Güncel Duyuru: Öğrencilerimizin dikkatine ! Ücretsiz TEMEL ARAPÇA SARF&NAHİV derslerimizi Eklemeye başladık 1-13.Derse kadar Tamam(Elhamdü lillah) Tıkla Ders Sayfasına Git Tags:Online Arapça Dersleri Video,İslami ilimler Video Dersleri,İlahiyat Önlisans Arapça Video Dersleri,İlahiyat Arapça Video Dersleri,İmam Hatip Arapça Dersleri Video,İlitam Arapça Video Dersleri,Tefsir Dersleri Video,Hadis Dersleri Video,Fıkıh Dersleri Video,Arapça Dershaneniz,Kur'an,Sünnet,Arapça dersleri,tefsir oku,hadis,oku,Kuran meali oku,arapça öğreniyorum,arapça dilbilgisi video,arapça nahiv video,arapça sarf dersleri video,islami sohbetler

5-Maide Suresi Meali Tefsiri Oku-2.Bölüm: Yahudi Ve Hıristiyanların Müminlerle İlişkisi Yahudilerin Düşmanlığı, Papaz Ve Rahiplerin İmanı-Hoş Ve Temiz Şeylerin Mübahlığı


82- Andolsun, insanlar arasında iman edenlere düşmanlıkta en şiddetli olan­ların, Yahudi ve müşrikler olduklarını bulacaksın. İman edenlere sevgi bakı­mından en yakınların da "Biz Hristi-yanlarız" diyenler olduğunu görecek­sin. Bunun sebebi aralarında keşişle­rin, rahiplerin olmasıdır ve onların bü­yüklük taslamamalarıdır.

83- Peygambere indirileni dinledikleri vakit hakkı bildiklerinden gözlerinin yaşla dolup taştığını görürsün. Derler ki: "Rabbimiz, iman ettik! Artık bizi şa­hit olanlarla beraber yaz."

84- "Rabbimizden bizi de salihler züm­resine katmasını ümit edip dururken ne diye Allah'a ve bize gelen hakka iman etmeyelim?"

85- İşte Allah onları söylediklerinden dolayı altından nehirler akan cennet­leri, orada ebedî kalmak üzere onlara mükâfat olarak ihsan etti. İşte ihsan edenlerin mükâfatı budur.

86- İnanmayıp da kâfir olanlar ve ayet­lerimizi yalanlayanlar ise (işte onlar), o çılgın ateşin arkadaşlarıdırlar.



Nüzul Sebebi


İbni Ebî Hatim, Said b. el-Museyyeb ile Ebu Bekir b. Abdurrahman ve Ur-ve b. ez-Zübeyr'den şöyle dediklerini rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.) Amr. b. Umeyye ed-Damrî'yi beraberinde yazdığı bir mektupla birlikte, Necâşî'ye gönderdi. Amr, Necâşî'nin huzuruna vardı, Resulullah (s.a.)'m mektubunu oku­du. Daha sonra (Necâşî), Cafer b. Ebî Talib ile onunla birlikte hicret eden diğer müminleri çağırdı. Rahiplerle keşişlere de haber gönderdi. Arkasından onun is­teği üzerine Cafer b. Ebî Talib(r.a.) onlara Meryem suresini okudu. Bunlar da okunan Kur"an-ı Kerîm'e iman ettiler ve gözleri yaşla dolup taştı. İşte Yüce Al­lah "İnsanlar arasında iman edenlere sevgi bakımından en yakınların... artık bizi şahit olanlarla beraber yaz" buyruğunu bunlar hakkında indirmiştir.

Yine İbni Ebî Hatim, Said b. Cübeyr'den şöyle dediğini rivayet eder: "Ne­câşî arkadaşlarının en iyilerinden otuz kişiyi Resulullah (s.a.)'ın huzuruna gön­derdi. O da onlara Yasin suresini okudu, ağladılar ve şöyle dediler: Bu İsa'ya vaktiyle indirilen buyruklara ne kadar da benziyor! Bunun üzerine bu ayet-i kerime onlar hakkında nazil oldu."

Nesaî de Abdullah b. Zubeyr'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Şu, "Peygambere indirileni dinledikleri vakit..." buyruğu Necâşî ve arkadaşları hakkında nazil olmuştur." Taberânî de İbni Abbas'tan buna yakın bir rivayet kaydetmektedir.[1] İbni Abbas, Saîd b. Cübeyr, Atâ ve es-Süddî der ki: "Burada kastedilenler Necâşî ve Habeşistan'dan gelip Resulullah (s.a.)'ın huzuruna çı­karak kavminden iman eden kimselerdir."

Taberî şöyle der: Konu ile ilgili görüşler arasında bence doğru olanı şudur: Yüce Allah, biz Hristiyanız diyen bir topluluğu bir takım niteliklerle vasfetmiş-tir. Allah'ın peygamberi bu gibi kimseleri, Allah'a ve rasulüne iman eden kim­selere karşı insanlar arasında en çok sevgi besleyen kimseler olarak bulmakta­dır. Ancak Yüce Allah bizlere bu kimselerin isimlerini vermemiştir. Bu buyruk­larla Necâşî'nin arkadaşları kastedilmiş olabilir. Aynı şekilde Hz. İsa'nın şeri­atı üzere olup İslâm'ın gelişini gören, Kur'an-ı Kerim'i işitip onun hak olduğu­nu bildikleri vakit ona karşı büyüklük taslamaksızm İslâm'a giren bir toplulu­ğu da kastetmiş olabilir[2]



Açıklaması


Yüce Allah kendi zatına yemin ederek Kur"an-ı Kerim'in indirildiği çağda yaşayan insanlar arasında müminlere en ileri derecede düşman olanların Ya­hudiler olduğunu haber vermektedir. Çünkü Yahudilerin küfrü inatçı bir kü­fürdür; hakkı kastî olarak red, inkâr ve gizleme küfrüdür. Hatta Yahudilerin düşmanlıkları -önce anıldıklarından dolayı- müşriklerin düşmanlığından da ileridir. Bu düşmanlıklarından dolayıdır ki Yahudiler bir çok peygamberi öldür­müşlerdir. Resulullah (s.a.)'ı bir kaç defa öldürmeye kalkışmışlar, onu zehirle­mek ve ona büyü yapmak istemişlerdir. Kendilerine benzeyen müşrikleri de ona karşı kışkırtmanın yollarını aramışlardır. Düşmanlık ve kin gütmekte Ya­hudilerden sonra dinin gerçeklerini bilmedikleri, gerçek ilâhı ve peygamberliği tanımadıkları için puta tapan müşrikler gelir. Her iki kesim de küfür, hakka karşı inatlaşmak, haddi aşmak, maddi hayatın etkisi altında olmak ve bencil­lik bakımından biribirlerine benzemektedirler.

Peygamber (s.a.) en büyük sıkıntıları Hicaz bölgesindeki Yahudiler ile Arap yarımadasındaki Arap müşriklerden ve özellikle de Mekke ve Taifli müş­riklerden çekmişti.

Yine Allah adına and olsun ki, sevgi ve muhabbet bakımından insanlar arasında müminlere en yakın olan kimseler "Biz Hristiyanlarız" diyenler, yani Hz. Mesih'e ve İncil'e tabi olduklarını söyleyen kimselerdir. Genel olarak bun­lar arasında İslâm'a ve Müslümanlara karşı bir sevgi vardı. Buna sebep ise Hz. Mesih'in dini gereği kalplerinde bulunan incelik ve şefkatti. Nitekim Yüce Al­lah şöyle buyurmaktadır: "Ona uyanların kalplerine bir şefkat ve bir merhamet koyduk." (Hadid, 57/27) İncil'de de şöyle denilmektedir: "Sağ yanağına tokat vurana sol yanağını çevir."

Resulullah (s.a.) döneminde bazı Hristiyanlardan bir takım iyi davranışla­ra tanık olunmuştu. Habeşistan Hristiyanları, müşriklerin eziyetinden kaça­rak oraya hicret etmiş bulunan müminleri korudu ve onları izzet ve ikramla karşıladılar. Hristiyan Bizanslıların kralı Herakliyus halkını İslâm'ı kabul et­meye ikna etmeye çabaladıktan sonra, Resulullah (s.a.)'m mektubunu güzel bir şekilde cevaplandırdı. Mısır'da Kıptîlerin lideri Mukavkıs ondan daha güzel bir cevap verdi. Peygamber (s.a.)'e ayrıca bir hediye de göndermişti. Mısır ve Şam'ın fethinden sonra o ülkelerdeki Hıristiyanların bir çoğu İslâm'a girdi. Bu­na sebep ise İslâm'da gördükleri bir takım üstünlükler olmuştu. Habeşistan kralı Necâşî Ashama ise yakın adamlarıyla birlikte İslâm'a girmişti. Ashama vefat ettiğinde Peygamber (s.a.) onun gıyabî cenaze namazını kıldı ve vefat et­tiği haberini çevresindekilere bildirdi.

Hristiyanlann müminlere sevgi duymalarının sebebi şu idi: Onlar arasın­da bir takım keşişler (ilim adamları) ve rahipler (abidler) vardı. Bunlar imana, erdeme, alçak gönüllülüğe, zühde ve dünyadan uzak durmaya davet ediyorlar; hakkı dinlemek, ona karşı insafla hareket edip hakka uymak hususunda bü-yüklenmiyorlardı. O bakımdan Yüce Allah onları önce bilgi sahibi olmak, iba­det etmek ve alçak gönüllülükle; daha sonra hakka bağlanmak, ona uymak ve insaflı davranmakla nitelendirdi.

İşte bunlar Peygamber Muhammed (s.a.)'e indirilen Kur'an-ı Kerim'den herhangi bir şey işitecek olurlarsa Allah'ın kelâmından etkilenerek ihlâsla göz yaşları akıtarak ağlamaya koyulurlardı. Bildikleri hak dolayısıyla böyle davra­nırlardı. Çünkü onlar Muhammed (s.a.)'in peygamber olarak gönderileceğine dair müjdeleri biliyorlardı. Daha sonra iman davetini kabul konusunda ellerini çabuk tutarak şöyle diyorlardı: "Rabbimiz iman ettik, artık bizi şahitlerle bir­likte yaz." Bundan kasıt ise iman ettiklerini, imana girdiklerini ifade etmekti. Yani biz sana, senin peygamberlerine ve Muhammed'e iman ettik. O bakımdan Muhammed (s.a.)'in de aralarından birisi olduğu peygamberlere indirilen bu buyrukların doğruluğuna, senin vahdaniyetine tanıklık edenler arasında bizle­ri de yaz. İbni Merdûveyh İbni Ebî Hatim ve Hâkim, İbni Abbas'tan: "Artık bizi şahit olanlarla beraber yaz" buyruğu hakkında şöyle söylediğini rivayet eder­ler: Yani bizleri Muhammed ve kıyamet gününde sair ümmetlere karşı şahitlik edecek olan onun ümmeti ile birlikte yaz. Nitekim Yüce Allah Hz. Muham-med'in ümmetinin özellikleri arasında şunları da zikretmektedir: "Böylece biz sizi vasat bir ümmet kıldık ki, insanlara karşı şahitler olasınız, Peygamber de size karşı şahit olsun." (Bakara, 2/143).

Daha sonra sözlerini pekiştirmek üzere şöyle dediler: "Rabbimizden bizi de salihler zümresine katmasını ümit edip dururken ne diye Allah'a ve bize gelen hakka iman etmeyelim?" Bu, böyle bir şey yapmalarının (yani iman etmelerinin) oldukça uzak bir ihtimal olduğunu ifade etmektedir. Yani bizleri Allah'a iman et­mekten, Resulullah (s.a.)'ın getirmiş olduğu hakka tabi olmaktan alıkoyan, en­gelleyen nedir? Üstelik biz Rabbimizin, imanları doğru ve sağlam olduğu bizce sabit olmuş bulunan şu şerefli Peygambere tabi olan bu salihleri ve arkadaşları olarak bizleri de cennete koyacağını ümit ediyorken, ne diye iman etmeyelim?

Hristiyanlar arasından iman eden bu gibi kimseler Yüce Allah'ın şu buy­ruğunda sözü geçen kimselerdir: "Şüphesiz Kitap Ehli'nden öyleleri vardır ki Allah'a, size indirilene ve kendilerine indirilene Allah'a karşı huşu (korku ve te­vazu) ile iman ederler. Onlar Allah'ın ayetlerini az bir değer karşılığında sat­mazlar." (Al-i İmran, 99). Yine bir başka yerde Yüce Allah böylelerinden şöyle söz etmektedir: "Ondan önce kendilerine kitap verdiğimiz kimseler ona inanı­yorlar. Onlara uyulduğunda da derler ki: Biz ona iman ettik, çünkü o Rabbimiz tarafından gelen haktır. Şüphesiz biz ondan önce de Müslümanlar idik... Biz cahilleri aramayız." (Kasas, 28/52-55).

O bakımdan Yüce Allah imanlarını, tasdiklerini ve hakkı itiraflarını karşı­lıksız bırakmayıp mükâfatlandırmış ve şöyle buyurmuştur: "İşte Allah onları söylediklerinden dolayı altından nehirler akan cennetleri, orada ebedi kalmak üzere onlara mükafat olarak ihsan etti.” Yani Yüce Allah ebedi nimetler yurdu olan cennetlere girmekle onları mükafatlandırırdı. O cennetlerin altından ırmaklar akar, yani oranın ağaçları altında cennetin ırmakları akıp gider. Onlar orada ebediyyen kalacaklardır. İşte ihsan edenlerin mükafatı budur. Hakka tabi olmak ve ona uymakta -kaynağı ne olursa olsun- iyi davrananların mükafatı budur. Ahiret nimetlerini gereği gibi anlayabilmek ve sınırlarını belirleyebilmek bizim için oldukça zordur. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Kendileri için işledeklerine bir mükafat olmak üzere gözleri aydınlatan (nimetlerden) neler gizlendiğini hiçbir nefis bilemez.” (Secde, 32/17) Kafir olup Allah’ın ayetlerini inkar eden, yani onları reddederek muhalefet eden, Allah’ın ayetlerini inkar eden yani onları redderek muhalefet eden, Allah’ın birliğini Muhammed (s.a.)’in peygamberliğini inkar edenlere gelince işte cehennemliklerve cehenneme girip orada ebedi olmak üzere kalacaklar bunlardır. [3]



Hoş Ve Temiz Şeylerin Mübahlığı


87- Ey iman edenler! Allah'ın size helâl ettiği o temiz ve güzel şeyleri haram kılmayın ve haddi aşmayın. Çünkü Allah haddi »Şanları sevmez.

88' Allah'ın size verdiği rızıktan helâl ve temiz olarak yiyin ve iman ettiğiniz Allah'tan korkun-



Nüzul Sebebi


İbni Cerîr et-Taberî, İbni Ebî Hatim ve İbni Merdûveyh, İbni Abbas'tan şöyle dediğini rivayet ederler: Bu ayet-i kerime birisi Osman b. Maz'un olan Ashab-ı kiramdan birkaç kişi hakkında nazil olmuştur. Bunlar, "Erkeklik or­ganlarımızı keselim, dünyalık zevklerimizi ve arzularımızı terk edelim, ra­hiplerin yaptığı gibi biz de yeryüzüne seyahat maksadıyla dağılalım" demiş­lerdi. Bu sözleri Peygamber (s.a.)'e ulaşınca onları yanma çağırdı ve söyledik­lerini onlara hatırlatınca onlar "evet söyledik" dediler. Bunun üzerine Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Fakat ben oruç da tutarım, açarım da. (Ge­celeyin) hem namaz kılarım, hem uyurum. Hanımlarımla beraber olurum. Be­nim sünnetimi takip eden bendendir, benim sünnetimi takip etmeyen de ben­den değildir."

es-Süddî'nin rivayetinde ise bunların on kişi oldukları, Osman b. Maz'un ile Ali b. Ebî Talib'in bunlar arasında bulunduğu belirtilmektedir.

İbni Cerîr, İbnül-Münzir ve Ebu'ş-Şeyh b. Hayyân b. Ensârî, İkrime'den şunu rivayet ederler: Osman b. Maz'ûn, Ali b. Ebî Tâlib, İbni Mes'ud, el-Mik-dâd b. el-Esved, Ebu Huzeyfe'nin mevlâsı Salim ve Kudâme dünyadan el etek çekerek evlerinde oturdular, kadınlardan uzak durdular ve kalın yün elbiseler giymeye başladılar. Güzel yiyecekleri, elbiseleri kendilerine yasakladılar. Yiyip giydikleri tek şey, İsrailoğulları'ndan (zâhidâne) seyahate çıkanların yedikleri ve giydikleri idi. Hatta hayalarını burmayı bile düşündüler, geceleyin namaz kılıp gündüzün oruç tutmayı kararlaştırdılar. Bunun üzerine: "Ey iman eden­ler! Allah'ın size helâl ettiği o temiz ve güzel şeyleri haram kılmayın..." ayet-i kerimesi nazil oldu.

Bu ayet-i kerime nazil olunca Resulullah (s.a.) onlara haber gönderip şöyle buyurdu: "Şüphesiz nefislerinizin bir hakkı vardır, gözlerinizin bir hakkı var­dır, aile halkınızın bir hakkı vardır. O bakımdan namaz kılınız ama uyuyunuz da. Hem oruç tutunuz hem yemek yiyiniz. Bizim sünnetimizi terk eden bizden değildir." Hep birlikte şöyle dediler: Allahım, biz bunun doğruluğuna inandık, rasulüne indirdiklerine de tabi olduk.

İbni Mes'ud'dan rivayet edildiğine göre adamın birisi şöyle der: "Ben ya­takta yatmayı kendime haram kıldım." Bunun üzerine İbni Mes'ud ona bu ayet-i kerimeyi okuyarak şöyle demiştir: "Yatağın üzerinde uyu ve ettiğin yemi­nin kefaretini yerine getir."

Sonuç olarak bu ayet-i kerimenin, devamlı oruç tutanlara, geceyi namaz kılmakla geçirmeyi kadınlara, güzel ve temiz şeylere yaklaşmamayı, et yeme-meyi, yataklarda uyumamayı kararlaştıran bir grup sahabi hakkında nazil ol­duğunu rivayetler ittifakla belirtmektedir. [4]



Açıklaması


Ey iman edenler! Kendinize hoş ve temiz şeyleri haram kılıp bunlardan imtina etmeyiniz. Hoş ve temiz şeyler taşıdıkları faydalar dolayısıyla kişilerin nefislerinin lezzet duydu" a şeylerdir. Yüce Allah'a yaklaşmak niyetiyle fayda­lanmayı terk etmek suretiyle bunları kendinize haram kılmayınız. Allah'ın si­zin için çizmiş olduğu helâl sınırlarını aşarak da haram kılmış olduğu sınırlara girmeyin. Veya hoş ve temiz şeyleri kullanmakta aşırıya kaçmayın ve bunları haram kılmak suretiyle haddi de aşmayın. Bur göre haddi aşmak iki hususu kapsamaktadır: Birinci şekil, söz konusu şeyde israfa kaçmak suretiyle haddi aşmaktır. Bunu Yüce Allah şu buyruğunda belirtmektedir: "Yiyiniz, içiniz fakat israf etmeyiniz, çünkü O israf edenleri sevmez." (A'râf, 7/31)

Diğer şekil ise, hoş ve temiz şeylerden başka temiz olmayan, murdar olan şeyleri kullanarak haddi aşmak.

Sözü geçen hususların yasaklanma sebebi ise şudur: Yüce Allah haddi aşanlara buğzeder, şeriatın11 sınırlarını çiğneyen ve helâl kıldığı şeyi haram kılanları da cezalandırır. Helâı; haram kılmak, ister yemin suretiyle ister adak, isterse de başka yolla-ibaac .... la dahi olsa-olabilmektedir.

Bu durum, İslâm'ın orta yolu beni işeyen itidali tavsiye etme ilkesi ile tam bir uyum içindedir. İsraf da yoktur, kısmak da yoktur. Meşru hayatın mad­dî zevklerinden ve lezzetlerinden çekinmek de söz konusu değildir. Bunun gibi, istekleri baskı altına almak, nefse işkence etmek, bedeni zayıf düşürüp mah­rum bırakmak gibi sonuçlara götüren rahiplik ve zahitlik de yoktur. Aynı şekil­de alışılmış ve ortalama miktarın üstünde arzulanan ve zevk alınan şeylerden aç gözlülükle faydalanmak da söz konusu değildir.

Yüce Allah insana, hayattaki hoş şeylerden yararlanmamayı yasakladık­tan sonra Allah'ın helâl kılıp temiz olan şeylerden yemeyi mubah kılmak anla­mında olumlu bir emir vermektedir. Bu emirle Yüce Allah helâl kıldığı rızıklar-dan yenmesini istemektedir. Ancak ister leş, akmış kan ve domuz eti gibi biza­tihi haram olan yollardan olsun; isterse de faiz, kumar, hırsızlık, rüşvet ve bu­na benzer muamelelerle mallarını batıl yollardan sağlamak suretiyle olsun ha­ram yollardan uzak durmayı şart koşmuştur.

İşte bu, "rızk"ın kapsamına helâl ve haram şeylerin girdiğini göstermekte­dir. Haramın varlığı imtihan içindir. Bundan amaç, nefsi Allah'ın helâl kıldığı şeyleri yapmaya, haram kıldığı şeylerden de alıkoymaya mecbur etmek için bu konuda gösterilecek mücadelenin boyutlarının ortaya çıkarılmasıdır.

Daha sonra Yüce Allah yalnızca ibadet hakkında değil, aynı şekilde alışıl­mış günlük geçim hayatında da geçerli olacak bir kıstas koymaktadır ki, bu da Allah'a karşı takvalı olup Allah'ın sınırlarına sıkı sıkıya yapışma emridir. Yani bir çeşit "yemek, içmek, giyinmek, kadın ve benzeri hususlarda hayatınızı ilgi­lendiren bütün konularda kendisine iman etmiş olduğunuz Allah'tan korku­nuz, helâl ve haram kılmak hususunda meşruiyyet sınırlarını aşmayınız" şek­linde emretmektedir.

Burada, takva emri Allah'ın buyruklarına gereken riayeti göstermek ve bunu sürekli kılmaya teşvik için zikredilmiştir. Hoş ve temiz şeylerin haram kılınmasını yasaklayıp helâl ve temiz rızıktan yemek emrinin akabinde zikre­dilmesi de temiz nzıklardan yararlanmakla takva arasında bir aykırılık ve bir farklılık olmadığını göstermek içindir. Bu ayet-i kerimenin bir benzeri de Yüce Allah'ın şu buyruklarıdır: "Ey iman edenler! Size rızık olarak verdiğimiz hoş ve temiz şeylerden yiyiniz ve Allah'a şükrediniz, eğer O'na ibadet edenler iseniz." (Bakara, 2/172); "De ki Allah'ın kulları için çıkartmış olduğu ziyneti ve hoş ve temiz rızıkları haram kılan kimdir?" (A'râf, 7/32). Müslim'in Ebu Hureyre'den rivayet ettiği Hz. Peygamberin şu buyruğu da bu ayet-i kerimenin muhtevasını ifade eder: "Şüphesiz Allah müminlere, peygamberlere verdiği emrin aynısını emretmiştir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ey peygamberler! Hoş ve temiz şeylerden yiyiniz ve salih amel işleyiniz." (Mü'minun, 23/51). Yine Yüce Allah şöyle buyurmuktadır: "Ey iman edenler! Size rızık olarak verdiğimiz hoş ve te­miz şeylerden yiyiniz." (Bakara, 2/172)

Hadiste sözü geçen "tayyıbâftan kasıt ise, Nevevî'nin de belirttiği gibi he­lâl şeylerdir. [5]



Lağv Yemini İle Mun’akide Yemin Ve Yeminin Kefareti


89- Allah sizi yeminlerinizdeki lağvden dolayı sorumlu tutmaz. Fakat bağlamış

olduğunuz (mün'akide) yeminleriniz­den sorumlu tutar. Bunun kefareti ai­lenize yedirdiğinizin orta derecesin­den on fakiri doyurmak veya onları giydirmek yahut bir köle azat etmek­tir. Fakat kim bulamazsa üç gün oruç tutsun. İşte bozduğunuz yeminlerini­zin kefareti budur. Yeminlerinizi koru­yun. Allah size ayetlerini şükredesiniz diye böyle açıklıyor.



Nüzul Sebebi


İbni Cerîr et-Taberî, İbni Abbas'tan şöyle dediğini nakletmektedir: "Yüce Allah'ın "Ey iman edenler! Allah'ın size helâl ettiği temiz ve güzel şeyleri haram kılmayın" buyruğunu kendilerine kadınlara yaklaşmayı ve et yemeyi haram kı­lan topluluk hakkında indirince o topluluk şöyle dedi: Peki ey Allah'ın rasulü! Bu hususta yapmış olduğumuz yeminlerimiz ne olacak? Bunun üzerine şanı yüce Allah "Allah yeminlerinizdeki lağvden dolayı sizi sorumlu tutmaz..." buy­ruğunu indirdi."

Taberî bununla ilgili şu açıklamayı da yapar: İşte bu da bizim daha önce söylediğimiz "Bu topluluk kendilerine bazı şeyleri yaptıkları yeminlerle haram kılmışlardı" şeklindeki kanaatimizin lehine bir delildir. Onların yaptıkları bu yemin sebebiyle bu ayet-i kerime nazil oldu [6]

Ebu'ş-Şeyh İbni Hayyan da Ya'lâ b. Müslim'den şöyle dediğini rivayet eder: Ben Said b. Cübeyr'e bu ayet-i kerime hakkında sordum, şöyle dedi: On­dan önceki ayet-i kerimeyi oku! Ben de "Ey iman edenler! Allah'ın size helâl et­tiği o temiz ve güzel şeyleri haram kılmayın..." buyruğundan itibaren "Allah sizi yeminlerinizdeki lağvden dolayı sorumlu tutmaz " buyruğuna kadar okudum. [7]



Açıklaması


Kastî olmadan yapılan yeminlerden dolayı sorumluluk söz konusu değil­dir. Bunlara herhangi bir hüküm de taalluk etmez. Bu gibi yeminlere lağv ye­mini denir. Bunlar ise yemin edenin kastî olmayarak dilinden dökülüveren ye­minlerdir. Hz. Aişe lağv yemini ile ilgili olarak şöyle der: Resulullah (s.a.) bu­yurdu ki: "Lağv yemini kişinin evindeki "hayır vallahi", "evet vallahi" şeklinde­ki sözleridir."

Şafiînin görüşü de budur. Diğer mezhep imamları (cumhur) ise şöyle der­ler: Lağv yemini, kişinin doğru olduğunu zannederek geçmişte veya halihazır­da olmuş bir durumla ilgili olarak olumlu ya da olumsuz şekilde haber verme­sidir. Bu tarifin delili de İbni Abbas'tan lağv yemini ile ilgili olarak söylediği ri­vayet edilen şu sözlerdir: Lağv yemini, bir iş böyle olmadığı halde onun böyle olduğuna dair yemin etmektir. Bu tarif aynı zamanda Mücahid'den de rivayet edilmiştir: Durumun zannettiği gibi olmamasına rağmen, kişinin bir şey hak­kında o şekilde olduğuna dair yemin etmesi demektir.

"Fakat Yüce Allah sizleri bağladığınız (mün'akide) yeminden dolayı so­rumlu tutar." Mün'akide yemin ise kişinin geleceğe dair belli bir maksat ve ka­rarlılık ile bir işi yapacağına ya da yapmayacağına dair ettiği yemindir. Üçün­cü bir yemin türü daha vardır ki, buna da "yemin-i gamûs" denir. Hanefîlerin görüşüne göre bu, kasten geçmişe dair yahut halihazırdaki bir durum hakkın­da yalan yere edilen yemindir. Buna göre yeminler üç türlüdür: Lağv yemini, mün'akide yemin ve gamûs yemin. Taberî, Ebu Malik'ten şöyle dediğini rivayet eder: Yeminler üç türlüdür: Kefareti olan yemin, kefareti olmayan yemin ve ye­min edenin sorumlu olmasını gerektirmeyen yemin.

Kefareti olan yemin şudur: Kişi bir işi yapmayacağına dair yemin eder, sonra da yaparsa o takdirde kefarette bulunması gerekir. Kefareti bulunmayan yemine gelince, kişinin bir şey hakkında kasten yalan söyleyerek ettiği yemin­dir. Bunda kefaret söz konusu değildir. Sahibinin sorumlu tutulmadığı yemine gelince, kişinin herhangi bir durum hakkında yemin ettiği şekilde olduğu ka­naatinde bulunarak yapılan ve ancak durumun sanılanın aksine olduğu yemin­dir. Böyle bir yemin için de kefaret söz konusu değildir. İşte lağv yemin de bu­dur. [8]

Mün'akide (bağlanmış) yemine gelince: Allah adına yahut Allah'ın sıfatla­rından herhangi birisi zikredilerek yapılan yemindir. Çünkü Hz. Peygamber, Ahmed ve Kütüb-i Sitte sahiplerinin İbni Ömer'den yaptıkları rivayete göre şöyle buyurmuştur: "Her kim yemin edecekse ya Allah adına yemin etsin, yahut sussun." Allah'tan başka herhangi bir varlık adına, Peygamber yahut bir veli adına da olsa yapılan yemin yemin olmaz. Aksine böyle bir şey haramdır.

Fakihler gamûs yemin hakkında birbirinden farklı iki görüşe sahiptirler. Hanefîlerle Malikîler şöyle derler: Gamûs yeminde kefaret yoktur. Çünkü ga­mûs yeminin cezası cehennemi boylamaktır. Şafiîler ile bir grup ilim adamı ise böyle bir yeminde kefaret icap edeceğini söylerler. Çünkü Yüce Allah "Fakat kalplerinizin kazandığından dolayı sizi sorumlu tutar." (Bakara, 2/225) diye buyurmaktadır. Yaptığı yeminde kasten yalan söyleyen bir kimse ise kalbiyle bir günah kazanmış olur ve o bundan dolayı sorumlu tutulur. Çünkü kalbi ye­min ederken yalan söylemeyi kararlaştırmış ve kastetmiştir. Yüce Allah ise böyle bir yemin ile ilgili olarak "Bunun kefareti..." diye buyurmaktadır.

Hanefîlerle Malikîlerin görüşüne göre kalplerin kazandıklarından dolayı sorumlu tutulması, ahiretteki bir cezadır. Buna delil ise Yüce Allah'ın şu buy­ruğudur: "Şüphesiz Allah'a olan ahitlerini ve yeminlerini az bir pahaya satan­lar, işte onlar için ahirette hiç bir nasip yoktur." (Âl-i İmran, 3/77). Burada Yüce Allah ahiretteki azap ile tehdidi söz konusu etmekle birlikte, kefareti söz konu­su etmemektedir. Beyhakî ve Hakim Hz. Câbir"den Resulullah (s.a.)'ın şu buy­ruğunu rivayet ederler: Her kim benim bu minberimin üzerinde günah yere (ya­lan yere) yemin ederse cehennemdeki yerine hazırlansın." Hz. Peygamber bu şe­kilde buyurmakla kefareti söz konusu etmemektedir.

Buharî, Müslim ve başkaları Resulullah (s.a.)'m şöyle buyurduğunu riva­yet ederler: "Her kim zor ve baskı altında yalan yere yemin ediyor ve bu yemini ile Müslüman bir kişinin malının alınmasına sebep oluyorsa, Allah'ın huzuru­na Allah kendisine gazap etmiş olarak çıkar."

Daha sonra Yüce Allah mün'akide yeminin sorumluluk şeklini beyan ede­rek şöyle buyurmaktadır: "Bunun kefareti" ifadesindeki zamir ya siyaktan (ifa­denin akışından) anlaşılan yemini bozmaya aittir, ya da bir muzaf takdiri ile fi­ilin kapsamında bulunan yemin akdine döner. Yani bu yemini bozmanın kefa­reti... Yeminini bozan kişinin ister kasten ister yanılarak ve unutarak, ister ha­ta ederek, ister uykulu iken, ister baygın, deli ya da zor altında kalarak boz­muş olsun, kefarette bulunması gerekir.

Gücü yeten kimsenin yemin kefareti şu üç husustan birisini yapmaktır; o bunlardan birisini seçebilir: Cumhurun görüşüne göre her bir yoksula bir müd (675 gram) buğday olmak üzere on yoksula yemek yedirmek. Bu buğdayın o belde halkının genel olarak yediği ortalama türden olması gerekir. Ne en kali­telisi ne de en kalitesizi olmalıdır. Kefaret, bir defalık ekmek ve onunla birlikte et yiyeceği de olur. Çünkü Hasan-ı Basrî ve Muhammed b. Şîrîn şöyle demekte­dir: On fakire bir defa et ve ekmek yedirmesi yeterlidir. Hanefîler ise fıtır sada­kası olarak ödenmesi gereken miktar diye bunu tespit etmişlerdir. Bu da yarım sa' (2751 gram) buğday veya bir sa' hurma, arpa veya unu ya da bunların kıy­metidir. Bu da öğle ve akşam iki defa doyuracak kadar yemektir. Çünkü Hz. Ali "Öğle ve akşam ve yemek yedirir" demiştir.

"Veya onları giydirmek..." Yani ülke ve zaman farklılığına uygun olarak fa­kirleri giydirir. Yedirmekte olduğu gibi orta hallisini seçer. Her bir fakire baş­tan aşağı bir entari gibi ortalama bir elbise veya bir gömlek ya da pantolon ve­rir. Hanefiler ise pantolon ve sarık ile giydirmeyi yeterli görmezler. Çünkü on­lara göre giyimin asgari miktarı bedenin tümünü örten miktardır.

'Yahut bir köle azat etmektir." Yani, eğer köle varsa bir kişiyi hürriyetine kavuşturmaktır. Cumhurun görüşüne göre -hata ile öldürme ve zihar kefare­tinde olduğu gibi- kölenin mümin olması şartı vardır. Onlar bu kanaati mutlak olan (bu buyruktaki köleyi) diğer kefaretleri öngören buyruklardaki kayıtlı ifa­deye hamletmişlerdir. Hanefiler ise kölenin mümin olmasını şart görmezler. Onlara göre kâfir bir köleyi azat etmek de yeterlidir. Bu görüşlerini burada va­rit olan nassın mutlak ifadesine dayanarak ileri sürmüşlerdir. Yemin kefaretin­de lafzın gereğini mutlak olarak bırakmak icap eder. Bu gibi durumlarda her nas ile ayrıca amel edilir. Çünkü hata yoluyla öldürme kefaretinde kölenin mü­min olma şartının koşulmasının manası aklen idrak edilemez. O bakımdan nas bu hususta neye dair varit olmuş ise o kadarıyla yetinilir, dışına çıkılmaz.

"Fakat kim bulamazsa üç gün oruç tutsun." Yani her kim on fakiri yedire-mez yahut giydiremez yahut bir köle azat edemezse veya her kim bu üç husus­tan herhangi birisini yerine getirme imkânını bulamazsa, o takdirde üç gün oruç tutması icap eder. Hanefilerle Hanbelîlerin görüşüne göre bu üç gün oru­cun peşpeşe olması gerekir. Ancak Malikîlerle Şafiîlerin görüşüne göre orucun peşpeşe olma şartı yoktur.

Birinci görüşün delili Hâkim, îbni Cerîr et-Taberî ve başkalarının sahih bir yolla kaydettikleri şu rivayettir: Übeyy b. Ka*b bu buyruğu, "Aralıksız üç gün oruç tutsun" diye okurdu. Bu aynı zamanda İbni Mes'ud'dan da gelmiş bir rivayettir. Süfyan es-Sevrî'nin belirttiği gibi er-Râbiî'in mushafmda da böylece tespit edilmiştir. İbni Merdûveyh de bunu İbni Abbas'tan şöylece rivayet et­mektedir: "Fakat kim bulamazsa aralıksız üç gün oruç tutsun."

İkinci görüşe göre bu kıraet delil olarak kullanılmayacak şaz (istisnaî) bir kıraettir, ancak mütevatir kıraet delil olur.

"Güç yetirmek" kişinin aile halkının bir gün bir gecelik yiyeceğinden fazla­sına sahip olması demektir. İbni Cerîr'in tercih ettiği görüş budur. Kişi, içinde bulunduğu günün kendisinin ve aile halkının yiyecek ihtiyacından arta kala­nından yemin kefaretini çıkartıp verir.

İbni Cerîr, Saîd b. Cübeyr ve Hasan-ı Basrî'den şöyle dediklerini rivayet eder: Her kim üç dirhem bulacak olur ise yoksul doyurması gerekir, aksi tak­dirde oruç tutar.

Kefaretin belli bir vakti yoktur. Ancak, erken yerine getirilmesi müste-haptır. Şayet hastalanacak olursa gücü yettiği vakit oruç tutar. Eğer oruç tut­makta acizliği devam ederse, Allah'ın onu affedip merhamet edeceği umulur. Mirasçı kişi, (miras bırakanın) kefaretini teberru yoluyla verme hakkına sa­hiptir.

"İşte bozduğunuz yeminlerinizin kefareti budur." Yani Allah adına yahut onun isim ya da sıfatlarından birisi ile yemin edip yemininizi bozduğunuz tak­dirde şer*î yemin kefareti budur. Ayet-i kerimede ayrıca yeminin bozulmasın­dan söz edilmeyişi, kefaretin bizzat yemin ile değil de yeminin bozulması halin­de vacip oluşundan dolayıdır. Hanefilere göre yemini bozmadan kefarette bu­lunmak caiz değildir. Şafiîye göre ise eğer yemin eden kişi yeminini bozmakla asi olmayacaksa, malıyla bozmadan önce kefarette bulunması caizdir.

"Yeminlerinizi koruyun." lanı yeminlerinize bağlı kalın, yeminlerinizi boz­mayın. Kurtubî'nin tercih ettiği açıklamaya göre ise, "Yemininizi bozduğunuz takdirde kefareti yerine getirmek suretiyle yeminlerinizi koruyunuz" demektir. İbni Cerîr ise şöyle der: Bunun anlamı yeminlerinizi (bozduğunuz taktirde) ke-faretsiz bırakmayın şeklindedir. Burda kastedilen ise yemini bozmanın masi-yet olduğu ve hakkında yemin edilen şeye muhalefet bulunduğu durumlardaki yeminlerdir.

"Allah size ayetlerini... böyle açıklıyor." İşte Yüce Allah bu açıklamada ol­duğu gibi, sizlere şeriatının belirgin özelliklerini, dininin hükümlerini beyan ediyor, yani geniş geniş açıklıyor, vuzuha kavuşturuyor.

"Şükredesiniz diye." Yani O, böylelikle sizleri size öğrettikleri ile nimetine şükretmenizi ve bu gibi hallerden kurtuluş yolunu bulmanızı istiyor.

Yapılan yemin vacip olan bir işi yapmaya yahut bir haramı terk etmeye dair ise o yemini bozmak haram olur. Eğer mendup ya da mubah olan bir işi yapmaya yemin edilmiş ise o yemine bağlılık menduptur, yemini bozmak da mekruhtur. Masiyet olan bir işe veya haram bir işe yemin ettiği takdirde onu bozmak ve kefaretini yerine getirmek icap eder. Çünkü -İbni Mace dışında- Kü-tüb-i Sitte sahiplerinin Abdurrahman b. Semura'dan rivayetlerine göre, Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Herhangi bir hususta yemin eder de baş­kasının ondan hayırlı olduğunu görürsen hayırlı olanı yap ve yemininin kefare­tini öde." Ayrıca İbni Mace tarafından rivayet edilen Hz. Aişe yoluyla gelen şu hadis de bunun delilidir: "Her kim bir akrabalık bağını koparma yahut uygun olmayan bir şey hakkında yemin ederse, doğru olan, onun yeminine bağlı kal­ması değil, yaptığı bu yeminin gereğini yapmamasıdır." Yani yeminine bağlılık göstermemesidir. Fakat bu durumda da kefarette bulunması icap eder.

Yapılan yemin ister itaatte ister masiyette ister mubah hususta olsun, bo­zulduğu takdirde kefaretin yerine getirilmesi icap eder. [9]



İçkinin, Kumarın, Putların Ve Fal Oklarının Haram Kılınması


90- Ey iman edenler! Şarap, kumar, patlar ve fal okları şeytanın pis işle­rindendir. Artık ondan kaçının ki kur­tuluşa eresiniz.

91- Muhakkak şeytan, içki ve kumarla aranıza kin ve düşmanlık bırakmak, si­zi Allah'ı anmaktan ve namazdan alı­koymak ister. Artık vazgeçtiniz değil mi?

92- Allah'a ve Rasulüne itaat edin ve sakının. Şayet yüz çevirirseniz bilin ki bizim peygamberimize düşen yalnızca açıktan açığa tebliğdir.

93- İman edip de salih amel işleyenler, sakındıkları, iman ederek salih amelle­re devam ettikleri, sonra sakınıp inan­dıkları ve yine sakınmada devam edip ihsanda bulundukları takdirde, yap­tıklarından üzerlerine hiç bir vebal yoktur. Allah ihsan edenleri sever.



Nüzul Sebebi


İmam Ahmed, Ebu Hureyre'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.) Medine'ye geldiğinde Medineliler şarap içiyor, kumar parası yiyorlardı. Resulullah (s.a.)'a bunlar hakkında soru sordular. Bunun üzerine Yüce Allah "Sana içki ve kumar hakkında soru soruyorlar..." (Bakara, 2/219) ayetini indirdi. Bu sefer halk, bize haram kılınmadı, sadece büyük bir günahtır diye buyuruldu, dediler. Bu halde içki içmeye devam ettiler. Nihayet günlerden bir gün muhacirlerden bir kişi akşam namazında arkadaşlarına imam olup na­maz kıldırdı. Kur'an okumayı karıştırdı. Yüce Allah bundan daha ağır bir hü­küm ihtiva etmek üzere şu ayet-i kerimeyi indirdi: "Ey iman edenler! Ne söyle­diğinizi bilinceye kadar... sarhoşken namaza yaklaşmayınız." (Nisa, 4/43). Daha sonra bundan da daha ağır bir hüküm ihtiva eden şu ayet-i kerimeler indirildi:

"Ey iman edenler! Şarap, kumar... şeytanın pis işlerindendir. Artık vazgeçtiniz değil mi?" Bu sefer vazgeçtik ey Rabbimiz, dediler. Bunun üzerine insanlar, ey Allah'ın rasulü Allah yolunda öldürülen ya da yataklarında ölen bir takım kim­seler vardır ki, bunlar içki içiyor ve kumar oynuyorlardı. Allah ise bunları şey­tanın işlerinden bir pislik olarak nitelendirdi. Bunun üzerine Yüce Allah: "İman edip de salih amel işleyenler... üzerlerine hiç bir vebal yoktur" ayetini so­nuna kadar indirdi.

Nesaî, Beyhakî, Abd b. Humeyd, İbni Cerîr, İbnü'l-Münzir, İbni Mürde-veyh de İbni Abbas'tan şöyle dediğini rivayet ederler: Şarabın haram kılınışı iç­ki içen Ensar kabilelerinden iki kabile hakkında indi. Bunlar sarhoş olup biri-birlerine karşı olmadık işler yaptılar. Ayıktıklannda herkes yüzünde, başında, sakalında içkili halin bir etkisini görüp şöyle demeye başladı: Bana bunu filan kabile mensubu yaptı. Halbuki bu kimseler daha önce kalplerinde birirlerine karşı en ufak bir kin bulunmayan kardeş kimselerdi. Bu sefer şöyle demeye ko­yuldular: Allah'a yemin ederim, şayet kardeşim bana şefkatli, merhametli bir kimse olsaydı bana bunları yapmazdı. Sonunda kalplerine kin yerleşti, bunun üzerine Yüce Allah şu, "Ey iman edenler! Şarap, kumar...şeytanın pis işlerin­dendir. " ayetini indirdi.

Bu konuda işi zorlaştırmaya ve yasağı kendilerinin dışında tutmaya mey­leden bazı kimseler, "Bu bir pisliktir ve filân kişinin karnında yer etmişti. O da Uhud günü öldürüldü" demeye koyuldular. Bunun üzerine Yüce Allah "İman edip de salih ameller işleyenler sakındıkları... takdirde tattıklarından üzerleri­ne hiç bir vebal yoktur" ayetini indirdi.

İbni Cerîr de bir topluluktan şöyle dediklerini rivayet etmektedir: Şu içki­yi haram kılan ayet-i kerime Sa'd b. Ebî Vakkas sebebiyle nazil olmuştur: Sad b. Ebî Vakkas içki içtikleri bir kişi ile tartışmaya koyulmuştu. Arkadaşı deve­nin kemiği ile ona vurdu, burnunu kırdı ya da onu yaraladı. Bu ayet-i kerime onlar hakkında nazil oldu.

Yine Taberî ve İbni Merdûveyh Hz. Sad'dan şöyle dediğini rivayet ederler: Ensar"dan birisi yemek hazırladı ve bizi yemeğe davet etti. Sarhoş oluncaya ka­dar şarap içti. Ensar ve Kureyş karşılıklı olarak övünmeye başladılar. Ensar, "Biz sizden daha faziletliyiz" dediler. Sonunda Ensar'dan bir adam bir devenin çene kemiğini alıp bunu Sad'ın burnuna vurdu. Sad'ın burun kemiği çatladı. Sad'ın burun kemiği çatlak idi. Bunun üzerine şu "Ey iman edenler! Şarap, ku­mar... şey tanın pis işlerindendir." ayeti nazil oldu [10]

Buharî de Enes'ten şöyle dediğini rivayet etmektedir: Ebu Talha'nın evin­de içki içenlere şakilik ediyordum. İçkinin haram kılındığına dair emir nazil olunca bir münadiye bunu çevreye bildirmesi emrolundu. Ebu Talha "Dışarı çık da bu ses nedir diye bir bak" dedi. Ben de dışarı çıktım ve dedim ki: "Bu, şunu bilin ki şarap haram kılındı diye seslenen bir münadidir." Bana "Haydi git şarabı dök" dedi. O sırada şarap, çatlatılan ve ateş üzerinde kaynatılmadan ısla­tılarak suda bırakılan taze hurmadan yapılıyordu. (Enes) Der ki: Şarap Medi­ne sokaklarında aktı. Bazıları da, "Bir takım kimseler, içki karınlarında bulun­duğu halde öldürüldü" dediler. Bunun üzerine Aziz ve Celil olan Allah da "îman edip de salih amel işleyenler sakındıkları... takdirde taptıklarından üzerlerine hiç bir vebal yoktur" buyruğunu indirdi. [11]



Açıklaması


Yüce Allah içki ve kumarı yasaklayarak şöyle buyurmaktadır: Ey iman edenler! Şüphesiz şarap ve sarhoşluk verici bütün içkiler, bütün çeşitleriyle kumar, yanında kurbanların kesildiği putlar, uğur ya da uğursuzluğu anlamak için çekilen fal okları Allah'ın gazap ettiği ve hoşlanmadığı pislik şeylerdir. Bunlar şeytanın işlerindendir yani onun hoş ve güzel gösterdiği şeylerdendir. Haydi bu pisliği artık terk ediniz. Kendinizi arındırmak, bedenlerinizin esenli­ği ve aranızdaki sevgi sebebiyle belki umduğunuzu elde eder, kurtuluşa nail olursunuz.

Hamr (şarap), kaynatıldığında sertleşen ve köpüklenen pişirilmemiş üzüm suyunun adıdır. Cumhurun görüşüne göre bu isim, aklı gideren sarhoşluk veri­ci her içki hakkında kullanılır. Hanefîlerin görüşü ise şöyledir: Şarap, haram kılındığı sırada Araplar üzüm suyundan yapılan şarabın dışındaki içkileri bil­miyorlardı. O bakımdan şarap (hamr) yalnız bu türün adıdır. Bu türden olma­yıp aklı giderme özelliğine sahip olan içkilere ise hamr denilmez. Çünkü Hane­fîlerin görüşüne göre dildeki kelimelerin kapsamı kıyas yolu ile sabit olmaz. Onlara göre sarhoşluk veren şeyler de haramlık kapsamı içerisindedir. Çünkü şarabın illeti sarhoşluk vermesidir, yoksa sarhoşluk veren şey hamr olduğun­dan dolayı değildir [12] Bu, İbni Ömer'in de görüşüdür.

Cumhurun görüşüne göre ise hamr, aklı gideren ve etkileyip gerileten her şeyin adıdır. [13] Üzüm suyu dışındaki içkiler de nas ile haramdır. Çünkü Yüce Allah "Şarap, kumar... şeytanın pis işlerindendir." diye buyurmaktadır. Hz. Ömer'in görüşü de budur. O der ki: Şarap haram* kılındığında, üzümden, hur­madan, baldan, arpadan ve buğdaydan olmak üzere beş şeyden yapılırdı. Şarap (hamr) denilen şey ise aklı gideren her şeydir. Bu aynı zamanda İbni Abbas'm da görüşüdür. Resulullah (s.a.) Ahmed ve Nesaî dışında Sünen sahiplerinin en-Nu'man b. Beşîr yoluyla rivayet ettiklerine göre şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz buğdaydan şarap olur, arpadan şarap olur, kuru üzümden şarap olur, hurma­dan şarap olur ve baldan da şarap olur." Aynı şekilde Buharî dışında Kütüb-i Sitte sahipleriyle İmam Ahmed'in rivayetine göre Ebu Hureyre şöyle demiştir: Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Şarap şu iki ağaçtan, hurma ağacı ile üzüm ağacından (alınan meyveden) yapılır." Ahmed, Müslim ve İbni Mace dı­şında Sünen sahipleri de İbni Ömer'den Resulullah (s.a.)ın şöyle dediğini riva­yet ederler: "Sarhoşluk veren her şey hamrdır, ve her hamr haramdır."

Cumhur bu konudaki görüşlerine bağlı olarak şunu belirtirler: Sarhoşluk veren her şey, Yüce Allah'ın, "şeytanın pis işlerindendir" buyruğu gereği pistir, murdardır ve bunların içilmesinden dolayı haddin uygulanması gerekir. Hane­fîlerin görüşüne göre de aynı şekilde pişirilmemiş, çiğ olan ve sarhoşluk veren şeyler, taze hurmadan yapılan içki ve yan pişirilmiş bazek ile pişirilmemiş ku­ru üzüm ve kuru hurmadan yapılmış şaraplar da tıpkı şarap gibi pistirler. Ter­cihe değer görülen bir rivayete göre bu aynı zamanda Ebu Hanife'nin de görü­şüdür. Çünkü Ebu Hanife bunların azının da çoğunun da içilmesini haram ka­bul eder. O bakımdan bunların bir dirhem miktarından fazla olan kısmın necaseti affedilmez. Pişirilmiş olan ve müselles denilen üzüm suyu ya da tilâ (3/2'si gidip geriye 3/1'i kalan pişirilmiş üzüm suyu) ile üzerine su eklenip inceltilen tilânın adı olan cumhûrî ise Ebu Hanife ile Ebu Yusuf a göre necis değildir.

İmam Muhammed ise sarhoşluk veren bütün içkileri haram kabul eder. Hanefi mezhebinde de onun görüşüne göre fetva verilir. Çünkü Ahmed ve Sü­nen sahiplerinin Hz. Cabir yoluyla yaptıkları rivayete göre Peygamber Efendi­miz şöyle buyurmuştur: "Çoğu sarhoşluk veren şeyin azı da haramdır." Hanefî-ler ittifakla şunu belirtirler: Şarap dışında sarhoşluk veren içeceklerin içilme-siyle, sarhoşluk vermedikçe içki haddi uygulanmaz. Çünkü el-Ukaylî'nin riva­yet ettiği bir hadiste şöyle denilmektedir: "Şarap aynı ile (maddesiyle) ve her türlü içkiden de sarhoşluk haram kılınmıştır." Ancak bu illetli bir hadistir ya da İbni Abbas'a mevkuftur.

Hurma ve üzümden yapılan nebîz, eğer sarhoşluk verecek dereceye ulaşır­sa, haram olur. Şayet hamr derecesine ulaşmaz ve sarhoşluk vermezse -kuru üzümü iki gün ıslatmak suretiyle elde edilen tabiî hoşaf gibi- o takdirde bu he­lâldir.

Meysir (kumar) de aynı şekilde haramdır. Kumarın bütün türleri meysir kapsamına girer. Hatta bazılarınca küçük çocukların cevizle oynamaları bile meysire dahil edilmiştir. Ali (r.a.)'in de şöyle dediği rivayet edilmektedir: "Sat­ranç da meysir tütündendir." Aynı şekilde belli bir mal karşılığı olduğu takdir­de zar oyunu da böyledir. Şayet satranç veya zar mal mukabili oynanmayacak olursa da cumhur yine haram kabul eder. Çünkü böyle bir oyun bile insanları düşmanlık ve kine düşürür. Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoyar. Şafiî, za­man kaybına sebep olduğundan dolayı satrancı mekruh kabul eder.

Kabe'nin etrafında dikili bulunan taşların adı olan ensab (heykeller) da bir pisliktir. Çünkü cahiliye dönemi Arapları bunları tazim eder ve onların ya­nında kurban keserlerdi.

Aynı şekilde fal okları da böyledir. Çünkü onlar bu fal oklarıyla kısmetleri­ni araştırırlardı. Bunlara dair açıklamalar önceden Maide suresi 3 ncü ayetin tefsirinde geçmiştir.

Rics, maddî, manevî, aklî ve şer"î bakımlardan pis olan şey demektir. İçki ve ondan sonra söz konusu edilenler, haram olmalarını gerektirecek şekilde bu nitelikle anılmışlardır. Ayrıca bu haramlık pis şeylerden kaçınma emriyle ve Yüce Allah'ın "Ki kurtuluşa eresiniz" yani bunlardan kaçınarak kurtuluşu umabilesiniz, buyruğuyla daha da pekiştirilmiştir.

İçki ve kumar bir kaç yönden (çeşitli ifadelerle) haram kılınmıştır. Evvela cümle hasr (münhasıran, ancak...) ifade eden (innemâ ) ile başlamış, ondan sonra içki ve kumar, putlar ve fal oklarıyla birlikte anılmışlardır. Bunlar ise şer'an ve aklen oldukça çirkin işlerdir. Ayrıca içki ve kumar şeytanın pis işle­rinden diye adlandırılmışlardır ki, bu da şirkin en ileri derecesidir. Diğer taraf­tan bunların madde ve cisimlerinden dahi uzak durmak emredilmiştir. Bu da sırf nehiy ve haram kılma lafzından daha ileri derecede bir uzaklaştırma ve nefret ettirme ifadesidir. Diğer taraftan bunlardan uzak durmak kurtuluşa er­menin, umduğuna nail olmanın sebebi olarak değerlendirilmiştir. Arkasından Yüce Allah, içki ve kumarın manevî zararlarını, kişisel ve toplumsal zararları­nı söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak şeytan... sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister." Bundan dolayı Nesaî Resulullah (s.a.)'ın Osman b. Affan'a mevkufen şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "İç­ki kötülüklerin anasıdır." el-Bezzâr'm rivayetine göre de Abdullah b. Amr Hz. Peygamberin şöyle buyurduğunu nakletmektedir: "İçki müptelâsı puta tapana benzer." Yani şeytan sizin aranıza içki ve kumara müptelâ olduğunuzdan birbi­rinize düşmanlık etmeniz dolayısıyla düşmanlığı, birbirinizden nefret etmeyi, birbirinize karşı kin ve tiksinti tohumlarını ekmek suretiyle de kini yerleştir­mek ister. Böylelikle imanla aranızın kaynaşmanızdan, İslâm kardeşliği etra­fında bir araya gelmenizden sonra, sizi dağıtma ve parçalama hedefi gerçekleş­miş olur.

Şeytan aynı şekilde aklı gideren sarhoşluk ve kumar ile uğraştırmak sure­tiyle kalplere huzur veren, dünya ve ahirette kişiyi mutluluğa ulaştıran zikrul-lahtan yani Allah'ı anmaktan alıkoymak ister. Ahlâksızlıktan, hayasızlıktan, kötülüklerden alıkoyan, ruhu arındırıp yükselten, kalpleri tertemiz eden na­mazdan da uzaklaştırmak ister.

İçki sebebiyle akıl baştan gitti mi kişinin başkaları nazarmdaki şeref ve haysiyeti alabildiğine düşer, sarhoş bir kimse hayrı idrakten, kötülükten uzak durma imkânından mahrum kalır, böyle bir gücü kaybeder. Bundan başka içki­nin sindirim sisteminden sinir sistemine kadar bütün organlarda sağlık açısın­dan bir çok zararı da vardır. Bazan bu zarar çocuklara kadar uzanabilir. Bu ço­cuklar arasında zayıf akıllı, geri zekâlılar bulunabilir. İçki çoğu zaman boşan­maların, aile yıkımlarının da sebebi olmaktadır.

Çalışmadan ve bir ticaret olmadan bir tarafın kâr etmesi, diğer tarafın da zarara uğraması sonucunu doğuran kumar ise insan ruhunda düşmanlık ve kin ateşini körükler. Kumarcıların biribirleriyle kavga edip biribirleriyle sövüş­tükleri, biribirlerine küfrettikleri, birbirleriyle kavga ettikleri çokça görülen bir hadisedir.

Kısaca söylersek, içkinin çok çeşitli zararları vardır. Bunların kimisi kişi­sel ve sağlığadır, kimisi de düşmanlık ve kin tohumlarını ekmek suretiyle top­lumsaldır, kimisi de Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak suretiyle dinî­dir. Malın faydasız ve zararlı alanlarda çar-çur edilmesine sebep teşkil ettiği için malî zararları da vardır.

Kumarın da aynı şekilde ruhsal ve sinirsel zararları vardır. Sinirlerin ger­ginleşmesine, huzursuzluğa, kararsızlığa sebep olur. Toplumsal, dinî ve malî bakımdan da -tamamiyle içkide olduğu gibi- zararları vardır.

Yüce Allah'ın "Muhakkak şeytan... sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister" buyruğu daha önce de geçtiği gibi, içki içip sarhoş olan Ku­sandan iki kabile hakkında nazil olmuştur. Bunlar biribirlerine olmadık şeyler yaptılar. Fakat kendilerine gelip ayıktıklarmda her birisi ötekinin yüzünde di­ğerinin yaptığının etkilerini görünce -ki önceden kalplerinde hiç bir kin bulun­mayan biribirlerinin kardeşi idiler- bu sefer her birisi şöyle demeye başladı: Kardeşim bana şefkat eden birisi olsaydı bu işi yapmazdı. Böylelikle araların­da kin baş gösterdi. Yüce Allah da "Muhakkak şeytan... aranıza kin ve düşman­lık bırakmak... ister" buyruğunu indirdi. Kur'an-ı Kerim'de şer*î hükümlerin il­letleri ancak çok özlü bir şekilde zikredilir. Burada ise hikmetin veya illetin ge­niş olarak açıklandığını görüyoruz. Bunlardan üç tane hikmet söz konusu edil­mekte ve ayrıca içki ve kumarın haram kılmışı birden çok delâlet ile sabit bu­lunmaktadır. Böylelikle bunların zararlarına ve tehlikelerine işaret edilmekte­dir.

Daha sonra Yüce Allah bunların haram kılınışını daha bir pekiştirdi ve bunlara dair tehdidini daha da artırarak şöyle buyurdu: "Allah'a ve Rasulüne itaat edin ve sakının..." Yani Allah ve Rasulünden içki, kumar ve bunların dı­şında kalan sair haram şeylerden uzak durmaya dair hükümlere itaat edin ve emirlerine muhalefet ettiğiniz takdirde size gelip çatacak fitne ve dünyada he­lake götürecek ahirette de azaba ulaştıracak sebeplere düşmekten sakının. Çünkü Yüce Allah her bir şeyi ancak apaçık zararı dolayısıyla haram kılar. Ni­tekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "O'nun emrine muhale­fet edenler kendilerine bir mihnet veya acıklı bir azabın gelip çatmasından çe-kinsinler." (Nûr, 24/63)

"Şayet yüz çevirirseniz bilin ki bizim peygamberimize düşen yalnız açık­tan açığa tebliğdir." Yani eğer sizler yüz çevirir ve emrolunduğunuz şeyleri yerine getirmeyecek olursanız şüphesiz ki, Allah'ın rasulü size gereken teb­liği yapmıştır. O bakımdan ileri sürecek bir deliliniz kalmamıştır. Çünkü uyarılan kimsenin herhangi bir mazereti kalmaz. Artık sizler herhangi bir gerekçe ya da bir mazeret belirtme umudunuzu da kaybetmiş bulunuyorsu­nuz.

Daha sonra Yüce Allah içki içtikleri halde içkinin haram kılınışından önce hayattayken içki içip ölen kimselerin hükümlerini şöylece açıklamaktadır: "İman edip salih amel işleyenler... üzerlerine hiç bir vebal yoktur." Yani iman edip salih amel işleyenler arasında içki ve kumarın haram kılınışından önce Hamza (r.a.) gibi vefat edenler ile haram kılınışından önce içki içen, kumar pa­rası yiyen ve halen hayatta bulunan Abdullah b.Mes'ud gibi kimseler için de günah ve sorumluluk yoktur. Çünkü kanunun ve yasamanın geriye doğru bir etkisi söz konusu değildir. Ancak Allah'tan korktukları, onun indirmiş olduğu hükümlere iman ettikleri ve daha önceden teşri edilmiş bulunan namaz, oruç ve benzeri salih amelleri işledikleri, sonra da bunlardan sonra haram kılman şeylerden sakınıp indirilen hükümlere inandıkları, takva, ihsan ve salih işleri işlemeye devam ettikleri takdirde, bir günah ve bir sorumluluk söz konusu de­ğildir. Allah elbette ki iyilik yapanları sever, onların yaptıkları iyiliklerin mü­kâfatlarını, ihlâslarının ve amellerini güzel bir şekilde yerine getirmelerinin ecrini verir.

Böylelikle önce sözü geçen takva ve imandan maksadın takvanın esası ile imanın esasını elde etmek olduğu, onlardan sonra sözü geçenlerden kastın ise bu takva ve iman üzere sebat ve devam etmek olduğu anlaşılmaktadır. Üçüncü defa sözü geçen takvadan kasıt ise, insanlara zulmetmekten uzak durup amel­leri güzel bir şekilde işlemek, Allah'ın kendilerine vermiş olduğu hoş ve temiz rızıklardan insanlara vererek onları gözetmek suretiyle iyilikte bulunmak ol­duğu anlaşılmaktadır. Günahın iman ve takva şartına bağlı olarak kaldırılma­sı, vakıayı açıklamak içindir ve bu herhangi bir şekilde günahkâr olmaların­dan korkulan müminlere dair sorulan soruya bir cevaptır.

Yani müminler haramlardan sakındıkları, sonra yine sakınıp iman ettikle­ri, sonra yine sakınıp ihsanda bulundukları takdirde, mubah olan yiyecek ve içeceklerden dolayı vebal altında değillerdir. Bu onlar için aynı zamanda bir öv­güdür. Nitekim Yüce Allah şu buyruğunda, Kabe'ye yönelerek namaz kılma emrinden önce ölenlerden övgüyle söz etmektedir: "Allah sizin imanınızı boşa çıkaracak değildir. Şüphesiz Allah insanlara karşı şefkatlidir, merhametlidir." (Bakara, 2/143)

Geçen açıklamalardan anlaşıldığına göre bu ayet-i kerime, daha önce öl­müş olanlar için bir mazeret, daha sonra gelen ve hayatta bulunan insanlara karşı da bir delildir. Çünkü içkinin haram edildiği hükmü nazil olunca, ashab-ı kiram, "Ey Allah'ın rasulü! Daha önce içki içtikleri ve kumar parası yedikleri halde ölen kardeşlerimizin durumu ne olacak?" dediler. İşte bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu.

Hz. Ömer bu ayet-i kerimenin indirilişinden sonra içki içen Cumahoğul-larından Kudame b. Maz'un'a had uygulamak istemişti. Kudame, Habeşis­tan'a hicret edenlerdendi. Onun hakkında şahitler bu ayet-i kerime ile içkinin haram kılınışından sonra içki içtiğini belirtmişlerdi. ez-Zührî'nin rivayetine göre Abdulkaysoğullarının efendisi Cârûd ve Ebu Hureyre, Kudame b. Maz'un hakkında içki içtiğine dair şahitlik ettiler. Hz. Ömer ona sopa cezası uygulamak isteyince Kudame şöyle dedi: Bana böyle bir ceza veremezsin, çünkü Yüce Allah "İman edip de salih amel işleyenler sakındıkları, iman ede­rek salih amellere devam ettikleri takdirde... tattıklarından dolayı üzerlerine hiç bir vebal yoktur" buyurmaktadır. Hz. Ömer şöyle buyurdu: "Ey Kudame, =en bu ayet-i yanlış anlıyorsun. Eğer sen sakınan bir kimse olsaydın, Allah'ın haram kıldığından uzak dururdun." İbni Abbas da bu itirazına şu cevabı ver­mişti: Bu ayet-i kerimeler geçmişler için bir mazeret, geri kalan insanlara karşı da bir delil olmak üzere indirildiler. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmak­tadır: "Ey iman edenler! Şarap, kumar... şeytanın pis işlerindendir." Sonra da öteki ayeti okudu. Eğer bu gerçekten iman edip salih amel işleyenlerden ol­saydı şüphesiz Allah ona içki. içmeyi yasaklamış bulunuyor. Bunun üzerine Hz. Ömer, "Doğru söyledin. Peki, görüşünüz nedir?" diye sordu. Hz. Ali ve as­habı ona had vurulması gerektiği görüşünü belirttiler; bunun üzerine ona seksen sopa vuruldu. [14]



İhramlı İken Avlanmak Ve Kara Avının Cezası


94- Ey iman edenler! Allah gayb ile (görmeksizin) kendisinden korkanları ayırd etmek için avdan ellerinizin, mızraklarınızın erişebileceği bir şeyle sizi muhakkak imtihan edecektir. Bun­dan sonra kim aşırı giderse onun için pek acıklı bir azap vardır.

95- Ey iman edenler! Siz ihramda iken avı öldürmeyin. İçinizden kim onu bi­lerek öldürürse cezası aranızdan adil iki kimsenin hükmü ile öldürdüğü hayvanın benzeri Kabe'ye götürülecek bir hayvan kurban etmektir. Yahut ke­fareti fakirler doyurmaktır veya bu­nun dengi oruç tutmaktır. Ta ki bu su­retle o ettiğinin vebalini tatmış olsun. Allah geçmişi bağışladı; fakat kim bir daha böyle yaparsa, Allah ondan inti­kamını alır. Allah mutlak galiptir, inti­kam sahibidir.

96- Sizin için deniz avı ve onu yemek size de yolcuya da fayda olmak üzere helâl kılındı. İhramda bulunduğunuz müddetçe ise kara avı üzerinize haram kılındı. Sonunda huzuruna varacağı­nız Allah'tan korkun.



Nüzul Sebebi


İbni Ebî Hatim bu ayetin nüzul sebebiyle ilgili olarak Mukatil'den şunu ri­vayet eder: Bu ayet-i kerime Yüce Allah'ın, ashab-ı kiramın ihramlı olduğu sı­rada av hayvanları ile kendilerini sınamış olduğu Hudeybiye umresi hakkında nazil olmuştur. O sırada evcil olmayan hayvanlar kendileri eşyaları arasında bulundukları sırada, yanlarına kadar sokulurdu. Bu hayvanları elleriyle yaka­layarak yahut mızraklanyla öldürerek kolaylıkla avlama imkânına sahip idi­ler. İşte Yüce Allah'ın, "Avdan ellerinizin, mızraklarınızın erişebileceği bir şey­le..." buyruğu bunu ifade etmektedir. İşte ashab-ı kiram bu av hayvanlarını ya­kalamak istediler, bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu. [15]



Açıklaması


Ey Allah'ı ve Rasulünü tasdik edenler! Allah şüphesiz sizleri pek çok av hayvanını yanınıza göndererek yahut da bir miktar av hayvanı ile -ki bu da ka­ra avıdır- mutlaka imtihan edecektir. Sizler bu av hayvanlarını ellerinizle ya­kalayabilir yahut mızraklarınızla avlayabilirsiniz. İşte bu küçüğü ve büyüğü ile av hayvanlarının hükmünü açıklamaktadır. Özellikle el ve mızrakların zik­redilmesi çoğunlukla avın bu vasıtalarla gerçekleştirilmesi sebebiyledir.

"Bir şey" buyruğunun nekre (belirtisiz) gelmesi o av hayvanının küçümse­necek basit bir şey olduğunu anlatmak içindir. Onlar bu önemsiz şeylerle sı­nandılar. Bu gibi basit şeyler karşısında sebat göstermeyen kimsenin dinin başka alanlarında zorlu mihnetler ve sıkıntılar karşısında nasıl sebat göstere­bilir? Şunu da bilmek gerekir ki, özellikle yolculuk esnasında ihtiyaç doğabilir ve ayrıca av hayvanı da lezzetli ve canın çektiği bir yemektir. Sınama, nefse hoş gelen ve kolaylıkla elde edilebilecek bir şeyin terk edilmesinin istenmesi şeklinde ortaya çıkar ve bunu yapmak nefse daha ağır gelir. Aynı şekilde bu amel takvayı da daha bir belgelendiricidir ve Allah'tan korkunun daha açık bir alâmetidir.

Aynı şekilde avlanmak, tuzak kurmak, ağ sermek ve buna benzer yollarla da yapılır. Bu tuzak ve ağlara yakalanan avlar bunların sahibine ait olur. Eğer başka bir kimse av hayvanını kovalayarak bu gibi yerlere sığınmak zorunda bı­rakırsa, bu ağ ve tuzakların sahipleri, o av hayvanında ötekine ortak olur.

Daha sonra Yüce Allah şu buyruğuyla bu imtihan ya da sınamanın sebebi­ni şöylece beyan etmektedir: "Allah kendisinden korkanları ayırd etmek için..." Yani Yüce Allah ihramlı olduğunuz halde sizleri imtihan eder ki, ezelden beri bilmiş olduğu itaat ehli kimlerdir, ona isyan edecek olanlar kimlerdir, dünya hayatında fiilen ortaya çıksınlar. Şüphesiz ki imanın sağlamlığı açık ve görülen hallerde olduğu gibi, gizli saklı hallerde de Allah'tan korkuyu ortaya çıkartır. Kısacası Yüce Allah sizlere sınayan kimsenin, sınadığı kimselere karşı davran­dığı gibi davranmayı diler; her ne kadar ezelden beri ne şekilde davranacağını­zı biliyor idiyse de. Çünkü o bununla nefislerin arınmasını, temizlenmesini ve saflaşmasını murad etmektedir.

"Bundan sonra kim aşırı giderse..." Yani av hakkında bu rahatlatıcı açıkla­malardan sonra kim Allah'ın sınırlarını aşacak olursa o kimse için ahirette ol­dukça acıklı ve çetin bir azap vardır. Çünkü böyle bir kimse Yüce Allah'ın ken­disini sınamasına aldırış etmemiştir. Zira uyarıdan sonra uyarıya aykırı hare­ket etmek bile bile hakka karşı direnmektir ve Allah'ın emirlerine aldırışsızhk etmektir.

Daha sonra Yüce Allah ihramlı halde iken kara avını haram kılarak şöyle buyurmaktadır: "Ey iman edenler! Siz ihramda iken avı öldürmeyin." Bu genel nehiy erkeği ile dişisi ile bütün Müslümanlar hakkındadır. Bundan önceki, "...sizi muhakkak imtihan edecektir" buyruğunda sözü geçen sınama işte budur.

O bakımdan ey Allah'ı, Rasulünü ve Kur'an-ı Kerim'i tasdik edenler! Siz­ler hac ya da umre için ihramlı bulunduğunuz bir sırada her ne şekilde olursa olsun kara avını öldürmeyiniz. İster doğrudan, ister işaret ederek veya göstere­rek sebep teşkil etmekle böyle bir öldürmeye kalkışmayın. İhramlı olmasanız da Mekke'nin ve Medine'nin harem bölgesinde bunu yapmayınız. Sünnet-i se-niyede de böylece varit olmuştur. Nitekim Resulullah (s.a.) ashab-ı kiramma, "İşarette bulundunuz mu, gösterdiniz mi?" diye sorunca onlar, "Hayır" dediler. Bunun üzerine Resulullah (s.a.), "O halde yiyiniz" demiştir.

Bu ayet-i kerime ihramlı olan kimsenin harem sınırları içerisinde veya dı­şında olsun kayıtsız ve şartsız olarak avlanamayacağının delilidir. Aynı şekilde ihramlı olmayan kişinin de harem sınırları içersinde avlanamayacağmı göster­mektedir.

Cumhurun görüşüne göre ihramlı olan bir kimse, avlanılmamış ve av kas­tıyla öldürülmemiş ise av hayvanının etinden yiyebilir. Çünkü Nesaî, Tirmizî ve Dârakutnî Hz. Cabir yoluyla Peygamber (s.a.)'in şöyle buyurduğunu rivayet ederler: Kendiniz avlamadığınız ve sizin için avlanmadığı sürece kara avı sizin için helâldir.

Hanefîlerin görüşüne göre de ihramda olmayan bir kimse tarafından av­landığı takdirde ihramlı bir kimsenin bütün av hayvanlarından her halükârda yemesi caizdir. İster onun için avlanılmış olsun, ister başkası için. Çünkü Yüce Allah'ın "Siz ihramda iken avı öldürmeyin" buyruğunun zahirî anlamı bunu göstermektedir. Bu emirde av hayvanının ihramlılar tarafından avlanıp öldü­rülmesi haram kılınmıştır. Başkalarının avladığı bunun kapsamında değildir. Diğer taraftan asıl adı Zeyd b. Ka’b olan el-Behzî hadisi de bunu ifade etmekte­dir. Malik ve başkalarının Resulullah (s.a.)'tan rivayeti yaralı bir yaban eşeği zebra) hakkında Hz. Ebu Bekir'e emir vererek yol arkadaşları arasında pay­laştırdığını ortaya koymaktadır. Ebu Katâde'nin Hz. Peygamberden naklettiği rivayette de şöyle denilmektedir: "Şüphesiz bu Yüce Allah'ın size verdiği bir zi--.afettir." Peygamber (s.a.) de ashab-ı kiram da kendilerine hediye edilen yaban eşeği (zebra) etinden yemişlerdir.

Yüce Allah'ın, "Ellerinizin... erişebileceği şeyle" buyruğu gereğince avdan 1-iasıt, avlanılan hayvandır. İlim adamları bunun medlulü ile neyin kastedildiği nususunda farklı görüşlere sahiptir. Hanefîlerin görüşüne göre bundan kasıt iayıtsız ve şartsız olarak ister eti yenen, ister yenmeyen olsun evcil olmayan hayvandır. Çünkü av, yenilsin yenilmesin avlanılan bütün hayvanları kapsamı­na alan genel bir isimdir. Arapça 'sayd' kelimesinin bu manaya delâleti de ga­yet açıktır. Araplar avlanırlardı ve av kelimesini de elleriyle, mızraklarıyla ya­baladıkları her bir hayvan hakkında kullanırlardı.

Şafiîler ise bunun yenen hayvanlara has olduğunu kabul ederler. Çünkü .enilmesi haram olan şey av olmaz. Bundan dolayıdır ki bunun tazminatı ge­rekmemektedir. Bu sebeple bu hayvanların av hayvanı olması da söz konusu değildir. Çünkü av denilen şey, yenilmesi helâl olan şey demektir. Zira Yüce Al-'.sh bu ayet-i kerimeden sonra şöyle buyurmuştur: "Sizin için denizde avlan­mak ve o avı yemek size de yolcuya da fayda olmak üzere helâl kılındı. İhramda :olunduğunuz müddetçe ise kara avı üzerinize haram kılındı." Fahreddin er-Razî'nin Şafiî lehine delil olarak zikrettiği budur. Hakikatte ise bu zayıf bir de-'ildir. Çünkü bu ayet-i kerime bir husus ifade etmektedir ve bu husus da şüp­hesiz ki av denilen şeyin, eti yenen av hayvanı olup olmadığı değildir. Çünkü Yüce Allah'ın "Size de... fayda olmak üzere" buyruğu, yemek suretiyle yahut da : aşka yollarla meselâ giyim veya süs eşyası olarak kullanmak gibi herhangi z :r yolla daha kapsamlı bir yararlanmayı ifade eder.

Aynı şekilde Râzî, Şafiî lehine bir başka delil daha zikretmektedir ki o da Buharî, Müslim, Nesaî ve İbni Mace tarafından Hz. Aişe yoluyla gelen meşhur hadis-i şeriftir: "Beş fasık (bozguncu) vardır ki, ihramlı bir kimse için bunları öldürmekte vebal yoktur: Karga, çaylak, akrep, fare ve saldırgan köpek." Buharî'nin lafzı böyledir. Bir diğer rivayette ise, "Saldırgan yırtıcı hayvan" denil­mektedir. Müslim'in rivayetinde ise, "Bunlar harem bölgesinde de harem dışın­daki bölgelerde de öldürülür" denilmektedir. Yine bu rivayette "ala karga" de denilmektedir. Saldırgan yırtıcı hayvan bu hususta açık bir nastır. Diğer taraf­tan bu hayvanlar fasık olmakla nitelendirilmiş ve bunların öldürülmelerinin helâl olduğu hükmü verilmiştir. Uygun niteliğin akabinde bu hükmün anılması ise, hükmün illetinin bu nitelik olduğu intibaını vermektedir. Bu da bu hay­vanların fasık olmalarının öldürülmelerinin helâl oluşunun illeti olduğunu gös­terir. Fasıkhk ise eziyet vermektir ve bu da yırtıcı hayvanlarda vardır. O ba­kımdan bu, yırtıcı hayvanların öldürülmesinin caiz olmasını gerektirir [16] An­cak bu delil şöylece münakaşa edilebilir: Bu şu görüşü ileri süren Hanefîlere karşı delil olamaz: Av yenileni de yenilmeyeni de kapsamına alan genel bir isimdir. Delilin istisna edilip dışarıda tuttuğu şeyden başka hiç bir şeyi hariç tutmak mümkün değildir. Delil, beş fasığı dışarıda tutmaktadır ve buna sebep de bu hayvanların fasıklıklarıdır; av olmaları ya da yenilmeyecek türden olma­ları değildir.

Bundan açıkça anlaşılmaktadır ki, Fahreddin er-Razî'nin Şafiî lehine Kur'an-ı Kerim'den ve hadis-i şeriften ileri sürdüğü delil bu konudaki iddia le­hine delil olabilecek evsafta değildir. Burada avın yalnızca yenilecek hayvanla­ra has bir ifade olduğunu ispat etmek, ancak delil ile olabilir. Eğer bu ispatla-nailirse bu ayet-i kerime de Şafiîlerin lehine delil olur, aksi takdirde tahsise dair delil ortaya konuluncaya kadar ayetin umum ifade ettiği açıkça ortadadır.

Yüce Allah'ın, "Siz ihramda iken avı öldürmeyin" emri karada ve denizde bütün av hayvanlarını kapsayan umumî bir lafızdır.

Fakat daha sonra Yüce Allah'ın, "İhramda bulunduğunuz müddetçe ise kara avı üzerinize haram kılındı" buyruğu gelmekte ve bu kayıtsız şartsız ola­rak deniz avını mubah kılmaktadır.

Daha sonra Yüce Allah kasten öldürme halinde ihramlı iken avlanmanın cezasını şöylece beyan etmektedir: "İçinizden kim onu bilerek öldürürse" yani aranızdan her kim ihramlı iken bilerek, kasten av hayvanlarından herhangi bi­risini öldürecek olursa, öldürdüğü hayvana eğer varsa şekil ve görünüş itiba­riyle benzeyen davarlardan birisini ceza olarak kurban eder. Eğer onun benzeri bulunmayacak olur ise kıymetini ödemek gerekir.

Devekuşunun benzeri büyük baş hayvan (dişi deve), yabani eşeğin (zebra) benzeri inek, ceylanın benzeri koyun olabilir. Kuşlarda ise -Mekke güvercinleri dışında- kıymetleri ödenir. Çünkü Mekke güvercinine karşı koyun kurban edi­lir, bu hususta selefe uyulur. Darakutnî'nin Cabir'den rivayetine göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "İhramlı bir kimse sırtlan avlarsa bir koç, ceylan avlarsa bir koyun, tavşan avlarsa (bir yaşını bitirmemiş) dişi oğlak, kös­tebek avlarsa dört aylık bir kuzu (kurban etmesi) gerekir."

Dikkat edilecek olursa ayet-i kerimenin zahiri kasten öldürme halinde ce­zayı dile getirmektedir. Şu kadar var ki İmam Ahmed'in dışında cumhur, kişi av hayvanını ister kasten, ister hata yoluyla öldürsün, ister ihramda olduğunu bilerek, ister unutarak öldürmüş olsun cezanın söz konusu olduğu görüşünde­dirler. Bu konuda onlar, sabit olan nebevi sünnet gereğince amel ederler. Kur'an'da kasten öldürmenin özellikle zikredilmesi ise tekrar bu işi yaptığı takdirde yine cezanın söz konusu olacağını belirtmek içindir. Çünkü böyle bir cezayı gerektiren, onun av hayvanını hata yoluyla öldürmesi değil, kasten öl-dürmesidir. İmam Ahmed'den gelen bir rivayete göre o hatayla ve unutarak av hayvanını öldürenin herhangi bir ceza ödemeyeceği görüşündedir. Çünkü Yüce Allah özellikle burada kasten öldürmeyi söz konusu ettiğine göre bu böyle ol­mayanın hükmünün farklı olduğunu gösterir.

îbni Abbas, Malik, Şafiî, Muhammed b. el-Hasen ve İmamiyyenin görüşü­ne göre "benzer" den kasıt, onu andıran hayvandır. Çünkü Yüce Allah öldürü­len av hayvanının benzerini davarlardan olmakla kayıtlamıştır. Dolayısıyla benzer hayvanın davarlardan olması kaçınılmazdır. Bu ise ancak bu hayvanla­rın öldürülen hayvanlara benzer ve onları andırması halinde söz konusudur. O takdirde öldürülen hayvanın kıymetini ödemek gerekmez. Çünkü kıymet, da­var türünden değildir. Ömer, Ali, İbni Mes'ud ve onların dışındaki ashab-ı kira­mın görüşüne göre, devekuşuna karşılık bir büyükbaş hayvan (dişi deve), yaba­ni eşek (zebra) karşılığında bir inek ceza olarak kurban edilir... Ve bunun gibi.

Ebu Hanife ve Ebu Yusufun görüşüne göre yerine getirilmesi gereken ce­za, bir av hayvanı olmak itibariyle öldürülen avın kıymetidir. Kıymet ise avla­nılan yer ve zamana göre takdir edilir. Çünkü zaman ve mekâna göre kıymette de değişiklik olur. Zira Yüce Allah mutlak olarak öldürülenin benzerini ceza olarak ödemeyi öngörmüştür. Onun benzeri ise imkânsız bir şeydir. O bakım­dan mana itibariyle onun misline geçilir. Şeriatte de benzerin mutlak olarak zikredilmesi halinde tür ya da kıymet itibariyle ona ortak olanın kastedilmiş olması alışılmış bir şeydir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onun için size kim saldırırsa siz de tıpkı onun size saldırdığı gibi karşılık verin." (Ba­kara, 2/194). Burada "gibi (benzer, misil)"den kasıt, mislî şeylerde tür itibariyle kıyemî şeylerde de kıymet itibariyle ona benzer kastedilir. Hayvan ise kıyemî şeylerdendir. O bakımdan onun ücretini ödemek gerekir. Daha uygun olanı ise türleri arasında farklılık olan şeyler hakkında "benzer" ile kastedilenin kıymet olmasıdır. Şeriat mislî şeylerden olup telef edilenlerin tazminatı hususunda şeklen benzerliği nazar-ı itibare almamıştır. Hanefîlerin görüşünü Yüce Al­lah'ın, "Sizden iki adil kimsenin hükmü ile" buyruğu desteklemektedir. Müslü­man ve adaletli iki hakeme baş vurmak ancak değerlendirme açılarının ve bil­gilerin farklı olabildiği şeyler hakkında söz konusudur. Bu da kıymettir.

Daha sonra Yüce Allah yerine getirilecek cezanın belirlenmesi hakkında, "Sizden iki adil kimsenin hükmü ile" diye buyurmaktadır. Yani cumhurun gö­rüşüne göre, benzerinden ceza olarak kesilecek davarın benzer olmaması halin­de kıymeti belirleyecek olanlar adaletli, mümin iki kişidir. Çünkü av hayvanı ile onun benzerini belirlemek için konu ile ilgili iki bilirkişinin takdirine gerek vardır. Çünkü insanların çoğu bu konuda yeterli bilgiye sahip olmayabilirler.

Ceza olarak kurban edilecek olan benzer hayvan Mekke'nin harem hudut­ları içerisinde kesilir. Çünkü Yüce Allah, "Kabe'ye götürülecek bir hayvan" diye buyurmaktadır. Yani ceza hayvanı (meselâ, bir koyun yahut bir koç) Kabe'ye ulaşacak bir hediye kurbanı olarak gönderilir ve Kabe yakınlarında kesilir, eti Harem bölgesi fakirlerine dağıtılır. İttifakla bundan kasıt ise, orada kesilip Ha­rem bölgesinin fakirlerine dağıtılmak suretiyle etin Harem'e ulaşmasıdır.

Daha sonra şeriat ruhsat tanıyarak hediye kurbanının kesilmesi, yoksul­lara yemek yedirilmesi yahut oruç tutulması arasında mükellefi muhayyer bı­rakmaktadır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Yahut kefareti fakirleri doyur­maktır veya bunun dengi oruç tutmaktır."

Yani av hayvanını öldüren, öldürdüğü av hayvanının benzeri olan davarı kurban eder yahut her bir yoksula av hayvanının kıymeti kadar (bir müd) yedi­recek şekilde bir kefaret öder veya bu yiyeceğe denk düşecek kadar oruç tutar. Kişinin bu konuda muhayyer olduğu görüşü dört mezhepçe de kabul edilmiştir. Çünkü muhayyerlik ifade eden "ev=veya, yahut" edatının zahiri bunu ifade eder. Ancak Hanefilerin görüşüne göre muhayyerlik yalnızca kıymet için söz konusudur. Hakkında hüküm verilen kişi kıymeti ödemekte muhayyer bırakı­lır. Dilerse bu kıymet ile bir hediye kurbanı satm alır ve her bir yoksula yarım­şar sâ' buğday veya birer sâ' hurma ve arpa verebilir. Ebu Hanife ile Ebu Yu-sufun görüşüne göre iki hakem, verilecek cezanın hediye kurbanı yahut yiye­cek veya oruç olarak kıymetini takdir ederler. Avı öldüren de bunlardan her­hangi birisini yapmakta muhayyer bırakılır. Muhammed b. el-Hasan ile Şafiî ise der ki: Hayır, burada muhayyerlik iki hakem hakkında söz konusudur. On­lar herhangi bir şey hakkında ne hüküm verirlerse, avı öldüren o hükme uy­mak zorundadır.

Kabe'den kasıt Haremdir. Özellikle onun anılması Kabe'yi tazim içindir. Şayet hediye kurbanını Harem bölgesi dışında kesecek olursa bu, yoksullara bir yemek yedirmek olur. Yemek yedirmek ise Harem içerisinde de, dışında da olur. Şafiî'nin görüşüne göre ise yemek yedirmek tıpkı hediye kurbanı gönder­mekte olduğu gibi Harem bölgesi içerisinde olur. Ancak ayet-i kerime bu husu­su ele almış değildir.

Yüce Allah böyle bir cezanın vacip oluşuna, "Ta ki bu suretle o, ettiğinin vebalini tatmış olsun" buyruğu ile gerekçe göstermektedir. Yani bizim av hay­vanını öldürme cezasını teşri edişimizin sebebi, ihramlı kimsenin emre uyma­yarak yaptığı işin vebalini yani fiilinin ağırlığını, işinin kötü akıbetini ve ihra­mın saygınlığını çiğnemesinin cezasını tattırmaktır.

Bununla birlikte geçmişte yapılan bu çeşit işler bağışlanmıştır. "Allah geç­mişi bağışladı." Yani cahiliye döneminde yahut da bu haram kılma hükmün­den önce ihramlı iken öldürdüğünüz av hayvanları dolayısıyla Allah sizi so­rumlu tutmayacaktır.

Fakat, "Kim bir daha böyle yaparsa Allah ondan intikamını alır." Yani bu yasaklayıcı hükümden sonra her kim ihramlı olduğu halde av hayvanını öldür­meye kalkışacak olursa şüphesiz ki emre muhalefeti ve günaha ısrarı dolayı­sıyla ahirette cezalandırılacaktır.

"Allah mutlak galiptir (Aziz'dir)." Yani Allah emrini yerine getirir, kimse Ona karşı koyamaz, isyankâr kimseler Ona karşı gelemezler. "İntikam sahibi­dir" yani yasaklanışından sonra günah işleyeni cezalandırır.

Cumhur tekrar aynı günahı işleyene kefareti farz görmektedir. Onlara gö­re öldürme tekrarlandıkça ceza da tekrarlanır. Çünkü onun ahirette göreceği azap dünyada da cezayı yerine getirmesinin vacip oluşuna mani değildir.

Ayet-i kerime, dünyevî cezanın eğer günah tekrarlanmayacak olursa, ahi-retteki cezayı engelleyeceğini göstermektedir. Fakat bu suç tekrarlanacak olur­sa, bu sefer günahkâr dünyevî ceza olan kefaret ile uhrevî ceza olan cehennem ateşini birlikte hak kazanır.

Deniz avı ise helâldir. "Sizin için deniz avı ve onu yemek... helâl kılındı." Yani denizde avlanmak ve denizin kıyıya attığı şeyleri yemek sizin için mubah­tır. İhramlı olan bir kimse, ister canlı olsun, ister ölü olsun denizden yakalanan avları yiyebilir. Bu hayvanı ister deniz kıyıya atmış olsun, ister kendiliğinden ölüp su üzerine çıkmış olsun; yahut da su geri çekildiği için karada ölü kalmış olsun. Bu hüküm Resulullah (s.a.)'m, dört Sünen sahibinin Ebu Hureyre'den rivayetine göre haber verdiği şu hadisinde dile getirilmiştir. "Onun suyu terte­mizdir, meytesi (ölüsü) de helâldir."

"Size de yolcuya da fayda olmak üzere..." yani ister yolculuk halinde olun, ister ikamet halinde olun, kendisinden yararlanabilmeniz için biz size bunları helâl kıldık. Her kim yolculuk halinde değilse, denizin taze avından yesin. Kim de yolculuk halinde ise eğer yolculuğu denizde ise taze taze yesin. Yahut kara­da yolculuk yapıyor ise konservesinden veya dondurulmuş olanından yiyebilir. Deniz avlarında bir takım faydalar vardır. Yolculukta olsun ikamet halinde ol­sun bu faydalar yiyerek de, saklayarak da olabilir ya da inci avcılığı yahut yağ­larını çıkarmak gibi yemenin dışında başka bir takım yollarla da deniz avından faydalanmak mümkündür. Bazan kemiklerinden, dişlerinden ve amber vb. ko­kusundan da faydalanmak mümkündür.

"İhramda bulunduğunuz müddetçe ise kara avı üzerinize haram kılındı." Karada avlanan evcil olmayan hayvanlar ve kuşlar karada doğan ve orada ba-nnan yaratılış aslı itibariyle evcil olmayan hayvandır. Bunlar siz ihramlı oldu-zunuz sürece bizzat da haramdır, sizin tarafınızdan avlanılmaları da haramdır. Ancak başkalarının avladığı böyle değildir. Sizden başkalarının avladıklarını > anut sizin ihramsız olduğunuz halde avladıklarınızı yemenize mani yoktur. Çünkü daha önce geçen şu hadis-i şerif bunu ifade etmektedir: "Kara avı kendi­riz avlamadığınız yahut sizin için avlanmadığı sürece size helâldir." Hanefîler konuyu daha da genişleterek ihramsız bir kimse tarafından avlandığı takdirde ıhramlının her halükârda av hayvanını yemesini caiz kabul ederler. Bu av hayvanı ister ihramlı için avlanmış olsun, ister onun için avlanmış olmasın. Onlar bu hükmü ayetin zahiri ile amel ederek vermişlerdir. Diğer taraftan Muham-med'in, Ebu Hanife'den, o İbnül-Münkedir'den, o Talha b. Ubeydullah'tan yap­tığı şu rivayete dayanırlar: "İhramlı kimsenin yediği av hayvanı hakkında tar­tışıyorduk. Resulullah (s.a.) uyuyordu. Bu sırada seslerimiz yükseldi ve Resulullah (s.a.) uyanıp şöyle buyurdu: "Ne hakkında çekişiyorsunuz?" Bizler, "ihramlı bir kimsenin yediği av eti hakkında" deyince, bize onu yememizi em­retti." Müslim de Ebu Katade'nin şöyle dediğini rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.) haccetmek üzere yola çıktı, biz de onunla birlikte yola çıktık. Aralarında Ebu Katade'nin de bulunduğu ashabından bir grubu bir kenara ayırarak, onla­ra "Benimle karşılaşacağınız vakte kadar deniz kıyısından yol alınız" dedi. De­niz kıyısında yola koyuldular. Ayrılmalarından sonra şöyle denildi: Ey Allah'ın rasulü, Ebu Katade dışında hepsi ihrama girdiler, o ihrama girmedi. Onlar bu şekilde yol alırlarken yabani bir eşek (zebra) sürüsü gördüler. Ebu Katade üzerlerine bir hamle yaptı, onlardan bir dişi eşek (zebra) öldürdü. Bineklerin­den inip etinden yediler. Daha sonra, "Biz ihramlı olduğumuz halde (av) eti ye­dik" dediler. Bu olayda şunlar da anlatılır: Sonunda Resulullah (s.a.)'tan hük­münü sordular, o da, "Peki aranızda ona bu işi yapmasını emreden yahut her­hangi bir şekilde ona işarette bulunan (görüş belirten) var mıdır?" diye sordu. "Hayır" demeleri üzerine Resulullah (s.a.), "O halde yiyebilirsiniz" dedi.

Daha sonra Yüce Allah ihramlı iken avlanma hükmüne dair açıklamaların sonunda takvayı emretmektedir. Nitekim bu gibi ifadelere baskın hükümlerin beyanı halinde de çoğunlukla rastlanılmaktadır. Yüce Allah burada da şöyle buyurmaktadır: "Sonunda huzuruna varacağınız Allah'tan korkun." Yani Yüce Allah'ın size yasaklamış bulunduğu av hayvanları, içki, kumar gibi bütün ma-siyetler hususunda Allah'tan korkun. Size emretmiş olduğu farzları ifa etmek hususunda da ona itaat etmek suretiyle O'ndan sakının. O'na kalpten bağlana­rak itaat edin. Şüphesiz sizler mahşer günü O'na arz olunacaksınız. Dönüşü­nüz ve varacağınız yer O'nun huzurudur. Sizi zorlu bir hesaba çekecektir. İs­yankârı cezalandıracak, itaat edene de mükâfat verecektir. İşte bu açıklamanın amacı böyle bir helâl ve haram kılma emri akabinde işi sıkı tutmak ve uyarıda bulunmaktır. Aynı ifade içinde kıyameti ve mahşeri hatırlatmanın amacı ise sakındırmayı ileri dereceye götürmektir. [17]



Kabe'nin Ve Haram Ayın Değeri İle Hediye Kurbanlıkların Ve Gerdanlıkların Durumu


97- Allah Kabe'yi, o Beyt-i Haram'ı, Ha­ram ayı, hediyelik kurbanı ve boyunla­rındaki gerdanlıkları insanlar için bir kıyam kılmıştır. Bu da Allah'ın gökler­de ve yerde olanları bildiğini ve Al­lah'ın her şeyi en iyi bildiğini sizin de bilmeniz içindir.



Açıklaması


Beyt-i Haramın kendisi olan Kabe'yi yüce Allah insanların din ve dünya işlerini düzene sokup bu işlerin dimdik ayakta durmasına sebep kılmıştır. Çün­kü yüce Allah Beytullah'ı insanların dönüp geldikleri ve tekrar gidip geldikleri bir yer ve bir güvenlik mekânı kılmıştır. Korkan kişi orada güvenlik bulur, ona sığınan kurtulur: "Bizim onlara emin bir Haram Belde kıldığımızı görmediler mi? Halbuki onların etrafından insanlar kapılıp götürülmektedir." (Ankebût, 29/67). Ekini bulunmayan bir vadinin Hac menasiki ile mamur kılınması saye­sinde de orada fakir ve yoksulun yiyecek ihtiyacı ve geçimi karşılanır. Böyle ol­masaydı zaten o bölgede kimse ikamet etmezdi. Allah orada yapılan duayı makbul kılmıştır. Orada işlenen iyilikler insanların ona rahmeti daha artsın diye kat kat ecir ile mükâfat görür. Nitekim insanların uzak bölgelerden gelip orada toplanması, halihazırda yapılan toplantı ve kongrelerin hiç birisinin ger­çekleştiremediği dünyevî bir çok menfaati de gerçekleştirebilmektedir. Aynı şe­kilde hac amelleri dahi bir çok menfaati gerçekleştirmektedir: "Ta ki kendileri için menfaatlere tanık olsunlar." (Hacc, 22/28). Dünyevî görüntülerden soyut­lanmak, yüce Allah'a yaklaşmak, yasaklarından sakınmak ve emrini yerine ge­tirmek üzere eli çabuk tutmak; bütün bunlardan soyutlanıp bir araya gelmek suretiyle mahşerin dehşetli hallerini hatırlamak... Bunun sonunda kalpten yü­ce Allah'a saygı ve korku duymak... Korkunun artması suretiyle dinî bir çok menfaatler elde edilir, insanlar mutluluğa ve hayra, rahat, huzur ve güvene kavuşur. Said b. Cübeyr der ki: "Her kim dünya ve ahiret için bir şey isteyerek bu Beyt'e gelirse ona nail olur."

İbni Zeyd de yüce Allah'ın bu dört hususu insanlar için bir nizam unsuru kılmış olduğunu belirtmekte ve bu ayet-i kerime hakkında şunları söylemekte­dir: Bütün insanlar arasında birilerinin ötekilerine zararını önleyecek krallar, hükümdarlar vardır. Araplar arasında ise birinin ötekine zararını önleyecek hükümdarlar yoktu. O bakımdan yüce Allah bu Beytullah'ı, onlar için, birinin ötekine verebileceği zararı önleyebilecek bir nizam unsuru haline getirdi. Ha­ram ayda da aynı şekilde yüce Allah onların biribirlerine verecekleri zararı ön­lemektedir. Gerdanlıktı kurbanlıklar da aynı şekildedir. O bakımdan bir kişi kardeşinin ya da amcasının oğlunun katili ile karşılaşacak dahi olsaydı, ona elini uzatmazdı. [18]

"Haram ayı" buyruğu Kabe'ye atfedilmiştir. Yani yüce Allah haram ayını da aynı şekilde insanlar için bir nizam kılmıştır. Yani o zaman zarfında insan­ların dünya ve ahiret ile alâkalı işleri yoluna koyulur. İnsanlar canlarına, mal­larına, geçimlerine, ticaretlerine gelebilecek zarardan yana emin olurlar. Bun­lar huzur bulur, savaş ateşi söner. Bunun yerine insanlar ibadete, hacca, akra­balık bağlarını gözetmeye ve yıl boyunca kendilerine yetecek kadar gıdalarını elde etmeye koyulurlar.

"Hediyelik kurbanı ve boyunlarındaki gerdanlıkları" da aynı şekilde Allah insanlar için bir nizam kılmıştır. Harem-i Şerife gönderilen hediye kurbanlık­ları kesilir. Boyunlarına ağaç yaprakları veya gerdanlık takılmış develer de. Bu gerdanlıkların takılma sebebi ise, insanların onlara kötü maksatla el uzatma­sını önlemektir. Bu şekilde kurbanlıklar göndermek, gönderen kimse için dini­ni doğrultacak, günahlarının affedilmesine sebep teşkil edecek, ruhunu ve ma­lını arındırıp temizleyecek bir ibadet olur, kendisi hakkında güven duymasına sebep teşkil eder. Bu kurbanlıkların etleri fakirlere dağıtılır ve böylelikle bun­lar Harem bölgesi fakirlerinin varlık elde edip ihtiyaçtan kurtulmalarına, açlık ve fakirlik musibetinin üzerlerinden defedilmesine sebep teşkil eder. Çünkü yüce Allah Beytullah'ı tazim etme duygusunu insanların kalplerine yerleştir­miştir. Oraya gitme kastıyla yola çıkan herkes bu kabilden bütün korkulardan yana emniyet altında olur.

Sözü geçen bu nizam kılma ve haccın teşrî edilmesi ile onun ibadetleri ve hacdaki menfaatlerle ortaya çıkan oldukça incelikli ilâhî tedbir, şanı yüce Al­lah'ın göklerde ve yerde bulunan halihazırdaki ve gelecekteki bütün sır ve ko­numları çok iyi bildiğinin en açık delillerindendir. Bu türlü hükümlerin teşrî edilmesi ise ancak yüce Allah'ın bildiği bir takım hikmetlere dayalıdır. Şanı yü­ce Allah gizli açık, görünür görünmez her şeyi çok iyi bilendir.

Gerçek şu ki hac mevsiminden gereği gibi faydalanacak olur ise -ruhları arındırıp temizlemek, günahları yıkamak, günahlardan kurtulmaktan öte ge­nel açıdan oldukça büyük ve pek çok menfaatleri de hiç şüphesiz gerçekleştirir.

Hac İslâm'ın direğidir. "Müminler ancak kardeştir" (Hucurât, 48/10) buyruğun­da dile getirilen bağların güçlenderilip İslâm kardeşliği şuurunu geliştirmeye bir sebeptir. Bütün Müslümanlar arasında ülke, fert ve halk olarak doğuda ol­sun batıda olsun din ruhunun ve dayanışma duygularının alevlendirilmesine sebeptir. Türlü ekonomik, sosyal, siyasal ve bilimsel alanlardaki her türlü da­yanışmayı hazırlayacak önemli bir zemindir. [19]



Yüce Allah'ın Cezasından Korkutma Ve İyi İşleri İşlemeye Teşvik


98- Bilin ki muhakkak Allah cezası çok çetin olandır ve muhakkak Allah Ra-hîm'dir Gafûr'dur.

99- Rasul'e düşen ancak tebliğdir. Allah açıkladığınızı da gizlediğinizi de bilir.

100- De ki: "Murdar ile temiz, murdarın .çokluğu hoşuna gitse bile hiç bir zaman bir olmaz." Şimdi ey akıl sahipleri, Allah'tan korkun ki kurtulsa eresiniz!



Nüzul Sebebi


100. ayet olan "De ki: Murdar ile temiz... hiç bir zaman bir olmaz." ayeti­nin nüzulü ile ilgili olarak el-Vahidî ve el-Asbahanî et-Tergîb'de Hz. Cabir'den şunu rivayet ederler: Resulullah (s.a.) şarabın haram olduğunu söz konusu edince bir bedevi Arap kalkıp şöyle dedi: Ben vaktiyle bunun ticaretini yapan bir kimse idim. Ondan bir mal biriktirmiş bulunuyorum. Eğer ben bu malı yüce Allah'a itaat uğrunda kullanacak olursam bunun bir faydası olur mu?" Resu­lullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Şüphesiz Allah helâl ve temiz olandan başkasını kabul etmez." Bunun üzerine yüce Allah, Rasulünü tasdik etmek üzere şu buy­ruğunu indirdi: "De ki: Murdar ile temiz, murdarın çokluğu hoşuna gitse de hiç bir zaman bir olmaz. Şimdi ey akıl sahipleri! Allah'tan korkunuz ki, kurtuluşa eresiniz."

Bir diğer rivayete göre de şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz Aziz ve Celil olan Allah sizlere putlara ibadet etmeyi, şarap içmeyi, neseplere dil uzatmayı haram kılmıştır. Şunu bilin ki yüce Allah şarabı içeni, sıkanı, sakisini, satıcısını, onun bedelini yemeyi haram kılmıştır." Bir bedevi Arap ayağa kalkıp O'na şöyle dedi: Ey Allah'ın rasulü, ben vaktiyle bunun ticaretini yapan bir kimse idim. Şarap satışından dolayı bir miktar mal biriktirmiş bulunuyorum. Eğer ben bunu Al­lah'a itaat yolunda kullanacak olursam bu malın bana faydası olur mu? Pey­gamber (s.a.) ona şöyle buyurdu: "Eğer sen onu aç bir kimseye yahut cihad ve­ya bir sadaka vermek gayesiyle infak edecek olursan, şunu bil ki Allah katında bir sivrisinek kanadı kadar bir kıymeti olmaz. Şüphesiz Allah temiz olandan başkasını kabul etmez." [20]



Açıklaması


Ey insanlar! Şunu biliniz ki, hiç bir şeyin kendisine gizli kalmadığı Allah, emirlerine muhalefet edip O'na şirk koşan, fasıklık edip O'na isyan eden kim­selere cezası pek şiddetli ve ağır olandır. Bununla birlikte O, kendisine itaat edenlerin günahlarını bağışlayıp affeder ve ona merhamet buyurur. İman et­meden önce işlemiş olduklarından, bilmeden yaptığı ve sonradan tevbe ederek amelini ıslah ettiği takdirde, işlediği kötülüklerden de onu sorgulamayacaktır. Bu ise şunu gerektirir: İman ancak korku ve ümit ile tamam olur. Ve şanı yüce Allah bizi boşuna yaratmamıştır. Aksine isyankârın cezalandırılması, itaat edenin sevap görmesi de kaçınılmaz bir şeydir.

Cezanın rahmetten önce anılması, yüce Allah'ın rahmet yönünün daha ağır bastığını göstermektedir. Çünkü O'nun rahmeti sahih hadiste de belirtildi­ği gibi gazabını geçmiştir. Bundan dolayı, "Ve O pek çok şeyi affeder." (Maide, 5/15) diye buyurmaktadır.

Şanı yüce Allah bu ayet-i kerimede de cezadan önce iki rahmet vasfını zik­retmiştir ki, bunlar da onun Gafur ve Rahîm olduğudur.

er-Râzî der ki: İşte bu da önemli bir inceliğe dikkat çekmektedir ki, o da şudur: Yaratıkların yoktan var edilmesi ve varlığın ortaya çıkarılması aslında rahmetten dolayıdır. Zahiren görülen o ki, nihayet de ancak rahmet üzere ola­caktır [21]

İnsanları zorlayarak hidayete ermelerini sağlamaya çalışmak, imanlı ol­maları için mecbur etmek Peygamberin görevi değildir. Onun görevi tebliğ et­mek, risaleti eda etmektir. Bundan sonrası, itaata sevap, masiyete ceza verme işi gizliyi ve gizlinin de gizlisini bilen mahlûkatm yaratıcısı Yüce Allah'a aittir. O Allah ki insanın açığa vurduğunu da nefsinin derinliklerinde gizlediklerini de bilir. Rasul tebliğ ettiğine göre gerisi insanlara kalmıştır.

Bu daha önce 97. ayet-i kerimede geçen, "...Bu da Allah'ın ... bildiğini... si­zin de bilmeniz içindi." buyruğundaki tehdidi pekiştiren oldukça ağır bir tehdit ve Allah'ın emirlerine muhalefet eden kimselere bir korkutmadır. Ayrıca müş­riklerin batıl mabutlarından duydukları korkunun yersiz olduğunun da delili­dir.

Yüce Allah, "Bilin ki muhakkak Allah, cezası pek çetin olandır ve muhak­kak Allah Gafûr'dur, Rahîm'dir" buyruğu ile masiyetten uzaklaştırıp itaati teş­vik etmenin akabinde şu buyruğu ile de bir mükellefiyeti ifade etmektedir: "Rasul'e düşen ancak tebliğdir." Bundan sonra da itaati teşvik etmekte, masi­yetten uzaklaştırmakta ve şöyle buyurmaktadır: "Allah gizlediğinizi de açıkla­dığınızı da bilir." Yine bunun akabinde bir başka türden itaate teşvik etmekte, masiyetten uzaklaştırmak üzere de şöyle buyurmaktadır: "Murdar ile temiz... hiç bir zaman bir olmaz."

Kaliteli ile âdiyi, iyi ile kötüyü eşit tutmak hikmet ve adalete uygun bir şey değildir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Yoksa biz iman edip sa-lih amel işleyenleri yeryüzünde fesat çıkartanlar gibi mi kabul edeceğiz? Yoksa biz takva sahibi olanları günahkârlar gibi mi değerlendireceğiz?" (Sâd, 38/28). Yine Aziz ve Celil olan Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: 'Yoksa kötü­lük işleyenler kendilerini iman edip salih amel işleyenler gibi kılacağımızı ve hayatları ile ölümlerinin bir olacağını mı sandılar? Hükmettikleri şey ne kadar kötüdür?" (Câsiye, 45/21)

Söyle onlara ey Peygamber! Âdi ile kaliteli, zararlı ile faydalı, bozuk ile iyi, haram ile helâl, zalim ile adaletli asla bir olmaz. Ey olayları gözleyen kim­se, kötülerin yahut fesatçıların ya da faiz, rüşvet ve hainlik gibi haram yollarla toplanan servetlerin çokluğu, buna karşılık salihlerin, iyilerin ve istikamet üzere olanların azlığı seni şaşırtmasın. Öbürlerinin çokluğu senin hoşuna git­mesin.

Ey akıl sahipleri! Allah'tan korkun, şeytanın size musallat olmasından çe­kinin. Musallat olur da sizi yanıltmış olursa, batıl ve fesat ehlinin yahut haram malın çokluğu sizi aldatmasın! Şüphesiz akıllı kimse, öğüt alan, uyanık ve kö­tülüklerden sakınan kimsedir. Allah korkusu (takva) felahın, umduğunu elde etmenin, kurtuluşun, dünya ve ahiret hayırlarını ele geçirmenin biricik yolu­dur.

Burada takva emrinin verilmesi ise daha önce geçen ve itaati teşvik eden pek çok ifade ile masiyetten çokça sakındıran buyrukların bir tekididir. [22]



Hakkında Vahiy Nazil Olmayan Şeylerle İlgili Olarak Çokça Soru Sormanın Yasaklanması


101- Ey iman edenler! Size açıklanınca üzüleceğiniz bir takım şeyleri sormayı­nız. Şayet onlar hakkında Kur'an'ın in­dirildiği esnada sorarsanız size açıkla­nır. Allah onu affetti. Allah Gafûr'dur, Rahîm'dir.

102- Sizden evvel de bir kavim onları sordu da bu yüzden onları inkâr eden­ler oldular.



Nüzul Sebebi


Bu ayet-i kerimenin birden çok nüzul sebebi vardır. Bunlardan birisine gö­re sözü geçen soru denemek ve aciz bırakmak, işi yokuşa sürmek, alay etmek, dalga geçmek içindi. Bu soruların bir kısmı da konuyu anlamak ve bir takım farzların tekrar edilmesi ile ilgili doğruyu öğrenmek içindi. Birinci kabilden olanlara örnek verecek olursak, Buharî ve Müslim'in -lafız Buharî'nin olmak üzere- Enes b. Malik'ten şu şekildeki rivayetidir: "Resulullah (s.a.) bir seferin­de bir hutbe irad etti. Adamın birisi, "Babam kim?" diye sordu. Resulullah (s.a.); "Filan" dedi. Bunun üzerine şu, "Size açıklanınca üzüleceğiniz bir takım şeyleri sormayınız" ayeti nazil oldu.

Yine rivayete göre İbni Abbas şöyle demiştir: Bir grup, Resulullah (s.a.)'a alay olsun diye "Benim babam kimdir?" diye sorar. Aynı şekilde devesi kaybo­lan adam da "Devem nerdedir?" diye sordu. Yüce Allah bunlar hakkında: "Ey iman edenler! Size açıklanınca üzüleceğiniz bir takım şeyleri sormayınız" ayet-i kerimesi -ayetin tümünü okuyup bitirinceye kadar- nazil oldu. Taberî de bunun bir benzerini Ebu Hureyre'den, yine Buharî de Enes'ten, onun Resulullah (s.a.)'tan yaptığı rivayetinde şunlar yer almaktadır: "Allah'a yemin ederim, ba­na neyin hakkında soru sorarsanız mutlaka bu yerimde durduğum sürece size buna dair haber vereceğim." Adamın birisi huzuruna kalkıp şöyle dedi: Ey Al­lah'ın rasulü! Ben nereye gireceğim?" Hz. Peygamber, "Cehenneme" dedi. Bu sefer Abdullah b. Huzâfe kalkıp şöyle dedi: Benim babam kimdir ey Allah'ın peygamberi? Hz. Peygamber "Baban Huzâfe'dir" dedi.

İkinci türden nüzul sebebine örnek de Müslim'in Ebu Hureyre'den yaptığı şu rivayettir: Resulullah (s.a.) bir hutbe irad edip şöyle dedi: Ey insanlar! Allah üzerinize haccı farz kıldı, o halde haccediniz. Adamın birisi, "Ey Allah'ın rasu­lü, her yıl mı?" diye sorunca, Resulullah (s.a.) sustu, sesini çıkarmadı. Nihayet adam üç defa aynı soruyu tekrarlayınca Resulullah (s.a.): "Şayet evet diyecek olsam, elbette ki bu sizin için böylece farz olur ve eğer bu farz olacak olursa as­la güç yetiremeyeceksiniz." Bir başka rivayette de, "Bunun üzerine yüce Allah bu ayet-i kerimeyi indirdi" denilmektedir.

Bunun bir benzeri de Ahmed, Tirmizî ve Hâkim'in Hz. Ali'den yaptıkları şu rivayettir: Yüce Allah'ın "Beytin ziyaret edilmesi Allah'ın insanlar üzerinde­ki hakkıdır." (Âl-i İmran, 3/93) ayet-i kerimesi nazil olunca, "her yıl mı ey Al­lah'ın peygamberi?" diye sordular. Bu sefer o, "Hayır" diye buyurdu ve devam etti: "Eğer evet diyecek olursam, elbette ki bu sizin için vacip olur." Bunun üze­rine yüce Allah "Size açıklanınca üzüleceğiniz bir takım şeyleri sormayınız" buyruğunu indirdi.

Diğer taraftan Taberî de onun bir benzerini Ebu Hureyre, Ebu Ümame ve İbni Abbas'tan rivayet etmektedir.

Hafız İbni Hacer der ki: Ayet-i kerimenin her iki husus hakkında nazil ol­masına bir mani yoktur. İbni Abbas'm bu hususa dair rivayeti sened bakımın­dan en sahih olanıdır. Taberî de şöyle der: Bu hususta söylenecek sözlerin en doğru olanı şöyle diyenlerin sözleridir: "Bu ayet-i kerime soru soranların Resu­lullah (s.a.)'a çokça soru sormaları üzerine nazil olmuştur. İbni Huzafe'nin ba­basının sorması, babasının kim olduğunu öğrenmek istemesi gibi.

Yine Hz. Peygamber "Şüphesiz Allah size haccı farz kıldı" deyince bir kim­senin ona "Her sene mi?" diye sorması ve buna benzer sorular bu kabildendir. [23]



Açıklaması


Ey Allah'ı ve Rasulünü tasdik edenler! Gaybî, yahut gizli ya da faydası ol­mayan yahut da dinde oldukça özel sayılacak bir takım meselelere ya da vah­yin söz konusu etmediği bir takım yükümlülüklere dair soru sorup da bu soru dolayısıyla diğer müminlerin mükellefiyetlerinin ağırlaşmasına sebep olmayın. Soracağınız bu soru mükellefiyetin ağırlaştırılmasına ve çoğalmasına sebep ol­masın. Şayet hakkında söz edilmeyen girift ve rahatsız edici ya da ağır bir ta­kım mükellefiyetlere dair Kur'an-ı Kerim'in indirildiği dönemde soru soracak olursanız Allah, rasulü vasıtasıyla size bunları açıklar. İbni Kesîr der ki: Bir takım şeyler hakkında ilk soru soran sizler olmayınız. Belki de sizin bu soru­nuz sebebiyle hükmü ağırlaştırıcı ya da sizi sıkıntıya sokucu bir takım buyruk­lar inebilir. Müslim'in Amir b. Sa'd'dan, onun da babası yoluyla rivayet ettiği hadis-i şerifte şöyle buyurulmaktadır: "Müslümanlar arasında vebali en büyük olan kişi, haram kılınmadık bir şey hakkında soru sorup da o sorusu dolayısıy­la haram kılınmasına sebep olan kişidir." Fakat Kur'an-ı Kerim o şey hakkında mücmel (kapsamlı ifadeler) hükümler indirmiş ve siz de bunların beyanına da­ir soru soracak olursanız, o takdirde bu hükümler, size onlara duyacağınız ihti­yaç dolayısıyla açıklanacaktır.

Yani haklarında soru sorulan meseleler ya haklarında soru sorulması ya­saklanmış, oldukça ağır mükellefiyetlerdir yahut da vahyin kendileri hakkında hüküm indirmiş olduğu ve sizin açıklanmasına muhtaç olduğunuz şeylerdir.

Müslim, Muğire b. Şu'be'den Resulullah (s.a.)'m şöyle buyurduğunu riva­yet eder: "Şüphesiz Allah sizlere annelere itaatsizlik etmeyi, kız çocukları diri diri gömmeyi, üzerindeki hakları yerine getirmeyip haksız taleplerde bulunmayı haram kıldı. Sizin için üç şeyi de hoş görmedi: Dedikodu, çokça soru sormak ve malı zayi etmek." Bunu Müslim de Ebu Hureyre'den bir başka lafızla rivayet etmiştir. Bir çok ilim adamı şöyle demiştir: "Çokça soru sormak"tan kasıt, fıkhî meselelere derinliğine dalmak kastıyla hakkında vahiy inmeyen hususlarda ve karşısındakini zorlamak amacıyla bir takım şaşırtıcı konulara ve yapmacık meselelere dair sorular sormaktır. Selef bundan hoşlanmaz ve böyle bir tutumu işi zora koşmak olarak görürlerdi.

Bundan anlaşıldığına göre Kur'an-ı Kerim'in açık olmayan mücmel buy­ruklarının açıklanmasıyla ilgili soru sormak mubahtır. Meselâ, Bakara süre­sindeki ayet-i kerimenin nüzulünden sonra, şarabın haram kılınması hakkında rahatlatıcı açıklamaların inmesini istemek buna örnektir. Fakat fayda verme­yen yahut haram kılınmamış bir meselenin hükmü yahut Müslümanların mükellef kılınmadığı bir meselenin hükmü hakkında yahut sormaya ihtiyaç olma­makla birlikte soru sorulduğu takdirde ona verilecek cevapta daha fazla bir külfet ve meşakkati gerektirecek buyruğun inmesine sebep olacak şeylere dair soru sormak ise haramdır.

"Allah onları affetti. Allah Gafûr'dur, Halîm'dir." Yani yüce Allah Kita-bı'nda söz konusu etmediği şeyleri bağışlamıştır. Onlar, yüce Allah'ın affettiği ve hakkında söz etmediği şeyler kapsamına girer. O halde yüce Allah bir mese­le hakkında nasıl söz etmemişse sizler de susunuz. Allah soru sormak suretiyle hata edip sonradan tevbe edenlere mağfiret edicidir, kusurlarınız yahut aşırı­lıklarınız dolayısıyla sizleri çabucak cezalandırmaz, Halîm'dir. Dârakutnî ve başkaları Ebu Salebe el-Hışnî Cursûm b. Naşir yoluyla Resulullah (s.a.)'m şöy­le buyurduğunu rivayet eder: "Şüphesiz yüce Allah bir takım farzlar kılmıştır, onları zayi etmeyiniz. Bir takım hadler belirlemiştir, onları aşmayınız. Bir ta­kım şeyleri haram kılmıştır, onları çiğnemeyiniz. Bazı şeyler hakkında da unut-maksızın fakat size rahmet olmak üzere ses çıkarmamıştır, onlar hakkında da araştırmayınız."

Daha sonra yüce Allah bir takım hususlara dair soru sorup sonra da o hu­susların hükümlerini ihmal eden salih kavimleri, geçmiş kavimlerin bazıları­nın durumlarını söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: "Sizden önce de bir kavim onları sordu da" yani hakkında soru sorulması yasak olan bu gibi şeyle­re dair sizden önceki bir kavim de istekte bulunmuş, bu istekleri yerine getiri­lip sorulan cevaplandırılmış olduğu halde buna iman etmediler, böylelikle on­lar bunu inkâr eden kâfirler oldular, yani bu sorulan sebebiyle küfre saptılar. Buyruğun anlamı şudur: Ben onlara gerekli açıklamalan yaptım, fakat onlar açıklamalardan yararlanmadılar. Çünkü onlar doğru yolu bulmak maksadıyla istekte bulunmadılar, bu maksatla soru sormadılar. Aksine alay olsun, inat ol­sun diye sordular. Buharî ve Müslim (asıl adı Abdurrahman b. Sahr olan) Ebu Hureyre yoluyla şöyle dediğini rivayet ederler: Ben Resulullah (s.a.)'ı şöyle bu­yururken dinledim: "Size neyi yasakladıysam ondan uzak durunuz. Size neyi emrettiysem gücünüz yettiği kadar onu yapınız. Şüphesiz sizden öncekileri he­lak eden, onların çokça soru sormaları ve peygamberlerine muhalefet etmeleri olmuştur."

Ahmed, Müslim, Nesaî ve İbni Mace de Ebu Hureyre yoluyla Resulullah s.a.)'ın şöyle buyurduğunu rivayet ederler: "Sizi terk ettiğim hususlarda siz de beni bırakınız. Şüphesiz sizden öncekiler çokça soru sormaları, peygamberlerine muhalefet etmeleri sebebiyle helak oldular. Ben size herhangi bir şeyi emredecek olursam ondan gücünüzün yettiği kadarını yapınız ve size herhangi bir şeyi ya­saklayacak olursam onu da bırakınız." [24]



Cahiliye Araplarının Kendilerine Haram Kıldıkları Davarlar Ve Develer


103- AUah bahire, sâibe, vasile ve hâmî diye bir şey kılmamıştır. Fakat o kâfir olanlar, Allah'a yalan söylüyor, iftira ediyorlar. Onların çoğunun da akılları ermez>

104- Onlara, "Allah'ın indirdiğine ve Rasulüne geliniz" denildiği zaman, "Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter" derler. Ya ataları hiç bir şey bilmeyen ve doğru yolda gitmeyen kimseler idiyse de mi?



Açıklaması


Şanı yüce Allah sözü geçen bu dört şeyi haram kılmayı asla teşri etmemiş­tir, yüce Allah bahîre'yi de, sâibe'yi de vasîle'yi de hâmî'yi de haram kılmış de­ğildir. Fakat cahiliye mensupları yapacaklarını yapıp bunları da Allah'ın şeri-atine nispet ederek haram kılmadığı şeyleri haram kılmakla hem yalan uydu­ruyorlar, hem Allah'a iftira ediyorlar. Onların büyük çoğunluğu da bunun Al­lah'a bir iftira olduğunu, aklı ve fikri devreden çıkarmak olduğunu, küfür, put­perestlik ve şirk olduğunu akıllarıyla kavrayamamaktadırlar. Oysa Allah küf­rü emretmez, kullarının kâfir olması onu hoşnut etmez.

Bu şeyleri ilk haram kılıp Araplara putlara tapmayı yasalaştıran kişi Hu-zaalı Amr b. Luha/dır. Bu kişi, Hz. İbrahim'in dinini değiştirip bahîraların ku­laklarını dildi. Şaibeleri ilk serbest bırakan ve hâmî denilen develerin sırtları­na yük vurmayı yasaklayan kişi de odur.

Buharı, Hz. Aişe'nin şöyle dediğini rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Ben Cehennemi gördüm, o biririni yiyip duruyordu. Amr b. Lu-hay'ı da bağırsaklarını sürükler halde gördüm. Şaibeleri ilk serbest bırakan odur." [25]

Taberî de Ebu Hureyre'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.)'ı Eksem b. el-Cevn'e şöyle derken dinledim: "Ey Eksem ben Amr b. Luhay b. Kami'a b. Hindifi ateşte bağırsaklarını sürükler halde gördüm. Senden ona ondan da sana daha çok benzeyen bir kimseyi görmedim." Eksem şöyle dedi: "Ey Allah'ın Rasulü! Ona benzemenin bana zarar vereceğinden korkarım." Re­sulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Asla! Çünkü sen müminsin, o ise kâfirdir. İsma­il'in dinini ilk değiştiren, bahîre'nin kulağını ilk dilen, şaibeleri ilk serbest bıra­kan, hamilerin sırtına yük vurulmasını ilk yasaklayan odur." [26]

Daha sonra Kur'an-ı Kerim bu uygulamaları yapan cahiliye müşrikleri ile şöylece tartışmaktadır: "Onlara Allah'ın indirdiğine ve Rasulüne geliniz, denil­diği zaman..." yani müşrikler, "Allah'ın indirmiş olduğu hükümler gereğince ve bu hükümleri tebliğ edip onların mücmellerini açıklayan Rasulünün emrince amele geliniz" denildiğinde şöyle cevap verirler: "Atalarımızı üzerinde bulduğu­muz yol bize yeter. Bu konuda onlar bizim önderlerimizdir, onlar bizim liderle-rimizdir, bizim hukukumuzu belirleyenler onlardır ve biz onların ardından gi­deriz."

Şanı yüce Allah onlara inkârî bir soru ile şunu sormaktadır: Bu onlar için yeterli midir? Ataları hiç bir şekilde yasa koymayı beceremeyen, din ve dünya ile ilgili hususlarda neyin maslahat ve hayır olduğunu kesinlikle bilemeyen kimseler olsalar da mı? O ataları putperestliğin karanlıklarında ve hurafe dolu inançların seraplarında gelişigüzel yol alıyorlar, nevalarına göre bir takım hü­kümleri yasa yapıyorlardı. Kız çocuklarını diri diri gömmek, içki içmek, yetim ve kadınlara zulmetmek, her türlü hayasızlık ve çirkinlikleri işlemek, basit se­beplerle savaş ilân etmek, kin ve düşmanlıkları alevlendirmek gibi şeyleri ya-salaştırıyorlardı.

İşte bu, aynı zamanda kör taklidi ve herhangi bir anlayış ve idrâk söz ko­nusu edilmeden miras yoluyla devralınan taassubu bir tenkittir. Nitekim yüce Allah bu gibi bir çok ayetten birisi olan şu ayet-i kerimede şöyle buyurmakta­dır: "Onlara "Allah'ın indirdiğine uyun" denildiği zaman onlar "Hayır, biz ata­larımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız" derler. Ya ataları hiç bir şeye akıl er-dirememiş ve doğruyu da bulamamış idiyseler?" (Bakara, 2/170) [27]



İyiliği Emredip Kötülüğü Yasakladıktan Sonra İşi Yüce Allah'a Havale Etmek


105- Ey müminler! Siz kendinize bakın, siz doğru yolu bulursanız o sapanlar size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah'adır. O zaman yaptıklarınızı O si­ze haber verecektir.



Nüzul Sebebi


el-Vahidî, İbni Abbas'tan şunu nakletmektedir: Resulullah (s.a.) başların­da Münzir b. Sâvî olduğu sırada Hecerlilere mektup yazarak onları İslâm'a da­vet etti. Eğer kabul etmeyecek olurlarsa cizye vermelerini söyledi. Mektup Münzir'e varınca o da bunu yanında bulunan Arap ve Hristiyanlara, Sâbiî ve Mecusilere arz edip teklif etti. Cizyeyi kabul ettiler, İslâm'a girmek istemediler. Bunun üzerine Resulullah (s.a.) ona şöyle yazdı: Biz Araplardan İslâm veya kı­lıçtan başkasını kabul etmeyiz. Kitap Ehli ile Mecusilere gelince, ben onlardan cizyeyi kabul ederim. Münzir onlara Resulullah (s.a.)'ın mektubunu okuyunca Arap olanlar İslâm'a girdi. Kitap Ehli ile Mecusiler ise cizye verdiler. Arapların münafık olanları şöyle dediler: Muhammed'in bu yaptığına hayret edilir. O yü­ce Allah'ın kendisini bütün insanlar ile İslâm'a girinceye kadar savaşmak üze­re gönderildiğini ileri sürmekte, fakat Kitap Ehli'nden başkalarından da cizye kabul etmemektedir. Bizim görüşümüze göre o, Arap müşriklerinden kabul et­mediği şeyi Hecerli müşriklerden kabul etmiştir. Bunun üzerine yüce Allah "Siz kendinize bakın, siz doğru yolu bulursanız o sapanlar size zarar veremez" yani Kitap Ehli'nden sapıtanların size zararı olmaz, buyruğunu indirdi. [28]

Bu, konu ile ilgili rivayetlerden biridir. Bundan maksadın Kitap Ehli'nden başkaları olduğu da söylenmiştir. Çünkü İmam Ahmed şöyle bir rivayet kayeletmektedir: Ebu Bekir es-Sıddîk (r.a.) (hutbe okumak üzere) ayağa kalktı, Al­lah'a hamdü senada bulunduktan sonra şöyle dedi: Ey insanlar! Sizler şu ayet-i kerimeyi okuyorsunuz, fakat ben de Resulullah (s.a.)'ı şöyle buyururken dinle­dim: "Şüphesiz insanlar münkeri görüp de onu değiştirmeyecek olurlarsa, Al­lah aradan fazla zaman geçmeden onları kuşatacak bir azap gönderir." (Ravî der ki:) Ben Ebu Bekir'i de şöyle derken dinledim: Ey insanlar! Yalandan olabil­diğince sakınınız, çünkü yalan imandan uzaktır.

Yine bu hadis-i şerifi dört Sünen sahibi ile İbni Hibban ve başkaları da pek çok yoldan ve bir çok kişiden onlar da İsmail b. Ebi Hânî'den bu senedle muttasıl ve merfu olarak rivayet etmişlerdir. Ancak onlardan kimisi İsmail b. Ebî Halid'den bu senedle, fakat Hz. Ebu Bekir'e mevkuf olarak rivayet etmiş­lerdir. Bununla birlikte Darekutnî ve başkaları da hadisin merfu olduğunu ka­bul ederler.

Diğer taraftan Tirmizî'nin Ebu Umeyye eş-ŞaTsânî'den şöyle dediğine dair rivayeti de şöyledir (bunun Kitap Ehli'nden başkası.hakkında olduğu da söy­lenmiştir): Ben Ebu Sa'lebe el-Hişnî'nin yanına varıp şöyle dedim: Şu ayet-i ke­rimeyi nasıl anlıyorsun? "Hangi ayet?" diye sordu. Ben, yüce Allah'ın, "Ey mü­minler! Siz kendinize bakın. Siz doğru yolu bulursanız o sapanlar size zarar ve­remez" buyruğunu okudum. Şöyle dedi: Allah'a yemin ederim ki, sen bu ayet hakkında bu işi bilen birisine soru sormuş bulunuyorsun. Ben bunu Resulullah (s.a.)'a sordum, şöyle buyurdu: "Hayır, siz iyiliği emredin, münkerden alıkoyun. Nihayet sen, sıkı sıkıya bağlı kalınan bir cimrilik ve kendisine tabi olunan bir heva ile tercih olunan bir dünya görüp, her görüş sahibinin kendi görüşünü be­ğendiğini görecek olursan, işte o vakit yalnız kendine bak ve avamı terk et. Si­zin arkanızdan öyle bir takım günler gelecek ki, o günlerde sabredebilen kimse bir ateş korunu avucunda tutabilen kimseye benzeyecektir. O günlerde amel edebilen bir kimseye sizin gibi amel eden elli kişinin ecri kadar ecir vardır." Bir rivayette şu fazlalık da vardır: "Ey Allah'ın rasulü, bizden elli kişinin ecri mi yoksa onlardan mı? denildi. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: Hayır, sizden elli kişinin ecri kadar." Daha sonra Tirmizî şöyle dedi: Bu hasen, garib, sahih bir hadistir. [29]



Açıklaması


Yüce Allah müminlere kendilerini düzeltmelerini, güç ve imkâriiarı nispe­tinde hayır işlemelerini emretmekte ve işini düzene koyan insanlara ister ya­kın olsun, ister uzak olsun bozuk insanların bozukluğunun zarar veremeyece­ğini bildirmektedir.

Ey Allah'ı ve Rasulünü tasdik edenler! Kendinizi masiyetlerden koruyu­nuz, ihlâslı amellerle Rabbinize yakınlaşmaya bakınız ve kendinizi cezadan kurtarmaya çalışınız. Siz doğru yolu bulup hidayete ererseniz, sizden başkala­rının sapıklığının size bir zararı olmaz. Dönüşünüz Allah'a olacaktır. O yaptık­larınızı size haber verecek ve herkese ameline göre karşılık verecektir; hayır ise hayır, şe^ ise şer.

Bu ayet-i kerimede mümkün olduğu takdirde iyiliği emretmeyi, münker-den alıkoymayı terk etmeye bir delil yoktur. Aksine ayet-i kerime şunu gerek­tirmektedir: Rabbine itaat eden bir kimse günahkâr kimsenin günahlarından dolayı sorumlu olmayacaktır. Aynı şekilde, yüce Allah'ın şu buyruklarında ol­duğu gibi kişisel sorumluluk ilkesini de vurgulamaktadır: "Herkes kazancı kar­şılığında rehin olarak alıkonulmuştur." (Müddessir, 74/38); "Hiç bir (günah) yük yüklenici bir başkasının günah yükünü yüklenmez." (En'am, 6/164) [30]



Ölüm Esnasında Vasiyette Şahitlik


106- Ey müminler! Sizden birinize ölüm gelip çattığında vasiyet vaktinde aranız­da ya içinizden adalet sahibi iki kişiyi şahit tutun yahut yeryüzünde yolculuk­ta iken ölüm size gelip çatmışsa, sizden (dininizden) olmayan diğer iki kişiyi (şa­hit tutun). Bu iki kişi hakkında şüpheye düşerseniz namazdan sonra onları alıko-yarsınız da Allah'a şöyle yemin ederler: "Akraba dahi olsa hiç bir menfaati satın almayacağız ve Allah'ın şahitliğini gizle­meyeceğiz. O takdirde muhakkak gü­nahkârlardan oluruz."

107- Eğer ikisinin aleyhinde muhakkak bir vebale hak kazanmış olduklarına muttali olunursa o vakit, yerlerine hak­sızlığa uğrayanlardan iki kişi -ki bunlar buna daha lâyıktırlar- öbürlerinin yeri­ne geçerler. Allah'a şöyle yemin ederler: "Andolsun bizim şahitliğimiz o iki kişi­nin şahitliğinden elbette daha doğrudur; biz haddi de aşmadık. Aksi takdirde mu­hakkak biz zalimlerden oluruz."

108- Bu, şahitliği yüklendikleri gibi eda etmelerine yahut yeminlerinden sonra yeminlerin geri çevirileceğinden kork­malarına daha yakındır. Allah'tan kor­kun ve dinleyin. Allah fasıklar toplulu­ğunu doğruya iletmez.



Nüzul Sebebi


Buharî, Darakutnî, Taberî ve İbnü'l-Münzir, İkrime'den o da İbni Ab-bas'tan şöyle dediğini rivayet ederler: Temim ed-Dârî ile Adiyy b. Beddâ Hristiyan iki kişi idiler. Bunlar cahiliye döneminde Mekke'ye gelir, ticaret yaparlar, orada uzun süre kalırlardı. Resulullah (s.a.) hicret ettikten sonra onlar da bu ticaret işlerini Medine'ye yönelttiler. Amr b. el-As'm azatlısı Bu-deyl es-Sehmî de ticaret maksadıyla yola çıktı ve Medine'ye geldi. Hep birlik­te Şam'a doğru ticaret maksadıyla yola koyuldular. Yolun bir bölümünde Bu-deyl rahatsızlandı. Kendi eliyle bir vasiyet yazdı, sonra da bu vasiyeti eşyası­nın arasına bırakıp iki yol arkadaşına tavsiyede bulundu. Budeyl ölünce eş­yasını açıp baktılar. Ondan bir şey (altın işlenmiş gümüş bir kap) alıp sonra malını olduğu gibi muhafaza altına aldılar. Medine'ye aile halkı yanma gel­diler, eşyasını onlara teslim ettiler. Aile halkı eşyasını açınca yazdığı vasiyeti ve eşyası arasında bulunanları gördüler. Ancak vasiyette yazdığı halde bir şeyi bulamadılar. İki yol arkadaşına bulamadıkları şeyi sordular, onlar da "Bizim onun adına muhafazaya aldıklarımız ve bize verdiği bunlardan iba­rettir" dediler.

Bu sefer mirasçıları, "İşte onun kendi eliyle yazdığı mektup" dediler. Arka­daşları, "Biz ona ait bir şeyi gizlemiş değiliz" deyince mirasçılar Resulullah (s.a.)'ın huzuruna mahkemeleşmeye gittiler. Bunun üzerine şu, "Ey müminler! Sizden birinize ölüm gelip çattığında... sizden olmayan diğer iki kişiyi (şahit tu­tun). Bu iki kişi... Allah'a şöyle yemin ederler:... yemininizi hiç bir bedele sat­mayacağız... o takdirde muhakkak günahkârlardan oluruz." ayet-i kerimesi na­zil oldu. Ve sonra Resulullah (s.a.) ikindi namazı akabinde onlara şu şekilde ye­min ettirmelerini emretti: "Kendisinden başka hiç bir ilâh bulunmayan Allah adına yemin ederiz ki, bundan bir şey gizlemiyoruz." Daha sonra iki yol arka­daşı Allah'ın dilediği kadar bir süre böylece kaldılar. Bilâhare beraberlerinde altınla süslenmiş bir gümüş kabın olduğu ortaya çıktı. Aile halkı, "İşte bu onun eşyalarındandır" deyince, ikisi de, "Doğrudur, fakat biz bunu ondan satm al­mıştık. Yemin ettiğimiz vakit de bunu söz konusu etmeyi unuttuk ve kendimizi yalancı çıkarmaktan da çekindik" dediler. Yine Resulullah (s.a.)'ın huzurunda davalaştılar, bu sefer, "Eğer o ikisinin aleyhinde muhakkak bir vebale hak ka­zanmış olduklarına muttali olunursa..." ayet-i kerimesi nazil oldu. Bu sefer Re­sulullah (s.a.), ölenin aile halkından iki kişinin, öbürlerinin gizledikleri ve sak­ladıkları şeylerin ölene ait olduğuna dair yemin etmelerini ve böylelikle o şeye hak kazanmalarını emretti.

Daha sonra Temim ed-Dârî İslâm'a girdi ve Resulullah (s.a.)'a biatta bu­lundu. Şöyle diyordu: "Allah ve Rasulü doğru söylemiştir, o kabı ben almıştım." [31]

Özetle; müfessirlerin ittifakla belirttiklerine göre bu ayet-i kerimenin nü­zul sebebi, o vakit Hristiyan iki kişi olan Temîm ed-Dârî ile Adiyy b. Beddâ ve onlarla beraber Amr b. el-As'ın hicret etmiş bir Müslüman olan azatlısı Budeyl b. Ebi Meryem ile birlikte Şam'a doğru ticarete çıkmalarıdır. [32]



Açıklaması


Ey Allah'ı ve Rasulünü tasdik edenler! Ölümü yaklaşmış, ölüm hastalığın­da bulunan bir kişi yapacağı vasiyete Müslüman erkeklerden adil iki kişiyi şa­hit tutsun. Yüce Allah'ın "sizden" kelimesinin anlamı, müminlerden; "ölüm, ge­lip çattığında" ifadesinin anlamı ise, ölüm vakti yaklaşıp da ölümün emareleri ortaya çıktığında demektir. Ya da zaruret dolayısıyla yolculuk halinde mümin olmayanlardan iki kişiyi şahit tutsun. İşte bu ifade vasiyetin ve vasiyete şahit tutanın üzerinde dikkatle durulduğunu göstermektedir. İfadede şu takdirde bir hazf vardır: Eğer siz yolculuk yaparken, ölüm musibeti size gelip çatar da siz de kanaatinizce adaletli olan iki kişiye vasiyette bulunup beraberinizde bulu­nan malı kendilerine teslim eder, sonra ölür ve bu iki kişi bıraktığınız terekeyi mirasçılarınıza götürür, mirasçılarınız o iki kişinin durumu hakkında şüpheye düşer ve hainlik ettikleri iddiasında bulunacak olurlarsa hüküm, namazdan sonra onları (şahitleri), şehadet etmek üzere alıkoymanız şeklindedir.

Şahitlik vakti ikindi namazından sonradır. Çünkü o vakitte yemin ettirme alışılmış bir işti. O vakit yargı ve davalara bakma zamanı idi. Şahitliğin namaz akabinde yapılması ise bu işin ağırlığına ve ciddiyetine dikkat çekmek ve bu noktada gerektiği gibi dikkat etmeyi ve korkmayı sağlamaktır. Çünkü Yüce Al­lah, "Namazdan sonra onları alıkoyarsınız" buyurmaktadır. Yani ikindi nama­zından sonra yemin etmek üzere onları çağırır ve teminat alırsınız. Nitekim Resulullah (s.a.) Temim ve arkadaşına bu şekilde muamele etmişti. İbni Ab-bas'tan rivayet edildiğine göre, eğer şahitler Müslüman değilseler namazdan kasıt, onların dinlerine mensup olanların ayinleridir. Taberî ise bunun Müslü­manların kıldıkları namazlardan muayyen bir namaz olduğu görüşünü tercih etmiştir. Çünkü Yüce Allah burada "namaz" kelimesinin başına eliflâm getire­rek marife yapmıştır. Bu ise Araplara göre ancak cinsi ya da aynı itibariyle bi­linen şey hakkında kullanılır. Yahudi ve Hristiyanlara gelince, onların birden çok bilinen ayinleri vardır. Böylece bununla yargı ve insanların örfüne göre bi­linen muayyen bir namaz kastedildiği anlaşılmaktadır.

Eğer şahitlerin doğru söyledikleri ve ikrarlarında doğruyu dile getirdikleri hususunda şüphe edecek olursanız şöyle diyerek yemin ederler: Biz alacağımız dünyalık karşılığında Allah adına yalan yere yemin etmeyiz. Alınacak olan be­delden kasıt, çoğu kimseye göre bedeli bulunan şeydir. Buradaki ("onu" daki) zamir Yüce Allah'ın, "yemin ederler" buyruğundan anlaşılan yemine aittir. (Meaide zamir yerine açıkça "yemininizi" denilerek zamirin manası verilmiştir). Bu durumda buyruğun anlamı şöyle olur: Bizler Allah adına yapacağımız doğ-nı ve sıhhatli bir yemini dünyevî hiç bir şeye karşılık değiştirmeyiz. İsterse le­hine yemin edeceğimiz yahut lehine şahitlik edeceğimiz kişi akrabalarımızdan olsun. Yani bizler mal için yalan yere Allah adına yemin etmeyiz. Velev ki lehi­ne yemin edeceğimiz kişi bize yakın olsun. Yani bu, kendilerinin doğrulukları ve emanetlerinde âdet edindikleri ve her zaman riayet ettikleri bir husustur. Onlar Yüce Allah'ın şu buyruğunun kapsamı içerisindedirler: "Ey iman eden­ler! Adaleti titizlikle ayakta tutanlar ve Allah için şahitlik edenler olunuz. İster­se kendinizin veya ana babalarınızın ve akrabalarınızın aleyhine olsun." (Nisa, 4/135) [33]

Şahitler emin kimseler iseler bu takdirde yemin etmeksizin tasdik edilir.

Hülâsa, şahit doğruyu söyleyeceğine, adaletle şahitlik edeceğine, yeminine karşılık alacağı herhangi bir bedeli ya da eğer şahitlik yemini ise yakın bir ak­rabasının durumunu gözetmeyeceğine dair yemin edecektir. "Allah'ın şahitliği­ni gizlemeyeceğiz..." yani yeminlerinde şunu da söyleyeceklerdir: Yüce Allah'ın farz kıldığı ve gereği gibi korunup şahitliği kabul zamanından eda vaktine ka­dar açıklanmasını farz kıldığı şahitliği gizlemeyeceğiz. Nitekim Yüce Allah şöy­le buyurmaktadır: "Ve şahitliği Allah için dosdoğru yapınız." (Talâk, 65/2). Eğer bizler böyle bir şey yapacak ve yeminimizi basit bir bedel karşılığında satacak yahut yemin ederken akrabamızı gözetecek ya da Allah adına yapmamız gere­ken şahitliği gizleyecek olursak şüphesiz bizler, mutlaka cezasını göreceğimiz çok büyük bir günah yüklenmiş, isyankâr kimseler oluruz.

"Eğer... muttali olunursa" yani onların yalan söylediklerine, yahut hainlik edip hakkı gizlediklerine ve günah kazanmalarını gerektiren bir işi yaptıkları­na dair bir takım emareler tespit edilirse, o takdirde yemin mirasçılara döndü­rülür. Bu sefer iki şahidin yerini tutacak mirasçıya yakın olan iki kişi, yani mi­ras almaya en çok hak kazananlardan iki kişi yemin eder. Eğer şer"î bir mani bulunmuyorsa bu iki kişi Allah adına şöyle yemin ederler: Andolsun bizim şa­hitliğimiz yani yeminimiz bu ikisinin yemininden daha doğru ve daha gerçek­tir. Bizler bu malı talep etmekte ve şahitler aleyhine hainlik ile hüküm veril­mesini istemekte haddi aşmış olmuyoruz. Şüphesiz bizler eğer haddi aşıp hak­sızlık edecek yahut da kendileri hainlerden olmadıkları halde onların hain ol­duklarını söyleyecek olursak, elbette ki biz zalimlerden yani yalan söyleyen ba­tıl iddiacılardan oluruz. Buna göre Yüce Allah'ın ayetteki "Bizim şahitliğimiz" ifadesi ile kastedilen yemindir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "On­lardan herhangi birisinin şahitliği Allah adına yemin ile dört defa şahitlik et­mektir." (Nûr, 24/6). Yüce Allah'ın, "Haksızlığa uğrayanlardan" buyruğundan kasıt ise aleyhlerine vasiyete hak kazanılan yahut da vasiyetin aleyhlerine ol­duğu kimseler (mirasçılar)dir. Ölene daha yakın olanlar ise ona en yakın olan iki kişi demektir.

Ayet-i kerimede yeminin en yakın mirasçılardan iki kişiye tahsis edilmesi­nin sebebi, ayetin kendisi sebebiyle nazil olduğu vakanın özelliğidir.

Bu şahitliğin yeminlerin teşriinde bulunmasının hikmeti, meselenin çözü­münde hak ve hukuka uygun biçimde bir yolun izlenmesi sonucunu doğurma-sındadır. Çünkü Yüce Allah'ın, "Bu... daha yakındır" ifadesi bunu gerektirmek­tedir. Yani öylesi şahitlerin şehadeti Allah azabından korkarak herhangi bir değişiklik ve değiştirmeye sapmadan gerçek şekliyle eda etmelerine daha bir yakındır. İşte şahitliğin ikindi namazından sonra yapılması suretiyle tağlîzinin (ağırlaştırılmasının) hikmeti de budur. Ya da yeminin mirasçılara havale edil­mesinden dolayı duyulan endişe ve korkudur. Çünkü böyle bir iş dolayısıyla in­sanlar arasında rezillik söz konusu olabilmektedir. O takdirde onların insanlar arasında yalan söyledikleri ortaya çıkar. Allah'ın azabından yahut da yeminin mirasçılara havale edilmesinden duyulacak korku doğru söylemeyi gerektirir, hainlikten uzak durmayı sağlar.

Daha sonra, Yüce Allah doğru şahitlikte bulunmayı ve sıkı tutma işini daha da ileriye götürmektedir. Bunu da insan yapısında daima kalıcı bir duygu olan Allah korkusu ile gerçekleştirmektedir: "Allah'tan korkun ve dinleyin..." Yani ye­minlerinizde Allah'ın gözetimi altında olduğunuzu bilin, onun cezasından kor­kun, çekinin. Yalan yere yemin edip bunlara karşılık mal almaktan ve size güve­nenlerin emanetlerine hainlik etmekten korkun. Bu hükümleri dikkatle düşüne­rek ve kabul ederek dinleyin. Gereğini yapın; aksi takdirde sizler fasıklardan ya­ni Allah'ın hüküm ve şeriatı dışına çıkan isyankârlardan, hidayetinden kovulan, cezasını hak eden kimselerden olursunuz. Yüce Allah ise Rabbinin emrinin dışı­na çıkarak O'na isyan eden ve şeytana itaat eden kimseleri başarıya ulaştırmaz. [34]



Kıyamet Gününde Peygamberlere Davetlerinin Sonuçlarına Dair Yöneltilen Sual


109- Allah peygamberleri toplayacağı günde "Size ne cevap verüdir diye buyuracak, onlar da "Bizim hiç bir bilgimiz yok< §üPnesiz gaybleri en iyi bilen ancak sensin" diyecekler.



Açıklaması


Ey Peygamber! Allah'ın kıyamet gününde peygamberleri toplayıp da ken­dilerine, ümmetlerine bir çeşit azar ve sitem olmak üzere söz söyleyip ümmet­lerinin kendilerine ne şekilde karşılık verdiklerini soracağı günü bir hatırla! Bu şekilde onlara ne türlü karşılık verildiğini soracaktır. Ümmetleri onlara iman ve ikrar ile mi karşılık vermişti, yoksa inkâr ve yüz çevirmek suretiyle mi? Bu, Yüce Allah'ın şu buyruklarını andırmaktadır: "Andolsun kendilerine (peygamber) gönderilenlere de mutlaka soracağız ve onlara gönderilen (peygam-ber)lere de herhalde soracağız." (A'râf, 7/6); "Rabine andolsun ki onların hepsi­ne yapmakta oldukları şeyleri elbette soracağız." (Hicr, 15/92-93). İşte bu buy­ruklarda her iki kesime de, peygamberlere de kendilerine peygamber gönderi­lenlere de soru sorulacağı belirtilmektedir.

Yüce Allah bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "Diri diri gömülen kız çocuğa, hangi günahtan dolayı öldürüldüğü sorulacağı zaman." (Tekvîr, 81/8-9). Bu ise itham altında tutulana değil de şahide soru sormaktır; bundan kasıt ise azarlamak ve yapılan fiili reddetmektir.

Soru soMna farklılığı kıyamet hallerinin farklılığına göre değişiklik göste­rir. Kimi halde Yüce Allah peygamberlere ümmetlerine karşı şahitlik etsinler diye soru sorar, kimilerinde ümmetlere soru sorar. Bazan da hasma soru soru­lacağı gibi, şahitlere de soru sorulacaktır, her iki kesime de soru sorulacak hal­ler vardır.

Yüce Allah yine onlara şunu soracaktır: Ümmetleriniz sizden sonra ne iş­lediler? Sizden sonra dininizde olmadığı halde neleri ortaya koydular? Peygam­berler Aziz ve Celil olan Rabbe şöyle cevap vereceklerdir: Biz her neyi biliyor­sak mutlaka onu sen bizden daha iyi bilirsin. Onlar bu sözlerini Yüce Allah'a olan edeblerine uygun olarak söyleyeceklerdir. Senin her şeyi kuşatan, her şeye muttali olan bilgine nispetle bizim bilgimiz yok hükmündedir. Bizim bilgimiz, senin bilgine nispetle hiç bilmemek gibidir. Çünkü sen bütün gaybleri en iyi bi­lensin. Yani kıyamet gününün dehşeti dolayısıyla onların bilemedikleri ve unuttukları her şeyi en iyi bilensin. Yüce Allah'ın ilminin, işlerin görülenini de görülmeyenini de kuşatıcı olmasından dolayı böyle diyeceklerdir.

İşte bu şekilde, bu ayet-i kerimenin tefsiri ve cevabın açıklanması ile ilgili olan iki görüşü bir arada telif etmek mümkün olur. Bunlar aşağıdaki şekilde­dir:

1- Bundan kasıt Yüce Allah'ın bilgisine nispetle kendi bildiklerini eksik ol­duğunu onlara anlatmaktır. Bu İbni Abbas'm görüşü olup daha sahih olandır. Diyecekler ki: Bizim bilgimiz yoktur. Çünkü sen onların neyi açıkladıklarını ve neyi gizlediklerini bilensin. Bizler ise ancak onların açığa vurduklarını bilebili­riz. Onun için senin onlar hakkındaki bilgin bize göre daha etkilidir, bütün de­rinliğini kuşatıcıdır.

2- O günde karşılaşacakları dehşet ve korkuları dolayısıyla ilimleri yok olacak ve cevap veremeyeceklerdir. Bu da Hasan-ı Basrî, Mücahid ve Süddî'nin görüşüdür. Rivayet edildiğine göre cehennem getirileceği vakit bir defa öfke ile nefes alacaktır. Ne kadar peygamber ve ne kadar sıddîk varsa (onlar da dahil olmak üzere) mutlaka dizleri üstüne çöküvereceklerdir. Hz. Peygamber de şöy­le buyurmuştur: "Cibril kıyamet günüyle beni o kadar korkuttu ki, sonunda ağ­ladım ve şöyle dedim: Ey Cibril! Yüce Allah benim geçmiş ve gelecek günahları­mı bağışlamadı mı? Bana şöyle dedi: Ey Muhammedi Sen o günün dehşetinden öyle şeyler göreceksin ki, mağfiret olunduğunu sana unutturacak." [35]



İsa (A.S.)'nın Mucizelerinin Hatırlatılması


110- Allah o zaman şöyle diyecek: "Ey Meryem oğlu İsa, senin ve anan üzerin­deki nimetimi hatırla! Hani ben seni Ruhu'l-Kudüs ile desteklemiştim. Be­şikte iken de, yetişkin iken de insan­larla konuşuyordun. Hani sana kitabı, hikmeti, Tevrat ve İncil'i de öğretmiş­tim. Hani benim iznimle çamurdan bir kuş suretine benzer bir şey yapar ve ona üfürüyordun da, iznimle (o çamur) bir kuş oluveriyordu. Anadan doğma körü, abrası da yine benim iznimle iyi ediyordun. Yine benim iznimle ölüleri diriltiyordun ve hani İsrailoğullarını senden çekmiştim. Kendilerine apaçık mucizelerle geldiğin zaman da içlerin­den kâfir olanlar: "Bu apaçık bir sihir­den başka bir şey değildir" demişler­di."

111- Hani havarilere "Bana ve Rasulü-me iman edin" diye vahyetmiştik, on­lar da "İman ettik, gerçekten Müslü­manlar olduğumuza sen de şahit ol," demişlerdi. .



Açıklaması


Ayet-i kerimeler, Yüce Allah'ın yalnızca kendi iradesiyle Hz. İsa'ya lütfet­tiği harikulade ve göz kamaştırıcı mucize ve nimetleri hatırlatmaktadır.

Hatırla ey İsa, seni babasız bir anneden yaratarak benim her şeyi kema­liyle kadir olduğuma kesin bir delil ve belge kılmak şeklinde sana verdiğim ni­metimi!

Ve yine hatırla, seni, zalimlerin ve cahillerin kendisine yaptıkları ahlâk­sızlık iftirasından uzak olduğuna dair bir delil kılmak suretiyle annene olan ni­metimi! Çünkü ben seni beşikte iken konuşturmuş, sen de annenin suçsuzlu­ğuna, temizliğine tanıklık etmiştin.

Ve seni Ruhu'l-Kudüs ile desteklemiştim -Sahih görüşe göre o Cebrail (a.s.)'dir- ve seni küçüklüğünde de büyüklüğünde de Allah'ın yoluna çağıran bir peygamber kılmıştım.

"Beşikte iken de yetişkin iken de insanlarla konuşuyordun." Yani küçüklü­ğünde de büyüklüğünde de insanları Allah'ın yoluna çağırıyordun. Anneni za­limlerin itham ettikleri her türlü kusur ve ithamdan temize çıkarıyordun: "Şüphesiz ben Allah'ın kuluyum, bana Kitab'ı verdi, beni peygamber kıldı, beni mübarek kıldı." (Meryem, 19/30-31).

"Hani sana kitabı ve hikmeti... öğretmişti." Yani yazı yazmayı ve kavrayışı öğretti. Kitapları okuyor, senin için onlarda bulunan din ve dünyada faydalı olacak bilgileri kavrıyordun. Hikmet, nazarî ve amelî bütün bilgileri kapsar. Ben sana ayrıca (Allah'ın kelimi Musa b. İmrân'a indirilmiş bulunan) Tevrat'ı ve İncil'i (ki bunlar benim sana vahyettiğim öğüt ve hikmetlerdir) öğretmiştim. Bunlardan sonra bu iki kitabın anılması onların şereflerine dikkat çekmek ve onları tazim etmek içindir.

Hani sen çamurdan, uçan bir kuş suretinde şekiller yapıyordun. Bu hu­susta ben sana izin vermiştim ve bunları sen iradenle yapıyordun. Sonra sen şekillendirdiğin bu suretlere üflüyordun ve bunlar benim iznim ile bir kuş olu­yordu. Bu tabiî kiYüce Allah'ın izni ve yaratması ile uçan bir kuş oluyordu. Sen Allah'ın takdir ettiğini yapıyor ve O'nun takdir ettiği şekilde üflüyordun, onu kuşa dönüştüren ise Allah'tı. Bu iş kayıtsız şartsız değildi; ancak Allah'ın ira­desiyle gerçekleşen sayılı hallerde oluyordu.

Ayrıca sen anadan doğma kör olanı (el-ekmeh'i) iyileştiriyordun. Bir çeşit deri hastalığı olan baras hastalığına yakalanmışa da şifa veriyordun, ölüleri di­riltiyordun. Bütün bunlar ise benim iznim ve emrim ile oluyordu. Sen ölüleri kabirlerinden çağırıyor, onlar da Allah'ın izni ve kudreti ile diri olarak ayağa kalkıyorlardı.

Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber ve bir elçi olduğuna dair ke­sin belge ve delilleri getirdiğin zaman onlar seni yalanlayıp sihirbaz olmakla itham edince ve seni yakalayıp asmak isteyince İsrailoğullarının sana zarar vermelerini önleyerek, onların elinden seni kurtarmış, seni kendime doğru yükseltmiş, onların kötülüklerine karşı seni ben himaye etmiştim.

Yüce Allah böylelikle Hz. İsa'ya lütfetmiş olduğu bütün nimetleri (Kur'an-ı Kerim üslûbunda) mazi (dili geçmiş) sigası ile ifadelendirdi ki, bunun vuku bu­lacağına kesin delâlet etsin.

Havarilere "Bana ve peygamberim İsa'ya iman edin" diye vahyetmiştim. Böylelikle ben sana bir takım arkadaşlar ve yardımcılar da peyda etmiştim. Onlar, "Allah'a ve Rasulüne iman ettik" dediler. Yani böyle demeleri onlara il­ham edildi, onlar da ilham edildikleri şeyi yerine getirdiler ve, "Şahit ol ki biz­ler gizlide de açıkta da Allah'a itaat eden, ona teslim olmuş kimseleriz" dediler.

Dikkat edilecek olursa vahiy kelimesi, daha önce açıklandığı üzere, ilham anlamında da kullanılabilir. Nitekim Yüce Allah "Biz Musa'nın anasına onu emzir, diye vahyettik." (Kasas, 28/20) buyurmaktadır. Bunun ilham suretinde vahiy olduğu hususunda görüş ayrılığı yoktur. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "Allah bal arısına dağlarda evler edin, diye vah-yetti." (Naiû, 16/68). [36]



İsrailogulları'na Maide'nin (Sofranın) İndirilmesi


112- Hani Havariler "Ey Meryem oğlu İsa! Rabbin gökten bize bir sofra indi­rebilir mi?" demişlerdi. O da "Eğer iman edenlerdenseniz Allah'tan kor­kun" demişti.

113- Onlar "İstiyoruz ki ondan yiyelim, kalplerimiz yatışsın, senin bize (pey­gamberlik iddian ile ilgili) hakikaten doğru söylediğini bilelim ve biz de ona şehadet edenlerden olalım" dediler.

114- Meryem oğlu İsa "Ey Allahım, ey Rabbimiz! Bize gökten bir sofra indir ki, bizden öncekiler için de bizden son­ra gelecekler için de bir bayram ve senden bir ayet olsun; bizi rızıklandır. Çünkü sen rızık verenlerin en hayırlı-sısın" dedi.

115- Allah buyurdu ki: "Şüphesiz ben onu üzerinize indiriciyim. Artık (bun­dan) sonra aranızdan kim kâfir olursa ben onu âlemlerden hiç kimseyi azap-landırmayacağım bir azapla azaplan-dırınm."



Açıklaması


Ey Muhammedi İsa'nın samimi arkadaşları olan Havarilerin ona şu sözle­ri söylediklerini hatırla: Rabbin bize gökten bir yiyecek sofrası indirmeye razı olur ve böyle bir işi yapar mı?

Bu talep Yüce Allah'ın her şeye gücü yettiğini bilen mümin Havariler ta­rafından yapılmış olmakla birlikte, güç yetirebilmenin söz konusu edilmesin­den kasıt, "O böyle bir işi yapar mı ve sen böyle bir istekte bulunacak olursan duanı kabul eder mi?" sorularına cevap almaktır. Havariler bununla Yüce Al­lah'ın her şeye kadir olduğuna tam bir inanç ve bilgi sahibi olduktan sonra, gözle görmek, müşahade etmek ve itminan verecek bilgi sahibi olmak istediler. Nitekim İbrahim (a.s.) de şöyle demişti: "Rabim bana ölüleri nasıl dirilttiğini göster." (Bakara, 2/260). Çünkü düşünme ve habere dayalı bilgi hakkında, ba-zan şüphe ve itirazlar söz konusu olabilir. Fakat gözle görülen maddî şeylere dair bilgiye bu gibi şeylerin etki etmesi söz konusu değildir. İşte bundan dolayı tıpkı Hz. İbrahim'in "Fakat kalbimin mutmain olup yatışmasını istiyorum." Bakara, 2/260) dediği gibi Havariler de "Kalplerimiz yatışsın" demişlerdi. [37]

es-Süddî der ki: Rabbin indirebilir mi, ifadesinin anlamı, eğer böyle bir is­tekte bulunacak olursan Rabbin onu sana verir mi, demektir. Bu da güç yetire-bilme kudretinin kulların itaat etmelerini sağlayıcı bir yönü olduğunu göster­mektedir. [38]

Taberî de şöyle der: Bence doğruya daha yakın olan anlam şudur: Eğer bu­nu ondan isteyecek olursan senin isteğini kabul edip sana istediğini verir mi?[39]

Kimisi de şöyle demiştir: Ayet-i kerimede, "Sen Rabbinden isteyebilir mi­sin" kıraatine göre hazf edilmiş bir ifade vardır ki takdiri şöyledir: Rabbinden isteyebilir misin? Hz. İsa onlara şu şekilde cevap verdi: İsraillilerin Musa (a.s.)'dan isteklerini andıran böyle bir istekte bulunmaktan Allah'tan korku­nuz. Eğer gerçekten iman eden kimseler iseniz yani eğer sizin mümin olma id­dianız doğru ise...

Havariler bu isteklerine dair mazeret belirterek şöyle dediler: Biz bu sof­radan yemek istiyoruz. Çünkü yemeğe ihtiyacımız var. Yüce Allah'ın kudretine senin peygamberliğinin doğruluğuna dair kalbimizin yatışmasını ve yakîn bil­gimizin de artmasını istiyoruz. Çünkü duyu ve müşahadelerle elde edilen bilgi­nin, delillere teslimiyete dayalı nazarî bilgiye göre istenene delâleti daha güç­lüdür. İşte biz, buna tanık olmayan diğer İsrailoğullarma karşı bu mucizeye de tanıklık edenlerden olmak istiyoruz; ya da Allah'ın birliğine ve kudretinin ke­maline, senin de peygamberliğine şahitlik edenlerden olmak istiyoruz. Böyle­likle bu, imana yahut imanın artmasına bir sebep teşkil etsin.

Hz. İsa da dilekte bulundu ve dileği yerine getirildi. Böylelikle bu konuda onlara karşı getirilecek delillerde bir eksiklik kalmasın, muhalefet ettikleri takdirde onlara azap gelmesine bir gerekçe olmuş olsun.

Hz. İsa şöyle dedi: Ey işlerimizin mutlak maliki ve velisi olan Rabbimiz! Üzerimize şu Havarilerin göreceği şekilde semadan bir sofra indir. Onun inece­ği gün bizim için bayram olsun. Denildiğine göre o gün pazar günü idi. O gün­den itibaren Hristiyanlar pazar gününü bayram edinmişlerdir.

Bu hem bizden öncekilere, hem bizden sonrakilere yani bizim çağdaşımız olan dindaşlarımıza da bizden sonra gelecek olanlara da bayram olsun. Ve sen­den bir ayet, yani kudretinin kemaline benim de peygamberliğimin doğruluğu­na delâlet eden nezdinden gelen bir alâmet olsun.

O sofradan da başkalarından da bedenlerimizi gıdalandıracak, besleyecek hoş ve temiz rızıklarla rızıklandır. Sen nzık verenlerin en hayırlısısın. Yani ba­ğışlayan ve nzık verenlerin hayırlısısın. Çünkü sen Ganî ve Hamîd'sin, diledi­ğine hesapsız rızık verirsin. Dikkat edilecek olursa Hz. İsa inecek sofranın fay­dasını dinî ve toplumsal fayda istemesinden sonra duasında söz konusu etmiş­tir. Halbuki Havariler bunun tam aksine sofradan yeme faydasını diğer fayda­lardan öne almışlardı.

"Allah buyurdu ki: Ben onu üzerinize şüphesiz indireceğim." Yani Yüce Allah Hz. İsa'ya bir veya bir kaç defa bu sofrayı indireceği vaadinde bulundu. Allah'ın vaadi ise gerçektir, O sözü doğrunun ta kendisidir. Nitekim bu sofra indirildi.

Fakat verilen bu söz ile birlikte, muhalif hareket edilmesi halinde ceza da söz konusu edilmektedir: "Artık (bundan) sonra aranızdan kim kâfir olursa..."

Yani bu sofranın indirilişinden sonra kim Allah'ı inkâr ederse şüphesiz ki ben onu, diğer bütün âlemlerin kâfirlerinden -onların çağdaşları arasından- hiç bir kimseye yapmayacağım oldukça ağır bir azap ile azaplandırırım. Çünkü artık bu maddî delilden sonra kâfir olan yahut Allah'ın varlığına ve kudretine delâ­let eden kesin delil ve mucizelerle alay eden kimselerin ileri sürebilecekleri hiç bir mazeretleri kalmayacaktır.

Sofrada indirilen yiyeceklere gelince: Denildiğine göre bu, ekmek ve et ya da ekmek ve balıktı. Taberî der ki: Sofrada indirilenler hakkında söylenecek doğru söz şu olabilir: Sofra üzerinde yiyecek bir şeyler vardı. Bunun balık ve ekmek olması da cennet meyvelerinden bir meyve olması da mümkündür. An­cak bunları bilmenin faydası olmadığı gibi bilmemenin de zararı yoktur. [40]

Süyutî'nin kaydettiği bir hadiste de şöyle denilmektedir: "Sofra semadan, ekmek ve et ile indirildi. Hainlik etmemeleri ve ertesi güne bir şey saklamama­ları emrolundu, fakat hainlik ettiler ve sakladılar. O bakımdan bunların hilkati maymunlara ve domuzlara dönüştürüldü." [41]



Hıristiyanların Hz. İsa Ve Annesi Hakkındaki Ulûhiyyet İddialarının Reddedilmesi


116- Allah "Ey Meryem oğlu İsa! İnsan­lara, Allah'ı bırakıp da beni ve anamı iki ilâh edinin diye sen mi söyledin?" de d içi zaman o der ki: "Seni tenzih ederim. Hiç bir şekilde hakkım olma­yan bir sözü söylemek bana yakışmaz. Şayet ben onu söylemiş isem sen onu bilmişsindir. Sen benim içimde olanı bilirsin, ama ben senin zatındakini bi­lemem. Şüphesiz ki sen gaybleri hak­kıyla bilensin.

117- Ben onlara, bana emrettiğin "Be­nim de Rabbim, sizin de Rabiniz olan Allah'a ibadet edin" sözünden başkası­nı söylemedim. Ben aralarında bulun­duğum müddetçe üzerlerinde bir şahit idim. Ne zaman ki sen beni aldın, üzer­lerinde gözetici ancak sen kaldın ve sen her şeye hakkıyla şahitsin.

118- Eğer sen onları azaplandırırsan şüphe yok ki onlar senin kullarındır ve eğer onlara mağfiret edersen, yine şüphe yok ki sen Azîz ve Hakim olan­sın."

119- Allah şöyle buyurur: "Bu gün doğ­ru söyleyenlerin doğruluklarının fay­da vereceği bir gündür. Onlar için ora­da ebedî kalıcılar olmak üzere altın­dan ırmaklar akan cennetler vardır. Allah onlardan razı oldu, onlar da on­dan hoşnut olmuşlardır. İşte bu, en bü­yük kurtuluştur."

120- Göklerin, yerin ve onlarda ne var­sa hepsinin mülkü Allah'ındır. O her şeye hakkıyla kadirdir.



Açıklaması


Bu ayet-i kerimeler bir tartışma yapmakta ve bir soruyu canlandırmakta­dır. Bunlar aynı zamanda kıyamet gününde Hristiyanlarm herkesin gözü önünde azaplandınlacaklarını ve onlara sitem edileceğini de ihtiva etmektedir. Burada hitap Resulullah (s.a.)'adır.

Ey Muhammedi Sen Yüce Allah'ın İsa'ya şöyle bir soru yönelteceği mahşer gününü hatırla! Ey İsa, insanlara beni annenle birlikte Allah'tan başka iki ilâh edinin diye sen mi söyledin? Yani böylelikle tevhidi aşarak şirke yönelmelerini sen mi söyledin? Şirk ise Allah ile birlikte bir veya daha fazla ilâh edinmektir. Kişinin Allah'a ortak koştuğu bu varlığın bağımsız bir şekilde zarar veya fayda vereceğine inanmasıyla yahut da Allah'ın bu konuda kendisine güç ve yetki verdiğine inanmasıyla ya da etki ve üstün değeri dolayısıyla Allah nezdinde bir aracılıkta bulunacağını kabul etmesi arasında hiç bir fark yoktur. Nitekim Yü­ce Allah müşriklerin davranışlarını bize şöylece nakletmektedir: "Onlar Allah'ı bırakıp kendilerine fayda da zarar da vermeyen şeylere taparlar. Bir de bunlar Allah nezdinde bizim şefaatçilerimizdir, derler..." (Yunus, 10/18); "Ondan başka veli edinenler "Biz bunlara ancak bizleri Allah'a yaklaştırsınlar diye ibadet edi­yoruz" (derler)." (Zümer, 39/3)

Ayetteki soru, onun hakkında bilgi edinmek amacıyla sorulmuş değildir. Aksine bu soru, Hz. İsa'nın ulûhiyyetini iddia edenlere bir azarlamadır. Ta ki böyle bir sorudan sonra Hz. İsa'nın böyle bir şeyi reddetmesi, onları yalanla­makta daha beliğdir ve bu daha ileri bir anlam ifade etsin, azar ve sitemi daha ağır olsun diyedir. Veya bu sorudan maksat, ona kavminin kendisinden sonra bir takım değişiklikler yaptıklarını ve kendisinin söylemediği şeyleri ona mal ettiklerini öğretmektir.

Ayet-i kerime Hristiyanlarm Hz. Meryem'i ve onun oğlunu iki ilâh edin­diklerini göstermektedir. Çünkü onlar Hz. Meryem'e ibadet ettiler, onu tas­dik ettiler. Onlar bununla da kalmayıp "Hz. Meryem bir insan doğurmuş de­ğildir, o bir ilâh doğurmuştur" dediler. İşte biribirlerinden oldukları için Mer­yem de doğurduğunun derecesine sahiptir. Kimi Hristiyan fırkaları Hz. Mer­yem'i üç üknu'ndan yani baba, oğul ve Ruhu'l-Kudüs'ten birisi olarak kabul ederler.

Hz. İsa Yüce Allah'tan öğrendiği delil ile şöylece cevap verecektir: "Seni tenzih ederim," yani sana yakışmayan şeylerden sen uzaksın ve seninle birlikte bir başka ilâhın bulunmasından münezzehsin. Böylelikle Hz. İsa, Yüce Allah'ın zatında, sıfatlarında ortaktan münezzeh ve kendisine izafe edilenden uzak ol­duğunu belirtmekte, kendisinin Allah'ın önünde boyun eğdiğini, satvetinden korktuğunu açıklamaktadır.

Daha sonra Hz. İsa, böyle bir batıl söz söylemekten uzak olduğunu belirte­rek şöyle diyecektir: Benim hiç bir şekilde söylemem mümkün olmayan bir sö­zün benden sadır olması, tarafımdan söylenmesi benim yapabileceğim bir iş de­ğildir. Daha sonra kesin reddini şu sözleriyle pekiştirecektir: Ey Allahım! Eğer ben böyle bir söz söylediysem, zaten sen benim söylediğimi bilmişsindir. Çünkü senin bilgin her şeyi kuşatıcıdır. Sen benim gizlediğimi, içimde sakladıklarımı dahi bilirsin. Halbuki ben senin kendi zatına has zati bilgilerinden sakladığın hiç bir şeyi bilemem. Sen bütün gaybleri kuşatansın. Olanı da olmakta olanı da olacağı da bilirsin.

İşte bu, Hz. İsa'nın vereceği cevaptır. O, ben böyle bir şey söyledim yahut söylemedim demiyor; aksine bunu her şeyi kuşatan Allah'ın bilgisine havale ediyor ve diyor ki: Eğer ben böyle bir şey dediysem zaten sen onu biliyorsun-dur. Bu cevap oldukça ileri derecede bir edebî halini ortaya koymakta ve Yüce Allah'ın huzurunda zilletini ve kalpten itaatle boyun eğişini ifade etmektedir.

Daha sonra Yüce Allah, Hz. İsa'nın şu sözlerini nakletmektedir: Ben onla­ra itikat ve ibadete dair hususlarda bana emrettiklerinden başka bir şey söyle­medim. Benim de sizin de Rabbiniz olan Allah'a ibadet ediniz, dedim. Benim de onlar gibi senin kullarından birisi olduğumu söyledim. Onlar arasında bulun­duğum sürece durumlarını gözetiyor, yaptıklarına tanıklık ediyor, batıl söz söy­lemelerine engel oluyor ve hak söz söylemelerini istiyordum. Fakat ne zaman ki sen beni aldın, yani beni alıp yükselttin, bu sefer onların davranışlarını, sözle­rini gözetleyen, onların yaptıklarını tespit eden sen oldun, zaten sen her şeye ta­nıksın. Benim aralarında bulunduğum döneme de tanıksın. Bu ifadeler Hz. İsa'ya ona tabi olanların fiillerini, söz ve inanışlarını tanıtmak sadedinde ola­caktır.

Müfessirlerin çoğunluğunun "Ne zaman ki sen beni vefat ettirdin (aldın)" buyruğundan kasdın, semaya yükseltme şeklindeki vefat olduğu görüşündedir­ler. Çünkü Yüce Allah "Muhakkak ben seni vefat ettireceğim ve seni kendime kaldıracağım." (Al-i İnıran, 3/55) buyurmuştur.

Hasan-ı Basri der ki: Yüce Allah'ın kitabında "vefat" tabiri üç anlamda kullanılmıştır:

Birincisi ölüm anlamına gelen vefat. Yüce Allah'ın: "Allah ölüm vaktinde ruhları vefat ettirendir." (Zümer, 39/42) buyruğunda bu anlama gelir. Yani ecel­leri dolduğu vakit.

Diğeri ise uyku vefatıdır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Geceleyin sizi vefat ettiren O'dur." (En'âm, 6/60) Yani sizi uyutan O'dur.

Bir de yükseltme, yukarı kaldırma anlamında kullanılışı. Bu konuda da Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ey İsa, muhakkak ben seni vefat ettireceğim" (Âl-i İmran, 3/55). Buradaki anlamı da budur.

Daha sonra Hz. İsa şu sözleriyle işi bütünüyle havale edecektir: Eğer sen kötülük işleyeni azaplandıracak olursan elbetteki adaletin gereğini yapmış olursun. Eğer insanlara, küfrüne rağmen mağfiret edecek olursan (buna dahi bir şey diyemem), mülk senin mülkündür, kimse sana itiraz edemez. Sen sevap vermeye de cezalandırmaya da kadir ve güçlü olansın. Mutlaka sen, hikmetin gereği ve doğru olarak karşılık verensin, Hakîm olansın.

Burada şöyle bir soru sorulabilir: Allah şirki bağışlamayacak olduğu halde, Hz. İsa'nın "Ve eğer onlara mağfiret edersen..." demesi nasıl açıklanabilir?

Cevap: Hz. İsa'nın söyleyeceği bu sözden kasdı işi bütünüyle Allah'a hava­le etmektir. O dilediğini yapar, dilediği hükmü koyar. Kimse hükmünü geri çe-viremez, kimse O'nun hükmünü sorgulayamaz. Bu cevabı Hz. İsa bütünüyle itirazı ve O'na karşı bir şey söylemeyi terk etmek için söyleyecektir.

Yüce Allah'ın, "Şüphesiz Allah kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz." buyruğuna gelince: Bu, şer'an delilin gösterdiği vakıayı ifade etmektedir. Bu­nunla birlikte ehl-i sünnetin görüşüne göre, Yüce Allah'ın kötülük işleyene mağfiret etmesi, itaat edeni de cezalandırması mutlak irade ve meşîete göre aklen mümkündür. Mutezile ise şöyle derler: Ceza Allah'ın günahkâr üzerinde­ki bir hakkıdır. Onu kaldırmakta da Allah'ın bir zararı yoktur.

Hz. İsa'nın söylediği sözler, kendisine tabi olan kimselere hiç bir şekilde şefaatte bulunma yetkisine sahip olamadığını da ihtiva etmektedir. Çünkü şe­faat, hiç bir şekilde, Allah'a ortak koşmuş olan kimsenin nail olacağı bir şey de­ğildir.

Yüce Allah bu suredeki tartışmayı şu buyruğu ile sona erdirmektedir: "Al­lah buyurur: Bu gün..." Yani şüphesiz kıyamet günü olan bu gün imanlarında, şahitliklerinde, dünyadaki sair söz ve fiillerindeki doğrulukların faydalı olacağı bir gündür.

Doğruların mükâfatı köşk ve ağaçlarının altından ırmaklar akan cennet­lerdir. Onlar orada ebediyyen kalacaklardır. Bu Allah'tan onlara bir mükâfat­tır. O onlardan öyle bir razı olacaktır ki, ebediyyen bir daha gazap etmeyecek­tir. Onlar da kendilerine verilen bu mükâfattan, sevaptan razı olacaklardır. İş­te elde edilen bu büyük mükâfat, hayrı pek büyük olan büyük bir zaferdir. Bu zafere kavuşanın makam ve mevkisinin şerefi alabildiğine yüksek olacaktır.

Daha sonra Yüce Allah, Hristiyanlann Hz. İsa'nın ilâh olduğuna dair gör­dükleri uygun bir hususu söz konusu etmekte ve göklerle yerin mülkünün ken­disinin olduğunu bildirmektedir. Bunların mülkü İsa'nın ve diğer mahlûkatın değildir. Bunlardaki her şey de yalnız Allah'ın mülküdür. Allah mutlak olarak her şeye kadirdir.. Allah'ın mülkiyetinde bulunan ve Allah'ın kadir olduğu her şey ise, Allah'ın kuludur. Her şey Allah'ın yaratmasıyla olur. Bu konuda İsa, Meryem ve başkaları arasında hiç bir fark yoktur. Kulluğun da bundan başka bir anlamı yoktur. Böylelikle her ikisinin de Allah'ın kulu olduğu sabit olmak­tadır. Çünkü mülk ve kudret yalnızca Allah'ındır, bunda hiç kimsenin O'na or­taklığı yoktur. [42]



--------------------------------------------------------------------------------

[1] Süyutî, Esbâbu'n-Nüzûl; el-Vâhidî, Esbâbu'n-Nüzûl.

[2] Taberî, VII/3.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/10-11.

[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/12-14.

[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/16-17.

[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/18-19.

[6] Taberî, VII/10.

[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/23.

[8] Taberî, VII/11.

[9] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/24-27.

[10] Taberî, VII/22.

[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/36-38.

[12] Cassâs, Ahkâmu'l-Kur'ân, 11/462.

[13] İbnü'\-Arabî,Ahkâmu'l- Kur'ân, 1/150.

[14] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/38-43.

[15] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/51.

[16] Râzî,XII/87.

[17] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/51-58.

[18] Taberî, VII/50.

[19] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/70-72.

[20] el-Vâhidî, Esbâbu'n-Nüzûl, 120; Süyûtî, Esbabu'n-Nüzûl.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/73-74.

[21] Râzî, XII/102.

[22] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/74-76.

[23] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/78-79.

[24] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/80-81.

[25] İbni Kesîr, 11/107.

[26] Taberî, VII/56; İbni Kesîr, 11/107.

[27] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/85-86.

[28] el-Vahidî, Esbâbu'n-Nüzûl, s. 21.

[29] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/90-91.

[30] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/92.

[31] Taberî, VII/75.

[32] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/95-96.

[33] Zemahşeri, 1/488.

[34] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/97-99.

[35] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/104-105.

[36] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/108-110.

[37] Kurtubî, VI/365.

[38] Râzî, XII/129.

[39] Taberî, VII/84.

[40] Taberî, VII/88.

[41] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/113-115.

[42] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/119-121.
5-Maide Suresi Meali Tefsiri Oku-2.Bölüm: Yahudi Ve Hıristiyanların Müminlerle İlişkisi Yahudilerin Düşmanlığı, Papaz Ve Rahiplerin İmanı-Hoş Ve Temiz Şeylerin Mübahlığı Rating: 4.5 Diposkan Oleh: Blogger

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder