yüce Allah, insan olsun hayvanlardan olsun bütün bu ümmetleri diriltecek ve kıyamet gününde onları huzurunda toplayıp her birisine amelinin karşılığını verecektir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Vahşî hayvanların bir araya toplandığı zaman..." (Tekvir, 81/5). İmam Ahmed, Ebu Zerr'den rivayetine göre Resulullah (s.a.) birbiriyle toslaşan iki koyun görür ve "Ey Ebu Zerr, bunların birbirleriyle ne için toslaştıklarını biliyor musun?" diye sorar. Ebu Zerr, "Hayır" deyince Resulullah (s.a.) şöyle buyurur: "Fakat Allah bunu bilir ve onlar arasında hükmünü verecektir." Ahmed b. Hanbel'in oğlu Abdullah da babasından naklettiği Müsned'inde Hz. Osman'dan rivayetine göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz boynuzsuz koyun için kıyamet gününde boynuzlu koyuna kısas uygulanacaktır." Abdürrezzak da Ebu Hureyre'den Yüce Allah'ın, "... hepsi mutlaka sizin gibi ümmetlerdir. Biz o Kitapta hiç bir şeyi eksik bırakmadık. Sonra hepsi Rable-rinin huzurunda toplanırlar" buyruğu hakkında şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Kıyamet gününde bütün mahlûkatı, hayvanları, kuşları ve her şeyi bir araya getirip toplar. O gün Allah'ın adaleti o dereceye ulaşır ki, boynuzlu koyundan boynuzsuzun hakkını alır. Sonra da, "Haydi toprak olunuz" der. İşte bundan dolayı kâfir, "Keşke toprak olsaydım" (Nebe, 78/40) diyecektir. Allah'ın birliğine, peygamberinin doğruluğuna delâlet eden, yalanlayan kâfirlere gelince: Cahillikleri, bilgilerinin azlığı ve anlayışsızlıkları işitemeyen sağır ve konuşamayan dilsiz bir kimseyle örneklendirilmiştir. Bunlar kabul edecek şekilde hak ve hidayet çağrısını işitmezler. Bildikleri hakkı söylemezler. Karanlıklar içerisinde, şirkin, putperestliğin, cahili geleneklerin, bilgisizliğin ve kitaptan habersizliğin karanlıkları içerisinde bocalayıp dururlar. Böyle sağır ve dilsiz bir kimse nasıl doğru yolu bulabilir; yahut içinde bulunduğu karanlıklardan nasıl çıkabilir ki? Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onların misali bir ateş yakanın hali gibidir. O, etrafını aydınlatınca Allah nurlarını giderip kendilerini görmeyecek bir halde karanlıklar içerisinde bırakır. Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler, artık onlar dönmezler." (Bakara, 12/17-18). Onlar böyle şeyler üzerinde düşünmekten, bunlar hakkında kafalarını yormaktan yana gaflet içerisindedirler. Yaratıkları hakkında dilediği gibi tasarrufta bulunan Yüce Allah'tır. Allah saptırmayı dilediğini saptırır, ona lütufta bulunmaz. Buna sebep ise onun lütfa lâyık olmayışıdır. Allah kime hidayet etmek isterse de ona lütfeder ve onu dosdoğru yol olan İslâm'a iletir. Çünkü o lutfedilmeye ehil olan kimsedir. Bu şekilde lütuf görüşü Mutezile'nin görüşüdür. Saptırmak ve hidayete iletmek, Yüce Allah'ın mahlukâta dair ezelî bilgisine göre meşîeti ile olur. Allah'ın saptırdığı kimsenin onun hak davasından yüz çevirmesi, doğruya ulaştıran delil ve belgeler üzerinde düşünmeyip büyüklük taslaması dolayısıyladır. Allah kime de hidayet verirse yani ciddi bir şekilde düşünme, kulağını, basiretini, kalbini yani aklını kullanma kabiliyetini ihsan ederse, hidayetini de ihsan eder. Bunu insanlara miras yoluyla gelen veya geleneksel etkenlerden dolayı değil bağımsız bir şekilde konu üzerinde düşündüklerinden dolayı verir. [16] Sıkıntılı Zamanlarda Yalnızca Yüce Allah'a Sığınmak 40- De ki: "Söyler misiniz? Size Allah'ın azabı gelirse yahut size kıyamet gelip çatsa Allah'tan başkasını mı çağıracaksınız? Şayet doğru söyleyen kimseler iseniz..." 41- Hayır, yalnız O'na dua edersiniz. O da dilerse dua ettiğiniz şeyi kabul eder, açar ve siz şirk koştuklarınızı unutursunuz. 42- Andolsun senden önceki ümmetlere biz (peygamberler) gönderdik. Onları yalvarırlar diye darlığa, hastalığa uğrattık. 43- Bari onlara azabımız geldiğinde yalvarsalar ya! Fakat kalpleri katılaşmıştı. Şeytan da yaptıklarını onlara süslü göstermişti. 44- Bunlar kendilerine hatırlatılanı unutunca üzerlerine her şeyin kapılarını açtık. Nihayet kendilerine verilenler yüzünden şımardıklarında onları ansızın tutup yakalayıverdik. Artık o anda onlar ümitsiz kalıverdiler. 45- Böylece zulmeden kavmin ardı arkası kesildi. Âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamd olsun. Açıklaması Yüce Allah, dilediğini yapanın, dilediği şekilde yarattıklarında tasarruf edenin kendisi olduğunu, kimsenin hükmüne karşı gelemeyeceğini, yarattıkları hakkında verdiği hükmü hiç kimsenin geri çeviremeyeceğini haber vermektedir. O kendisinden dilekte bulunulduğu vakit dilediği kimsenin istediğini yerine getiren, ortağı olmayan bir ve tek olandır. Ey peygamber! Müşriklere de ki: Bana haber veriniz, sizden önceki ve size benzeyen ümmetlerin başına gelen yerin dibine geçirilme, fırtınalar, yıldırımlar ve tufan gibi Allah'ın azabı size gelse yahut da bütün dehşetleriyle, alçaltı-cılığı ve ibret verici cezalarıyla kıyamet size gelip çatacak olsa, başınıza gelen bu belâların açılması (giderilmesi) için Allah'tan başkasına dua eder misiniz; yoksa, onunla birlikte başka tanrılar edinmekte doğru söyleyen kimseler iseniz, sığındığınız putlarınıza mı dua edersiniz? Daha sonra susturmak ve onları ister istemez kabul etmek zorunda bırakmak maksadıyla kendilerine yöneltilen bu soruya, önce geçen hususların söz konusu olmayacağını belirtmek üzere "hayır" diye cevap vermektedir. Bu sorunun cevabı şudur: Sizler sıkıntı, darlık, mihnet ve zorluk zamanlarınızda Allah'tan başka hiç bir kimseye dua etmezsiniz. Sizler başınıza gelen hastalıkları, sıkıntıları açıp gidermesi için Allah'a dua edersiniz. O da meşietine uygun olarak bu sıkıntınızı açıp giderir. Bu arada ortak koştuğunuz ilâhlarınızı unutursunuz, böyle bir zamanda Allah'tan başkasını hatırlamazsınız. Yüce Allah'ın şu buyruklarında dile getirildiği gibi: "Denizde size bir sıkıntı isabet ettiği zaman ondan başka taptığınız herkes kaybolur gider." (İsra, 17/69); "Gemiye bindiklerinde dinlerini yalnız ona halis kılanlar olarak Allah'a yalvarırlar. Onları karaya (çıkarıp)kurtarınca da bakarsın ki onlar (Allah'a) ortak koşarlar." (Ankebût, 25/65); "Onları gölgeler gibi dalgalar kapladığında dinlerini halis kılanlar olarak Allah'a dua ederler. Onları kurtarıp karaya çıkarınca onlardan kimileri orta yolu tutar. Esasen bizim ayetlerimizi ancak çokça haksızlık edenler ve nankörlük edenler inkâr eder." (Lokman, 31/32) Çünkü Yüce Allah insan fıtratına, tevhidi ve kudreti her şeyin üstünde olan, yerde ve göklerde hiç bir kimse tarafından aciz bırakılamayan gerçek yaratıcıya itaatle boyun eğme duygusunu yerleştirmiştir. Şirk ise ilkel kavimlerden miras olarak alınan geçici ve arızî bir şeydir. Nihayet sıkıntı baş gösterince insanlar Yüce Allah'a yalvarıp yakarırlar: "Allah'ın insanları üzerine yarattığı Allah'ın fıtratına (yönel). Allah'ın yaratışı hakkında değiştirme söz konusu değildir." (Rum, 30/9) Daha sonra Yüce Allah, geçmiş ümmetleri örnek göstermekte ve hem ibret olsun, hem de sapıklıklarından dönüp akıllarını başlarına alsınlar diye kullarını sıkıntılara düşürmenin sünneti gereği olduğunu bildirmek için kıyas yapacak şekilde örnek vermektedir ve şöyle buyurmaktadır: "Andolsun senden önceki ümmetlere biz..." Yani andolsun, senden önceki ümmetlere peygamberler gönderdik. Onlar kendi ümmetlerini tevhide, Allah'a ibadete çağırdılar, fakat onların çağrılarına icabet etmediler. Biz de onları sıkıntılarla, hastalıklarla imtihan ettik; yani onları fakirlik, geçim darlığı, hastalık ve acılarla sınadık. Belki Allah'a döner, Allah'a yalvarıp yakarır ve ona itaatle boyun eğerler diye. Çünkü sıkıntılar ruhları cilâlandınr. Sıkıntılar yiğit insanları doğurur ve ahlâkı arındırır. Bu ayet-i kerime kendisinden önceki buyruklar ile birbirine yakın iki dilimin ilişkisi gibi ilişkilidir. Çünkü müşrikler peygamberlerine muhalefet hususunda kendilerinden öncekilerin yolunu izlediler. O bakımdan şimdi muhalefet edenler de kendilerinden öncekilerin başlarına gelen belâ ve musibetlerin benzerlerinin başlarına gelip çatmasına maruzdurlar. Daha sonra Yüce Allah yalvarıp yakarmaya teşviki şöylece pekiştirmektedir: Bizim verdiğimiz sıkıntılar, onlara gelip azabın ön habercileri orataya çıktığında, bize itaatle ve tevbe ederek yalvarıp yakarmaları gerekmez miydi? Fakat onlar böyle bir iş yapmadılar, kalpleri katılaştı. Yani kalpleri incelmedi ve itaatle boyun eğmediler. Kalpleri adeta taş gibi katılaştı veya taştan da daha katı oldu. İbret almadılar. Şeytan onların şirk, ahlâksızlık, inatlaşma ve masi-yet gibi işlerini onlara süsledi, güzel gösterdi ve atalarının üzerinde oldukları halde kalmaları için kendilerine vesveseler verdi. Daha sonra -sebebi ve şekilleri açıklanmak suretiyle- onlara azap indi. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Bunlar kendilerine hatırlatılanı unutunca...[17] Yani peygamberlerinin kendilerine hatırlattıkları korkutma ve müjdelemeler-den yüz çevirip bunları unutur gibi yaparak küfür ve inatları üzerine ısrar edince, üzerlerine rızkın her türlü kapılarını, rahat geçim, sağlık, güvenlik ve buna benzer tercih ettikleri şeylerin kapılarını ardına kadar açtık. Bu ise Allah'ın onlara, azaba derece derece yaklaştırmak için tanıdığı bir mühletti. Nihayet onlar kendilerine verilen mal, evlat ve rızıklarla sevinip şımarınca, ansızın onları kökten imha eden azapla yakalayıverdik. Aniden onların kurtuluştan ve her bir hayırdan ümit kestiklerini görürsün. Peygamberleri yalanlamak ve şirk üzere kalmak suretiyle kendilerine zulmeden o topluluk helak oldu ve kökten imha edildiler. Onlardan hiç bir kimse geriye kalmadı. Katıksız övgüler, peygamberlerine, itaat ehline verdiği nimetleri, küfür ve fesat ehlini cezalandırması sebebiyle âlemlerin rabbi olan Allah'ındır. Bu da şuna işaret etmektedir: Fesatçıların yok edilmesi Allah'ın bir nimetidir. Darlık ve sıkıntılarda ibret ve öğüt vardır. Lüks ve rahat geçime gömülmek kimi zaman bir istidraç olabilir. Her işin sonunda da Allah'ın anılması bir görevdir (vaciptir). Ahmed, Ukbe b. Âmir'den Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Eğer Allah'ın, masiyetlerine rağmen bir kula dünyadan sevdiği şeyleri verdiğini görürsen şunu bil ki, o ancak ve ancak bir istidraçtır (derece derece onu azaba yaklaştırmak ve azabını daha çok artırmak içindir.)" Daha sonra Resulullah (s.a.) şu ayet-i kerimeyi okudu: "Bunlar kendilerine hatırlatılanı unutunca üzerlerine her şeyin kapılarını açtık..." Taberânî ile Beyhakî'nin rivayetinde ise şöyle denmektedir: "Masiyetleri üzerinde devam edip gittiği halde bir kula Yüce Allah'ın istediğini verdiğini görürsen, şunu bil ki bu, ancak Allah'tan ona bir istidraçtır." Mümin ise nimete aldanmaz, sıkıntıya da sabreder. Müslim, Suhayb er-Rûmî yoluyla Hz. Peygamberden merfi olmak üzere şu hadisi rivayet eder: "Müminin işi hayret edilecek bir iştir. Onun bütün işleri hayırdır. Böyle bir imkân ise müminden başka hiç bir kimseye verilmemiştir. Ona bir bolluk isabet ederse şükreder ve bu onun için bir hayır olur. Ona bir sıkıntı isabet ederse sabreder, bu da onun için bir hayır olur." [18] İlâhî Kudret Ve Vahdaniyetin Bazı Delilleri İle Peygamberlerin Görevleri 46- De ki: "Söyler misiniz, eğer Allah işitme duyunuzu ve gözlerinizi alsa, kalplerinize mühür vursa Allah'tan başka onları size iade edecek ilâh kim-dir?"Bak, ayetlerimizi (vahdaniyetimize ait delilleri) nasıl türlü türlü açıklıyoruz, yine de onlar yüz çeviriyor-lar!(iman etmiyorlar) 47- De ki: "Söyler misiniz, eğer Allah'ın azabı ansızın yahut açıktan açığa size gelip çatarsa zalimler topluluğundan başkası helak olur mu?" 48- Biz peygamberleri ancak müjdele-yici ve korkutucular olarak göndeririz. Artık kim iman edip ıslah etse, onlara korku da yoktur, onlar üzülmezler de. 49- Ayetlerimizi yalanlayanlara gelince, fasıklık ettikleri için onlara azap dokunacaktır. Açıklaması Ey Peygamber! Şu yalancıya ve inatlaşan müşriklere de ki: Şayet Allah sizin işitmenizi, görmenizi, kalbinizi alacak olursa ne yapacaksınız, bana söyleyin? Dinlemek, başkalarıyla tanışmanın ve anlaşmanın anahtarıdır. Eşyaya tahakküm etmek, onu egemenliği altına almak için ise gözler gereklidir. Kalp ise hayatın, aklın ve bilginin yeridir. Eğer bu güçler işlemez hale gelirse insanın durumu bozulur, dünya ve din menfaatleri ortadan kalkar. Bu nimetleri bağışlayan Allah olduğuna göre tazim, övgü ve kulluğun da Allah'tan başka kimsenin hakkı olmaması gerekir. Kalbin mühürlenmesi, hidayetin nüfuz etmesine imkân kalmayacak, işleri akletmeyecek, fayda ve zararı, hak ile batılı idrak edemeyecek hale gelmesi de-mekir. Yüce Allah'ın, "Onları size iade edecek ilâh kimdir?" buyruğunun anlamı şudur: Sizden alınan bu güçlerinizi size kim geri verebilir? Yani Allah'ın sizden aldıklarını tekrar size geri verecek O'ndan başka bir ilâh yoktur. Ayetleri ne şekilde açıkladığımıza, nasıl beyan ettiğimize, değişik şekillerde türlü türlü üslûplarda nasıl tekrarladığımıza bir bak! Uyarmak, ileri sürecek mazeret bırakmamak, teşvik etmek, korkutmak ve buna benzer üslûplarla. Bütün bunlar ise Allah'tan başka ilâh olmadığına, O'ndan başka taptıklarının batıl olduğuna, sapıklık olduğuna bir delildir. Eğer tapındığınız şeyler fayda ve zarar verebilen ilâhlar olsalardı, bunları size geri vermeleri gerekirdi. Sizler bunların hiç bir şeye gücü yetmeyen varlıklar olduğunu bildiğinize göre, ne diye onlara dua ediyorsunuz? Dua, ibadettir; ibadet ise ancak bir ve tek Kahhâr olan Allah'a yapılır. Şimdi sen onların nasıl yüz çevirdiklerine bir bak ve ey peygamber de ki: Bana söyleyiniz! Allah'ın azabı ansızın, farkına varmaksızın gelip sizi bulacak olursa yahut da gözünüz göre göre, açık bir şekilde gelip size çatacak olursa ne yapacaksınız! Zaten Allah'a şirk koşmak suretiyle küfür ve inat üzerinde ısrar ederek kendilerine zulmeden zalimlerden başkası da helak olunmaz. Yani azap, ancak Allah'a şirk koşmak suretiyle kendilerine zulmedenleri kuşatır. Yalnızca Allah'a ve O'na şirk koşmaksızm ibadet edenler ise kurtulur. Daha sonra Yüce Allah peygamberlerin görevlerini açıklayarak şöyle buyurmaktadır: "Biz peygamberleri ancak müjdeleyici ve korkutucular olarak göndeririz." Yani peygamberlerin görevi müminleri cennet ve hayırlar ile müjdelemek, Allah'ı inkâr eden kâfirleri de cehennem ve cezalar ile korkutmaktan ibarettir. Arkasından bu iki kesimin akibetini şöylece açıklamaktadır: Peygamberleri doğrulayıp onların getirdiklerine kalpten iman eden, onlara tabi olmak suretiyle amelini düzelten kimseler için gelecekte, dünya azabından yana da ahiret azabından yana da bir korku yoktur. Allah'a kavuşacakları günde de geçmişte elde edemediklerinden ve dünya işlerinden geriye bıraktıklarından dolayı üzülmeyeceklerdir. Çünkü Yüce Allah şu buyruğunda olduğu gibi onları her türlü korku ve dehşetten koruyacaktır: "O en büyük korku onları üzmeyecektir. Melekler onları karşılayacak ve "işte bu va'dolunduğunuz gündür" (diyeceklerdir.)" (Enbiyâ, 21/103). Dünyada, aşırılığı ve uzun süre devam etmesi bakımından sıkıntıdan dolayı müşriklerin üzüldükleri gibi üzülmezler. Onlar kendilerine isabet edenlere sabrederler, Allah'tan ecir beklerler. Bu musibetlerin yerine hayırlısının kendilerine verilmesini umarlar. Çünkü Yüce Allah nimet ile karşılaşmak halinde şükretme, sıkıntı esnasında da sabretme ve işi yüce yaratıcıya havale etme yolunu göstermiştir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Yerde olsun nefislerinizde olsun gelip çatan her bir musibet, mutlaka biz onu yaratmadan önce bir kitapta (yazılı)dır. Şüphesiz bu Allah'a göre pek kolaydır. Ta ki elde edemediğinize üzülmeyesiniz, size verdiklerinden dolayı da şımarmayasınız. Allah böbürlenip aldanan hiç bir kimseyi sevmez." (Hadîd, 57/22-23) Peygamberlerle gönderilen Allah'ın ayetlerini yalanlayanlar, küfre saptıkları ve peygamberlerin getirdiklerini bile bile inkâr ettiklerini, Allah'ın emir ve itaatinin dışına çıkarak yasaklanan, haram kılman şeyleri işledikleri için azaba duçar olacaklardır. Onların küfür ve fesatlarının dünyadaki cezası çeşitli sıkıntılarla, ahirette de cehennemde çeşitli gazap ve cezalarla olacaktır. Kâfirin dünya hayatında iken yararlandığı dünyevî nimetlere gelince, bunlar ahiretin hayırlarıyla karşılaştırıldığı takdirde, pek az bir meta, oldukça basit ve önemsiz şeyler olarak görünürler. [19] Peygamberin Tek Kaynağı Vahiy, Görevi İse İnsanları Uyarmaktır 50- De ki: "Ben size "Yanımda Allah'ın hazineleri vardır" demiyorum. Ben gaybı da bilmiyorum. Ben hiç şüphesiz bir meleğim de demiyorum. Ben ancak vahyolunana uyarım." De ki: "Hiç görmeyenle gören bir olur mu? Hiç düşünmüyor musunuz?" 51- Rablerinin huzurunda haşroluna-caklarım bilip korkanları sen bununla inzar et! Onlar için ondan başka bir dost da yoktur, bir şefaat edici de yoktur. Olur ki sakınırlar. 52- Sırf O'nun rızasını dileyerek sabah akşam rablerine dua edenleri kovma! Onların hesabından sana bir şey düşmez, senin hesabından da onlara bir şey düşmez ki, onları kovasın. O takdirde zalimlerden olursun. 53- Biz onlardan kimini kimisi ile böylece imtihan ettik. Ta ki "Allah aramızdan bunlara mı lütfetti?" desinler diye. Allah şükredenleri daha iyi bilen değil midir? Nüzul Sebebi "Sırf onun rızasını dileyerek... dua edenleri kovma." mealindeki 52. ayetin nüzulü ile ilgili olarak, İbni Hibbân ile Hakîm Sa'd b. Ebi Vakkas'tan şöyle dediğini rivayet ederler: Bu ayet-i kerime altı kişi hakkında nazil olmuştur. Ben, Abdullah, İbni Mes'ud ve diğer dört kişi daha. Bunlar için Resulullah (s.a.)'a "Onları kov" dediler. Çünkü biz bunlar gibi sana tabi olmaktan utanıyoruz. Peygamber (s.a.)'in içinden Allah'ın dilediği şeyler geçti. Bunun üzerine, "Sırf onun rızasını dileyerek... dua edenleri kovma!" buyruğu, "Allah şükredenleri daha iyi bilen değil midir?" buyruğuna kadar nazil oldu. Biraz sonra konu ile ilgili Müslim'in bir diğer rivayetini de söz konusu edeceğiz. Ahmed, Taberânî ve İbni Ebî Hatim, İbni Mes'ud'dan şöyle dediğini naklederler: "Kureyş'in ileri gelenleri Resulullah (s.a.)'ın yanından geçtiler. Hz. Peygamberin yanında Habbâb b. el-Eret, Suhayb ve Ammâr vardı: "Ey Muhammedi Sen bunları mı beğendin? Aramızdan Allah bunlara mı lütufta bulundu? Sen bunları kovsan, biz elbette sana tabi oluruz" dediler. Allah bunun üzerine haklarında, "Rablerinin huzurunda haşrolunacaklarını bilip korkanları..." buyruğundan itibaren (55. ayet-i kerimenin sonu olan "Belli olsun diye ayetleri böylece açıklıyoruz" buyruğuna kadar) indirdi. İbni Cerîr et-Taberî ile İbnü'l-Münzir de İkrime'den şöyle dediğini rivayet ederler: Utbe b. Rabia, Şeybe b. Rabia, Mut'im b. Adiyy, el-Hâris b. Mevfel[20], kâfirler arasından Abdi Menafoğullarının ileri gelenleri ile birlikte Ebu Talib'in yanına gelip ona şöyle dediler: Şu senin kardeşinin oğlu, şu köleleri yanından uzaklaştıracak olsa, gözümüzde daha büyür ve biz ona itaat edebiliriz, ona tabi olma ihtimalimiz daha yükselir. Bunun üzerine Ebu Talib, Resulullah (s.a.) ile konuştu. Ömer b. el-Hattab dedi ki: Böyle bir şey yapsak da onların ne istediklerini bir görsek. Bunun üzerine Yüce Allah, "Rablerinin huzuruna haşrolunacaklarını bilip korkanları..." ayetini "Allah şükredenleri daha iyi bilen değil inidir?" buyruğuna kadar indirdi. Söz konusu kişiler ise Bilâl, Ammâr b. Yâsir, Ebu Hu-zeyfe'nin azatlı kölesi Salim, Useyd'in azatlı kölesi Salih[21], İbni Mes'ud, el-Mik-dâd b. Am[22]s\ Vâkid b. Abdullah el-Hanzalî ve benzerleri idi. Bunun üzerine Hz. Ömer gelip söylediği sözden dolayı özür beyan etti. Bu sefer Yüce Allah'ın "Ayetlerimize iman edenler sana geldiğinde..." ayetini (54. ayet) indirdi. Dikkat edilecek olursa bu rivayetler farklı farklıdır. Kimisi ayet-i kerimenin nüzul sebebini 53. ayetin sonuna kadar zikrederken, kimisi de 54 ve 55. ayet-i kerimeyi de bu sebeple inen ayetler arasında zikretmiştir. İlk rivayet İbni Mes'ud'u Kureyş'in ileri gelenleri arasında zikretmekle birlikte[23] sonuncu rivayet onu kovulması istenenler arasında zikretmektedir. [24] Açıklaması Müşrikler Resulullah (s.a.)'tan peygamberin ve onun risaletinin görev ve fonksiyonunun ne olduğunu bilmediklerinden dolayı kendilerini ikna edici maddî bir takım mucizeler göstermesini istiyorlardı. Yüce Alllah indirdiği buyruklarla ona şöyle demesini emretti: "Ey Peygamber! Şunlara de ki: Ben Allah'ın hazinelerine sahip değilim. Onları paylaştırma, dağıtma ve onlarda tasarruf etme gücüm yoktur. Bu, yalnızca Allah'a ait olan bir iştir. O, bu hazinelerden hikmetine uygun ve kendi iradesiyle kullarından dilediğine verir. Ben sizlere "Şüphesiz ki ben gaybı bilirim" de demiyorum. Bu da aziz ve celil olan Allah'a ait bir şeydir. Ben gaybdan ancak Allah'ın bana bildirdiği şeyleri bilebilirim. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "O gaybı bilendir, O gaybına hiç bir kimseyi muttali kılmaz, meğer ki beğenip seçtiği bir peygamber ola." (Cin, 72/26-27) Ben meleklerden bir melek olduğumu da iddia etmiyorum. Ben ancak bir insanım, Allah tarafından bana vahiy geliyor. O bakımdan insanların yapamayacakları şeyleri yapabilme gücüm yoktur. Bu üç hususun ifade ettiği anlam da şudur: Ben ulûhiyet iddiasında da bulunmuyorum, gaybı da bilmiyorum, melek olmak iddiam da yoktur ki, güç ve kudretimin içerisinde olmayan şeyleri benden isteyesiniz. Ben ancak sizin gibi bir beşerim; bana Kur'an-ı Kerim ve onu açıklamam vahyolunmaktadır. Bu konuda ben benzeri görülmedik bir iş de yapmıyorum. Risaleti tebliğ hususunda benden önce pek çok peygamber gelmiştir. Peygamberin görevi ise vahye tabi olmaktır. Yüce Allah'ın, "Ben ancak bana vahyolunana uyarım" buyruğunun anlamı işte budur. Yani ben bana vahyo-lunanın dışına, çok az bir mikdar dahi olsa çıkmam. Daha sonra yüce Allah sapıtanın ve hidayet bulanın eşit olmayacağını beyan ederek sapıklıkları dolayısıyla müşrikleri azarlayıp şöyle buyurmaktadır: "De ki, hiç görmeyenle gören bir olur mu?" Yani yalanlayan müşriklere de ki: Hakka uyup ona yol bulan ile haktan uzaklaşarak onu kaybedip sapıtan kimseler bir olur mu? Hiç düşünüp de şirkin sapıklığı ile İslâm hidayeti arasındaki farkı, Kur*an-ı Kerim'deki Allah'ın birliğinin delilleri ve O'nun rasülüne tabi olmanın gereğini akledip kavramıyor musunuz? Bu Yüce Allah'ın şu ayetini andırmaktadır: "Rabbinden sana indirilenin ancak hak olduğunu bilen kimse, kör kimse gibi olur mu? Ancak selim akıl sahipleri iyice öğüt alırlar." (Ra'd, 13/19) Sıraladığımız bu açıklamalar, özetle, Yüce Allah'ın hiç bir kimsenin benzerine sahip olma imkânı bulunmayan mutlak kudretini ispatlamaktadır. Bu ise Allah'ın varlık ve birliğine delil olan bir husustur. Aynı şekilde Kur"an-ı Ke-rim'in ve peygamberin doğruluğunu destekleyen mucizelerin yalnızca Allah tarafından geldiğini de ispatlamaktadır. Çünkü peygamberler, alışılmış hallerin dışında herhangi bir hususta tasarrufta bulunamazlar. Hiç bir şekilde Kur'an-ı Kerim yahut harikulade ayetlerin (mucizelerin) indirilmesi gibi, herhangi bir şeye de güçleri yetmez, mucizeleri gerçekleştiremezler de. İşte risaletin hakikati budur. Daha sonra Yüce Allah peygamberine müminleri kötü hesap ve kötü cezalara karşı uyarmasını emrederek şöylece buyurmaktadır: "... Sen bununla inzar et..." Yani ey Muhammed! Sen vahiy yoluyla yahut Kur'an-ı Kerim'in delaletiyle Allah'a iman eden, öldükten sonra dirilip haşredilmekten, mahşerin dehşetlerinden, kıyamet günündeki hesabın şiddetinden ve buna bağlı olarak Allah'ın huzuruna çıkılacağı esnada amellere karşılık verileceği zamanın dehşeti ile onları korkut. Böyle bir günde kendilerinin hiç bir yardımcıları, şefaatçileri, candan dostları ve destekleyicileri olmayacağına inanan o müminleri uyar: "O gün kimsenin kimseye bir fayda sağlama imkânı olmayacaktır. O gün mülk bütünüyle Allah'ındır." (İnfitâr, 82/19). Onları uyar ki, sakınabilsinler. Yani sen -sakınsınlar diye- aziz ve celil olan Allah'tan başka hiç bir kimsenin hakim olmadığı o günü hatırlatarak onları uyar. İbni Abbas der ki: Bunun anlamı şudur: Dünyada Allah'tan korksunlar, küfür ve masiyetlerden vazgeçsinler diye onları korkutup uyar. İşte Allah'a, gayba ve ahiret gününe iman eden bu kimseler, Kur'an-ı Kerim'den yararlanabilenlerdir. Maddenin dışında hiç bir şeye inanmayan materyalistlere gelince, bunlar ilâhî hidayet nurunu görmekten yana gözlerinin üzerine kendi elleriyle perde çekmişler, Allah onların kalplerini mühürlemiş, kulaklarını sağırlaştırmış ve gözlerini de kör etmiştir. Bu da Yüce Allah'ın şu buyruğunu andırmaktadır: "Sen ancak gıyaben Rablerinden korkanları ve namazı dosdoğru kılanları korkutursun. Kim de temizlenip arınırsa ancak kendisi için temizlenmiş olur. Dönüş yalnız Allah'adır." (Fâtır, 35/18) Daha sonra Yüce Allah peygamberine Kureyş kâfirleri ile onların müreffeh eşrafını yakınına almasını, buna karşılık mustazaf müminler ile zayıf kimseleri uzaklaştırıp kovmasını yasaklamakta ve şöyle buyurmaktadır: "Sırf O'nun rızasını dileyerek sabah akşam Rablerine dua edenleri kovma..." Yani bu niteliklere sahip bu gibi kimseleri yanından uzaklaştırma. Aksine bunlar birlikte oturup kalktığın ve en yakın samimi dostların olsunlar. Onların niteliklerine gelince: Bunlar gerçekten iman etmiş, kalplerinde Rablerine karşı en ufak bir şirk şaibesi olmaksızın inanmış kimselerdir. Sabah akşam ve bütün vakitlerinde Rablerine dua ederler. O'na ihlâsla itaat ve dua ederler, bütün istekleri Allah'ı razı etmektir ve itaatlerini yalnızca Yüce Allah'a yaparlar. Çünkü ibadete lâyık olan O'dur. Bu ayet-i kerimenin bir benzeri de şu buyruktur: "Sabah akşam Rablerine sırf O'nun rızasını dileyerek dua edenlerle beraber sabret. Dünya hayatının ziynetini arzu ederek gözlerin onlardan başkasına kaymasın. Kalbine bizi anmaktan yana gaflet verdiğimiz heva ve heveslerine uymuş, işinde haddini aşmış kimselere de itaat etme!" (Kehf, 18/28) Bu müşriklerin takındıkları tavrın bir benzerini de Hz. Nuh'un kavmi takınmışlardır. O kavmin ileri gelenleri Hz. Nuh'a şöyle demişlerdi: "İlk bakışta içimizden ayak takımlarından kimselerin dışında sana uyanı da görmüyoruz..." (Hud, 11/27). Hz. Nuh ise onlara şöyle cevap vermişti: "Ve ben iman edenleri kovacak da degıtım. ŞûnYü \>un\ar şüphesiz îl&blerme fettmşatoklttT&vr. Fakat ben sizi cahillik eden bir kavim olarak görüyorum." (Hud, 11/29)

Daha sonra Yüce Allah şu buyruğunda da olduğu gibi böylelerinin hesaplarını yalnızca kendisinin göreceğini belirtmektedir: "Onların hesabını görmek, yalnızca Rabbime aittir." (Şuarâ, 26/113). Çünkü müşrikler bu yazıf müminlerin dinlerine ve ihlâslarına dil uzatmışlardı. Buna karşılık Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onların da hesabından sana bir şey düşmez..." Yüce Allah onların ihlaslarvna ve amellerinde Allah'ın rızasını istediklerine dair şahitlik ettikten sonra böyle buyurmaktadır. Şayet durum Allah nezdinde dedikleri gibi olsa bile yine de sana düşen, sadece zahire itibar etmektir. Eğer ihlâslı olmadıkları için iç dünyaları razı olunmayan bir halde ise onların hesapları aleyhlerine olacaktır ve onların yakasını bırakmayacaktır. Onları aşıp da zararı sana ulaşma-yacaktır. Nitekim senin hesabın da senin içindir, seni aşıp onlara zarar vermeyecektir.[25] Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Her kişi kazandığı karşılığında rehindir" (Tür, 52/21); "Her nefis kazandıkları karşılığında rehindir." (Müddessir, 74/38); "Hiç bir nefis bir diğerinin günah yükünü yüklenmez." (En'âm, 6/164, İsrâ, 17/15; Fâtır, 35/18, Zümer, 39/7)

"Onların da hesabından sana bir şey düşmez, senin hesabından da onlara bir şey düşmez." Bu ifadedeki iki cümle aslında tek bir cümle konumundadır. Her ikisinin de ifade ettiği mana bir olmakla birlikte, ikisinin birlikte ifade edilmesi kaçınılmaz bir şeydir. Şöyle buyurulmuş gibidir: Sen de onlar da birbirinizin hesabından dolayı sorumlu tutulmayacaksınız.

O halde, onları ne diye kovuyorsun? Çünkü kovmak bir cezadır. Ceza ise hesap ve muhakemeden sonra söz konusu olur; ayrıca hesap görmek ise Allah'a aittir, sana düşen yalnızca tebliğdir: "O halde sen hatırlat! Sen ancak bir hatır-latıcısın. Onların tepesine dikilmiş bir zorba değilsin." (Gâşiye, 88/21-22)

Durum bu iken onları kovacak olursan, o takdirde kendilerine zulmedenler arasına katılmış olursun. Çünkü kovmak -belirttiğimiz gibi- ancak bir günah dolayısıyla olur; günah dolayısıyla hesaba çekmek ise sana değil, Allah'a ait bir iştir. Özetle Yüce Allah Müslümanlardan olup sakınmayan kimseleri söz konusu etmekte ve sakınmaları için uyarılmalarını emretmektedir. Daha sonra Müslümanlardan olup takva sahibi olanları söz konusu ederek Peygamberine, onları kendisine yakınlaştırıp onlara ikramda bulunmayı, onlar hakkında bunun dışında uygulamalar isteyen kimselere itaat etmemesini buyurmaktadır.

Daha sonra Yüce Allah müşriklerin zayıflar hakkındaki sözlerinin Allah'ın bir sınaması, bir denemesi olduğunu açıklayarak şöyle buyurmaktadır: "Biz onlardan kimini kimisi ile böylece imtihan ettik." Yani onların kimini kimisi ile imtihan edip denedik, sınadık. Ta ki sonunda kâfirler arasından güçlü olanlar zayıf müminler hakkında şöyle desinler: Hepimizin arasından bu büyük nimeti Allah şu köle, azat edilmiş köle ve fakirlerden oluşan yoksullara mı özel olarak verdi? Yüce Allah'ın şu buyrukları da bu sözlerini andırmaktadır: "Zikir aramızdan ona mı verildi?" (Kamer, 54/25); "Kâfir olanlar iman edenlere onlar hakkında eğer bu bir hayır olsaydı, bizden önce onlar onu elde edemezlerdi." Ahkaf, 46/11). Yani onlar bu şekilde sınanınca sonunda inkâr edici bir üslûpla bu sözleri söylediler ve Yüce Allah'ın şu buyruğunda ifade ettiği anlam onlar hakkında da gerçekleşmiş oldu: "Firavun hanedanı onu aldılar ki onlar için bir düşman ve hüzünlerine sebep olsun." (Kasas, 28/78)

Diğer bir ifade ile, müşrikler Müslümanlara şöyle diyorlardı: Allah aramızdan bunlara mı lütufta bulundu. Yani hakka sahip olmayı ve kendilerini mutlu edecek şeyleri biz dururken onlara mı lütfedip bağışladı? Halbuki toplumun önde gelenleri ve başkanları bizleriz, onlar ise fakirler ve kölelerdir. Bu sözlerini böyle fakir kimselerin hak üzere olmalarını kabul edemediklerinden, aralarından hayrın bunlara ihsan edilmesini içlerine sindiremediklerinden söylüyorlardı. İşte onların bu sözü söylemelerine sebep fitneye düşmeleridir. Çünkü böyle bir sözü ancak yardımdan mahrum edilmiş, fitneye düşürülmüş kimseler söyler.

Daha sonra Yüce Allah, onların büyüklenmekten, istikbardan kaynaklanan sözlerini şöylece reddedip cevaplandırmaktadır: "Allah şükredenleri daha iyi bilen değil midir?" Yani kimin iman edip şükredeceğini, dolayısıyla kimi imana muvaffak kılacağını, kimin küfür üzere sabit kalıp buna bağlı olarak onu yardımsız bırakılacağım en iyi bilen Allah değil midir? [26]



Yüce Allah'ın Rahmetinin Bazı Halleri


54- Ayetlerimize iman edenler sana geldiğinde,de ki: "Selâm sizlere! Rabbi-niz kendi üzerine rahmeti yazdı. İçinizden kim bilmeyerek kötü bir iş işler de sonra arkasından tevbe eder, düzeltirse şüphesiz O Gafûr'dur, Rahîm'dir."

55- Ayetleri böylece açıklıyoruz ve günahkârların yolu belli olsun diye...



Nüzul Sebebi


İkrime der ki: Ayet-i Kerime Yüce Allah'ın, uzaklaştırılmalarını Hz. Pey-gamber'e yasakladığı kimseler hakkında nazil olmuştur. O bakımdan Resulullah (s.a.) onları gördüğünde önce kendisi onlara selâm verir ve "Ümmetim arasında kendilerine öncelikle selâm vermemi emrettiği kimseleri takdir buyuran Allah'a hamdederim" derdi.

Mâhân el-Hanefî de der ki: Bir topluluk Resulullah (s.a.)'ın yanma gelerek "Bizler oldukça büyük günahlar işledik" dediler. Onlara herhangi bir şekilde cevap vermiş olduğunu sanmıyorum. Arkalarını dönüp gittikten sonra şu ayet-i kerime nazil oldu: "Ayetlerimize iman edenler sana geldiğinde..." [27]



Açıklaması


Ey Peygamber! Allah'a ve Rasulüne iman edip kitaplarını da kalp ve amel-leriyle tasdik eden, günahlarına dair soru sorarak bunlardan tevbe etmelerine imkân var mı diyen müminlere de ki: "Selâm sizlere!" Yani günahlarınızdan dolayı tevbeden sonra Allah'ın sizi cezalandırmayacağı hususunda Allah'tan size güvenlik vardır. Allah'ın selâmını kendilerine tebliğ etmesini, peygamberine emretmek suretiyle Allah onlara ikramda bulunmuştur. Böylelerinin kalplerini hoş tutmak ve onlara ikram olmak üzere öncelikle sen selâm ver ve Allah'ın kuşatıcı ve geniş rahmetiyle müjdele onları.

Bundan dolayı Yüce Allah geçmiş buyruğun gerekçesini şöylece açıkla- • maktadır: "Rabbiniz kendi üzerine rahmeti yazdı." Yani o kerim zatına rahmeti icap ettirdi. Bu, O'nun bir lütfü, ihsanı ve minnetidir.

Görüldüğü gibi "selâm sizlere" ayetinin tefsirinde az önce geçtiği gibi nüzul sebebinde, sözü geçen iki sebebi de bir arada zikretmiş bulunduk. Bazıları da şöyle demiştir: Bu ayet-i kerime bir takım günahlar işledikten sonra Resulullah (s.a.)'a pişmanlıklarını ve üzüntülerini izhar ederek gelen bir topluluk hakkında nazil olmuştur. İşte bu ayet-i kerime onlar hakkındadır.

Kimisi de şöyle demiştir: Bu ayet-i kerime müşriklerin Allah'ın rasulün-den kovup uzaklaştırmasını istedikleri Suffa ehli hakkında nazil olmuştur; Allah da onları böyle bir ikramla taltif buyurmuştur.

Râzî de şöyle der: "Bu konu ile ilgili görüşlerin doğruya en yakını bu ayet-i kerimenin umumu üzere anlaşümasıdır. Kim Allah'a iman ederse böyle bir teşrifin kapsamına girer.[28]

Daha sonra Yüce Allah tevbenin kabul edilme yolunu şöylece açıklamaktadır: "İçinizden kim bilmeyerek kötü bir iş işler de sonra tevbe ederse..." yani sizden kim bilmeyerek küçük ya da büyük bir günah işlerse -aşın gazaplanmak yahut serkeş bir şehevî arzu yahut bir beyinsizlik ve akibeti takdir olunamayan bir hafiflik ya da kasdî olmayarak böyle bir iş işler de -sonra da bu günahından dönüp pişman olarak ihlâsla Allah'a tevbe ederse, gelecekte de böyle bir günaha dönmemek üzere karar verir, amelini düzeltir, kötülüğün ardından onun etkisini silmek üzere iyilik yaparsa, artık Yüce Allah ona günahını bağışlamak suretiyle muamele eder. Çünkü O mağfiret ve rahmeti çok geniş olandır. Yüce Allah'ın şu buyruğu da bu ayet-i kerimeyi andırmaktadır: "Allah nezdin-de (makbul) tevbe, kötülüğü ancak bilmeden yapanların, sonra da çarçabuk tevbe eden kimselerinkidir..." (Nisa, 4/17)

Selef alimlerinden kimisi şöyle demiştir: Allah'a asi olan herkes cahildir. Hakem b. Ebân b. İkrime de şöyle der: Dünya bütünüyle cehalettir.

Kısacası samimî bir tevbenin dört şartı vardır: Günahtan dolayı gerçekten pişmanlık duymak, bundan sonra o günaha bir daha dönmemeye kesin karar vermek, işlenen günahta kul hakkı söz konusu olmuşsa hakkı sahibine geri vermek ve ardından salih amel işlemek.

Daha sonra Yüce Allah, lütfundan olmak üzere ilâhî beyanları açıklama yolunu bize göstermektedir. Bu yol ise, müminin itaat yollarını bilip günahkârların yollarına düşmekten uzak durabilmesi için Kur'an ayetlerinin geniş geniş açıklanmasıdır. İşte bunu beyan etmek üzere, "Ayetleri böylece açıklıyoruz..." diye buyurmaktadır.

Bunun anlamı da şudur: Tevhidin, peygamberliğin, kaza ve kaderin delillerine dair bu harikulade, açık ve teferruatlı açıklamalar gibi biz Kur'an'ın ayetlerini, beşeriyetin hakikatlerini beyan ediyoruz; batılcıların inkâr ettiği her bir hakkı böylece sapasağlam yerleştiriyoruz. Ta ki müminler günahkârların yolunu açık seçik görsünler. Onların yolu açık seçik ortaya çıktıktan sonra artık bunun dışında kalan ve buna muhalif olan her bir yol da müminlerin yoludur. İki kısımdan birisinin söz konusu edilmesi ikincisine de delâlet eder; Yüce Allah'ın, "Ve sizi sıcağa karşı koruyan elbiseler" (Nahl, 16/81) buyruğunda olduğu gibi. Burada görüldüğü gibi soğuk söz konusu edilmemektedir. Zira iki zıttan birisinin özelliğinin açıklanması, zımnen ikinci kısmın özelliğini de göstermektedir. Buna göre günahkârların yolu açıklık kazanırsa aynı şekilde hak ve iman ehlinin yolu da açıklık kazanmış olur. [29]



Peygamber (S.A.) İle Müşrikler Arasındaki Tartışmanın Sonuçlandırılması


56- De ki: "Sizin Allah'ı bırakarak ibadet ettiklerinize ibadet etmem hiç şüphesiz bana yasak edildi." De ki: "Ben sizin nevalarınıza asla uymam. O takdirde sapmış olur ve doğru yolu bulanlardan olmam."

57- De ki: "Şüphesiz ben Rabbimden bir beyyine üzerindeyim. Siz ise Onu yalanladınız. Sizin acele istediğiniz şey benim elimde değildir. Hüküm ancak Allah'ındır, O doğruyu haber verir ve O hüküm verenlerin en hayırlısıdır.

58- Eğer o acele istediğiniz şey benim elimde olsaydı elbette benimle sizin arınızda iş bitirilmiş olurdu. Allah zalimleri en iyi bilendir.



Nüzul Sebebi


"De ki: Şüphesiz ben Rabbimden bir beyyine üzerindeyim" mealindeki 57. ayet-i kerimenin nüzulü ile ilgili olarak el-Kelbî şöyle der: Bu ayet-i kerime en-Nadr b. Haris ile Kureyş'in ileri gelenleri hakkında nazil olmuştur. Onlar, olay olsun diye "Ey Muhammed! Haydi kendisiyle bizi tehdit edegeldiğin azabı geti-river." diyorlardı. Bu sebeple bu ayet-i kerime nazil olmuştur. [30]



Açıklaması


Ey Peygamber! Şu müşriklere de deki: Ben sizin dua edip çağırdığınız, kendilerinden hayır ve zararı önlemelerini istediğiniz put, heykel veya şanı ne kadar yüce olursa olsun, salih bir kul yahut da herhangi bir meleğe ibadet etmekten alıkonuldum. Böylesi bir ibadet bana yasak kılınmıştır. Ben bütün bunlardan aynı şekilde aklî ve maddî deliller ile Allah'tan başka tapındığınız şeylere ibadet etmeyi engelleyen Kur"an ayetleriyle de alıkonulmuş bulunuyorum. İşte bu ifadelerle onların ne kadar cahil oldukları ima edilmekte ve bunlar içinde bulundukları duruma gözü kapalı ve basiretsizce atılmakla nitelendirilmektedirler.

De ki: Ben herhangi bir delile tabi olmaksızın sırf hevaya uyma esasına dayanan şu hareketlerinizi izlemek suretiyle sizin yolunuza uymam. Şayet nevanıza uyacak olursam ben de sapıtmış olurum; hak ve hidayet namına hiç bir şeye sahip olamam. Bu onların herhangi bir şekilde hidayet üzere olmadıklarını kinayeli bir üslupla ifade etmektedir.

Şüphesiz Allah'tan başkasına ibadet, öyle bir sapıklık ve şirktir ki, uyanık akla sahip bir kimse bundan kendisini uzak tutar. Yüce Allah'a ibadetin doğruluğunu ise her türlü belge ve delil, düşünce ve sağlıklı işleyen bir mantık ortaya koymaktadır.

Hevaya tabi olunamayacağını ortaya koyduktan sonra Yüce Allah şu buyruğu ile uyulması gerekenin ne olduğuna dikkat çekmektedir: "De ki: Şüphesiz ben, Rabbimden bir beyyine üzerindeyim..." Ey peygamber, onlara şunu söyle! Ben size muhalefet ettiğim hususlarda Allah'ın bana vahyetmiş olduğu şeri-atinden bir basiret üzereyim. Apaçık aklî delillere ve dosdoğru tanıklara sahibim. Siz Allah'tan bana gelmiş bulunan hakkı, yani Kur'an-ı Kerim'i yalanladınız, şirk koşmak suretiyle Allah'ın varlığını inkâr ettiniz, apaçık belgeleri yalanlayıp hevaya ve sapıklığa tabi oldunuz, herhangi bir delili bulunmayan kör taklit yolunu izleyip gittiniz.

Acele gelmesini istediğiniz şey olan azap, benim nezdimde değildir. Ben onu üzerinize indirme kudretine sahip değilim. Hüküm ancak Allah'ındır. Yani bu işi gerçekleştirmek ancak Allah'a aittir. Dilerse O, azaptan dilediğinizi istediğiniz üzere size acilen verir, dilerse bu husustaki büyük hikmeti dolayısıyla size süre tanır, sizi erteler: "Her şey O'nun yanında bir miktar iledir." (Ra'd, 13/7).

Allah ise doğruyu anlatır. Yani o peygamberine vaadlerinde, tehditlerinde ve bütün haberlerinde hak olanı anlatır, hak hükmü bildirir. O ayırt edenlerin yani kullan arasındaki meselelerde hüküm verenlerin en hayırhsıdır. Bir hüküm vermek dilediği vakit de emrini gerçekleştirir, yerine getirir.

Peygamber (s.a.) şirkleri sebebiyle üzerlerine azabın ineceğini belirterek kavmini korkuturdu. Kavmi ise küfür üzere ısrarları dolayısıyla bu azabın çabucak inmesini istiyorlardı. Bunun üzerine Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "De ki: Şüphesiz ben Rabbimden bir beyyine üzerindeyim." Yani, ey Peygamber! uEy Allah'ım, eğer bu senin nezdinden gelen hak ise üzerimize semadan taş yağdır, yahut bize can yakıcı azap gönder." (Enfal, 8/32) diyerek azabın çabucak gelmesini isteyen şu inkarcılara de ki: Eğer bu azabı getirebilmek benim gücüm dahilinde bir şey olsaydı, hiç şüphesiz bu konuda hak ettiğinizi size gösterir, başınıza getirir ve benimle sizin aranızdaki hüküm verilmiş olurdu. Ben de çabucak kurtulmuş ve nihayet iş sonuna gelmiş olurdu. Allah ise kurtuluşa erme umudu bulunmayan, imana, hak ve adalete dönmeleri umulmayan zalimleri en iyi bilendir. O bakımdan azabın indirilmesi Yüce Allah'ın elindedir, benim değil. Allah onları nasıl, ne vakit ve ne şekilde cezalandıracağını en iyi bilendir: "Her ümmetin belli bir vadesi vardır. Onların belirlenen süresi geldiği zaman ne bir an geri bırakılırlar, ne de öne alınırlar." (A'râf, 7/34).

"De ki: Eğer o acele istediğiniz şey benim elimde olsaydı, elbette benimle sizin aranızda iş bitirilmiş olurdu." Bu ayet-i kerime ile Hz. Peygamber'in, "Hayır ben Yüce Allah'ın onların nesillerinden Allah'a ibadet edecek, O'na hiç bir şey ortak koşmayacak kimseleri çıkartacağını ümid ederim" hadisini bir arada nasıl anlayabiliriz diye bir itiraz gündeme getirilmiştir. Cevabı şudur: Bu ayet-i kerime, onların azabı istemeleri ile ilgilidir. Burada şuna delâlet vardır: Eğer onların azabı gerçekleşmesini istedikleri vakit, azabın gerçekleştirilme yetkisi Hz. Peygamber'in elinde olsaydı, bu azabı onların başına getirirdi. Hadis-i şerifte onların azabın başlarına gelip inmesini istediklerine dair bir şey yoktur. Aksine dağlarla görevli olan melek ona, eğer dileseydi, -Ahşebeyn diye bilinen Mekke'nin güney ve kuzey taraflarında bulunan iki dağı üzerlerine kapatmayı teklif etmişti. Bundan dolayıdır ki Hz. Peygamber de onlara mühlet verilmesini istemiş ve onların azaplandırılıp tamamen imha edilmeleri kendisine teklif edilmiş olmasına rağmen, onlara yumuşak davranılmasını istemiştir.

Hadis-i şerifin geçtiği olay, Buharı ile Müslim'in Sa/ıi/ı'lerindeki rivayetlerine göre Hz. Aişe'den nakledilmiş olup şöyledir: Hz. Aişe Allah Rasulüne şöyle sordu: "Ey Allah'ın Rasulü, sen Uhud gününden daha çetin bir günle karşılaştın mı?" Şöyle buyurdu: "Andolsun, senin kavminden kaynaklanan sıkıntılarla karşılaştım. Onlardan çektiğim en büyük sıkıntı Akebe günü olmuştu. Kendimi Abd b. Yalil b. Külal oğluna (beni himaye etsin diye) arz etmiştim de o benim istediğimi kabul etmemişti. Oldukça kederli bir şekilde gerisin geri döndüm. Ancak, Karn es-Selib'de kendime gelebildim. Başımı kaldırdım, beni gölgelendiren bir bulut ile karşılaştım. İyice baktım, orada Cibril (a.s)'in olduğunu gördüm, bana şöyle seslendi: Allah kavminin sana söylediklerini ve sana ne şekilde cevap verdiklerini işitmiş bulunuyor. Sana haklarında dilediğin şekilde emir veresin diye dağlar meleğini gönderdi. Daha sonra dağlar meleği bana seslenip selâm verdi ve şöyle dedi: Ey Muhammedi Muhakkak Allah kavminin sana söylediklerini işitti, Rabbim beni sana dilediğin şekilde emredesin diye gönderdi. Arzu ettiğin takdirde şu Ahşebeyn dağını onların üzerine kapatırım." Bunun üzerine Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Hayır, ben Allah'ın onların nesillerinden Allah'a ibadet edecek ve hiç bir şeyi O'na ortak koşmayacak kimseleri çıkartacağını ümit ederim." [31]



Yüce Allah'ın İlminin Kemali Ve Tartışılmaz Hakimiyeti


59- Gaybın anahtarları O'nun yanındadır. Kendinden başkası onları bilmez. Karada ve denizde ne varsa O bilir. Düşen her bir yaprağı dahi mutlaka O bilir. Yeryüzünün karanlıklarında tek bir tane yaş ve kuru müstesna olmamak üzere, hepsi apaçık bir kitaptadır.

60- Geceleyin sizi vefat ettiren (uyutan ) O'dur. Gündüzün ne kazandığınızı bilen, sonra muayyen bir ecel tamamlanıncaya kadar onda yine sizi diriltendir. Sonra dönüşünüz yalnız O'nadır. Sonra O işlediklerinizi size haber verecektir.

61- O kullarının üzerine kahir olandır. Üzerinize koruyucular gönderir. Nihayet birinize ölüm gelse elçilerimiz onun ruhunu alırlar. Onlar eksik bir şey yapmazlar.

62- Sonra gerçek mevlâlan olan Allah'a döndürülürler. Bilin ki hüküm, ancak O'nundur ve O en süratli hesap görendir.



Açıklaması


Gaybın hazineleri de anahtarları da Allah'ın yanındadır. Onlarda tasarrufta bulunan O'dur. Gizliyi de açığı da O bilir. O'ndan başka hiç bir kimse gay-bı bilmez. O hikmetine uygun olarak uygun gördüğü zamanda bunlardan dilediğini uygulamaya koyar.

Yüce Allah'ın kendisine tahsis ettiği gaybî hususlar beş tanedir. Buharî, İbni Ömer'den, o Resulullah (s.a.)'tan şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Gaybın anahtarları beş tanedir. Allah'tan başka onları kimse bilmez: "Muhakkak kıyamet saatinin bilgisi Allah'ın yanındadır. Yağmuru O indirir, rahimlerde olanı O bilir. Hiç bir kimse yarın ne kazanacağını bilemez ve hiç bir kimse hangi yerde öleceğini bilemez. Şüphesiz Allah her şeyi bilendir, her şeyden haberdar olandır." (Lokman, 31/24).

Rivayette kaydedildiğine göre bu ayet-i kerime nazil olunca, onunla birlikte on iki bin melek nazil olmuştur.

Müslim'in Sahih'inde Hz. Aişe'den şöyle dediği rivayet edilmektedir: "Resulullah (s.a.)'ın yarın neler olacağını haber verdiğini kim iddia ederse şüphesiz Allah'a karşı çok büyük bir iftirada bulunmuş olur. Yüce Allah ise şöyle buyurmaktadır: "De ki: Göklerde ve yerde olanlar arasında gaybı hiç kimse bilmez, ancak Allah bilir." (Nemi, 27/65).

Yüce Allah'ın şu buyruğu da bu anlamı ifade etmektedir: "O gaybı bilendir. Gaybına hiç bir kimseyi muttali kılmaz, meğer ki beğenip seçtiği bir peygamber ola."'(Cin, 72/26-27)

Şanı yüce Allah kişinin içinden geçirdiklerini, gizli ve sır olan her şeyi de bilir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz senin Rabbin kalplerinin gizlediklerini ve açığa vurduklarını da bilir. Gökte olsun yerde olsun, gizli ne varsa mutlaka apaçık bir kitaptadır." (Nemi, 27/74-75); "O gözlerin hain bakışını da kalplerin gizlediklerini de bilir." (Mü'min, 40/19).

"Kendinden başkası bunları bilmez" cümlesi bir önceki cümleyi tekit etmektedir.

Daha sonra Yüce Allah özetle ifade ettiği hususu genişçe açıklamakta ve bilgisinin kuşattığı bir takım alanları şöylece saymaktadır: "Karada ve denizde ne varsa O bilir." Yani gayba ait şeyleri bildiği gibi, tarafınızdan görülen eşyayı da bilir. Karada, denizde ne varsa onu bilir. O'nun bilgisi karada ve denizde olanıyla bütün varlıkları kuşatıcıdır. O'na bunların hiç birisi gizli değildir. Gökte olsun yerde olsun zerre ağırlığı kadar bir şey O'na gizli kalmaz. Hangi mekân ve zamanda olursa olsun, karada olsun denizde olsun, ağaç yapraklarından bir tanesinin dahi düşmesi O'nun bilgisiyledir. O cansızlar da dahil olmak üzere -canlılannki de öncelikle- bütün varlıkların hareketlerini bilir. Bilhassa canlılar arasında mükellef bulunan cinlerin ve insanların da hareketlerini bilir. Kişileri ilgilendiren her türlü hali de bilendir O.

Yerin karanlıklarında ister çiftçi gibi insanın fiiliyle olsun, ister karınca gibi hayvanın fiiliyle olsun isterse de yerin yarıklarına düşen bitki gibi insanın fiili olmadan yerin karanlıklarına düşen her bir taneyi bilir. Dalından düşen meyveyi, yaş olsun kuru olsun, canlı olsun cansız olsun bilir. İşte bu şekilde bütün varlıklara dair bilgi, asla silinmesi söz konusu olmayan ve muhafaza altında bulunan açık seçik bir kitap olan Levh-i Mahfuz'da tespit edilmiştir. Orada her şeyi Yüce Allah tescil edip kaydetmiştir. Her şeyin sayısını, zamanını, var oluşunu ve yok oluşunu kaydetmiştir.

Kitabın apaçık olması Allah'ın bütün mahlûkatı yaratmadan önce onda bulunan şeylerin doğruluğunu açıkça ortaya koymasındandır. Bu ez-Zeccâc'm görüşüdür. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "İster yeryüzünde ister nefislerinizde vuku bulan her bir musibet mutlaka onu yaratmamızdan evvel bir kitaptadır." (Hadid, 57/27). Râzî ise Kitâb-ı Mübîn'den (apaçık kitaptan) kastın Yüce Allah'ın bilgisinden başka bir şey olmadığı görüşünü doğru bulup tercih etmiştir.[32]

Özetle, Yüce Allah gizliyi de açığı da, görüleni de görülmeyeni de, yaşı da kuruyu da, gizliyi de ondan gizli olanı da, kâinattaki her bir şeyi, geneli, özeli bütünüyle eksiksiz olarak bilir.

Daha sonra Yüce Allah kudretinin bir takım tecellilerini, kâinattaki ve insanın yaşarken, ölürken, öldükten sonra diriliş, ahiretteki hesaba çekilme gibi geçtiği bir takım merhalelerdeki ilâhî tasarruflarını söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: "Geceleyin sizi vefat ettiren O'dur..." Yani geceleyin uyurken, kullarının canını, uykuda iken alan (uyutan) odur. İşte bu, küçük ölümdür. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Allah ölümleri vaktinde ruhları alır. Ölmeyeninkini (ruhunu) de uykusunda alır. Üzerine ölüm hükmünü verdiğini tutar, diğerini ise belli bir vakte kadar salıverir. Muhakkak bunda iyice düşünen bir topluluk için ayetler vardır." (Zümer, 39/42). Böylelikle bu iki ayet-i kerimede Yüce Allah önce küçük sonra da büyük iki ölümün hükmünü söz konusu etmektedir.

O gündüzün neler kazandığınızı bilir. Bu cümle Yüce Allah'ın bütün mah-lûkatınm gece ve gündüz yaptıklarını ilmiyle kuşattığını gösteren bir ara cümlesidir. Hareket halinde iken, hareketsiz iken her hallerini bilir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "İçinizden kim sözünü gizler veya açıklar, gece gizlenir gündüz yoluna giderse (O'nun için) birdir." (Ra'd, 13/10)

Uyku şeklindeki vefatınızı ve gündüzün yaptıklarınızı da bilmesinden başka, gündüzün sizi uykunuzdan uyandırır. Yani gündüzün sizi serbest bırakır. İbni Kesir"in tercih edip daha üstün kabul ettiği görüş budur. Aynı zamanda bu Katâde, Mücahid ve es-Süddf nin de görüşüdür.

Gece ve gündüzün bu şekilde hareket etmesi, Yüce Allah'ın sizden her biriniz için ilimde belirlemiş olduğu belli sürenin tamamlanması ve yerini bulması içindir. Çünkü bütün eceller, ömürler önceden takdir edilmiş, sınırlanmış ve yazılmıştır. Bundan sonra kıyamet gününde ecellerin tamamlanmasından sonra Allah'ın huzuruna döneceksiniz. Sonra da O, dünyada yapmış olduğunuz amellerinizi size bildirecek ve amellerinizin karşılığını hayırsa hayır, şer ise şer olarak verecektir.

Allah kulları üzerinde kahir olandır. Yani her şeyi kendi güç ve egemenliği altında tutan O'dur. Her şey O'nun celâline, azamet ve kibriyasına zilletle boyun eğmiştir. O, öldükten sonra diriltmeye kadir olandır. Çünkü uyuyarak vefat edeni (küçük ölümle öleni) harekete getirip diriltmeye kadir olan, ölümle vefat edeni de diriltmeye kadirdir. O kulları üzerinde tasarrufta bulunandır. Var etmek, yok etmek, hayat vermek ve öldürmek suretiyle onlara dilediğini yapandır.

Gece ve gündüz insan bedenini koruyacak amellerini tespit edecek ve bu hususlarda görevlerinde hiç bir eksik bırakmayacak şekilde koruyucu melekler gönderen gerçek koruyucu (el-Hâfız) O'dur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz üzerinizde koruyucular vardır. Kirâmen katibin (şerefli ya-zıcılar)'dir bunlar. Yaptıklarınızı bilirler." (İnfitâr, 82/10-12); "Sağında ve solunda oturan, yaptıklarını tespit eden iki (melek) vardır. O (insan) bir söz söylemeye dursun mutlaka onun yanında görüp gözetlemeye hazır bir (melek) vardır." (Kaf, 50/17-18). Yüce Allah'ın şu buyruğu da ayet-i kerimenin anlamını ifade etmektedir: "Önünden de arkasından da kendisini Allah'ın emriyle gözetleyen izleyicileri vardır." (Ra'd, 13/11).

Buharî ve Müslim, Ebu Hureyre'den Hz. Peygambere merfu olmak üzere şunu rivayet etmektedirler: "Gecenin ve gündüzün melekleri sizin aranızda ardı arkasına gelirler. Bunlar sabah namazı ile ikindi namazında bir araya gelirler. Sonra sizinle birlikte geceyi geçirmiş olanlar semaya çıkar. Rabbi onları en iyi bilen olduğu halde onlara sorar: "Kullarımı ne halde bırakıp geldiniz?" Onlar da, "Namaz kılarken bırakıp geldik, yanlarına gittiğimizde de namaz kılıyorlardı" derler.

Hafaza meleklerinin Yüce Allah'ın her şeyi bilmesine rağmen insanın amellerini yazmalarındaki hikmet, insana karşı delil ortaya koymak için maddî bir delilin getirilmesi, ortaya konulması içindir. Çünkü kişi amellerinin yazılmakta olduğunu bilirse, kendisi için yasaklanan şeylerden uzak durur, itaat olan işlere yönelir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ve kitap konulmuş olacaktır. Günahkârları onun içindekilerden dolayı korkuya kapılmış göreceksin: "Eyvah bize, bu kitaba ne olmuş! Küçük büyük hiç bir şey bırakmayıp sayıp dökmüş" derler. Onlar işlediklerini de hazır bulmuş olacaklardır. Rabbin hiç bir kimseye zulmetmez." (Kehf, 18/49).

O amellerinizi tespit etmek için üzerinize koruyucu melekler gönderir. Nihayet her insanın eceli gelince bu iş için tarafımızdan görevlendirilen melek elçilerimiz ruhunu alırlar. Bu elçiler ölüm meleğinin yardımcılarıdırlar. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "De ki: Size vekil kılınan ölüm meleği ruhunuzu alacaktır, sonra da Rabbinize döndürüleceksiniz." (Secde, 32/11). İbni Ab-bas ve başkaları der ki: Ölüm meleğinin diğer meleklerden yardımcıları vardır. Bunlar ruhu cesetten çıkartırlar. Ölüm meleği nihayet ruh boğaza gelip dayanınca onu kabzeder.

Bu melekler ölenin ruhunu muhafaza etmekte herhangi bir kusur işlemezler. Aksine onlar bu ruhu gereği gibi korur ve Yüce Allah'ın dilediği yere bırakırlar. Eğer bu kişi iyi kimselerden ise İlliyyîne, kötü ve günahkârlardan ise Siccîne bırakırlar. Bundan Allah'a sığınırız.

Daha sonra elçi meleklerin canlarını aldığı bu kimseler mevlâlarma yani işlerini çekip çeviren mutlak malikleri olan Allah'a döndürülür; hak olan mevlâlarma yani haktan başka hiç bir hüküm vermeyen, gerçek adaletli olan mev-lâlarına. Şunu bilin ki, o günde hüküm yalnız O'nundur, O'ndan başkasının hükmü yoktur. Kimse O'nun hükmünü geri çeviremeyecektir, O'nun hükmüne karşı çıkamayacaktır. O en çabuk hesap görendir. Herkesi en kısa bir süre zarfında hesaba çeker. Birisinin hesabını görmesi ötekinin hesabını görmesine engel değildir. Hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur: "Şüphesiz Allah herkesi bir koyunun sütünün sağılması kadar bir zamanda hesaba çekecektir."

Bu ayetin bir benzeri de Yüce Allah'ın şu buyruğudur: "Şüphesiz Rabbin aralarında hükmü gereğince hükmeder. O Azîz'dir, her şeyi bilendir." (Nemi, 27/78); "Ve Allah hükmeder, kimse O'nun hükmünü reddedemez. O hesabı çabucak görendir." (Ra'd, 13/41); "Hakkında anlaşmazlığa düştükleri şeylere dair kullarının arasında sen hüküm vereceksin." (Zümer, 39/46). [33]



Allah Karanlıklardan Kurtarmaya Kadir Olandır


63- De ki: "Sizi karanın ve denizin karanlıklarından kim kurtarıyor ki, ona gizli yalvarıyor ve dua ediyorsunuz: Eğer bizi bundan kurtarırsa andolsun şükredenlerden oluruz.

64- De ki: "Ondan ve her sıkıntıdan sizi Allah kurtarır. Sonra da siz yine şirk koşarsınız."


Açıklaması


Allahu' teala kullarını kara ve denizin zulmetinden karanlıklardan yani kara da ve deniz de maruz kalacakları tehlikelerden dolayı sürekli korku ve dehşet içinde yaşamaktan, yolunu bilmez halde şaşkın dolaşmaktan -kurtarmakla lütfettiği ikram ve ihsanı insanlara hatırlatmaktadır.

Ey Peygamber! Şu tevhidin ayet ve belgelerinden yana gaflete düşen müşriklere de ki: Siz, karada ve denizde yolunuzu şaşırdığınız vakit yolculuğun dehşet ve korkularından sizi kim kurtarır? Böyle bir durumda sizler gizli ve açık itaat ve alçak gönüllükle, korku ile yardım isteyerek, yalvarıp yakararak ve zillet halinde Allah'tan başka dua edecek bir sığınak bulamazsınız. Sizler böyle bir durumda yemin ediyorsunuz ve diyorsunuz ki: Bu sıkıntı ve karanlıklardan yahut da karşı karşıya kaldığınız bu darlıktan eğer Allah bizi kurtaracak olursa, andolsun ki nimetlere şükreden, Allah'ın tevhidini kabul eden, O'na hiç bir şeyi şirk koşmaksızm ihlâsla iman eden kimselerden olacağız.

Kur'an-ı Kerim'de bu ayet-i kerimenin benzeri pek çoktur; Yüce Allah'ın şu buyruğunda görüldüğü gibi: Sizi karada ve denizde gezdiren O'dur. Nihayet siz gemilerde bulunduğunuz zaman onlar da güzel bir rüzgâr ile onları (yolcuları) alıp götürdüklerinde ve (yolcuların) bununla sevindikleri sırada ona şiddetli bir fırtına gelip çatar. Her taraftan da şiddetli dalgalar hücum etmeye başlar ve kendilerinin çepeçevre kuşatıldıklarını sanırlar. İşte o vakit Allah'ın dininde ihlâslı kimseler olarak ona dua ederler: "Andolsun ki eğer bizi bundan kurtarırsan muhakkak şükredenlerden oluruz." (Yunus, 10/22); "Ve denizde size bir sıkıntı gelip dokunduğu zaman O'ndan başka taptığınız herkes kaybolur." (İsrâ, 17/67).

De ki: İşte bütün bu dehşetlerden de her türlü sıkıntı ve kederden de defalarca sizi kurtaran Allah'tır. Sonra sizler bütün bunlarla birlikte, bu kurtarmasından sonra Allah'a başkalarını ortak koşuyor, iman edeceğinize dair verdiğiniz sözünüzde durmuyor, Allah'a olan ahdinizi bozuyor, yemininizin gereğini yerine getirmiyorsunuz. [


2-Allah İsyankârları Azaplandırma Gücüne Sahiptir


65- De ki: "O size üstünüzden yahut ayaklarınızın altından bir azap göndermeye yahut sizi birbirinize katıp fırkalar halinde birinize birinizin hıncım tattırmay« kadirdir." İyice anlasınlar diye ayetlerimizi nasıl türlü tür- lu açıkladığımıza bir bak!

66- Kavmi de onu yalanladı. Halbuki o haktır-De ki: "Ben üzerinize bir vekii değilim." nat*er için kararlaştırılmış bir zaman vardır. Siz de yakında öğrenirsiniz.



Nüzul Sebebi


İbni Ebî Hatim, Zeyd b. Eslem'den rivayetle şöyle demektedir: "De ki: O size üstünüzden yahut ayaklarınızın altından bir azap göndermeye... kadirdir" ayet-i kerimesi nazil olunca, Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Benden sonra kılıçlarla birbirinizin boynunu vuran kâfirler olarak gerisin geri dönmeyiniz." Biz Allah'tan başka ilâh olmadığına ve senin Allah'ın rasulü olduğuna şahitlik ederken mi (böyle diyorsun)? Kimisi şöyle dedi: Böyle bir şey ebediyyen olmayacak, Müslüman kaldığımız sürece biz hiç bir zaman birbirimizi öldürmeyeceğiz. Bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu: "İyice anlasınlar diye ayetlerimizi nasıl türlü türlü açıkladığımıza bir bak! Kavmin de onu yalanlardı, halbuki o haktır. De ki: Ben üzerinize bir vekil değilim. Her bir haber için kararlaştırılmış bir zaman vardır, siz de yakında öğrenirsiniz."

Ahmed ve Tirmizî de Sa'd b. Ebî Vakkas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedirler: "Resulullah (s.a.)'a şu "De ki... O size ... kadirdir" ayeti hakkında soru soruldu da, şöyle buyurdu: "Burada sözü geçen husus olacaktır. Fakat henüz bunun gerçekleşeceği vakit gelmedi." [35]



Açıklaması


Ey Peygamber! Bu inatçı müşriklere de ki: Allah üzerinize değişik şekilleriyle azabı indirmeye kadir olandır. Lût kavmi ve Fîl ashabının başına geldiği şekilde sizin de üzerinize taş yağdırabilir. Kimi zaman da Hicr (Medine ile Şam arasındaki bir vadidir) ashabı olan Semud kavminin başına geldiği gibi helak edici şiddetli ses olan sayha ile, Nuh kavminin başına gelen tufan ile, kimi zaman ayaklarınızın altında zelzele, volkan patlaması ve geçmiş zamanlarda görülmüş bulunan -Karun'da olduğu gibi- yerin dibine geçirmek suretiyle size azap edebilir. Bazan da sizin işinizi karıştırır, içinden çıkılmaz hale getirir ve sizleri değişik nevaların peşinden fırka fırka bölüp ayrılığa düşürebilir. Sizin her bir fırkanız bir liderin arkasından gider ve ona taraftarlık edebilir. Onların birbirlerine katılıp karıştırılmalarının anlamı ise, aralarında savaşın baş göstermesi, savaş ve çarpışmalarla birbirlerine girip karışmalarıdır. İbni Ab-bas'tan nakledildiğine göre "üstünüzden" ifadesinden kasıt, sizin yöneticilerinizden demektir. "Ayaklarınızın altından" ifadesinden kasıt ise köleleriniz ve ayak takımınızdan demektir.

Taberî der ki: Bence bu hususlarda konu ile ilgili iki tevilden (açıklama şeklinden) daha uygun olanına göre[36] üstlerinden gelecek azaptan kasıt, taş yağdırılması veya tufan veya buna benzer üstlerinden üzerlerine gelen azap türleri, ayaklarınızın altından gelecek azaptan kasıt ise, yerin dibine geçirilmek ve benzeri azaplardır. Çünkü Arapların anlatım üslûbunda bilinegelen şu ki, üst ve ayakların altı birbirinden farklıdır. Eğer İbni Abbas'tan bu hususta yapılan rivayetin (ikinci tevilin) sahih bir şekli varsa da sözün tevili hususunda anlaşmazlığa düşüldüğü takdirde açıklamanın daha yaygın olana ve çoğunlukla görülene göre yapılması diğerlerinden daha doğru ve uygundur. Bu konuda, kabul edilmesi gerekli ve böyle bir yaklaşıma mani bir delil bulunmadığı sürece böyle davranmak gerekir[37]

Ben de Taberî'nin görüşünü destekliyorum. Çünkü ifadenin zahiri onun, bilinen ve yaygın anlaşılma şekline göre kabul edilmesini göstermektedir. Bununla birlikte gelecekte ortaya çıkabilecek şeylerden olup lafzın genel manasını alıp kabul etmeye mani de yoktur. Çünkü Kur'an-ı Kerim her çağın mucize-sidir, onun hayret verici özelliklerinin sonu gelmez. Alışılmadık özellikleri bitip tükenmez.

Modern çağda kara, hava ve denizde insanın saçlarını ağartacak kadar oldukça dehşetli savaş musibetlerine tanık olunmuştur.

Buharî ve Nesaî, Câbir b. Abdullah'tan şöyle dediğini rivayet ederler: Şu, "De ki: O size üstünüzden... bir azap göndermeye... kadirdir" ayeti nazil olunca Resulullah (s.a.): "Senin zat-ı kerimine sığınırım" diye buyurdu. "Yahut ayaklarınızın altından" buyruğu nazil olunca yine, "zat-ı kerime sığınırım" diye buyurdu. "Yahut sizi fırkalar halinde birbirinize katıp birinize birinizin hıncını tattırmaya kadirdir" buyruğu nazil olunca Resulullah (s.a.), "İşte, bu daha hafiftir veya daha kolaydır" diye buyurdu.

Fırkalara ayrılıp çarpışmaların daha sonra ifade edilmesi bundan önce sözü geçen azapların daha ağır olmasından dolayıdır ki bunlar tamamen yok edici azaplardır.

İmam Ahmed, Resulullah (s.a.)'m arkadaşı Ebu Başka el-Gıfâri'den rivayet ettiğine göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Aziz ve Celil olan Rabbimden dört dilekte bulundum. Bana üçünü verdi, birisini vermedi. Yüce Allah'tan ümmetimi sapıklık üzere toplamamasını diledim, bana onu verdi. Yine Yüce Allah'tan onlara kendilerinden olmayan bir düşmanı hakim kılmamasını istedim, onu da verdi. Yine Yüce Allah'tan, kendilerinden önceki ümmetleri helak ettiği gibi ümmetimi uzun süre kıtlıkla helak etmemesini diledim, onu da bana verdi. Aziz ve Celil olan Allah'tan onları fırkalar halinde birbirlerine düşürmemelerini ve birilerine diğerlerinin hıncını tattırmamasını istedim, ancak onu bana vermedi."

Aradaki bazı farklara rağmen Hafız Ebu Bekr b. Merdûveyh'in de İbni Ab-bas'tan yaptığı rivayet de şunu desteklemektedir. Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Aziz ve Celil olan Rabbimden ümmetimin üzerinden dört şeyi kaldırması için dua ettim, Allah onlardan iki tanesini kaldırdı, diğer iki tanesini de kaldırmayı kabul etmedi. Ben Rabbime semadan onlara taş yağdırma ve yerden su çıkararak boğma cezasını kaldırması için dua ettim. Onları fırkalar halinde birbirlerine katmaması ve kimilerine kimilerinin hıncını tattırmaması için dua ettim. Allah semadan taş yağdırıp yerden su onları boğmayı üzerlerinden kaldırdı, fakat öbür ikisi olan, öldürmeyi ve biribirlerine girmeyi kaldırmaya razı olmadı." Böylelikle son iki hususu birbirinden ayrı iki şey diye ifade ederken, bunlar İmam Ahmed'in rivayetinde tek bir şey olarak görülmektedir.

Müslim de İmam Ahmed'in rivayetini destekleyen bir rivayet kaydetmektedir ki, bu da yine İmam Ahmed'in Sevbân yoluyla gelen ikinci rivayetidir. Buna göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Yeryüzü önümde derlenip toparlandı. Doğusunu da batısını da gördüm. Yakında ümmetimin mülkü yeryüzünden bana gösterilen alana ulaşacaktır. Bana kırmızı ve beyaz iki hazine verildi. Rabbimden ümmetim için onları kuşatıcı bir musibet[38] ile helak etmemesini, onlara hakimiyet ve egemenliklerini kendisine mubah görecek kendileri dışında herhangi bir düşmanı onlara musallat etmemesini istedim. Rabbim buyurdu ki: Ey Muhammedi Ben bir şeye hüküm verdim mi o geri çevrilmez. Ben sana ümmetin adına onları kuşatıcı bir musibet ile helak etmemeye ve kendileri dışında hakimiyetlerine son verecek bir düşmanı -onların kimi kimisini öldürüp birbirlerini esir almadıkça- onlara musallat etmemeye söz veriyorum."

Doğudan batıya kadar İslâm dünyasının dört bir yanında Resulullah (s.a.)'ın verdiği haber gerçekleşmiştir. Tefrikaya düşmek ve birbirleriyle çarpışmak suretiyle onlar birbirlerine düştüler. Düşmanlarının onlara musallat edilmesine gelince, bu onların birliğine ve söz birliği etmelerine bağlıdır. Endülüs ve Filistin gibi ellerinden giden ve hakimiyetleri altından çıkan yerlerdeki durumlar ise kendilerinin tefrikaya düşmeleri, birliklerinin darmadağın olması, saflarının dağılması ve kalabalıklarının ayrılığa düşmesi sebebiyledir. Bunun delili de Ebu Davud ve Beyhakî'nin rivayetine göre Resulullah (s.a.)'m şu buy-ruğundaki durumun ortaya çıkmasıdır: "Aradan fazla zaman geçmeyecek, yemek yiyecekler; yemek kabına birbirlerini çağırdıkları gibi ümmetler de birbirlerini üzerinize çağıracaktır. Birisi, "O gün biz az olacağımızdan dolayı mı?" diye sorunca Hz. Peygamber, "Hayır, aksine o gün siz çok olacaksınız, fakat selin üzerindeki köpükleri andıracaksınız. Allah düşmanlarınızın kalplerinden sizden korkuyu çekip alacaktır. Buna karşılık Allah andolsun ki, sizin kalplerinize Vehemi bırakacaktır." Birisi, "Ey Allah'ın Rasulü Vehem nedir?" diye sorunca, Resulullah (s.a.), "Dünya sevgisi ve ölümden tiksinti" buyurdu.

Daha sonra Yüce Allah, delil ve belgeler üzerinde dikkatle durmayı şöylece emretmektedir: "Ayetlerimizi nasıl türlü türlü açıkladığımıza bir bak..." Yani ey Peygamber, değişik şekillerde delilleri nasıl beyan edip açıkladığımıza bir bak! Bu ya maddî hissedilir bir yolla ya da akıl ile kavranılır bir yolla yahut gayba dair haberler vermek yoluyla gerçekleşmektedir. Olur ki Allah'ın ayetlerini, delil ve belgelerini anlarlar ve üzerinde dikkatle düşünürler de bunun sonucunda gerekli ibreti ve öğütü alırlar, durumlarını düzeltirler.

Fakat, Peygamber (s.a.)'in kavmi olan Kureyşliler senin getirdiğin bu Kur'an-ı Kerim'i, bu hidayet ve beyanı ya da tehdit olundukları azabı yalanladılar. Oysa bu hakkın, doğrunun kendisidir. Öyle bir hak ki, ötesinde hak olmaz. Kur'an-ı Kerim en ufak bir şüphe bulunmayan sabit ve değişmez bir haktır. Batıl, önünden de ardından da ona gelip erişemez. Azap ise kaçınılmaz olarak gelip onların tepesine inecektir. Bu iki hususun her birisini (Kur'an'ın ve azabın hak oluşunu) hem maddî ve hissedilir olaylar, hem akıl ve burhan ispatlamaktadır.

Diğer taraftan onları iman etmeye mecbur etmenin yolu da yoktur. Ey Peygamber! Onlara de ki: Ben sizin üzerinizde bir koruyucu, bir gözetleyici değilim. "Ben sizin üzerinizde bir koruyucu değilim" (En'âm, 6/104). Yani sizin amellerinizi tespit eden ben olmadığım gibi, sizin üzerinize vekil olarak da görevlendirilmiş değilim. Yüce Allah'ın şu buyrukları da böyledir: "De ki: Hak, Rabbinizden gelendir. Dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin." (Kehf, 18/29); "Hatırlat o halde. Çünkü sen ancak bir hatırlatıcısın. Sen onlar üzerinde bir zorba değilsin." (Gâşiye, 88/21-22).

Yüce Allah'ın "Biz onların neler söylediklerini en iyi bileniz. Sen onlar üzerinde bir zorlayıcı değilsin. Tehdidimden korkanlara Kur'an ile öğüt ver." (Kaf, 50/45) buyruğunun anlamı ise şudur: Bana düşen sadece tebliğdir. Size ise dinleyip itaat etmek düşer. Kim bana uyarsa dünyada da ahirette de mutlu olur. Kim bana muhalefet ederse dünyada da ahirette de bedbaht olur.

Son olarak da Kur'an-ı Kerim'i ya da azabı yalanlamaya karşılık tehdide dair buyruklar yer almaktadır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Her bir haber için kararlaştırılmış bir zaman vardır." Yani onun geleceğini haber verdiği her bir haberin karar bulacağı ve gerçekleşeceği kaçınılmaz bir süresi vardır. Bu süre uzun olsa dahi sonunda gelecektir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Onun haberini bir zaman sonra elbette bileceksinizdir." (Sâd, 38/88); "Her va'denin yazılmış bir süresi vardır." (Ra'd, 13/38). Bu, oldukça kesin bir tehdittir ve bunun arkasından bir başka tehdit ile şöyle denilmektedir:

Bu haberin doğruluğunu, vaadin ve tehdidin gerçek olduğunu, kendilerine karşı rasulüne zafer ve yardım vaadinin, kendilerine de dünya ve ahiretteki azap tehdidinin gerçekleşeceğini yakında bileceksiniz. [39]



Kur'an'la Alay Edenlerin Meclislerinden Yüz Çevirmek Ve Bunların Azabı


68- Ayetlerimize dalanları gördüğün zaman başka bir söze dalıncaya kadar kendilerinden yüz çevir. Eğer şeytan sana unutturuyorsa, o halde hatırladıktan sonra artık o zalimler topluluğu ile oturma.

69- Onların hesaplarından sakınanlara hiç bir şey yoktur. Fakat hatırlatmak (gerekir); olur ki sakınırlar.

70- Dinlerini bir oyuncak ve bir eğlence edinip kendilerini dünya hayatının aldatmış olduğu kimseleri terk et. Her bir nefsin kazandıkları yüzünden helake sürüklenmemesi için onunla hatırlat (öğüt ver)! Onun Allah'tan başka bir dostu da olmayacaktır, bir şefaatçisi de yoktur. O istediği kadar fidye verse de ondan alınmaz. Onlar kazandıkları yüzünden helake sürüklenmiş kimselerdir. Onlar için inkâr ettiklerinden dolayı kaynak sudan içecek ve elemli bir azap vardır.


Nüzul Sebebi


Taberî, es-Süddî'den, "Ayetlerimize dalanları gördüğün zaman..." ayeti hakkında şöyle dediğini rivayet eder: Müşrikler müminlerle birlikte oturduklarında Hz. Peygamber ve Kur'an-ı Kerim'e dil uzatır, ona söver, onunla alay ederlerdi. Allah, bir başka söze dalıncaya kadar böyleleriyle oturmamalarını emretti. Bunun bir benzerini Saîd b. Cübeyr, İbni Cüreyc, Katâde ve Mukâ-til'den de rivayet etmiştir.

Yine Taberî, Saîd b. Cübeyr ve Mücâhid'den Yüce Allah'ın, "Ayetlerimize dalanları gördüğün zaman..." ayeti hakkında, ayetlerimizi yalanlayanları gördüğün zaman, dediğini rivayet etmektedir.[40]

İbni Abbas ve İbni Sîrîn'den rivayet edildiğine göre bu ayet-i kerime, ayet-i kerimeleri, ortaya attıkları mezhep ve görüşlerini desteklemek üzere batıl bir şekilde tevil eden ve Müslümanlar arasındaki çeşitli heva ve bidat ehli kimseler hakkında nazil olmuştur.

Müslümanların, "Onlar bu sözlere daldıkları her seferinde biz kalkacak olursak, Mescid-i Haramda oturamayız, tavaf da edemeyiz" demeleri üzerine Yüce Allah'ın, "Onların hesabından sakınanlara hiç bir şey yoktur" buyruğu nazil oldu. Yani Allah'tan korkanların üzerine bu sözlere dalanların hesabından herhangi bir şey, yani onlarla oturdukları takdirde herhangi bir günah yoktur demektir. [41]



Açıklaması


Ey Muhammed ve ey bu buyrukları işiten Müslüman! Kur"an-ı Kerim'in ayetlerine yalanlayarak ve alay ederek dalanları gördüğün zaman onlardan yüz çevir, onlarla birlikte oturma! Küfür, alay ve yalanlama dışında kalan sözlere dalacakları vakte kadar Kur'an-ı Kerim'in bidat, heva ve bozuk görüşlerden kaynaklanan şekillerde batıl yorumlarla ayetlerin teviline dalanlar da onlar gibidir. Böyleleriyle de oturma ve böylelerini terk et! Bu, İbni Abbas (r. an-humâ)'tan rivayet edilmiştir.

Aynı şekilde Kur"an-ı Kerim'i tahrif eden herhangi bir Müslümanı tekfir etmek ve hidayet üzere olan bir kimseyi sapık göstermek için ayetleri olmadık şekilde tevil edenlerle de birlikte oturma.

Başka bir söze dalacak olurlarsa artık onlarla birlikte oturup konuşmaya bir mani yoktur.

Ey Müslüman! Şeytan sana böyle bir yasak ve engellemeyi unutturur da sen de unutarak bu sözlere dalanlarla birlikte oturacak olursan, artık hatırladıktan sonra yalanlama ve alay ile kendilerine zulmeden topluluklarla birlikte 3turmamalısın.

Hitap, hem Resulullah (s.a.), hem de bu buyrukları işiten her Müslümana-iır. Unutmanın Resulullah (s.a.) hakkında şeytanın vesvesesi olmaksızın da gerçekleşmesi mümkündür. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Unuta- olursan Rabbini hatırla." (Kehf, 18/24). Hz. Adem de unutmuştur: "Ve o unuttu, biz onu azimli bulmadık." (Tâ-Hâ, 20/115). Hz. Musa da unutmuştu: "Dedi ki: Unuttuğumdan dolayı beni sorumlu tutma." (Kehf, 18/73). Kütüb-i Sitte'de Resulullah (s.a.)'ın namazda iken unutarak yanıldığı ve şöyle dediği sabittir: "Şüphesiz ben de sizin gibi bir beşerim. Siz unuttuğunuz gibi ben de unuturum. O bakımdan ben unutacak olursam, siz bana hatırlatın."

Vahyin ve Allah'tan indirilen dinî hükümlerin tebliği hususunda şüphesiz ki peygamberler Allah'ın kendilerine tebliğ etmelerini emretmiş olduğu helâl ya da haram olsun, herhangi bir hususu tebliğ etmeyi unutmaktan yana masumdurlar, korunmuşlardır. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onu acele (hıfz) etmek için onunla dilini kıpırdatma. Çünkü onu toplamak ve okutmak bize düşer. O halde biz onu (Cebrail aracılığıyla) okuduğumuz zaman sen onun okumasına uy. Sonra onu açıklamak da hiç şüphesiz bize aittir." (Kıyâme, 75/16-19).

Şeytanın insana bazı şeyleri unutturması insan üzerindeki tasarrufları türünden ve onun üzerinde egemenliği kabilinden değildir. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz iman edip de yalnız rablerine güvenip dayananlar üzerinde onun hiç bir hakimiyeti yoktur. Ancak onun hakimiyeti kendisini dost edinip de onu kendisine (Allah'a) ortak koşanlar üzerinedir." (Nahl, 16/99-100).

Eğer bu şekilde dalanlarla oturmaktan uzak duracak olurlarsa, onların dalmalarından dolayı kendileri hesaba çekilmez ve bu konuda sorumluluktan kurtulur, onların günahından uzak kalabilirler. Başka kimseler (Mücâhid, es-Süddî ve İbni Cüreyc gibileri) ise şöyle demişlerdir: Hayır, buyruğun manası şudur: Eğer onlarla birlikte oturacak olurlarsa, yine de onların hesaplarından üzerlerine bir şey düşmez. Onlar bu ayet-i kerimenin Medine'de inen Nisa suresinin şu ayet-i kelimesiyle nesholunduğunu ileri sürerler: "... şüphesiz siz o takdirde onlar gibi olursunuz." (Nisa, 4/140).

"... fakat hatırlatmak (gerekir); olur ki sakınırlar." Bizler o vakit sizlere onlara hatırlatmak ve öğüt olmak üzere yüz çevirmenizi emretmiştik. Olur ki ayetlerimize dalmaktan yani onlarla alay etmekten sakınırlar ve Allah'ı anarlar.

Mücahid ve ona uygun kanaat belirtenlerin ikinci açıklama şekillerine göre ise bu ayet-i kerimeden maksat şu olur: Biz o vakit sizlere içinde bulundukları duruma karşılık onlara bir hatırlatmada bulunulsun diye yüz çevirmenizi emrettik. Olur ki bu işten sakınırlar ve bir daha ona dönmezler. Zamahşerî der ki: Fakat onlarla birlikte oturdukları vakit, onların bu şekilde söze daldıklarını görecek olurlarsa, yanlarından kalkmak, onlardan hoşlanmadıklarını ifade etmek ve onlara öğüt vermek suretiyle hatırlatmakla yükümlüdürler. Olur ki utançlarından dolayı böylece dalmaktan yahut da onların kendilerinden tiksinmelerini istemediklerinden dolayı bu sözlere dalmaktan uzak dururlar. Rivayet edildiğine göre Müslümanlar şöyle dediler: Eğer bizler Kur*an-ı Kerim ile alay ettikleri her seferinde yanlarından kalkacak olursak, Mescid-i Haram'da oturamayız, tavaf edemeyiz. Bunun üzerine onlara (bu ayet-i kerime ile) ruhsat verilmiş oldu.

Daha sonra Yüce Allah şu buyruğu ile, alay edenlerin meclisini terk etmeyi daha da pekiştirmektedir:

"Dinlerini bir oyuncak... edinip dünya hayatının aldatmış olduğu kimseleri terk et." Yani ey peygamber ve müminlerden sana tabi olanlar! Şu putlara tapmak suretiyle dinlerini oyuncak edinen müşrikleri bırakın, onlardan yüz çevirin. Onlar bu putlarını kendi elleriyle yapıyorlar, sonra onları yiyorlardı. Bu müşrikler ömürlerini hiç bir fayda sağlamayan şeylerle tüketip gittiler. Oyuncak ve eğlence diye buna denir. 'Kendilerini faydalı işler yapmaktan alıkoydular. Fani dünya onları aldattı ve onlar bu fani dünyayı kalıcı, ebedî hayata tercih ettiler, dünyanın aşağılık zevkleriyle uğraştılar. Onlara düşen Allah'ın ayetlerini gereği gibi anlamak, üzerinde düşünmek ve gereklerince amel etmek iken bunu yapacak yerde, Allah'ın ayetlerine (alayla) dalıp gittiler. Bu ayet-i kerime Yüce Allah'ın şu buyruğunu andırmaktadır: "Bırak onları. Yesinler, fay-dalanadursunlar, emel onları oyalayıp dursun, yakında bileceklerdir." (Hicr, 15/3).

Kişiler hayırdan alıkonulmasmlar, cehennemde yaptıkları sebebiyle hap-solunmasmlar, helake duçar olmasınlar, dünyada yaptıkları işler karşılığında rehin edilmesinler diye insanlara Kur"an-ı Kerim ile öğüt ver ve onlara hatırlat! Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Her nefis kazandığı karşılığında rehinedir. Ashab-ı Yemin müstesna.'' (Müddessir, 74/38-39).

Yüce Allah şöyle der: "Allah'tan başka bir dostu da olmayacaktır, bir şefaatçisi de yoktur." Yani durum şu ki, o kimseye şefaat edecek, ona yardım edecek hiç bir kimse olmayacaktır. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Zalimlerin candan bir dostu da, itaat olunacak bir şefaatçileri de yoktur." (Mü'min, 40/18); "Alışverişin, dostluğun ve şefaatin olmayacağı bir gün gelmezden önce... kâfirler zalimlerin ta kendileridir." (Bakara, 2/254).

Şefaat ve aracılık etmek fayda vermeyeceği gibi, fidye vermek de fayda sağlamayacaktır. "O istediği kadar fidye verse de ondan alınmaz." Yani her bir nefis her şeyini fidye olarak verse veya verebileceği ne varsa hepsini feda etse dahi, ondan kabul olunmayacaktır. Yüce Allah'ın şu buyruğunda dile getirildiği gibi: "Kimsenin kimseye fayda veremeyeceği, ondan herhangi bir fidyenin kabul olunmayacağı ve hiç bir şefaatin ona fayda sağlamayacağı ve kendilerine yardım olunmayacak bir günden sakının." (Bakara, 2/123).

İşte bu putperestliğin ilkelerinden bir ilkeyi çürütmektedir. Söz konusu ilke ise dünyada olduğu gibi, Allah'a fidye vermek yahut da şefaatçilerin şefaati, aracıların Allah nezdindeki aracılıkları yoluyla ahirette de kurtulma ümididir.

Bu şekilde ateşte alıkonulmak, helak edilmek ve cehennemdeki azap, vaktiyle onların yaptıkları kötü işler sebebiyle olacaktır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlar kazandıkları yüzünden helake sürüklenmiş kimselerdir." Yani şu dinlerini alay ve eğlence edinenler dünya hayatında yaptıkları sebebiyle cezalandırılan ve azap edilen kimselerdir. Onların cezası ise alabildiğine sıcak, karınları yakıp kavuran, barsaklan paramparça eden, Hamim diye bilinen bir içecektir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ve onlara kaynar birsu içi-rilecek de o bağırsaklarını paramparça edecek." (Muhammed, 47/15). [42]



Allah'a İmanın Faziletleri Ve Şirkin Çirkinlikleri


71- De ki: "Allah'tan başka bize fayda ve zarar vermeye gücü olmayan şeylere ibadet eder miyiz ve Allah bizi hidayete kavuşturduktan sonra ökçelerimiz üzerine gerisin geriye mi döndürülelim? Hani arkadaşları kendisini "Bize gel" diye doğru yola çağırdıkları halde,'şeytanların saptırdıkları bir halde çöle düşürdükleri kimse gibi mi (olalım)?" De ki: "Asıl doğru yol, Allah'ın ilettiği yoldur ve biz âlemlerin Rabbine teslim olmakla emrolunmu-şuzdur."

72- Bir de, namazı dosdoğru kılın ve O'ndan korkun diye. Huzuruna varıp toplanacağınız O'dur.

73- O, gökleri ve yeri hak ile yaratandır. Onun "ol" diyeceği gün her şey oluverir. Sözü haktır. Sûr'a üfürüleceği günde mülk yalnız O'nundur. Görüleni de görülmeyeni de bilendir. O Ha-kîm'dir, Habîrdir.



Nüzul Sebebi


Süddî der ki: Müşriklerin Müslümanlara, "Bizim yolumuza uyunuz, Mu-hammed'inkini bırakınız" demeleri üzerine Yüce Allah da, "De ki: Allah'tan başka bize fayda ve zarar vermeye gücü olmayan şeylere ibadet eder miyiz ve Allah bizi hidayete kavuşturduktan sonra ökçelerimiz üzerine gerisin geriye mi döndürülelim?" buyruklarını indirdi. [43]



Açıklaması


Ey Peygamber! Onlara de ki: Fayda ve zarar vermeye gücü yeten Allah'tan başka, bize ne fayda verebilen ne de zararı dokunabilen şeylere mi ibadet edelim? Allah bizi ondan kurtarmış ve İslâm'a iletmiş iken, ökçelerimiz üzerinde gerisin geri şirk ve küfre mi döndürülelim? O takdirde çölde, şeytanların aklını başından alıp şaşırttığı ve nasıl yol aldığını bilmeyen şaşkın bir kimse gibi mi olalım? Kendisini hidayet yoluna, dosdoğru yola çağıran ve, "Bize gel" diyen arkadaşları olduğu halde böyle şaşkın birisi gibi mi olalım?

Haktan yüz çevirip batıla yönelen herkese "Geriye döndü, ökçeleri üstünde geri döndü, arkasını dönüp gitti" denilir. Sebep ise insanın aslında bilgisiz olmasıdır. Daha sonra ilerleyip tekâmül gösterince ilim elde eder. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah sizi analarınızın karınlarından hiç bir şey bilmi-yorken çıkardı. Size kulaklar, gözler ve gönüller verdi ki şükredesiniz." (Nahl, 16/78). İkinci bir defa bilgiden cahilliğe dönecek olursa, artık onun için "Ökçeleri üzerinde gerisin geri döndü" denilir.

Ayet-i kerimede maksat şu anlama gelen bir misâl vermektir: Her kim imandan sonra müşrik olup geri dönecek olursa bu kimse deliliğinin etkisiyle burnunun doğrultusunda giden yollarını şaşırmış, doğruyu bulamayan ve dosdoğru yol üzerinde bulunan ve kendisine, "Bize gel, bize geri dön, çünkü biz doğru yol üzereyiz" diyen arkadaşlarmı terk edip onlara karşılık veremeyen bir kimseye benzer. İşte putları ilâh edinip Allah'tan başka şeylere tapınan kimsenin misâli budur. O bu putlarda bir varlık olduğunu kabul eder ve ölüm kendisini gelip buluncaya kadar böylece devam edip gider. Fakat sonunda pişmanlıktan ve yok oluştan başka bir şey de bulamaz. Şunu da belirtelim ki böyle birisinin oldukça samimi bir arkadaşı vardır. Bu da kendisini hak yol olan İslâm'a çağıran Muhammed (s.a.)'dir.

Zemahşerî der ki: Bu ifade, Arapların kabul ettikleri ve inandıkları şekilde cinlerin insanı delirtip onun üstüne tahakküm sağladıkları kanaatlerine mebnidir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Ancak şeytanın kendilerine çarpmaktan dolayı davranışlarını bozduğu kimse gibi..." (Bakara, 2/275). Yüce Allah burada İslâm yolundan sapan kimseleri, Müslümanların kendisini hak dine davet etmelerine rağmen onlara dönüp bakmadan şeytanın adımlarını izleyen kimseye benzetmektedir. [44]

Yüce Allah'ın, "Şeytanların saptırdıkları kimse gibi mi (olalım)?" buyruğuna gelince: Bunun anlamı, yeryüzünde çölde şaşırtıp bıraktıkları kimseler gibi mi olalım? demektir. Burada şeytanlardan kasıt, o kimselere kendisinin, babasının ve dedesinin adıyla seslenen ve arkalarından gittiği cinlerdir. O bu durumuyla bir şey içinde olduğunu z-anneder, fakat cinlerin kendisini helak olacağı bir yere çekmiş olduğunu daha sonra anlar. İşte ey Peygamber! Sen onları hak dine çağır ve onlara de ki: Allah'ın Kur'an-ı Kerim'de gösterdiği hidayeti ve doğru yolu, gerçek hidayetin kendisidir. İslâm yolu doğru yoldur, Sırat-ı Müstakimdir. Yoksa sizin nevalarınızdan hareketle kendisine çağırdığınız yol değildir.

Yine onlara de ki: Bizler âlemlerin Rabbi olan Allah'a teslim olmakla, yani ibadeti hiç bir kimseyi ortak koşmaksızm yalnızca ihlâsla O'na yapmakla em-rolunduk; o bakımdan biz de teslim olduk.

Namazı dosdoğru kılmamız da bize emrolundu. Yani biz hem İslâm ile hem de namazı dosdoğru kılmakla emrolunduk. Namazın dosdoğru kılınması (ikamesi), meşru kılınmış olduğu en mükemmel şekliyle yerine getirilmesidir. Bu sebep ise Allah'a seslenmekle nefsin arındırılması, hayasızlıktan ve çirkin işlerden uzak kalınmasıdır.

Aynı şekilde bize takvalı olmamız da emrolundu. Takva ise Allah'ın dinine ve şeriatına muhalefeti gösteren fiil ve tavırlardan sakınmaktır. Yani bizler şu üç hususla emrolunmuş bulunuyoruz. Bunlar, şirk koşmaksızın Allah'a ihlâsla yönelmek, namazı kılmak ve yalnızca Allah'a ibadet etmek, gizli ve açık bütün hallerimizde takvaya uygun hareket etmek. Kıyamet gününde huzurunda toplanıp haşrolunacağınız Yüce Allah'tır ve dönüş yalnızca O'nadır. Amellerinizden dolayı sizleri hesaba çekecek, amellerinizin karşılığını verecektir. O bakımdan O'ndan başkasına ibadet etmenin akılla, hikmetle, menfaatle en ufak bir ilgisi olamaz.

Gökleri, yeri ve onlarda bulunanları yaratan, onlara malik olan, işlerini düzenleyip yöneten Allah'tır. O hak, adalet ve hikmet esasları üzere yaratır: "Biz gökleri, yeri ve ikisinin arasındakileri oyun olsun diye yaratmadık. Biz onları ancak hak ile yarattık." (Duhân, 44/38-39); "Rabbimiz, bunu (hiç bir şeyi) boş yere yaratmadın." (Al-i İmran, 3/191).

O'nun sözü, yani verdiği hüküm ve kazası hakkın kendisidir. O kıyamet gününde bir şeye "ol" dedi mi, hemen oluverir. O'nun emrinin yerine gelmesi bir göz açıp kapamak kadar bir zamanda veya ondan da daha kısa bir sürededir. "Diyeceği gün" buyruğu "ondan korkun" buyruğuna atfedilmiştir. Bu, O'nun "ol" deyip de olacağı günden korkun, takdirindedir. Ya da, "Gökleri ve yeri hak ile yaratandır" buyruğuna atfedilmiş olup "ol diyeceği gün her şey oluverir" diyeceği günü yaratandır, takdirindedir.

Yüce Allah'ın tekvinî emri olan "ol" ile teklifi emirleri arasında bir fark yoktur: "Bilin ki yaratmak da emretmek de yalnız O'nun hakkıdır." (A'râf, 7/54). Kimin tekvinî emri itaat olunan bir emir ise, teklifi emrine de aynı şekilde itaat etmek icap eder. Çünkü yaratmak da haktır, emretmek de haktır.

Mülkünde eksiksiz tasarruf ve mutlak mülkiyet Allah'ındır. Yüce Allah'ın, "Sözü haktır... Mülk yalnız O'nundur" buyruğu "âlemlerin Rabbi" nin iki sıfatı olması bakımından cerre mahallinde iki cümledir.

Sûr'a üfürüleceği günde göklerde ve yerde bulunan herkes (ölüm dolayısıyla) baygın düşecektir. Sûr'a üfleyecek meleğin kendisi dahi ölecektir. Sonra ona ikinci defa üfleyecektir. Bu sefer herkes kalkıp etrafına bakacaktır. Yani kendilerine ne yapılacağını bekleyecek, gözetleyecektir. Birinci üfürüş canlıların ölümü, ikinci üfürüş ise öldükten sonra diriliş ve mahşerde toplanmak içindir.

Yüce Allah'ın, "Sûr'a üfürüleceği günde" buyruğu ya "O'nun ol diyeceği gün her şey oluverir. (İşte o gün) Sûr'a üfürüleceği gündür." şeklindedir ya da bedeldir yahut da Yüce Allah'ın, "mülk yalnız O'nundur" buyruğunun zarfıdır (yani o günde mülk yalnızca O'nundur, anlamındadır). Yüce Alah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Bu gün mülk kimindir, bir, tek ve Kahhâr olan Allah'ındır." (Mü'min, 40/16). Yani mahşerde Sûr'a üfürülüp kabirlerden çıkılacağı günde mülk yalnızca Yüce Allah'a aittir.

Sûr'dan maksat ise, sahih haberlerde belirtilendir. Ahmed, Abdullah b. Amr'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Bedevi Arabın birisi, "Ey Allah'ın rasulü sûr nedir?" diye sormuş, Resulullah (s.a.)da, "İçine üfürülen bir boynuzdur" buyurmuştur. Müslim, Resulullah (s.a.)'tan şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Şüphesiz İsrafil sûr'u alıp ağzına dayamış, alnını eğip üflemek üzere ne zaman emrolunacağını gözlemektedir." İbni Mes'ud da .der ki: "Sûr içine üflenecek boynuz şeklinde bir şeydir."

Sûr ile ilgili hadis-i şerifte belirtildiği gibi üç tane nefha vardır. Ebu Hu-reyre'den şöyle dediği rivayet edilmektedir: "Sûr'a üç defa üfürülecektir. Birinci üfürüş feza (korku ve dehşet) nefhası, ikincisi baygın (ölü) düşme nefhası, üçüncü ise âlemlerin Rabbi huzuruna kalkma nefhasıdır."[45]

Yüce Allah'ın sıfatlarından bazısı da şöyledir: O gaybı (yani bizim için görülmeyeni) ve açıkta olanı (gördüğümüz maddi âlemi) bilendir. İbni Abbas'tan rivayete göre gayb ile şehadetten (görülen ve görülmeyenden) kasıt, gizli ve açık olandır. Yüce Allah yarattıklarını hikmet üzere yaratandır. O hikmetli ve maslahatı olmayan hiç bir şeyi yapmaz ve onu kulları için uyulması gereken haline getirmez. Kullarının gizlediklerini, niyetlerini, kalplerinde olanları, söyledikleri sözleri bilen, durumlarından bütün ayrıntılarıyla haberdar olandır.

Yüce Allah gökleri ve yeri yaratan, tekvini ve teklifi buyrukları hak olan, dünyada ve yaratıkların haşredileceği günde mülkiyet ve egemenlik yalnız kendisinin olan, gizliyi ve açığı bilen, her şeyi yerli yerinde yapan, hikmeti sonsuz, bütün gizlilikleriyle onlardan haberdar olduğuna ve bu sıfatlara sahip bulunduğuna göre, evet Yüce Allah madem ki bu sıfatlara sahiptir, ibadete lâyık olan da O'dur. Aklı başında herhangi bir kimsenin O'nun dışında herhangi bir şeye dua ya da ibadet etmemesi gerekir: "Allah ile beraber kimseye dua (ibadet) etme." (Cinn, 72/18); "Hayır, yalnız O'na dua edersiniz. O da dilerse dua ettiğiniz şeyi açar..." (En'am, 6/41) [46]



İbrahim (A.S.) İle Âzer Arasındaki Tartışma Ve Şirkin Terk Ediliş Sebebi


74- Hani İbrahim babası Âzer'e: "Sen putları ilâh mı ediniyorsun? Gerçekten ben seni ve kavmini apaçık bir sapıklık içinde görüyorum" demişti.

75- Biz İbrahim'e göklerin ve yerin mülkünü -kesin bilgiye varanlardan olması için- öylece gösteriyorduk

76- Gece onu bürüyüp örtünce bir yıldız gördü, "Benim Rabbim bu (mu)" demişti, fakat o kaybolup gidince: "Ben öyle kaybolup gidenleri sevmem" dedi.

77- Sonra ay'ı doğarken görünce de: "Benim Rabbim bu (mu)" demişti. Fakat o da kaybolunca, "Eğer Rabbim bana hidayet etmezse andolsun, ben sapıklardan olurum" dedi.

78- Sonra güneşi doğarken görünce "Rabbim bu (mu) yoksa, bu daha büyük" demişti. O da batınca: "Ey kavmim, ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden tamamen uzağım" dedi.

79- Şüphesiz ki ben yüzümü gökleri ve yeri yaratana Hanîf olarak yönelttim ve ben müşriklerden değilim.



Açıklaması


Ey Muhammedi İbrahim'in babası Azer'e, "Sen bir takım putları ilâhlar edinip Allah'tan başka onlara ibadet eder misin? Halbuki seni de onları da yaratan Allah'tır. O halde ibadete lâyık olan O'dur, onlar değildir" dediğini hatırlat.

İbni Kesîr, Hz. İbrahim'in babasının adının Âzer olduğu görüşünün doğru olduğunu belirtir.

Hz. İbrahim, babasına şöyle demişti: Ben seni ve bu putlara tapan senin kavmini yani senin yolunu izleyen, senin gittiğin yoldan giden bu kavmi apaçık bir sapıklık içerisinde görüyorum. Onların şaşkın olduklarını, izlemeleri gereken dosdoğru yolu bulamadıklarını görüyorum. Onlar dosdoğru yolda gidecek yerde şaşkınlık ve bilgisizlik içerisindedirler. Bilgisizlik ve cahillik içerisinde yüzdüğünüz, aklı selim sahibi olan herkes tarafından açıkça görülebilmektedir. Hem önce kendi ellerinizle yonttuğunuz sonra da tapınıp kutsadığınız taş, ağaç veya maden putlara ibadet etmenizden daha açık bir sapıklık olabilir mi? Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Siz elinizle yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz? Halbuki sizi de, yapıp ettiklerinizi de Allah yaratmıştır." (Sâffât, 37/95-96). Bir defa sizler şeref itibariyle puttan daha yükseksiniz. Sizin mevki-niz daha üstündür. Sizler akıl sahibisiniz. Putlar ise cansız ve sağırdır, akılları yoktur, kendilerine gelecek bir zararı dahi def edemezler. Bütün bunları görmeyerek kalkıp onları tapınılan ilâhlar mı edineceksiniz?!

"Apaçık sapıklık" ifadesinin anlamı Yüce Allah'ın peygamberi Muhammed (s.a.)'e şu buyruğunda belirttiği gibi doğru yoldan sapmak demektir: "Ve o seni yolunu şaşırmış buldu da, doğru yola iletti." (Duhâ, 93/7).

Hz. İbrahim'e babasının ve kavminin putlara ve heykellere tapmak şeklindeki sapıklıklarını gösterdiğimiz gibi, ona ardı arkasına göklerin ve yerin mele-kûtunu da gösterdik. Yani onların harikulade nizam ve son derece üstün yaratma ve sanatlarıyla onların yaratılışlarını gösterdik. Böylelikle o kâinatın gizliliklerine, yerdeki sırlarına muttali oldu. Ta ki bunu bizim birliğimize, kudretimizin büyüklüğüne, ilmimizin genişliğine delil olarak görsün: "Allah'ın her şeyi sapasağlam yapan yaratmasına (bak!)" (Nemi, 27/88).

İşte biz böylece İbrahim'e bunları öğretiyor, gösteriyor ve bu konuda ona başarı ihsan ediyoruz. Kalbine verdiğimiz genişlik ve doğru bakış açısı sayesinde onu hakka iletiyoruz. Delil gösterme yolunu ortaya koyuyoruz. Ta ki bununla o put, güneş, yıldız, ay gibi herhangi bir şeyin hiç bir şekilde ilâh olmasının doğru olamayacağını kesinlikle ve tam anlamıyla bilip anlayanlardan olsun. Çünkü bunların sonradan yaratıldıklarına (hadis olduklarına) ve bunları var eden bir yaratıcının meydana getiren bir yaratıcının doğuşlarını, batışlarını, değiştirmelerini, akıp gitmelerini ve sair hallerini düzenleyen bir müdebbir olduğuna dair deliller gayet açıktır. Bunları İbrahim'e gösteriyorduk ki, bu ayetler ulûhiyet ve rubûbiyete olduğu gibi, sapık müşriklere karşı da bir delil olsun. Yakîn (kesin bilgi), düşünme sebebiyle şüphenin giderilmesinden sonra ortaya çıkan kesin bilgi demektir.

Daha sonra Yüce Allah, Hz. İbrahim'in gördüğü o göklerin ve yerin mele-kûtunu şöylece açıklamaktadır: "Gece onu bürüyüp örtünce bir yıldız gördü." Yani gecenin karanlığı basınca İbrahim, diğer yıldızlardan aydınlığı ve parlaklığı ile oldukça farkla büyük bir yıldız gördü. Onun gördüğü bu yıldızın Venüs ya da Jüpiter olduğu söylenmiştir. O şöyle dedi: "Bu, benim Rabbimdir." Yani o bu sözleri kavmine karşı tartışma ve delil getirme sadedinde söyledi. Bunları onların yaptıklarını reddetmek ve onlara karşı delil getirmek için bir hazırlık olsun diye söylemişti. Önce onlara kanaatlerini kendileriyle paylaştığı vehmini verdi, sonra da aklî ve hissî delillerle onların bu iddialarını çürüttü.

Bu yıldız batınca Hz. İbrahim şöyle dedi: "Bu bir ilâh olamaz. Ben zaten kaybolup gizlenenleri de sevmem." Çünkü mutlak ilâhın kâinat üzerinde tartışılmaz bir egemenliği vardır. O her şeyi işiten, her şeyi görüp gözetendir. Asla kaybolmaz ve asla hiç bir hususta yanılmaz. İlâh denilen şey, nasıl kaybolup gizlenir ki? Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ne diye işitmeyen, görmeyen ve sana hiç bir faydası olmayan şeye itaat edersin?" (Meryem, 19/42).

İşte bu, Hz. İbrahim'in yıldızlara tapmak hususunda kavminin bilgisizliğine bir göndermesidir. Katâde der ki: O, Rabbinin zeval bulmadığını ve ebedî olduğunu bilmişti.

İbrahim (a.s.) yıldızın ulûhiyetinin tutarsızlığını ortaya koyduktan sonra, daha çok ışık veren ayın ilâhlığının tutarsızlığını ortaya koymaya yöneldi. O aj^ı, ışığıyla her tarafı kuşatmış haliyle doğarken görünce, "Bu benim Rabbimdir" dedi. Fakat o da bir önceki gecede yıldızın battığı gibi batınca, kavmine işittirecek bir şekilde "Bu da aynı şekilde ilâh değildir" dedi. Andolsun ki eğer Rabbim bana hidayet vermeyip tevhidi ve hakkı bulma hususunda bana yardım etmeyecek olursa, hiç şüphesiz yollarını şaşıran, hidayet bulamayan, Allah'tan başkasına tapınan sapıklardan olurum. Bu, aynı zamanda açıkça ifadeye yakın bir tarzda kavminin sapıklığını ortaya koymakta, onların ve ay^ ilâh edinen kimsenin de aynı şekilde sapık olduğuna dikkatlerini çekmekte ve doğru akide bilgisinin ilâhî vahye bağlı olduğuna işaret etmektedir. Daha sonra üçüncü defada kavminin koştuğu şirkten uzak olduğunu açıkça söylediğini görüyoruz.

Hz. İbrahim güneşi doğarken görünce -ki o gördüğümüz yıldızların en büyüğü, faydası en kapsamlı ve en aydınlık olanıdır- şöyle dedi: "İşte bu benim Rabbimdir. Çünkü bu öbür yıldızlardan da aydan da daha büyüktür, ışığı ve aydınlığı daha fazladır; o bakımdan bunun Rab olması daha bir yerindedir."

Fakat güneş de diğerlerinin battığı gibi batınca Hz. İbrahim akidesini açıkça ortaya koydu ve kavminin şirkinden uzak olduğunu şu sözleriyle ifade etti: "Ben yıldızlara ibadet etmekten ve onlara sevgi beslemekten uzağım. Ben ibadetimde gökleri ve yeri, şu gördüğünüz yıldızları yaratana yöneliyorum. Sapıklıktan uzak hak ve dosdoğru din olan tevhid dinine yöneliyorum. Ben Allah ile birlikte başka bir ilâh edinen müşrikler arasında yer almam. Ben bu eşyayı yaratan, her şeyin mülk ve hakimiyetini elinde bulundurup onları çekip çeviren, her şeyin yaratıcısı, Rabbi, mutlak maliki ve ilâhı olan Yüce Yaratıcıya ibadet ediyorum." Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz rabbi-niz gökleri ve yeri altı günde yaratan Allah'tır. Sonra Arş'ı istiva etti. Kendisini durmadan kovalayan gündüze geceyi O bürüyüp örtüyor. Güneş'i, Ay'ı ve yıldızları emri ile müsahhar kılan O'dur. İyi bilin ki yaratmak da emretmek de O'nundur. Alemlerin rabbi olan Allah'ın şanı ne yücedir7'%A'raf, 7/54).

Geçen bu açıklamalardan açıkça anlaşıldığına göre Hz. İbrahim'in kavmi, putları Rab değil ilâh kabul ediyorlar, yıldızlan ise hem Rab, hem de ilâh ediniyorlardı. İlâh'tan kasıt mabud, yani kendisine ibadet edilen'i rabden kasıt ise efendi, malik, besleyip büyüten, işleri çekip çeviren ve tasarrufta bulunandır. İbadet ise dua ve tazim ile mahlûkatı yaratana yönelmektir. Gerçekte ise mah-lûkatın Allah'tan başka ilâhı da rabbi de yoktur.

Hz. İbrahim'in takındığı tavır, kendisini mümin olmayan birisi gibi gösteren ve son derece çarpıcı bir üslûpla tartışan, bu tartışmasını örneklerle ispatlayan kişinin tavrıydı. Gerçekte Hz. İbrahim ilâhtık ve rablik makamını tespit etmek için tetkik eden bir kimse durumunda değildi. Çünkü Yüce Allah Hz. İbrahim hakkında şunları söylemektedir: "Andolsun ki biz İbrahim'e daha önceden doğru yolu bulmak için imkân vermiştik. Biz onu biliyorduk. O zaman babasına ve kavmine şöyle demişti: Bu heykeller nedir ki onlara ibadet edip durmaktasınız?" (Enbiyâ, 21/51-52); "Gerçekten İbrahim (başlı başına) bir ümmetti. Allah'a itaatkâr, hanîf bir Müslümandı. O (asla) müşriklerden olmamıştır. O nimetlerine şükredendi. Onu beğenip seçmiş, kendisini dosdoğru bir yola iletmişti. Biz ona dünyada bir güzellik de verdik ve şüphesiz ki o, ahirette de mutlaka salihlerdendir. Sonra biz sana, hanîf bir Müslüman olarak İbrahim'in dinine uy, o, müşriklerden olmadı, diye vahyettik." (Nahl, 16/120-123); "De ki: Şüphesiz Rabbim beni dosdoğru bir yola, dimdik ayakta duran bir dine, rnu-vahhid olan İbrahim'in dinine iletti. O, müşriklerden olmadı." (En'âm/161).

Buharî ve Müslim'de de Ebu Hureyre yoluyla Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Her doğan fıtrat üzere doğar." Müslim'in Sa-hih'inde ise Iyâd b. Hammâd yoluyla Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Allah buyurdu ki, şüphesiz ben kullarımı hanîfler olarak yarattım." Yine Yüce Allah Kur'an-ı Kerim'inde şöyle buyurmaktadır: "İnsanların üzerinde yaratıldığı Allah'ın fıtratına (yönelin)! Allah'ın yaratışında değiştirme yoktur." (Rûm, 30/30). Yine Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Hani Rabbin Ademoğullarının sırtlarından zürriyetlerini almış, onları kendilerine karşı şahit tutup, "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye buyurmuştu. Onlar da "Evet şahit olduk" demişlerdi." (A'râf, 7/172).

Eğer bu, sair insanlar hakkında böyle ise, Yüce Allah'ın tek başına bir ümmet, Allah'a yönelen hanîf bir Müslüman ve asla müşriklerden olmayan İbrahim Halîl, böyle bir konumda, araştıran bir kişi nasıl olabilir ki? Aksine o, Resulullah (s.a.)'tan sonra hiç şüphesiz ve tereddütsüz olarak selim fıtrat ve dosdoğru karaktere herkesten daha lâyık bir kimsedir.

Bu durnumuyla onun, kavminin içinde bulunduğu şirki tetkik eden değil de kavmine karşı tartışan bir kimse olduğunu destekleyen hususlardan bir tanesi de ileride gelecek olan "Kavmi onunla tartışmaya kalkıştı..." (ayet, 81) buyruğudur.[47]



Hz. İbrahim İle Kavmi Arasındaki Tartışma


80- Kavmi ona karşı delil getirmeye kalkıştı. O dedi ki: "Bana hidayet vermişken Allah hakkında benimle hala tartışıyor musunuz? Ben O'na ortak koştuğunuz şeylerden korkmam. Meğer ki Rabbim bir şeyi dilemiş olsun. Rabbimin ilmi her şeyi kuşatmıştır, hala düşünüp öğüt almayacak mısınız?

81- Allah'ın hakkında delil indirmediği bir şeyi siz O'na ortak koştuğunuz halde korkmuyorsunuz da ben sizin ortak koştuklarınızdan nasıl korkarım. Şimdi gerçekten biliyorsanız (söyleyin): İki gruptan hangisi emin olmaya daha lâyıktır?

82- İman edenler, imanlarına da zulüm karıştırmayanlar işte emin olmak (hakkı) onlarındır. Onlar doğru yolu da bulmuşlardır.

83- İşte bu, İbrahim'e kavmine karşı verdiğimiz hüccetimizdi. Biz dilediğimizi derece derece yükseltiriz. Şüphe yok ki Rabbin Alîm'dir, Hakimdir.



Nüzul Sebebi


"İman edenler..." mealindeki 82. ayet-i kerimenin nüzulü ile ilgili olarak İbni Ebî Hatim, Bekr b. Savâde'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Düşmanlardan birisi Müslümanlara hamle yaptı, bir Müslümanı öldürdü. Daha sonra bir hamle daha yaptı, bir diğerini öldürdü, sonra şöyle dedi: Peki bundan sonra Müslüman olmamın bana bir faydası olacak mı? Resulullah (s.a.), "Evet" deyince atını mahmuzlayarak Müslümanların arasına girdi, sonra (önceki) arkadaşlarına bir hamle yaptı, bir kişi öldürdü, sonra bir diğerini, bir diğerini öldürdü, daha sonra kendisi öldürüldü. Bekr b. Savâde der ki: Onlar (ashab) şu, "İman edenler, imanlarına da zulüm karıştırmayanlar..." ayet-i kerimesinin onun hakkında nazil olduğu görüşündeydiler. [48]



Açıklaması


Kavmi Hz. İbrahim'le tevhid ilkesi hakkında tartışmaya koyuldu. Hz. İbrahim tevhidi onlara fikrî düzeylerine göre anlayabilecekleri şekilde kesin delillerle ispat edip yalnızca Allah'a ibadetin zorunluluğunu ortaya koyunca bu sefer şirkleri hakkındaki şüphelerini açıklayarak onunla tartıştılar ve şöyle dediler: Tanrıların çokluğu Alah'a imana aykırı değildir. Çünkü bunlar Allah nez-dinde şefaatçilerdir. Böylelikle onlar atalarını taklide ve benzeri hususlara sıkı sıkıya yapıştılar. Yüce Allah şu buyruğu ile onlara verilen cevabı zikretmektedir: "O dedi ki: Bana hidayet vermişken Allah hakkında benimle halen tartışıyor musunuz..." Yani Allah'ın emri ve başka ilâh olmadığı hususunda benimle nasıl tartışırsınız? Halbuki Yüce Allah bana hakkı göstermiş, beni hakka iletmiş bulunuyor. Ben O'ndan gelen apaçık bir delile sahip bulunuyorum. Nasıl olur da şirk koşmanız ve elinizde hiç bir delil bulunmadığı halde geçmişlerinizi taklit etmeniz hususlarında, ortaya attığınız iddialarınıza ve sapıklıklarınıza iltifat edebilirim?

Sizin izlediğiniz yolun batıl olduğunun delillerinden birisi de şudur: Tapındığınız bu tanrılar hiç bir şeyi etkileyemezler. Ben onlardan korkmuyorum, çekinmiyorum, onlara aldırmıyorum. Çünkü bu putların hiç bir zararı, hiç bir faydası yoktur. İşitmezler, görmezler, başkalarına yardımcı olamazlar, şefaatçilikleri de yoktur. Eğer bunların yapabilecekleri bir şey varsa haydi onlar aracılığıyla bana istediğiniz kötülüğü yapın ve bana mühlet de vermeyin. Aksine bu konuda elinizi olabildiğince çabuk tutun.

Ben Allah'a ortak koştuğunuz şeylerden asla korkmam. Şu kadar var ki, Rabbim'in hoş olmayan bir şeyin bana gelip çatmasını dilemiş olması müstesna. O'nun dilediği kaçınılmaz olarak gerçekleşir. Zira Yüce Allah'tan başka fayda ve zarar verme gücüne sahip kimse yoktur, her şeye gücü yeten O'dur.

Daha sonra Yüce Allah bundan önceki buyrukların gerekçesini, "Rabbimin ilmi her şeyi kuşatmıştır" ayetiyle göstermektedir. Yani O'nun bilgisi bütün eşyayı kuşatmaktadır. Hiç bir gizli şey O'na gizli değildir. Rabbim belki de bu putları bir kenara itip onları parçalamaya davet ettiğim için (sizin aracılığınızla ve buna gazabınız dolayısıyle -Çeviren.-) hoşa gitmeyen bir durumla beni karşı karşıya bırakabilir.

Siz niçin bu hususu ve benim size açıkladığım diğer hususları düşünüp de iman etmezsiniz? Yani bu putların batıl olduğu üzerinde ibretle düşünüp onlara tapınmaktan vazgeçmeyecek misiniz? Bu, Hud (s.a)'un kavmi olan Âd'e karşı gösterdiği şu delilleri andırmaktadır: "Dediler ki: Ey Hud, sen bize apaçık bir delil getirmedin. Biz de senin sözüne binaen tanrılarımızı terk edecek değiliz. Biz sana inananlar da değiliz. Biz ancak şunu söyleriz: Bazı ilâhlarımız seni fena çarpmış. Dedi ki: Ben gerçekten Allah'ı şahit tutuyorum, siz de şahit olun ki, ben sizin Allah'ı bırakıp da O'na ortak tuttuğunuz şeylerden uzağım. Artık hepiniz hakkımda istediğiniz tuzağı kurun, bundan sonra da bana bir süre tanımayın. Şüphesiz ki ben, benim de Rabbim sizin de Rabbiniz olan Allah'a tevekkül ettim. Yeryüzünde ne kadar canlı varsa hepsinin alnından (perçeminden) tutan O'dur. Benim Rabbim gerçekten doğru bir yol üzeredir." (Hud, 11/53-56)

Sizler, sizi yaratan Allah'a vahiy ile olsun, aklî olsun hakkında herhangi bir delil indirmemiş bulunduğu şeyleri Allah'a ortak koşmaktan korkmadığmız halde, ben sizin Allah'tan başka tapındığınız putlardan nasıl korkarım? Sizin bu yaptıklarınızın yaratmada, kâinatı yönetmede ortak yahut da aracı ve şefaatçi olduklarına dair ispatlayıcı hiç bir deliliniz yoktur. Aklî ve naklî deliller Yüce allah'ın bir tek ve Samed olduğunu göstermektedir. Asıl akibetinden korkulması gereken şey, buna rağmen hâlâ şirk koşmanız ve bu konuda hak yolu izleme imkânını kaybetmenizdir.

"Nasıl" sorusunda inkâr anlamı vardır. O, onların -kendileri Allah'tan korkmuyorken- kendisini putlarla korkutmalarını inkâr ve red etmektedir. Yani sizler gücü her şeye yeten Allah'tan korkmazken ben nasıl olur da cansız bir varlıktan korkarım? İbni Abbas ve başkaları ayette geçen "Bir delil-sultan" ifadesini hüccet diye açıklamışlardır. Yani onu ispatlayacak bir delil yokken demektir. Yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi: "Yoksa onların, Allah'ın izin vermediği şeyleri dinden kendilerine şeriat yapan ortakları mı vardır?" (Şûra, 42/21); "Bunlar, Allah haklarında hiç bir delil indirmediği halde ancak-sizin ve atalarınızın taktığı bir takım isimlerdir." (Necm, 53/23).

Gerçek bu olduğuna göre, iki kesimden hangisi kıyamet gününde Allah'ın azabından yana güvenlik altında olmaya, akidesi dolayısıyla dünyada güvenlik duymaya ve korkmamaya daha lâyıktır? Muvahhidler kesimi mi, müşrikler kesimi mi? İki kesimden hangisinin tutumu doğrudur? Zarar ve faydayı elinde bulundurana ibadet edenler mi, yoksa ellerinde bir delil bulunmaksızın faydası ve zararı da olmayan şeylere ibadet edenler mi? Burada, "Bizden hangimiz güven duymaya daha lâyıktır?" ifadesiyle yetinilmeyerek açıkça iki kesimden söz edilmesi böyle bir cevabın, her bir muvahhid ve müşrik hakkında genel olduğunu, yalnızca Hz. İbrahim'in muhataplarına has olmadığını belirtmek içindir. Bu ifadenin genel olması, onların hakka kulak verip dinlemekten nefret ederek uzaklaşmamaları için açıktan açığa hatalı olduklarını bildirmeyerek inada sapmamalarını önlemek içindir.

"Eğer biliyorsanız..." Yani eğer sizler bu hususa dair bilgi ve basiret sahibi iseniz, haydi onu bana bildiriniz. Bu da onları hakkı itiraf etmeye yönelten bir üslûptur.

Daha sonra Yüce Allah güvenlik duymaya kimin daha lâyık ve hak sahibi olduğunu şöylece bildirmektedir: "İman edenler, imanlarına da zulüm karıştırmayanlar..." Yani Allah'ın varlığını ve birliğini tasdik edenler, O'na hiç bir şeyi ortak koşmaksızm yalnızca ve ihlâsla Allah'a ibadet edenler, imanlarına kendilerini fasıklığa götürecek bir masiyet bulaştırmayanlar, işte onlar kıyamet gününde güven altında olacaklardır.

Ahmed, Buharî, Müslim ve Tirmizî, Abdullah b. Mes'ud'dan şöyle dediğini rivayet ettiler: "İmanlarına zulüm karıştırmayanlar..." ayeti nazil olunca, Hz. Peygamberin ashabı şöyle sordu: "Bizden kendisine zulmetmeyen kim vardır ki?" Bunun üzerine, "Şüphesiz şirk büyük bir zulümdür." (Lokman, 31/13) ayeti nazil oldu. Bu Buharî'nin rivayetidir. İmam Ahmed'in rivayeti ise şöyledir: Şu, "İman edenler imanlarına da zulüm karıştırmayanlar..." ayeti nazil olunca, bu insanlara ağır geldi ve şöyle dediler: Ey Allah'ın rasulü, nefsine hangimiz zulmetmiyor ki? Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Burada kastedilen sizin anladığınız değildir. Sizler o salih kulun şu: "Oğulcuğum Allah'a ortak koşma. Çünkü muhakkak şirk büyük bir zulümdür." (Lokman, 31/13) söylediklerini duymadınız mı?" Görüleceği gibi burada kastedilen, şirkin kendisidir.

İşte İbrahim (a.s.)'in Yüce Allah'ın, "Gece onu bürüyüp örtünce..." buyruğundan itibaren "Onlar doğru yolu da bulmuşlardır" buyruğuna kadar anlatılanlar, İbrahim (a.s.)'in kavmine karşı getirdiği güçlü delilleri anlatmaktadır. Bir bakıma Yüce Allah şöyle demektedir: "İbrahim'i bu delilleri gösterme yoluna ilettik, kavmini ikna etmesi için bu konuda ona başarı ihsan ettik." Bu, iman ve küfrün ancak Yüce Allah'ın yaratmasıyla husule geleceğini göstermektedir.

Şüphesiz ki biz kullarımızdan dilediğimiz kimseyi dünyada ilim ve hikmet bakımından başkalarının ulaşamadığı derecelere yükseltiriz. Söz konusu dereceler ise iman, ilim, hikmet, tevhid ve nübüvvet basamaklarıdır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "İşte biz o peygamberlerden kimini kimine üstün kıldık. Onlardan kimisiyle Allah söyleşmiş, kimisini de derecelerle yükseltmiştir." (Bakara, 2/253). Ahirette ise cennette sevap itibariyle derece derece yükseltiriz. Ayet-i kerimeden maksat da şudur: Yüce Allah Hz. İbrahim'in derecelerini -kendisine vermiş olduğunu delil getirme gücü dolayısıyla- yükseltmiştir.

Şüphesiz Rabbin sözünde, fiilinde ve işinde hikmeti sonsuz olandır, yani Hakimdir; yarattıklarının her halini bilendir, yani Alimdir. Kendilerine karşı delil ve belgeler ortaya konulmuş olsa dahi, kime hidayet vereceğini ve kimi saptıracağını bilendir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak aleyhlerine Rabbinin sözü hak olmuş bulunanlar iman etmezler. Onlara bütün ayetler gelse de acıklı azabı görecekleri ana kadar (inanmazlar)" (Yunus, 10/96-97). Allah hikmet ve ilminin gereği ile -yoksa arzu gereği ve rastgele değil- dilediğini derece derece yükseltir. Çünkü Allah'ın fiilleri boş ve batıl olmaktan münezzehtir.

Dikkat edilecek olursa Yüce Allah'ı bilip tanımak en mükemmel ve en sağlıklı şekilde ancak vahiy yoluyla mümkün olur. Peygamberlerin vahiy bilgisi ise nazarî (aklî) değil, bedihîdir, yani (apaçık bir gerçek) şeklindedir. Yüce Allah onlara gerek duydukları aklî ve naklî bütün delilleri öğretmiş bulunmaktadır. [49]



Peygamberlerin Atası İbrahim İle Peygamberlerin Risaletlerinin Özellikleri Ve Onların Hidayetine Uyma Gereği


84- Biz ona İshâk ile Yakub'u bağışladık. Her birine hidayet verdik. Daha önceden Nuh'a da hidayet verdik. Zür-riyetinden Davud'a, Süleyman'a, Ey-yub'a, Yusuf a, Musa'ya ve Harun'a da. Biz iyi hareket edenleri işte böyle mükâfatlandırırız.

85- Zekeriya'ya, Yahya'ya, İlyas'a da. Onların hepsi salihlerdendi.

86- İsmail'e, el-Yesa'ya, Yunus'a ve Lût'a da. Her birini âlemlere üstün kıldık.

87- Onların babalarından, zürriyetle-rinden ve kardeşlerinden bazılarını da (hidayete ilettik) ve onları seçtik. Onları doğru bir yola da götürdük.

88- Bu Allah'ın hidayetidir ki O bununla kullarından kimi dilerse hidayete iletir. Eğer şirk koşsalardı, işledikleri her halde boşa giderdi.

89- Onlar kendilerine kitap, hikmet ve nebilik verdiklerimizdir. Şimdi bunlar inkâr ederlerse yerine onu inkâr etmeyen bir kavmi ona vekil kılarız.

90- Onlar Allah'ın hidayete ilettiği kimselerdir. O halde sen de onların hidayetlerine uy! De ki: "Ben buna karşılık sizden bir ücret istemiyorum. Bu âlemlere öğütten başka bir şey değildir."



Açıklaması


Yüce Allah peygamberi İbrahim (a.s.)'e, yaşı ilerlediği için kendisi ve hanımı Sâre çocuk sahibi olmaktan ümid kesmiş oldukları halde ona lütufta bulunarak İshâk'ı bağışladı. Melekler Lût kavmine azap üzere giderken, onun yanına gelerek her ikisine İshâk'ın doğacağı müjdesini verdiler. Hanımı bu işten hayrete düştü ve şöyle dedi: "Vay! Kendim yaşlanmış bir kadın ve şu eşim de bir ihtiyar iken ben mi doğuracakmışım? Bu gerçekten pek şaşılacak bir şeydir. Dediler ki: Allah'ın işine mi hayret ediyorsun ey Ehl-i Beyt, Allah'ın rahmet ve bereketi sizin üzerinizedir. Şüphe yok ki O Hamîd'dir, Mecîd'dir." (Hûd, 11/72-73)

Aynı şekilde onlara Hz. İshak'm peygamber olacağını, onun soyunun zürri-yetinin devam edip gideceğini de -Yüce Allah'ın şu buyruğunda ifade edildiği gibi- müjdelediler: "Ve biz ona salihlerden bir peygamber olmak üzere İshâk'ı müjdeledik." (Sâffât, 37/112). Böylesi, müjdenin en mükemmeli ve nimetin en büyüğüdür. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Biz ona İshâk'ı, İshak'm ardından da Ya'kub'u müjdeledik." (Hûd, 11/71)

Bu ise kavmini terk edip onlardan uzaklaşınca, ülkesinden yeryüzünde Allah'a ibadet etmek üzere hicret edip uzaklaştığında Hz. İbrahim'e verilen bir mükâfattı. Yüce Allah kavmi ve aşireti yerine sulbünden ve dini üzere gelecek salih nesiller verdi. Ta ki gözleri onunla aydın olsun. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onları ve Allah'tan başka taptıklarını terk edip uzaklaşınca, biz de ona İshak'ı ve Yakub'u bağışladık ve onların her birini peygamber kıldık." (Meryem, 19/49). Burada da şöyle buyurmaktadır: "Biz ona İshak ile Yakub'u bağışladık; her birine hidayet verdik." Yani biz ona İshak ve Ya'kub'u salih iki evlat ve peygamber olarak bağışladık. İbrahim'i peygamberlik, hikmet ve susturucu delili bulup ortaya koyma kabiliyetini vermek suretiyle hidayete ilettiğimiz gibi, onların her birini de hidayete ilettik.

Hz. İsmail anümaksızın Hz. İshak'tan söz edilmesi, yüce Allah'ın onu kendinden bir ayet (mucize) olmak üzere yaşının ilerlemiş olmasından, hanımının da kısırlığından sonra bağışlamış olması dolayısıyladır. Allah Hz. İshak'ı ona imanının, ihsanının, eksiksiz teslimiyetinin ve ihlâsınm karşılığı olmak üzere bağışlamıştır. Yüce Allah Hz. İbrahim (a.s.)'e oğlu İshak'ı, ileri yaşına rağmen, başka hiç bir çocuğu yokken oğlu İsmail'i kesmekle denenmesinden sonra vermiştir. İşte iyilik yapanlar bu şekilde mükâfat görürler. Hz. İsmail'in anılmayıp Hz. İshak'ın anılmasının bir diğer sebebi daha vardır: Burada maksat İsrailo-ğullarının peygamberlerinin anılmasıdır. Onlar ise hepsi Hz. İshak ve Hz. Yakub'un soyundan gelenlerdir. Hz. İsmail'in sulbünden ise Muhammed (s.a.) dışında başka bir peygamber gelmemiştir.

Hz. İbrahim, Hz. Nuh'un soyundan gelir. Allah Hz. İbrahim'i hidayete ilettiği gibi, ondan önce atası Nuh'a da hidayet vermiştir. Ona peygamberlik ve hikmeti bağışlamıştır. Bu ise en büyük nimetlerden bir nimettir. O hem bir peygamber soyundan gelmektedir ve hem onun çocukları arasında peygamberler vardır. Davud, Süleyman, Eyyub, Yusuf, Musa, Harun (hepsine selâm olsun) onun soyundan gelmiştir. Bu gerçekten temiz ve güzel bir zürriyettir: "Hepsi birbirinden gelen bir zürriyetti..." (Âl-i İmran, 3/34).

Hz. Nuh'un söz konusu edilmesinin sebebi, az önce de geçtiği gibi Hz. İbrahim'in büyük atası oluşundandır. Bu da Yüce Allah'ın Hz. İbrahim'in usul ve fürû'unda (geçmiş atalarında ve ondan gelen soyda) olan lûtfunu ifade etmektedir. O ataları itibariyle kerimdir, çocukları itibariyle de çok şereflidir. Çünkü Yüce Allah, her ikisinin soyunda hem Kitabı, hem peygamberliği ihsan buyurmuştur. Nitekim şöyle buyurmaktadır: "Andolsun ki biz Nuh'u ve İbrahim'i peygamber olarak gönderdik, onların nesilleri arasında peygamberliği ve Kita-b'ı (emanet) kıldık." (Hadîd, 57/26).

Yüce Allah aynı şekilde Hz. İbrahim'in soyundan gelenler arasında Zekeri-ya, Yahya, İsa ve İlyas'ı da peygamberlikle taltif etmiştir. Bunların her birisi sözüyle ve ameliyle salih kimselerdi. Ayet-i kerimede zamir Hz. İbrahim'e aittir. Çünkü kendisi dolayısıyla daha önce de söz açılan kişi odur. Hz. Nuh'a ait olması da mümkündür, çünkü zamirin kendisine döneceği en yakın kişi odur.

Yüce Allah aynı şekilde onun soyundan ve sulbünden oğlu olan Hz. Mu-hammed'in atası İsmail'i de, Yunus ve Lût'u da hidayete iletmiştir. Bunların her birisini âlemlere üstün kılmıştır.

Fakat burada açıklanması gereken bir husus vardır. Lût (a.s.) Hz. İbrahim'in soyundan değildir. O Azer"in oğlu olan kardeşi Hârân'ın oğludur. Hz. Lût'un Hz. İbrahim'in soyundan gelenler arasında olması tağlîb yoluyladır. Nitekim Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Yoksa siz ölüm Yakub'a gelip çattığı zaman orada hazır mıydınız? Hani o oğullarına, Benden sonra siz neye ibadet edeceksiniz" dediğinde onlar, "senin ilâhına ve babaların İbrahim, İsmail ve İshak'ın bir tek olan ilâhına ibadet edeceğiz. Biz ona teslim olmuşuzdur, demişlerdi." (Bakara, 2/133). Görüldüğü gibi Hz. İsmail Hz. Yakub'un amcası olduğu halde onun babaları araşma tağlîb yoluyla girmiştir. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "Meleklerin tümü hep birlikte secde ettiler, İblis müstesna." (Hicr, 15/30; Sad, 38/73). Burada İblis de meleklere verilen secde emrinin muhatapları arasına girmekte ve bu emre itaat etmediğinden dolayı da yerilmektedir. Çünkü İblis de meleklere benzemeye çalışıyordu. O bakımdan onlara yapılan muameleye tabi tutuldu ve tağlîb yoluyla onlar arasına katılmış oldu. Yoksa o cinlerdendir, tabiatı itibariyle ateşten yaratılmıştır, melekler ise nurdan yaratılmışlardır.

Hz. İsa'nm, Hz. İbrahim'in ya da diğer görüşe göre Hz. Nuh'un soyu arasında anılması kızların çocuklarının, kişinin soyundan gelenler arasında yer aldığını göstermektedir. Çünkü Hz. İsa'nın nesebi Hz. İbrahim'e annesi Meryem yoluyla ulaşır. Çünkü Hz. İsa'nın babası yoktur. Aynı şekilde Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin'in de Hz. Fatıma'nm çocukları olmalarına rağmen Peygamberin soyundan gelenler arasına girmeleri böyledir. Çünkü Sahih-i Buharî'de sabit olduğuna göre Resulullah (s.a.) Hz. Ali'nin oğlu Hz. Hasan'a şöyle demiştir: "Şüphesiz benim bu oğlum bir seyyiddir. Umulur ki Allah onun vasıtasıyla Müslümanlardan iki büyük kesimin arasında barışı gerçekleştirir." Böylelikle bu, Hz. Hüseyin'in (Hz. Peygamberin) oğullan arasına girdiğini göstermektedir.

Dikkat edilecek olursa Yüce Allah önce Nuh, İbrahim, İshak, Yakub olmak üzere dört peygamberi söz konusu etmiştir. Daha sonra onların soyundan gelen şu on dört peygamberi anmaktadır: Davut, Süleyman, Eyyub, Yusuf, Musa, Harun, Zekeriya, Yahya, İsa, İlyas, İsmail, el-Yesâ', Yunus ve Lût. Toplam on sekiz kişidir. Buradaki sıralanışın itibara alınması söz konusu değildir, çünkü vav harfi belli bir tertibi gerektirmez.

Ayet-i kerimede Peygamberlerin şu şekilde üç kısma ayrılmalarının hikmetine gelince:

1- Davud, Süleyman, Eyyub, Yusuf, Musa ve Harun (hepsine selâm olsun). Bunlar bir arada hem nübüvvete hem risalete, hem mülk, emirlik ve yönetime sahip olan peygamberlerdir. Hz. Davud ile Hz. Süleyman iki hükümdardı. Hz. Eyyub emirdi. Hz. Yusuf vezir, yönetici ve dilediği gibi tasarrufta bulunan bir peygamberdi. Hz. Musa ve Hz. Harun hükümdar olmamakla birlikte iki yönetici idiler. Kur'an-ı Kerim bunları dine hidayet mertebesinde ilerleme yoluna uygun olarak söz konusu etmiştir. Onların en faziletlileri Hz. Musa ve Hz. Harun, sonra Hz. Eyyub ile Hz.Yusuf, sonra da Hz. Davud ile Hz. Süleyman gelir. Yüce Allah'ın "Biz iyi hareket edenleri işte böyle mükâfatlandırırız" öuyruğunun anlamı, dünya ve başkanlık nimetleriyle dine hidayet ve insanları doğruya iletme nimetlerini birlikte veririz, demektir.

2- Zekeriya, Yahya, İsa ve İlyas (hepsine selâm olsun). Bunlar ise ne birinci kısımdakiler gibi hükümdar ve yönetici, ne de ikinci kısımdakiler gibi züht sahibi kimselerdi. O bakımdan Yüce Allah onları salihler olmakla nitelendirdi.

3- İsmail, el-Yesâ, Yunus ve Lût (hepsine selâm olsun). Bunlar ise ne birinci kısımdakiler gibi hükümdar ve yönetici, ne de ikinci kısımdakiler gibi zahit kimselerdi. Bunların kendi çağdaşlanndaki âlemler üzerinde üstünlük ve faziletleri vardı. Onlardan tek herhangi bir kimse, bütün kavimden daha faziletliydi. Onlardan iki ve daha fazla kişi bulunuyor ise, bunlar da kendi kavimlerinden daha faziletli idi. Yine bunların biri ötekinden daha faziletli olabilir. Meselâ Hz. İbrahim çağdaşı olan Hz. Lût'tan, Hz. Musa kardeşi ve veziri (yardımcısı) olan Hz. Harun'dan, Hz. İsa teyzesinin oğlu Hz. Yahya'dan daha faziletli idi (hepsine selâm olsun).

Daha sonra Yüce Allah bu peygamberlere olan lütfunu söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: "Onların babalarından, zürriyetlerinden..." yani biz onların babalarından bazılarını, zürriyetlerinden, kardeşlerinden bazılarını -hepsini değil- hidayete erdirdik. Çünkü bu zürriyet ve kardeşlerinin hepsi hayra ulaştırılmış kimseler değildi. Hz. İbrahim'in babası Hz. Nuh'un oğlu gibi. Yüce Allah bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "Andolsun ki biz Nuh'u ve İbrahim'i peygamber olarak gönderdik. Peygamberliği ve Kitabı onların soyu arasında bıraktık. Kimisi hidayet bulmuş (ise de) onların çoğu fasıklardı." (Hadîd, 57/26).

Daha sonra Yüce Allah, bu peygamberleri sahip kıldığı özelliklerle nitelendirerek şöyle buyurmaktadır: "Onları seçtik..." yani andolsun ki biz onları seçtik ve bir çok meziyetlere sahip kıldık; onları dosdoğru yola ilettik. Bu yol ise dosdoğru bir hak dindir.

Yüce Allah'ın peygamberleri ve rasulleri hak dine sahip olma hidayeti, işte Allah'ın mutlak hidayeti ve tevfiki budur. Başkasının hidayeti kişiyi hakka götüremez.

Hidayet iki türlüdür: Birincisi, çalışma ve gayretle elde olunamayan Allah'tan gelen mutlak hidayet ki bu peygamberliktir. İşte Yüce Allah'ın peygamberine, "Ve seni şaşkın buldu da hidayet vermedi mi?" (Duhâ, 93/7) buyruğunda işaret olunan hidayet budur. İkincisi ise ilâhî tevfikin maksadı elde etmeye yardımcı olmasıyla birlikte, çalışıp kazanmakla nail olunan hidayet.

Eğer fazilet ve derecelerinin yüksekliğine rağmen bu hidayete iletilenler Rablerine ortak koşacak olurlarsa, diğerleri gibi bunların da amellerinin ecirleri batıl olur, amelleri boşa çıkar. Bu ifadeler ise şirkin büyük bir iş ve oldukça ağır bir vebal olduğunu ifade etmektedir. Yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi: "Andolsun ki sana da senden öncekilere de "Eğer (Allah'a) ortak koşarsan hiç şüphesiz amelin boşa çıkacaktır..." diye vahyolundu." (Zümer, 39/65). İşte bu, bir şarttır. Şart ise böyle bir şeyin vukuunun caiz (mümkün) oluşunu gerektirmez. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "De ki: Eğer Rahman'ın çocuğu olsaydı, işte ben (O'na) ibadet edenlerin ilkiyim." (Zuhruf, 43/84); "Eğer biz bir eğlence edinmek isteseydik -evet böyle bir şey yapacak olsaydık- andolsun ki onu kendi katımızdan edinirdik." (Enbiyâ, 21/17); "Eğer Allah evlat edinmek isteseydi, yarattıklarından dilediğini seçerdi. Münezzehtir O. O bir ve tek, Kah-hâr olan Allah'tır." (Zümer, 39/4).

İşte sözü geçen bu peygamberlerin risaleti (mesajı) birdir. Bu da Yüce Allah'ı birleme yani tevhid çağrısıdır. Bunlar kendilerine kitap (burada cins olarak kitap kastedilmiştir) verdiğimiz kimselerdir. Bundan kasıt da Kur'an-ı Ke-rim'de sözü geçen İbrahim ve Musa sahifeleri, Hz. Davud'un Zebur'u, Hz. Musa'nın Tevrat'ı, Hz. İsa'nın İncil'idir. Onlara hikmeti de verdik. Yani faydalı bilgiyi ve dinde fakih olmayı (derinliğine ve incelikli bilgiyi ve anlayışı) ihsan ettik. Anlaşmazlıkların çözümü için insanlar arasında hükmetme yetkisi de bunun bir çeşididir. Peygamberlik de verdik. Yani biz onları Allah'ın hükmü, emir ve dini kendilerine vahiy yoluyla bildirilen peygamberler kıldık. Bazılarına, Hz. Yahya ve Hz. İsa gibi, daha çocuk yaşta peygamberlik verilmiştir. Kimilerine de üç çeşit ihsan ve bağış bir arada verilmiştir: Hz. ibrahim, Hz. Musa, Hz. İsa ve Hz. Davud gibi. Yüce Allah Hz. İbrahim'den şöyle buyurduğunu nakletmektedir: "Rabbim bana bir hüküm (hikmet) bağışla." (Şuarâ, 26/83). Hz. Musa'dan da şöyle dediğini nakletmektedir: "Rabbim bana bir hüküm bağışladı ve beni rasul bir peygamber kıldı." (Şuarâ, 26/21). Hz. Davud'dan da şöyle söz etmektedir: "Ey Davud, şüphesiz biz seni yeryüzünde halife kıldık. Artık insanlar arasında hak ile hükmet." (Sad, 38/26). Hz. Davud ile Hz. Süleyman hakkında da şöyle buyurmaktadır: "Biz onların her birisine de hüküm (hikmet) ve ilim verdik". (Enbiyâ, 21/79).

Onlardan kimine de -Tevrat ile hükmeden peygamberler gibi- hüküm ve peygamberlik bir arada verilmiştir. Kimisine de yalnızca peygamberlik verilmiştir.

Eğer Mekke halkından olan bu müşrikler, Kitab'ı, hüküm ve peygamberliği inkâr ederek kâfir olurlarsa, biz bunları korumaya, bunlara gereken itinayı göstermeye, bunları inkâr etmeyen şerefli bir kavmi vekil kıldık ve onlara bunlara iman etme kabiliyetini ve başarısını verdik. Onlar da bunlara iman ettiler, hükümleri gereğince amel ettiler, insanları bunlara çağırdılar. Kinlisi derhal iman etti, onların bir kısmı da bir süre sonra iman edecektir.

İbni Cerir et-Taberî ile İbni Ebi Hâtim'in, İbni Abbas'tan rivayetlerine göre Yüce Allah'ın, "Şimdi bunlar onu inkâr ederlerse" buyruğundaki "bunlar" Mekkeliler demektir. Yüce Allah şunu söylemek istiyor: Eğer bunlar Kur'an-ı Kerim'i inkâr edecek olurlarsa, biz onu inkâr etmeyecek kimseleri ona vekil tayin ederiz. Bundan kasdı ise Medineliler ve Ensar'dır. [50]

Daha sahih olan, "Ona vekil kılınanlar" va. mutlak olarak Peygamber (s.a.)'in ashabı olduğudur. Daha sonra Yüce Allah bu peygamberler ile son peygamberi şu buyruğu ile birbirine bağlamaktadır: "Onlar Allah'ın hidayete ilettiği kimselerdir..." Yani Yüce Allah'ın kendilerine kitabı, hikmet ve peygamberliği vermiş olduğu bu sözü geçen sekiz peygamber ve onlara ilâve edilen babalar, zürriyetleri ve kardeşleri Allah'tan gelmiş mutlak hidayet ehli kimselerdir. Başkalarının değil, sen de onların hidayetine uy! Yani Allah'ı tevhide, ona ibadete ve övülmeye değer ahlâka davet hususunda onların hidayetlerini izle, onlara tabi ol.

Bu Resulullah (s.a.)'a verilen bir emir olduğuna göre onun ümmeti teşrî' buyurulan hususlarda ve verilen emirlerde ona tabidir. Buharı bu ayet ile ilgili olarak senedini kaydederek Mücahid'den şunu zikreder: Mücahid İbni Abbas'a, "Sâd" suresinde secde var mıdır? diye sormuş, o, "Evet" dedikten sonra, "Biz ona İshak ile Yakub'u bağışladık..." buyruğundan itibaren, "O halde sen de onların hidayetlerine uy" buyruğuna kadar olan ayetleri okudu. Sonra da, "O da onlardandır." (Yani Sâd suresinde secde ettiğinden söz edilen Hz. Davud, hidayetine uyması emrolunduğu kimseler arasındadır. -Çeviren-)

Ve ey peygamber! Seni kendilerine peygamber olarak gönderdiğimiz kimselere de ki: Bu Kur'an'ı tebliğ karşılığında sizden mal veya ondan başka herhangi özel bir menfaat istemiyorum. Aynı şekilde benden önceki bütün peygamberler de tevhid ve hidayeti tebliğlerine karşılık hiç bir ücret istememişlerdi. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "De ki: Buna karşılık sizden hiç bir ücret istemem. Ancak yakınlık hususunda (bana) sevgi (besleyiniz)." (Şûra, 42/23) Bu Kur*an-ı Kerim bütün âlemlere bir hatırlatma, bir öğüttür, Takva sahiplerini de doğruya, hidayete götüren bir kitaptır. İşte bu da Resulullah (s.a.)'ın istisnasız bütün insanlara peygamber gönderilmiş olduğunu açıkça ifade etmektedir. [51]



Peygamberliğin İspatı, Kitapların İndirilmesi Ve Kur'an-I Kerim


91- Allah'ı O'na lâyık olacak şekilde takdir edemediler. Çünkü, "Allah hiç bir beşere bir şey indirmedi" dediler. De ki: "İnsanlar için bir nur ve hidayet olarak Musa'ya gelen, sizin onu parça parça kâğıtlar haline koyup kimini açıkladığınız, çoğunu da gizlediğiniz Kitab'ı kim indirdi? Sizin de babalarınızın da bilmediği şeyler size öğretilmiştir." Sen, "Allah'tır" de. Sonra onları bırak ki, daldıklarında oynayadur-sunlar.

92- Bu da indirdiğimiz bereketi bol bir kitaptır ki kendinden öncekileri doğrulayıcıdır. Şehirlerin anasını ve çevresindekileri azapla korkutman için (indirdik). Ahirete inanmakta olanlar, ona iman ederler. Onlar namazlarına da devam ederler.



Nüzul Sebebi


"Allah'ı ona lâyık olacak şekilde takdir edemediler..." mealindeki 91.ayetin nüzulü ile ilgili olarak İbni Ebî Hatim, Saîd b. Cübeyr'den şöyle dediğini nakleder: Mâlik b. es-Sayf adında bir Yahudi gelip Resulullah (s.a.) ile tartıştı. Sesulullah (s.a.) ona şöyle dedi: "Tevrat'ı Musa'ya indiren hakkı için sana soruyorum, Tevrat'ta Allah'ın şişman hahama buğzettiğine dair bir ifade var m?~ Malik de şişman bir haham idi. Bundan dolayı kızdı ve şöyle dedi: Allah kaç bir insana herhangi bir şey indirmiş değildir. Arkadaşları ona, "Ne oluyor sana, Musa'ya da hiç bir şey indirmemiş midir?" deyince bu sefer Yüce Allah, ^Allah'ı ona lâyık olacak şekilde takdir edemediler..." ayetini indirdi. Bu mür-sel bir haberdir. Buna yakın bir rivayeti de İbni Cerir İkrime'den nakletmektedir.

İbni Abbas da el-Vâlibî yoluyla gelen rivayete göre şöyle demiştir: "Yahudiler, Ey Muhammed! dediler, Allah sana bir kitap indirdi mi? O, evet deyince şöyle dediler: Allah'a yemin olsun, Allah gökten bir kitap indirmiş değildir. Bunun üzerine Yüce Allah şu, "De ki: insanlar için bir nur ve hidayet olarak Musa'ya gelen, sizin onu parça parça kâğıtlar haline koyup... gizlediğiniz kitabı kim indirdi?" buyruğunu indirdi. el-Hasen ve Said b Cübeyr'in şu sözleri de bunu desteklemektedir: "Allah hiç bir beşere bir şey indirmedi" diyen, Yahudilerden birisidir. O, "Allah gökten herhangi bir kitap indirmemiştir" demişti. Süddî der ki: Böyle diyenin adı Finhâs'tır. Saîd b. Cübeyr'den gelen rivayete göre ise bu sözü söyleyen Mâlik b. es-Sayftır.

Muhammed b. Ka'b el-Kurazî ise şöyle der: Allah Resulullah (s.a.)'a, Kitap Ehli'ne kendisi hakkında kitaplarında nasıl söz edildiğine dair soru sormasını emretti. Muhammed'e kıskançlıkları, onları Allah'ın kitaplarını ve Rasulünü inkâr etmeye itti ve şöyle dediler: Allah herhangi bir insana bir şey indirmiş değildir. Bunun üzerine Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi indirdi.[52]

İbni Abbas'tan gelen bir diğer rivayete göre "Allah hiç bir beşere bir şey indirmedi" ayetinde kastedilenlerin Kureyş müşrikleri olduğu belirtilmektedir. İleride açıklayacağımız gibi tercihe değer olan görüş de budur. [53]



Açıklaması


Allah'ın peygamberlerini inkâr eden, vahyi kabul etmeyenler -ki bunlar nüzul sebebinde söz konusu edildiği gibi ya Kureyşlilerdir yahut Yahudilerden bir taifedir- Allah'ı gereği gibi tanıyamadılar, gereği gibi tazim edemediler. Çünkü onlar Allah'ın kendilerine gönderdiği peygamberleri yalanladılar ve "Allah semadan herhangi bir kitap indirmemiştir" dediler.

İbni Kesîr der ki: Birincisi (yani ayetin Kureyşliler hakkında inmiş olması) daha sahihtir. Çünkü ayet-i kerime Mekkîdir. Yahudiler de gökten kitapların indirilişini inkâr etmiyorlardı. Kureyşliler ve Araplar ise bütünüyle Muhammed (s.a.)'in peygamber olarak gönderildiğini insanlardan olduğu için inkâr ediyor, inanmıyorlardı.[54] Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Aralarından bir adama insanları (azapla) korkut diye vahyedişimiz insanlar için hayret edilecek bir şey midir?" (Yunus, 10/2). Bir başka yerde de Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kendilerine hidayet geldiği zaman insanların iman etmelerini, Allah bir insanı mı peygamber gönderdi?" demelerinden başka bir şey alıkoymadı. De ki: Şayet yeryüzünde sakin sakin yürüyen melekler olsaydı biz onlara gökten melek bir peygamber gönderirdik." (İsra, 17/94-95). Burada da Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah'ı O'na lâyık olacak şekilde takdir edemediler. Çünkü Allah, "Hiç bir beşere bir şey indirmedi dediler" diye buyurmaktadır.

Gerçek şu ki, Allah'ı gereği gibi tanıyıp O'nun her şeye kadir olduğunu, her şeyi bildiğini, rahmetinin her şeyi kuşattığını idrak eden bir kimse, insanın ilâhî kitaba ve peygamber ve rasullerin gösterecekleri hidayet yoluna, ebedî saadeti elde etmek ve maddeten ve manen insanın ilerlemesinin gerçekleşmesi için en ileri derecede muhtaç olduğuna kesinlikle inanır. İlkel insanlar için herhangi bir düzen ve intizam söz konusu değildir. Dünya ilkellik içerisinde, karışıklık ve huzursuzluktan inim inim inlerken peygamberlerin risaleti toplumu düzenlemenin aracı, ilerlemenin vasıtası, toplumsal ve ahlâkî ıslahın yolu, yöneticinin zorbalığının, fert ve toplumun zulmünün sınırlandırıcısı olmuştur. Peygamberlerin peygamberliğini inkâr eden bir kimse Allah'ı gereği gibi bilememiş, gereği gibi takdir edememiş olur.

Daha sonra Yüce Allah Kureyş müşriklerinden vahiy ve risaleti inkâr edenlere karşı maddî delili söz konusu ederek, Allah peygamberi Muhammed'e böylelerine şunları söylemesini emretti: İmrân'ın oğlu Musa'ya Tevrat'ı indiren kimdir? O Tevrat ki, karanlıkları parçalayan bir nurdu. Sapıklıktan hakkın aydınlığına çıkarttığı insanlar için bir hidayet, bir yol göstericiydi. Bunun sonucunda onlar Allah'ın hidayetiyle yol buldukları için adeta başka bir varlık haline geldiler ve sizler şöyle dediğiniz için Tevrat'ı kabul eden kimselersiniz: "Bize de bir kitap indirilseydi elbette onlardan daha çok hidayete ererdik." (En'âm, 6/157)

Yüce Allah'ın, "Sizin onu parça parça kâğıtlar haline koyup kimini açıkladığınız, çoğunu da gizlediğiniz Kitab'ı kim indirdi..." hitabı ise Peygamber (s.a.)'in niteliklerini ve bunların dışında kalan bir takım hükümleri gizleyip saklayan Yahudilere yöneliktir. Yani sizler evvelâ Kitab'm tümünü elinizde bulunan aslî kitaptan yazdığınız parça parça kâğıtlar haline getiriyorsunuz ve bunların kimisini tahrif ediyorsunuz, kimisini de değiştiriyorsunuz ve esasında o gösterdiğiniz Allah'tan gelen kitap olmadığı halde, "Bu Allah'tan gelen kitaptır, yani Allah'ın indirdiği kitaptır" diyorsunuz.

Bu ayetin nüzul sebebi ile ilgili rivayetlerin daha sahih olanının Kureyş müşrikleri hakkında olduğu kanaatini kabul edecek olursak, açıklanması gereken bir durum ortaya çıkar. Çünkü ayet-i kerimenin başında, "De ki: İnsanlar için...kitabı kim indirdi1?" hitabı Peygamber (s.a.)'in niteliklerini ve bunların dışında kalan bir takım hükümleri gizleyip saklayan Yahudilere yöneliktir. Yani sizler evvelâ Kitab'ın tümünü elinizde bulunan aslî kitaptan yazdığınız parça parça kâğıtlar haline getiriyorsunuz ve bunların kimisini tahrif ediyorsunuz, kinlisini de değiştiriyorsunuz ve esasında o gösterdiğiniz Allah'tan gelen kitap olmadığı halde, "Bu Allah'tan gelen kitaptır, yani Allah'ın indirdiği kitaptır" diyorsunuz.

Bu ayetin nüzul sebebi ile ilgili rivayetlerin daha sahih olanının Kureyş müşrikleri hakkında olduğu kanaatini kabul edecek olursak, açıklanması gereken bir başka durum ortaya çıkar. Çünkü ayet-i kerimenin başında, "De ki: İnsanlar için...kitabı kim indirdi?" hitabı Kureyşlilere yönelik iken, sonunda yer alan, "Sizin onu parça parça kâğıtlar haline koyup kimini açıkladığınız..." hitabı nasıl Yahudilere yönelik olur. (Ayet-i kerimenin mealinde ise Türk dilinin cümle yapısındaki farklılık dolayısıyla ifadeler tamamen yer değiştirmiş bulunmaktadır. Okuyucunun bu hususu göz önünde bulundurması gerekir.-çevi-ren-)

Bu soruya şu şekilde cevap verilebilir: Nüzul sebebi eğer Yahudiler ise ayetin başı da sonu da onlar hakkındadır. Eğer nüzul sebebi Kureyş müşrikleri ise, ayet-i kerimenin tevili şöyle olur: Tevrat'ı Musa'ya insanlar için bir nur ve bir hidayet olmak üzere indiren kimdir? Tevrat bu şekildeydi, fakat onlar Tevrat'ı değiştirdiler, tahrif ettiler. Onun önemli bir bölümünü unuttular. Tevrat'ı parça parça kitaplar haline getirdiler ve ihtiyaç olduğu takdirde onun bir bölümünü ortaya çıkartıyorlardı. Herhangi bir kimse hahamlarından (ilim adamlarından) bir meseleye dair soru soracak olursa, ona hevasına uygun olanı açığa çıkartıyor, Kitab'ın hükümlerinin bir çoğunu gizliyorlardı. Buna sebep ise Kitab'ın onların tekelinde olmasıydı. Herkesin elinde kitap nüshaları bulunmuyordu. Böyle bir şekilde gizleyip saklama ise, hatırlamakta oldukları bölümler hakkında söz konusudur. Yahudilerin önceki nesillerinin Beytülmakdis'in tahribi, Yahudilerin Irak'a sürülmesi esnasında Kitab'ın kaybolması sonucu unutulan bölümler değildi. Yüce Allah'ın, "Onlar kendilerine öğüt verilip hatırlatılan şeylerden bir bölümünü unuttular..." (Maide, 5/13) buyruğu ile kendisine işaret olunan işte bu unutmadır. Daha sonra Yüce Allah bu hususu bir sonraki ayette de (Hristiyanlar hakkında) söz konusu ederek, "Onlar da kendilerine verilen öğüdün bir bölümünü unuttular." (Mâide, 5/14) diye buyurmaktadır. Bu şekilde onlar Resulullah (s.a.)'m niteliklerini onun geleceği müjdesini, zinanın hükmü olan recmi gizlemiş oldular.

Sizler, ey müşrikler, o halde peygamberin en katı ve uzlaşmaz düşmanları olan Yahudilerin sözlerine güvenmeyin.

Böyle bir anlam aynı zamanda "koyuyorsunuz" anlamına gelen fiilin (yec'alûne)=koyuyorlar" kıraati ile de uyum halindedir. Te harfi ile "(tec'alûne)= koyuyorsunuz" kıraatine göre ise Yüce Allah peygamberine bu ayet-i kerimeyi onlara hitap suretiyle Yahudilere ve diğerlerine okumayı emretmiştir, demek olur.

Mücahid der ki: Yüce Allah'ın, "De ki:... Musa'ya gelen... kitabı kim indirdi?" buyruğu müşriklere hitaptır. "Sizin onu parça parça kâğıtlar haline koyup..." hitabı Yahudilere, "Sizin de babalarınızın da bilmediği şeyler size öğretilmiştir" buyruğu da Müslümanlara hitaptır.

Kurtubî ise şöyle der: Böyle bir açıklama, bunu "koyuyorsunuz" anlamına gelen fiilin ilk harfini te ile değil de ye ile okuyanların kıraatine uygun bir açıklamadır. Bu fiil eğer te harfi ile okunacak olur ise hitap tümüyle Yahudilere olur ve o takdirde de, "Sizin de babalarınızın da bilmediğiniz şeyler size öğretilmiştir" buyruğu, Yahudilere Tevrat'ın indirilmesi suretiyle bir minnet olmak üzere kullanılmış bir ifade olur.

Hülâsa: "De ki: İnsanlar için..." ayet-i kerimesi eğer Kureyşliler hakkında varit olmuş ise, bunun baş tarafının onlar hakkında, son tarafının da Yahudiler hakkında, "Koyuyorsunuz" anlamında ye harfi okunuşuna göre kabul edilir. Te harfi ile okuyuşa göre ise. ayetin tümü Yahudiler hakkında kabul olunmadıkça doğru olarak anlaşılmasına imkân yoktur.

Yüce Allah'ın, "Sizin de babalarınızın da bilmediğiniz şeyler size öğretilmiştir" buyruğunda hitap Mücahid'in dediği gibi Araplara yöneliktir. Ondan gelen bir diğer rivayete göre de hitap Müslümanlaradır; ikisinin de ifade edeceği anlam birdir. Çünkü Araplar nihayette bildiklerini diğer Müslümanlara aktardılar. Katâde'nin dediğine göre ise, burada sözü geçenler Arap müşrikleridir. Yani Allah, Kur"an-ı Kerim vasıtasıyla geçmişlerin haberlerini ve geleceklerin olaylarını size öğretmiştir. Halbuki siz bundan önce bunları bilmiyordunuz; ne sizler ne de babalarınız. Bu ise Yüce Allah'ın hem Rasulüne hem de Müslümanlara delil ile birlikte itikad esaslarını açıklamak, ahlâkın yüce değerlerini tamamlamak, ruhları arındırıp temizlemek için de ibadetleri teşri etmek, fert ve toplumların faydasına olmak üzere karşılıklı ilişkilerini düzenlemek; hürriyet, insan şeref ve haysiyeti -takva ya da salih amel dışında kimsenin kimseye üstünlüğü söz konusu olmayacak şekilde- insanlar arasında eşitlik gibi insanı hayatın esaslarını yerleştirmek üzere bu Kur"an-ı Kerim'i indirmek suretiyle minnet ve lütufta bulunduğunu ifade etmektedir.

Zemahşerî ve başkaları şöyle derler: Bu ayet-i kerimedeki "Sizin de babalarınızın da bilmediğiniz şeyleri siz (bu Kur'an'da) öğrenmiş bulunuyorsunuz" anlamına gelecek şekilde "Size öğretilmiştir" buyruğunun (lâm harfi şeddesiz olarak ve muhatap sigasıyla: (alimtüm) şeklinde kıraatte hitap Yahudileredir. Yani sizler, Allah'ın kendisine vahyetmiş olduğu şeylerden Muhammed vasıtasıyla Tevrat'ı öğrenmiş olmanıza rağmen, sizleri ve sizden daha bilgili olan sizden önceki babalarınızın bilmediği şeyleri öğrenmiş bulunuyorsunuz. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Gerçekten bu Kur'an İsrailoğullarına hakkında anlaşmazlığa düştükleri şeyin çoğunu anlatmaktadır." (Nemi, 27/66). Zemahşerî bu fiilin lâm'ının şeddeli olarak ("öğretilmiştir," anlamında) okunmasıyla ilgili olarak şunu da ekler: Burada hitabın, "Ta ki babaları da korkutulmamış bir kavmi korkutasın diye." (Yasin, 36/6) buyruğunda olduğu gibi, Ku-reyş arasından iman eden kimselere yönelik olduğu da söylenmiştir. [55]

Zemahşerî'nin görüşüne göre ise maksat, Tevrat'ın kendilerine indirilmiş olması dolayısiyle Yahudilere minnet etmektir.

Daha sonra Yüce Allah Peygamberine, "Allah'tır de" diye buyurmaktadır. Yani Ey Muhammed, Kitab'ı Musa'ya, bu Kitab'ı da bana indiren Allah'tır de! Yahut şöyle de: "Kitabı size öğreten Allah'tır. İbni Abbas şöyle der: Bunun anlamı kitabı indiren Allah'tır demektir. İbni Kesir ise şöyle der: İbni Abbas'ın bu açıklaması bu kelimenin tefsiri ile ilgili olarak kabul edilmesi gereken tek açıklamadır.

"Sonra onları bırak ki, daldıklarında oynayadursunlar." Yani onları bilgisizlikleri ve sapıklıkları içerisinde bırak da oyalanıp dursunlar. Ta ki Allah'tan yakîn (ölüm) onlara gelinceye kadar o vakit bileceklerdir: Güzel akibet kendilerinin midir yoksa Allah'ın muttaki kullarının mıdır?

Daha sonra Yüce Allah Kur'an-ı Kerim'in fonksiyonunu belirleyerek şöyle buyurmaktadır: "Bu da indirdiğimiz ... bir kitaptır" yani ondan önce Tevrat'ı Musa'ya indirdiğimiz gibi, bu Kur'an-ı Kerim'de sana indirdiğimiz bir kitap olup hakka ve doğru yola iletir. Bu Kitab'ı biz oldukça mübarek ve hayırları bol kıldık. Kendisinden önce gelen kitapları destekleyici ve o kitaplar üzerinde hakim konumundadır. Allah'a itaat eden kimselere cenneti, sevap ve mağfireti müjdeliyor. Allah'a isyan edenleri ise cehennem ve ilâhî ceza ile korkutuyor. Ayrıca bu Kitap şehirlerin anası olan Mekke halkı ve onun etrafında bulunan diğer insanlar için indirilmiştir. Yani bu Kitap, hem bütün Arap kabilelerini uyarmak, hem de, Arap olsun olmasın, diğer bütün insanları uyarmak için gelmiştir. Nitekim Yüce Allah aşağıdaki ayet-i kerimelerde şöyle buyurmaktadır: "De ki: Ey insanlar, ben Allah 'm sizin hepinize gönderdiği rasulüyüm." (A'râf, 7/158); "Şu Kur'an bana onunla sizi ve her kime ulaşırsa onları uyarıp korkutmam için vahyolundu." (En'âm, 6/19); "Ve güruhlardan onu kim inkâr ederse, ona vaad olunan yer ateştir." (Hud, 11/17); "Bütün âlemlere uyarıp korkutucu olmak üzere kuluna Furkan'ı (Kur'an-ı Kerim'i) peygambere indirenin şanı ne yücedirF (Furkân, 25/1); "Kendilerine kitap verilmiş olanlara ve ümmilere (kitap verilmemiş olanlara), teslim oldunuz mu? de. Teslim oldularsa şüphesiz hidayet bulmuşlardır. Eğer yüz çevirirlerse sana düşen ancak tebliğdir. Allah kulları çok iyi görendir." (Âl-i İmran, 3/30)

Buharî ile Müslim'de de Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğu sabittir: "Benden önceki peygmaberlerden hiç birisine verilmemiş beş şey bana verilmiştir." Bunlar arasında 'Ve benden önce her peygamber özel olarak kendi kavmine gönderilirdi. Ben ise bütün insanlara gönderildim" ifadeside vardır. İşte bundan dolayı "Ahirete inanmakta olanlar ona iman edenler" diye buyurulmakta-dır. Yani öldükten sonra dirilişe, kıyametin kopmasına veya ahiret gününe iman eden Çerkeş sana indirdiğimiz bu mübarek Kitab'ın yani Kur'an-ı Kerim'in doğruluğunu tasdik eder, iman eder. İşte o müminlerdir ki namazlarını gereği gibi korurlar. Yani Allah'ın kendilerine farz kılmış olduğu şekilde namazı vaktinde eda ederler ve diğer bütün emrolundukları şeyler yerine getirmekte ellerini çabuk tutarlar. [56]



Allah'a Yalan Uydurup İftira Etmenin Cezası


93- Allah'a yalan yere iftira edenler veya kendisine hiç bir şey vahyolunma-mış iken, "Bana da vahyolundu"diyen-lerden bir de, "Allah'ın indirdiği gibi ben de indiririm" diyenlerden daha zalim kim olabilir? Sen bu zalimleri, ölümün şiddeti içinde meleklerin ellerini uzatarak, "Haydi canlarınızı çıkarın, Allah'a karşı hak olmayan şeyler söylediklerinizden, onun ayetlerine karşı büyüklendiğinizden dolayı bugün aşağılanmak azabıyla cezalandırılacaksınız" dedikleri zaman bir görsen.

94- Andolsun ki, sizi ilk defa yarattığımız gibi yapayalnız, teker teker huzurumuza geldiniz. Size ihsanımız olan şeyleri arkanızda bıraktınız. İçinizde kendileri gerçekten ortaklar olduklarını boş yere iddia ettiğiniz şefaatçilerinizi de sizinle birlikte görmüyoruz. Andolsun ki onlarla aranız kesilmiştir. Zannettiğiniz şeyler ise önünüzden kaybolup gitmiştir.



Nüzul Sebebi


uAllah'a yalan iftira edenden... daha zalim kim olabilir?" mealindeki 93. ayet-i kerimenin nüzulü ile ilgili olarak İbni Cerir et-Taberî, İkrime'den Yüce Allah'ın, "Allah'a yalan iftira edenden... daha zalim kim olabilir?" buyruğu hakkında, "Bu Müseylime hakkında nazil olmuştur" dediğini rivayet etmektedir. "Allah'ın indirdiği gibi ben de indiririm" buyruğu hakkında da, "Bu da Abdullah b. Sa'd b. Ebi Şerh hakkında nazil olmuştur" demiştir. Bu kişi, Resulullah (s.a.)'ın vahiy kâtipliğini yapardı. Hz. Peygamber ona "Azîzü'n-Ha-kîm" diye yazmasını söyler, o ise "Gafurun Rahim" diye yazarmış. Sonra yazdığını okur ,Hz. Peygamber de, "Evet, hepsi eşittir" dermiş. Bu kişi daha sonra İslâmdan dönüp Kureyşlilere katıldı.

Yine Taberî, Süddî'den buna yakın bir rivayet kaydederek şunu ekler: Abdullah dedi ki: "Muhammed'e vahyolunuyordu, bana da vahyolunmaya başladı. Eğer Allah onu indiriyor idiyse şimdi ben de Allah'ın indirdiğinin benzerini indiriyorum. Muhammed semîan alîmen derdi, ben de alîmen hakîmen, derdim."

"Andolsun ki sizi ilk defa yarattığınız gibi... huzurumuza geldiniz." mealindeki 94. ayetin nüzulü ile ilgili olarak da İbni Cerîr ve başkaları İkrime'den şöyle dediğini rivayet ederler: en-Nadr b. el-Hâris dedi ki: Lat ve Uzza bana şefaat edecektir. Bunun üzerine şu, "Andolsun sizi ilk defa yarattığımız gibi... iddia ettiğiniz şefaatçilerinizi de sizinle birlikte gömüyoruz" buyruğuna kadar olan bölüm nazil oldu. [57]



Açıklaması


Allah'a yalan iftira ederek O'na ortak koşan yahut evlat sahibi olduğunu ileri süren ya da Allah onları insanlara peygamber olarak göndermediği halde peygamberlik ve risalet iddiasında bulunan kimseden daha zalim hiç bir kimse olamaz. Aynı şekilde kendisine hiç bir şey vahyolunmadığı halde, bana vahyo-lunuyor diyenden de. Böyle bir sözü söylemekle bundan önceki ifade arasındaki farka gelince: Birincisinde kendisine daha önce vahiy geldiği iddiasında bulunmaktadır. İkincisinde ise kendisine vahiy geldiğini iddia etmekle birlekte, Muhammed (s.a.)'e vahiy gelmediğini ileri sürmektedir. Böylelikle ikincisinde iki türlü yalan bir aradadır: Olmayan bir şeyi var gibi göstermek ve var olan bir şeyi de yok kabul etmek.

Veya, "Allah'ın indirdiği gibi ben de indiririm" diyen bir kimse de aynı şekilde zalimdir. Yani, "Ben Allah'ın peygamberine indirdiğinin benzerini de indirmeye kadirim" diyen kimse. Meselâ müşriklerden, "Dilesek elbette biz de bunun gibi biz söz söyleriz." (Enfâl, 8/31) diyenlerin sözleri böyledir.

İşte bu, şu üç husustan birisinin kendisinden sadır olduğu kimselere bir tehdittir. İlk iki sözden (yani Allah'a yalan iftira edip vahiy iddiasında bulunmaktan) kastedilenler, Yemâmeli yalancı Müseylime gibi, Yemen San'a'da Es-vet el-Ansî gibi, Esedoğulları arasında Tulayha el-Esedî ve bunlara benzer peygamberlik iddiasında bulunan kimselerdir. Müseylime, "Muhammed Kureyş'in elçisi, ben de Hanifeoğullannm elçisiyim" diyordu. Üçüncü söz ile, "Dileseydik elbette biz de bunun gibi bir söz söyleriz" diyen en-Nadr b. el-Hâris'in söylediği sözler kastedilmektedir. O, Kur'an-ı Kerim hakkında şöyle derdi: "Kur'an geçmişlerin masallarıdır. Şüphesiz o bir şiirdir, dileseydik elbette onun gibisini biz de söyleriz."

Daha sonra Yüce Allah bu kabilden zalimlerin ne şekilde bir azapla tehdit edildiklerini şöylece söz konusu etmektedir: "Sera bu zalimleri ölümün şiddetleri içinde... bir görsen!" Yani ey Peygamber ve her dinleyen ve okuyan! Zalimleri ölüm sarhoşluğu, ölüm dalga ve sakıntıları ya da zorlukla acıları içerisinde oldukları zaman bir görsen. Anlatılmayacak kadar hayret verici, büyük ve dehşetli bir durumla karşılaşacaksın. Melekler vurarak, son derece şiddetli ve katı davranışlarla ruhlarını kabzetmek için ellerini uzatmış halde ruhlarını verecekler. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Melekler yüzlerine ve arkalarına vurarak ruhlarını alırken (halleri) ne olacak?" (Muhammed, 47/27). Bu arada melekler onları azarlayarak, başlarına kakarak ve alaylı bir üslûpla ruhlarını kabzedeceklerinde şöyle diyeceklerdir: "Haydi canlarınızı, ruhlarınızı bedenlerinizden çıkartıp bize teslim ediniz." Bu ise süre tanımaksızın ruhun kab-zedilmesinde oldukça katı ve şiddetli davranılacağının delilidir. Bunun nedeni ise, kâfir ölüm haline geldiğinde meleklerin ona azap, intikam, cehennem ve Allah'ın gazabını haber vermeleridir. Ruhu cesedinin her bir tarafına dağılır ve çıkmak istemez. Bu sefer melekler ruhları cesetlerinden çıkıncaya kadar ve onlara, "Allah'a karşı hak olmayan şeyler söylediklerinizden... aşağılanmak aza-bıyla cezalandırılacaksınız..." diyerek, onlara vuracaktır.

Yani bu gün alabildiğine horlanacak küçükltüleceksiniz. Çünkü sizler Allah'a karşı iftira ediyor, O'nun ayetlerine uymayı, peygamberlerine itaat etmeyi kabul etmeyip büyükleniyor, ayetlere ve peygamberlere iman etmiyordunuz. Allah'a karşı hak olmayan şeyleri uyduruyordunuz. "Bugün" den kasıt ise, ölecekleri vakit ve ruhun alınmasının oldukça ağır ve şiddetli olacağından dolayı çekecekleri azaptır. Bundan kasıt berzah ve kıyamette görecekleri uzun süre devam edip giden azap da olabilir. Aşağılanmak (el-hevn), alabildiğine küçüklük ve hakîrlik demektir. Azabın buna izafe edilmesi (aşağılanma azabı ifadesi) kişinin kötü adam demesine benzer. Bu ifade ile aşağılığın oldukça ileri derecede olacağını, ve bundan ayrılıp sıyrılmanın imkânsızlığını anlatmaktadır.

Zemahşerî Yüce Allah'ın, "Meleklerin ellerini uzatarak..." buyruğu hakkında şöyle demektedir: Bu onlara nefes aldınlmaksızın ve mühlet verilmeksizin ruhlarının oldukça çabuk, şiddetle ve zor uygulanarak alınacağını, meleklerin bunlara her şeyi ile borçlusunun yakasını bırakmayan alacaklının yaptığı uygulamanın aynısını yapacağını ifade etmektedir. Böyle bir alacaklı borçlusuna elini uzatır, ona süre tanımaksızın oldukça ağır bir üslûpla alacağını ister ve bu ona, "Derhal sendeki hakkımı çıkartıp ver, onu gözünden çıkartıp alıncaya kadar yanından ayrılmayacağım* diyene benzer. [58]

Daha sonra Yüce Allah onlara, "Andölsun ki sizi ilk defa yarattığımız gibi yapayalnız... huzurumuza geldiniz" buyurdu. Yani andölsun ki sizler koştuğunuz ortaklardan, dost ve velilerden, şefaatçilerden, hizmetçilerden, mal ve mülkten uzak, tek başınıza, sizi ilk olarak annelerinizin karnından çıplak ayaklı, elbisesiz ve sünnetsiz olarak yarattığımız gibi gelmiş bulunuyorsunuz. Size (dünyada iken) vermiş bulunduğumuz mal, evlat, hizmetçi, konfor, saray, köşk ve buna benzer dünya hayatınızda toplamış bulunduğunuz türlü nimet ve mallan dünyada arkanızda bıraktınız. Onların burada size bir faydası olmayacaktır. Çünkü bütün bunların size hiç bir yaran dokunmaz.

Bu ayet-i kerime ile Yüce Allah'ın, "Allah kıyamet gününde onlarla konuşmayacaktır." (Bakara, 2/174) buyruklan arasında bir çelişki yoktur. Çünkü maksat, Allah'ın onlarla şanlannı yüceltmek için ve razı olacağına delâlet edecek bir şekilde konuşmayacağıdır. İfadenin geri kalan kısımları ise, dünya hayatında edinmiş olduklan putlar, tapındıklan heykeller ve şirk koştuklan ortaklar dolayısıyla bir azar ve bir sitemdir. Onlar dünyada iken bunların dünyada ve ahirette kendilerine faydalı olacağını sanarak ibadet ediyorlardı. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "İçinizde, gerçekten (Allah'ın) ortakları olduklarını boş yere iddia ettiğiniz şefaatçilerinizi de sizinle birlikte görmüyoruz." Yani kendilerinin size şefaat edeceklerini ve Allah'ın ortaklan olduklannı iddia ettiğiniz putlardan şefaatçilerinizin sizinle birlikte olduğunu görmüyoruz.

Andölsun ki, aranızdaki ilişkiler kopartılmıştır. Yani kıyamet gününde aranızda var olan her türlü dostluk, sevgi, bağlılık, arkadaşlık gibi bütün ilişkiler kopmuş bulunuyor. Sizler ve bunlar birbirinden aynldınız. Sapıklık kaybolup gitti. İftira ile gerçekle ilgisi olmaksızın şefaat edeceklerini ileri sürdüğünüz aracılar, putlara ve ortaklara seslenişler, putlardan bir şeyler ummalar gözünüzün önünden kaybolup gitmiş bulunuyor. Yüce Allah bütün yaratıklann gözü önünde onlara şöyle seslenecektir: "(Dünyada iken) iddia ettiğiniz benim ortaklarım nerede?" (Kasas, 28/62). Yine onlara şöyle denilecek: "Allah'tan başka tapındıklarınız nerede? Haydi onlar size yardım ediyor yahut kendileri yardıma mazhar olabiliyorlar mı?" (Şuarâ, 26/92-93)

"İçinizde kendileri gerçekten ortakları olduklarını..." buyruğundan kasıt şudur: Yani onların sizin kulluğunuzda, ibadetinizde, ibadetinize hak kazanmalarında, aranızda kendilerine ibadet hususunda... (iddia ettikleriniz) demektir. Çünkü onlar tann diye onlara dua edip ibadet edince aralarında ve yaptık-lan ibadette onlan Allah'a ortak koşmuş oluyorlar.

Bu ifadelerden kasıt da şudur: Sizin bütün umutlarınız, emelleriniz, bütün iddialarınız da bütün vehimleriniz de boşa çıkmıştır. Artık fidye ile kurtulmak, şefaate nail olmak gibi bir şey söz konusu değildir. Karşılaşacağınız Allah'ın azabını önlemenin hiç bir yolu ve imkânı yoktur: "O gün kimse kimseye (faydalı) bir şey yapma imkânını bulamayacaktır. O gün emir yalnız Allah'ındır." (İnfitâr, 82/19). [59]



Allah'ın Kâinattaki Göz Kamaştırıcı Kudreti


95- Şüphesiz Allah taneleri ve çekirdeği yarıp çıkarandır. Ölüden diriyi O çıkarır, diriden ölüyü de çıkaran O'dur. Şimdi bu (nları yapan) Allah iken nasıl olur da çevriliyorsunuz?

96- Sabahı yarıp çıkaran O'dur. Geceyi bir sükûn ve dinlenme vakti, Güneş ve Ay'ı da birer hesap (işareti) kıldı. Bu Aziz olanın, hakkıyla bilenin takdiridir.

97- Karanın ve denizin karanlıklarında kendileriyle doğru yolu bulaşınız diye sizin için yıldızları yaratan O'dur. Şüphesiz biz bilen bir topluluk için ayetlerimizi açıkladık.

98- Sizi tek bir candan yaratan da O'dur. Sonra bir karar yeri, bir de bir emanet yeri (vardır). Biz ayetlerimizi iyice anlayacak bir topluluk için açıkladık.

99- Gökten bir su indiren de O'dur. Sonra biz onunla her türlü bitkiyi çıkardık. Ondan da taze ve yeşil, birbirinin üstüne binmiş taneler meydana getirdik. Hurma tomurcuğundan birbirine yakın salkımlar, birbirine hem benzeyen hem benzemeyen üzüm bağları, zeytin ve nar bahçeleri (bitiririz). Meyvesine bir meyve verdiği zaman bir de olgunlaştığı zaman bakıverin. Şüphe yok ki bütün bunlarda iman eden bir topluluk için bir çok ayetler vardır.



Açıklaması


Yüce Allah bu ayet-i kerimelerde göz kamaştırıcı kudretinin, sonsuz hikmetinin bir takım tecellilerini sayıp dökmektedir. Önce bitki ile başlamakta, tane ve çekirdeği yarıp çıkartanın kendisi olduğunu haber vermektedir. Yani bunları toprağın arasından kudretiyle yarıp çıkartan ve ondan değişik türleriyle tahılları, taneleri ekme sonucu bitiren, değişik renk, şekil, tat ve lezzetleriyle çekirdekten türlü meyveleri çıkartan O'dur. Bundan dolayı Yüce Allah, "Taneleri ve çekirdeği yarıp çıkartan O'dur" buyruğunu, "Ölüden diriyi o çıkartır, diriden ölüyü de çıkartan O'dur" buyruğu ile açıklamıştır. Ölü ve cansız olan tane ve çekirdekten, hareket eden canlı bitkiyi (sebep-sonuç arasındaki ilişki yoluyla, tane ve çekirdek toprağa atılıp, su ile de toprağın ihtiyacını karşılamak suretiyle) yerden O çıkartır. İşte bu O'nun kudretinin mükemmelliğine, hikmetinin yüceliğine işaret eder.

Yüce Allah'ın, "Ölüden diriyi O çıkarır." buyruğunun anlamı şudur: Yeşil ekini ve büyüyüp gelişen ağacı, cansız ölüden O çıkartır. Burada hayattan kasıt, gelişme ve beslenmedir. Ölüden kasıt ise gelişme ve beslenmesi söz konusu olmayandır. Toprak, tane, çekirdek ve buna benzer diğer toplumlar yumurta ve nutfe gibi. Modern ilimde, nutfe ve yumurtada da hayat vardır, denildiği zaman, burada bitkisel hayat veyahut da hücresel hayat kastedilmektedir. Burada ayet-i kerimeden kasıt ise, zahiren görülen harekî (dinamik) hayattır. Çağdaş bilimsel yorumda da bu şöyle açıklanmaktadır; "Hayvanın (canlının) ölüden çıkmasından kasıt, gıdadan oluşmasıdır. Canlı, cansız şeyleri yiyerek gelişmektedir. Çünkü gıdanın kendisi gelişme göstermeyen ölüdür.

Yüce Allah'ın, "Diriden ölüyü de çıkaran O'dur." Yani O tane ve çekirdeği bitkiden, yumurta ve nutfeyi de canlıdan çıkartır. Çağdaş bilimsel yorumda da şöyle açıklanmaktadır: Bundan kasıt süt gibi salgılardır. Süt ise canlı hiç bir şeyi bulunmayan bir sıvıdır; nutfe ise öyle değildir. "Nutfede canlı hücreler vardır ve canlı bir varlıktan çıkmaktadır. Bu şekilde ölüden gelişen bir canlı çıkmakta ve canlıdan da ölü çıkmaktadır.

"Şimdi bu (nları yapan) Allah iken nasıl olur da çevriliyorsunuz?" Yani bunları yapan mükemmel kudret, sonsuz hikmet, hayat verici ve diriltici sıfatlara sahip olandır ve o yaratıcı olan Allah'tır, bir ve tektir, O'nun ortağı yoktur. Nasıl olur da siz haktan yüz çeviriyor ve hakkı bırakıp batıla yöneliyorsunuz da onunla birlikte başkalarına ibadet ediyorsunuz; hiç bir şeyi yapmaya gücü yetmeyen bir başka varlıkları O'na ortak koşuyorsunuz?

Sabahı yarıp çıkartan, geceyi bir dinlenme ve sükûn zamanı kılan da Allah'tır. Yani surenin baş tarafında da buyurduğu gibi aydınlığı ve karanlığı yaratan O'dur: "Karanlığı ve aydınlığı var eden Allah..." O şanı Yüce Allah gece karanlığını sabah aydınlığı ile yararak varlık alemini aydınlatır, ufuk nurlanır. Karanlık kaybolup gider, gece karanlığı ve siyahlığıyla yok olur gider, gündüz aydınlık ve parlaklığıyla geliverir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Gündüze geceyi o bürüyüp örter ki, o onu durmadan kovalar." (A'râf, 7/54). Yüce Allah azametinin büyüklüğüne, egemenliğinin de azamatine delâlet eden birbirinden farklı, birbirine zıt şeyleri yaratmaya kadir olduğunu açıklayarak, kendisinin sabahın aydınlığını çıkartan olduğunu zikretmekte ve buna karşılık olarak da, "Geceyi bir sükûn ve dinlenmek vakti ...kıldı" diye buyurmaktadır. Yani içinde eşyanın sükûn bulması, gündüzün çalışmasından yorulan kimselerin de dinlenmesi için geceyi sükûnetli ve karanlık bir örtü kıldı. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Uykunuzu bir dinlenme kıldık -yani çalışmalarınızı sona erdirip bedenlerinizi de dinlendireceğiniz bir zaman kıldık- geceyi bir elbise yaptık, gündüzü de geçim (için çalışma) zamanı kıldık." (Nebe', 78/9-11)

Daha sonra Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Güneş ve Ay'ı da birer hesap kıldı." Yani Güneş ve Ay'ın düzeninden hesap, ay ve yılların sayısının tespiti için yararlanılabilmektedir. Her ikisi de son derece hassas bir hesaba göre akıp gitmektedir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Güneş ve Ay da bir hesap iledir." (Rahman, 55/5). Yani Güneş ve Ay takdir edilmiş belli bir yasa ve hesaba göre akıp gitmektedir. Bu asla değişmez ve sarsılmaz bir düzendir. Bunların her birisinin yaz ve kış izledikleri belli yörüngeleri vardır. Bunun sonucunda gece ile gündüz uzunluk ve kısalık itibariyle değişip durur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Güneş'i ışık, Ay'ı nur yapan, yılların sayısını ve hesabı bilmeniz için ona menziller tayin eden O'dur." (Yunus, 10/5). Yüce Allah, bu ayet-i kerimede semavî üç tane ryeti (Allah'ın varlık ve birliğinin belgelerini) bir araya getirdiği gibi, yine "Şüphesiz Allah taneleri ve çekirdeği yarıp çıkartandır" ayetinde de üç tane -yeryüzü ile ilgili ayeti bir arada zikretmiştir.

Söz konusu bu semavî ayetlerin birisi sabahın yarılıp çıkartılmasıdır. Bunun hatırlatılmasmın maksadı Yüce Allah'ın varlık âleminin güzelliğini ortaya çıkartan aydınlığı bol bol ihsan etmek suretiyle Allah'ın sanatı üzerinde düşünmektir. Diğer taraftan O geceyi bir sükûn ve dinlenme zamanı kıldı. Bu da bedenin dinlenmesi, ruhun sükûn bulması, gündüzün çalışmanın yorgunluğundan rahatlaması için Allah'ın bir nimetidir. Üçüncü gökyüzü ile ilgili ayet ise güneş ve ayın bir hesap aracı kılınmalarıdır. Bu da insanın ibadetler, karşılıklı ilişkiler, tarife belirlemeler gibi vaktin hesabını bilme ihtiyacını gerçekleştirmek, karşılamak içindir.

Astronomik bilgiye göre dünyanın iki türlü dönüşü vardır. Birisi günlerin hesabı için 24 saatte tamamlanan (kendi etrafındaki) dönüşü, diğeri ise Güneş senesinin hesabı için dört mevsimlik bir yılda tamamlanan (Güneş çevresindeki) dönüşü.

"Bu aziz olanın, hakkıyla bilenin takdiridir." Yani bütün bunlar asla karşı koyulamayan, ona muhalefet edilemeyen, emrinde mutlak galip olan Azîz'in, her şeyi bilen Alîm'in takdiri ile meydana gelir. Yerde olsun gökte olsun zerre ağırlığı kadar bir şey dahi O'ndan saklı kalmaz. Bütün bunları ise o hikmeti gereği takdir eden, ölçü ile belirleyendir: "Muhakkak biz her şeyi bir kader ile yarattık." (Kamer, 54/49).

Dikkat edilecek olursa Yüce Allah gecenin, gündüzün, Güneş ve Ay'ın yaratılmasını çokça söz konusu etmekte, sonra da bu konudaki açıklamaları izzet ve ilmini zikrederek tamamlamaktadır.

Daha sonra Yüce Allah yıldızların faydasını şöylece açıklamaktadır: "Karanın ve denizin karanlıklarında kendileriyle doğru yolu bulaşınız diye sizin için yıldızları yaratan O'dur." Yani O, yıldızlan -ki bunlar Güneş ve Ay dışında kalıp ışık saçan cisimlerdir - yolculuklarınızda kendileriyle doğru yolu bulaşınız diye var etmiştir. İnsan onlar vasıtasıyla yolunu bulur, kaybolmaktan emin olur. Yanlışlık yapmaktan, şaşırıp kalmaktan kurtulur. Yıldızlar astronomi bilginlerinin söz konusu ettikleri gibi milyonlarcadır. Keşfedilenleri ise keşfedilmeyenlere nispetle pek azdır.

Uzay âleminin azameti, düzeninin hassaslığı, harikulade sanatı dolayısıyla Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi de, "Şüphesiz biz bilen bir topluluk için ayetlerimizi açıkladık" diye bitirmektedir. Yani biz sizlere hem Kur'anî hem de tekvini ayetleri özellikle de ilim ve tetkik ehline açıkladık. Özellikle de bu ayetlerin azametinin sırrını idrak eden ve bunları Allah'ın varlığının, kudretinin, birliğinin ve ilminin delili olarak idrak eden ilim ve düşünce ehline.

Eğer buradaki "ayetler" den kasıt Kur'an-ı Kerim'in indirilen ayetleri ise, anlam şöyle olur: İşte bu ayetleri ve onların benzerlerini biz, düşünce ilim ve tetkik ehline açıklıyoruz. Onlar da bunlar vasıtasıyla araştırmalarını, bilgi ve imanlarını artırıp dururlar. Şayet buradaki "ayetler" den kasıt tekvini olanları ise, anlamı şöyle olur: Bu ayet-i kerimeleri Yüce Allah böylece açıklamaktadır ki, ilim adamları bunları Yüce Allah'ın azametinin delili olarak bellesinler. Nitekim Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi, bu ayetlerin sırrını ilim adamlarından başkası idrak edemez: "Ey basiret sahipleri ibret alınız." (Haşr, 59/2).

Yüce Allah'ın arz ve semadaki ayetlerinin açıklamasından sonra burada da insan nefsindeki ayetlerin söz konusu edildiğini görüyoruz. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Sizi tek bir candan yaratan da odur..." Yani Yüce Allah asıl itibariyle sizi tek bir candan yaratmıştır ki, o da Hz. Adem (a.s.)'dir. Adem diğer bütün insanların kendisinden türediği ilk insandır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ey insanlar! Sizi tek bir candan yaratan, ondan da eşini var eden, her ikisinden de bir çok erkekler ve kadınlar türeten Rabbinizden korkun." (Nisa, 4/1).

Bütün insanların tek bir candan var edilmeleri Yüce Allah'ın kudretine, ilmine, hikmetine ve vahdaniyetine delildir. Aynı şekilde bu, nimete şükrü de gerektirir. İnsan türünün asıl itibariyla birliğini gösterir. Bu da insanlar arasında tanışmayı ve dayanışmayı gerekli kılar. Çünkü onların hepsi tek bir asıldan ve bir babadan gelmektedirler. O halde onlar kardeştirler, kardeşlere düşen ise birbirleriyle kaynaşmaktır, birbirlerini boğazlamak ve öldürmek değil.

Daha sonra Yüce Allah insanlığın ne şekilde soylarının devam ettiğini ve Yüce Allah'tan başka kimsenin bilmediği muayyen bir vakitte doğup dünyaya geldiklerini şöylece açıklamaktadır: "Bir karar yeri, bir de emanet yeri (vardır)." Yani sizin rahimlerde karar bulduğunuz bir yer ve sulblerde emanet olarak bırakıldığınız bir yer vardır veya yeryüzünde karar yeriniz ve onun altında emanet yeriniz yahut dünyada bir karar yeriniz ve insanın öleceği yerde bir emanet yeriniz vardır. Yahut da sizden kiminiz karar yeri ve kiminiz de emanet yeridir. Biz kudret, irade, ilim, hikmet, lütuf ve rahmetimize delâlet eden kâinattaki sünnetlerimizin (yasalarımızın) ayetlerini (apaçık belgelerini), kendilerine okunan buyrukları iyice belleyen, Allah'ın kelâmını anlayan, manasını ve inceliklerini idrak eden bir topluluğa açıklamış bulunuyoruz.

Yıldızların söz konusu edilmesi ile birlikte, bilen bir topluluğun anılmasının, Ademogullarının yaratılması ile birlikte fıkhın (iyi ve derinlikli anlayışın) söz konusu edilmesinin sebebine gelince, insanların tek bir nefisten yaratılmasındaki ve onların değişik hallere sokulmalarındaki hikmeti özümseyip çıkarmak, oldukça ince ve dikkatli bir bakışa, derinliğine bir anlayış ve kavrayışa muhtaçtır. İşte fıkhın anlamı da budur. O halde böyle bir şekilde ayetin sona erdirilmesi vakıaya uygundur. Yıldızların yerlerini bilip onlar aracılığıyla kara ve denizin karanlıklarında yol bulmak ise yoğun düşünceye, derinlemesine tefekküre bağlı bir şey değildir. Bu ve benzeri bütün astronomik durumlar için belli bir bilgi, beceri, dikkat ve müşahedeye dayalı zahirî tecrübeler yeterlidir.

Daha sonra Yüce Allah bitkilerdeki tekvînî ayetlerden bir ayeti söz konusu etmektedir. Bu ise semadan su indirilip bunun bitkilerin yetişmesine sebep kılınmasıdır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Gökten bir su indiren de O'dur..." Yani kudret ve hikmeti gereği buluttan belli bir miktar bereketli, kullar için bir nzık, canlıları diriltmek ve imdatlarına yetişmek için hayat kaynağı, Allah'ın kullarına, yaratıklarına bir rahmet olmak üzere su indiren O'dur. Bu yağmur, dolayısıyla şekil, özellik ve etkileri itibariyle birbirinden farklı türlü çeşitli bitkiler çıkartmaktadır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Hepsi bir su ile sulanıyor, (böyleyken) onlardan bir kısmını tadlarında diğer bir kısmından üstün kılıyoruz." (Rad, 13/4); "Ve biz canlı her şeyi sudan yarattık." (Enbiya, 21/30).

Biz yağmur ile ekin ve yeşil ağaçlar bitirdik. Bundan sonra da biz onlarda tane ve meyveleri yaratırız. Ondan dolayı Yüce Allah, "Birbirinin üstüne binmiş taneler meydana getirdik" diye buyurmaktadır. Yani başaklar ve benzerleri gibi biri diğerinin üstünde yarattık. Bu da gövdesi olmayan bir takım bitki türlerini açıklamaktadır. Daha sonra gövdesi olan ağaçları ona atfederek, "Hurma tomurcuğundan..." diye buyurmaktadır.

Yani biz hurma tomurcuklarından, uzanıp alınabilecek mesafede yakın salkımlar çıkardığımız gibi, yine bu yeşil bitkilerden üzüm bağları ve bahçeleri de çıkartıyoruz.

Yüce Allah hurma, üzüm ve bunlardan başka meyve ve ürünler dışında bütün bitkiler arasında özellikle zeytini ve narı söz konusu etmektedir. Bunların içinde şekilleri ve yaprakları itibariyle birbirine benzeyen, birbirine yakın fakat meyvelerinin şekli, tadı, tabiatı birbirinden ayrı olanlar vardır. Kimisi tatlı, kimisi ekşi, kimisi acıdır. İşte bütün bunlar yaratanın kudretine delildir.

İbretle ve dikkatle ağaçlara, bitkilere, meyve verdikleri zaman nasıl olduklarına da bir bakın, olgunlaştıktan sonra da nasıl bir hal aldıklarına, kupkuru iken suyun bereketiyle nasıl dolup taştığına bir bakın. Her bir meyvenin tadı, büyüklüğü ve rengi ayrı ayrıdır. Meyveleri birbirleriyle karşılaştırın; önceleri kupkuru bir odun gibiyken daha sonraları canlı, taze ve yapısında suyu barındıran bir bitki haline getirdiğini, bunların dışında renk, şekil, tad ve kokularının farklı farklı olduğunu ve bunları yoktan var eden yaratıcının kudreti üzerinde düşünün. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Yeryüzünde birbirine bir çok bitişik parçaları, üzüm bağları, ekinler ve çatallı ve çatalsız hurmalıklar vardır ki, hepsi bir su ile sulanıyor; (böyleyken) onların bir kısmını lezzetlerinde bir kısmından üstün kılıyoruz..." (Ra'd, 13/4).

İşte üzerinde dikkatle durup düşünmekle emrolunduğunuz bu hususlarda, yaratıcının bunları yaratmadaki kudretinin kemaline, hikmetine ve rahmetine pek çok deliller vardır ki, bunlardan, Allah'ı tasdik edip peygamberlerine uyan müminler gereği gibi yararlanırlar. [60]



Allah'a Yalan Yere Nispet Edilenler (Cinler, Çocuk Ve Eşler) Ve Gözlerin Onu İdrak Edememesi


100- Cinleri O'na ortak yaptılar. Halbuki bunları da O yaratmıştır. Bundan başka bilmeksizin O'na oğullar ve kızlar uydurup iftira ettiler. O kendisine yakıştırageldiklerinden çok uzak ve çok yücedir.

101- Gökleri ve yeri yoktan yaratan O'dur. O'nun bir zevcesi yokken nasıl bir evlâdı olabilir? Her şeyi O yaratmıştır ve O her şeyi hakkıyla bilendir.

102- İşte Rabbiniz Allah'tır. O'ndan başka hiç bir ilâh yoktur. Her şeyin yaratıcısıdır. O halde O'na ibadet edin, O her şeyin üzerinde bir vekildir.

103- Gözler O'nu idrak edemez, O ise bütün gözleri kuşatmıştır. O Latiftir, Habîr"dir.



Açıklaması


Bu ayet-i kerimeler Allah ile birlikte başkasına ibadet eden, cinlere de ibadet etmek suretiyle ibadette Allah'a başkalarını ortak koşan Arap müşriklerini reddetmektedir. Onların putlara ibadet etmeleri ancak cinlere itaat ederek onların kendilerine böyle bir ibadeti emretmeleriyle olmuştu. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Onlar ondan başka yalnız dişilere taparlar. Onlar ancak inatçı bir şeytana tapmış olurlar. Allah ona lanet etti. O da dedi ki: Andol-sun kullarından belli bir pay edineceğim. Muhakkak onları saptıracağım ve onları olmayacak kuruntulara boğacağım. Onlara hayvanların kulaklarını yarmalarını emredeceğim ve yine onlara muhakkak emredeceğim de onlar da Allah'ın yarattığını değiştirecekler. Kim Allah'ı bırakır da şeytanı veli edinirse muhakkak o, apaçık büyük bir zarara uğramış olur. Onlara vaad eder ve onları olmayacak kuruntulara düşürür. Şeytan ise kendilerine aldanıştan başka bir şey vaad etmez." (Nisa, 4/117-120)

Ayet-i kerimenin anlamına gelince: Arap müşrikleri cinler âleminde kendilerine, verdikleri emirlerde itaat ettikleri bir takım ortaklar edindiler. Burada cinlerden kasıt, Katâde'nin belirttiği gibi tapındıkları meleklerdir veya Hasan-ı Basri'nin söylediği gibi, şirk ve masiyet hususunda kendilerine itaat ettikleri şeytanlardır. Mecusiler ise "Hayır için bir ilâh, şer için bir ilâh vardır ki, bu da İblis'tir" derler. Yani onlar onu rab diye adlandırırlar.

Putlara itaat ettiklerinden dolayı cinleri Allah'a ortak koştular. Oysa Allah onları yani müşrikleri de başkalarını da yaratmıştır. O, ortağı olmayan biricik yaratandır. Nasıl olur da yaratıklar O'nun ortağı olabilir ve insanlar O'nunla beraber başkalarına ibadet edebilirler? Nitekim Hz. İbrahim de şöyle demişti: "Yonttuğunuz şeylere mi ibadet edersiniz? Halbuki Allah sizi de yaptıklarınızı da yaratandır." (Sâffât, 37/95-96)

Özetle anlamı şudur: Bağımsız ve tek başına yaratıcı Yüce Allah'tır. O bakımdan hiç bir kimseyi ve hiç bir şeyi ortak koşmaksızın yalnızca O'na ibadet etmek gerekir.

Müşrikler cahillikleri ve ahmaklıkları dolayısıyla Allah'ın erkek ve kız çocukları olduğunu iftira yoluyla uydurup söylediler. Yüce Allah'ın, "Bilmeksizin" ifadesiyle ile kastettiği şudur: Onlar söylediklerinin gerçek mahiyetini, manasını bilmiyorlar. O yüzden Allah'ı ve azametini bilmediklerinden dolayı Arap müşrikleri melekleri Allah'ın kızları diye adlandırdılar. Yahudiler, Uzeyr Allah'ın oğludur dediler. Hristiyanlar da Mesih Allah'ın oğludur, dediler.

"O kendisine yakıştırageldiklerinden çok uzak ve çok yücedir." Yani bu cahil ve sapıkların nitelendirdikleri şekilde Yüce Allah çocuk sahibi olmaktan, eş ve ortakları bulunmaktan çok yüce, münezzeh ve azametlidir. Çünkü bütün bunları yaratan, işlerini düzenleyen bizzat O'dur. O'nun gibi hiç bir şey yoktur. Gökleri ve yeri yaratan, var eden, daha önceden benzer bir örnek olmaksızın onları meydana getiren Allah'tır. Zevcesi olmayanın nasıl olur da çocuğu olabilir? Çünkü çocuk ancak birbirine mütenasip iki eşten doğabilir. Yüce Allah'a ise hiç bir şey mütenasip değildir ve yaratıklarından hiç bir şey O'na benzemez. Çünkü her şeyi yaratan O'dur, O'nun zevcesi de yoktur, çocuğu da yoktur. Göklerde ve yerde, tüm varlıkları yoktan O var etmiştir. Doğum ve tenasül yoluyla zürriyetlerin var edilmesinin sebebi, sebeplerinin yaratıcısı O'dur.

Yüce Allah'ın, "Her şeyi O yaratmıştır" buyruğunun anlamı şöyledir: O her şeyi meydana getirdiği halde -sizin ileri sürdüğünüz gibi- bunlar kendisinden doğmamıştır. Sizin O'nun evlâdı diye iftira edip uydurduğunuz her bir varlık gerçekte O'nun bir yaratığıdır. O'ndan doğmuş değildir. O halde nasıl olur da O'nun yarattıkları arasında O'na münasip bir eşi bulunabilir? Halbuki O'nun eşi ve benzeri yoktur. Bu cümle daha önce yer alan çocuk sahibi olduğu iddiasını reddeden ifadeyi pekiştirmek içindir.

Allah'ın bilgisi bütün her şeyi kuşatmıştır. O'nun emri O'nun için zatî bir sıfattır, özeldir; kimse O'nun bilgisi gibi bir bilgiye sahip değildir. Şayet O'nun bir çocuğu olsaydı, elbetteki bunu en iyi bilen yine kendisi olurdu ve bunu gösterirdi. Fakat böyle bir iddia ne aklî ne de vahyî ve naklî hiç bir delili bulunmayan bir yalan ve iftiradır.

Özetle Yüce Allah çocuk sahibi olmadığını ifade etmektedir. Çünkü gökleri ve yeri yoktan var eden O'dur. Bunlar ise O'nun evlâdı değildir. Zira evlât aynı cinsten bir erkek ve bir dişiden meydana gelir. Yüce Allah ile aynı türden hiç bir varlık yoktur ve hiç bir şey O'nun benzeri değildir. Çünkü Allah'ın dışındaki bütün varlıklar O'na denk olamaz. Öyleyse nasıl olur da kendisine denk bir evlâdı bulunabilir?

O'nun evlâdı olmadığı sabit olduğuna göre, işte ey müşrikler, sözü geçen niteliklere, sıfatlara sahip olan Rabbiniz olan Allah'tır; kendisinden başka hiç bir ilâh bulunmayan, her şeyi yaratan, eşi ve çocuğu bulunmayan Allah'tır. Size düşen, hiç bir şeyi ortak koşmaksızın yalnızca O'na ibadet etmeniz, O'nun vahdaniyetini ikrar ve kabul etmeniz, O'ndan başka ilâh olmadığını, O'nun çocuğu, babası, eşi, benzeri olmadığını kabul etmenizdir. O'nun dışındaki her bir şey, mutlaka O'nun yaratığıdır ve mahlûkat kendisini yaratana ibadet etmelidir.

O bütün bu sıfatlarıyla birlikte her şeyi koruyup gözetendir (Hafız ve Ra-kîb'dir). Bütün yaratıkların işlerini düzenleyen, çekip çeviren, onla/ı rızıklan-dıran, geceleyin ve gündüzün onları koruyup muhafaza edendir.

Yani Allah'tan başka bir koruyucu yoktur; Allah'tan başka ihtiyaçları karşılayan hiç bir kimse yoktur.

Şanı yüce Allah'ı gözler asla kuşatıcı ve hakikatini bilecek şekilde ve mahiyette göremezler. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Önlerindekini de, arkalarındakini de bilir; O'nun ilminden kendisinin dilediğinden başka hiç bir şeyi kavrayamazlar." (Bakara, 2/255). İbni Abbas der ki: Gözler dünyada O'nu idrak edemez, müminler ise ahirette O'nu görecektir. Çünkü Yüce Allah bu görmeyi şu buyruğunda bizlere haber vermektedir: "Yüzler var ki o gün apaydınlıktır, Rablerine bakıcıdır." (Kıyâme, 75/22-23).

Yüce Allah gören gözleri kuşatıcı ve kapsayıcı bir şekilde görür. Bir göz kırpması dahi O'na gizli kalmaz. O'nun görüp bilmediği, O'na gizli kalan hiç bir şey yoktur. Özellikle burada "gözler" in söz konusu edilmesi ifadenin aynı cinsten devam etmesi içindir.

Bu ayet-i kerime, Yüce Allah'ın, "O gün yüzler vardır ki apaydınlıktır, Rablerine bakıcıdırlar." (Kıyâme, 75/22-23) ayeti ve Yüce Allah'ın ru'yetine delâlet eden biraz sonra gelecek olan hadis-i şerifler ile tahsis edilmiştir. Veya şöyle denilebilir: İki ayet-i kerime arasında bir aykırılık yoktur. Çünkü Yüce Allah kendisinin ilimle kuşatılmasını nefyetmesi ilmin esasının nefyedilmesini gerektirmez. Aynı şekilde gözün bir şeyi idrak ve kuşatmasının nefyedilmesi o şeyin hiç bir şekilde görülemeyeceğini ileri sürmeyi de gerektirmez.

Buharî ile Müslim'de de Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğu sabittir: "Şüphesiz sizler kıyamet gününde on dördünde Ay'ı gördüğünüz gibi ve önünde hiç bir bulut olmaksızın Güneş'i gördüğünüz gibi Rabbinizi göreceksiniz." Müminler Rablerini görecekler, kâfirler ise göremeyeceklerdir. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Hayır, şüphesiz o gün onlar Rablerin(i görmek) den perdelene-: eklerdir." (Mutaffifin, 83/15). Yüce Allah Latîf olandır, yani kullarına karşı yumuşak davranandır. Habîr'dir, yani onların bütün hallerinden haberdar olandır. [61]





--------------------------------------------------------------------------------

[1] Kurtubî, VI/386.

[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/128-130.

[3] Râzî,XII/157.

[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/134-136.

[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/140-141.

[6] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/144.

[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/147-149.

[8] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/152-154.

[9] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/158-161.

[10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/165-166.

[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/168-169.

[12] Taberî.VH/114.

[13] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/173-174.

[14] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/179-182.

[15] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/186-187.

[16] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/189-191.

[17] Bundan kasıt, insanda çokça görülen unutkanlık değildir. Burada unutmaktan kasıt, onlara hatırlatılan ve verilen öğütleri terk etmeleridir.

[18] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/194-196.

[19] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/199-200.

[20] Bir rivayette -Haris b. Amir, Karaza b. Abdi Ömer b. Nevfel şeklindedir.

[21] Bir rivayette de Subayh şeklindedir.

[22] Bir rivayette -Mikdâm b. Abdullah, Amr b. Amr Züşşimaleyn ve Mersed b. Ebi Mersed denilmektedir.

[23] Muhterem müellif burada, Sa'd b. Ebî Vakkas'ın rivayetinde geçen "Bu ayet, ben, Abdullah b. Mes'ud ve dört kişi hakkında nazil olmuştur." Dediler ki..." ifadesindeki "diyenler"in kim olduğunu belirleyen zamirin ait olduğu kimseleri doğru tespit edememiş olması muhtemeldir. Kovulması istenenler Sa'd b. Ebi Vakkas, Abdullah b. Mes'ud ve diğer dört kişi olduğuna göre, bu istekte bulunanlar başkaları olmalıdır. Konuyla ilgili diğer rivayetlerde açıkça anlaşıldığı gibi, bunlar da Kureyş'in ileri gelenleridir. Buna göre kovulması istenenler bakımından rivayetler arasında ihtilâf yoktur. İhtilâf bu sebeple nazil olan ayetlerin sınırlandırılmasına münhasırdır... Hem İbni Mes'ud'un Kureyş müşriklerinin ileri gelenlerinden olmadığı, İslâm'a ilk giren ve nispeten mustaz'af müminlerden olduğu çok iyi bilinen bir husustur. Yanılmayan yalnız Allah'tır ve onun koruduklarıdır. (Çeviren)

[24] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/202-203.

[25] Zemahşerî, 1/507.

[26] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/204-207.

[27] en-Nisaburî, Esbâbu'n-Nüzul, 125; Kurtubî, VI/435.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/ 211.

[28] Râzî, XIII/2.

[29] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/211-212.

[30] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/215.

[31] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/215-217.

[32] Râzî, XIII/11.

[33] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/220-223.

[34] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/226-227.

[35] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/230.

[36] Üstlerinden gelecek azaba dair birinci tevil, onun taş yağdırmak olduğu, altlarından gelecek azabın tevili ise toprak parçalarının yerin dibine geçmesi şeklindedir. Üstlerinden gelecek azabın ikinci tevili ise kötü önderler ve yöneticiler, ayaklarının altından gelecek azaba dair ikinci tevil ise hizmetçi ve ayak takımı kimselerin sebep olacakları sıkıntı ve musibetlerdir. Bu, İbni Abbas'tan rivayet edilmiştir.

[37] Taberî, VII/142.

[38] Kuşatıcı bir musibet, açlık, kıtlık, sel baskını, sayha, sarsıntı, deprem ve rüzgâr gibi genel belâ ve musibetlerdir.

[39] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/230-233.

[40] Taberî, VII/148; Râzî, XIII/25.

[41] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/236-237.

[42] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/237-240.

[43] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/243.

[44] Zemahşeri 1/512.

[45] İbni Kesîr, 11/146.

[46] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/243-246.

[47] İbni Kesîr, 11/151-152.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/250-253.

[48] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/258.

[49] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/259-261.

[50] Taberî, VII/175.

[51] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/264-269.

[52] Vahidi, Esbâbu'n-Nüzul, 125 vd.

[53] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/273-274.

[54] İbni Kesir, 11/156.

[55] Zemahşeri, 1/516.

[56] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/274-278.

[57] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/281-282.

[58] Zemahşeri, 1/517.

[59] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/282-285.

[60] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/289-293.

[61] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/297-299.

6-En'am Suresi Meali Tefsiri Oku-1.Bölüm: Allah'ın Varlığının, Birliğinin Ve Öldükten Sonra Dirilişin Delilleri-İnsanların Ayetleri İnkar Etmelerinin Sebepleri Ve Azapla Korkutulmaları Rating: 4.5 Diposkan Oleh: Blogger

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder