Güncel Duyuru: Öğrencilerimizin dikkatine ! Ücretsiz TEMEL ARAPÇA SARF&NAHİV derslerimizi Eklemeye başladık 1-13.Derse kadar Tamam(Elhamdü lillah) Tıkla Ders Sayfasına Git Tags:Online Arapça Dersleri Video,İslami ilimler Video Dersleri,İlahiyat Önlisans Arapça Video Dersleri,İlahiyat Arapça Video Dersleri,İmam Hatip Arapça Dersleri Video,İlitam Arapça Video Dersleri,Tefsir Dersleri Video,Hadis Dersleri Video,Fıkıh Dersleri Video,Arapça Dershaneniz,Kur'an,Sünnet,Arapça dersleri,tefsir oku,hadis,oku,Kuran meali oku,arapça öğreniyorum,arapça dilbilgisi video,arapça nahiv video,arapça sarf dersleri video,islami sohbetler

6-En'am Suresi Meali Tefsiri Oku-2.Bölüm: 2-Hakkı Gösteren Vahiy Ve Allah'ın Şirki Önlemeye Kudreti-Putperestlerin İlahlarına Sövmenin Yasaklanması

Hakkı Gösteren Vahiy Ve Allah'ın Şirki Önlemeye Kudreti

104- Muhakkak size Rabbinizden basiretler (hakkı gösteren deliller) geldi. Eim görürse kendi lehinedir. Kim de

görmezse kendi aleyhinedir. Ben üze­rinizde bir bekçi değilim.

105- İşte biz ayetleri böylece çeşitli şe­killerde açıklarız. Ta ki onlar "Sen okumuşsun" desinler ve biz de onu bi­len kimselere apaçık bildirelim.

106- Rabbinden sana vahyolunana tabi ol. Kendisinden başka bir ilâh yoktur ve müşriklerden yüz çevir.

107- Eğer Allah düeseydi şirk koşmaz­lardı. Biz seni onların başına bir bekçi kılmadık, onların üzerine vekil de de­ğilsin.


Açıklaması


Ey İnsanlar! Size basiretler gelmiş bulunuyor. Bunlar ise Kur'an'ın ihtiva ettiği apaçık delil ve belgelerle Allah Rasulünün getirdiği sizlere karşı gerçek akideyi ispatlayan, hayatın doğru düzenini ortaya koyan, toplumun genel dü­zen yasasını (anayasasını) ahlâk ve azabın esaslarını beyan eden aklî ve naklî belgelerin tümüdür.

Her kim hakkı görür de iman ederse kendi lehinedir. Kim hakka karşı kör olur, sapıtır ve hak yoldan yüz çevirirse kendi aleyhine suç işlemiş olur. Yüce Allah'ın şu ayetlerinde olduğu gibi: "Kim hidayet bulursa kendi lehine hidayet bulur, kim de sapıtırsa mutlaka kendi aleyhine sapıtır." (Yunus, 10/108); "Kim salih bir amel işlerse kendi lehine, kim de kötülük işlerse aleyhinedir. Rabbin kullara asla zulmedici değildir." (Fussilet, 41/46).

Yüce Allah'ın, "Kim de görmezse kendi aleyhinedir" buyruğunun anlamı, vebali kendisine aittir, demektir. Yüce Allah'ın şu buyruğu da böyledir: "Gerçek şu ki asıl gözler kör olmaz, fakat asıl göğüslerdeki kalpler kör olur." (Hacc, 22/46).

"Ben üzerinizde bir bekçi değilim." Yani ben sizin üzerinizde bir koruyucu ve bir gözetici değilim. Ben sadece bir tebliğ edici, bir uyarıcıyım. Allah da dile­diğine hidayet verir, dilediğini saptırır.

"İşte biz ayetleri böylece çeşitli şekillerde açıklarız." Bu surede tevhidini açıklayıp Allah'tan başka ilâh olmadığının delillerini ayetlerde çeşitli şekiller­de açıkladığımız gibi, işte biz ayetleri bu şekilde açıklar ve her yerde geniş ge­niş beyan ederiz. Buna sebep ise cahillerin bilgisizliğidir. Bu cahillik, müşrik ve yalancıyı kâfirlerce "Sen bunu başkasından okudun, başkasından öğrendin" ve "Ey Muhammedi Sen bu dersi senden önce Kitap Ehli'nden okudun, onlar­dan öğrendin, bu Allah tarafından gelmiş bir vahiy değildir" şeklindeki iftira ve itirazlarla ortaya konmuştur.

Yani ayetlerin etraflıca açıklanması ve konuma göre farklı şekillerde tek­rar edilmesinin belli hedefleri vardır:

1- İman istidadına sahip bulunanlar hidayet bulsunlar.

2- İnkarcı ve inatçılar, "Sen bunu ancak başkasından öğrendin ve başkası sana bunu okuttu, bu senin iddia ettiğin gibi bir vahiy değildir" desinler diye Onlar Resulullah (s.a.)'m Kur*an-ı Kerim'i Arap olmayan ve Bizanslı bir demir­ci köleden öğrendiğini iddia ediyorlardı. Bu kişi Mekke'de kılıç yapımıyla uğra­şırdı. Adı Kays idi. Nitekim Yüce Allah bunu bize şöyle bildirmektedir: "Andol-sun biz onların, "Ona ancak bir insan öğretiyor," dediklerini biliyoruz. İnkâra saparak o ileri sürdüklerinin dili Arapça değildir. Bu ise apaçık Arapça bir dil­dir." (Nahl, 16/103).

3- "Biz de onu bilen kimselere apaçık bildirelim", yani hakkı bilen ve ona tabi olan, batılı bilen, ondan uzak duran bir topluluğa onu açıklayalım diye. Açıklamak (beyân), ancak Kur'an'ın muhtevası ve delil olduğu şeyler üzerinde basiretlerini kullanan idrak sahibi ilim ehline faydalı olur. Üzerinde düşünmek suretiyle Kur'an-ı Kerim'in gerçek mahiyetini ve onun delillerini açıkça onlar görüp anlayabilirler. Kur'an-ı Kerim'in ayetlerini anlayamayan bilgisizler ise ondan yararlanamazlar.

Daha sonra Yüce Allah, Rasulüne ve vahye uymak, müşriklerden de uzak durmak suretiyle tabi olan kimselere şu buyruğu ile şöyle bir emir vermekte­dir: "Rabbinden sana vahyolunana tabi ol..." Yani sen ona uy, onun iznini takip et, onun gereğince amel et. Rabbinden sana gelen vahiy tartışılmaz gerçeğin kendisidir. Çünkü ondan başka hiç bir ilâh yoktur. Müşrikleri ise affet, eziyet­lerine katlan ve onlara karşı sabırlı ol. Ta ki Allah lehine hükmünü verip onla­ra karşı sana zafer ve yardımını versin.

Şayet Allah dileseydi müşrikler ortak koşmazlardı. Fakat dileyip seçtiği şeylerde O hikmet sahibidir ve dilediğini yapma hakkına sahiptir. Yaptığından sorgulanamaz, asıl mükelleflerdir sorumlu tutulan. Onların sapıklıkta kalma-larmdaki hikmeti kendisi bilir. Eğer O dileseydi, bütün insanlara, imana isdidatlı olarak yaratmak suretiyle hidayet verirdi. Fakat O, insanları küfre isti­datlı olarak da yaratmıştır. Bunun sonucunda da amellerinde tercihte bulunma hürriyetini onlara bağışlamıştır.

"Biz seni onların başına bir bekçi kılmadık." Yani biz seni söz ve amelleri­ni belgeleyip tespit eden bir kişi kılmadığımız gibi, onların rızıklannı sağla­makla, işlerini görmekle ve meselelerinde tasarrufta bulunmakla görevli bir kimse de kılmadık.

Yani sen onların üzerinde bir zorba değilsin. Emri altındakileri kahredici kralların niteliği sende yoktur. Sen müjdeleyicisin, uyarıcısın. Onları cezalan­dıracak amellerinin karşılığını verip hesaba çekecek olan ise Allah'tır. [1]



Putperestlerin İlahlarına Sövmenin Yasaklanması


108- Allah'tan başka çağırdıklarına sövmeyiniz. Sonra onlar da Allah'a haddi aşarak ve bilgisizce söverler. İş­te böylece her ümmete amellerini hoş gösterdik. Nihayet dönüşleri yalnız Rablerinedir. O kendilerine ne yapıyor olduklarını haber verecektir.

109- Var kuvvetleriyle Allah'a şöyle ye­min ettiler: "Eğer kendilerine bir ayet gelirse andolsun ona mutlaka iman edecekler." De ki: "Ayetler ancak Al­lah'ın indindedir." O ayet geldiği za­man da ona yine iman etmeyecekleri­nin farkında değil misiniz?

110- Biz ona ilk defa iman etmedikleri gibi onların kalplerini ve yüzlerini çe­viririz ve kendilerini azgınlık içinde şaşırmış oldukları halde terk ederiz.



Nüzul Sebebi


"Allah'tan başka çağırdıklarına sövmeyiniz..." mealindeki 108. ayetin nü­zulü ile ilgili olarak Abdürrezzak şöyle demektedir: Bize Ma'mer, Katâde'den haber vererek dedi ki: Müslümanlar kâfirlerin putlarına sövüyorlardı. Kâfirler de buna karşılık Allah'a sövüyorlardı. Bunun üzerine Yüce Allah, "Allah'tan başka çağırdıklarına sövmeyiniz..." ayetini indirdi. Vâhîdî'nin Katâde'den nak­lettiği ibare ise şöyledir: Müslümanlar kâfirlerin putlarına sövüyorlardı. Bu se­fer onlar da Müslümanlara karşılık veriyorlardı. Bunun üzerine Yüce Allah, Allah'ı tanımayan cahil bir topluluğun, rablerine küfretmelerine sebep teşkil etmelerini yasakladı.

İbni Abbas, el-Vâlibî'den gelen rivayete göre şöyle demektedir: Kâfirler de­diler ki: Ey Muhammed! Ya putlarımıza sövmekten vazgeçersin ya da biz de Rabbini hicvedeceğiz. Yüce Allah Müslümanlara onların putlarına sövmelerini yasaklayarak onların da bilgisizce ve hadlerini aşarak Allah'a sövmelerini ön­lemiş oldu.

"Var kuvvetleriyle Allah'a şöyle yemin ettiler..." mealindeki 109. ayetin nü­zulü ile ilgili olarak İbni Cerir et-Taberî de Muhammed b. KaTb, el-Kurazî'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.) Kureyşlilerle konuştu, onlar da şöyle dediler: "Ey Muhammed! Sen bizlere Musa ile birlikte bir asanın bu­lunduğunu ve asayı taşa vurduğunu, İsa'nın ölüleri dirilttiğini, Semud kavmi­ne (Salih'in) dişi deveyi mucize olarak gösterdiğini söylüyorsun. Haydi sen de, seni tasdik edebilmemiz için bir takım mucizeler göster." Bunun üzerine Resu­lullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Sizlere nasıl bir mucize göstermemi arzuluyorsu­nuz?" Onlar, "Safa'yı bize altına dönüştür" deyince, Resulullah (s.a.), "Peki, bu­nu yapacak olsam beni tasdik eder misiniz?" diye sordu. Onlar, "Allah'a yemin ederiz, evet" dediler. Resulullah (s.a) kalkıp dua etmeye koyuldu. Cebrail geldi, ona şöyle dedi: "Arzu ettiğin takdirde Safa altın oluverir, fakat o takdirde tas­dik etmeyecek olurlarsa şüphesiz biz de onları (toptan imha edecek şekilde) azaplandıracağız. Arzu ediyorsan aralarında tevbe edecek olanlar tevbe etsin diye, onları bırak." Bunun üzerine Resulullah (s.a.) "Hayır, aralarından tevbe edecekler tevbe edinceye kadar onları terk ediyorum" dedi. Yüce Allah da, "Var kuvvetleriyle Allah'a şöyle yemin ettiler..." buyruğundan itibaren 115. ayetin so­nuna kadar inzal buyurdu. [2]



Açıklaması


Yüce Allah Rasulüne ve müminlere, müşriklerin ilâhlarına sövmeyi -bun­da maslahat olsa dahi- yasaklamaktadır. Çünkü onlara sövmekten, bu masla­hattan daha büyük bir mefsedet ortaya çıkabilir. O da müşriklerin müminlerin ilâhına sövmek suretiyle karşılık vermeleridir. Halbuki O, "Kendisinden başka ilâh olmayan Allah'tır." Nitekim İbni Abbas da böyle demiştir.

Ey Müslümanlar! Müşriklerin Allah'ı bırakarak dua edip tapındıkları ilâhlarına sövmeyiniz. Çünkü belki bu müşriklerin, Yüce Allah'ın kadir ve aza­metini bilmediklerinden dolayı müminleri daha bir öfkelendirmek için sövmek-te haddi aşarak, haksızlığa ve zulme saparak, Yüce Allah'a sövmelerine sebep teşkil edebilir. İşte bu şunu da göstermektedir ki, itaat yahut maslahat eğer bir masiyete veya mefsedete götürüyor ise terk olunur. Yüce Allah Musa ve Ha­run'a Firavun ile konuşmaları esnasında yumuşak olmalarını emretmiştir: "Siz ona yumuşak söz söyleyin. Olur ki öğüt alır, yahut (Allah'tan) korkar." (Tâ-Hâ, 20/44).

Yüce Allah bu topluluğa putlara sevgi beslemeyi, onların yardımına koş­mayı süslü gösterdiği gibi, her bir ümmete de küfür ve sapıklık gibi kötü emel­lerini süslü göstermiştir. Yani bu, Yüce Allah'ın yarattıkları arasındaki sünne­tidir. Onlar taklit ve bilgisizlik üzre yahut bilgileri olduğu halde ve inattan do­layı izledikleri âdet ve geleneklerini güzel görürler. Allah da böylelerini kendi halleriyle başbaşa bırakır.

Bu süslü gösterme, herhangi bir zorlama veya cebr söz konusu olmaksızın onların tercihlerinin bir neticesidir. Yoksa Allah, diğer müminlerin kalplerinde imanı ve hayrı süslü gösterdiği gibi, bunların da kalplerinde küfür ve şerri süs­lü görmeyi yarattığından dolayı böyle değildir. Aksi takdirde iman, küfür, hayır ve şer doğuştan gelen kevnî bir durum olur. Artık böyle bir durumdan sonra müşrikleri düzeltmeye yapılacak çağrı bir çeşit abes iş olur ki, Allah böylesin-den münezzehtir. Değilse, sevap, ceza, peygamberlerin gönderilmesi ve kitapla­rın indirilmesi de anlamsız bir iş olur, adaletin gereği bir şey olmaktan çıkardı.

Dünya hayatında onlar kendi halleriyle başbaşa bırakılmışlardır, ancak ölümün akabinde ve diriltilecekleri vakit rablerine ve işlerinin mutlak maliki­ne döndürüleceklerdir, başkasına değil. O da amellerinin karşılıklarını onlara verecektir; hayır ise hayır, şer ise şer. Bu ise bir uyarı ve tehdittir.

Bu müşrikler Allah'ın adıyla öyle tekit edilmiş yeminlerde bulundular ki, bundan daha güçlü yemin adeta olmaz: Andolsun ki eğer kendilerine maddî bir mucize ve kendilerinin teklif ettikleri kevnî ayetlerden harikulade bir mucize gelecek olursa, şüphesiz onun Allah tarafından geldiğini senin de Allah'ın rasu-lü olduğunu tasdik edeceklerdir. Bu, onların inatçı bir kavim olduklarına işa­rettir. Çünkü onlar bu Kur'an-ı Kerim'in mucize özellikli olduğunu hiç bir şekil­de görmüyorlardı. Onların hedefi ise ancak mucize talebinde bulunmak sure­tiyle tahakküm etmekten başka bir şey değildi.

Ey Muhammed! Doğru yolu bulmak ve bu yolun kendilerine gösterilmesi amacıyla değil de işi yokuşa sürmek, inat ve küfür maksadıyla senden mucize­ler isteyen şu kimselere de ki: Bu mucizeyi göstermek Allah'a aittir. Bunları göstermeye gücü yeten O'dur. Dilerse bu mucizeleri size gösterir, dilerse sizi halinize bırakır ve O, ancak hikmet gereği onları indirir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah'ın izniyle olmadıkça hiç bir peygamberin kendili­ğinden bir ayet (mucize) getirmesi mümkün değildir." (Mü'min, 40/78)

Daha sonra Yüce Allah, peygamberine iman etmeleri için müşriklerin tek­lif ettiklerinden bir mucizenin getirilmesini temenni eden müminlere şöyle hi­tap etmektedir: Onların iman edeceklerini nereden biliyorsunuz? Yani bu muci­zelerin onlara gösterildiğini var saysak dahi, bunlar yine de kendilerine mucize geldiğinde iman etmeyeceklerdir. Çünkü Yüce Allah ezelden beri onların iman etmeyeceklerini bilmektedir: Ben biliyorum ki, onlara bu ayetler geldiği takdir­de onlar iman etmeyeceklerdir, siz ise bilmiyorsunuz.

"Biz ona ilk defa iman etmedikleri gibi onların kalplerini çeviririz." Kalple­rini hakkı idrak etmekten, imam kavramaktan, gözlerini de O'nu görmekten çevireceğiz. Kendileriyle o hak arasına engel olacağız, onlar da onu idrak ede­meyecekler. Onlara her türlü ayet (mucize) gelecek olsa dahi yine iman etme­yeceklerdir. Nitekim ilk defa kendilerine Kur"an-ı Kerim ve daha başka, karşı koymakta acze düştükleri bir çok mucizeler geldiği vakit de kendileriyle iman arasına engel koymuştuk. Buna sebep ise onların gerçekleri idrak etmekten büsbütün yüz çevirmiş olmalarıdır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Eğer biz onlara gökten bir kapı açsak ve ondan yukarı çıksalar elbette "Şüphe­siz bizim gözlerimiz döndürüldü. Hatta biz büyülenmiş bir topluluğuz" diyecek­lerdir^ Hicr, 15/14-15).

Gerçek şu ki, KuVan-ı Kerim'de yer alan aklî ve ilmî delillerin ikna etme­diği bir kimseyi gözüyle göreceği maddî mucizelerde ikna etmeyecektir.

Aynı şekilde siz, onları azgınlıkları içerisinde bırakmayacağımızı nereden biliyorsunuz? Yani biz onları kendi hallerine bırakacağız. Tuğyandan, azgınlık etmekten yani hadlerini aşmaktan onları alıkoymayacağız. Onları işittikleri ve gördükleri ayetler hususunda, taşkınlıkları içerisinde şaşkın ve tereddüt içeri­sinde bırakacağız. Acaba bu apaçık bir gerçek midir, yoksa aldatıcı büyü mü­dür diye karar veremeyecekler. [3]



Müşriklerin İnatlaşmaları Ve İman Etmelerinin De Umulmadığı


111- Eğer biz gerçekten onlara melek indirseydik, ölüler kendileriyle konuşsaydı ve her şeyi karşılarına topla-

saydık, Allah dilemedikçe onlar yine de inanacak değillerdi. Fakat onların çoğu cahillik ediyorlar.

112- İşte böylece biz her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman yap­tık. Onlardan kimi kimine aldatmak için yaldızlı sözler fısıldarlar. Eğer Rabbin dileseydi onu yapamazlardı. Artık onları iftiraları ile başbaşa bı­rak.

113- Bir de ahirete inanmayanların kalpleri ona meyletsin, ondan hoşlan­sınlar ve yapacaklarını yapsınlar diye.



Nüzul Sebebi


İbni Abbas'tan rivayet edildiğine göre Mekke kâfirlerinden ve önderlerin­den bir grup Resulullah (s.a.)'m yanma gelip ona şöyle dediler: "Senin Allah'ın peygamberi olduğuna şahitlik etmek üzere bize melekleri göster yahut da biz­den ölmüş bir takım kimselerin dirilmesini sağla ki, onlara senin söylediklerin hak mıdır, batıl mıdır diye soralım; yahut da sen Allah'ı ve melekleri karşımıza getir, gözümüzle görelim..." dediler. Bunun üzerine ayet-i kerime nazil oldu. [4]



Açıklaması


İbni Abbas Yüce Allah'ın, "Eğer biz onlara gerçekten melekleri indirsey-dik..." buyruğu hakkında şöyle demektedir: İşte bu şekilde iman etmeyecekle­rinden söz edilen kimseler bedbaht kimselerdir. Daha sonra Yüce Allah, "Allah dilemedikçe" diye buyurmaktadır ki burada sözü edilenlerden kasıt, Yüce Al­lah'ın ezelî bilgisinde imana girecekleri malum olan mutlu kimselerdir.[5]

Ayet-i kerimenin manası şudur: Eğer bizler, çok ısrarlı bir şekilde Allah adına yemin eden ve "Andolsun kendilerine bir ayet (mucize) gelecek olsaydı mutlaka ona iman edeceklerdi" diyen bu kimselerin isteklerine olumlu karşılık vererek melekleri indirseydik ve bu melekleT kendilerine Hz. Mııhammed'in ri-saletini haber verip tasdik edecek olsalardı müşrikler yine de iman etmeyecek­lerdi. Bu hususla ilgili Yüce Allah şu ayetlerinde bilgi vermektedir: "Yahut Al­lah'ı ve melekleri karşımıza getirirsin." (İsra, 17/92); "Ve dediler ki: Allah'ın peygamberlerine verilenlerin benzerleri bize de verilmedikçe asla iman etmeyiz." (En'am, 6/124). Evet, bütün bu istekleri yerine getirilmiş olsaydı yine de onlar Resulullah (s.a.)'a ve Kur'an-ı Kerim'e iman etmeyeceklerdi.

Diğer bir ifade ile: Şayet bizler onlara melekleri indirsek ve onlar bunları gözleriyle görseler ve meleklerin Hz. Muhammed'in peygamberliğine şahitlikle­rini duysalar, hatta ölüler diriltilip onlarla konuşsalar ve "atalarınızı getirin" (Duhân, 44/36) ifadesinde geçtiği şekilde istekleri üzere melekler onlara pey­gamberlerin getirdiklerinin doğru olduğunu haber verseler, sonuç yine değiş­meyecektir. Ayrıca bizler, bütün delil ve mucizeleri toplayıp bir araya getirsek ve bunlar da, peygamberlerin getirdikleri mesajların doğruluğunu kendilerine haber verecek olsalar, yine iman etmeyeceklerdi; esasen bunlarda tasdik etmek için gerekli istidad da bulunmamaktadır. Çünkü bunlar ayet ve mucizelere dik­katle ve ibret alıcı gözle bakmıyorlar. Aksine düşmanlık ve alaycı gözüyle bak­maktadırlar. Onlar, Allah dilemedikçe iman etmezler. Yani onlar bu nitelikleri­ni sürdürdükleri ve bunun üzerinde direndikleri sürece iman etmeyeceklerdir. Ancak Allah'ın dilemesi, bu niteliklerini izale etmesi hali bundan müstesnadır. Çünkü Allah onları hidayete iletmeye de kadirdir. Fakat Yüce Allah onlara her türlü hayır yolunu açıkça gösterdikten ve Kur"an-ı Kerim'in hidayetiyle yarar­lanma imkânını verdikten sonra onları kendi halleriyle başbaşa bırakır.

O halde Yüce Allah'ın "... yine de inanacak değillerdi" buyruğundan kasıt, kendi irade ve istekleriyle imana girmeyeceklerini bildirmektir. "Allah dileme­dikçe" buyruğundan kasıt ise, ihtiyarî iman etmektir, yoksa ıztırarî (mecbur tutularak sahip olunan) iman değildir. Nitekim Razî şöyle demektedir: Çünkü müstesna olan şeyin, kendisinden istisna yapılanın cinsinden olması icap eder. Baskı sonucu ve mecburiyet altında gerçekleşen iman ise ihtiyarî (kişinin terci­hi ile) yapılan iman cinsinden değildir. [6]

Fakat iman etmenin de, küfre sapmanın da ellerinde olduğunu, diledikleri vakit iman edip dilediklerinde küfre sapacaklarını kabul eden müşriklerin ço­ğunluğu bilgisizlik göstermektedirler. Çünkü bu onların sandıkları gibi değil­dir. Ancak Yüce Allah'ın hidayet verip de bu konuda kendisine başarı ihsan et­tiği kimse iman eder ve hidayete erdirme hususunda yardımını esirgeyip sa­pıklıkta bıraktığı kimse de küfre sapar. Taberî'nin görüşüne göre ayetin anlamı budur. [7] Ayetin zahirinden anlaşılan ve tercih edilen görüş de budur.

Zemahşerî'nin görüşü ise şöyledir: Fakat Müslümanların çoğunluğu Allah dilemedikçe bunların imana gelmeyeceklerini bilmemektedirler. O bakımdan onların teklif ettikleri mucize geldiği takdirde iman edeceklerini ummaktadırlar. [8] Yani Mutezile'nin görüşüne göre müstesna ıztırarî imandır ve Yüce Al­lah'ın, "Fakat onların çoğu" ifadesindeki zamir ise Zemahşerî'nin görüşüne gö­re kâfirlere değil, Müslümanlara râcidir. Mutezile der ki: Maksat şudur: Müş­rikler istedikleri ayet ve mucizelerin ortaya çıkıp gerçekleşmesi halinde de kâ­fir kalmaya devam edeceklerini bilmemektedirler. Çünkü onların çoğu da bu­nun böyle olacağını sanıyorlardı. Ehl-i sünnet ise şöyle demektedir: Maksat şudur: Bunlar her şeyin Allah'tan geldiğini, onun kaza ve takdiri gereği ortaya çıktığını bilmemektedirler.

İbn-i Abbas der ki: Kur"an-ı Kerim ile alay edenler beş kişi idi: Mahzun oğullarından el-Velid b. Muğîre, Sehedilenlerden kasıt, Yüce Allah'ın ezelî bil­gisinde imana girecekleri malum olan mutlu kimselerdir.[9]

Ayet-i kerimenin manası şudur: Eğer bizler, çok ısrarlı bir şekilde Allah adına yemin eden Sen bize, Allah'ın rasulü olduğuna dair şahitlik etmek üzere melekleri göster, yahut bizim için ölülerimizi dirilt ki onlara senin bu söyledi­ğin hak mıdır batıl mıdır soralım. Veya sen bize karşı Allah ve melekleri getir. Yani senin bu iddia ettiğin şeylerin doğruluğuna kefil olmak üzere gelsinler. Bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu.[10]

Daha sonra Yüce Allah peygamberinin sıkıntısını hafifletmeyi, gönlünü hoş edip teselli etmeyi murad ettiğinden şunu beyan etti: Allah'ın yarattıkları hak­kındaki geçerli sünneti, cinlerden olsun insanlardan olsun, peygamberlere düş­manlık edenlerin bulunması şeklindedir. İşte Yüce Allah "İşte böylece biz her pey­gambere..." diye buna işaret etmektedir. Yani ey Muhammedi Biz sana muhale­fet eden, sana karşı inatlaşan, düşmanlık eden bir takım düşmanlar var ettiği­miz gibi, senden önceki peygamberlere de aynı şekilde düşmanlar kılmışızdır. Bu durum seni üzmesin. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Andolsun sen­den önce de bir takım peygamberler yalanlandı. Onlar yalanlanmalarına ve ezi­yet görmelerine karşı sabrettiler." (En'âm, 6/34); "Böylece biz her bir peygambere günahkârlardan bir düşman peyda ettik." (Furkân, 25/31). Varaka b. Nevfel de Allah Rasulüne -Buharî ve Müslim'in rivayet ettiğine göre- şöyle demişti: "Ger­çek şu ki, bir kimse senin getirdiğinin benzerini getirmişse mutlaka ona düş­manlık edilmiştir." Yani Yüce Allah'ın sünneti, bir takım kimselerin peygamber­lere ve onların gerçek mirasçılarına düşmanlık etmeleri şeklinde cereyan edegel-miştir. Bunlar dinî ve toplumsal hususlarda meydana gelen bozuklukları düzelt­me daveti ile ortaya çıkan kimselere de düşmanlık beslemişlerdir. İşte "hayatta kalma mücadelesi ve uygun olanın kalması" diye ifade edilen durum da budur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ama köpük atılır gider, insanlara fay­da verecek olan şeye gelince, işte bu, yeryüzünde kalır..." (Râ'd, 13/17).

Düşmanlık, ister insan şeytanlarından ister cin şeytanlarından olsun fark etmez. Mücahid, İkrime ve Hasan-ı Basrî der ki: Cinlerden de insanlardan da biribirlerine fisıldaşan şeytanlar vardır. Katâde de şöyle der: Bana ulaştığına göre, Ebu Zerr bir gün namaz kılıyordu. Resulullah (s.a.) ona şöyle buyurdu: "Ey Ebu Zerr, insan ve cin şeytanlarından Allah'a sığın." Ebu Zerr, "İnsanlar­dan da şeytan var mı?" diye sorunca Resulullah (s.a.), "evet" diye buyurdu. [11]

Bakara suresinde de şöyle buyurulmuştur: "Onlar kendi şeytanlarıyla başbaşa kaldıklarında muhakkak biz sizinle birlikteyiz" derler." (Bakara, 2/14).

Daha sonra Yüce Allah şeytanların peygamberlere düşmanlığının özelli­ğini söz konusu etmektedir ki bu da onların Allah'ın davet ve hidayetine kar­şı direnmeleridir. Yüce Allah "Onlardan kimi kimine aldatmak için yaldızlı sözler fısıldarlar..." diye buyurmaktadır. Yani kimi diğerine o süslü püslü, yaldızlı sözleri telkin eder. Bu tür sözlerden kasıt, dinleyenleri, işin iç yüzü­nü bilmeden aldatarak söyleyenlerin görüşlerine meylettiren, şeytanların teşviki ve kışkırtmasıyla masiyetlere düşüren sözlerdir. Burada geçen "fısıl­damak (vahiy )"tan kasıt ise işaret etmek ve hızlı söz söylemek demektir. Yal­dız (zuhruf) ise dış görünüşü itibariyle süslü ve aldatıcı, içi ise batıl olan de­mektir.

Şayet Rabbin bu tür aldatmaları yapmamalarını dileyecek olsaydı onlar bunu yapamazlardı. Fakat Allah onları hidayete mecbur etmeyi dilemedi. Aksi­ne O, insanların hayır veya şer yollarından herhangi birisini istek ve tercihle­riyle izlemelerini, seçmelerini dilemiştir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmak­tadır: "Ve biz ona iki yolu gösterdik." (Beled, 90/10). Mutezile'nin görüşü budur.

Ehl-i sünnet ise Yüce Allah'ın, "Eğer Rabbin dileseydi onu yapamazlardı." buyruğu hakkında şöyle demektedirler: Bütün bunlar Allah'ın kazası, kaderi, irade ve meşieti ile olup O, her bir peygambere şeytanlardan bir düşmanın bu­lunmasını dilemiştir.

O halde onları yalan ve iftiraları ile baş başa bırak. Yani onların sana kar­şı durmalarına aldırma, onlar, iftira ve yalanlarında dalıp gitsinler; aldırma onlara. Sen risaletinin gereğini yerine getirmeye, davetini yapmaya bak ve Al­lah'a dayan. Muhakkak ki Allah, sana yeter ve düşmanlarına karşı sana yar­dım eder. Senin üzerine düşen tebliğ etmektir. Onların hesabı ve cezası ise bize aittir.

Yüce Allah'ın, "Bir de ahirete inanmayanların kalpleri ona meyletsin..." buyruğu önceki ifadelerden anlaşılan takdiri bir fiile atfedilmiştir. Bunun tak­diri ise şöyledir: Bu şeytanların kimisi kimisine allı pullu, yaldızlı veya süslen­miş sözleri peygamberlere uyan müminleri kandırmak ve ahirete iman etme­yen kâfir ve fasıkların kalplerinin Hz. Muhammed'in tebliğine meylini engelle­mek için telkin ederler. Çünkü onların nevalarına uygun düşen odur. İşlerin akıbeti üzerinde durup düşünen uyanık müminler ise, onların batıl sözlerine kanmazlar. Onların allı pullu sözleri kendilerini aldatmaz. "Ondan hoşlansın­lar" buyruğundaki zamir ile "Onu yapamazlardı" buyruğundaki zamir, sözü geçen peygamberlere düşmanlık ile şeytanlara racidir.

"Ondan hoşlansınlar ve yapacaklarını yapsınlar diye" buyruğu ise, kendi­leri için hoşlanıp ondan memnun olsunlar, buna bağlı olarak masiyet ve günah­ları -buna aldandıklan ve bundan hoşlandıkları için- kazansınlar, anlamında­dır. [12]



Kur'an-I Kerim Peygamber (S.A.)İn Risaletinin Doğruluğuna Delildir


114- "Allah'tan başka bir hakem mi arayacak mışım?" Halbuki size Kitab'ı açık açık indirmiş olan O'dur. Kendile- rine ki*aP verdiklerimiz onun Rabbi- nin katından hak ile indirilmiş olduğu- nu büirler> Öyleyse sakın şüpheye dü- şenlerden olma.

115- Rabbinin sözü doğruluk ve adalet yönünden eksiksizdir. O'nun sözlerini değiştirebilecek yoktur. O her şeyi işi- tendir, her şeyi bilendir.



Açıklaması


Yüce Allah peygamberine Allah'tan başkasına ibadet eden, Allah'a ortak koşan müşriklere şöyle demesini emretmektedir: Benim, benimle sizin aranız­da hüküm verecek birisini isteme hakkım yoktur. Çünkü Allah'ın hükmünden daha adaletli bir hüküm olamaz. O'nun sözünden daha doğru bir söz buluna­maz. Size Kur'an-ı Kerim'i, içinde her şeyin hükmü açıklanmış olarak indiren O'dur. İnanç, hukukî hükümler ve adab kabilinden her şey... Ve ben kırk yaşımı aşmış bulunuyorum. Ben şu ana kadar ilim, marifet, geçmiş ve geleceklerin ha­berleri, fesahat ve belagat yönünden ona benzer bir şeyi şu ana kadar ortaya koymuş değildim.

Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Ben bundan önce aranızda bir ömür boyu kaldım." (Yunus, 10/16). Yani sizin için Allah'tan başka hâkim mi arayacak mışım? Oysa geniş geniş açıklayan, beyan eden, bu Kitab'ı size indirmek suretiyle başka ayet ve mucizeleri istemek külfetine kat­lanmanıza ihtiyaç bırakmamıştır.

Diğer bir ifade ile, sizin benim peygamberliğimin doğruluğuna dair bir de­lil istemenizin faydası yoktur. Ortada benim peygamberliğimin doğruluğunu destekleyen gayet açık iki delil vardır. Bunlar ise mucize oluşuyla Allah'ın ke­lâmı olduğuna delâlet eden eşsiz ve en büyük bir mucize olan Kur'an-ı Kerim ile Tevrat ve İncil'in benim gerçekten Allah'ın rasulü olduğuma, Kur'an-ı Ke-rim'in de Allah tarafından gelmiş Hak kitap olduğuna delâlet eden buyrukları ihtiva etmeleridir.

Eğer bu müşrikler Kur'an-ı Kerim'in hak oluşunu inkar edip onu yalanla­yacak olurlarsa, gerçek şu ki, Kitap ehli olan Yahudi ve Hristiyanlar onun Rab-binden indirilmiş hak olduğunu bilirler. Çünkü onların ellerindeki kitaplarında daha önce geçmiş peygamberler vasıtasıyla senin geleceğine dair müjdeler va­rit olmuştur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kendilerine Kitap ver­diğimiz kimseler kendi öz çocuklarını tanıdıkları gibi onu tanırlar. Bununla birlikte şüphesiz onlardan bir kesim bilip durdukları halde hakkı gizlemekte­dirler." (Bakara, 2/146).

O halde ey Muhammed, sakın tereddüt eden ve şüpheye düşenlerden ol-mayasın! Bu ise ya galeyana ve heyecana getirme üslûbu ile ya da ta'riz yoluy­la kullanılmış bir ifadedir. Yüce Allah'ın, "Sakın müşriklerden olmayasın..." (Yunus, 10/105) buyruğu ile "Eğer sana indirdiğimizden yana şüphe içerisinde isen, haydi senden önce Kitab'ı okuyanlara sor. Andolsun sana, hak, Rabbinden gelmiştir. O halde sakın şüphe edenlerden olmayasın." (Yunus, 10/94) buyruk­larında olduğu gibi.

Buradaki yasak, Peygamber (s.a.)'in şüphe ettiği anlamına gelmez. Çünkü ifade şart kipindedir. Şart ise böyle bir şeyin meydana gelmesini gerektirme­mektedir. O bakımdan Resulullah (s.a.), "Ne şüphe ederim, ne de sorarım" bu­yurmuştur.

Allah'ın sözü olan Kur'an-ı Kerim, tamam ve eksizdir. Ona başka bir şey eklemeye ihtiyacı yoktur. İ'cazı ve kapsamı ile o artık tam ve yeterlidir. O ba­kımdan Kur'an-ı Kerim ne söylerse doğru söyler, ne hükmederse adaletle hük­meder. Gayba dair verdiği haberleri doğrudur, istekleri adildir. Her neyi haber verdiyse tartışmasız ve şüphesiz olarak gerçeğin kendisidir. Neyi emretmiş ise adaletin kendisidir ve onun dışında adalet olamaz. Neyi yasaklamışsa, o şey batıldır. Kur'an-ı Kerim ancak hayır olanı emreder, ancak kötülük ve fesat ola­nı yasaklar. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlara iyiliği emreder ve kötülüğü yasaklar." (A'râf, 7/157).

Kur'an-ı Kerim'de yer alan bütün emir, yasak, tehdit, kıssa ve haberlerden hiç bir şey değişmez. Allah'ın sözünde değişiklik olmaz. Yüce Allah'ın hükmüne kimse karşı çıkamaz, kimse O'nun hükmünü sorgulayamaz. Dünyada da ahi-rette de bu böyledir. O, kullarının sözlerini işitendir. Onların davranışlarını, konumlarını çok iyi bilendir. Her kişiye amelinin karşılığını verendir. [13]



Müşriklerin Sapıklıkları Ve Onların Kestiklerinin Yenilmesinin Yasaklanması


116- Eğer yeryüzünde bulunanların ço­ğunluğuna itaat edersen seni Allah'ın yolundan saptırırlar. Onlar ancak zan-na uyarlar ve yalnız yalan söyleyip du­rurlar.

117- Muhakkak ki Rabbin, yolundan sapanları en iyi bilendir ve O hidayet bulmuş olanları da en iyi bilendir.

118- Artık üzerine Allah'ın adı anılmış olanlardan yiyin; tabiî O'nun ayetleri­ne jn»Tiftnlar iseniz.

119- Size ne oluyor ki üzerine Allah'ın adı anılan şeyden yemiyorsunuz? Hal­buki zaruret dolayısıyla ona ihtiyaç duymanız hali müstesna, size haram kıldıklarını o nw" uzadıya açıklamış­tır. Doğrusu bir çokları heva ve heves­lerine uyarak bilgisizce saptırıyorlar. Şüphesiz ki Rabbin haddi aşanları en iyi bilendir.

120- Günahın açığını da gizlisini de bı­rakın. Çünkü günah işleyenler kazan­makta oldukları yüzünden cezalandırı­lacaklardır.

121- Üzerine Allah'ın adı anılmayanlar­dan yemeyin. Çünkü bu bir fısktır. Doğrusu şeytanlar sizinle mücadele et­meleri için kendi velilerine telkinde bulunurlar. Şayet onlara itaat ederse­niz şüphesiz ki siz de müşrikler olur­sunuz.



Nüzul Sebebi


118. ayet-i kerime olan "Artık üzerine Allah'ın adı anılmış olanlardan yi­yin" buyruğunun nüzulü ile ilgili olarak Ebu Dâvud ve Tirmizî, İbni Abbas'tan şöyle dediğini rivayet ederler: Bazı kimseler Resulullah'm yanına gelerek şöyle dedi: Ey Allah'ın rasulü, bizim öldürdüğümüzden yiyoruz da Allah'ın öldürdü­ğünü yemiyoruz (neden)? Bunun üzerine Yüce Allah "Artık üzerine Allah'ın adı anılmış olanlardan yiyin... Şayet onlara itaat ederseniz şüphesiz ki siz de müş­riklerden olursunuz" (En'am, 118-121) buyruklarını indirdi.

Ebu Dâvud, Hâkim ve başkaları da İbni Abbas'tan Yüce Allah'ın, "Doğru­su şeytanlar sizinle mücadele etmeleri için kendi velilerine telkinde bulunur­lar..." buyruğu hakkında şöyle dediğini rivayet etmektedirler: (Müşrikler) de­diler ki: Allah'ın kestiğini yemiyorsunuz da kendi kestiklerinizi yiyorsunuz (ne­den)? Bunun üzerine Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi indirdi.

"Üzerine Allah'ın adı anılmayanlardan yemeyin..." mealindeki 121. ayet-i kerimenin nüzulüne gelince: Müşrikler, "Ey Muhammed, şu ölen koyunun du­rumunu bize bildir, onu kim öldürdü?" diye sordular ve Hz. Peygamber "Ölen koyunu öldüren Allah'tır" deyince şöyle dediler: Sen ise "Kendinin ve arkadaş­larının öldürdükleri helâldir; köpeğin, doğanın (avlanırken) öldürdüğü helâldir, Allah'ın öldürdüğü ise haramdır iddiasında bulunuyorsun?" Bunun üzerine Yü­ce Allah bu ayet-i kerimeyi mdirdi. [14]

Taberanî ve başkalarının rivayetine göre İbni Abbas şöyle demiştir: "Üze­rine Allah'ın adı anılmayanlardan yemeyin" ayet-i kerimesi nazil olunca İran­lılar, Kureyş'e "Muhammed ile bu konuyu tartışın ve ona şöyle deyin" diye ha­ber gönderdiler: "Senin elindeki bıçakla kestiğin helâl oluyor da Allah'ın altın­dan şemşîr (Farsça kılıç demektir) ile kestiği -yani meyte- haram oluyor öyle mi?" Bunun üzerine Yüce Allah, "Doğrusu şeytanlar sizinle mücadele etmeleri için kendi velilerine telkinde bulunurlar" buyruğunu indirdi. Yani burada şey­tanlardan kasıt bu telkinde bulunan Farisîler, onların dostları ise Kureyşlilerdir.

Bu konuda İkrime'nin ifadesi ise şöyledir: Mecusi olan Farisîler, Yüce Al­lah meytenin haram kılındığına dair hükmü indirince, cahiliyede dostları olan Kureyş müşriklerine -ki aralarında mektup teatisi oluyordu- şöyle yazdılar: Muhammed ve arkadaşları kendilerinin Allah'ın emrine uyduklarını ileri sür­mektedirler. Yine kendilerinin kestiklerinin helâl, Allah'ın kestiklerinin ise ha­ram olduğunu iddia etmektedirler. Bu telkinlerden dolayı bazı Müslümanların içine bazı şüpheler düştü. Bunun üzerine Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi indir­di. [15]



Açıklaması


Sapık ve müşrik kimselerin izledikleri yollara Hak ve Kur'an-ı Kerim şeri-atinde iltifat edilmez. Çünkü onlar fasit zanlarma uyarak yanlış yolda yürü­mektedirler. Ey Muhammed! Sen ve sana tabi olanların hepsi yeryüzünde bu­lunanların çoğunluğunu teşkil eden kâfir ve müşriklere din hususunda uyarak Allah'ın sana indirdiklerine muhalefet edecek olursan, seni Allah'ın dininden, düzeninden, yolundan, hakkın, adaletin istikametin yolundan saptırıp uzaklaş­tırırlar. Çünkü onlar ancak hevalara, batıl ve yalan zanlara tabi olmakta, ilâhî belgelere, aklî delillere hiç bir değer ve kıymet vermemektedirler. Onlar ancak tahmin eden, kıskanan yahut da doğru ve gerçekle hiç bir ilişkisi bulunmayan zanlarda bulunan kimselerdir. Tıpkı meyve tutmaya başlamış hurma ağaçları ve üzüm bağlarına ve diğer ağaçlara bakıp bunların ne kadar meyve verecekle­rini tahmin eden kimseninki gibi tahminlerde bulunuyorlar. Onların inançları bu şekilde delilsiz sezgi ve tahminlere dayalıdır; belge ve delillere dayalı değil­dir.

İşte bu da şunu göstermektedir ki, yeryüzünde bulunanların çoğunluğu itikat bakımından sapık kimseler idiler. Bundan dolayı şirkten ayrılmadılar. Peygamberlik hususunda da böyleydiler. O bakımdan peygamberliği inkâr etti­ler. Meyteyi helâl kabul etmek, kanı, şarabı helâl kabul etmek, davarları bahi­re, sâibe ve vasile adlarıyla haram kabul etmek gibi teşriî hükümlerde de on­lar sapıklık içindeydiler. Bu buyruk Yüce Allah'ın şu ayet-i kerimelerini andır­maktadır: "Andolsun ki onlardan önce, öncekilerin çoğunluğu sapmışlardı." (Saffat, 37/71); "Sen hırs göstersen dahi insanların çoğunluğu iman edecek de­ğildir." (Yusuf, 12/103).

Şüphe yok ki senin Rabbin, kendisinin dosdoğru yolundan sapanları bildi­ği gibi, dosdoğru yolu izleyen ve hidayet bulanları da bilir. Durum müşriklerin zannettikleri gibi değildir. Bu şekilde Yüce Allah, daha önce gelen sapık kimse­lerin yolu ile şirk ehlinin nevalarının ardından gidenlerin yolunu reddetmenin zorunlu olduğunu daha pekiştirici bir halde vurgulayarak, o yoldan sakmdır-maktadır.

Yüce Allah, Allah'tan başkası adına hayvan kesmeyi şirkin esaslarından kabul ettiğinden ve insanların çoğu sapıklık ve küfür içerisinde bulundukların­dan dolayı, Allah'a inancın esaslarından olan bir hususu açıklamaktadır. O da Allah'ın adı anılarak kesilen ve Allah adına boğazlanan hayvanların etlerinden yemektir. İşte Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Artık üzerine Allah'ın adı anılmış olanlardan yiyin..." Yani putlar adına, heykellere, Allah'tan başkası adına kesilenlerden uzak durup sakının. Üzerlerinde yalnız Allah'ın adı anıl­mış olanlardan yiyin. Eğer sizler hidayete, nura, doğru akideye ileten Allah'ın ayetlerine inanıp tasdik eden kimseler olup bunlarla çelişen şirk, putperestlik ve sapıklığı yalanlayıp reddeden kimseler iseniz, böyle yapacaksınız.

İşte bu, Yüce Allah'ı mümin kullarına, üzerlerine Allah'ın adı anılarak ke­silenleri yemenin açıkça mubah kılındığını bildirmektedir. Böylelikle Allah'a inanç esası daha bir sağlamlaştırılmakta ve kestikleri hayvanları ibadet şekil­lerinden, din ve inanç esaslarından kabul edip kestikleri hayvanlarla ilâhları­na yaklaşmaya çalışan Arap müşrikleri ile onların dışında kalan diğer müşrik­lerin kanaatlerini reddetmektedir.

Ayet-i kerimeden anlaşılan şudur: Kureyş kafirlerinin, kesilmeden ölmüş hayvan etinin ve putları için kesilmişlerin yenmesini kendilerine mubah gördükleri gibi, müslümanlara Allah'ın adı anılmadan kesilen hayvanın eti yenmesi mubah değildir.

Müfessirlerin cumhuru bu ayet-i kerimede iki şekilde anlaşılan bir hasr olduğu görüşündedir. Birincisi, bundan önceki ayet-i kerimede söz konusu edi­len sapıklara uymamak ile ilgili ifadelerdir; ikincisi ise Yüce Allah'ın, "Tabi, onun ayetlerine inananlar iseniz" buyruğundaki şarttan anlaşılmaktadır. Bu­na göre ayet-i kerimenin manası şöyle olur: O halde sizler, yalnızca Allah'ın adı anılarak kesilen hayvanlardan yiyiniz, bunları aşarak meyte hükmünde olan­ların etinden yemeyiniz. Daha sonra Yüce Allah, Allah'ın adı anılarak kesilen­lerden yemeyi teşvik etmekte, Allah'ın adı anıldığı halde onlardan yemeyi terk etmeye kendilerini mecbur tutan bahire, sâibe ve bunlara benzer hayvanlar­dan yememelerini reddederek şöyle buyurmaktadır: "Size ne oluyor ki, üzerine Allah'ın adı anılan şeylerden yemiyorsunuz..." İşte bunda cahiliye âdetlerini, onların tutarsız itiraz ve kuşkularını reddetmenin zorunlu olduğuna bir işaret vardır.

"... size haram kıldıklarını O uzun uzadıya açıklamıştır." Yani üzerlerine Allah'ın adı anılmış olanlardan yemenize engel olan herhangi bir şey yoktur veya bunlardan yemenize engel olan nedir? Üstelik Yüce Allah şu buyrukların­da sizlere neyi haram kıldığını da açıklamış bulunmaktadır: "De ki: Bana uah-yolunanlar arasında bir kimsenin yiyeceği içinde ölüden, dökülen kandan, mur­dar olan domuz etinden yahut Allah'tan başkasının adına boğazlanmış bir fısk-tan başka haram kılınmış bir şey bulmuyorum..." (En'am, 6/145). Bu buyruğun diğer bir anlamı da şudur: Putlar, peygamberler ve salihler gibi Allah'tan baş­kasının adı anılarak kesilenler, helâl kılınanların dışında kalmaktadır.

Daha sonra Yüce Allah zaruret halini istisna ederek şöyle buyurmaktadır: "Halbuki zaruret dolayısıyla ona ihtiyaç duymanız hali müstesna..." Yani size haram olduğu halde ondan yemek zorunda kaldığınız şeyler müstesnadır. Zaru­ret halinde bunlardan bulduğunuzu yemek, sizin için mubahtır. İşte bu ayet-i kerime ve benzerlerinde şu, "Zaruretler mahzurları mubah kılar" kaidesi ile "Zaruret, miktannca takdir olunur" şeklindeki şer"î kaideler çıkartılmıştır. Da­ha sonra Yüce Allah meyteler ve Allah'tan başkasının adı anılarak kesilen hay­vanları helâl kabul etmek şeklindeki tutarsız görüşleri hususunda müşriklerin cahilliklerini açıklayarak şöyle buyurmaktadır: "Doğrusu bir çokları heva ve he­veslerine uyarak bilgisizce saptırıyorlar." Yani kâfirlerin büyük bir çoğunluğu batıl olan heva ve arzularına uyarak kesinlikle hiç bir bilgiye dayalı olmadan helâli haram, haramı da helâl kılmak suretiyle insanları saptırmaktadırlar. On­ların bu yaptıkları nevalarına uymaktan başka bir şey değildir. Allah onların haddi aştıklarını, yalan söylediklerini, iftira ettiklerini çok iyi bilir. Bu haksız­lıklarından ve hadleri aşmalarından dolayı kaçınılmaz olarak onları cezalandı­racaktır. Bahire ve şaibeleri yasalaştıran, meyte yemeyi ve bir peygamber, bir put ya da bir heykelin adı anılarak, Allah'tan başkası adına kesilenleri, yemeyi helâl kabul eden Amr b. Luhay ve onun kavmi bu kabildendir. Daha sonra Yüce Allah bütün günah ve masiyetleri terk etmeyi emrederek şöyle buyurmaktadır: "Günahın açığını da gizlisini de bırakın..." Yani açığa vurduğunuzla, gizlisiyle, azıyla, çoğuyla bütün masiyetleri ve bütün haramları işlemeyi terk edin. Bunlar, ister fahişelerle zina gibi azalarla yapılan günahlar olsun, isterse kin, kıs­kançlık, kibir, hile, tuzak gibi kalplerin fiillerinden olsun, isterse de metres, ar­kadaş ve gizli dostlarla zina türünden olsun, değişen bir şey yoktur. Yüce Al­lah'ın şu buyruğunda açıklanan zaruret sınırını aşmak da masiyetlerdendir: "Kim mecbur kalırsa haddi aşmamak ve kimseye saldırıda bulunmamak şartıy­la (yiyebilir); şüphesiz Rabbin günahları bağışlayandır, Rahîm olandır." (En'âm, 6/145); "Kim son derece aç ve çaresiz kalır da günaha meyletmeksizin (yemeye) mecbur kalırsa, şüphesiz Allah bağışlayandır, Rahîm'dir." (Mâide, 5/3).

Günah (ism), sözlükte çirkin olan şey demektir. Şer'an ise Allah'ın haram kıldığıdır. Allah, zararı olmayan hiç bir şeyi haram kılmamıştır. Doğru olan İb-ni Kesir'in de belirttiği gibi ayet-i kerimenin bütün bu hususlarda genel oldu­ğudur. Bu ise sözü edilen husustur. Bu ayet-i kerime Yüce Allah'ın şu buyruk­larını da andırmaktadır: "De ki: Rabbim açığıyla, gizlisiyle bütün hayasızlıkla­rı haram kılmıştır." (A'raf, 7/33). Bundan dolayı Yüce Allah burada şöyle bu­yurmaktadır: "Çünkü günah işleyenler kazanmakta oldukları yüzünden ceza­landırılacaklardır. " Yani onların işledikleri ister açık ister gizli olsun, şüphesiz Allah bunun cezasını verecektir. Yani Allah, masiyet işleyenleri, tevbe etmeksi­zin isyanları üzere öldükleri takdirde mutlak cezalandıracaktır. Ahmed ve Dâ-rimî'nin hasen bir isnadla rivayet ettikleri en-Newâs b. Sem'ân yoluyla gelen hadis-i şerifte günahın tarifi şöyle yapılmaktadır: "Günah (ism), ruhta huzur­suzluk yapan, kalpte tereddüt doğuran şeydir." Müslim'in rivayetinde ise şöyle­dir: "Günah, nefsinde rahatsızlık uyandıran ve insanların haberdar olmaların­dan hoşlanmadığın şeydir."

Sağlıklı ve samimi olarak tevbe edip günahlarına pişman olan kimseye ge­lince, şüphesiz ki Allah onun işlediği günahları bağışlar. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak Allah kendisine ortak koşulmasını bağışla­maz. Fakat bunun dışında kalanları dilediği kimselere bağışlar." (Nisa, 4/116). Aynı şekilde kötülüğün sonrasında iyiliği işlemek de kötülüğü siler. Çünkü Yü­ce Allah, "Muhakkak iyilikler kötülükleri giderir." (Hud, 11/114) buyurmakta­dır. Ebu Zerr, Cündeb b. Cünâde ile Muâz b. Cebel tarafından rivayet edilen Tirmizî'de yer alan hadis-i şerifte şöyle denilmektedir: "Kötülüğün akabinde iyilik işle ki o iyilik kötülüğü silsin."

Daha sonra Yüce Allah bundan önceki emirden anlaşılanın zıddını açıkça yasakladığını belirtmektedir ki, o da şudur: "Artık üzerine Allah'ın adı anılmış olanlardan yiyin." Bundan sonra burada da "Üzerine Allah'ın adı anılmayan­lardan yemeyin..." diye buyurmaktadır. Yani ey müminler, kesilmeden ve üze­rine Allah'ın adı anılmadan ölenleri de, Allah'tan başkası adına kesilenleri de yemeyiniz. Bunlar ise -müşriklerin putlarına kestikleri gibi Allah'tan başkası adına kesmek ve bu şekilde kesilenlerden yemek- bir fısk ve bir masiyettir. Atâ, Yüce Allah'ın, "Üzerine Allah'ın adı anılmayanlardan yemeyin" buyruğu hakkında şöyle demektedir: Yüce Allah Kureyşlilerin putları için kestikleri bir takım kurbanlardan yemeyi yasakladığı gibi, mecusîlerin kestiklerini yemeyi de yasaklamaktadır.

Bu ifadelerden ilk olarak anlaşılan, Allah'ın adının anılmaması şeklindeki hususun hayvanlara tahsis edilmesidir. Böylelikle üzerine Allah'ın adı anılma­mış hayvanlardan yemek yasaklanmaktadır. Buna göre meyte ile Allah'tan başkasının adı anılarak kesilenlerin yenmesi haram olmaktadır.

Daha sonra Yüce Allah, meytelerin haram olması hususunda müşriklerin tartışmalarına şöylece cevap vermektedir: "Doğrusu şeytanlar sizinle mücadele etmeleri için kendi velilerine telkinde bulunurlar..." Yani ins ve cin şeytanları velileri olan, yardımcıları olan müşriklere Muhammed ve ashabı ile az önce geçtiği şekilde meytenin yenilmesi hususunda tartışmaları için vesveseler ver­mektedir. Şüphesiz ki sizler onların ileri sürdükleri meytenin helâl oluşu husu­sunda kendilerine itaat edecek olursanız, gerçekten siz de onlar gibi müşrik olursunuz. Çünkü o takdirde sizler Allah'ın size verdiği emirlerden sizin için ön gördüğü şeriatın yasalarından başka sözlere yönelmiş, onun emir ve buyrukla­rı yerine başkalarının emir ve buyruklarına öncelik vermiş olursunuz. İşte bu, şirkin ta kendisidir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Onlar hahamla­rını, rahiplerini Allah'tan başka rabler edindiler." (Tevbe, 9/31). Tirmizî, bu ayet-i kerimenin tefsirinde Adiyy b. Hâtim'den şöyle dediğini rivayet etmekte­dir: Ey Allah'ın rasulü! Onlar ilim adamlarına ibadet etmemişlerdi. Hz. Pey­gamber şöyle buyurdu: "Aksine ettiler. Çünkü ilim adamları kendilerine helâli haram, haramı da helâl kıldılar. Onlar da ilim adamlarına uydular. İşte hal­kın ilim adamlarına ibadetleri buydu."

Zeccâc der ki: Bu buyrukta şuna da delil vardır: Yüce Allah'ın haram kıl­dıklarından herhangi bir şeyi helâl kabul eden, yahut helâl kıldıklarından her­hangi bir şeyi haram kabul eden bir kimse müşriktir. Çünkü bu kimse Al­lah'tan başka bir şeriat ve kanun koyucu tespit etmiş demektir ki, şirk denilen şey de bizzat budur.

Yüce Allah'ın, "Şayet onlara itaat ederseniz..." buyruğunda bir yemin tak­dir edilir. Yani, andolsun ki onlara itaat edecek olursanız, şüphesiz sizler şirk koşmuş olursunuz. Böylelikle yeminin cevabı şartın cevabına gerek bırakma­maktadır. [16]



Hidayet Bulan Mumın İle Sapık Kafirin Misali


122- Ölü iken dirilttiğimiz ve kendisine insanlar arasında yürüyebileceği bir nur verdiğimiz kimse, karanlıklarda kalıp ondan çıkamayan kimse gibi midir hiç? Kâfirlere, işledikleri işte böy-

lece süsIÜ g°sterilmi*tir-

12^' ^e böylece her kasabada oranın ^e" gelenlerini suçlular kıldık; orada hileler yapsınlar diye. Halbuki yalnız kendilerine hile yaparlar da farkına varmazlar.



Nüzul Sebebi


"Ölü iken dirilttiğimiz..." mealindeki 122. ayet-i kerime ile ilgili olarak, Ebu'ş-Şeyh İbni Hayyân el-Ensârî, İbni Abbas'tan şu sözü nakletmektedir: "Bu ayet-i kerime Ömer ile Ebu Cehil hakkında nazil olmuştur." İbni Cerîr et-Tabe-rî de ed-Dahhâk'tan buna benzer bir rivayet nakletmektedir. Ebu Bekir el-Hâ-risî ise Zeyd b. Eslem'den buna benzer bir rivayet kaydederek dedi ki: "Ölü iken dirilttiğimiz" buyruğundaki kişi Ömer b. el-Hattab'dır, "karanlıklarda ka­lıp ondan çıkamayan kimse" ise Ebu Cehil b. Hişam'dır.

el-Vâhidî en-Nisaburî de İbni Abbas'tan şöyle dediğini nakletmektedir: Yüce Allah'ın, "Ölü iken dirilttiğimiz" buyruğundan kasıt, Hamza b. Abdul-muttalib ile Ebu Cehil'dir. Şöyle ki: Ebu Cehil Resulullah (s.a.)'a bir hayvan pisliği attı. Bu sırada Hamza henüz iman etmemişti. Ebu Cehil'in yaptıkları ona, yenice avdan dönüp daha yayını bile elinden bırakmadığı sırada haber ve­rildi. Kızgınca Ebu Cehil'in yanına kadar gitti ve elindeki yayı ile kafasına vur­du. Ebu Cehil ise bu sırada Hamza'ya yalvaryakar şöyle diyordu: "Ey Ebu Ya'lâ neler getirdiğini görmüyor musun; bizi beyinsizlikle itham etti, ilâhlarımıza küfretti, atalarımıza muhalefet etti." Hz. Hamza da ona şöyle cevap verdi: "Ya sizden daha akılsız, beyinsiz kim var! Allah'ı bırakıp taşlara ibadet ediyorsu­nuz. Şahitlik ederim ki Allah'tan başka hiç bir ilâh yoktur, O bir ve tektir, orta­ğı yoktur. Yine şahitlik ederim ki Muhammed de onun kulu ve rasulüdür." Bu­nun üzerine Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi indirdi, [17]

Böylelikle rivayetler kâfir ve sapık kimsenin Ebu Cehil olduğunu ittifakla belirtirken hidayet bulan müminin ise kimi rivayette Hz. Hamza kimi rivayet­te de Hz. Ömer olduğunu belirtmektedir. Doğrusu ise, İbni Kesir ve Kurtu-bî'nin belirttikleri gibi, ayet-i kerime geneldir ve onun kapsamına her mü'min ve her kâfir girmektedir, [18]



Açıklaması


Bu, Yüce Allah'ın daha önceleri ölü, yani sapıklıkta helak olmuş, şaşırmış kalmış iken Allah'ın kendisine hayat verdiği yani kalbini iman ile diriltip hida­yete ilettiği mümin ve karanlıklarda yani bilgisizliklerde, heva ve sapıklıklar içerisinde gömülüp kalmış kâfirin durumlarını açıklamak için verdiği bir ör­nektir.

İşte bu, iman ehli ile küfür ehli arasında bir karşılaştırma veya bir muva­zenedir. Şöyle ki: Bir kişi küfür ve cahillik sebebiyle ölü durumunda iken biz onu iman ile canlandırdık. Ona insanlar arasında yolunu aydınlatacak bir nur verdik. Bu nur ise kesin delil ve belge ile desteklenen Kur'an nuru, hidayet ve iman nurudur.

Bir diğeri ise karanlıklarda, gece karanlığında* bulutların sebep olduğu karanlıklarda, yağmur karanlıklarında yürüyen ve bunlardan bir türlü çıka­mayan kimse yani hiç bir şekilde içinde bulunduğu durumdan kendisini kurta­racak bir çıkar yol bulamayan kimse. Bu iki kişi hiç bir olurlar mı?

Mümin ile kâfir arasındaki karşılaştırmalara dair pek çok ayet-i kerime varit olmuştur ki bunların bazıları şöyledir: "Yüzükoyun kapaklanmış olarak yürüyen kimse mi daha doğru yol üzeredir, yoksa dosdoğru yol üzerinde sağa sola sapmadan dimdik yürüyen kimse mi?" (Mülk, 67/22); "Bu iki kesimin mi­sali kör ile sağır ve gören ile işitene benzer. Örnek itibariyle bunlar bir olurlar mı, hiç öğüt ve ibret almaz mısınız?" (Hûd, 11/24); "Kör ile gören bir olmaz, ka­ranlıklarla aydınlık, gölge ile sıcak (bir olmaz); dirilerle ölüler bir olmaz. Şüp­hesiz Allah dilediğine işittirir. Sen kabirlerde olanlara işittiremezsin. Sen an­cak bir uyarıcısın." (Fatır, 35/19-23).

İmana yol bulup hidayete ermekle küfür ve sapıklıkların karanlıklarına gömülmek insana bağlı bir sebeple ve onun tercihi dolayısıyla olduğuna göre, elbetteki yüce Allah müminin hayra olan başarısını artırır, küfrün uçsuz bu­caksız vadilerinde yol alan kâfirleri de kendi hallerine bırakır. Bundan dolayı Yüce Allah ayet-i kerimeyi "Kâfirlere işledikleri işte böylece süslü gösterilmiş­tir" buyruğu ile sona erdirmektedir. Yani müminlere imanı güzel ve süslü gös­terdiği gibi, kâfirlere de küfür ve masiyetleri süslü göstermiştir. Yani her bir kesime, yaptığı işi güzel göstermiştir. Müminlerin gözlerinde imanı güzel gös­terirken kâfirlerin gözlerinde de küfür, cehalet ve sapıklığı güzel göstermiştir. Resulullah (s.a.)'a düşmanlık, Allah'tan başkasına kurban sunmak, Allah'ın haram kılmadıklarını haram, helâl kılmadıklarını da helâl kılmak gibi.

İbni Kesir der ki: Onlara içinde bulundukları cehalet ve sapıklık Allah'tan bir kader ve sonsuz bir hikmet olmak üzere süslü gösterilmiştir. Allah'tan baş­ka hiç bir ilâh yoktur, O bir ve tektir, ortaksızdır. İbni Kesir daha sonra az önce geçen mümin ile kâfir arasındaki karşılaştırmaya dair İmam Ahmed tarafından Müsned 'inde rivayet edilen Resulullah (s.a.)'m şu hadisini de kaydetmek­tedir: "Muhakkak Allah mahlûkatını bir karanlıkta yarattı. Sonra üzerlerine nurundan serpti. Bu nurun isabet ettiği kimseler hidayet buldu, bu nurun isa­bet etmediği kimseler ise sapıttı." [19]

Daha sonra Yüce Allah, insanlar hakkındaki değişmez sünnetine delâlet eden şu buyruğunu irad etmektedir: 'Ve böylece her kasabada oranın ileri ge­lenlerini suçlular kıldık..." Yani Mekkelilere yaptıkları işler süslü ve güzel gös­terilip Allah aynı zamanda fasık kimseleri oranın ileri gelenleri kıldığı gibi, her kasabanın büyük suçlularını da oranın başkanları kıldı. Bunlar küfre çağıran, Allah'ın yolundan alıkoyan kimselerdir. Ta ki bunlar Allah'ın yolundan alıkoy­mak maksadıyla o kasabada türlü hile ve tuzaklar yapsınlar. Çünkü onlar bu durumlarında düzenler kurmaya, aldatmaya ve insanlar arasında batılın revaç bulmasını sağlamaya, nüfuzları, egemenlik ve tahakkümleri dolayısıyla daha bir muktedirdirler.

İşte insan toplumlarında Allah'ın sünneti budur. Hak ile batıl arasında bir anlaşmazlık ortaya çıkar. İman ile küfür arasında mücadele gittikçe kızışır. Her bir yolun yardımcıları, destekleyicileri vardır. Efendileri, büyükleri vardır. Peygamberler, onların izinden giden ıslahatçılar, işte bu şekilde çarpışan ve ça­tışan ortamda ortaya çıkarlar. Zayıflar onlara tabi olur. İleri gelenler onlara karşı çıkar, inkâr eder. Orta tabakadakiler de bunlara yardımcı olur. Islah, iler­leme, yapıcılık ve uygarlık hareketine her ortam ve toplumda karşı çıkan, ileri gelen büyük suçlu ve günahkârlar ise, onların davetlerine karşı durur, direnir. Fakat sonunda güzel akıbet ve zafer, ıslahtan yana takvalılanndır. Bozgun ya­hut yok olmak ve yardımsız kalmak ise, fesat çıkartan kâfirleredir. Peygamber­lere düşmanlık eden bu büyük suçlular, ancak kendilerine karşı tuzak kurar­lar. Çünkü bu tuzaklarının vebali kendi aleyhlerinedir. Çıkardıkları fesadın akıbeti onları gelip bulur, fakat onlar geleceğe ve vakıaya bakmaktan acizdir­ler. Geçmişten ibret alamıyorlar. Duygu ve hisleri yoktur. İşlerinin boyutları ile ilgili olarak doğru ve sağlıklı bir değerlendirme yapacak şuura sahip değiller­dir.

Bu ise "hayatta kalma çatışması" veya "uygun olanın kalması" diye ün ka­zanmış toplumsal kaideyi Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi destekle­mektedir: "Köpük atılır gider. İnsanlara faydalı olan şeye gelince, işte bu, yeryü­zünde kalır." (Ra'd, 23/17).

Bu aynı şekilde önceden geçenlerde de izlenen bir sünnet (ilâhî bir yasa) halini almıştır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlar bir tuzak kurdular, biz de onlar farkında olmaksızın bir düzen kurduk. Şimdi onların kurdukları dü­zenin akıbetinin nasıl olduğuna bir bak! Şüphesiz biz onları ve kavimlerini top­luca helak ettik." (Nemi, 27/50-51). Yani nüfuz ve konumlarını korumak üzere türlü hileler yapanlar yaptıkları bu hile ve tuzakların sonunda kendilerini de gelip bulacağının farkında değillerdi. Çünkü onlar Allah'ın kulları hakkında belirlemiş olduğu sünnetlerini bilmeyen cahillerdi. "Kötü düzen ancak onun sa­hiplerini kuşatır." (Fatır, 35/43). [20]



Müşriklerin İnatlaşmaları Ve Peygamberlik İstemeleri


124- Onlara bir ayet geldiği zaman der-Içr kit "Allah'ın pşygamberlerine yeri­len gibi bize- de verilmedikçe asla iman etmeyiz." Allah risaletini nereye vere­ceğini en iyi bilendir. Suç işleyenlere yapageldikleri hilekârlık yüzünden Al­lah katından bir horluk ve şiddetli bir azap erişecektir.



Nüzul Sebebi


Bu ayet-i kerime Velîd b. Muğîre hakkında nazil olmuştur. O şöyle demiş­ti: Peygamberlik hak olsaydı ben bu işe Muhammed'den daha lâyıktım. Çünkü hem benim yaşım daha büyük, hem de benim mal ve evladım ondan daha çoktur.[21]



Açıklaması


"Onlara" yani müşriklere Allah Rasulünün vahyini tebliğ etmesinde doğ­ruluğunu ihtiva eden Kur'an-ı Kerim'den kesin bir delil, bir belge veya bir ayet geldiği her seferinde kıskançlıkları, inatlaşmaları, gururları, peygamberliğin dünyevî bir makam olduğunu sanmaları dolayısıyla şöyle demişlerdir: Muham­med (a.s)'in Allah'tan verilen bu makamının bir benzerine biz de nail olmadık­ça ve bizim vasıtamızla da Musa'nın denizi yarması, İsa'nın anadan doğma kö­rü, alacalıları iyileştirip ölüleri diriltmesi gibi, Allah'ın peygamberine verilen kevnî bir ayet veya bir mucizenin benzeri de bizim vasıtamızla ortaya çıkma­dıkça asla iman etmeyeceğiz. Çünkü bunlar servetlerinin, evlatlarının daha çok, daha güçlü, insanlar arasında daha üstün bir mevkiye sahip olduklarını söylüyorlardı.

İbni Kesir der ki: "Melekler Allah'tan diğer peygamberlere getirdikleri gibi bize de peygamberlik getirmedikçe (iman etmeyeceğiz)" demek istiyorlar. Nite-. kim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Bize kavuşmayı ummayanlar dediler ki: Üzerimize melekler indirilmeli yahut da Rabbimizi görmeli değil miyiz?" (Fur-kân, 25/21).

Böylelikle Mekke müşriklerinin arasında Kureyş'in ileri gelenlerinin, ara­larından birisine peygamberliğin verilmesini beklediklerini, buna göz diktikle­rini açıkça görüyoruz. Nitekim Yüce Allah onların şu sözlerini bize nakletmek­tedir: 'Ve dediler ki: Kur'an şu iki kasabadan büyük birisine indirilmeli değil miydi? Rabbinin rahmetini paylaştıran onlar mıdır?" (Zuhruf, 43/31). Burada sözü geçen iki kasaba Mekke ve Taiftir. Bir diğer ayet-i kerimede de şöyle bu-yurulmaktadır: "Hayır, onlardan her birisi kendisine açılmış sahifeler verilme­sini ister..." (Müddessir, 74/52).

Yüce Allah onlara, "Allah risaletini nereye vereceğini en iyi bilendir" buy­ruğu ile cevabını vermektedir. Yani risaletini nereye vereceğini ve insanlar arasmdan kimin bu görevi yapmaya ehil olduğunu en iyi O bilir. Risalet özel esas­ları olan dinî bir mevkidir. Bu, Allah'ın bir lütfudur. O bu lütfunu kullarından dilediğine bağışlar. Hiç bir kimse kazanç, gayret, sebep veya nesep ya da mal, evlat, önderlik, nüfuz gibi normal dünyevî bir takım özellikler dolayısıyla bu makamı elde edemez. Aksine bu yüce makam, fıtratının selâmeti, kalbinin te­mizliği, ruhunun kuvveti, yaşayışının güzelliği, hayır ve hakka olan sevgisi do­layısıyla ehil olana verilen bir görevdir.

Daha sonra Yüce Allah Peygamber (s.a.)'in davetine iman etmekten geri duranları şu buyruklanyla tehdit etmektedir: "Suç işleyenlere yapageldikleri hilekârlık yüzünden ... bir horluk ve şiddetli bir azap erişecektir." Yani bu suçlu günahkârlara kıyamet gününde kesintisiz, sürekli bir horluk ve bir aşağılanma verilecektir. Ayrıca oldukça çetin ve can yakıcı azap da gelip onları bulacaktır. Bu da onların yaptıkları hilelerin, peygamberlere tabi olmayı ve getirdikleri mesajlar hususunda onların itaatine girmeyi büyüklüklerine yediremeyişleri-nin bir cezasıdır. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Şüphesiz bana iba­deti büyüklüklerine yediremeyenler cehenneme horlanmış halde" yani küçül­müş, zelil ve hakir halde "gireceklerdir." (Mü'min, 40/60)

Hile ve tuzak -mekr, hile ve aldatmayı gizlice ve çaktırmadan yapmaktır-çoğunlukla gizlice yapılan bir şey olduğu için bunu yapanlar kıyamet gününde amellerine uygun bir ceza olmak üzere, Allah tarafından oldukça çetin bir azapla azaplandınlarak karşılık göreceklerdir: "Rabbin hiç bir kimseye zulmet­mez." (Kehf, 18/49).

Azabın Allah'tan olmasının anlamı ise şudur: Böyle bir azabı O'nun hük­mü ve adaleti gerektirmiştir. Bu konuda ezelden beri takdiri vardır. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Onlardan öncekiler yalanla­dı. Bunun üzerine azabımız onlara farkına varmadıkları yerden geldi. Böylelik­le Allah dünya hayatında kendilerine rüsvaylığı tattırdı. Ahiret azabı da elbette ki daha büyüktür. Eğer bilselerdi." (Zümer, 39/25-26). [22]



İmana İstidadı Olanlarla Olmayanlar Hakkındaki İlâhî Sünnet İle Hakkın Ve Hak Yolunun Açıklanmasından Sonra İman Ehlinin Mükâfatı, Kâfirlerin Lâyık Oldukları Ceza


125- Allah kimi hidayete erdirmek is­terse onun kalbini İslâm'a açar. Kimi de saptırmak isterse onu da göğe yük-seliyormuş gibi kalbini daraltır, sıkar. Allah iman etmeyenlerin üstüne işte böylece murdarlığı çökertir.

126- Ve işte bu, Rabbinin dosdoğru yo­ludur. Gerçekten biz ayetleri ibretle düşünen bir topluluk için uzun uzadı-ya açıkladık.

127- Rableri katında selâm yurdu onla­ra aittir. İşlediklerinden ötürü Allah onların velisidir.

128- O gün ki (Allah) onların hepsini (huzurunda) toplayacaktır. "Ey cin topluluğu! İnsanlardan bir çoğunu yol­dan çıkardınız ha?" Onların velileri olan insanlar da diyecek ki: "Rabbi-miz, kimimiz kimimizden faydalandık ve bize takdir ettiğin ecelimize ulaş­tık." Buyurur ki: "Devamlı kalmak üze­re durağınız ateştir, Allah'ın diledikle­ri müstesna." Muhakkak ki Rabbin Ha­kimdir, Alimdir.



Açıklaması


Bundan önceki ayet-i kerimeden müşriklerin inat ve gururlarının cezası ile karşılaşacaklarını öğrendik. Burada ise açık ve ayırt edici sözle karşı karşı-yayız. O da şudur: İş bütünüyle Allah'ındır. Herhangi bir kimse müşriklerin İs­lâm çağrısından yüz çevirmeleri dolayısıyla üzülüp kederlenmesin. Hakka, hayra ve İslâm'a muvaffakiyet vermek istediği ve Allah'ın irade ve takdiri ge­reği Kur"an çağrısını kabule ehil kıldığı kimsenin Allah kalbine genişlik verir. Bu iş için ona kolaylık verir, bu konuda ona bir gayret bahşeder; Yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi: "Allah'ın İslâm için kalbine genişlik verip de Rabbinden bir nur üzre olan kimse..." (Zümer, 39/22); "Fakat Allah imanı size sevdirmiş ve kalplerinizde onu süslemiştir..." (Hucurât, 49/7)

İbni Abbas Yüce Allah'ın, "Onun kalbini İslâm'a açar" buyruğu ile ilgili olarak şöyle demektedir: Yüce Allah buyuruyor ki: Allah böylesinin kalbini tev­hide ve kendisine imana açar, bunun için kalbine genişlik verir. Bu da zahir ve kabul gören bir açıklamadır.

Abdürrezzak'm Ebu Ca'fer yoluyla rivayet ettiği bir hadis-i şerifte şöyle denmektedir: Resulullah (s.a.)'a şu "Allah kimi hidayete erdirmek isterse onun kalbini İslâm'a açar..." ayeti hakkında soru soruldu ve şöyle dediler: "Ey Al­lah'ın Rasulü! Allah böyle bir kimsenin kalbini nasıl açar?" Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurdu: "Bu kalbine bıraktığı bir nurdur. Böylelikle kalbi onun için açılır ve genişler." Ashab-ı kiram yine sordular: "Peki bunun gerçekleştiğini kendisi vasıtasıyla bileceğimiz bir emaresi var mıdır?" Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Ebedîlik yurduna yönelme, aldanış yurdundan uzaklaşma, ölümle karşılaşmadan önce ise ölüm için hazırlanmadır."

İbni Ebi Hatim ile İbni Cerîr et-Taberî de yine Ebu Ca'fer'den şöyle dediği­ni rivayet ederler: Resulullah (s.a.) bu ayet-i kerime hakkında şöyle buyurmuş­tur: "İman kalbe girdi mi kalp o iman için açılır ve genişler." Ey Allah'ın rasu­lü bunun için bir emare var mıdır? diye sorulunca, Resulullah (s.a.) "Evet, ebe­dîlik yurduna yöneliş, aldanış yurdundan uzaklaşma, ölümden önce de ölüm için hazırlanmadır" diye buyurdu. [23] Böyle bir nur ise uygun olan yerde bıra­kılır. Bu, fıtratı güzel, temiz kalmış, hayra istidad ve hakka bağlanma meyli bulunan ruhtur.

Fıtratı şirk ile bozulmuş, günahlarla kirlenmiş olan ise kalbinde kendisini imandan uzak tutacak, hayrın içine girmesini önleyip gizleyecek ileri derecede bir darlık bulur. Böylesinin misali atmosferin yüksek tabakalarında yukarıla­ra, semaya doğru yükselen kimsenin durumuna benzer. Bu kişi böyle bir durumda oldukça ileri derecede nefes alma sıkıntısı çeker. Adeta imkânsız bir iş yapıyormuş gibi olur. Çünkü semaya doğru yükselmek insan gücü açısından imkânsız ve uzak görülen, kolay kolay güç yetirilemeyen şeye bir misaldir.

İmana istidadını yitirdiği için Yüce Allah sapmasını dilediğinin kalbini dar ve sıkıntılı yaptığı gibi, aynı şekilde böyle birisine ve onun gibi Allah'a ve peygamberine imandan yüz çevirene şeytanları musallat kılar. Şeytan böylele-rini azdırır ve Allah'ın yolundan alıkoyar. [24] Rics (murdarlık) ise, Mücahid'in de dediği gibi, "kendisinde hayır bulunmayan her şey"dir yahut da Abdurrah-man b. Zeyd b. Eslem'in dediği gibi, "azap"tır. Çünkü azaba götüren davranış budur. O durumda kelime ızdırap anlamına gelen irticâz'dan gelmektedir. Ze-mahşerî der ki: Ricz, yardımsız kalmak ve hakka muvaffakiyetin engellenmesi anlamına gelir.

"Ve işte bu, Rabbinin dosdoğru yoludur." Yani Rabbinin hidayete ulaştır­mak istediği kimsenin kalbini kendisine açtığı İslâm budur. Ve bu, Rabbinin insanlar için beğenip seçtiği hikmetin de gerekli gördüğü yoludur. Yüce Allah, "dosdoğru" ifadesi ile bunu tekit etmektedir. Yani onun yolu hiç bir eğriliği bu­lunmayan doğru bir yoldur. Bunun tekit oluş sebebi, esasen Allah'ın yolunun dosdoğru olmaktan başka bir şekilde olmasının düşünülememesidir. Onun dı­şındaki yollar ise eğridir ve sapık yollardır. Nitekim Peygamber (s.a.), Ahmed ve Tirmizî'nin naklettiğine göre Hz. Ali'den Kur"an-ı Kerim'in nitelendirilmesi ile ilgili olarak şu buyruğunu nakletmektedirler: "O, Allah'ın dosdoğru yoludur, Allah'ın sapasağlam ipidir. O hikmet dolu öğüttür ve apaçık nurdur."

"Gerçekten biz ayetleri ibretle düşünen bir topluluk için uzun uzadıya açık­ladık." Yani biz bu ayetleri anlayışları, kavrayışları bulunan, Allah ve Rasu-lünden gelenlere akıl erdiren bir topluluk için açıkladık, beyan ettik, vuzuha kavuşturduk.

Bu dosdoğru yoldan ayrılmayan kimseler için ise esenlik ve huzur yurdu olan cennet vardır. Çünkü bunlar peygamberlerin yolundan sapmamışlardır. "Rableri katında" yani kıyamet gününde "selâm yurdu onlara aittir." "ve Allah onların velisidir", yani işlerini gören, onlara yeterli olandır. Bu ise salih amel­lerinin bir karşılığıdır.

Ey Muhammedi Sana anlattıklarımız ve kendisiyle onları uyaracağın şey­ler arasında hepsini insanlarıyla, cinleriyle bir araya getirip toplayacağım Haşr gününü, onlara şöyle diyeceğimiz zamanı hatırlat: Ey cinler topluluğu! Sizler insanları çokça saptırıp azdırdınız. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Andolsun sizden pek çok toplulukları saptırmıştır. Siz hiç akıl etmiyor muydunuz?" (Yasin, 36/62). Cinlere itaat edip onların vesvese­lerinden yararlanan, onları kendilerine veli ve dost edinen insanlar ise, Yüce Allah'a cevap verirken "Her birimiz diğerinden yararlandı. İnsanlar kendileri­ne şehvet ve arzularının yollarını ve bunları elde etme yollarını göstermek su­retiyle şeytanlardan yararlandıkları gibi, cinler de kendilerine itaat etmeleri sebebiyle ve kendi maksatlarını gerçekleştirmek için yardımcı olmaları dolayı­sıyla insanlardan yararlandılar" diyeceklerdir.

"Ve bizim için tayin ettiğin süreye yani ölüme kavuştuk." Yahut onlar bu­nunla diriliş gününü kastedeceklerdir. Bu sözler onların şeytanlara itaat edip nevalarına tabi olduklarını, öldükten sonra dirilişi yalanladıklarını ortaya ko­yan bir itirafları olacaktır. Yani bu sözden kasıt şudur: Bizler oldukça dehşetli bir gün olan bu diriliş ve ceza gününde günahlarımızı itiraf ediyoruz. Artık hakkımızda dilediğin şekilde hüküm ver. Sen hakimler hakimisin. Andolsun bizler dünyadaki kusurlarımız dolayısıyla hasret ve pişmanlığımızı işte açıkça ortaya koyuyoruz.

Hak Teâlâ onlara şu cevabı verecektir: Barınacağınız ve konaklayacağınız yer cehennemdir. Sizler de onlar da, sizin veli ve dostlarınız da hepiniz orada ebediyyen sonsuza dek kalacaksınız. Ancak Allah'ın Hamîm suyundan içmek için cehennemden çıkmanızı dileyeceği veya cehennem azabından Zemherîr azabına geçişin hali bundan müstesnadır. Esasen bu iki halden her birisi de bir azaptan bir diğer azaba, geçiş olacaktır. Rivayet olunduğuna göre onlar azap içerisinde Zemherîr vadilerinden birisine girecekler ve bundan dolayı eklemleri biribirlerinden ayrılacak, bunun üzerine adeta uluyacaklar ve tekrar cehenne­me döndürülmelerini isteyeceklerdir. "Muhakkak ki Rabbin Hakîm'dir." Hik­metine uygun olarak insanların amellerine karşılık verir. "Alîm'dir", her kesi­min neye lâyık olduğunu, neyi hak ettiğini çok iyi bilir.

Bu ayet-i kerime Yüce Allah'ın şu buyruğunu andırmaktadır: "Onlar ora­da, Rabbinin dilediği müstesna, gökler ve yer devam ettiği sürece ebedî kalacak­lardır. Şüphesiz Rabbin dilediği her şeyi yapandır." (Hûd, 11/107). Burada ge­rek bu ayet-i kerimenin tefsiri gerekse söz konusu ettiğimiz buyruk ile ilgili olarak îbni Cerîr et-Taberî, İbni Ebi Hatim ve İbnü'l-Münzir ile Ebu'ş-Şeyh b. Hayyân'm İbni Abbas'tan naklettikleri şu sözü göz önünde bulundurmak yerin­de olacaktır: "Bu ayet-i kerime, herhangi bir kimsenin, Allah'a karşı insanlar hakkında hüküm vermemesi ve onları cennet veya cehenneme göndermemesi (yani, şu cennetliktir, ya da cehennemliktir, diye kesin hüküm vermemesi) ge­rektiğini ortaya koymaktadır." [25]



Zalimlerin Birbirlerine Veli Kılınmaları Ve Kâfirlerin İman Etmediklerinden Dolayı Azarlanmaları


129- İşte böylece kazandıklarından ötürü zalimlerden kimini kimine veli ederiz.

130- "Ey cin ve insan topluluğu! İçiniz­den size ayetlerimi anlatan, bu günü­nüzün gelip çatacağı bilgisiyle sizi uyaran sizden peygamberler gelmedi mi?" Derler ki: "Kendi hakkımızda şa­hitlik ediyoruz." Dünya hayatı onları aldattı da gerçekten kâfirler oldukları­na dair kendi aleyhlerine şahitlik etti­ler.

131- Bu, Rabbinin haberleri yokken ka­sabalar halkını haksız yere helak edici olmadığından dolayıdır.

132- Her birinin işlediklerine karşılık dereceleri vardır. Rabbin onların yap­tıklarından gafil değildir.



Açıklaması


Cin ve insanların birbirlerini veli edindikleri gibi aynı şekilde biz zalimle­rin bir bölümünü diğer bir bölümüne de veli kılarız. Bunu ise ilâhî takdir ve kevnî sünnet gereğince onların bir bölümünü diğer bir bölümüne yardımcı kıl­mak suretiyle yaparız. Yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi: "Mümin er­kekler ve mümin kadınlar biribirlerinin velileridirler." (Tevbe, 9/71); "Kâfir olanlara gelince; onlar da birbirlerinin velileridir." (Enfâl, 8/73).

Katâde bu ayet-i kerimenin tefsiri ile ilgili olarak şunları söylemektedir: Allah insanlar arasındaki velilik bağını amellerine uygun olarak tespit etmiş­tir. Mümin nerede olursa olsun, hangi durumda bulunursa bulunsun müminin velisidir. Kâfir de nerede ve ne halde olursa olsun, kâfirin velisidir. İman ise te­mennilerle, hoş ve tatlı dileklerle gerçekleşmez. Taberî de bu açıklamayı tercih etmiştir. Buna göre ayet-i kerimenin anlamı şu olur: Biz cin ve insanlardan olan bu müşrikleri biribirlerinden yararlanacak şekilde birini diğerinin velisi kıldığımız gibi bütün işlerde, bütün hususlarda da işledikleri masiyetleri ve yaptıkları işlerden ötürü birbirlerine veli yaparaz. [26]

Süyutî de el-İklîl adlı eserinde şunları söylemektedir: Ayet-i kerime, "Na­sıl iseniz başınıza öyle veli (yönetici) tayin edilir." [27] hadis-i şerifinin anlamını ifade etmektedir. Fudayl b. Iyâd der ki: Bir zalimin bir diğer zalimden intikam aldığını görürsen hayret edercesine dur ve gözetle. Ebu'ş-Şeyh İbni Hayyân da Mansur b. Ebu'l-Esved'den şöyle dediğini rivayet eder: Ben, A'meş'e Yüce Al­lah'ın, "İşte böylece kazandıklarından ötürü zalimlerden kimini kimine veli ede­riz" ayeti hakkında soru sordum. Dedim ki: "Bu buyruk hakkında onların (yani sizden öncekilerin) neler söylediğini duydunuz mu?" A'meş dedi ki: "Onların bu konuda şunları söylediklerini işittim: İnsanlar fesada erdiler mi artık onların şerlileri başlarına yönetici yapılır. Yani velilik (yöneticilik) ve emirlik onların kötülerinin elinde bulunur. Tıpkı Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Biz bir ülke halkını helak etmek istedik mi, oranın refahtan şımarmış olanları­na emrederiz; onlarsa orada fasıklık ederler. Böylelikle o ülke aleyhine söz (azap) hak olur; biz de orayı helak ve darmadağın ederiz." (İsra, 16/17).

Yani zalimler arasındaki velilik ya aralarındaki sevgi ve yardımlaşma sure­tiyle yahut da onların bir kısmını diğer bir kısmının başına yönetici yapmak, musallat kılmak suretiyle olur. Çünkü her bir zalime mutlaka bir başka zalim musallat kılınarak belâ verilir. Zulüm umumi olur ve bizzat zalimlerin kendileri­ni de kuşatır. İnsanlara yöneticilerden ve diğerlerinden olsun zulmeden her bir kesim mutlaka ahlâk ve davranış itibariyle kendisine benzeyeni veli edinir ve o benzerine başkasına karşı yardım edilir. İbni Abbas der ki: "Allah bir kavimden razı olursa onların işlerinin başına hayırlı olanlarını yönetici yapar. Bir kavme gazap ederse işlerinin başlarına da onların kötülerini yönetici (veli) yapar."

İşte bu yönetim, saltanat veya diğer bütün hususlarda zulmeden herkese yönelik genel bir tehdittir.

Şanı Yüce Allah zalimleri azarlamaya, cin ve insan kâfirlerini tehdide, kı­yamet günü durumlarını açıklamaya devam etmektedir. O, kendilerinin duru­munu en iyi bildiği halde onlara şöyle soracak: Peygamberler Allah'ın mesajla­rını kendilerine tebliğ etti mi? Böyle bir soru ise onlara doğruyu söyletmek, azarlamak ve sitem kasdıyla sorulacaktır. Yüce Allah, "Ey cin ve insan toplu­luğu..." diye soru yöneltecektir onlara. Yani, "Ey cin ve insan cemaati, size içi­nizden peygamberler gelmedi mi?" Yani hepinizden sizin cinsinizden peygam­berler gelmedi mi? Halbuki peygamberler yalnızca insanlardan gelmiştir. Cin­lerden peygamber yoktur. Nitekim selefin de sonradan gelen halefin cumhuru-nunda kabul ettiği budur. Bu şekildeki bir ifade ise tağlib kabilindendir. Nite­kim Yüce Allah, "O ikisinden (yani acı ve tatlı sulardan) inci ve mercan çıkar" (Rahman, 55/22) diye buyurmaktadır. Halbuki inci ve mercan, öncekilerin bil­gilerine göre tatlı sulardan değil yalnızca tuzlu sulardan çıkartılmakta idi. Da­ha sonra bir takım tatlı sulu nehirlerde inci çıkartıldığı da sabit olmuştur.

Burada maksadın insanlardan bilinen peygamberler olması da mümkün­dür. Cinlerin elçilerinin ise, Peygamber (s.a.)'in sözünü dinleyip daha sonra işittiklerini kavimlerine bildirerek uyarmak üzere giden kimseler olmaları da muhtemeldir: "Kavimlerine uyarıcılar olarak geri döndüler." (Ahkâf, 46/29); "De ki: Bana şu vahyolundu ki gerçekten cinlerden bir topluluk (Kur'an) dinledi ve dediler ki: Muhakkak biz hayret verici bir Kur'an dinledik..." (Cin, 72/1).

Bu elçilerin görevi de şudur: Bunlar kavimlerine karşı imana, ahkâma ve adaba dair ayetleri okurlar. Öldükten sonra diriliş gününe kavuşacaklarını, bu gündeki hesabı ve bu günü inkâr edenler, kabul etmeyenler için de cezaların hazırlandığını belirterek uyarır ve korkuturlar.

Kendilerine sorulacak bu soruya cevap verecekler ve kıyamet gününde şöyle diyeceklerdir: Peygamberlerin bizlere senin risaletini tebliğ ettiklerini ve sana kavuşup huzuruna geleceğimizi belirterek uyardılar. Bu günün kaçınıl­maz olarak gerçekleşeceğini söylediler. Bu ayetin bir benzeri de Yüce Allah'ın şu buyruğudur: "Evet, gerçekten bize uyarıcı gelmişti. Fakat biz yalanladık ve "Allah herhangi bir şey indirmiş değildir dedik" diyeceklerdir." (Mülk, 67/9).

Dünya hayatı işte bu inkarcıları aldatıcı süsüyle, şehvet, mal, evlat, salta­nat sevgisi, yüksek makam sevgisi aldatıp kandırdı. O bakımdan onlar da dün­ya hayatlarında kusurlu davrandılar. Sonunda kibir ve inatları dolayısıyla pey­gamberleri yalanlayıp mucizeleri inkâr ettiklerinden dolayı helak oldular.

Kıyamet gününde kendi aleyhlerine peygamberlerin kendilerine getirdik­leri mesajı inkâr eden kâfirler olduklarına da şahitlik edeceklerdir.

İşte bu yani peygamberlerin gönderilip insanları uyarmaları, kitapların indirilmesi, Yüce Allah'ın şu sünneti (ilâhî kanunu) dolayısıyladır: O davet kendisine ulaşmadığı takdirde herhangi bir kimseyi zulmü dolayısıyla sorgula­mak dilememiştir. Kendilerine peygamberler gönderilmedikçe herhangi bir ümmeti toptan helak etmeyi murad etmemiştir. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Arasında bir uyarıcının gelip geçmediği hiç bir ka­saba (halkı) yoktur." (Fâtır, 35/24); "Andolsun biz her ümmet arasında, Allah'a ibadet edin ve tağuttan uzak durun, diyen bir rasul göndermişizdir." (Nahl, 16/36). Yine Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Biz bir peygam­ber göndermedikçe azap ediciler değiliz." (İsra, 17/15).

Yüce Allah'ın, "Haksız yere" buyruğunun Taberî'nin de ifade ettiği gibi, iki manaya gelme ihtimali vardır: Birincisine göre şirk ve benzeri şeyler sebebiyle. Yani burada sözü geçen haksız yere (zulüm) kâfirlerin fiili anlamındadır. İkin­cisine göre ise, "haksız yere" yani gereken şekilde uyarılmaksızın peygamberler, mucizeler ve ibretlerle hatırlatılmaksızm, öğüt verilmeksizin haksızca helak söz konusu olmamıştır. Yani o takdirde buradaki "haksız yere" ifadesinden kasıt, Yüce Allah'ın uygulamasıdır. Ancak birinci açıklama şekli Taberî'nin[28] Razî ve diğerlerinin de belirttiği gibi daha güçlüdür. Özetle söyleyecek olursak, Allah, kullarından hiç bir kimseye zulmetmez, fakat bizzat insanlar kendilerine zul­mederler. Müslümanların basma gelmiş ve gelmekte olan her bir şey, ancak on­ların kötü amelleri, dinlerini terk etmeleri sebebiyledir. Yoksa kusur ve eksiklik onların kendilerindedir, sahip oldukları şeriatlerinin düzeninde değildir.

İster Allah'a itaat hususunda ister ona isyan hususunda olsun amel sa­hibi olan herkesin ameli dolayısıyla mertebeleri ve dereceleri vardır. Allah o kişiyi oralara ulaştırır ve amelinin karşılığını ona verir. Hayırsa hayır, şer ise şer.

Allah bütün amelleri görendir, bilendir. Onlar ne yaparlarsa onu bilir. Onu onlar için tek tek tespit eder, sayıp döker. Böylelikle huzuruna gelecekleri ve kendisine dönecekleri vakit amellerinin karşılığını onlara versin diye. İşte bu, mutluluk ve bedbahtlık sebebinin, insanın yaptığı işler ve meşieti veya onun kazancı, irade ve ihtiyarı (tercihi) olduğunu göstermektedir. [29]



Kökten İmha Edilme Ve Kıyamet Azabıyla Tehdit Ve Korkutma


133- Rabbin ganî ve rahmet sahibidir. İsterse sizi giderir ve arkanızdan dile­diğini yerinize getirir. Nitekim sizi de başka bir kavmin soyundan getirmiş­tir.

134- Muhakkak size vaad olunan yeri­ne gelecektir. Siz onu âciz bırakacak­lar değilsiniz.

135- De ki: "Ey kavmim! Elinizden gele­ni yapın. Doğrusu ben de yapacağım. Bu yurdun güzel sonunun kimin olaca­ğını bileceksiniz. Şurası muhakkak ki zalimler felah bulamazlar."



Açıklaması


Ey Muhammedi Senin Rabbin bütün mahlûkata muhtaç olmayan ganîdir. O bütün yönleriyle onların ibadetlerine muhtaç olmayandır. Fakat bütün halle­rinde mahlûkat kendisine muhtaçtır. Bununla birlikte O, onları kuşatan bir rahmet sahibidir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak Allah insanlara karşı çok şefkatli, çok merhametlidir." (Hacc, 22/65). Ganî oluşunu da açıklamak sadedinde şöyle buyurmaktadır: "Ey insanlar, Allah'a muhtaç olan­lar sizlersiniz. Allah ise ganî olandır, hamîd olandır." (Fatır, 35/15).

"Rabbin ganî ve rahmet sahibidir" cümlesi hasr ifade etmektedir. Yani O'ndan başka ganî yoktur, O'ndan başkasından da rahmet gelmez. Çünkü O zatı itibariyle vâcibul-vücud olandır. O'ndan başka bütün varlıklar ise zatı iti­bariyle mümkün olan varlıklardır. Mümkün olan varlık ise muhtaç demektir. Böylelikle O'ndan başka ganî (muhtaç olmayan) olmadığı, bütün varlıkların da O'nun tarafından yaratıldığı ispatlanmaktadır. Aynı şekilde rahmetin O'nun hak olan zatından geldiğini de ispatlamaktadır. O'nun dışındaki her bir şey ge­rek varlığında, gerek varlığını devam ettirmekte O'na muhtaçtır. Varlık ve ha­yatını sürdürebilmek için gerekli sebeplere de ihtiyacı vardır.

Ey Mekke kâfirleri gibi inat eden kâfirler, dilerse O sizi Ad ve Semud kavmi gibi, peygamberlere karşı inatla direnenleri helak etiği gibi helak eder ve sizden daha faziletli, daha itaatkâr olan, sizden başka yeni nesiller getirir. O sizden sonra dilediği kavimleri sizin yerinize getirmeye kadir olandır. Nitekim O, bir başka kavmin zürriyetinden sizi yaratmıştır. Yani O hem helak etmeye, hem de var etmeye gücü yetendir. Nitekim Yüce Allah bunu gerçekleştirmiştir. İnatçı şirk önderlerini helak etmiş, onlardan sonra ise bir başka kavim olan Muhacirleri, Ensan ve Allah'ın insanlara savaşlarında da barışlarında da rah­metinin tecellisi olan, onlara tabi olan başka kavimleri yerlerine getirmiştir. Öyle ki Gustave Le Bone onlar hakkında şöyle demektedir: "Tarih Müslüman Araplardan daha adaletli ve daha merhametli fatihler görmemiştir."

Bu şekilde dünya hayatında helake dair onlara böyle bir tehdidi yönelttik­ten sonra, arkasından ahirette gerçekleşecek bir başka tehdidi şöylece söz ko­nusu etmektedir: "Muhakkak size vaad olunan yerine gelecektir..." Yani ey Muhammed, haber ver onlara, tehdit olunageldikleri uhrevî ceza mutlaka gerçek­leşecektir. Siz âciz bırakabilecek kimseler değilsiniz. Yani kaçmak ve karşı dur­makla onun irade buyurduğuna engel olamaz, onu âciz bırakamazsınız. O sizi tekrar yaratmaya kadir olandır. İsterseniz toprağa ufalanmış, parçalanmış, ke­miklere dönüşmüş olunuz. O kulları üzerine kahir olandır. İbni Ebi Hatim, Ebu Saîd el-Hudrî (r.a.)'den Resulullah (s.a.)'m şöyle buyurduğunu rivayet etmekte­dir: "Ey Adem oğulları, eğer sizler aklınızı kullanan kimseler iseniz, kendinizi ölmüşlerden sayınız. Nefsim elinde olana yemin olsun ki vaad olunageldiğiniz şey mutlaka gelecektir ve siz âciz bırakabilecek kimseler değillersiniz."

Daha sonra Yüce Allah bir başka şiddetli korkutma ve oldukça kesin bir tehditte bulunmakta ve şöyle buyurmaktadır: "De ki: Ey kavmim, elinizden ge­leni yapın..." Yani ey Muhammedi Şu sözlerinle onlara bildir: Eğer sizler hida­yet üzere olduğunuzu zanneden kimseler iseniz yolunuza ve bu halinize devam ediniz. Ben de kendi yolumu, yöntemimi sürdürüp gideceğim. Yüce Allah'ın şu buyruğu da buna benzemektedir: "İman etmeyenlere de ki: Elinizden geleni ya­pın. Bizler de yapanlarız. Haydi bekleyin, şüphesiz biz de bekleyenleriz." (Hûd, 11/121-122).

Zemahşerî Yüce Allah'ın, "Elinizden geleni yapın...." buyruğu hakkında şunları söylemektedir: Bunun iki manaya gelme ihtimali vardır: Sizler yapabil­diğiniz kadarıyla, bütün imkânlarınızla yapacağınızı, gücünüzün son noktası­na, imkânlarınızın son aşamasına kadar yapın. Yahut da sizler bu istikameti­niz ve bu haliniz üzere amel ediniz. Ben de halim üzre amel etmekteyim. Yani sizler küfür ve bana düşmanlık etmek üzere sebat gösterin, şüphesiz ben de İs­lâm üzere sebat edeceğim, size karşı sabırla davamı sürdürmeye devam edece­ğim. [30]

Yakında güzel akıbetin bizim mi sizin mi olacağını bileceksiniz. Bu yurdun güzel sonu ise, Yüce Allah'ın bu dünyada yaratmış olduğu güzel akıbet, güzel son demektir.

Bu ise -Zemahşerî'nin de dediği gibi- oldukça incelikli bir uyan üslûbudur. Bu ifadede son derece insaflıca sözler, güzel ve edebî kullanılmış olmakla bir­likte, oldukça ağır bir tehdit ve uyarıp korkutanın haklı olduğuna, uyarılanın ise batıl üzere olduğuna dair kesin bir delili de ihtiva etmektedir. Yüce Allah'ın şu buyrukları da bu üslûba benzemektedir: "Haydi istediğinizi yapınız." (Fussi-let, 41/40); "Muhakkak bizler yahut sizler elbette ya bir hidayet üzereyiz yahut da apaçık bir sapıklıktayız." (Sebe, 34/24).

Bu, aynı zamanda ümmetlerin karşı karşıya kalacakları hallerin amelleri­ne bağlı olduğuna ve her bir amelin kaçınılmaz bir sonucunun bulunduğuna, hayırsa hayır, şer ise şer bir akıbetin görüleceğine açık bir delildir.

Gerçek şu ki zalimler iflah olmazlar. Yani zalimler Allah'ın nimetlerini in­kâr etmekle, ulûhiyyetinde O'na ortaklar edinmek suretiyle mutlu olamazlar, kendileri adına bir başarı gerçekleştiremezler. Bu da Yüce Allah'ın şu buyruğu­nu andırmaktadır: "Rableri onlara vahiyle bildirdi ki: Mutlaka bizler zalimleri helak edeceğiz ve elbette sizleri de onların ardından yeryüzüne yerleştireceğiz." (İbrahim, 14/14).

Kendisi sebebiyle Allah'a hamdettiğimiz hususlardan birisi de Allah'ın peygamberine olan vaadini yerine getirmiş olması, yeryüzünde ona iktidar ve­rip Arap müşriklerine karşı ona yardımcı olması, zafer ihsan etmesi, Arap yarı­madasının, Yemen'in ve Bahreyn'in o hayatta iken itaatine girmiş olmasıdır. Daha sonra halifeleri döneminde çeşitli bölgeler, ülkeler fethedildi; İslâm yer­yüzünün doğusuna batısına yayıldı. Uzun asırlar boyunca İslâm devletleri güç­lü, kuvvetli, düşmanların saldırısına karşı kendisini koruyabilen devletler ola­rak hükmetmeye devam ettiler. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle bu­yurmaktadır: "Allah şunu yazdı ki, mutlaka ben ve peygamberlerim elbette ga­lip geleceğim. Muhakkak Allah Kavî'dir (güçlüdür), Azîz'dir (kimse ona karşı koyamaz)" (Mücadele, 58/21); "Muhakkak bizler peygamberlerimize ve iman edenlere hem dünya hayatında hem de şahitlerin ayağa kalkacağı günde yar­dım edeceğiz. O günde zalimlere ileri sürecekleri mazeretlerinin faydası olmaya­caktır. Lanet onlaradır ve kötü yurt da onların olacaktır." (Mü'min, 40/51-52). [31]



Ekinler, Meyveler, Davarlar Ve Çocukların Öldürülmesine Dair Cahiliye Hukuku


136- Ve onlar Allah için O'nun yarattığı ekin ve davarlardan bir pay ayırdılar ve kendi zanlarına göre "Bu Allah'ın­dır, bu da O'na koştuğumuz ortakları-mızındır" dediler. Ortaklarına ait olan­lar Allah'a ulaşmazdı da Allah'a ait olanlar ortaklarına giderdi. Ne kötü­dür hükmedegeldikleri!

137- Ve böylece onların ortakları hem onları helake sürüklemek, hem de din­lerini kendilerine karmakarışık etmek için şirk koşanların bir çoğuna çocuk­larını öldürmelerini süslü göstermiş­tir. Şayet Allah dilemiş olsaydı bunu yapamazlardı. Artık sen onları uydur­dukları o yalanları ile başbaşa bırak.

138- Onlar batıl zanda bulunarak "Bu davarlar ve ekinler dokunulmazdır. Onları dilediğimizden başkası yiye­mez" dediler. Bir takım hayvanların sırtlarına binmek haram edildi. Bir kı­sım hayvanların üzerine de ona karşı iftira ederek Allah'ın adını anmazlar. Allah yapmakta oldukları iftiraları yü­zünden onları cezalandıracaktır.

139- Bir de dediler ki: "Şu davarların karınlarında bulunanlar yalnız erkek­lerimiz içindir, kadınlarımıza haram kılınmıştır." Ölü doğacak olursa hepsi ona ortak olurlar. Onların vasıflandır-malarının cezasını verecektir. Muhakkak O, Hakîm'dir, Alîm'dir.

140- Bilgisizlikleri yüzünden çocukları­nı beyinsizce öldürenler, Allah'ın ken­dilerine verdiği rızkı Allah'a iftira ede­rek haram sayanlar gerçekten hüsrana uğramışlardır. Onlar şüphesiz sapıt-mışlardır. Zaten hidayete erenlerden olmamışlardı.



Açıklaması


Burada müşriklerin uydurdukları nevalarından ve tutarsız görüşlerinden hareketle ve şeytanın vesveselerinden etkilenerek ortaya attıkları İslâm öncesi Arap cahiliyesinin bir takım hukukî hükümlerini görüyoruz.

Birinci tür:

"Ve onlar Allah için O'nun yarattığı ekin ve davarlardan..." Yani Allah'ın yaratmış olduğu ekin, meyve ve davarlardan Allah'a bir pay ayırdılar. Elde edi­len mahsul, meyve ve yavrulardan O'nun için belli bir miktar ve pay tahsis et­tiler. Bir diğerini ise iftira ve uydurma yoluyla Allah'a ortak koştukları putla­ra, heykellere ayırdılar.

Ayırdıkları ilk pay ile ilgili olarak "Bu Allah'ındır, bu pay vasıtasıyla O'na yaklaşırız dediler. İkinci pay hakkında da "Bu da O'na koştuğumuz ortakları-mızındır, yani bu da kendisi vasıtasıyla kendilerine yaklaşmak istediğimiz di­ğer mabudlanmızındır, dediler.

Allah'ın putları onların ortakları olarak değerlendirmesi, bu putlara da mallarından ayırdıkları belli bir payı harcamalarından, bunlara Yüce Allah'ın özelliklerinden birisi olan helâl ve haram kılmak hususunda itaatle boyun eğ­diklerinden dolayıdır. Yüce Allah'ın, "Kendi zanlarına göre" buyruğu şu demek­tir: Herhangi bir delilleri, Allah'tan bu konuda kendilerine gelmiş bir bilgileri olmaksızın gelişigüzel iddiada bulunarak, Allah'a yakınlaşmak için haram kıl­dıklarını zannetmektedirler. Halbuki Allah'a yakınlaştırıcı amelin yalnızca ve halisen O'na ait olması, O'nun izniyle olması gerekir. Çünkü bu bir dindir, din ise yalnızca Allah'ındır ve yalnız O'ndan gelir.

Onlar Allah'ın payını misafirlere, küçük çocuklara ikramda bulunmak ve yoksullara tasadduk etmek için ayırırlar; putlarına, ilâhlarına ayırdıkları pay­lan ise, onların hizmetlerinin görülmesi, işleri ve hizmetkârları için ayrılırdı.

Allah'a koştukları ortaklar adına tayin ettikleri paydan herhangi bir bö­lüm, Allah için ayırdıkları alanlardan birisine harcanmıyordu. Aksine onlar or­taklara ayırdıkları payları putların hizmetkârlarına, putların hizmetine ve kurban kesimine ayırırlardı.

"Allah için" diye ayırdıkları pay ise, bazen o pay vasıtasıyla putlara yakın­laşmak için harcanabiliyordu.

"Ne kötüdür hükmedegeldikleri", yani verdikleri bu hüküm yahut da yap­tıkları bu paylaştırma ve işledikleri iş ne kadar da kötüdür! Çünkü onlar bu su­retle âciz olan yaratıkları her şeye kadir olan yaratıcıya tercih edip üstün tutu­yorlardı. Bu hem de haksızca bir hükümdü; çünkü Yüce Allah her şeyin Rabbi, mutlak mâliki ve yaratıcısıdır. Onlar böyle bir paylaştırmaya kalkışmakla zulme saptılar ve Allah'a ait olan hakları yerine getirmediler. Yahut bunun anlamı, daha güçsüz ve zayıf olan türü Allah'ındır, diye O'na nispet ettiler. Nitekim Yü­ce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlar kızları Allah'a ait kabul ediyorlar. O mü­nezzehtir. Kendilerine de canlarının çektiğini." (Nahl, 16/57); "Ve ona kulların­dan bir bölüm ayırdılar. Şüphesiz insan besbelli bir nankördür." (Zuhruf, 43/15). Yine Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Erkekler sizin dişiler O'nun mu? O takdirde bu insafsızca bir paylaştırmadır." (Necm, 53/21-22).

miş oldular. O'na başkasını ortak koşmuş, O'nunla beraber bir başka ilâha tap­mış oldular. Taptıkları bu başka ilâhları Allah'a ait olanları da putlarına ait kılmak suretiyle Allah'tan üstün tuttular, Allah'a tercih ettiler. Halbuki verdik­leri bu hükümlerinde de aklî ya da ilâhî şeriatın aydınlığından kaynaklanan

sağlıklı herhangi bir dayanakları da yoktur.

İbni Abbas bu ayet-i kerimeyi tefsir ederken şunları söylemektedir: "Al­lah'ın düşmanları şöyle yapıyorlardı: Bir ekin ektikleri ya da bir meyve mahsu­lü elde ettiklerinde onun bir bölümünü Allah'a diye, bir bölümünü de puta diye ayırırlardı. Putlara ait olan herhangi bir ekin, mahsul veya bir şeyi iyice korur, iyice tespit ederlerdi. Şayet putlara ayırdıkları o paydan hiç bir şeye muhtaç ol­mayan, Samed olan Allah'a ait ayrılan payın arasına karışacak olursa, onu alır puta ayırdıklarının arasına koyarlardı. Eğer puta ayırdıkları su herhangi bir şekilde Allah'a ayırdıkları bölümden bir miktarını sulayacak olursa, bu sefer onu da puta ait kabul ederlerdi. Yine Allah'a ayırdıkları ekin ve meyveden bir bölüm puta ayırdıkları bölümün arasına karışsa, putun ihtiyacı vardır diyerek onu alıp Allah'ın payına geri iade etmezlerdi. Eğer Allah'a ayırdıkları bölümün suyu zaptedilemeyip puta ait diye ayırdıkları bölümü sulayacak olursa, onu da puta bırakırlardı.

Diğer taraftan kendi mallarından bahîreyi, şaibeyi, vasîleyi ve hâmîyi ha­ram kabul ediyorlar, bunları putlara ayırıyorlar ve onlar bütün bunları Yüce Allah'a yaklaşmak için haram kıldıklarını ileri sürüyorlardı."

İkinci tür:

"Ve böylece onların ortakları hem onları helake sürüklemek hem de dinleri­ni kendilerine karmakarışık etmek için... süslü göstermiştir." Yani ekinlerin ve davarların Allah ile putlar arasında paylaştırılması süslü gösterildiği gibi, Al­lah'a ortak koştukları varlıklar olan (ilâhların hizmetkârları ve mabedlerin ba­kıcıları) da müşriklere çocuklarını öldürmelerini süslü göstermişlerdir. Müca-hid der ki: Burada "onların ortakları"ndan kasıt, kendilerine fakirlik korku­suyla çocuklarını diri diri gömmelerini emreden şeytanlarıdır. -Süddî de şöyle der: Şeytanlar kendilerine kız çocuklarını öldürmelerini emretmişti. Bu, ya on­ları mahvedip helake süreklemek için yahut da dinlerini kendilerine karmaka­rışık etmek içindi.

Bu süslemenin sebebine gelince: Şeytanlar onları halihazırdaki durumda veya gelecekte fakirlikle korkuttular. Nitekim Yüce Allah böyle bir işi bu buyruğunda şöylece nitelendirmekte ve yasaklamaktadır: "Fakirlik korkusuyla ço­cuklarınızı öldürmeyiniz. Onları da sizleri de bizler rızıklandırıyoruz." (İsra, 17/31).

Diğer bir sebep ise utanılacak duruma düşmekten korkmalarıydı. Buna göre kız çocuklarını, utanacak hale gelmek, fakirlik ve kendilerine denk olma­yan birisiyle evlenir korkusuyla öldürüyorlardı. Şanı yüce Allah ise şu buyru­ğuyla onların yaptıkları işlerin çirkinliklerini dile getirmektedir: "Ve diri diri gömülen kız çocuğu hangi günahtan dolayı öldürüldü diye sorulacağı zaman..." (Tekvir, 81/8).

Kendilerine, çocuklarını öldürmekle Allah'a yaklaşacakları vehmini verdi­ler. Nitekim Abdülmuttalib de oğlu Abdullah'ı öldürmeyi adadığında aynı du­rumdaydı. Resulullah (s.a.) da "Ben iki kurbanlığın oğluyum." derken buna işaret etmektedir.

Yüce Allah münkerlerin kendilerine süslü gösterilmesinin sebebini de şöy­lece zikretmektedir: "Ve böylece onların ortakları, hem onları helake sürükle­mek hem de dinlerini kendilerine karmakarışık etmek için..." Yani bu şeytanlar bunlara bu münkerleri süslü gösterdiler. Bunlardan birisi de çocuklarını öldür­meleridir. Böylelikle müşrikleri aldatmak suretiyle helak etmek ve fıtratlarını bozmak, tabi olduklarını iddia ettikleri Hz. İsmail ile Hz. İbrahim'in dinleri ile ilgili hususları kendilerine karmakarışık etmek için böyle yaptılar.

Şayet Allah dileseydi ebediyyen bunu böyle yapamazlardı. Bütün bunlar Allah'ın mükemmel hikmetinin bir gereği olarak onun meşieti, iradesi ve ihti­yarı ile olmuştur. Ehl-i sünnet der ki: İşte bu, müşriklerin bütün yaptıklarının Allah'ın meşieti ile olduğunu göstermektedir.

Mu'tezile ise şöyle der: Buradaki dilemek, ilcâ (mecbur etmek) yoluyla bir dilemek diye anlaşılır. Yani Yüce Allah'ın onları kendi tercihleriyle başbaşa bı­rakması anlamında bir meşiettir. Onlar da herhangi bir cebir ve baskı olmaksı­zın böyle bir şeyi uygun görmeleri sonucu alıp yaparlar. Şunu da bilmek gere­kir ki, Allah onları mümin kılmaya da kadirdir. Melekler gibi onları imana isti­datlı bir karakterde yaratmak suretiyle yahut imana götürecek sebepleri onlar­da yaratarak ortaya çıkması halinde ve mücerred olarak kendilerini imanın zo­runlu olduğuna, Allah'ın varlığını, birliğini ikrar etmeye ikna edecek rasulün gelmesi ile itaat etmelerini sağlayarak onları mümin kılmaya kadirdir.

Artık ey Peygamber! Sen de onları din diye tutturdukları bu davranışla­rıyla başbaşa bırak! Sana düşen tebliğden ibarettir. Üçüncü tür:

"Bu davarlar ve ekinler dokunulmazdır... dediler." Yani onlar şirkleri, çir­kin cahiliyeleri dolayısıyla davarlarını ve ekinlerini üç kısma ayırdılar:

1- Bir kısım davar ve yiyeceklerden hiç bir kimse faydalanamaz. Bunlar kendi mabud ve putlarına tahsis edilmişti. Diyorlardı ki: Bunlar ilâhlara ayrıl­mıştır. İlâhlarından başka kimse onlara dokunamaz, başkalarına verilemez. Yine diyorlardı ki: Dilediğimizden başka kimse onlardan yiyemez. Yani onlardan ancak putların hizmetkârları ve kadınlar müstesna olmak üzere erkekler yiyebilirdi. Bu ise herhangi bir delil ve belgesi bulunmayan, sırf kendi mesnet­siz iddialarından kaynaklanan bir uygulamadır.

2- Bir takım davarların sırtları haram kılınmış, bunlara binilmiyor ve bunlara yük vurulmuyordu. Maide suresinde yer alan "Allah bahire ve sâibe... diye bir şey kılmamıştır," (Maide, 5/103) ayeti ile tefsirinde daha önce geçen ba­hire, sâibe ve hâmî diye kendilerinden söz edilenler bu kabildendi.

3- Bir takım davarları da kesim esnasında Allah'ın adını anmaksızm ke­serlerdi. Allah'ın adını ancak yerde putlarının adını anarlar ve hac döneminde dahi bu davarlardan yararlanmazlardı.

Onlar bu paylaştırmayı Allah'a yalan iftirada bulunarak gerçekleştirmiş­lerdi. Allah onlara böyle bir şeriat indirmediği gibi, onların da Allah'ın hakkın­da izin vermediği herhangi bir şeyi helâl ya da haram kılma hak ve yetkileri yoktu. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "De ki: Ne dersiniz? Allah'ın size indirip de sizin ondan bir bölümünü haram, bir bölümünü helâl kıldığınız rızık hakkında? De ki: Allah mı size izin verdi, yoksa siz Allah'a iftirada mı bu­lunuyorsunuz?" (Yunus, 10/59).

Allah bu iftiraları dolayısıyla lâyık oldukları şekilde onları cezalandıra­caktır. Bu ise onlara bir tehdittir.

Daha sonra Yüce Allah, kendi gülünç iddiaları ve delilsiz kanaatlerine da­yanarak yaptıkları helâl ve haram kılmanın bir başka türünü söz konusu ede­rek şöyle buyurmaktadır: "Şu davarların karınlarında bulunanlar yalnız er­keklerimiz içindir..." Yani bu (kulakları yarık) bahîrelerin karınlarında bulunan yavrular ve sütleri ile kendilerine kimsenin ilişmesinin söz konusu olmadığı, ilâhlar adına otlaklarda serbest bırakılmış şaibeler yalnızca erkeklere helâldir, kadınlara haramdır. Bunların sütleri erkeklere helâl, kadınlara haramdır. Eğer bu davarlar erkek yavrulayacak olurlarsa, bunu da sırf erkeklere helâl kabul ederlerdi. Dişiler bu yavrulardan yiyemezlerdi. Dişi doğuracak olursa bu dişi de yavrulamak üzere bırakılır, kesilmezdi. Eğer doğan yavru ölü doğarsa, o takdirde erkekler ve dişiler ona ortak olurdu.

Allah bu nitelendirmelerinin yani bu hususta söyledikleri yalanların ceza­sını onlara verecektir. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmakta­dır: "Allah'a karşı yalan iftira etmek için dillerinizin yalan yere nitelendiregel-diği şeyler hakkında şu helâldir, şu da haramdır demeyin." (Nahl, 16/116).

Daha sonra Yüce Allah kız çocuklarını diri diri gömmelerini, Allah'ın helâl kıldığı şeyleri haram kılmalarını tenkit ederek şöyle buyurmaktadır: "Bilgisiz­likleri yüzünden çocuklarını beyinsizce öldürenler... gerçekten hüsrana uğramış­lardır." Yani çocuklarını öldüren, kız çocuklarını diri diri gömenler, Allah'ın kendilerine vermiş olduğu güzel rızıkları haram kılanlar gerçekten hüsrana uğramışlardır.

Çünkü onlar sefihçe yani yerilecek bir hafiflik, çirkin bir ahmaklık ve ger­çekle ilgisi olmayan vehmî bir zarar olan fakirlik korkusuyla, neyin faydalı neyin zararlı olduğunu, neyin güzel neyin çirkin olduğunu bilmeksizin çocukları­nı öldürmüşlerdir. Şüphesiz bilgisizlik ise münkerlerin ve çirkin işlerin en bü­yüğüdür. Onlar Allah'a yalan iftirada bulunarak tertemiz şeyleri haram kıldı­lar. Andolsun apaçık bir şekilde sapıklığa düştüler. Çünkü din ve dünya masla­hatlarının ne olduğunu bilemiyorlar, hak ve doğru olanlara hiç bir şekilde yol bulamıyorlardı. Yüce Allah'ın, "Zaten hidayete erenlerden olmamışlardı" buy­ruğunun ifade ettiği anlam ise, onların hiç bir şekilde hidayete ulaşmadıklarını açıklamaktadır.

Buharî, İbni Abbas'tan şöyle dediğini nakletmektedir: "Eğer Arapların bilgisizliklerini bilmek istiyor isen En'am suresinde yer alan 130. ayetten son­rasını, "Bilgisizlikleri yüzünden çocuklarını beyinsizce öldürenler... zaten hida­yete erenlerden olmamışlardı" buyruğunu oku.

İbnül-Münzir ve İbni Ebi Hatim, Katâde'den bu ayet-i kerime hakkında şöyle dediğini rivayet etmektedir: Bu, cahiliye mensuplarının yaptığı bir işti. Onlardan herhangi bir kimse, esir alınır ve fakir düşer korkusuyla kız çocuğu­nu öldürürken diğer taraftan köpek besliyorlardı. [32]



Allah'ın Kudretinin Apaçık Delilleri


141- Ve O, çardaklı ve çardaksız bağla­rı, tatları çeşitli ekin ve hurmaları, zeytin ve narı birbirine benzer ve ben­zemez şekilde yaratan, yetiştirendir. Her biri mahsul verdiği zaman mahsu­lünden yiyin, hasat edildiği zaman da hakkını verin ve israf etmeyin, çünkü O israf edenleri sevmez.

142- O, davarlardan yük taşıyacak ve döşek yapılacakları da yaratandır. Al­lah'ın size verdiği nzıktan yiyin, şeyta­nın adımlarını izlemeyin. Çünkü o, si­zin apaçık bir düşmanınızdır.

143- Sekiz çift. Koyundan iki, keçiden iki. De ki: "İki erkeği mi iki dişiyi mi veya iki dişinin rahimlerinde bulunan­ları mı haram kıldı?" Eğer doğru söyle­yenlerden iseniz bana bilgiye dayana­rak haber verin.

144- Deveden de iki, sığırdan da iki. De ki: "İki erkeği mi iki dişiyi mi veya iki dişinin rahimlerinde bulunanları mı haram kıldı? Yoksa Allah size bunları buyururken siz hazır mıydınız?" İn­sanları bilgisizce saptırmak için Al­lah'a karşı yalan uydurandan daha za­lim kimdir? Muhakkak ki Allah zalim­ler topluluğunu hidayete erdirmez.



Nüzul Sebebi


"... hasat edildiği günde hakkını verin." mealindeki 141. ayetin nüzulü ile ilgili olarak İbni Cerîr -Taberî, Ebul-Aliye'den şöyle dediğini rivayet etmekte­dir: İnsanlar zekâtın dışında bir şeyler veriyor idiler. Daha sonra bu konuda is­rafa yöneldiler. Bunun üzerine şu: "Ve israf etmeyin, çünkü O, israf edenleri sevmez" buyruğu nazil oldu. Yine ondan rivayete göre o şöyle demiştir: Hasat günü zekâtın dışında bir şeyler veriyorlardı. Daha sonra bu hususta birbirleriyle yarışmaya koyuldular ve israfa yöneldiler. Bunun üzerine Yüce Allah "Ve israf etmeyin, çünkü O, israf edenleri sevmez" buyurdu.

Yine Taberî, İbni Cüreyc'den şöyle dediğini rivayet eder: Bu ayet-i kerime Sabit b. Kays b. Şemmâs hakkında nazil olmuştur. O, bir hurma ağacının mey­velerini topladı ve şöyle dedi: Bu gün kim gelirse mutlaka ona yedireceğim. Ak­şama kadar gelene yedirdi ve yanında bir şey kalmadı. Bunun üzerine Yüce Al­lah "İsraf etmeyin, çünkü O, israf edenleri sevmez" diye buyurdu.[33]



Açıklaması


Yüce Allah müşriklerin tutarsız ve asılsız görüşleriyle tasarruflarda bu­lunduğu ve bu görüşlerine dayanarak paylaştırıp bir kısmını haram, bir kısmı­nı helâl kıldıkları ekin, mahsul ve davar türünden her şeyin yaratıcısı olduğu­nu beyan ederek şöyle buyurmaktadır: "Ve O, çardaklı ve çardaksız bağları... yetiştirendir."

Yani ister çardaklar üzerinde yükselip ağaç gibi büyütülen asmalar olsun ister bağlar ve bahçeler olsun hepsini var edip yaratan O'dur. Çardak, çatı şek­linde yapılan ve üstlerine asma dallarının yerleştirildiği çubuklardır. Çardak-sızlar ise yere bırakılan yahut da gövdeleri üzerine yükseldiği için çardağa ihti­yacı bulunmayan diğer meyve ağaçlandır. Bizzat üzüm ağaçlarının kimisi çar­daklıdır, kimi çardaklı değildir. Aynı şekilde hurma ağaçlarını, tadı, rengi, ko­kusu ve şekli değişik ekinleri yaratan da O'dur. Özellikle hurma ağaçlarının müstakil olarak zikredilmesi, Araplarca bunun çokça görülmesi ve güzelliği dolayısıyladır. Bütün parça ve bölümleriyle çokça faydalı olmasından ayrıca yaprağının bütün mevsimlerde dökülmemesinden de kaynaklanmıştır. O kadar ki hadis-i şerifte mümin kişi de hurma ağacına benzetilmiştir.

Şam yüce Allah çeşitli ekin ve tadları farklı mahsulleri yaratandır. Bura­da tadlan farklı (el-ukül) tabiri yenilen meyve ve mahsul demek olup Ademoğ-lunun hayatının onlara bağlı bulunduğu yenilecek şeylerdir. Ayrıca bu, yaz kış ekilen her şeyi kapsamına almaktadır. Hurma ve ekin gibi tadları değişik şey­lerin özellikle söz konusu edilmesi onların üstünlükleri dolayısıyladır.

Bu yiyecek türleri, besleyicilik ve insanların temel gıda ihtiyaçlarını karşı­layıcı özellikleri bakımından diğer mahsullerden daha faydalı ve insanlar ara­sında muteber yiyeceklerdir. Çünkü tahıllar temel gıda maddeleridir.

Ayrıca Yüce Allah zeytin ve nar ağaçlarını görünüş itibariyle birbirine benzer fakat yenmeleri ve tad itibariyle birbirinden farklı olarak yaratmıştır.

Bütün bu çeşitler aynı su ile sulanıp aynı toprakta yetiştikleri halde her bir türünün diğerinden tad, renk, koku ve olgunlaşma zamanı itibariyle farklı­lıkları vardır. Bu farklılıklar, insanın soğuk, sıcak ve ılımlı dönemlerdeki ihti­yacına uygundur. Bu ise yaratıcının bunlara olan kudretinin delilidir. Bütün bu çeşitler, bunları yaratıcının yoktan var ediciliğini göstermektedir. Bütün bunları yapan ise uygun rızkı vermek, uygun serî hükümleri, yasaları koymak bakımından bir tek ve eşsiz olan Allah Teâlâ'dır.

Yüce Allah bu nimetleri insanlara mubah kılmış ve onlara bu nimetleri ih­san etmek suretiyle lütufta bulunduğunu belirterek minnet etmiştir. Yüce Al­lah buyuruyor ki: "Her biri mahsul verdiği zaman mahsulünden yiyin." Yani Allah'ın bitirip yetiştirdiği bu bitkilerden mahsul verdiği vakit olgunlaşmamış olsa dahi yiyebilirsiniz. Burada "mahsul verdiği zaman" kaydının yer alması­nın faydası, bunlara sahip olan kimsenin Yüce Allah'ın hakkı olan zekâtın eda edilmesinden önce de bunları yemesinde ruhsat bulunduğunu ifade etmesidir.

Daha sonra ise alınan bu mahsullerde yerine getirilmesi gereken mükelle­fiyet zikredilmektedir ki, bu da farz olan zekâttır. Yüce Allah bunu ifade etmek üzere, "Hasat edildiği günde hakkını verin" diye buyurmaktadır. Yani hasat gü­nünde ondan, farz olan zekâtı ayırın. Bunun vakti ise, olgunlaşmasından sonra koparılıp toplanma zamanıdır. Bunun ardından da tane ile samanı birbirinden ayırmak için dövme vakti gelir. Üzümün toplanması, hurmaların derilmesi, meyvelerin koparılması da "hasat edildiği zaman' kapsamına girer. Farz olan hak, yağmur ile sulanan şeylerde öşür, nehir, kuyu ve buna benzer kaynak su­larıyla sulananlarda ise öşrün yansıdır. Şer'an belirlenen bu hak, hak sahiple­rine verilir. Bunlar ise akrabalar, yetimler ve yoksullardır.

Mahsullerde yerine getirilmesi gerekene hak ile ilgili olarak ilim adamla­rının iki görüşü vardır. İbni Abbas der ki: Burada kasıt farz olan zekâttır ki bu da öşür veya öşrün yarısı (yani yirmide bir) dır.

Yine İbni Abbas'tan rivayet edildiğine göre -ki bu Said b. Cübeyr'in de gö­rüşüdür- o şöyle demiştir: Hasat günü yoksullara bu miktar sadaka olarak ve­rilmiyordu. Aksine bu miktar, tayin edilmeksizin vacip bir görevdi. Çünkü bu ayet-i kerime Mekke'de inmiştir. Zekât ise Medine'de farz kılınmıştır. Böylelik­le öşrün ve öşrün yansının farz kılınması suretiyle -ki bu da zekâttır- bu vacip neshedilmiş oldu.

Ayetin Medine'de indiği ve doğrusunun bundan kastedilenin farz zekât ol­duğu da söylenmiştir. Buna göre anlam şöyle olur: Sizler hasat günü hakkı ver­meye karar veriniz, maksadınız bu olsun ve bunun için gayret gösteriniz. Ta ki bu verme işinin mümkün olabileceği ilk vakitten sonrasına onu bırakmayası-nız.

Daha sonra Kur"an-ı Kerim bilinegelen yöntemine dikkat çekmektedir ki bu da işlerde orta yolu seçmek ve her hususta itidali elden bırakmamaktır. İşte Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ve israf etmeyin..." yani Allah'ın size verdiği rızıktan yemekte aşırıya kaçarak israfta bulunmaksızın yiyiniz. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "Yiyiniz, içiniz ve israf etmeyi­niz. Çünkü O, israf edenleri sevmez." (A'râf, 7/31). Aynı şekilde sadaka vermek­te de aşırıya giderek israf etmeyiniz. Nitekim Sabit b. Kays b. Şammâs'tan ri­vayet edildiğine göre o, beşyüz hurma ağacının meyvesini toplamış ve hepsini dağıtmıştı. Bunlardan evine hiç bir şey girmemişti. Yüce Allah şöyle buyur­maktadır: "Ve elini büsbütün de açıp savurma! O takdirde kınanmış ve yaptığı­na pişman olarak oturup kalırsın." (İsra, 17/29).

Zührî de der ki: Bunun anlamı şudur: Allah'a masiyet uğrunda harcama­yınız. Buna benzer bir rivayet Mücahid'den de yapılmıştır. İbni Ebi Hatim on­dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Mekke'deki Ebu Kubeys dağı altın olsa ve bir kimse bunu Allah'a itaat uğrunda harcayacak olsa o israf etmiş olmaz. Bununla birlikte Yüce Allah'a isyan uğrunda tek bir dirhem dahi harcayacak olsa israf etmiş olur." İşte bu görüşten hareketle bazı hikmet sahibi kimseler şöyle demiştir: "Hayırda israf yoktur, israfta da hayır yoktur."

Gerçek ise şudur: İsraf, her hususta, hayırda olsun başka alanlarda olsun bir hatadır. İster yemekte, ister tasaddukta olsun fark etmez. Çünkü her insa­nın kendisine, aile halkına, yakınlarına, çoluk çocuğuna gereken nafakayı ver­mesi vaciptir. Hatta kendi çocukları bulunmadığı halde gelirinden gelecekte or­taya çıkacak ihtiyaçlarına harcamak için bir şeyler saklaması övülen bir iştir; ta ki kendisi başkalarının sırtından geçinen, başkalarına yük olan bir kimse durumuna düşmesin. Bundan dolayı savurgan, sefih kişi şer'an hacr altına alı­nır (tasarrufları kısıtlanır); onun harcamaları hayır yolunda da olsa aynı şey uygulanır. Sahih-i Buhari' de muallak olarak şöyle bir rivayet yer almaktadır: "İsrafa sapmaksızın, büyüklenmek kastı da olmaksızın yiyiniz, içiniz ve giyini­niz."

Yüce Allah'ın lütuf, rahmet ve nimetinin kemalindendir ki ey insanlar, O sizin için davarları (ki bunlar deve, sığır ve koyun türleridir) yük taşımaya el­verişli büyükleriyle; henüz süt emen deve yavruları, koyun ve keçi gibi küçük-leriyle -ki bunlar "döşek yapılacaklar" diye kendilerinden söz edilenlerdir ve yeryüzüne kesilmeleri için yayılanlar, kıllarından, tüylerinden, yerde yayılan döşek ve yaygılar ile giyilecek elbiseler çıkartılan küçükleridir- yaratmış olmasidir. Bu da Yüce Allah'ın bir başka ayetteki şu buyruğunu andırmaktadır: "Görmezler mi ki şüphesiz bizler onlar için ellerimizin yaptığından davarlar ya­rattık da onlar bunlara sahiptirler. Biz bu davarları kendilerine boyun eğdir­dik, onlardan bazılarına binerler, kimisinden de yerler. "(Yasin, 36/71-72); "Şüp­hesiz davarlarda sizin için bir ibret vardır. Biz onların karınlarından dışkı ile kan arasından içenler için içimi kolay, halis bir süt içiriyoruz." (Nahl, 16/66).

Daha sonra Yüce Allah tıpkı ekinleri mubah kıldığı gibi davarlardan ye­menin de mubah olduğunu tekrar ifade ederek şöyle buyurmaktadır: "Allah'ın size verdiği rızıktan yiyin." Yani sizler ekin ve meyvelerden yediğiniz gibi, bu davarlardan da yiyiniz. Çünkü onların hepsini yaratan Allah'tır, size bunları rızık kılan da O'dur. Şer'an mubah olan diğer yararlanma türleriyle de bunlar­dan yararlanınız.

Fakat şeytanın adımlarına yani onun yol ve emirlerine uymayınız. Al­lah'ın kendilerine rızık olarak verdiği meyve, ekin ve davarları Allah'a iftirada bulunarak haram kılan müşriklerin şeytanın adımlarına uyduğu gibi siz ona uymayınız. Sakın Allah'ın size haram kılmadığı bir şeyi haram kılmaya kalkış­mayınız. Çünkü böyle bir iş şeytanın aldatmasının bir sonucudur. Allah sizlere bunları haram kılmıştır. Teşrî, helâl ve haram kılma kaynağı ise Allah'tan ge­len buyruklardır. Çünkü bütün varlıkları yoktan var eden, yaratan O'dur; bun­larda tasarruf hakkı O'nundur. O'ndan başka herhangi bir kimsenin kendi gö­rüşüne dayanarak haram ve helâl kılma selahiyeti yoktur.

Ey insanlar! Şüphesiz ki şeytan sizin apaçık bir düşmanınızdır. Yani o, düşmanlığı gayet açıkça görülen birisidir. O sizlere ancak kötülüğü, hayasızlığı ve münkeri emreder. Nitekim Yüce Allah'ın şu buyrukları bu anlamlan ifade eder: "Muhakkak şeytan sizin bir düşmanınızdır. Siz de onu düşman edininiz. O kendi taraftarlarını cehennemliklerden olsunlar diye davet eder." (Fâtır, 35/6); "O sizlere ancak kötülüğü ve hayasızlığı, Allah hakkında da bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder." (Bakara, 2/169).

Yük taşıyan ve yünlerinden döşek yapılan davarlar sekiz gruptur. Yük ta­şıyanlar deve veya inek cinsindendir. Yün ve kıllarından döşek yapılanlar ise ya koyun veya keçi türündendir. İşte bu dört kısmın her birisi erkek ve dişi ol­mak üzere iki tanedir. Allah koyun türünden koç ve koyun olmak üzere çift, ke­çi türünden de erkek ve dişi, deve türünden de erkek ve dişi, sığır türünden de öküz ve inek olmak üzere ikişer tür yaratmıştır.

Artık ey Peygamber! Sen de Arap müşriklerine onların davarları bahire, sâibe, vasîle, hâmî ve buna benzer uydurdukları şekildeki paylaştırmalarını reddeden bir üslûpla de ki: Söyleyin bakalım, Allah koyun ve keçi türünün er­keklerini mi, yoksa dişilerini mi haram kıldı? Yoksa bu iki türün dişilerinin ge­be kaldığı yavrularını mı haram kılmıştır? Bunun anlamı ise şudur: Rahimde erkek veya dişiden başka tür olur mu? Siz ne diye bunların bir kısmını haram bir kısmını helâl kılıyorsunuz? Bana kesin bir şekilde delile dayalı olarak ha­ber veriniz, Allah sizlere iddianız olan bahîreyi, şaibeyi, vasîleyi, hâmîyi ve bu­na benzer şeyleri ne şekilde haram kıldı? Allah'ın Kitabından yahut peygamherlerden herhangi birisinin haberinden hareketle bu haram kılmaya delâlet edecek bir belgeyi bildirin bana; eğer haram kılmak iddiasında doğru söyleyen kimseler iseniz.

Gerçek şu ki: İslâm'dan önce cahiliye döneminde Arapların davarlarını bu şekilde kısımlara ayırmalarının hiç bir mantığı yoktur. Onlar hangi mantığa göre bunların bir kısmını haram bir kısmını helâl kılıyorlardı? Eğer bu davar­ların erkek olanları haram idiyse bütün erkeklerinin haram olması gerekirdi. Eğer haram kılınanlar dişileri idiyse bütün dişilerinin de haram olması icap ederdi. Şayet bu haram kılman davarlar dişilerin rahimlerinde bulunan cenin­ler ise -ki ceninler erkek de olur dişi de olur- o takdirde doğan bütün yavrula­rın haram kılınması gerekirdi.

Yüce Allah ise bu türlerde herhangi bir şeyi haram kılmış değildir. Şüphe­siz bunlar haramlık iddiasında yalan söylemektedirler. Dünyada Allah'a yalan iftirada bulunarak Allah'ın haram kılmadığı bir şeyin haram olduğunu iddia eden, insanları saptırmak için de Allah'ın haram kılmadığı bir şeyi harama nispet eden kimseden daha zalim hiç bir kimse yoktur. Bu tür haram uygula­maları başlatan ise bahîreleri, şaibeleri, vasîleleri, hamileri ilk olarak ortaya koyan ve peygamberlerin dinini değiştiren Amr b. Luhay b. Kamia'dır. Şüphe­siz Allah kendilerine zulmederek, Allah'ın teşrî etmediği şeyleri teşrî edip yasa haline getiren zalim toplulukları hakka ve hayra asla iletmez.

Daha sonra Yüce Allah bu tavırlarına daha ağır bir tepki göstermekte ve onların bu halleriyle alay edercesine şöyle buyurmaktadır:

"Yoksa Allah size bunları buyururken siz hazır mıydınız?..." Sizler Rabbi-nizin huzurunda iken mi Allah sizlere bu haramları tavsiye etti de kendiliği­nizden ortaya çıkardığınız, iftira ettiğiniz Allah'ın haram kılmadığı şeyleri ha­ram kılmayı emretti? Şüphesiz ki bu yaptığınız mutlak bir iftira, Allah'a karşı bir yalandır. Mutlak bir cehaletten hareketle insanları saptırmak kasdıyla Al­lah'a karşı yalan uydurup iftira edenden daha zalim hiç bir kimse olamaz. Şanı yüce Allah ise bu zulmün bir cezası olmak üzere kendisine yalan iftirada bulu­nanlara doğruya ulaşma başarısını vermez, böylelerini hak ve adalete iletmez, aksine bunları doğruyu ve insanların maslahatına olan şeyleri idrak etmekten alıkoyar. [34]



Müslümanlara Haram Kılınan Yiyeceklerle Yahudilere Haram Kılınanlar


145- De ki: "Bana vahyolunanlar ara­sında yiyecek kişiye haram olduklarını bulduklarım yalnız şunlardır: Ölü, ak­mış kan, domuz eti -ki o pistir- ve Al­lah'tan başkasının adına kesildiğinden dolayı fısk olanlar. Kim de mecbur olursa zulmetmemek ve haddi aşma­mak şartıyla (yerse) muhakkak ki Rab-bin Gafûr'dur, Rahîm'dir."

146- Yahudi olanlara da bütün tırnaklı­ları haram kıldık. Sığır ve koyunun iç yağlarını da üzerlerine haram kıldık. Bunlardan sırtlarına veya bağırsakla­rına yapışan yahut kemiğe karışan müstesnadır. Bununla biz onları zu­lümlerinden dolayı cezaya çarptırdık. Biz elbette sadıklarız.

147- Seni yalanlayacak olurlarsa de ki: "Rabbiniz geniş rahmet sahibidir. Onun azabı günahkârlar güruhundan geri çevrilemez."



Nüzul Sebebi


"De ki: Bana vahyolunanlar arasında..." mealindeki 145. ayet-i kerimenin nüzulü ile ilgili olarak Abd b. Humeyd Tavus'tan şöyle dediğini riayet etmekte­dir: Cahiliye dönemi insanları bazı şeyleri haram, bazı şeyleri helâl kılıyorlar­dı. Bunun üzerine "De ki: Bana vahyolunanlar arasında yiyecek kişiye haram olduklarını duyduklarım yalnız şunlardır..." ayeti nazil oldu. [35]



Açıklaması


Yüce Allah Mekke'de inmiş bulunan bu surede bu dört şeyin dışında ha­ram kılınmış bir yiyecek olmadığını beyan etti. Yalnızca bunların haram oldu­ğunu ifade eden bir kip kullandı. Böylelikle bu dört şeyin dışında herhangi bir yiyeceğin haram olmayacağını beyan etmekte mübalağa kipini kullanmadı. Nahl suresinde de bunu pekiştirerek şöyle buyurmaktadır: "O sizlere ancak ölüyü, kanı, domuz etini, Allah'tan başkasının adı anılarak kesilenleri haram kıldı. Her kim mecbur kalırsa zulmetmeksizin ve haddi aşmamak şartıyla (yer­se) şüphesiz Allah Gafûr'dur, Rahîm'dir." (Nahl, 16/115)

"(innemâ)= yalnız, ancak" kelimesi hasr ifade eder. Mekke'de inmiş bulu­nan bu iki ayet-i kerimede haram kılman şeylerin bu dört yiyeceğe münhasır olduğunu göstermektedir. Bakara suresinde yer alan Medine'de inmiş bir ayet-i kerime de bu dört şeyin dışında haram kılınmış bir şey olmadığını göstermek­tedir. İşte Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Size yalnız ölü, kan, domuz eti ile Allah'tan başkasının adı anılarak kesilenler haram kılınmıştır." (Bakara, 1/174). Burada hasr ifade eden "(innemâ)= yalnız, ancak" kelimesi aynı şekilde Yüce Allah'ın "De ki: Bana vahyolunanlar arasında yiyecek kişiye haram olduk­larını bulduklarım yalnız şunlardır..." buyruğuna uygun düşmektdir.

Daha sonra Yüce Allah Maide suresinde şöyle buyurmaktadır: "Size oku­nacak olanlar müstesna, davarlar size helâl kılındı." (Mâide, 5/1) Müfessirler "size okunacaklar müstesna" buyruğundan kastolunanın ise Yüce Allah'ın he­men bu ayet-i kerimeden biraz sonra sözünü ettiği şeyler olduğunu icma ile ka­bul etmişlerdir. Bunlar da şu ayet-i kerimede dile getirilmektedir: "Size ölü, kan, domuz eti, Allah'tan başkası adına boğazlanan, boğulmuş olan, vurulmuş, yüksek yerlerden yuvarlanmış, susulmuş, yırtıcı bir hayvan tarafından yenilmiş hayvanlar -yetişip kestikleriniz müstesna olmak üzere- haram kılındı." (Maide, 5/3). İşte bütün bunlar da meyte (ölü) türündendir. Yüce Allah bunları tekrar söz konusu etti. Çünkü onlar bu tür ölmüşlerin de helâl oldukları hükmünü ve­riyorlardı. Böylelikle şeriatın başından sonuna kadar bu hükmü ve bu hasrı be­lirlemiş olduğu sabit olmaktadır.

Maksat Arap müşriklerinin kanaatlerini reddetmektir. Çünkü helâl ve ha­ramı bilmenin tek yolu vahiy olduğuna ve Allah tarafından da Muhammed (s.a.)'den başkasına vahiy gelmediği sabit olduğuna göre, ayrıca bu konuda bu ayet-i kerime ile onun benzeri diğer ayet-i kerimelerin dışında bir emir de nazil olmadığına göre, bu ifade, yalnızca söz konusu dört şeyin haram kılındığını göstermektedir.

Yani Yüce Allah peygamberine emrederek şöyle buyurmaktadır: Ey Mu-hammad! Allah'ın kendilerine verdiği rızkı Allah'a iftira ederek haram kılan şu kimselere de ki: Ben bir kimseye şu aşağıdaki dört hususun dışında kalan her­hangi bir şeyin haram kılındığını görmemekteyim:

1- Meyte (ölü): Şer*î bir kesim olmaksızın ölen hayvandır. Bu kelime, bo­ğulmuş, ağır bir darbe ile vurulup öldürülmüş, yüksekten düşüp ölmüş, süsülmüş, yırtıcı bir hayvanın yediği ve benzer şekilde ölmüş hayvanları kapsar. Böylesinin haram kılınmasının sebebi, kanın derinin içinde pıhtılaşıp kalma­sıyla hayvanın zararlı hale gelmesidir. Bu durumdaki hayvanın zehirlenme, etinin parçalanması sırasında da ondan yiyen bir kimsenin de bundan etkile­nerek hastalanıp rahatsızlanmasına sebep teşkil etme tehlikesi her zaman bu­lunmaktadır.

2- Akmış kan: Yani kesilen hayvanın damarlarından fışkırarak akan, dö­külmüş kan. İşte bu, haram kılınan kanın akan kan olduğunun delilidir. İbni Abbas der ki: Burada henüz canlı iken davarlardan çıkan kan ile kesim esna­sında şah damarlardan çıkan kan kastedilmektedir. O bakımdan katılıkları dolayısıyla karaciğer ve dalak gibi katı kanlar, bunun kapsamına girmediği gi­bi, kesilmiş hayvana bulaşmış bulunan kan da girmemekte, damarlarda kal­mış kan damlaları da bunun kapsamına girmemektedir. Çünkü bütün bu kan­lar akan kan değildir. İkrime Yüce Allah'ın, "Akmış kan" buyruğu ile ilgili ola­rak şöyle der: Eğer bu ayet-i kerime olmasaydı, insanlar Yahudilerin yaptık­ları gibi damarlardaki kanı dahi tespit ederek çıkartmaya çalışırlardı. Beyha-kî'nin Sünen'inde ve Hâkim'in (Müstedrek'inde) rivayet ettiği İbni Ömer yo­luyla gelen hadiste şöyle demektedir: "Bize iki ölü ve iki kan helâl kılındı. îki ölü balık ve çekirge, iki kan ise karaciğer ve dalaktır." Akmış kanın haram kı­lmış sebebi ise çeşitli mikrcp ve hastalık yapıcı virüsleri ihtiva etmesidir. Çün­kü kan mikropların, hastalık yapıcı virüslerin üremesi için elverişli bir ortam­dır.

3- Domuz eti: Domuz yağı ve vücudunun diğer parçalan da domuz eti gi­bidir. Köpek de domuz gibidir. Bütün bunlar tıpkı meyte ve kan gibi pislik ve tiksinti verici şeylerdir. Temiz nefisler ve sağlıklı tabiatlar bundan tiksinir; ay­rıca bunlar vücuda da zararlıdırlar. Şafiî Yüce Allah'ın, "Ki o pistir" buyruğunu domuzun necisliğine delil göstermiştir. Çünkü oradaki "o" zamiri domuza raci-dir; çünkü zamire en yakın olarak anılmış isim odur.

4- Fısk: Allah'tan başkası adına kesilerek veya üzerinde Allah'ın adı anıl­madan kesilen hayvandır. Yani Allah'tan başkasına ibadet kasdıyla kesilen ve bir kimseye yaklaşmak için Allah'ın adı değil o kimsenin adı anılarak kesilen hayvandır. Bunlar ise dikili taşların üzerinde ve putların yanında kesilen veya fal oklarıyla yani kumar sonrası kesilen hayvanlardır.

Daha sonra Yüce Allah zorunluluk (zaruret) halini istisna ederek, "Kim de mecbur kalırsa..." diye buyurmaktadır. Yani her kim helâl olan bir şeyi bula­maz da içinde bulunduğu mecburiyet hali onu haram kılınan şeylerden birisini yemeye mecbur ederse, bu ikisi de böyle bir durumu istemediği halde bu du­rumda kalmış olur ve zaruret haddini de aşmaksızın yiyecek olursa, şüphesiz Allah hayat hakkını korumak için yaptığı bu davranışını affeder, ona merha­met eder. Kendisini ölümden kurtaracak ve telef olmasını önleyecek kadarını yediği için Allah onu bundan sorumlu tutmaz.

Özetle söyleyecek olursak; bu ayet-i kerimeden maksat, tutarsız görüşle­rinden hareket ederek bahire, sâibe, vasile, hâmî vb. şeyleri kendilerine haram kılmak şeklindeki bidat ve dinde aslı olmayan davranışlarda bulunan müşrik­lerin bu tutumlarını reddetmektir. Allah, rasulüne, kendilerine Allah'ın vah-yettikleri arasında bunların haram kılınmış olduğuna dair birşey bulmadığını haber vermesini, bunun yerine şu dört şeyi haram kıldığını bildirmesini emret­mektedir: Ölü, akmış kan, domuz eti ve Allah'tan başkasının adı anılarak kesi­lenler. Bunların haram kılmışının esas sebebi ise, bunlardaki maddî tehlikeler ya da akideye ve Allah'a ibadete yakışmayan manevî zararları ve bunların etkilerinin pis oluşudur. Peygamberin görevlerinden birisi ise temiz olan şeyle­rin mubah kılmak, pis ve murdar şeylerin de haram olduğunu beyan etmektir: "Ve onlara temiz şeyleri helâl kılar, pis ve murdar şeyleri de haram kılar. Sırtla-rındaki ağırlıkları indirir ve boyunlarındaki tasmalarını da kaldırır." (A'râf, 7/157)

Fakat bu ayetten ve benzerlerinden anlaşılan hasr ifadesi mutlak değil, nisbîdir. Bu ayet-i kerime de bu dört şeyin dışında haram kılman hususlara de­lâlet eden diğer ayet ve haberlerle de tahsis edilmiştir. Yüce Allah'ın şu buyru­ğunda olduğu gibi: "Onlara pis ve murdar olan şeyleri haram kılar." Bu buyruk çeşitli necasetler, yerdeki haşereler gibi kendilerinden tiksinilen bütün murdar şeylerin haram kılınmasını gerektirmektedir. Nitekim Buharî ve Müslim Sa­hih' lerinde Câbir'den şöyle dediğini rivayet etmektedirler: "Resulullah (s.a.) Hayber günü evcil eşek etlerini yasakladı." Yine bunlar Ebu Sa'lebe'den şöyle dediğini rivayet etmektedirler: "Resulullah (s.a.) yırtıcı hayvanlar arasından azı dişi olan bütün hayvanları yasakladı." İbni Abbas yoluyla gelen rivayette ise şöyle denilmektedir: "Ve parçalayıcı pençesi olan bütün uçan kuşları (yeme­yi) yasakladı." Yine Buharî ve Müslim Hz. Aişe, Hz. Hafsa ve İbni Ömer'den Resulullah (s.a.)'m şöyle buyurduğunu rivayet etmektedirler: "Canlılardan beş hayvan vardır ki bunların hepsi de fasıktır, harem bölgesinin içinde de dışında da öldürülürler: Karga, çaylak, akrep, fare ve saldırgan köpek." İşte bunların öldürülmesine dair verilen emir, bunları yemenin haram kılındığına da delâlet etmektedir. Çünkü öldürmek ancak serî boğazlamanın dışındaki bir yolla olur. Böylelikle onların etinin yenilmediği sabit olmaktadır. Diğer taraftan eti yeni­lebilen hayvanın öldürülmesi nehyedilir.

Şafiîler, ayet-i kerimeyi aynı şekilde Hz. Peygamber (s.a)den gelen şu riva­yetle de tahsis etmektedirler: "Arapların kendisinden tiksindikleri şey de ha­ramdır." Görüşlerinin muhtevası şudur: Kendisine dair helâl ya da haram ol­duğu hakkında nas varit olmamış, öldürülmesi emrolunmamış, yasak da kılın­mamış herhangi bir hayvanı yemekten Araplar hoşlanıyor ise helâldir, şayet tiksiniyor iseler o da haramdır. Bunların delilleri ise Yüce Allah'ın, "Onlara te­miz şeyleri helâl kılar ve onlara pis ve murdar şeyleri haram kılar." (A'raf, 7/157) buyruğu ile, "Sana kendilerine neyin helâl kılındığını sorarlar. De ki: Si­ze temiz olan şeyler helâl kılındı" (Mâide, 5/4) buyruklarıdır. Derler ki: Burada temiz olan şeyden kasıt helâl değildir. Çünkü bunun helâl diye anlaşılmasının bir anlamı yoktur; zira bunun takdiri şöyle olur: Size helâl olan şeyler helâl kı­lındı. Ancak temiz olan şeylerden kasıt Arapların hoşuna giden şeylerdir; pis ve murdar şeylerden kasıt ise onların hoş görmedikleri, tiksindikleri şeylerdir. Bu konuda hoşa giden ve gitmeyen hususlarda genel âdetlerine riayet edilir, özel örflere bakılmaz. Çünkü o takdirde helâl ve haram hakkındaki hükümle­rin farklı olması sonucu ortaya çıkar.

Seleften pek çok kimse de ayetin zahirini delil göstererek, bu ayet-i keri­mede anılan şeylerin dışında kalanları mubah kabul etmişlerdir. Ebu Davud, İbni Ömer (r.a.)'e kirpinin yenilmesine dair soru sorulması üzerine, bu ayet-i kerimeyi okuduğunu rivayet etmektedir.

İbni Ebî Hatim ve başkaları da sahih bir sened ile Hz. Aişe'den rivayetine göre, ona yırtıcı hayvanlardan azı dişliler, kuşlardan da pençeli olanların yenil­mesine dair soru sorulduğunda "De ki: Bana vahyolunanlar arasında..." ayetini okuyordu.

İbni Abbas'tan da şöyle dediği rivayet edilmektedir: Yeryüzünde hareket eden hayvanlardan Yüce Allah'ın Kitabında haram kıldıkları dışında haram kıldığı bir şey yoktur deyip, "De ki: Bana vahyolunanlar arasında... buldukla­rım yalnız şunlardır" ayetini okurdu. Ayrıca Yüce Mlah'ın/Yiyecek kişiye" buy­ruğunu delil göstererek meyteden haram kılınanın ondan yemek olduğunu be­lirtmiştir. Bu ise ona göre hayvanın tabaklanmış derisini, kılını ve benzeri kı­sımlarını kapsamına almaz. Nitekim Resulullah (s.a.) da ayet-i kerimenin ifa­desinden bunu anlamıştır. Ahmed ve başkaları İbni Abbas'tan şöyle dediğini ri­vayet etmektedir: Şevde b. Zemaa'ya ait bir koyun öldü. Bir diğer rivayette ise bu Sevde'ye değil de Meymune'ye aittir Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Keşke onun derisini almış olsaydınız..." Hanımı "Ölnraş bir koyunun derisini mi ala­caktık?" dedi. Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurdu: "Yüce Allah buyurdu ki: "De ki: Bana vahyolunanlar arasında yiyecek kişiye haram olduklarını buldukla­rım yalnız şunlardır: Ölü..." Siz bunu alıp yemeyeceksiniz ki. Eğer o deriyi ta­baklayacak olursanız ondan yararlanırsınız."

Daha sonra Yüce Allah özel olarak İsrailoğullarma ceza olmak üzere ha­ram kıldıklarını bize haber vermektedir. Böylelikle Kur'an-ı Kerim'de Müslü­manlara teşrî buyurduğu hükümler ile karşılaştırma yapılmaktadır. Allah buyuruyor ki: "Yahudi olanlara da bütün tırnaklıları haram kıldı..." Yani baş­kalarına değil de yalnızca Yahudilere bütün tırnaklı hayvanları haram kıldı. Tırnaklı hayvandan kasıt ise parmakları birbirinden ayrı olmayan yahut da kuş türünden olsun, kara hayvanı türünden olsun parmakları birbirinden ya­rıkla ayrılmamış olan bütün hayvanlardır. Deve, devekuşu, ördek ve kaz gibi. Nitekim İbni Abbas, Mücahid, Katâde ve Saîd b. Cübeyr böyle demişlerdir.

Biz onlara -başkalarına değil- inek ve koyunların kolaylıkla yerlerinden ayrılabilen ve fazlalık olan iç yağlarını da haram kıldık. Çünkü bunlar ete ve kemiğe bitişik bulunmamaktadır. Söz konusu yağlar ise yalnızca işkembe ve böbrekler üzerinde bulunanlardır. Sırt ve kuyruk yağlan ise helâldir. Çünkü Yüce Allah "Bunlardan sırtlarına... yapışan müstesna" diye buyurmaktadır. Ayrıca bağırsaklarına yapışan ve kemiğe kansan da müstesna edilmiştir. Biz bütün bu iç yağlan kendilerine helâl kılmıştık.

Biz bunları kendilerine azgınlıkları sebebiyle, onlara bir ceza olsun diye haram kıldık. Çünkü onlar haksız yere peygamberleri öldürmüş, Allah'ın yo­lundan alıkoymuş, faiz yemiş, batıl yollarla insanların mallarını almayı helâl kabul etmişlerdi.

Bu buyruk aynı zamanda Yahudilerin, "Allah bizlere herhangi bir şeyi ha­ram kılmış değildir. Bunun yerine biz İsrailin kendisi için haram kıldığı şeyleri haram kıldık" şeklindeki sözlerini yalanlamaktadır.

Bu, Yüce Allah'ın geçmişte Yahudiler hakkında koymuş olduğu hükmü ha­ber verdiğinden ve bu konuda kimsenin bilgisi olmadığından, onların da "Bize herhangi bir şey haram kılınmadı" şeklindeki sözlerine bir cevap teşkil ettiğin­den dolayı Yüce Allah, "Elbette biz sadıklarız" diye buyurmaktadır. Taberî der ki: Yani elbette ki bizler, bizim bunları kendilerine haram kıldığımıza dair ver­diğimiz bu haberlerimizle doğru söyleyenleriz. Durum onların iddia ettikleri şekilde bunları kendisine İsrail'in (Hz. Yakub'un unvanı) haram kıldığı şeklin­de değildir. Allah'tan daha doğru sözlü kim vardır? İbni Kesîr der ki: Yani mu­hakkak bizler kendilerine vermiş olduğumuz bu ceza ile oldukça adil hüküm verenleriz.

Mücahid ve -Süddî'nin dediği gibi Yahudiler yahut Mekke müşrikleri ey Muhammed seni yalanlayacak olurlarsa ... Doğrusu ey Muhammedi Sana mu­halif olan müşrikler, Yahudiler ve onlara benzeyen kimseler peygamberlik ve risalet iddianda, hükümleri tebliğinde seni yalanlayacak olurlarsa, "De ki: Rabbiniz geniş rahmet sahibidir." İşte bu onların Allah'ın geniş rahmetini ara­malarına, rasulüne tabi olmalarına bir teşviktir. "Onun azabı ise günahkârlar güruhundan geri çevirilemez." Yani onun azabı hiç bir günahkârdan geri çevri­lemez. Bu ise onların son peygamber Allah rasulüne muhalefetlerine karşılık bir korkutmadır.

Yüce Allah Kur'an-ı Kerim'de teşvik ve korkutmayı bir arada pek çok defa zikretmektedir. Nitekim Yüce Allah bu surenin sonunda da şöyle buyurmakta­dır: "Muhakkak senin Rabbin cezası çok çabuk olandır ve muhakkak ki O, Ga-fûr'dur, Rahîm'dir." [36]



Müşriklerin, Şirki Ve Haram Kılmaya Dair Asılsız Hükümlerini Allah'a Nispet Etmeleri Ve Bu İddialarının Çürütülmesi


148- Şirk koşanlar diyecekler ki: "Eğer Allah dileseydi biz de atalarımız da şirk koşmazdık, hiç bir şeyi de haram kılmazdık." Onlardan öncekiler de bi­zim azabımızı tadana kadar böyle ya­lanladılar. De ki: "Yanınızda bize çı­kartıp gösterebileceğiniz bir bilgi var mı? Siz ancak zanna uyuyorsunuz ve siz sadece yalan uyduruyorsunuz."

149- De ki: "Üstün ve yeterli delil Al­lah'ındır. Eğer o dileseydi hepinizi bir­den hidayete kavuştururdu."

150- De ki: "Allah'ın bunu haram kıldı­ğına dair şehadet edecek şahitlerinizi getirin." Eğer onlar şahitlik ederlerse sen onlarla beraber şehadet etme! Ayetlerimizi yalanlayanların, ahirete inanmayanların hevalanna uyma! On­lar Rablerine (başkalarını) denk tutu­yorlar.



Açıklaması


Bu, müşriklerin şirk koşmalarında haram kıldıkları şeyleri haram kıl­mak hususunda sıkı sıkıya yapıştıkları bir şüpheleridir. Şüphesiz Yüce Allah onların içinde bulundukları şirke muttali olduğu gibi haram kıldıkları şeyleri de bilmektedir. Böylelikle Yüce Allah onların söyleyeceklerini haber vermekte­dir.

Onlar derler ki: Kendilerinin de şirk koşmaları, atalarının da şirk koşma­ları Allah'ın helâl kıldığı ekin ve davarları haram kılmaları da hep Allah'ın di­lemesi ve iradesi iledir. Şayet Allah'ın dilemesi olmayacak olsaydı bunların hiç birisi olmazdı. Bu ifadeler tıpkı Cebriye mezhebinin söylediği gibidir.

Bu ayet-i kerimenin bir başka benzeri de Yüce Allah'ın şu buyruklarıdır: "Şirk koşanlar dediler ki: Allah dileseydi biz de, atalarımız da O'ndan başka hiç bir şeye ibadet etmezdik. O'nun emri dışında hiç bir şeyi haram kılmazdık. İşte onlardan öncekiler de böyle yapmışlardı." (Nahl, 16/35); "Rahman dileseydi biz onlara ibadet etmezdik (derler). Bu hususta onların hiç bir bilgileri yoktur. Onlar ancak yalan söylüyorlar." (Zuhruf, 43/20).

Yüce Allah onların bu şüphelerini, "Onlardan öncekiler de bizim azabımızı tadana kadar böyle yalanladılar" buyruğu ile reddetmektedir. Yani şu Arap müşrikleri ile Mekkelilerin peygamberi Allah'ın vahdaniyetini ve ilâhlığım is­patlaması konusunda şeriat koymayı, helâl ve haram kılma yetkisini yalnız ona verip şirki reddetmesi ve çürütmesi hususunda yalanladıkları gibi, bunlar­dan öncekiler de kendi peygamberlerini ilim ve akla dayalı hiç bir esasa bağlı olmaksızın yalanlamışlardı.

Bunun sebebi ise onların, peygamberlerin getirdiklerini yalanlamaları, bunlar üzerinde durup düşünmemeleridir; durup düşünecek yerde onlardan yüz çevirmeleridir. Diğer taraftan, eğer onların söyledikleri o sözler doğru ol­saydı, Allah küfürleri sebebiyle onları cezalandırmazdı. Çünkü Yüce Allah adil­dir. Eğer onların küfre götüren davranışları Allah'ın zorlama ve baskısı sonucu ortaya çıkmış olsaydı, bu yaptıklarından dolayı cezalandırılmayı hak etmezler­di. Ayrıca Yüce Allah da Kur"an-ı Kerim'de, "Günahları sebebiyle onları azap ile yakaladık, zulüm ve küfürleri sebebiyle onları helak ettik" gibi buyruklarını defalarca tekrarlamazdı.

İşte Yüce Allah'ın, "Bizim azabımızı tadana kadar" buyruğunun anlamı budur; yani yalanlamaları sebebiyle onlar üzerine azap indirinceye kadar. Bu ise onların küfürlerinin, şeriata aykırı olarak helâl ve haram kılmalarının biz­zat kendi tercih ve iradeleri ile olduğunu göstermektedir. Bununla birlikte Yü­ce Allah imanı ilham etmeye, kendileriyle küfür arasına engel koymak sure­tiyle tavırlarını değiştirmelerine kadir idi. Onların takındıkları bu tavır da ay­nı şekilde Allah'ın iradesi ile olurdu. Zira kâinatta Allah'ın meşiet ve iradesi ol­maksızın hiç bir şey meydana gelmez.

Daha sonra Yüce Allah peygamberine ileri sürdükleri iddialarına dair de­lil getirmelerini istemesini emretmekte ve şöyle buyurmaktadır: "De ki: Yanı­nızda bize çıkartıp gösterebileceğiniz bir bilgi var mı..." Yani sizlerce gerçekten söylediğinize uygun delil olabilecek bilinen bir husus ve açık bir belgeniz var mıdır? Bunu bize çıkartıp gösterebilir ve biz de onu kavrayalım diye açıklaya­bilir misiniz? Böyle bir soru onlarla bir çeşit alay etmektir. Söyledikleri bu söze delil getirmenin imkânsız olduğunu açıklamak ve iddiaları dolayısıyla onları azarlamak içindir.

Onların gerçek durumları ise Yüce Allah'ın buyurduğu gibi, "Siz ancak zanna uyuyorsunuz..." şeklindedir. Yani söylediğinize ve tabi olduğunuza dair vehim, hayal, yanlış inanış dışında gösterebileceğiniz bir delil ve bir belgeniz yoktur. Sizler ancak bu iddialarınızla Allah'a yalan uydurmaktasınız.

Daha sonra Yüce Allah hak din lehine apaçık delili getirme gücünün zatı­na has olduğunu ifade ederek şöyle buyurmuştur: "De ki: Üstün ve yeterli delil Allah'ındır..." Yani ey Peygamber! Şu cahil müşriklere ikna edici delili getir­mekten yana acze düşmelerinden ve iflas etmelerinden sonra de ki: Dilediği gerçekleri ispatlamak ve batılı çürütüp inanç esaslarını, isabetli şeriat ve hü­kümleri ispatlamak, peygamberlerini kendileriyle desteklediği pek çok mucize ve ayetlerle şahsî kanaatiniz olan görüşleri çürütüp ortadan kaldırmak için olan mükemmel ve eksiksiz delil, Allah'ındır.

Eğer Yüce Allah sizi de başkalarını da bütün insanları da öğretmek, irşat etmek, düşünmek ve istidlalde bulunmaksızın hidayete erdirmek isteseydi, el­bette bunu yapar ve sizlerin tıpkı melekler gibi fıtrî olarak iman etmenizi sağ­lardı. Böylelikle sizin seçimde bulunmak hususunda herhangi bir rolünüz, bir iradeniz, hayır ile şer, hak ile batılı ayırd etmeniz söz konusu olmaz; yine size muhalefet edenlerin takınacakları tavır da Allah'ın dilemesi ile olurdu. O halde bunlara düşmanlık etmeniz doğru değildir. Size düşen onları da uygun bulmak, onlara muhalefet etmemektir. Çünkü meşiet aynı zamanda sizin üzerinde bu­lunduğunuz hali de onların üzerinde bulundukları hali de bir arada istemekte­dir.

Bu ayetin bir benzeri de Yüce Allah'ın şu buyruklarıdır: "Allah dileseydi hepsini hidayet üzere toplardı." (En'am, 6/35); "Eğer Rabbin dileseydi yeryüzün­de bulunanların hepsi toptan iman ederdi. Sen insanları iman edenler olunca­ya kadar zorlayacak mısın?" (Yunus, 10/99).

Daha sonra Yüce Allah peygamberine müşriklerden haram kıldıkları bu şeylerin Allah tarafından haram kılındığına dair iddialarının doğruluğuna ta­nıklık edecek şahitler getirmelerini istemesini emrederek, "De ki: Allah'ın bu­nu haram kıldığına dair şahadet edecek şahitlerinizi getirin..." diye buyurmak­tadır. Yani Allah'a yalan uydurarak haram olduklarını iddia ettiğiniz bu şeyleri Allah'ın haram kıldığını, gözleriyle gördüklerine dair lehinize şahitlikte bulu­nacak şahitlerinizi getiriniz.

Bunların şahitlik edecekleri var sayılsa bile, sen onları doğrulama, bu de­diklerini kabul etme, onların şahitliklerine razı olma! Çünkü onların dedikleri­ni kabul edecek olursa tıpkı onlarla birlikte aynı şahitlikte bulunmuş gibi olur ve o da onlardan bir kişi durumuna gelir. Çünkü onlar durum bu iken yalan ve iftira yoluyla şahitlik edeceklerdir. O halde onlar yalan yere şahitlik eden kim­selerdir. Ayrıca Allah'ın birliğine ve rabliğine delâlet eden Allah'ın ayetlerini yalanlayan kimselerin nevalarına tabi olma. Ki bu ayetlerin bir kısmı, teşrî (yasa koyma), helâl ve haram kılma hakkının yalnız Allah'a ait olduğunu orta­ya koymaktadır ve sen ayrıca ahiretin geleceğine inanmayanların, nevalarının peşinden giden şu cahillerin ardından gitme. Bunlar ahirete inanmadıkları için konu ile ilgili deliller kendilerine sunulduğu zaman bu delillere kulak vermez­ler. Hem onlar Rablerine ortak koşanlardır. Hayır sağlamak, zararı önlemek, hesap görmek, amellerin karşılığını almak hususunda onlar Allah'a denk ve or­taklar koşarlar. [37]



Haram Kılınan On Şey Yahut On Tavsiye (Emir)


151- De ki: "Gelin rabbinizin size neleri haram kıldığını ben size okuyayım! O'na hiç bir şeyi ortak koşmayın. Ana­ya babaya iyilik edin, fakirlik korku­suyla çocuklarınızı öldürmeyin. Sizin de rızkınızı veren biziz, onların da. Kö­tülüklerin gizlisine de açığına da yak­laşmayın. Allah'ın haram kıldığı bir ca­nı hak ile olmadıkça öldürmeyin. İşte size bunları emretti; akıl edesiniz diye.

152- Yetimin malına ergenlik çağına erişinceye kadar, en güzel olanından başka bir şekilde yaklaşmayın. Ölçü ve tartıyı tam ve doğru yapın. Biz kimse­ye gücünün yettiğinden başkasını yük­lemeyiz. Söylediğiniz zaman da -akra­ba dahi olsa- adil olun. Allah'ın ahdini de yerini getirin. İşte size bunları em­retti; iyice düşünesiniz diye.

153- Ve şüphesiz ki bu, benim dosdoğru yolumdur, ona uyun. Başka yollara uy­mayın ki, sonra sizi yolundan ayırır­lar. İşte size bunları emretti; sakınası-nız diye."



Açıklaması


Ey Muhammed! Allah'tan başkalarına ibadet eden, Allah'ın kendilerine verdiği rızkı haram kılıp çocuklarını öldüren, kendi hevaları ve şeytanların kendilerine verdiği vesveselerle kendileri için helâllar ve haramlar koyan şu müşriklere de ki: Geliniz, bana yöneliniz. Size Rabbinizin gerçekten ve fiilî ola­rak haram kıldığı şeyleri haber vereyim, okuyayım, anlatayım. Benim vereceğim bu haber O'ndan gelen vahiy ve emir iledir. Yoksa tahmin ve zanna dayalı şeyler değildir. Çünkü yasa koyma (teşrî) ve haram kılma hakkı yalnız Al­lah'ındır. Ben de, indirdiklerini O'ndan alıp tebliğ eden elçisiyim. Bunlar ise on tavsiye (emir) dir. Beşi yasak kipiyle, beşi de emir kipiyledir.

Özellikle, vasiyetler daha genel olmakla birlikte, haram kılmanın söz ko­nusu ediliş sebebi ise, haramların açıklanmasının, onların dışında kalanların helâl olmasını gerektirmesindendir. Bunların başında Allah'a ortak koşmak söz konusu edildi. Çünkü en büyük haram ve en büyük günah budur.

Sözü geçen bu vasiyetler şöylece sıralanmaktadır:

1- Allah'a şirk koşmaktan uzak durmak:

"O'na hiç bir şeyi ortak koşmayın." İfadede şu takdirde hazfedilmiş kelime­ler de vardır: Ve o sizlere Allah'a hiç bir şeyi ortak koşmamanızı da emretmek­tedir. İsterse Güneş, Ay ve yıldız gibi yaratılış itibariyle büyük olsun, isterse de melekler, peygamberler ve salih kimseler gibi kadir ve kıymeti itibariyle büyük olsun. Çünkü bütün bunlar Allah'ın yaratığıdır, Allah'ın kullarıdır: "Göklerde ve yerde bulunan herkes mutlaka Rahman'a kul olarak gelecektir." (Meryem, 19/93)

O halde sizin yalnızca O'na ibadet etmeniz, O'nu tazim etmeniz gerekir. Hevalara ibadet dolayısıyla yaptığınız teşrîleri terk etmeniz gerekir.

2- Ana-babaya iyilik etmek:

"Ana-babaya iyilik edin." Yani kalpten gelen bir şekilde, eksiksiz olarak ana babaya iyilikte bulununuz.

Şirkin yasaklanmasından sonra, Allah'a itaat ile birlikte anne babaya iyi­lik etmek, Yüce Allah'ın Kitabında çok defa bir arada zikredilmektedir. Çünkü Yüce Allah yaratan ve rızık verendir. Anne baba ise birer vasıtadır. Bunlar ço­cuğun terbiye edilmesi yükünü, ona gelebilecek eziyet ve zararları da defetme sorumluluğunu ifa ederler. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Rabbin kendisin­den başkasına ibadet etmemenizi, anne babaya iyilik etmenizi hükmetti." (İsra, 17/23); "Bana ve ana babana şükret diye (emrettik); dönüş yalnız banadır. Eğer hakkımda bilgin olmadık bir şeyi bana ortak koşman için seninle mücadele ede­cek olurlarsa, onlara itaat etme! Bununla birlikte dünya hayatında onlarla iyi geçin!" (Lokman, 31/14-15). İşte bundan dolayı anne babaya karşı gelmek ve itaatsizlik büyük günahlardandır. Onlara iyi davranmak ise amellerin en fazi-letlilerindendir. Buharı ve Müslim, Abdullah b. Mes'ud (r.a.)'dan şöyle dediğini rivayet ederler: Resulullah (s.a.)'a "En faziletli amel hangisidir?" diye sordum. O, "Vaktinde kılınan namazdır" diye buyurdu. "Sonra hangisidir?" diye sor­dum. "Anne babaya iyilikte bulunmaktır" dedi. "Sonra hangisidir?" diye sor­dum. "Allah yolunda cihad etmektir" dedi." Hafız İbni Merdûveyh, Ebu'd-Derdâ ve Ubâde b. -Sâmit'ten her birisinin şöyle dediğini rivayet etmektedir. "Can dostum Allah rasulü bana şunu emretti: Anne babana itaat et, eğer sana ken­dileri için dünyayı feda etmeni emredecek olurlarsa bunu dahi yap." [38]

Anne babaya iyilik ise onlara, -korku ile ve çekinerek değil- atıfet ve sevgi­den kaynaklanan iyi, asil bir şekilde davranmaktır. Ayrıca çocuk anne babası­na nasıl davranırsa onun çocukları da ona öyle davranır; aradan bir zaman geçmiş olsa bile. Taberânî -Evsat' ta İbni Ömer'den Resulullah (s.a)'m şöyle bu­yurduğunu rivayet etmektedir: "Babalarınıza iyilik yapınız ki, çocuklarınız da size iyilik yapsın. İffetli olunuz ki, hanımlarınız da iffetli olsun."

3- Kız çocuklarının diri diri gömülmesinin haram kılınması:

"Fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin." Şanı yüce Allah, anne ba­balara, dede ve ninelere iyilikte bulunmayı vasiyet ettikten sonra, buna çocuk­lara, torunlara da iyilikte bulunmayı atfedip şunu zikretmektedir: Rabbinizin size vasiyet ve emrettiği şeylerden birisi de, başınıza gelecek bir fakirlik korku­suyla çocuklarınızı öldürmemenizdir. Çünkü sizleri de onları da rızıklandıran Allah'tır. Yani size bağlı olarak Yüce Allah onları da nzıklandırır. O bakımdan halihazırdaki fakirlikten korkmaymız. Umulan bir fakirlikten çekinmeyiniz. Muhakkak Yüce Allah kulların rızkını üzerine alandır. Yüce Allah'ın şu buyru­ğu da bu ayet-i kerimeyi andırmaktadır: "Fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öl­dürmeyiniz, onları da rızıklandıran biziz, sizleri de. Muhakkak onları öldür­mek büyük bir günahtır." (İsra, 27/31). Her iki ifade arasındaki farka gelince: En'am süresindeki tabir ile kastedilen şudur: Halihazırdaki fakirliğiniz dolayı­sıyla onları öldürmeyiniz. O bakımdan önce babaların rızkının verilmesi söz konusu edildi. Çünkü halihazırda fakirlikten etkilenen öncelikle babadır. İsra süresindeki ifade ile anlatılmak istenen de şudur: Gelecekte ortaya çıkacak fa­kirlik korkusuyla onları öldürmeyiniz. O bakımdan onlara gösterilen ihtimam dolayısıyla önce çocukların rızkı söz konusu edildi. Yani onların rızkı dolayısıy­la siz fakir düşeceksiniz diye korkmaymız, onların rızkını vermek Allah'a ait­tir. İşte bununla insan türünü korumanın zorunlu olduğuna bir işaret vardır. Bu da usule (babalara) ve füru'a (çocuklara) eziyet etmenin haram olması ve onların her birisinin gereken şekilde korunup gözetilmesinin emredilmesiyle gerçekleşmektedir. Bundan sonra ise beşinci vasiyette, açıkça ve mutlak olarak ifade edilen, insanın öldürülmesinin haram kılmışı da buna eklenmektedir.

4- Kötülük işlemenin haram kılınması:

"Kötülüğün gizlisine de açığına da yaklaşmayınız." Yani kötülüklere yak­laşmaktan çokça sakınınız. Kötülükler (fevahiş) ise günahı, vebali ve çirkinliği büyük olan her türlü söz ve fiildir. Zina, hiç bir şeyden haberi olmayan mümin ve iffetli kadınlara iftirada bulunmak gibi. Bu kötülükler ister açık olsun, ister gizli olsun durum aynıdır. Araplar cahiliye döneminde gizlice zina etmekte bir mahzur görmüyorlar, açıktan işlenen zinayı çirkin sayıyorlardı. Allah her iki türlüsünü de haram kılmaktadır. Bu da Yüce Allah'ın şu buyruğuna benzemek­tedir: "De ki: Benim Rabbim ancak açığıyla gizlisiyle kötülükleri, günahı, hak­sız yere haddi aşmayı, hakkında hiç bir delil indirmediği şeyi Allah'a ortak koş­manızı ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi haram kılmıştır." (A'râf, 7/33). Buharî ile Müslim'de de İbni Mes'ud (r.a.)'dan şöyle dediği varittir: Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Allah'tan daha gayretli (kıskanç) kimse yoktur.

İşte bundan dolayı o açığıyla, gizlisiyle bütün hayasızlıkları (kötülükleri) ha­ram kılmıştır." Sa'd b. Ubâde de Buhari ve Müslim tarafından kaydedilen riva­yette şöyle demiştir: "Eğer hanımımı bir erkek ile birlikte görecek olursam hiç şüphesiz sağa sola meyletmeksizin (etrafa yaymadan o anda) onu kılıçla vuru­rum." Bu husus Resulullah (s.a.)'a ulaşınca Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Siz Sa'd'ın bu kıskançlığından hayrete mi düştünüz? Allah'a yemin ederim, ben Sa'd'dan daha kıskancım. Allah da benden kıskançtır. Bundan dolayı açı­ğıyla, gizlisiyle her türlü kötülüğü, hayasızlığı haram kılmıştır."

Denildiğine göre hayasızlığın açık olanı azaların yaptıklarıyla alâkalı olanlardır, gizli olanı ise kibir ve kıskançlık gibi kalbî amellerle ilgili olanlar­dır. Ebu'ş-Şeyh İbni Hayyân el-Ensârî İkrime'den şöyle dediğini rivayet etmek­tedir: Açıktan kasıt insanlara zulmetmektir. Gizli olandan kasıt ise zina ve hır­sızlıktır. Çünkü insanlar bu işleri gizlice yaparlar.

5- Haksız yere öldürmenin yasaklanışı:

"Allah'ın haram kıldığı canı hak ile olmadıkça öldürmeyin." Tekit etmek ve ona önem vermek üzere öldürme yasağı özellikle zikredilmiştir. Çünkü bu yasak esas itibariyle açığıyla gizlisiyle kötülüklerin yasaklanmasının kapsamı­na dahildir. Yani Yüce Allah sizlere İslâm dolayısıyla kendisine saldırıda bu­lunmanın yasaklandığı canı öldürmeyi haram kılmıştır. Yani Müslümanlar arasındaki ahit ile yahut dar-ı İslâmda ahit ve emana dayalı olarak ikamet eden Kitap Ehli ve onların dışında olup ahitleri sebebiyle kendilerine saldırma­nın haram kılındığı canı öldürmeyi de Allah size haram kılmıştır.

Buharî ve Müslim, Abdullah b. Ömer (r.a.)'den Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Ben insanlara Allah'tan başka ilâh olmadı­ğına, Muhammed'in Allah'ın rasulü olduğuna şahitlik edinceye, namaz kılın-caya, zekât verinceye kadar savaşmakla emrolundum. Onlar bunu yapacak olurlarsa, benden kanlarını ve mallarını korumuş olurlar. Ancak İslâm'ın hak­kı ile (bunların dokunulmazlığının kaldırılması hali) müstesnadır. Hesapları ise Allah'a aittir." Tirmizî ve İbni Mace de Ebu Hureyre'den Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu nakletmektedirler: "Allah'ın ve Rasulünün zimme­tine sahip olan bir andlaşmalıyı öldüren kişi Allah'ın himayesini bozmuş olur. Böyle bir kimse cennet kokusunu alamaz ve şüphesiz cennet kokusu yetmiş yıl­lık mesafeden alınır." Yine Buharî, Abdullah b. Amr (r.a.)'dan Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Her kim bir andlaşmalıyı öldürecek olursa, cennet kokusunu alamaz. Şüphesiz onun kokusu kırk yıllık bir mesafe­den alınır."

Hak ile öldürmeye gelince, bunun üç hali vardır. Bunlar Buharî ile Müs­lim'de rivayet edilen İbni Mesud yoluyla gelen hadis-i şerifte beyan edilmiştir. Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Müslüman bir kimsenin kanı ancak şu üç şeyden birisi ile helâl olur: Zina eden evli (muhsan), cana karşılık can ve dinini terk edip cemaatten ayrılan." Bir diğer lafızda ise "İmandan sonra küfür, ihsandan sonra zina ve haksız yere bir başkasını öldürmek" şeklindedir.

Öldürmenin bu şekilde haram kılınışı, ancak insanlığa karşı büyük bir suç ve yarattığı her bir şeyi sapasağlam kılan, var eden yaratıcının sanatına bir saldırı oluşundan dolayıdır.

İşte sözü geçen bu haram kılman şeyleri Yüce Allah sizlere vermiş olduğu emir ve yasaklarını aklınızla iyice kavrayasınız diye emretmiştir. Yani Allah'ın verdiği emirleri yapıp yasakladıklarını terk etmek hususundaki hayır ve mas­lahatı aklınızla kavrayasınız diye indirmektedir. Vasiyet (mealde: emretmek), insanın herhangi bir hayrın işlenmesini ya da bir kötülüğün terk edilmesini bir başkasına ahdetmesi (ondan istemesi) demektir.

Ayet-i kerimenin bu şekilde sona ermesi, içinde bulundukları şirk ile bir takım davarları haram kılmalarının, aklen faydalan bilinemeyen şeylerden ol­duğunu göstermektedir.

6- Yetimin malını korumak:

"Yetimin malına erginlik çağına erişinceye kadar, en güzel olanından başka bir şekilde yaklaşmayın." Yani gözetiminiz altına almayı kabul ettiğiniz yetim­lerin mallarından onlar için malın korunmasında, artırılmasında, tehlikelere karşı korunmasında faydalı olandan ve ihtiyaca göre ondan harcama kastın­dan başka bir suretle almayınız. Bu da Yüce Allah'ın şu buyruğunu andırmak­tadır: "Haksız yere yetimlerin mallarını yiyenler, ancak karınlarında ateş yiyen (dolduran) kimselerdirler ve onlar cehennemi boylayacaklardır." (Nisa, 4/10).

Bir şeye yaklaşmanın yasaklanışı, bizzat o şeyin işlenmesinin yasakalan-masından daha beliğdir. Çünkü birincisi o şeye götüren sebep ve yolların da ya­saklanmasını ihtiva ettiği gibi, o sonucu doğuracağı zannedilen şüphelerin ya­saklanışını da ihtiva etmektedir; yetimin lehine kârlı bir işi yerine getirirken malından bir şeyler yemek gibi. Şanı yüce Allah zaruret veya ihtiyaç olma hali dışında, yetimin malından yemeyi şu buyruğu ile yasaklamış bulunmaktadır: "Büyüyecekler diye mallarını israfla tez elden yemeyin. Muhtaç olmayan kimse (mallarından yemekten) çekinsin. Fakir olan ise ma'rûfbir şekilde yesin." (Ni­sa, 4/6)

Reşitlik yaşına eriştiklerinde ise yetimlere malları teslim edilir. Bundan dolayı Yüce Allah, "Erginlik çağına erişinceye kadar" diye buyurmaktadır. Ya­ni yetimin malına, güç, kuvvet, melekelerinin tamamlanması ve aklî idrakinin olgunlaşması bakımından erkeklerin seviyesine ulaşıncaya kadar yaklaşmayı­nız. Bu ise eş-Şaln, Mâlik ve seleften bir topluluğun söylediği gibi "ergenleşin-ceye kadar" demektir. Ergenleşmek ise âdeten onbeş ile onsekiz yaş arasında tahakkuk eder: "Eğer onların ergenleştiklerini görürseniz mallarını onlara tes­lim ediniz." (Nisa, 4/6).

Ayet-i kerimeden maksat ise, yetimin bulûğuna kadar malının korunması, saçıp savrulmaması ve zayi edilmemesidir.

7, 8 - Ölçü ile tartıların tam ve adaletli bir şekilde yapılması:

"Ölçü ve tartıyı da tam ve doğru yapın." İnsanlara bir şey ölçtüğünüz za­man onu tam yapın. Kendi lehinize de bir şey ölçtüğünüz takdirde fazlasıyla ölçmeyin. Satın aldığınız şeylerde yahut da başkalarına sattığınız şeylerde tarttığınız takdirde, kendi lehinize fazlasıyla tartmayın. Bu tartıda fazlalık ve eksiklik olmasın. Herhangi bir eksiklik söz konusu olmaksızın adaletlice tamı tamına tartınız. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: 'Yay o eksik ölçüp tartanlar (mutafflftn)'ın haline!" [39] "Onlar insanlardan ölçü ile al­dıklarında tastamam alırlar da insanlara ölçü ile verip yahut tarttıkları tak­dirde eksik yaparlar." (Mutaffifîn, 83/1-3). Yani alırken de satarken de hakkın eksiksiz verilip alınması söz konusudur. Yüce Allah'ın, "Doğru (adil)" buyruğu ise, alış-veriş hallerinde güç yettiğince adaletin araştırılmasını gerektirmekte­dir. İşte bundan dolayı daha sonra şöyle buyurmaktadır:

"Biz kimseye gücünün yettiğinden başkasını yüklemeyiz." Yani Allah hiç bir kimseye gücünün üstünde herhangi bir zorluk ve meşakkat, yapabileceğinden daha fazla bir şey yüklemez. Bunun içindir ki kişi kasdî olmaksızın hata yapa­cak olursa, sorumluluk söz konusu değildir. İbni Merdûveyh, Saîd b. el-Müsey-yeb'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.), "Ölçü ve tartıyı da tam ve doğru yapın. Biz kimseye gücünün yettiğinden başkasını yüklemeyiz" ayeti hakkında şöyle buyurdu: "Her kim ölçü ve tartıda kendi eliyle eksiksiz öl­çüp tartacak olursa -ki Allah bu ikisinde eksiksiz ölçüp tartma niyetinin sıh­hatini en iyi bilendir- sorumlu olmaz. İşte "gücünün yetmesVnin tevili budur." Bu mürsel ve garip bir hadistir.

Ölçü ve tartılarda eksiklik yapmanın akıbeti gerçekten vahimdir. Acıklı bir azap ile korkutulmak söz konusudur. Nitekim Yüce Allah Şuayb (a.s.) kav­mi ile ilgili olarak şunları nakletmektedir: "Ey kavmim! Ölçü ve tartıyı adil bir şekilde, tastamam yerine getiriniz. İnsanlara eşyalarını eksik vermeyiniz, yeryü­zünde bozguncular olarak kötülük yapmayınız." (Hûd, 11/85).

9- Söz söylerken yahut hüküm verirken adaletli davranmak:

"Söylediğiniz zaman da -akraba dahi olsa- adil olun." Yani şahitlik halin­de veya hüküm verirken söz söyleyecek olursanız adil olunuz. İsterse lehine ya da aleyhine söz söyleyeceğiniz kişi, sizin yakın akrabanız olsun. Çünkü toplum ve fertlerin işi ancak adalet ile düzene girer. Adalet mülkün esası, yönetimin, hüküm vermenin kaidesidir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ey iman edenler, Allah için şahitler olarak adaleti dimdik ayakta tutan kimseler olunuz. İsterse kendi aleyhinize yahut anne-baba ve akrabalarınız aleyhine ol­sun." (Nisa, 4/135). İşte söz ile böyle adaletli davranmak, daha önce ölçü ve tar­tılarda olduğu gibi, fiilen yerine getirilmesi istenen adil olmak gibidir.

10- Ahde vefa:

"Allah'ın ahdini de yerine getirin." Yani onu yerine getirmek, gereğini yap­mak, vermiş olduğu emir ve yasaklarda Allah'a itaat etmek, Allah'ın Kitab'ı ve Rasulünün sünneti gereğince amel etmek suretiyle Allah'ın ahdini yerine getiriniz. Bu ise Allah'ın peygamberler aracılığıyla onlara vermiş olduğu akıl ve selim fıtratı da kapsamaktadır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ey Adem oğulları, ben sizlere şeytana ibadet etmeyeceksiniz diye ahdetmedim mi? Çünkü o sizin apaçık bir düşmanınızdır." (Yasin, 36/60). Bu, insanların Allah'a verdikleri ahdi de kapsamaktadır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ahitleştiğiniz zaman Allah'ın ahdini eksiksiz yerine getiriniz." (Nahl, 16/91).Diğer taraftan insanların karşılıklı olarak birbirleriyle olan ahitleşmele­rini de kapsar. Nitekim Yüce Allah müminlerin niteliklerini açıklarken şöyle buyurmaktadır: "Ve onlar ahitleştikleri zaman ahitlerini eksiksiz yerine getiren­lerdir." (Bakara, 2/177).

"İşte size bunları emretti, iyice düşünesiniz diye." Yani Allah sizlere, öğüt alırsınız ve bundan önce içinde bulunduğunuz hallerden vaz geçersiniz umu­duyla Allah'ın, "Ve onlar hakkı birbirlerine tavsiye ederler, sabrı birbirlerine tav­siye ederler." (Asr, 103/3) buyruğunda emretmiş olduğu üzere öğrttmek ve tav­siye etmek hususunda birbirinize hatırlatasınız diye, bunları emretmektedir.

Daha sonra Yüce Allah bu tavsiyeleri (emirleri), bunun hak ve dosdoğru yolunun kendisi olduğunu açıklayarak sona erdirmekte ve şöyle buyurmakta­dır: "Ve şüphesiz ki bu, benim dosdoğru yolumdur." Yani dosdoğru yol bu olduğu için artık siz buna uyunuz. Türlü görüş, heva, bidat ve sapıklıklar ihtiva eden değişik yollara uymayınız. O zaman bu yollar sizleri tefrikaya ve ayrılığa götü­rür; Allah'ın hak dininden ve onun en mükemmel yolundan sapmanız sonucu­nu verir. İbni Abbas Yüce Allah'ın, "Başka yollara uymayın..." buyruğu hak­kında şunları söylemektedir: Yüce Allah müminlere cemaatle birlikte olmayı emretmekte, ayrılık ve tefrikayı onlara yasaklamakta, sizden öncekilerin, an­cak Allah'ın dininde tereddüt göstermeleri ve tartışmaları dolayısıyla helak ol­duğunu haber vermektedir.

Peygamber (s.a.) sırat-ı müstakim'i açıklamış bulunmaktadır. İmam Ah-med, Nesaî, Ebu'ş-Şeyh İbni Hayyân ve Hâkim, Abdullah b. Mes'ud'dan şöyle dediğini naklederler: Resulullah (s.a.) eliyle bir çizgi çizdikten sonra şöyle bu­yurdu: "İşte bu Allah'ın dosdoğru yoludur." Daha sonra o çizginin sağına ve soluna da çizgiler çizdi ve şöyle buyurdu: "Bu yollardan her birisinin başında ise mutlaka o yola çağıran bir şeytan vardır." Daha sonra "Ve şüphesiz ki bu, benim dosdoğru yolumdur, ona uyun, başka yollara uymayın ki sonra sizi onun yolundan ayırırlar..." ayetini okudu.

Ahmed, Tirmizî ve Nesaî de -Nevvâs b. Sem'â'dan Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmektedirler: "Allah şöyle bir misal verdi: "Dosdoğru bir yol ve bu yolun her iki tarafında açılmış kapıları bulunan iki yüksekçe duvar bulunmaktadır. Kapıların üzerinde sarkıtılmış perdeler ve bu yolun kapısında ise şöyle diyen davetçi bulunmaktadır: Ey insanlar, haydi geliniz, hep birlikte dosdoğru yola giriniz ve ayrılığa düşmeyiniz. Sıratın üst tarafından da herhan­gi bir kimse o diğer kapılardan birisini açmak isteyecek olursa, şöyle diyen bir davetçi vardır: Yazık sana, açma o kapıyı! Çünkü sen o kapıyı açtın mı içine da­lar girersin. Buradaki dosdoğru yol İslâm'dır. Onun sağ ve solundaki yüksekçe duvarlar Allah'ın sınırlarıdır. Açık kapılar Allah'ın haram kıldığı şeylerdir. Dosdoğru yolun başındaki davetçi Allah'ın Kitabıdır. Onun üst tarafında bulu­nan davetçi ise her Müslümanın kalbinde Allah'ı hatırlatan öğütçüdür." [40]



Tevrat Ve Kur'an-ı Kerimin İndiriliş Sebebi


154- Sonra biz Musa'ya o Kitab'ı, ihsan eden kimseye nimeti tamamlamak, her şeyi geniş geniş açıklamak, bir hidayet ve bir rahmet olmak üzere verdik. Bel­ki Rablerine kavuşacaklarına inanır­lar.

155- İşte buda indirdiğimiz mübarek bir Kitaptır. Öyleyse ona uyun ve sakı­nın ki merhamet olunasımz.

156- "Kitap bizden önce iki topluluğa indi. Bizim ise gerçekten onların oku­duklarından hiç haberimiz yok" deme-yesiniz.

157- Veya demeyesiniz ki: "Bize de ki­tap indirilseydi muhakkak ki onlardan daha fazla hidayete ererdik." İşte size Rabbinizden apaçık bir delil, bir hida­yet ve bir rahmet gelmiştir. Artık Al­lah'ın rahmetini yalanlayan ve onlar­dan yüz çevirenlerden daha zalim kim­dir? Biz ayetlerimizden yüz çevirenleri yüz çevirdiklerinden dolayı azabın kö­tüsü ile cezalandıracağız.



Açıklaması


Buradaki buyruklarda hazfedilmiş bir ifade vardır ki onun da takdiri "de ki" sözüdür. Yani ey peygamber olarak gönderdiğim Muhammed! Şu insanlara şunları söyle: Şüphesiz ki bizler Musa'ya Kitab'ı verdik. Bu ifade, on vasiyetin açıklanmasına dair sözün başlangıcında yer alan buyruklara "sonra" kelimesi ile bir atıftır. Yani sonra bu vasiyetlerden de daha büyük ve şümullü olmak üzere biz Musa'ya Kitab'ı verdik. Böylelikle bütün söylenen sözler müşriklere hitap haline gelmektedir: Gelin sizlere Rabbinizin size neyi haram kıldığını, neyi tavsiye ettiğini okuyayım. Bunlar ise şunlar şunlardır. Sonra onlara söyle ki: Şüphesiz biz Musa'ya Kitab'ı verdik... Yani Allah'ın sana vahyettiklerini de, Musa'ya bildirdiklerini de onlara haber ver.

Kur'an-ı Kerim'de Tevrat'tan defalarca söz edilmektedir. Çünkü Tevrat, İn­cil ve Zebur'a göre Kur'an-ı Kerim'e daha çok benzemektedir. Zira Tevrat da bü­tün teşri hükümleri ihtiva ediyordu. Tevrat da Kur'an-ı Kerim de başlı başına birer şeriattir, İncil ve Zebur ise böyle değildir. İncil, bir takım öğüt, misal ve tarihî malûmatın yer aldığı bir kitaptır. Zebur ise övgü, münacaat ve okunan bir takım parçaların toplandığı bir kitaptır. Arapların ileri akıllılarından pek çok kimse kendilerinin de Tevrat gibi bir kitaplarının olmasını temenni ederlerdi. Kendilerine böyle bir kitap gelse Yahudilerden daha bir hidayet üzere olacaklarını, böyle bir kitaptan daha büyük çapta yararlanacaklarını kabul ediyorlardı. Çünkü bunlar keskin zekâ, ileri bir akıl ve kavrayış gibi özelliklere sahiptiler.

Yüce Allah, Kur'an-ı Kerim'e dair 'Ve şüphesiz ki bu, benim dosdoğru yo-lumdur. Ona uyun..." buyruğu ile haber verdikten sonra, buna Tevrat'ı ve Tev­rat'ın kendisine indirildiği peygamberi övmek suretiyle atıfta bulunarak şöyle buyurmaktadır: "Sonra biz Musa'ya o Kitab'ı... verdik." Şanı yüce Allah az önce de açıkladığımız gibi Tevrat ve Kur'an-ı Kerim'i bir arada çokça zikretmektedir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Ondan önce ise bir önder ve bir rah­met olmak üzere Musa'nın Kitabını indirmişti. Bu ise dili Arapça olan (önceki kitapları) doğrulayan bir kitaptır." (Ahkâf, 46/12). Yüce Allah'ın bu surenin baş tarafındaki şu buyruğu da bu türdendir: "De ki: İnsanlar için bir nur ve bir hi­dayet olarak Musa'ya gelen, sizin onu parça parça kağıtlar haline koyup kimini açıkladığınız, çoğunu da gizlediğiniz kitabı kim indirdi?" (En'am, 6/91).

Az önce gördüğümüz üç ayet-i kerimede söz konusu edilen ve bir benzerle­ri de İsra suresinde bulunan on vasiyet ise ibadet ve muamelâta dair hükümle­rin teşriinden önce Mekke'de indirilmiş ilk buyruklardandır. Aynı şekilde bun­lar, Hz. Musa'ya dininin esaslarına dair ilk nazil olan ayetlerdir. Yine bunlar peygamberler vasıtasıyla tebliğ edilen dinlerin aslını teşkil etmektedir. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O, Nuh'a tavsiye ettiğini, sana vahyettiğimi-zi, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiye ettiğimizi dinden size şeriat yaptı. Dini dosdoğru ayakta tutun ve onda tefrikaya düşmeyin diye." (Şûra, 42/13). Allah Teâlâ'nın bütün peygamberlere tavsiye ettiği dinin ortak yönü tevhid, üstün ahlâkî değerlere sahip olmak ve kötülüklerden, hayasızlık ve münkerlerden uzak durmaktır.

"İhsan eden kimseye nimeti tamamlamak..." için verdik. Yani biz Musa'ya Kitab'ı ona uyan, onunla hidayet bulan, iyi davranan kimselere nimetimizi, şeref ve değerini tamamlamak için verdik. Nitekim Yüce Allah şöyle buyur­maktadır: "Ve biz onları emrimizle yol gösteren önderler kıldık." (Enbiya, 21/73).

Buyruğun anlamının şöyle olması da mümkündür: Biz Musa'ya Kitab'ı tam olarak verdik. Yani insanların ihtiyaç duyacakları her türlü teşri hüküm­leri ihtiva edip toplayan ve hitapların en güzel şekline sahip kapsayıcı, tam ve eksiksiz olarak; yani en güzel ilahî kitaplara ait güzellikleri ve mükemmellik­leri ihtiva eder şekilde kıldık. Şu kadar var ki daha sonra gelen şu ifade bu şe­kilde anlama imkânını zayıflatmaktadır: "Her şeyi geniş geniş açıklamak", yani biz ona şeriatinde gerek duyacağı her şeyi tamam, eksiksiz ve toplayıcı olarak Kitab'ı ona verip indirdik. Nitekim Yüce Allah Hz. Musa hakkında şöyle buyur­maktadır: "Ve biz ona levhalarda her şeye dair yazdık." (A'râf, 7/145).

"Bir hidayet ve bir rahmet olmak üzere" yani o hakka ileten bir hidayet ki­tabıdır. Onunla hidayet bulan ve ona uyan kimseler için de bir rahmet sebebi­dir. Razî der ki: "Rahmet olma"nın anlamı, dinde nimet olmasıdır."

"Belki Rablerine kavuşacaklarına inanırlar." Biz ona Kitab'ı sözü geçen bütün muhtevası ile ve nitelikleriyle verdik ki, onun kavmi Rablerine kavuşa­caklarına iman etsinler. Yani Allah'ın kendilerine vaad etmiş olduğu sevap ve cezaya kavuşacaklarına inansınlar diye. Buna iman edecek olurlarsa şüphesiz bir, tek ve ortaksız olan Allah'a iman etmiş olurlar.

Daha sonra Kur'an-ı Kerim'in niteliklerini açıklayarak şöyle buyurmakta­dır: "İşte bu da... bir kitaptır." Yani bu Kur'an-ı Kerim de şanı yüce ve büyük bir kitaptır. Din ve dünyada hayır ve faydası pek çoktur. Sabit ve değişmezdir, nes-holmaz. Daimi hidayetin, kurtuluşun, felahın bütün sebeplerini kendi bünye­sinde toplamıştır. O bakımdan bu kitabın size gösterdiği yola uyunuz. Bu kita­bın size yasakladığı, nehyettiği küfür ve ateşten sakınınız ki, dünyada ve ahi-rette de Allah'ın geniş rahmetine nail olasınız. .

İşte bu, ayetleri üzerinde gereği gibi düşünmek ve onunla alay etmek su­retiyle Kur'an-ı Kerim'e tabi olmaya dair yapılan açık bir çağrıdır.

Bu indirdiğimiz bir Kitaptır; -Mekke ehline hitap olarak- kitaplar sadece bizden önce Yahudi ve Hristiyanlara indi demeyesiniz diye. Yani bu konuda ile­ri sürebileceğiniz bir mazeret kalmasın diye ve ayrıca "Biz önceki kitapları bil­miyorduk, onlardan gafil idik, ne olduklarından haberimiz yoktu, çünkü o ki­taplar bizim dilimizde değildi ve ayrıca bizler, bizden başkalarının bilip okudu­ğunu bilemeyen ümmî bir kavimdik" demeyesiniz diye.

Ve yine şunu da demeyesiniz: Eğer onlara indirilenler bize de indirilmiş ol­saydı şüphesiz bizler kendilerine verilenler hususunda onlardan daha hidayet üzre bulunurduk. Çünkü bizim zekâ ve kavrayışımız daha ileri, basiretimiz da­ha derin ve daha bir kararlıyız. Bu da Yüce Allah'ın şu buyruğunu andırmak­tadır: "Olanca güçleriyle Allah adına yemin ederek dediler ki: Andolsun kendi­lerine bir uyarıcı gelecek olsa, mutlaka o ümmetlerden birisinden daha bir hi­dayet üzere olurlardı." (Fâtır, 35/42). Yani Kitap Ehli'nden kendilerine komşu­luk eden milletlerden birisinden daha bir hidayet üzere olurlardı, demektir.

İşte yüce Allah şu buyruğu ile de her türlü mazeret ve gerekçenin önünü kesecek şekilde bunlara cevap vermektedir: "İşte size Rabbinizden apaçık bir delil... gelmiştir." Yani Arap soyundan gelme Peygamber Muhammed (s.a.)'in diliyle büyük bir Kur"an gelmiştir. Onda helâl ve haram açıklanmaktadır. Kalp­lerde bulunan rahatsızlıklara hidayettir, yol göstericidir. Ona uyacak, içinde bulunan hükümlerin izinden gidecek kullan için Allah'tan bir rahmettir. O aki­de, adab, hüküm ve yasalar hususunda kesin deliller ile desteklenmiş hakkı kuşatan bir kitaptır.

Daha sonra Yüce Allah, Kur'an-ı Kerim'i yalanlayanların kötü akıbetini beyan ederek şöyle buyurmaktadır: "Artık Allah'ın ayetlerini yalanlayan... dan daha zalim kimdir?" Yani doğruluklarını, gerçekliklerini bilip öğrendikten son­ra yahut bu konuda imkân sahibi olduktan sonra Allah'ın ayetlerini yalanla­yan, onlardan yüz çeviren ve insanların da -Mekke şirk önderlerinin yaptığı gi­bi- bu ayetler üzerinde düşünmelerini engelleyen kimseden daha zalim hiçbir kimse yoktur. Yüce Allah'ın şu buyruğu da buna benzemektedir: "Onlar hem ondan alıkoyar, hem de kendileri ondan uzaklaşırlar. Onlar kendilerinden baş­kasını helak etmiyorlar ama farkında değiller." (En'âm, 6/26).

Daha sonra Yüce Allah bunun ardından Kur'an-ı Kerim'den yüz çeviren herkesi tehdit etmekte, azap ile korkutmaktadır. Nitekim hidayete ulaştıran sebeplerin açıklanmasından sonra çoğunlukla gördüğümüz de budur. İşte Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Biz ayetlerimizden yüz çevirenleri... cezalandıraca­ğız." Yani ayetlerimizden yüz çeviren kimseleri kendi akıllarını, kendilerini de başkalarını da Allah'ın hidayetinden alıkoydukları için ve bu ayetlerden yüz çevirdikleri için en ağır azap ile cezalandıracağız. Çünkü onlar böyle yapmakla hem kendi günahlarını yüklenmekte, hem de haktan alıkoyup engelledikleri kimselerin günahlarını yüklenmektedirler. Bu engelledikleri kimseler ile Al­lah'ın hidayeti arasında engel teşkil etmektedirler. Yüce Allah'ın şu buyruğu da buna benzemektedir: "Küfre sapıp Allah'ın yolundan alıkoyanların fesat çı­kartmaları sebebiyle azaplarına azap katarız." (Nahl, 16/88). Yani fesat çıkart­maları, hak yoldan başkalarını alıkoymaları sebebiyle kendi azaplarından baş­ka bir azap daha veririz, onlara. [41]



Kafirlerin Kötü Azap İle Son Bir Defa Daha Korkutulmaları


158- Onlar hâlâ kendilerine meleklerin gelmesinden yahut Rabbinin gelmesinden veya Rab^ ayetlerinden baz,sı-

nın gelmesinden başkasını mı bekliyorlar? Rabbinin ayetlerinden bazısı geldiği gün, daha önceden inanmamış veya imanında bir hayır kazanmamışsa hiç bir kimseye imanı hiç bir fayda vermez. De ki: "Bekleyin, doğrusu biz de bekleyenleriz."



Açıklaması


Yüce Allah kâfirleri, peygamberlerine muhalefet edenleri, ayetlerini ya­lanlayıp yolundan alıkoyanları tehdit etmektedir. Onlar ancak şu üç husustan birisinin kendilerine gelmesini bekliyorlar ve ancak bunlardan birisi geldiği takdirde iman edecekler: Meleklerin gelmesi, Rabbin bizzat gelmesi yahut Yü­ce Allah'tan kahredici ayetlerin gelmesi.

Meleklerin gelmesinin anlamı, onların canlarını almak üzere gelmeleridir. Allah'ın gelişinin anlamı ise onun vaad ettiği dünyada dininin yardımcılarına yardım, düşmanlarına da azap vaadidir. Allah'ın ayetlerinden bazısının gelme­si ise, ister istemez iman etmeyi gerektirecek, oldukça baskın ve kahredici bir takım olayların meydana gelmesi demektir.

Mekke müşrikleri meleklerin inmesini, Allah'ın gelmesini veya onu gör­meyi istemişlerdi. Nitekim Kur'an-ı Kerim bunu bizlere şöylece nakletmekte­dir: "Bize kavuşacaklarını ummayanlar üzerimize melekler indirilmeli yahut da Rabbimizi görmeli değil miyiz? derler." (Furkân, 25/21); "Yahut Allah'ı ve melekleri karşımıza getirmeli değil mi?" (İsra, 17/92). Aynı şekilde Allah'ın ba­zı ayetlerinin indirilmesini de istemişlerdi. Meselâ "Yahut ileri sürdüğün gibi göğü üzerimize parça parça düşüresin." (İsra, 17/92).

Yüce Allah'ın "Rabbinin gelmesinden" buyruğu acaba Allah hakkında ge­lişin ve kayboluşun caiz olduğuna delil midir? Buna şu şekilde cevap verilmiş­tir: Bu kâfirlerin kanaatlerini aktarmaktadır. Kâfirin inancı ise delil değildir ya da bu mecazî bir ifadedir; Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Ve Al­lah onların binalarına temelden geldi (onları yıktı)." (Nahl, 16/26). Bunun böy­le anlaşılmasının sebebi, Yüce Allah hakkında, ortaya çıkmanın ve kaybolma­nın imkânsız olduğuna dair delillerin ortada oluşudur.

Bu ayet-i kerimede onların Allah'ın ayetlerini yalanlamaya ve onlara önem vermeyip aldırış etmemeye devam ettiklerine bir işaret vardır.

Daha sonra Hak Teâlâ şu buyruğu ile onlara son bir defa uyanda ve tehditte bulunmaktadır: "Rabbinin ayetlerinden bazısı geldiği gün..." yani ister istemez iman etmek zorunda bırakan ayetlerin geleceği gün, işte o vakit imanın faydası ol­mayacaktır. Nitekim Firavun da boğulacağım kesin olarak anlayınca iman etmiş ancak bu imanından istifade edememişti. Aynı şekilde can boğaza gelip dayanma­dan önceki genişlik zamanlarında yapılmamış tevbenin de kişiye faydası olmaz.

Bu ayetlerin (alâmetlerin) kimisinin can çıkmadan önce kıyametin belirti­leri, alâmetleri ortaya çıkacağı sırada meydana gelmesi mümkündür. Nitekim Buharî bu ayet-i kerimenin tefsirinde kendisinin ve diğer -Tirmizî müstesna-Sünen sahiplerinin Ebu Hureyre'den yaptıkları rivayette Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu nakletmektedirler: "Güneş battığı yerden çıkmadıkça kıya­met kopmaz. İnsanlar artık onu gördüler mi bu sefer yeryüzünde bulunan her­kes iman eder. İşte ".... önceden inanmamış... hiç bir kimseye imanı hiç bir şe­kilde fayda vermez" buyruğunun söz konusu olacağı vakit budur." Bir diğer laf­zında da şöyle demektedir: "Güneş doğup insanlar onu gördüklerinde hep bir­likte iman edecekler. İşte önceden iman etmemiş ise hiç bir kimseye imanın fay­da vermeyeceği zaman bu zamandır." Daha sonra bu ayet-i kerimeyi okudu.

Ahmed ve Tirmizî de Ebu Hureyre'den Peygamber Efendimize merfûan şu hadisi naklederler: "Üç şey çıktığı takdirde eğer daha önceden iman etmemişse hiç bir kimseye imanının faydası olmaz: Güneşin battığı yerden doğması, Dec-cal ve Dâbbetü'l-arz'ın çıkması."

"De ki: Bekleyin, doğrusu biz de bekleyenleriz." Yani ey Muhammed de ki onlara: Haydi sizler İslâm'ın gerileyip yok olmasına, peygamberin öldürülmesi­ne, bu dinin zeval bulmasına olan umudunuzu bekleyin durun. Biz de Rabbimi-zin bize doğru olarak vaad ettiği yardımını ve düşmanlarımız için muhakkak gerçekleşecek olan tehdidini beklemekteyiz. Yüce Allah'ın şu buyruğu da bunu andırmaktadır: "Acaba onlar kendilerinden önce gelenlerin başlarına gelen (azap) günlerinin benzerinden başkasını mı bekliyorlar? De ki: Haydi bekleyin, ben de sizinle birlikte bekleyenlerdenim." (Yunus, 10/102).

Bu ise iman ve tevbesini kendisine fayda vermeyecek bir zamana kadar erteleyip duran kimselere kesin ve kâfirlere de oldukça ağır bir tehdittir. Nite­kim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Onlar azabımızı gör­düklerinde dediler ki: Yalnızca Allah'a iman ettik. Daha önce ortak koştukları­mızı inkâr ettik. Fakat azabımızı gördükleri vakit, imanlarının kendilerine fay­dası olmadı." (Mü'min, 40/84-85). [42]



Dinde Ayrılığa Düşmenin Akıbeti


159- Dinlerini parça parça edip kendi- leri bölük pörçük olanlarla senin hiç bir alâkan yoktur. Onların işi ancak ne yaptıkla- rını kendilerine haber verecektir.



Açıklaması


Ebu Hureyre Resulullah (s.a.)'tan şu, "Dinlerini parça parça edip kendileri bölük bölük olanlar..." ayeti hakkında, "Bunlar bu ümmetten olan bidat, şüphe­ler ve dalâlet ehli kimselerdir" dediğini rivayet etmektedir. Mücahid'in açıkla­ması da bu şekildedir. Ebu Ümame de Yüce Allah'ın, "Bölük bölük olanlar" buyruğu hakkında, "Bunlar Haricîlerdir" diye açıklamıştır.

Bir grubun (Katâde, Dahhâk ve Süddî) ise şöyle dedikleri nakledilmiştir: Bu ayet-i kerime, Yahudilerle Hristiyanlar hakkında nazil olmuştur. Çünkü on­lar Hz. İbrahim, Hz. Musa ve Hz. İsa'nın dinlerini parça parça ederek farklı dinler ve değişik mezhepler haline dönüştürmüşlerdir.

Ayet-i kerimenin bütün kâfirler hakkında genel olduğu da söylenmiştir. İbni Kesir der ki: Zahir olan o ki, ayet-i kerime dinden ayrılan, ona muhalefet eden herkes hakkında umumidir. [43] Yeni ilim adamlarının doğru gördükleri gö­rüş de budur. Menâr" da der ki: Doğrusu, bu konudaki iki görüşü de bir arada kabul etmektir. Şanı yüce Allah bu surede İslâm'ın delillerini ortaya koyup şir­kin şüphelerini çürüterek Kitap Ehli'ni ve onların şeriatlerini söz konusu etti. İslâm çağrısını kabul edenleri birliğe ve kendilerinden öncekilerin ayrılıp da­ğıldıkları gibi ayrılığa düşmemeye davet etti. Nitekim Al-i İmran suresinde de şöyle buyurulmaktadır: "Kendilerine apaçık delillerin gelmesinden sonra ayrılı­ğa ve anlaşmazlığa düşen kimseler gibi olmayınız. İşte böyleleri için çok büyük bir azap vardır." (Al-i İmran, 3/105).

Ayet-i kerimenin manası şudur: Dinlerini parça parça edip onun bir bölü­müne iman ederek kabul eden, diğer bir bölümünü de terk ederek naslarını kendi arzularına göre tevil edip değişik fırkalara ayrılan ve her bir fırkaya, herhangi bir görüşü kabul edip herhangi bir mezhebe taassupla bağlanan kimseler gibi olmayınız. Ey Muhammed! Sen böylelerine ilişme. Onları kendi halleriyle başbaşa bırak; onlarla savaşmana gerek yok. Sana düşen risaleti tebliğ etmek ve hak dinin esaslarını zafere kavuşturmaya çalışmaktır. Sen on­lardan da, onların yaptıklarından da uzaksın. Onların mezheplerinden, söyle­diklerinden uzaksın; onların işlerini, onları hesaba çekmeyi Allah üzerine alır. Sonra ahirette onlara durumlarını bildirecek, onları cezalandıracaktır. -Razî der ki: Ayet-i kerimeden kasıt, Müslümanların söz birliği etmelerini, dinde tefrikaya düşmemelerini, bir takım bidatler ortaya koymamalarını bir teşvik­tir. [44]

Yüce Allah bir başka yerde bu şekilde dinlerini parça parça etmelerini ka­bul etmeyerek Kitap Ehli hakkında şöyle buyurmaktadır: 'Yoksa sizler Kitab'ın bir bölümüne iman ediyor bir bölümünü inkâr mı ediyorsunuz?" (Bakara, 2/85)

Peygamber (s.a.) de Müslümanları tefrikaya düşmekten sakmdırmıştır. Ebu Davud, Muaviye b. Ebi Süfyân (r.a.)'dan şöyle dediğini nakleder: Resulullah (s.a.) aramızda kalkıp şöyle bir konuşma yaptı: "Şunu bilin ki siz­den önceki Kitap Ehli olan kimseler yetmiş iki fırkaya ayrıldılar. Şüphesiz bu ümmet de yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Bunun yetmiş ikisi cehennemde birisi ise cennette olacaktır; bu ise cemaatin tuttuğu yoldur." [45] Yine Ebu Davud ve -lafız kendisinin olmak üzere- Tirmizî, Ebu Hureyre (r.a.)'den Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmektedirler: "Yahudiler yetmiş bir veya yetmiş iki fırkaya ayrıldı. Hristiyanlar da o şekilde bölündü; benim ümmetim ise yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır." [46] Buna göre Yüce Allah'ın, "Dinleriniparça parça edip" buyruğundan kasıt, Yahudi ve Hristiyanların ihtilâfa düştükleri gibi dinleri hakkında anlaşmazlığa düşenlerdir. Dinlerini parça parça ayırmala­rının, bir bölümüne iman edip bir bölümünü inkâr demek olduğu da söylenmiş­tir.

Ayrılığa düşmenin sebepleri pek çoktur. Hükmedip saltanat kurma sevgi­si, kavmine, ırkına taassup göstermesi, görüş ve hevasına şiddetli bir şekilde bağlı kalması, din düşmanlarının hile, desise ve tuzaklarına kulak verilmesi, bilgisizlik, geri kalmışlık, gelenek ve göreneklerde başkalarına tabi olmak, bazı devletlerin veya çoğunluğunun düşünce ve inanışta, siyaset ve yönetimde, dü­zen ve yasalarda dinden ayrılmaları, dini büsbütün terk etmeleri bunların en önemlileri arasında sayılabilir. [47]



İyiliğin Mükâfatı Ve Kötülüğün Cezası


160- Kim bir iyilikle gelirse, ona onun on katı vardır; kim de bir kötülükle ge- lirse ancak misliyle cezalandırılır ve onlara haksızbk edilmez.



Açıklaması


Kıyamet gününde itaat türünden olan güzel haslet ve iyi amellerle gelen kimseye bu iyiliklerinin karşılığı olarak on misli verilecektir. Bu da Yüce Al­lah'ın adaleti, kullarına lütfü ve ihsanı kabilindendir. Fakat kimi zaman yapı­lan iyilik yedi yüz katına ve daha fazla pek çok katına katlanarak verilebilir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah yolunda malarını harcayanların misali her bir başakta yüz tane bulunan yedi başak bitiren bir tane gibidir. Allah di­lediğine kat kat verir. Allah (bağışı) geniş olandır, en iyi bilendir." (Bakara, 2/261). Yine Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah'a güzel bir ödünçle ödünç verecek kimdir? Allah da o ödüncü o kimseye pek çok misline katlayarak vere­cektir." (Bakara, 2/245); "Eğer Allah'a güzel bir ödünç ile ödünç verirseniz onu sizin için katlandırır." (Teğâbün, 61/17).

Bu farkhlığuı esas sebebi Yüce Allah'ın bu konudaki lütfü ile amelin Allah nezdinde yücelmesini sağlayacak şeylerle birlikte olmasıdır. Niyette ihlâs, amelin ecrini Allah'tan beklemek, iyi ve güzel davranışın gizli yapılması, kimi zaman da kendisine uyulsun diye açıktan yapılması, ümmetin menfaatinin araştırılması gibi.

Her kim bir kötülük işler yahut bir günaha irtikap ederse, onun için de kö­tülüğe benzer bir kötülükle ceza söz konusudur.

"Ve onlara haksızlık edilmez" yani bu durumda, ister iyilik yapanın ister kötülük işleyenin amelinden bir şey eksiltilmez. İyilik yapanların sevabından bir şey eksiltilmediği gibi, kötülük işleyenlerin de cezaları artırümaz.

Nebevi hadis-i şerifte iyiliklerde farklılığın ölçüsü, kötülüklere de ceza yo­lu açıklanmış bulunmaktadır. Ahmed, Buharî, Müslim ve Nesaî'nin İbni Ab-bas (r.a.)'tan rivayetine göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz Aziz ve Celil olan Rabbiniz çok merhametlidir. Her kim bir iyilik yapmak ister de sonra bunu yapmazsa ona bir iyilik olarak yazılır. Eğer onu işleyecek olursa bu sefer o iyilik ona ondan yedi yüze ve pek çok kat fazlasına kadar yazılır. Her kim bir kötülük işlemek ister de sonra bunu işlemezse ona bir iyilik olarak ya­zılır. İşleyecek olursa bu sefer ona bir (kötülük) olarak yazılır yahut Aziz ve Ce­lil olan Allah onu siler. Allah'ın bunca lütfuna rağmen bir kimse yine de helak olursa işte büyük bir hayırdan mahrum kalan kişi odur." [48] Amellerin yazıl­ması ise melekler aracılığıyla Allah'ın onlara emir vermesi suretiyle gerçekle­şir. [49]



Tevhid, İbadet Ve Şahsî Sorumluluk Hususlarında İbrahim'in Dinine Tabi Olmak


161- De ki: "Şüphesiz Rabbin beni dos­doğru yola iletti; halis muvahhid ola­rak İbrahim'in dosdoğru dinine. O müşriklerden olmadı."

162- De ki: "Muhakkak benim nama­zım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan Allah içindir."

163- "O'nun hiç bir ortağı yoktur. Bana böylece emrolundu ve ben Müslüman­ların ilkiyim."

164- De ki: "Ben Allah'tan başka bir Rab mı arayacağım? Her şeyin Rabbi Allah'tır. Her nefis ancak kendi aleyhi­ne kazanır. Yük yüklenen kimse başka­sının yükünü taşımaz; sonunda dönü­şünüz Rabbinizedir. Artık O, size hak­kında ayrılığa düştüğünüz şeyleri ha­ber verecektir."



Açıklaması


Yüce Allah peygamberlerin efendisi peygamberine, kendisini, Allah'ın ih­san etmiş olduğu hiç bir eğriliği ve sapması bulunmayan atası İbrahim'in dini olan sırat-ı müstakime iletmiş olduğunu haber vermesini emretmektedir.

Ey peygamber! Bütün insanlara ve bu arada senin kavmine de ki: Şüphe­siz benim Rabbim beni hiç bir eğriliği bulunmayan dosdoğru yola iletmiş, o yo­lu tutma muvaffakiyetini bana ihsan etmiştir. Bu ise dünya ve ahiret mutlulu­ğuna götüren, hakkı ayakta tutan, esasları sapasağlam, dosdoğru dindir. Yüce Allah'a yakanrken söylediğimiz, "Bizi dosdoğru yola ilet" buyruğu ile kastetti­ğimiz de budur.

Bu, İbrahim el-Halîl'in dinidir; siz de o dine tabi olunuz. Çünkü İbrahim (a.s.) bütün şirk ve sapıklık türlerinden uzaklaşmış, hak dine, tevhid dinine yö­nelmişti. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "İbrahim'in dininden ken­dini bilmezden başka kim yüz çevirir ki!" (Bakara, 2/130); "Şüphesiz İbrahim tek başına bir ümmetti. Allah'a itaatkâr, şirkten uzak Hanîfbir Müslümandı. O müşriklerden olmadı. O nimetlerine şükredendi. Rabbi onu beğenip seçmiş, ken­disini dosdoğru yola iletmişti. Biz ona dünyada bir güzellik de verdik. Şüphesiz o, ahirette de elbette salihlerdendir. Sonra biz sana, "Hanîf bir Müslüman ola­rak İbrahim'in dinine uy ve o müşriklerden de olmadı" diye vahyettik." (Nahl, 16/120-123).

"O müşriklerden olmadı", yani İbrahim katiyyen şirk koşmuş değildir. Ak­sine o Allah'a iman eden, ibadetini yalnızca Allah'a ihlâsla yapan birisiydi.

Meleklerin Allah'ın kızları olduğuna veya Uzeyr'in Allah'ın oğlu olduğuna veya İsa Mesih'in Allah'ın oğlu olduğuna inananlara gelince: İşte bunlardır müşrik olanlar, İbrahim'in dininden uzak düşmüş olanlar. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kendisi ihsan edicilerden olduğu halde varlığını Allah'a teslim edenden ve muvahhid Hanîf olarak İbrahim'in dinine tabi olandan dini daha güzel olan kimdir ve Allah İbrahim'i halîl (pek yakın dost) edinmişti." (Nisa, 4/125).

İşte hak din, ihlâs dini, yalnızca Allah'a ibadet dini budur. Bütün peygam­berleri, rasulleri bu din ile O göndermiştir. Bu ise Arap müşriklerinin kendile­rini hanîf diye adlandıran İbrahim'in dini üzere olduğunu iddia eden Arap ileri gelenlerinin izledikleri yola uygun değildir. Aynı şekilde bu, İbrahim dininin, Musa ve İsa dininin tabileri olduğunu iddia eden Kitap Ehli'nin (Yahudi ve Hristiyanlarm) izlediği yola da aykırıdır Buna delil ise Yüce Allah'ın onların tutumlarını reddeden şu buyruğudur: "İbrahim Yahudi de değildi, Hristiyan da değildi, fakat o Hanîf bir Müslümandı. Hem o müşriklerden de değildi." (Âl-i İmran, 3/67).

Bundan dolayı İslâm daveti, bütün peygamberlerin kavuşma noktasıdır. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi, Allah nezdinde kabul olunacak din yalnızca yalnızca İslâmdır: "Şüphesiz Allah nezdinde (geçerli) din İslâmdır." (Âl-i İmran, 3/19); "Kim İslâm'dan başka bir din arayacak olursa asla ondan kabul ulunmaz. Hem de o ahireite hüsrana uğrayanlardan olacaktır." (Âl-i İmran, 3/85).

Daha sonra Yüce Allah peygamberine Allah'tan başkasına ibadet eden, on­dan başkasının adına hayvan ve kurbanlarını kesin müşriklere şunu haber vermesini emretmektedir: Bu hususta kendisi müşriklere muhaliftir, onlardan farklıdır. Çünkü onun namazı da Allah içindi, ibadetleri de. O'na hiç şirk koş-maksızın bir ve tek Allah'a kulluk etti. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gi­bi: "Rabbin için namaz kıl ve kurban kes." (Kevser, 108/2). Yani namazını da, kestiğin kurbanını da Allah'a ihlâs ile takdim et! Gerçek şu ki müşrikler putla­ra tapar, putlar için kurbanlarını keserlerdi. Allah ona müşriklere muhalefet etmeyi ve niyetini yalnızca Yüce Allah'a halis kılmayı, yalnız onun için amelde bulunmayı emretti.

"De ki: Muhakkak benim njamazım..." yani benim bütün namazlarım, iba­detlerim, dualarım, her türlüsüyle her bir ibadetim -çoğunlukla "her türlü iba­det" diye çevirdiğimiz "nüsük" kelimesi kurban kesmek, hac ve umrenin ve di­ğer ibadetlerin belli başlı işlerini eda etmek anlammda çokça kullanılır hale gelmiştir- hayatımda yaptığım bütün işlerim ve ölümüme kadar sahip olacağım imanım ve salih amelim, Aziz ve Celil olan Allah içindir. Yani amel ve maksat­larımın hepsi yalnızca Yüce Allah'ın rızasına münhasırdır. Bu ayet-i kerime bü­tün salih amelleri ihtiva eden kapsamlı bir ifadedir. Müslümana düşen ise onun niyetinin, amelinin yaptığı her bir işin yalnızca Yüce Allah için olmasıdır. İster hayatı esnasında yapmış olsun, isterse de ölümünden sonra arkasından gelecek herhangi bir salih amel olsun, hepsi de Allah'a itaat yolunda olmalıdır.

Aslında "ibadetler (nüsük)" in kapsamına dahil olmakla birlikte, özellikle namazın anılması, şirk fesatları ile zaman zaman kirlenebilen ibadetin ruhu, özü oluşundan dolayıdır.

Yüce Allah birdir, tektir, zatında da sıfatlarında da, rububiyetinde de or-taksızdır. İbadet yalnız O'nadır. Teşrî' (kanun koyma ve yasama) yalnız O'ndandır. İşte Rabbim bana bunu emretti ve ben O'nun emirlerine uyan, ya­saklarından kaçınan, itaat eden Müslümanların ilkiyim.

İşte bu ulûhiyetin tevhidini ortaya koymaktadır. Hemen akabinde de ru-bubiyetin tevhidini görüyoruz. Yüce Allah buyurmaktadır ki: "De ki: Ben Al­lah'tan başka bir rab mı arayacağım..." Yani her şeyin mutlak maliki, yaratıcı­sı, düzenleyicisi, yöneticisi O iken, ben Allah'tan başka rab mı arayacağım? Hem her türlü fayda ve zarar O'ndandır. Nasıl olur da başka bir yaratığı kendi­me rab kabul edebilirim!

İnsanın yaptığı her bir işin (kötülük olması halinde) cezası mutlaka kendi aleyhinedir. Günah kazanmış hiç bir kimse ebediyyen bir başkasının günahını yüklenmez. Her insan kendi amelinin karşılığını görecektir: "Her kişi kazandı­ğı karşılığında rehin olarak alıkonulmuştur." (Tür, 52/21); "(İyilikten) kazan­dıkları kendileri lehinedir, (kötülükten) yaptıkları da kendi aleyhinedir. (Baka­ra, 2/286).

İster salih, ister kötü amel olsun her bir insan, yaptığı amelinden sorumlu olduğundan dolayı mutlaka yaptığının karşılığını görecektir; hayırsa hayır, şer ise şer olarak. Kendilerini Hanîfler diye adlandıranlann sonunda varacakları yer ise yalnızca Allah'ın huzuru olacaktır. O, dinler hususundaki anlaşmazlıkla­rınızın mahiyetini size haber verecek ve kendi ilim ve iradesine uygun olarak sizlere amellerinizin karşılığım gösterecektir. Nitekim Yüce Allah bir başka yer­de şöyle buyurmaktadır: "Sonra dönüşünüz bana olacaktır. Anlaşmazlığa düştü­ğünüz şeylerle ilgili olarak aranızda ben hüküm vereceğim." (Âl-i İmran, 3/55). [50]



İnsanın Yeryüzünde Halifelik Makamına Getirilişi


165" °' SİZİ yeryüzünün halifeleri ya- pan ve verdikleriyle sizi denemek için kiminizi kiminize derecelerle üstün ki- landır. Şüphesiz ki Rabbim cezası çok çabuk olandır ve muhakkak ki O, Ga- fûr'dur.Rahîm'dir.



Açıklaması


Yüce Allah insanları yeryüzünde biribirlerinin halefleri kılmıştır. Onların kimisi kimisinden sonra gelir. Onlardan önce pek çok nesilleri, ardı arkası ke­silmiş toplumları helak etmiş, daha sonra diğerlerini yeryüzünü imar için onla­rın yerine getirmiştir. Aynı şekilde bunları arzının halifeleri kılmıştır. Onlar oraya sahip oluyorlar, orada tasarruf etmektedirler: "Allah'ın üzerinde sizleri halifelik makamına getirdiği şeylerden (varlığınızdan) infak ediniz." (Hadid, 57/7).

O zenginlik, fakirlik, şeref, makam ve mevki, ilim, cehalet, ahlâk, akıl ve nzık gibi hususlarda kiminizi kiminizden derecelerle üstün kılmıştır. Bu farklı­lık bir acizlik veya bir cahillik değil, aksine size vermiş olduğu şeyler hususunda denemek ve sınamak içindir. O size karşı, deneyici kimsenin davranışı ile davranmaktadır. Meselâ, zengin bir kimseyi zenginliği ile sınar, şükründen so­rumlu tutar; fakiri fakirliği ile sınar ve sabrından sorumlu tutar.

Bundan sonra ise verilecek karşılık ameline göre olacaktır. Bazan insan mükellef tutulduğu hususlarda veya fiilen yaptıklarında kusurlu olabilir. O ba­kımdan karşılık amellere tabi olarak gelir. Kur"an-ı Kerim'de bu ayet-i kerime­nin benzeri pek çoktur. Meselâ: "Andolsun sizi sınayacağız, ta ki, sizden kimle­rin mücahid, kimlerin sabreden olduğunu ortaya çıkarıncaya kadar; ve biz si­zin haberlerinizi açıklayalım." (Muhammed, 47/31).

Müslim, Sahih' inde Ebu Said el-Hudrî (r.a.)'den şöyle dediği rivayet edilmektedir: Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Şüphesiz dünya tatlıdır. Muhak­kak Allah sizi orada halef (veya halife) kılar da nasıl amel edeceğinize bakar. Dünyaya karşı ihtiyatlı olunuz; kadınlara karşı ihtiyatlı olunuz. Şüphesiz ki İsrail oğullarının karşı karşıya kaldığı ilk fitne kadınlar hususunda olmuş­tu."

Bu sulamadan sonra insanların karşısında onları bekleyen ya ceza ya mü­kâfattır: "Şüphe yok ki Rabbin cezası çok çabuk olandır ve muhakkak ki O, Ga-fûr'dur, Rahîm'dir." Bu buyrukta hem bir korkutma, hem bir teşvik vardır. Şüphesiz Allah'ın hesabı ve cezası kendisine isyan edip peygamberlerine mu­halefet edenler hakkında pek çabuktur. Aynı zamanda O, azabı pek çetin olan­dır. O mühlet tamsa bile ihmal etmez. Cezanın süratli olmakla nitelendirilme­sinin sebebi ise, gelecek olan her şeyin yakın oluşundandır. Ceza ise ya dünya­da kişinin canına, aklına, ırz veya malına zarar vermekle ya da ahirette cehen­nem azabıyla tahakkuk eder. Bazan her ikisi birlikte de olabilir.

O Yüce Rab, tevbe edenleri bağışlayandır. Peygamberleri getirdikleri yü­kümlülükler hususunda izleyen, müminlere ihsanda bulunan, çok merhametli olandır. Çünkü O'nun rahmeti gazabını geçmiştir; her şeyi kuşatmıştır. Bu ba­kımdan O, iyiliğe on misliyle mükâfat verir. Bazan bu mükâfatı dilediği kimse­lere kat kat fazlasıyla verir. Buna karşılık kötülüğe kendi misliyle ceza verir. Ondan tevbe edene lütuf, kerem ve bağışlamasının bir tecellisi olarak, onu ba­ğışladığı ve dünyada o günahını örttüğü de olur.

İbni Kesir der ki: Yüce Allah Kur*an-ı Kerim'de bu iki sıfatı yani mağfi­ret ve azabı çokça bir arada zikretmiştir. Şu buyruklarda olduğu gibi: "Şüp­hesiz senin Rabbin zulümlerine rağmen insanlara mağfiret edicidir ve mu­hakkak ki Rabbin cezası pek çetin olandır." (Ra'd, 13/6); "Haber ver kulları­ma ki şüphesiz ben Gafur ve Rahîm olanım ve muhakkak benim azabım ol­dukça can yakıcı bir azaptır." (Hicr, 15/49-50). Ve buna benzer hem korkut­mayı hem teşviki ihtiva eden diğer ayet-i kerimeler kimi zaman kullarını teşvik ile cennetin niteliklerini anlatarak kendisine çağırırken, kimi zaman da ihsan edeceği lütuf ve rahmet ile teşvik etmekte; kimi zaman korkutarak, cehennemi anarak, cehennemin azabını, cezasını, kıyameti ve dehşetlerini hatırlatarak korkutmak suretiyle kendisine davet etmekte; kimi zaman da herkese kendisine uygun şekilde etki etsin, olumlu sonuç versin diye her iki­si ile bunu yapmaktadır. [51]







--------------------------------------------------------------------------------

[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/302-304.

[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/307-308.

[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/308-310.

[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/316.

[5] Taberî, VIII/2-3.

[6] Râzî, XIII/150-152.

[7] Taberî, VIII/2.

[8] Zemahşeri, 1/524.

[9] Râzî, XIII/152.

[10] Râzî, XIII/149-150.

[11] Bunu Taberî ve İbni Kesir zikretmiş olup İbni Kesir şöyle demektedir: Bu rivayet Katâde ilp Ebu Zer arasındaki ravi söz konusu edilmediğinden munkatı'dır. Bir başka yoldan Ebu Zerr (r.a.)'den olmak üzere de rivayet edilmiştir (Taberî, VIII/5; İbni Kesir, 11/166).

[12] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/316-319.

[13] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/322-324.

[14] Vâhidî, Esbâbu'n-Nüzûl, 128.

[15] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/326-327.

[16] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/327-331.

[17] Vahidî, Esbâbu'n-Nüzûl, 128.

[18] İbni Kesir, 11/172; Kurtubî, VII/78.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/335.

[19] İbn-i Kesir, 11/172.

[20] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/336-338.

[21] Kurtubî, VII/80.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/339-340.

[22] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/340-341.

[23] Taberî, VIII/20.

[24] Taberî, VIII/24.

[25] Taberî, VIII/26.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/345-347.

[26] Taberî, VIII/26; İbni Kesir, 11/176.

[27] Bu hadisi ed-Deylemî, Musnedü'l-Firdevs'te Ebu Bekre'den, Beyhakî'de Şuabu'l-îman'da, Ebu İshak es-Subeyî'den mürsel olarak rivayet etmiş olup zayıf bir hadistir.

[28] Taberî, VIII/28.

[29] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/351-354.

[30] Zemahşeri, 1/529.

[31] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/357-359.

[32] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/362-366.

[33] Taberî, VIII/45.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/370-371.

[34] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/371-375.

[35] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/380.

[36] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/381-385.

[37] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/389-391.

[38] İbni Kesir, bu iki hadisin senedinde de zayıflık olduğunu ifade etmektedir.

[39] Tatfîf, ölçü ve tartıda eksiklik yapmaktır. Bu ya insanlardan hakkını alırken fazlasını al­mak suretiyle, ya da onlara haklarım verirken eksik vermek suretiyle olur. Nitekim aye­tin bundan sonraki bölümlerinde de böyle açıklanmıştır.

[40] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/394-401.

[41] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/406-409.

[42] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/411-412.

[43] İbni Kesir, VIII/214

[44] Râzi, XIV/8.

[45] İbnül-Esîr, Câmiu'l-Usûl, X/407.

[46] İbnül-Esîr, Câmiu'l-Usûl, X/408.

[47] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/413-415.

[48] Son cümlenin hadis-i şerifteki kelime kelime manası şöyledir: "Ve Allah'a karşı ancak he­lak olmuş kişi helak olur." Bu şekliyle tercüme ise, bu hadisin yer aldığı Müslim, İman, 203 v.d. numaralı hadislerde Muhammed Fuâd Abdülbaki'nin neşrinde Kadı Iyâd'dan nakledi­len açıklamalardan yararlanılarak yapılmıştır (Çeviren).

[49] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/416-417.

[50] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/420-422.

[51] İbni Kesir, n/200.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/426-428.
6-En'am Suresi Meali Tefsiri Oku-2.Bölüm: 2-Hakkı Gösteren Vahiy Ve Allah'ın Şirki Önlemeye Kudreti-Putperestlerin İlahlarına Sövmenin Yasaklanması Rating: 4.5 Diposkan Oleh: Blogger

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder