Güncel Duyuru: Öğrencilerimizin dikkatine ! Ücretsiz TEMEL ARAPÇA SARF&NAHİV derslerimizi Eklemeye başladık 1-13.Derse kadar Tamam(Elhamdü lillah) Tıkla Ders Sayfasına Git Tags:Online Arapça Dersleri Video,İslami ilimler Video Dersleri,İlahiyat Önlisans Arapça Video Dersleri,İlahiyat Arapça Video Dersleri,İmam Hatip Arapça Dersleri Video,İlitam Arapça Video Dersleri,Tefsir Dersleri Video,Hadis Dersleri Video,Fıkıh Dersleri Video,Arapça Dershaneniz,Kur'an,Sünnet,Arapça dersleri,tefsir oku,hadis,oku,Kuran meali oku,arapça öğreniyorum,arapça dilbilgisi video,arapça nahiv video,arapça sarf dersleri video,islami sohbetler

5-Maide Suresi Meali Tefsiri Oku-1.Bölüm: Akitlere Bağlılık, Haksızlığın Yasaklanışı, İyilik Üzere Dayanışma Ve Allah'ın Şeâirine Gereken Tazimi Göstermek-Haram Kılınan Yiyecekler, Dinin Kemale Erdirilmesi, Zaruret Hali

MAİDE SURESİ

Nüzul Tarihi:
Bu sure bazı bölümleriyle Hudeybiye'den ayrılmadan sonra Mekke'de na­zil olmuş olsa da esas olarak hicretten sonra nazil olan Medenî bir suredir. Bu-harî ile Müslim'de Hz. Ömer'den şu rivayet sabittir: "Yüce Allah'ın, "Bugün si­ze dininizi tamamladım." ayeti cuma günü Veda haccında ve Arafede öğleden sonra nazil olmuştur."

Resulullah (s.a.)'m Veda Haccında Mâide suresini okuyup şöyle dediği ri­vayet edilmektedir: "Ey insanlar! Şüphesiz ki Mâide suresi en son nazil olan buyruklardandır. O bakımdan o surede helâl kılınmış şeyleri helâl, haram kı­lınmış şeyleri de haram biliniz." Ahmed, Tirmizî, Hâkim ve Beyhakî de Abdul­lah b. Ömer'in şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Son nazil olan sureler Mâide ve Feth sureleridir." Yine Ahmed, Nesaî ve sahih olduğunu belirterek Beyhakî Hz. Aişe'nin şöyle dediğini rivayet ederler: "Maide son nazil olan suredir. O ba­kımdan o surede helâl bulduğunuz şeyi helâl diye kabul ediniz, haram buldu­ğunuzu da haram biliniz." [1]





Akitlere Bağlılık, Haksızlığın Yasaklanışı, İyilik Üzere Dayanışma Ve Allah'ın Şeâirine Gereken Tazimi Göstermek


1- Ey iman edenler! Akitleri yerine geti­rin. Siz ihramlı iken avlanmayı helâl görmeksizin size bildirilecekler müstes­na, davarlar size helâl kılınmıştır. Mu­hakkak ki, Allah dilediği ile hükmeder.

2- Ey iman edenler! Allah'ın şeâirine, haram olan aya, hediye olan kurbanlı­ğa, gerdanlıklara ve Rablerinden lütuf ve rıza talep ederek Beytülharem'e ge­lenlere hürmetsizlik etmeyin, ihramdan çıkınca avlanabilirsiniz. Sizi Mescid-i Haramdan alıkoydukları için bir kavme olan kininiz sizi haddi aşmaya sürükle­mesin. İyilik ve takva üzerinde yardım­lasın. Günah işlemek ve aşırı gitmekte yardımlaşmaym. Allah'tan sakının. Mu­hakkak ki, Allah cezası şiddetli olandır.



Nüzul Sebebi


İkinci ayetin inişi ile ilgili olarak İbni Cerîr et-Taberî, İkrime'nin şöyle dediğini rivayet etmektedir: el-Hutam b. Hind el-Bekrî Medine'ye beraberinde yiyecek yüklü bir kervan ile geldi, yiyecekleri orada sattı. Daha sonra Resulullah (s.a.)'ın huzuruna girip ona bey'at etti ve İslâm'a girdi. Geri dönüp çıktığında Hz. Peygamber ona baktı ve yanında bulunanlara şöyle dedi: "Bu kişi yanıma günahkâr birisinin yüzüyle girdi ve ahdini bozmak isteyen bir şe­kilde geri döndü." Gerçekten Yemâme'ye varınca İslâm'dan irtidad etti. Yine Zülkade ayında Mekke'ye gitmek kasdıyla yiyecek yüklü bir kervan ile yola koyuldu. Resulullah (s.a.)'ın ashabı onun bu durumunu haber alınca muhacir ve ensardan bir grup kervanı ile birlikte onu yakalayıp zelil düşürmek kas­dıyla yola çıkmaya hazırlandı. Bunun üzerine Yüce Allah: "Ey iman edenler! Allah'ın şeairine... hürmetsizlik etmeyin" ayetini indirdi. Bunun üzerine yap­mak istedikleri bu işten vazgeçtiler." es-Süddî'den de buna benzer bir rivayet kaydedilmiştir.

Yüce Allah'ın, "... sizi haddi aşmaya sürüklemesin." buyruğunun inişiyle ilgili olarak İbni Ebî Hatim, Zeyd b. Eslem'in şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Resulullah (s.a.) müşrikler kendilerini Beyt-i Harama varmaktan alıkoyduk­ları sırada ashabı ile birlikte Hudeybiye'de bulundular. Bu durum onlara çok ağır gelmişti. Doğu tarafından müşriklerden bir grup, umre yapmak üzere yan­larından geçti. Peygamber (s.a.)'in ashabı da: Diğer müşrikler bizim arkadaşla­rı umre yapmaktan alıkoydukları gibi biz de bunları engelleyelim, dediler. Bu­nun üzerine Yüce Allah, "Bir kavme olan kininiz sizi haddi aşmaya sürükleme­sin." buyruğunu indirdi." [2]



Açıklaması


Yüce Allah müminlere, kendilerini mükellef tutacağı emirlere sarılmaları­nı teşvik için, iman nitelikleriyle nida etmektedir. Çünkü müminler Rablerinin kendilerini mükellef kıldığı şeylere sıkı sıkıya bağlı kalırlar.

Ey iman vasfına sahip olup şeytanın davet ettiği her şeyi bir kenara itenler! Akitlere, yani kendi aranızda, sizinle Allah arasında yahut kendinizle sair in­sanlar arasında akdetmiş olduğunuz ahitlere, yani akitlere eksiksiz bağlı kaim. Çünkü bu akitler Allah'ın sizleri yerine getirmekle mükellef tuttuğu yükümlü­lükler ile sizin kendinizin yerine getirmeyi üstlendiğiniz hususlardır. Bunlar Al­lah'ın helâl veya haram kıldığı şeyler ile Allah'ın peygambere ve Kitab'a iman et­tiğini ikrar eden kimselerden almış olduğu, bunların farzları, helâl ve haram hü­kümlerini ihtiva eden buyrukları yerine getireceklerine dair verdikleri sözlerdir. Bu yükümlülüklerin bir kısmı insanların kendi aralarında yapmış oldukları kar­şılıklı ilişkilere dair akitlerdir. Sözü geçen akitler altı gruptur: Allah'a olan ahit, himaye akdi, ortaklık akdi, alışveriş akdi, nikâh akdi ve yemin akdi. Resulullah (s.a.): "Müslümanlar şartlarına riayet ederler."; "Allah'ın Kitab'ında bulunmayan her bir şart yüz tane şart dahi olsa batıldır."; "Her kim bizim bu işimize uymayan bir amelde bulunursa o ameli merduddur." [3] buyurmuştur. O halde şeriate aykırı düşmediği sürece ittifakla kabul edilen şartlara uygun akitlere bağlı kalmak gerekmektedir. Haram şeyler üzere yapılan akitlere bağlı kalmak icabetmez. Ca-hiliye döneminde batıl üzere yapılan yeminler bu türdendir. Cahiliye döneminde insanların ahitleştiği zaman bir diğerine: "Benim kanım senin kanm, benim boz­duğum şey senin de bozduğun şey demektir, sen de bana mirasçı olursun, ben de sana mirasçı olurum" diyerek yaptıkları yardımlaşma ve miras andlaşmaları da bu tür haram şeyler üzere yapılan akitlerdendir.

Daha sonra Yüce Allah, helâlini helâl, haramını da haram bilmekten iba­ret dininde insanlar üzerinde akitleri genişçe açıklamakta ve ihramlıyken ha­ram kılınan bazı hususları yasaklamak için bizleri akitlere eksiksiz bağlı kal­maya iten nimetlerini sayarak bu haram hükümleri arzetmek için bir hazırlık­ta bulunmaktadır. Allah'ın üzerimizdeki nimetlerinin en büyüklerinden birisi de sert usule göre boğazlamak suretiyle davarların yenilmesinin helâl kılınmış olmasıdır. Davarlar (En'âm); deve, sığır, koyun, keçi ve bunlara benzer yaban keçisi gibi hayvanlardır. el-Behîme tabiri ise aslında temyiz gücüne sahip ol­mayan her bir canlı demek olduğundan, ister dört ayaklı olsunlar ister olma­sınlar davarları (en'am) ı da kapsamına alır. Ayet-i kerimede bu "Behime" keli­mesi "En'am" kaydıyla zikredilmiştir. Burada izafet (behîmetu'l-en'âm tamla­ması), beyan içindir. Yani en'amın kendisi olan behîme anlamındadır. O bakım­dan en'âm dışında kalan hayvanlar bu tabirin kapsamına girmemektedir: İster at, katır ve eşek gibi tırnaklılardan, isterse de arslan, pars, kurt ve buna ben­zer azı dişi bulunan yırtıcılardan, isterse de kartal, tavşancıl kuşu, karga ve doğan gibi pençeli kuşlardan olsunlar.

İfadede ibareye uygun bir fiilin takdiri kaçınılmazdır. Çünkü helâl kılmak ancak fiillere taalluk eder. Bu fiil de yararlanmaktan alman bir fiildir. Buna göre Yüce Allah'ın, "Davarlar size helâl kılınmıştır." buyruğu, davarlardan ya­rarlanmak size helâl kılınmıştır, anlamındadır. Bu yararlanma da davarlarm eti, derisi, kemiği ve yünleri ile yararlanmayı kapsamına alır. Böyle bir takdiri, Yüce Allah'ın şu buyruğundaki fiili takdirine benzer: "Davarları da yarattı ki, bunlarda sizin için ısıtıcı ve koruyucu maddeler ve bir çok menfaatler vardır. Hem onlardan yersiniz de." (Nahl, 16/5) Bu, ısınmak ve başka hususlarda ken­dileriyle yararlanmanız için yarattı, anlamındadır.

Daha sonra Yüce Allah davarlardan haram kılınmış on şeyi istisna ede­rek: "Size bildirilecekler müstesna" buyurmaktadır. Yani ileride gelecek ve Ki-tab-ı kerimin buyrukları arasında sizlere okunacak haramlar, size helâl kılı­nan davarlar cümlesinden istisna edilmiştir. Ayrıca sizler ihramda bulunduğu­nuz sırada da avlanmayı helâl görmemelisiniz. Buna göre hac veya umre için ihramda bulunulduğu sırada avlanmak haram olduğu gibi, ihram halinde olun­masa dahi Mekke ve Medine'nin Harem bölgelerinde de avlanmak haramdır.

"Hurum" kelimesi haramın çoğuludur. Bu da hac veya umre için ihramlı olan kimse demektir. Sünnet-i seniyye Haremeynin avının haram kılındığına delâlet etmektedir. "Muhakkak ki, Allah dilediği ile hükmeder." Allah, dilediği hükümleri koyar ve o koyduğu bu hükümlerin hikmetli ve maslahatlı olduğunu da bilir.

"Ey iman edenler! Allah'ın şeâirine... hürmetsizlik etmeyin." Ey iman eden­ler! Allah'ın şeairine, yani haccm menasikine hürmetsizlik etmeyin. Şeaire hürmetsizlik ise bu şeairdeki haramları, yasaklan mubah görüp bunların say­gınlıklarını hafife almak, hükümlerini ihlâl etmek, bu şeairi yerine getirmek suretiyle Allah'a ibadet etmek isteyenleri engellemektir. O halde Allah'ın sınır­larım aşmayınız.

Haram ayların da saygınlıklarını çiğnemeyiniz. Bu haram aylar da Zülkade, Zilhicce, Muharrem ve Receb aylarıdır. Bu aylarda müşriklerle savaşmayınız. Arapların cahiliye döneminde yaptıkları ve haram ayın bir diğer aya ertelenmesi demek olan "nesi" uygulaması gibi bir uygulamayla bu ayları başka aylara değiş­tirmeyin, hac aylarında insanları haccetmekten alıkoyacak işleri yapmayın.

"Hediye olan kurbanlığa..." yani Harem bölgesine hediye olarak gönderil­miş kurbanlıklara gasp yahut alıp yakalamak veya Kâbeye ulaşmasını engelle­mek suretiyle saldırıda bulunmayınız. Haram aya "haram" sıfatının verilmesi o ayda savaşmanın haram kılınmış olmasındandır. Bu hüküm daha önce de açıklandığı üzere Tevbe süresindeki ayet-i kerime ile nesholunmuştur. Bu da Yüce Allah'ın şu buyruğudur: "Artık haram aylar çıktı mı o müşrikleri nerede bulursanız öldürünüz." (Tevbe, 9/5) Hedy (hediye kurbanı), kişinin Harem böl­gesinde kesilmek üzere kurban olarak gönderdiği davar demektir.

Davarlardan "gerdanlıklılar"\n da saygınlıklarını çiğnemeyiniz. Bundan kasıt ise gerdanlık takılmış olan davarlardır. "el-Kalâid" kelimesi, kilâde'nin ço­ğuludur. Bu da deve veya başka bir davarın boynuna asılan ayakkabı, yahut ib­rik kulpu, deri parçası, ağaç kabuğu ve buna benzer şeylerdir. Bunlardan mak­sat bu hayvanın hediye kurbanı olduğunun bilinmesi ve böylelikle ona saldırıl­masının önlenmesidir. Hediye kurbanı gerdanlıklıları kapsamakla birlikte, özel­likle açıklanması onların şereflerine dikkat çekmek, daha çok itina edilmesi ge­rektiğini açıklamak ve özel olarak ona dair daha ileri derecede tavsiyede bulun­maktır. Çünkü "gerdanhkhlar" hediye gönderilen kurbanların en şereflileridir.

"Rablerinden lütuf ve rıza talep ederek Beytu'l-Harama gelenler" Yüce Al­lah'tan lütuf (rızık ve sevap) ile rıza (yani Allah'ın kendilerinden razı olmasını) isteyerek Mescid-i Harama gitmek isteyen bir topluluğa karşı çıkmayın ve on­lara ilişmeyin. Mescidül-Harama gidenleri tazim etmek üzere ve böylelerine saldırmanın, onlara engel olmanın tepkiyle karşılandığını açıklamak üzere bu emirler indirilmiştir. Çünkü Beyt-i Harama giren kimse, güvenlik altında de­mektir. Buna göre Allah'ın lütfunu isteyerek, onun rızasını umarak o Beyte do­ğur giden de aynı durumda olmalıdır.

Sözü geçen hususların saygınlıklarını gereği gibi korumaktan kasıt, insan­ların hac döneminde ve hac mahallinde güvenlik ve huzur içerisinde olmalarını sağlamaktır. Hacının can ve malından yana güvenlik altında olmasını sağla­mak üzere korku ve huzursuzluk verecek şeylere maruz kalmasını önlemektir.

"İhramdan çıkınca avlanabilirsiniz." Sizler Harem bölgesi dışında bulu­nup da ihramdan çıkacak olursanız, artık ihramlı halde iken sizin için haram bulunan avlanmayı size mubah kıldık. Dilediğiniz gibi avlanabilirsiniz; bu du­rumda avlanıp av etini yemekten dolayı günah söz konusu değildir. Bu, yasak­tan sonra verilen bir emirdir. Doğru (sahih) olan görüşe göre, böyle bir emrin hükmü yasaktan önceki hali geri döndürmektir. Eğer bu yasaktan önceki hü­küm vacip ise vacip, müstehap ise müstehap, mubah ise mubah olur.

"Sizi Mescid-i Haram'dan... sürüklemesin.", yani Mescid-i Haram'a ulaş­maktan sizleri alıkoymuş bir kavme olan kininiz -ki bu, Hudeybiye senesi ol­muştu- Allah'ın hükmünü çiğneyerek, zulüm ve haksızlık yaparak onlara kısas uygulamaya itmesin. Bunun yerine herkes hakkında Allah'ın size riayet etme­yi emretmiş olduğu adaletle hükmedin [4]

"İyilik ve takva üzerinde yardımlasın." İyilik (el-birr) şeriatın emrettiği her bir hayır yahut her bir yasağı veya kalbin kendisiyle huzur bulduğu şeydir. Günah (el-ism) üzere yardımlaşmayın. Bu da günah ve masiyet demek olup şe­riatın yasakladığı her bir şey yahut kalbi huzursuz edip insanların bilmesin­den hoşlanılmayan şeydir. Başkalarının haklarına tecavüz etmek konusunda birbirinizle yardımlaşmayın. Günah işlemek ve haddi aşmak ifadeleri ile, işle­yeni günaha sokan her türlü suç kastedilmektedir. Bir topluluğa haksızlık et­mek suretiyle Allah'ın sınırlarının aşılması demektir. İşte sizler Allah'ın size vermiş olduğu emirleri yerine getirmek, size yasakladıklarından da sakınmak suretiyle Allah'tan korkun.

"Muhakkak ki Allah cezası şiddetli olandır." İsyan edip muhalefet edenle­re. Burada zamir olarak kullanılması gerekirken İsm-i celâlin açıkça zikredil­mesi, kalbe korkuyu yerleştirmek ve ilâhi heybeti geliştirmek içindir.

İşte bu da her türlü hayır, şer, maruf ve münkeri kapsayan oldukça geniş kapsamlı bir ifadedir. Bununla birlikte gizli ve açık bütün hallerde Allah'ın gö­zetimi de hatırlatılmaktadır. [5]



Haram Kılınan Yiyecekler, Dinin Kemale Erdirilmesi, Zaruret Hali


3- Ölü, kan, domuz eti, Allah'tan başka­sının adı anılarak boğazlananlar, bo­ğularak, vurularak, yuvarlanarak veya süsülerek ölen, yırtıcı hayvan tarafın­dan parçalananlar -canları çıkmadan evvel kestiğiniz müstesna- size haram kılınmıştır. Dikili tfişlar üzerine kesi­lenler ve fal oklarıyla kısmet aramanız da (size haram kılınmıştır). Bunlar fa-sıklıktır. Bu gün kafirler dininizden ümitlerini kesmişlerdir. Öyleyse onlar­dan korkmayın da benden korkun. Bu­gün dininizi kemâle erdirdim. Üzeri­nize olan nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâmı beğendim. Her kim açlıktan darda kalıp günaha kaymak-sızm mecbur olursa muhakkak ki, Al­lah Rahîm'dir, Ğafûr'dur.



Nüzul Sebebi


"Ölü, kan... size haram kılınmıştır." buyruğunun nüzul sebebi ile ilgili ola­rak, İbni Mende Kitâbu's-Sahâbe' de Abdullah b. Cebele b. Hibbân b. Hucr"dan, o babasından o da dedesi Hibbân'dan, şöyle rivayet etmektedir: "Resulullah (s.a.) ile birlikte iken ben de içinde ölü eti bulunan bir tencerenin altına ateş yakmaya uğraşırken ölünün haram kılmışına dair ayet indirildi; bunun üzeri­ne tencereyi tersyüz edip döktüm. [6]



Açıklaması


Yüce Allah kullarına yasağı da ihtiva eden bir şekilde bu haram kılman şeylere dair bize haber vermektedir. Bunların bir bölümüne de (surenin baş ta­rafında) "Size bildirilecekler müstesna" buyruğuyla işaret edilmişti. Toplu ola­rak haram kılınanlar Bakara ve Nahl suresinde söz konusu edilen dört husus­tur: "Size ancak ölü, kan, domuz eti ve Allah'tan başkasının adı anılarak kesi­lenler haram kılındı." (Bakara, 2/173) ve Nahl, 16/115). Bu ayet-i kerimede de bu haram kılınanlar geniş açıklamayla on tür olarak zikredilmektedir: [7]



1- Ölü (meyte):


Herhangi bir kimsenin kesmek yahut avlamak gibi fiili bir müdahalesi ol­maksızın kendiliğinden ölen hayvan demektir. Şer'an bundan kastedilen ise sert boğazlama söz konusu olmadan ölen hayvandır. Bunun haram kılmış se­bebi pis ve murdar olması, ya hastalık sebebiyle ölmesi yahut kanın içinde kal­ması yüzünden vücudunda zararlı bir takım maddelerin oluşmasıdır. Hayvan normal olarak kesildiği takdirde ondaki zararlı kan akıp gider. Diğer taraftan selim tabiat kendiliğinden ölen hayvandan tiksinir, canı çekmez ve onu yemeyi arzulamaz. O bakımdan böyle bir hayvan hem dini bakımdan hem bedeni ba­kımdan zararlıdır.

Böyle bir hayvanın yenilmesinin haram olduğu ittifakla kabul edilmiştir. Bu hayvanın tüyü, kılı ve kemiği hakkında Hanefîler şöyle der: Bunlar temiz­dir, kullanılmaları caizdir. İmam Şafiî ise şöyle der: İkisi de necistir, kullanıl­maları caiz olmaz.

Ölülerden iki tür istisna edilmiştir. Bunlar balık ve çekirgelerdir. Çünkü Ahmed, Dârakutnî, Beyhakî ve İbni Mâce tarafından İbni Ömer yoluyla gelen rivayete göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Bize iki ölü ve iki kan helâl kılınmıştır: İki ölü balık ve çekirgedir, kan ise karaciğer ve dalaktır." Diğer ta­raftan İmam Malik Muvatta'mda, Şafiî ve Ahmed Müsnedlerinde; Ebu Dâvûd, Tirmizî, Nesaî ve İbni Mâce Sünenlerinde; İbni Huzeyme ve İbni Hibban Sa­hih' lerinde Ebu Hureyre'den, Resulullah (s.a.)'a deniz suyu hakkında soru so­rulması üzerine şöyle buyurduğunu rivayet ederler: "O (deniz) suyu temiz, mey-tesi (ölüsü) helâl olandır." [8]



2- Kan:


Bundan kasıt akmış kandır. Yani hayvandan akıtılarak dökülen sıvı kan­dır. Yoksa karaciğer ve dalak gibi donuk olan kan ile âdeten kesimden sonra etin içerisinde kalan kan değildir. Buna delil de Yüce Allah'ın bir başka ayet-i kerimede: "Yahut akmış kan olması" (En'âm, 6/145) ifadesidir. İbni Abbâs'a da dalak hakkında soru sorulmuş o da: "Yiyebilirsiniz." demiştir. Bunun bir kan olduğu söylenince şu cevabı vermiştir: "Size haram kılman akmış olan kandır.", yani kesim esnasında az yahut çok olsun hayvandan akan kandır.

Akmış kanın haram kılınış sebebi, onun mikropların ve çeşitli zehirlerin yuvası olmasıdır. Diğer taraftan insan, tabiatı itibariyle onu pis kabul eder, hazmedilmesi oldukça güçtür ve bu kan dışkı gibi vücudun zararlı atıkların-dandır. Ayrıca kan grupları farklı farklıdır. Biri ötekine uygun değildir. O ba­kımdan kan vücuda zarar veren bir necis bir maddedir. Cahiliye dönemi Arap-larının el-İlhiz adını verdikleri ve tüylere karıştırılmış kan ile barsaklara kan doldurup sonra bunu kızartıp yeme âdetleri hoş görülmemiştir. [9]



3- Domuz Eti:


Bu yasak yağ ve deri dahil olmak üzere domuzun bütün cüzlerini kapsar. Özellikle etin anılmasının sebebi ise ondan gözetilen en önemli maksadın et oluşudur. Şeriat, Yüce Allah'ın şu buyruğunda domuzun bütün cüzlerinden ya­rarlanmayı yasaklamıştır: "Yahut domuz eti, çünkü o bir pisliktir." (En'âm, 6/145) Resulullah (s.a.)'ın da Müslim'in Sahîh'inde Büreyde b. el-Husayb el-Es-lemî'den rivayetine göre şöyle buyurduğu sabittir: "Her kim zar ile oynayacak olursa o elini domuz etine ve kanına bandırmış gibidir." Bu, sırf ona dokun­maktan bizi bir uzaklaşmadır. Dolayısıyla onun yenilmesi ve onunla beslenmek tehdidi daha ağır olur. Buharî ile Müslim'de Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurdu­ğu rivayet edilmiştir: "Şüphe yok ki, Allah şarabın, ölünün, domuzun ve putla­rın alınıp satılmasını haram kılmıştır." "Ey Allah'ın rasulü! Ölünün yağları hakkında ne dersin? Çünkü bu yağlarla gemiler yağlanır, deriler yağlanır ve insanlar bunu kandillerde aydınlanmak için kullanırlar", denilince, Hz. Pey­gamber: "Hayır, o da haramdır." diye buyurmuştur.

Bazıları zaruret dolayısıyla ayakkabı dikiminde domuz kılının kullanılma­sını caiz görmüşlerdir. Zaruret ise mikdarınca takdir olunur. Günümüzde sana­yinin ilerlemesi sebebiyle bu ihtiyaç kalmamıştır.

Domuz etinin haram kılmış sebebi domuzun pislikle beslenmesi ve çoğun­lukla tenya ve kıl kurdu gibi parazitleri ihtiva etmesi, kas liflerindeki yağ ve yağ maddelerinin çokluğu dolayısıyla sindirilmesinin zorluğu gibi hususlardır. Diğer taraftan dişisini kıskanmamak gibi kötü bir tabiatı da vardır. Bu tür ka­rakterler ise et ve yemek yoluyla intikal eder. Modern ağıllar domuzları sıhhi bir şekilde yetiştirip beslemesine ve etleri tıbbî kontrol atında bulunmasına rağmen bu herkes için kolay ve mümkün olamamaktadır. Diğer taraftan mane­vi zararlardan sakınmaya da imkân yoktur. Durum her ne olursa olsun, Müs­lüman haram kılınmış olması hükmüne bağlı kalır. Çağımızda haram kılmış il­leti bulunsun yahut bulunmasın, farketmez. Çünkü; şer"an esas alman husus muayyen bir takım fertlerin değil, bütün insanların maslahatlarının gereği gibi gözetilmesi ve korunmasıdır. [10]



4- Allah'tan Başkasının Adı Anılarak Kesilenler:


Kesilirken Allah'tan başkasının adı anılarak kesilmiş olanların hükmü de böyledir. Bundan kasıt, kesim esnasında Allah'tan başkasının adının anılması-dır. İster bu esnada sadece Allah'tan başkası adı anılmakla yetinilmiş olsun; -kesim esnasında "Mesih adına" veya "filan adına" demek gibi- isterse de Allah adı ile haşasının adı birlikte atıf ile (bağlacı ile) anılmış olsun; "Allah'ın ve filâ­nın adı ile", demek gibi. Şayet "Allah'ın adıyla, Mesih Allah'ın peygamberidir" yahut "Allah'ın adıyla, Muhammed Allah'ın rasulüdür" demek suretiyle, ve "Ve" bağlacı olmaksızın söylenirse Hanefilerin görüşüne göre hayvanın yenil­mesi helâldir. Bununla birlikte şeklen bunları bitişik zikretmek mekruhtur.

Bunun haram kılınış sebebi ise Allah'tan başkasının tazim edilmesi ve Al­lah'tan başkasına ibadet hususunda ve kesim suretiyle ilâhlarına yakınlaşmak hususunda kâfirler ile benzerlik arzetmektir. Cahiliye dönemi insanları putla­rının önünde hayvan boğazladıklarında "Lat ve Uzza adına!" yahut "Hubel adı­na!" diyerek seslerini yükseltirlerdi.

İşte bundan dolayı İslâm bunu haram kılmıştır. Çünkü Yüce Allah hay­vanların, kendisinin yüce adı anılarak kesilmesini farz kılmıştır. Şer'an belirle­nen bu husustan uzaklaşıldığı ve Allah'ın dışında put, tağut, heykel veya diğer yaratıklardan herhangi bir varlığın adı anıldığı takdirde kesilen hayvan icma ile haram olur. Fakat ilim adamları, En'âm suresinde geleceği üzere, kasten veya unutarak Allah'ın adının anılması terkedilerek kesilmiş hayvanın hükmü[11]



5- Boğulmuş:


Kasten veya boynundaki ipine dolanmak suretiyle yahut ağla veya başka bir suretle boğularak ölmüş hayvanların durumu böyledir. Bunlar şer'an kesil­memiş bir meyte (ölü, leş) hükmündedir. Bu da tıpkı meyte gibi zararlıdır. Meyte tabirinin kapsamına girmesine rağmen, Kur'ân-ı Kerîm'in özel olarak bunu an­ması, herhangi bir kimsenin boğazlamayı andıran bir sebep yahut bir fiille öldü­ğünü sanmaması, kendiliğinden ölmemiş olduğunu zannetmemesidir. Halbuki önemli olan şer'an boğazlamaktır, boğulmak halinde ise bu gerçekleşmemektedir. [12]



6- Vurularak Ölen:


Tahta, taş, çakıl gibi sivriltilmemiş ve ağır bir şeyle ölünceye kadar vuru­larak ve şer'i boğazlama olmaksızın ölen hayvandır. İster el ile, ister sapan ile ve benzeri şeyle vurulmuş olsun. Bu hayvan yine meytedir. Cahiliye döneminde bu gibi hayvanları yerlerdi.

İslâmda bu şekilde vurup öldürmek haramdır. Çünkü bu hayvana bir iş­kencedir; ayrıca bunda boğazlama da söz konusu değildir. Ahmed, Müslim ve Sünen sahipleri Ebu Yala, Şeddâd b. Evs (r.a.)dan Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu rivayet ederler: "Muhakkak Allah her şeye güzelliği yazmıştır. O bakımdan öldürdüğünüz zaman güzel bir surette öldürünüz boğazladığınız za­man güzel bir şekilde boğazlayınız. Sizden boğazlayacak kişi bıçağını hileylesin ve keseceği hayvanı rahatlasın."

Tüfek gibi aletlerle atılan kurşun gibi sivriltilmiş şeylerle öldürülenler ise şer'an yenilir. Çünkü Ahmed, Buharî ve Müslim, Adiyy b. Hatim'den şöyle de­diğini rivayet ederler: "Ey Allah'ın Rasulü! Ben tüysüz kısa oklarla ava atıyor ve isabet ettiriyorum." Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Sen bu şekilde okunu atıp bu attığın ok hayvanı deler ve kanını akıtırsa ondan ye. Şayet sivri olma­yan yanıyla hayvana isabet edecek olursa o takdirde o hayvan vurularak ölmüş bir hayvan demektir, ondan yeme." Böylelikle Hz. Peygamber okun yahut mız­rağın veya benzeri bir silahın sivri tarafıyla isabet etmesi ile sivri olmayan ta­rafıyla isabet etmesi arasında fark gözetmiş ve birincisinin helâl olduğunu ikincisinin ise vurularak öldürülmüş bir hayvan olup helâl olmayacağını bildir­miştir. Fıkıh âlimleri arasında ise bu hususta icma vardır.

Şu hususta farklı kanaatler vardır: Avcı hayvan, ava çarpıp yaralanmaksı-zın ağırlığı ile ölümüne sebep olursa fıkıh âlimlerninin iki görüşü vardır. Bun­ların ikisi de İmam Şafiî (Allah'ın rahmeti üzerine olsun) ye ait olup birincisine göre okun çarpmasında olduğu gibi helâl değildir; çünkü her iki halde de yara-lanmaksızm hayvan ölmüştür; bu durumda o vurulmuş ve ölmüş (meyte) gibi­dir. İkinci görüşe göre ise helâldir, çünkü köpeğin avladığı hayvanın hükmü­nün mubah olduğu ifade edilmiştir. Bu konuda da herhangi bir tafsilâta gidil­memiştir; bu ise sözü geçen hayvanın mübahlığının delilidir. [13]



7- Yuvarlanmış:


Yüksekçe bir tepeden yahut yüksekçe bir yerden -dağ veya çatı gibi- düşen yahut bir kuyuya yuvarlanan ve bundan dolayı ölen hayvana denilir. Bu da meyte gibi, helâl değildir. Bunun da kesilmeksizin yenilmesi helâl olmaz. Ku­yuda herhangi bir yerde kanı akacak olursa, zaruret dolayısıyla helâl olur. [14]



8- Süsülerek Ölen:


Başka bir hayvanın süsmesi sonucu ölen hayvan, boynuz onu yaralamış ve kanı akmış dahi olsa, meyte gibi haramdır, şer'an yenilmez. [15]



9- Yırtıcı Hayvan Tarafından Parçalananlar:


Arslan, kurt, pars v.b. yırtıcı bir hayvanın saldırısıyla ölen veya kısmen yenildiği yahut yaralandığı için ölen hayvandır. İcma ile, bunların yenilmesi helâl değildir; isterse kesim yerinden kan akmış dahi olsun. Cahiliye dönemi Arapları arasında yırtıcı hayvanların artıklarını yiyenler vardı. Ancak selim bir tabiat bundan hoşlanmaz. Dikkat edilecek olursa ifadede takdirî bir ibare de vardır. Yani yırtıcı hayvanın kısmen yiyip parçaladıkları. Çünkü yırtıcı hay­vanların yedikleri artık ortadan kalkmış olur.

Daha sonra Yüce Allah ölü, kan ve domuz dışında kalan ve sözü geçen bü­tün bu haram kılınanlardan şer'an boğazlanmış olanları istisna etmektedir. Ya­ni ölüm sebebiyle birlikte tekrar ona varılıp ve henüz canlı iken şer'î bir boğaz­lama ile kesilebilmesi mümkün olanları istisna ederek: "Canları çıkmadan ev­vel kestiğiniz müstesna" buyurmaktadır. Bu da Yüce Allah'ın: "Boğularak, vu­rularak, yuvarlanarak veya süsülerek ölen yırtıcı hayvan tarafından parçala­nanlar" emrine racidir. Allah'tan başkasının adı anılarak kesilenlerin durumu da böyledir. Bunlardan henüz hayatta iken yetişilip kesilenler yenilebilir. Ha­yatta olup olmamak ise gözünü kırpmak yahut kuyruğunu sallamakla bilinir. Ali (k.v.) şöyle demiştir: "Ağır şeyle vurulmuş, yüksek yerden yuvarlanmış ve susulmuş olan hayvanlardan ön ya da arka ayağını kıpırdatabiliyorken yetişip de boğazlayabildiğim ye." Mâlik'in konu ile ilgili sahih olan Muvatta' daki gö­rüşüne göre ise, eğer hayvan nefes alıp vermekte ve çırpınmakta ikenyetişip kesebilirse o hayvandan yiyebilir.

Ölü, kan ve domuz eti ise kesilmek suretiyle dahi olsa asla helâl olamaz.

Özetle söyleyecek olursak, eğer hayvanın karşı karşıya kaldığı durumla birlikte yaşadığı kuvvetle zannediliyorsa kesilmesi o hayvanı helâl kılar. Şayet meydana gelen durum dolayısıyla öldüğü zannı ağır basıyorsa bu durumda fa-kihler, farklı görüşlere sahiptir. Hanefîler ve mezhebin meşhur görüşlerinde Şafiîlerin kanaatine göre gözünü kırpması, kuyruğunu yahut ayağını hareket ettirmesi gibi hayat emaresi bulunduğu sürece onu kesmenin hükmü değiştiri­ci özelliği vardır. Aralarında bir rivayete göre Mâlik'in de bulunduğu başka bir takım fakihler ise bu durumdaki hayvana kesmenin bir etkisi olmaz, derler.

Konu ile ilgili görüş ayrılığının menşei ise ayet-i kerimedeki istisnanın muttasıl mı munkatı'mı olduğu hususudur. Cumhurun görüşüne göre bu istis­na muttasıl olup haram kılınanların cinsinden lafzın kapsamına aldığı bazı şeyler kapsamın dışında bırakılarak istisna edilmiştir. İstisnadan önce anılan­lar haramdır. Ondan sonra gelenler ise haramın dışında kalır ve helâldir. İstis­nanın muttasıl oluşunu ise ilim adamlarının şerl usule uygun kesimin, kuvvet­li zan ile yaşayacağı kabul edilenleri helâl kılacağını icma ile kabul etmiş olma­larıdır. İstisnanın munkatı' olarak kabul edilebilmesi ancak sağlam bir delilin varlığı halinde mümkündür. İstisnanın munkatı olduğunu kabul edenler istis­nanın önceki cümlede herhangi bir etkisi olmadığı görüşündedirler. Bunlara göre ifade şöyle gibidir: Sözü geçen hayvanların dışında kalıp şer"î usule uygun olarak kestikleriniz ise helâldir. Çünkü haram kılma bu tür hayvanlara ölüm­den sonra taalluk eder. Bir hayvanın ölümünden sonra ise şer*î usule göre ke­silmesi söz konusu değildir. O halde burada istisna munkatı'dır. Buna şu şekil­de cevap verilmiştir. İstisna helâl hükmün zahir olduğu nazarı itibara alınarak muttasıldır. Çünkü bu hayvanlar zahiren kendilerine isabet eden bu gibi du­rumlar dolayısıyla ölürler ve zahiren bunlar haram olur. Ancak hayatta iken yetişilip şer"î usule uygun olarak kesilenler bunlardan müstesnadır ve bunlar o takdirde helâl olurlar. [16]



10- Dikili Taşlara Kesilenler:


Bu dikili taşlar Kabe'nin etrafında bulunurlardı. Bunlar 360 tane idi. Ca-hiliye döneminde Araplar tazim ettikleri putlara yakınlaşmak maksadıyla bu putların yakınlarında hayvanlarını keserler ve bunların kanlarını Beyt'in her­hangi bir yerine sürerlerdi. Böylelikle onlar bu kesim işinin putlara bir yakın­lık olduğunu kabul etmişlerdi. Daha sonra eti parçalar ve bu dikili taşların üzerine bırakırlardı. Dikili taşlar putların kendileri değildi. Çünkü dikili taşlar yontulmamıştı. Putlar ise yontulmuş taşlar şeklindeydi. Yüce Allah müminlere bu şekilde davranmayı yasakladı ve dikili taşların yakınlarında kesilen bu hayvanların yenilmesini haram kıldı. İsterse kesim esnasında Allah'ın adı üzerlerine anılmış olsun. Böylelikle Allah ve rasulünün haram kıldığı şirkten uzak kalınmış olur.

Kur"ân-ı Kerîm bundan başka şunlann da haram olduğunu ilâve etmekte­dir: [17]



Fal Oklarıyla Kısmet Aramak:


Kendisine neyin kısmet olarak verileceğini yahut yapacağı işte hayır veya şer neyin takdir edilmiş olduğunu fal oklarıyla bilmeye çabalamak. Fal okları (el-Ezlâm) zelem veya zulem kelimesinin çoğulu­dur. Bu da avı yaralayan sivri ucu bulunmayan, ok şeklindeki bir tahta parça­sıdır. Bu işlemin iki anlamı vardır: Birincisi taabbüdî ve manevî yahut itikadî, diğeri ise maddî.

Ruhî ve taabbüdî anlamı itibariyle, âdeten kuşların uçuşlarından uğurlu-luk yahut uğursuzluk araştırmayı (tetayyur) andırmaktaydı. Herhangi bir kimse bir iş yapmak yahut bir yolculuğa çıkmak istedi mi Kabe'ye gider ve put­ların yanında bulunan fal oklarına danışırdı. Bir kuyu başında dikilmiş bulu­nan Hubel'in yakınında yedi tane ok vardı. Bu okların üzerinde kendileri için içinden çıkılmaz bir mahiyet arzeden hususlarda hükmüne başvuracakları şey­ler yazılı bulunurdu. Bunlardan ne çıkarsa ona göre hareket ederlerdi.

İbni Cerîr et-Taberî şöyle der: Fal oklan, birinin üzerinde "yap" diğerinin üzerinde "yapma" yazan; diğeri de boş bulunan üç tane oktu. Bu okları karıştırıp "yap" emrini ihtiva eden ok çıktı mı o işi yapar, "yapma" çıktı mı terkederlerdi. Boş olan çıktı mı, çekme işini bir daha tekrarlarlardı.[18] Bu işi bir yolculuğa çık­mak, bir savaşa gitmek, evlenmek, alışveriş ve buna benzer bir iş yapmak iste­diklerinde yaparlardı. Maddi anlamına gelince: Bu da bu gün bir çeşit kumar olan bir piyango idi. Bu okların sayısı on tane olup bunların yedisinde pay nisbet-leri yazılı olmakla birlikte diğerlerinde pay yoktu. Bu fal okları, cahiliye döne­minde kumar türünden bir oyun mesabesinde idi. Bunlar vadeli olarak deve satın alır ve oyuna geçmeden önce bu develeri keser, bunları da 28 yahut 20 paya böler­lerdi. Bu oklardan birisi bir adamın adına çekilir, okun üzerinde yazılı miktar ka­dar pay kazanır; üzerinde pay yazılı olmayan oku çeken kişi ise ödemeyi yapardı.

Şu halde, fal oklarının üç türü vardı: Bunların birincisi yalnızca kişiyi ilgi­lendiren tür olup bu okların sayısı üçtü. Bunlardan birisinin üzerinde "yap" di­ğerinin üzerinde "yapma" yazısı bulunuyordu; üçüncüsü ise boştu. İkinci tür ise yedi ok olup bunlar da Kabe'nin üst tarafında Hubel'in yanında idiler. Bunlar üzerinde de çeşitli olaylarla karşı karşıya kalındığı takdirde insanların nasıl davranacağına dair bir takım hükümler yazılıydı. Üçüncü tür ise on adet kumar oku olup bunların yedisi üzerinde pay miktarları yazılı olup diğer üçü boştu.

Bu iki anlamı ile de fal oklarıyla kısmet aramak, bir çeşit hurafe ve ve­himden ibarettir. Aynı zamanda ümmetin ilerlemesini engelleyen, hidayet ve basiret olmaksızın yol almaya davet eden aklî bir geriliktir. Teşbih, mushaf, oyun kağıdı, boncuk veya fincan gibi şeylerle kısmetini bilmeye çalışması da böyledir. Bütün bunlar şer'an haram ve münker işlerdir; bunlara başvurmak caiz değildir. İslâm bunun yerine meşru bir alternatif öngörmüştür ki, bu da iki rekât istihare namazı kılıp, namaz akabinde rivayet edilen duayı okuyup ken­disi için istihare yapılan işi zikretmek ve bu konuda kalbe ferahlık dolması ya­hut sıkılması gibi sonucu beklemekte ve eğer durum açıklık kazanmazsa na­mazı birkaç defa tekrarlamaktır.

Ahmet ve Kütüb-i Sitte sahiplerinin rivayet ettikleri istihare hadisi Câbir b. Abdullah'tan rivayete göre şöyledir: "Câbir dedi ki: Resulullah (s.a.) Kur"ân-ı Kerîm'den bize bir sure öğretiyormuş gibi istihareyi bize öğretir ve şöyle derdi: "Sizden bir kimse bir iş yapmak isterse farzın dışında önce iki rekât namaz kıl­sın, sonra da şöylece dua etsin:

"Allah'ım ilmin ile senden hayırlı olanı istiyorum, Kudretinle bana güç vermeni diliyorum. O büyük lütfunla senden dilerim; çünkü sen. güç yetirensin, benim ise gücüm yetmez. Sen bilirsin ben bilmem. Sen bütün gizlilikleri en iyi bilensin. Allahım eğer bu işim (ihtiyaç duyduğu şeyi zikreder) benim için dün­yamda, hayatım boyunca, işimin âcilinde (dünya hayatında) ve sonrasında (ahirette) hayırlı ise onu bana takdir buyur, onu bana kölaylaştır, sonra da onu bana mübarek kıl. Bu işim (adını zikreder) benim için dinimde, hayatımda, işimin âcil olanında (dünyamda) ve geleceğimde (ahirette) benim için kötü ise onu benden uzaklaştır, beni de ondan uzak tut. Nerede ise, benim için hayrı takdir buyur, sonra da beni ona razı kıl." Câbir dedi ki: "Ve ihtiyacını belirtir."

"Bunlar faşıklıktır", yani sözü geçen bütün bu haramlar bir fasıklıktır, din yolundan bir çıkıştır, Allah'ın şeriatından yüz çeviip masiyetine yöneliştir, hik­met ve akla uygun olan alışılmış şeyleri terketmektir.

Yüce Allah müminleri sözü geçen bu haramları işlemekten sakındırdıktan sonra onlara teşrî buyurduğu şeylere sımsıkı yapışmayı teşvik etti. Onların ka­rarlılıklarını güçlendirecek, bu konuda onlara cesaret vererek zaferle müjdele­di. Arafe gününde Veda Haccı yılı şu ilâhî buyruklar nazil olmuştur: "Bu gün kâfirler dininizden ümitlerini kesmişlerdir. Öyleyse onlardan korkmayın da Benden korkun..." Bu gün, yani hicretin onuncu yılı Veda Haccı Arefe günü -ki bu cuma günü idi ve bu ayetin indiği gündü- kâfirler dininizi ortadan kaldır­maktan, sizi yenik düşürmekten ve sizin kendi dinlerine dönmenizden ümitle­rini kestikleri gibi, şeytan da artık sizin bu arzınızda kendisine ibadet olun­maktan yana ümidini kesmiştir.

Beyhakî, Şuabu'l-İman' da İbni Abbâs'tan bu ayet-i kerime ile ilgili olarak şöyle dediğini nakleder: Mekkeliler sizin kendi dinlerine geri dönmenizden -ki bu da putlara tapmaktır- ebediyyen ümitlerini kesmişlerdir.

Sahih hadiste Resulullah (s.a.)'m şöyle buyurduğu sabittir: "Şüphesiz şey­tan artık Arap yarım adasında namaz kılanların kendisine ibadet etmelerinden ümidini kesmiştir, fakat namaz kılanlar arasında kötülüğü kışkırtmaktan değil (ümidini kesmemiştir)"

"Öyleyse onlardan korkmayın da benden korkun." Muhalefet etmekten ya­na onlardan korkunuz olmasın. Benden korkun. Onlara karşı ben size yardım ederim, sizi desteklerim. Dünya ve ahirette sizleri onlara üstün kılarım.

"Bu gün dininizi kemale erdirdim..." Bu gün dininiz olan İslâmı sizin için kemale erdirdim. Onda helâl ve haramı, gerek duyduğunuz bütün hükümleri sizlere açıkladım. Artık her şey herhangi bir kapalılık ve karışıklık söz konusu olmaksızın açık seçik bir hal almıştır, eksiksiz ve mükemmeldir. "Üzerinize olan nimetimi tamamladım.", yani size olan nimet ve lütfumu tamamladım. Ebediyyen sizinle birlikte bir müşrik haccetmeyecektir. Mekke'yi fethetmenizi sağladım, size olan vaadim gerçekleşti. İnsanlar Allah'ın dinine bölük bölük girdiler ve zaferiniz tahakkuk etti.

"Ve size din olarak İslâmı beğendim." O razı olunacak bir konumdadır. Kı­yamet gününe kadar insanların hükmüne başvuracakları bir dindir; O günde o dinde sorumlu tutularak muhakeme olunacaklardır. "Her kim İslâm'dan başka bir din arayacak olursa asla ondan kabul olunmaz ve o ahirette hüsrana uğra­yanlardan olacaktır." (Âl-i İmran, 3/85).

İşte bunlar bu ayet-i kerime ile tahakkuk etmiş üç tane müjdedir. Pey­gamber bu ayet-i kerimeden sonra seksen bir gün yaşadı, sonra da ruh-ı şerifi kabzolundu.

İbni Abbas: "Bu gün dininizi kemale erdirdim.." ayetini okuyunca bir Ya­hudi şöyle dedi: Bu ayet üzerimize inmiş olsaydı indiği günü bayram edinir­dik.' İbni Abbâs şöyle dedi: "Bu ayet-i kerime iki bayramın yapıldığı günde na­zil olmuştur. Bayram günü ve Cuma gününde indi. Müslim ve diğer hadis imamları Târik b. Şihâb'ın şöyle dediğini rivayet ederler: Yahudilerden birisi Hz. Ömer'e gelip şöyle dedi: Ey müminlerin emiri! Kitabınızda bulunup oku­makta olduğunuz bir ayet vardır ki, biz Yahudiler topluluğu olarak üzerimize inmiş olsaydı o indiği günü bayram edinirdik. Hz. Ömer bunun hangi ayet ol­duğunu sorunca: "Bu gün dininizi kemâle erdirdim..." ayetidir, dedi. Hz. Ömer şöyle dedi: Ben bu ayetin indirildiği günü çok iyi biliyorum, indirildiği yeri de çok iyi biliyorum. Bu ayet Resulullah (s.a.)'a cuma günü Arafede iken inmiştir.

Dinin tamamlanmasından kasıt, o günde eksikti de sonradan tamamlandı, demek değildir. Aksine bundan maksat artık hükümler neshi kabil olmayacak bir noktaya gelmiş ve bütün zaman ve mekânlar için elverişli ebedî bir hal al­mış demektir. Tamamlanmasından kasıt da bizatihi üstün ve galip gelmesiyle tamamlanması demektir. Bizatihi tamamlanması onun farz, helâl ve haramları kapsamasıdır. Akaid esaslarını, teşrî'in esaslarını, içtihadın kanunlarını açık açık ifade etmesi, naslara bağlamasıdır. Meselâ: "De ki: O Allah'tır, birdir ve tektir." (İhlâs, 112/1); "Onun benzeri, gibisi dahi yoktur." (Şûra, 42/11); "O gizli­yi de açığı da bilendir." (En'âm, 6/83 ve başka yerler); "Muhakkak Allah adale­ti ve iyiliği emreder..." (Nahl, 16/90); "Ve ahitleştiğiniz zaman Allah'ın ahdini tastamam yerine getirin." (Nahl, 16/91); "İş hususunda onlarla müşavere et." (Al-i İmran, 3/159); "Bir kötülüğün cezası onun benzeri bir kötülüktür." (Şûra, 42/40); "Hiç bir kimse bir diğerinin kötülüğünü yüklenmez." (En'âm, 6/164 ve başka yerler); "İyilik ve takva üzerinde yardımlasın, günah işlemek ve aşırı git­mekte yardımlaşmayın." (Mâide, 5/2).

Üstünlük sağlamasında tamamlanmasına gelince: Bu da İslâm'ın kelime­sinin yüceltilmesi, diğer bütün dinlereüstün gelmesi, genel olarak bütün mas­lahatlara uygun düşmesi, gelişmelerle birlikte insicamlı olması, bu dindeki özel ve genel maslahatların dengeli olup vasat durumda olmasıdır.

Daha sonra Yüce Allah genel hükümlerden istisnaî bir hal teşkil eden za­ruret halini hükme bağlamakta ve sözü geçen bu haram kılınan şeylerin bütün hallerde, bütün Müslümanlar için haram olduğunu, bundan tek istisnanın za­ruret hali olduğunu ifade etmektedir. Zaruret halinde bulunan kişi ise haram kılman yahut zararlı olan bir şeyi alıp kullanmaya mecbur kalan kimsedir. İle­ri derecedeki açlık halinde sözü geçen haram şeylerden herhangi bir günaha yani bizatihi haram olan bir şeye meyletmeksizin günahı gerektiren şeyden ya­rarlanma arzusunu da taşımaksızın bir şeyler yemek zorunda kalırsa, onun bu zorunluluğu bu zararı giderebilecek miktarda kullanabilme hakkı vardır. AnY cak bunu lezzet ve zevk almamak, ölümden kurtulmak için ihtiyaç duyulan sı­nırı aşmamak şartıyla kullanabilir. Bu şekilde hareket eden kimseye Allah mağfiret eder. Bu durumda olup da haramı kullananı bağışlar. Allah kullarına çok merhametlidir. Çünkü haram bir şeyle kendilerini bu zaruretten kurtarabi­lecek bir şeyi kullanmayı mubah kılmıştır.

Yüce Allah'ın: "Günaha kaymaksızın" buyruğu Bakara suresinde yer alan: "Saldırmaksızın ve haddi aşmaksızın..." (Bakara, 2/173) buyruğuna benzemek­tedir. [19]



Helal Yiyecekler Ve Kitap Ehli'nden Olan Kadınlarla Evlilik


4- Sana kendilerine neyin helâl kılındı­ğını soruyorlar. De ki: "Size bütün iyi ve teiniz şeyler helâl kılındı. Allah'ın size öğrettiği ile alıştırıp öğrettiğiniz avcı hayvanların sizin için tuttuklarını yiyin ve üzerine Allah'ın adını anın ve Allah'tan sakının. Muhakkak ki, Allah hesabı çabuk görendir."

5- Bugün size iyi ve temiz olanlar helâl kılındı. Kitap Ehli'nin yemeği size he­lâldir, sizin yemeğiniz de onlara helâl­dir. Mümin kadınlardan iffetli olanlar ve sizden önce kitap verilenlerden if­fetli kadınlar, siz iffetinizi koruyarak zina etmeksizin, gizli dost tutmaksızın ve onlara mehirlerini vermeniz halin­de size helâldir. Kim de imanı inkâr ederse yaptıkları boşa gitmiştir ve o, ahirette hüsrana uğrayanlardandır.



Nüzul Sebebi


İbni Cerir et-Taberî'nin, eş-Şa'bî yoluyla rivayetine göre Adiyy b. Hatim et-Tâî şöyle demiştir: Adamın biri Resulullah (s.a.)'m yanma gelerek köpekle­rin avı hakkında soru sormuş. Hz. Peygamber şu: "Allah'ın size öğrettiği ile alıştırıp öğrettiğiniz..." ayeti nazil oluncaya kadar ona bir cevap vermemişti.

İbni Ebi- Hatim de Said b. Cübeyr'den şunu rivayet eder: Ebi Hatim ile Zeyd b. el-Mühelhil, Resulullah (s.a.)'a şöyle sordular: "Ey Allah'ın Rasulü! Biz köpek ve doğanlarla avlanan bir topluluğuz Züreyhlilerin köpekleri, inekleri, eşekleri ve ceylanları dahi avlar. Allah ise meyteyi (ölü hayvanı) haram kılmış­tır. Bunlardan bize helâl olan nedir?" Bunun üzerine: "Sana kendilerine neyin helâl kılındığını soruyorlar. De ki: Size bütün iyi ve temiz şeyler helâl kılındı..." ayeti nazil oldu.

İbni Cerîr, İbnü'l-Münzir, Taberânî ve Beyhakî'nin rivayetine göre de Resulullah (s.a.), Ebu Rafi'a Medine'deki köpekleri öldürmeyi emredince bir takim insanlar gelip şöyle dediler: "Ey Allah'ın Rasulü! Şu öldürülmelerini em­rettiğin bu hayvanlardan bize helâl olan nedir?" Bunun üzerine Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi indirdi, Hz. Peygamber de ayeti onlara okudu. [20]



Açıklaması


Ey Muhammed! Müminler sana kendilerine yiyecek ve etlerden nelerin helâl kılındığını sormaktadırlar. Onlara, pis ve murdar olan şeylerin (el-habâ-is) dışında kalan hoş ve temiz şeylerin, yani fıtratı bozulmamış, selim tabiatlı­ların hoşuna giden şeylerin kendilerine helâl kılındığını söyle. Ayrıca eğitilmiş avcı hayvanların avladıkları da helâldir. Hoş ve temiz şeyler "et-tayyıbât" ise Kur"ân-ı Kerim'de haram kılındıkları nass ile belirtilen ve bunlara daha önce geçen haram kılınmış on tür yiyecek ile sünnet-i nebeviyyede eklenen yiyecek­lerin dışında kalan şeylerdir. Ahmed, Müslim ve Sünen sahipleri İbni Ab-bâs'tan şöyle dediğini rivayet ederler: "Resulullah (s.a.) yırtıcı hayvanlardan azı dişli her bir hayvanın, kuşlardan da pençeli olan her bir hayvanın yenilme­sini yasakladı." Yine Ebu Sa'lebe el-Hişnî'nin şöyle dediğini rivayet etmektedir­ler: "Azı dişli her bir yırtıcı hayvanın yenilmesi haramdır." Buna göre hakkında nassın varid olmadığı şey iki türlüdür; bunlar helâl ve hoş olan şeyler ile ha­ram ve pis olan şeylerdir. Bir şeyin hoş ve pis olmasında nazarı itibara alına­cak ölçü ise Hicaz bölgesindeki Arapların zevkidir.

Ebu Hanife'ye göre yırtıcı hayvan et yiyen her bir hayvandır. Şafiî'ye göre ise insana ve hayvana saldıranlardır.

Buna göre bütün deniz hayvanları ister ot yesin ister et yesin, helâl ve hoştur. Kara hayvanlarından ise yırtıcı ve yabani olan hayvanlar ile bu türden olan kuşlar dışında kalanlar avlanır ve etleri yenilir. Ancak kurbağa, timsah, yılan ve kaplumbağa gibi karada ve denizde yaşayanların yenilmesi helâl de­ğildir. Bunun sebebi, bunların hoş görülmemeleri, yılanların da zehirli olmala­rıdır.

Diğer taraftan eğitilmiş avcı hayvanları besleyip barındırmanız, bunları satıp hibe etmeniz helâl olduğu gibi, bunların sizin için avladıkları da helâldir. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Avcı hayvanların sizin için tuttukla­rını yiyin." Yüce Allah'ın "alıştırıp öğrettiğiniz" buyruğu, alıştırıp öğretmiş ol­manız halinde, demektir. "Allah'ın size öğrettiği ile alıştırıp öğrettiğiniz", yani Allah'ın size öğrettiklerinden siz de onlara öğretip alıştırmanız halinde, anla­mındadır.

Bundan, hayvanların eğitilmesinde şu üç hususun kaçınılmaz olduğu an­laşılmaktadır:

1- Avlayacak hayvanların öğretilmiş olması.

2- Bu konuda hayvanlara öğretecek olan kimsenin öğretmekte beceri sahi­bi ve bu konuda kendisinin de gerekli eğitime sahip olmuş olması.

3- Allah'ın kendisine öğrettiğinden onun da bu avlayıcı hayvanlara öğret­mesi. Yani bu avcı hayvanlar sahipleri tarafından salınmak suretiyle ava doğru gitmeli, sahiplerinin engellemesiyle vazgeçmeli; öğretilen hayvan köpek olduğu takdirde avı yakalamakla birlikte ondan yememeli, sahibi tarafından çağırıldı­ğı takdirde sahibine geri dönmelidir. Köpeğin eğitilmiş olması avdan yemeyi üç defa terketmesiyle anlaşılır. Doğan kuşunun eğitilmiş oluşu da çağırıldığı tak­dirde sahibine dönmesiyle anlaşılır. Aradaki fark da şudur: Köpeğin eğitilmesi, onun alıştığı ve yapageldiği şeyi terketmesi suretiyle olur. Köpek âdeten buldu­ğunu alır, götürür. Üç defa yemeyi terkettiği takdirde onun eğitildiği anlaşılmış olur. Doğanın âdeti ise kaçıp gitmektir. Sahibi onu çağırdığı takdirde geri dö­necek olursa onun da artık eğitilmiş olduğu bilinir.

"Avcı hayvanların sizin için tuttuklarını yiyin." Yani bu avcı hayvanların kendileri avdan yemeksizin sizin için tuttukları avdan siz de yiyin. Eğer avlar­dan yiyecek olurlarsa, cumhurun görüşüne göre, ondan artanı yemek helâl de­ğildir. Çünkü Ahmet, Buhari ve Müslim tarafından rivayet edilen Adiyy b. Hâ-tim'den gelen hadise göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Öğretilmiş kö­peklerini Allah'ın adını anarak saldığın takdirde senin için tuttuklarından yi­yebilirsin; ancak köpek (avdan) yiyecek olursa sen yeme. Çünkü ben köpeğin o avı kendisi için yakalamış olacağından korkarım." Bir başka rivayette de şöyle denilmektedir: "Eğitilmiş köpeğini saldığında Allah'ın adını an. Senin için avı yakalayacak olup henüz hayatta iken ona yetişecek olursan o avı kes. Eğer öldü­rülmüş olduğu halde ve köpek ondan yemeksizin ava yetişecek olursa, sen de o avdan yiyebilirsin." Çünkü köpeğin yakalaması bir kesme işlemidir.

Köpeği saldığınız vakit Allah'ın adını anınız. Bunu ayrıca daha önce kay­dettiğimiz Adiyy b. Hatim hadisi desteklemektedir: "Eğitilmiş köpeğini salıp üzerine Allah'ın adını andığın takdirde senin için yakaladığından yiyebilirsin." Allah'ın adını anmak cumhura göre vacip, Şafiî'ye göre müstehaptır.

İşte bu sınırlara riayet hususunda Allah'tan korkunuz. Allah'ın size göster­miş olduğu bu hususlarda O'nun emrine muhalefetten sakınınız ve size verdiği emirlerini yerine getirmek, yasaklarından kaçınmak suretiyle azabından kendi­nizi koruyunuz. Şüphesiz Allah hesabı pek çabuk görendir. O gecikmeksizin ve oyalanmaksızın amellerinizden dolayı sizi hesaba çeker. Amellerinizden hiç bir şeyi de zayi etmez. Siz amellerinizden dolayı hesaba çekileceksiniz, dünyada da ahirette de amelerinizin karşılığını göreceksiniz. Allah kıyamet gününde bütün insanları aynı anda hesaba çeker. Allah'ın hesabı pek çabuk olacaktır.

Bunun kendisinden önceki buyruklarla ilişkisine gelince: Yüce Allah ha­ram ve helâl kılınan şeyleri zikredip helâl ve haramı beyan ettikten sonra, amelde bulunanları amelleri dolayısıyla hesap günü geldiğinde herhangi bir mühlet vermeksizin hesaba çekeceğine dikkatleri çekmektedir. Rivayet edildi­ğine göre o bütün insanları yarım gün kadarlık bir süre içerisinde hesaba çeke­cektir.

Bugün Allah'tan size bir lütuf olmak üzere bütün temiz şeyler, yani Tayyi-bât helâl kılınmıştır. Tayyibât, nefisleri pak ve temiz kimselerin hoşlandığı ve canlarının çektiği şeylerdir.

Ayrıca sizlere Kitap Ehli'nin yiyecekleri de helâl kılınmıştır, Cumhura gö­re burada kasıt "kestikleri" olup, ekmek, meyve vb. yiyecekler değildir. Çünkü onların fiilleriyle yenecek hale gelen şeyler bizzat kesilen hayvanlardır. Diğer yiyecekler ise zaten bütün insanlar için mubahtır. O bakımdan onların Kitap Ehli'ne tahsis edilmesinin bir manası olmaz. Kitap Ehli, mensup oldukları pey­gambere Allah'ın, Tevrat ve İncil'i indirdiği Yahudi ve Hristiyanlardır.

Put ve heykellere tapman müşriklerin kestikleri helâl değildir. İbni Cerîr, Ebu'd-Derdâ ve İbni Zeyd'den rivayete göre bu ikisine kiliselere kesilen hay­vanlardan yemek hakkında soru sorulmuş, her ikisi de bunların yenilebileceği­ne dair fetva vermişlerdir. İbni Zeyd şöyle demiştir: Allah onların yiyeceklerini helâl kılmış ve ondan herhangi bir şeyi istisna etmemiştir. Ebu'd-Derdâ'ya da Cercîş diye adlandırılan bir kilise için kesilmiş bir koçun yenilmesi hakkında: "Onu bize hediye ettiler, ondan yiyelim mi?" diye sorulmuş o da şöye cevap ver­mişti: Allahım affını dilerim. Bunlar Kitap Ehli'dirler, onların yiyecekleri bize helâldir; bizim yiyecelerimiz de onlara helâldir.

Mecusîlerin kestikleri ise helâl değildir, bunların kadınlarıyla evlenmek de helâl değildir. Çünkü bu konuda rivayet edilmiş hadis-i şerifler vardır.

Sizin yiyecekleriniz de onlara, yani sizin kestikleriniz de Kitap Ehli'ne he­lâldir. Siz bu yiyeceklerinizden onlara yedirebilirsiniz yahut satabilirsiniz. Ce-nab-ı Allah'ın bunu ayrıca buyurmuş olması kesilen hayvan ile evlilik husu­sundaki hükmün farklı olduğuna dikkat çekmek içindir. Kesilen hayvanların mübahlığı her iki taraf için söz konusudur. Halbuki evliliğin mübahlığı böyle değildir; bu tek taraflıdır. Aradaki fark da gayet açıktır: Zira her iki taraftan yiyeceğin mübahlığı herhangi bir mahzurlu durumu gerektirmemektedir. An­cak Kitap Ehli'ne Müslüman kadınlarla evlenmek mubah kılınacak olur ise Ki­tap Ehli erkeklerinin kendi hanımları üzerinde serî bir velayetlerinin olması gerekir. Şanı Yüce Allah ise kâfirler lehine müminler aleyhine şer"î bir yol bı­rakmamıştır.

Ey müminler! Sizlere hür olan mümin kadınlarla evlenmek helâl kılındığı gibi, Yahudi ve Hristiyanlardan olan Kitap Ehli kadınlarla evlenmek de helâl­dir. İster zımmi ister harbî olsunlar, bu evliliğin onların mehirlerini vermek kaydıyla söz konusu olması, vücubun tekidi içindir; yoksa helâl olmaları için mehrin ödenmesinin şart olduğundan dolayı değildir. Hür kadınların özel olarak anılmalarının sebebi ise, kendileriyle evlenilecek kadınların evlâ olanına teşvik içindir; yoksa hür olmayan kadınların helâl olmayacağı anlamına değil­dir; zira ittifakla Müslüman cariyelerin nikâhlanmalarmm sahih olduğu kabul edilmiştir. Ebu Hanife'ye göre de böyle bir nikâh sahihtir. Hür kadınlarla evlili­ğin size helâl olması sizin zinadan uzak, iffetli bir hayat sürmeniz, onlarla ev­lenmek suretiyle iffetinizi koruyacak olmanız, açıktan açığa zina işlememeniz ve yine gizlice zina etmek için dost edinmemeniz şartıyladır. Mubah olan, zina etmeyen iffetli hür kadınlarla evlenmektir ve bu, iffetini korumak kasdıyla me-hirlerini vermek şartıyladır. Yoksa açıktan açığa zina etmek yahut da gizlice dost edinmek yoluyla zina etmek suretiyle olmamalıdır.

Daha sonra Yüce Allah, aykırı hareketlerden sakmdırmakta ve az önce ge­çen helâl hükümleri teşvik ederek şöyle buyurmaktadır: "Kim de imanı inkâr ederse yaptıkları boşa gitmiştir." Yani kim İslâmın şefi hükümlerini ve yüküm­lülüklerini inkâr eder, imanın esas ve feri hükümlerini reddederse, artık o amelinin sevabını iptal etmiş, dünya ve ahirette zarara uğramış olur. Dünya­daki zararı amellerinin zayi olması, onlardan faydalanmaması bakımındandır. Ahiretteki zararı ise hüsrana uğrayıp cehennem ateşinde helak olmasından do­layıdır.

Burada "iman" kelimesi mutlak olarak zikredilip mecazen mümin kaste­dilmiştir. İman ise şerl hükümler ve mükellefiyetlerdir. Maksadın imanın sahi­bi olan yüce Rabbi inkâr etmek olduğu da söylenmiştir. O takdirde bu hazf ile bir mecazdır. Şu: "Kim de imanı inkâr ederse..." ayetinden kasıt ise Yüce Al­lah'ın helâl ve haram kıldığı şeylerin ne kadar büyük önem taşıdığına ve buna aykırı hareket edenin işinin oldukça zor olduğuna dikkat çekmektir. [21]



Abdestin, Cünüplükten Yıkanmanın (Guslün) Ve Teyemmümün Farz Oluşu İle Allah'ın Nimetinin Anılması


6- Ey iman edenler! Namaza kalktığı­nız zaman yüzlerinizi, dirseklerinize kadar ellerinizi yıkayın, başlarınızı da meshedin ve topuklarınıza kadar ayaklarınızı da (yıkayın). Eğer cünüp iseniz hemen temizlenin. Şayet hasta olmuşsanız veya seferde iseniz yahut heladan gelmişseniz ya da kadınlara yaklaşmış da su bulamamışsanız temiz bir topraktan teyemmüm edin. Yüzleri­nizi ve ellerinizi onunla meshedin. Al­lah size zorluk göstermek istemez, ama sizi temizlemek, üzerinize olan nimeti­ni tamamlamak ister ki, şükredesiniz.

7- Bir de Allah'ın üzerinizdeki nimetini "işittik, itaat ettik" dediğinizde sizi onunla bağlamış, olduğu mîsâkını anın. Allah'tan korkun, muhakkak ki, Allah kalplerdekini çok iyi bilir.



Nüzul Sebebi


Buharî, Âişe (r. anhâ)'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Medine'ye dö­nüşümüz esnasında el-Beydâ denilen yerde gerdanlığım düştü. Resulullah (s.a.) devesini çöktürüp indi. Başını kucağıma koyarak uyudu. Bu sefer (ba­bam) Ebu Bekir geldi ve göğsüme şiddetli bir yumruk vurup dedi ki: Bir ger­danlık yüzünden insanları yoldan alıkoydun. Daha sonra Resulullah (s.a.) uyandı. Sabah namazı vakti girdi, su aradı, fakat bulamadı. Bunun üzerine "Ey iman edenler! Namaza kalktığınız zaman... ister ki şükredesiniz." buyruğu nazil oldu. Bu el-Müreysi gazvesinde olmuştu. Useyd b. Hudayr dedi ki: Ey Ebu Bekir ailesi, gerçekten Allah insanlar lehine sizleri mübarek kılmıştır.

Taberânî, Hz. Âişe'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Gerdanlığım ile ilgili olanlar olup da ifk (bana iftira) olayına karışanlar da söylediklerini söyle­dikten sonra bir başka gazada yine Resulullah (s.a.) ile birlikte çıkarıldım. Yi­ne gerdanlığım düştü. Sonunda arayıp bulmak üzere insanlar yoldan alıkoyul­du. Ebu Bekir bana dedi ki: Kızcağızım sen her yolculukta insanlara bir sıkıntı ve bir belâ kesiliyorsun. Bu sefer Yüce Allah teyemmüm hakkında ruhsatı in­dirdi. Bunun üzerine Ebu Bekir: Gerçekten sen çok mübareksin, dedi.

Suyûtî bundan sonra iki hususa dikkat çekmektedir ki, özetle şöyledirler:

Birinci husus: Acaba teyemmüm ayetinden kasıt, Mâide süresindeki bu al­tıncı ayet-i kerime midir yoksa aynı ifadelerin yerde aldığı Nisa süresindeki şu ayet-i kerime midir?:"5fa da kadınlara yaklaşmış da su bulamamışsanız temiz bir topraktan teyemmüm edin." (Nisa, 4/43) Buharî'nin meyleder gibi olduğu bunun Mâide süresindeki ayet olduğudur. Suyutî ise şöyle der: Doğrusu da bu­dur: Çünkü Buharî'nin Hz. Âişe'den rivayet ettiği sözü geçen hadiste bu husus açıkça ifade edilmiştir. Bununla beraber şunu bilelim ki, el-Vâhidî, Esbâbu'n-Nüzul adlı eserinde bu hadisi Nisa süresindeki ayeti zikrederken kaydetmiş­tir.

İkinci husus: Buharî'nin rivayet ettiği hadis, abdestin ayetin nüzulünden önce de onlara vacip olduğunun delilidir. Bundan dolayı zaten su bulunmayan bir yerde konaklamayı büyük bir iş olarak gördüler. Sîrette sabit olan da Hz. Peygamberin üzerine namaz farz kılındığından itibaren abdestsiz namaz kıl­madığı şeklindedir. İbni Abdil Berr şöyle der: Abdest ile ilgili uygulamalar ön­ceden olmakla birlikte abdest ayetinin nüzulündeki hikmet, abdest farizasının Kur'ân-ı Kerîm'de okunan bir buyruk olmasıdır. Başkası da şöyle demektedir: Abdestin farz kılınışıyla birlikte ayetin ilk bölümlerinin önceden nazil olmuş olması, sonradan teyemmümün söz konusu edildiği diğer bölümlerinin nazil ol­muş olması da muhtemeldir. Suyutî şöyle der: Ancak birinci görüş daha doğru­dur. Çünkü abdestin farz kılınması Mekke'de, namazın farz kılınışı ile birlikte olmuştur, ayet-i kerime de Medine'de inmiştir. [22]



Açıklaması


Ey iman edenler! Sizler hadesli (taharetsiz) iken -ki bu kayıt Sünnet-i Ne-beviyye'de sabit olmuştur- namaza kalkmak isteyecek olursanız abdest almalı­sınız. Çünkü Yüce Allah abdestsiz namazı kabul etmez. Buna göre namaz kılmak isteyen bir kimsenin, abdestsiz ise abdest alması icabeder. Abdestli bulu­nuyorsa tekrar abdest alması menduptur. Çünkü Hz. Peygamber İbni Rezîn'in rivayetine göre şöyle buyurmuştur: "Abdestli iken tekrar abdest almak nur üs­tüne nurdur." Ahmed, Buharî ve Müslim'in de Ebu Hureyre yoluyla rivayetle­rine göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Sizden herhangi biriniz abdesti-ni bozduğu takdirde abdest almadıkça Allah ondan hiç bir namazı kabul et­mez." Buharî ve Sünen sahipleri de Amr b. Âmir el-Ensârî'nin şöyle dediğini rivayet ederler: Enes b. Mâlik'in şöyle derken dinledim: "Resulullah (s.a.) na­maz kılmak istediği her seferinde abdest alırdı." Ben ona: Peki siz nasıl yapı­yorsunuz? diye sordum, şöyle dedi: "Biz abdestimiz bozulmadığı sürece tek bir abdestle bir çok namaz kılardık." Ahmed'in Müsned' inde Resulullah (s.a.)'m çoğunlukla her bir namaz için abdest aldığı rivayet edilmektedir. Mekke'nin Fethi gününde ise abdest aldı, meshleri üzerine mesh etti ve tek bir abdest ile -insanların önünde bunun caiz olduğunu açıklamak üzere- bir çok namaz kıldı.

Ayet-i kerimede belirtildiğine göre abdestin farzları dörttür. Bunlar yüzü yıkamak, elleri dirseklere kadar yıkamak, başı meshetmek ve topuklara kadar ayaklan yıkamaktır. Yıkamak ise bir şeyin üzerindeki kir ve benzeri şeyleri izale etmek için üzerinden su akıtmaktır. Meshetmek ise mesh edilen şeye su­yun ıslaklığını değdirmektir. Şimdi bu farzları kısaca açıklayalım: [23]



Yüzü Yıkamak:


Yüzün üst taraftan sınırı, saçların bittiği yer olup aşağıdan, çenenin altına kadar devam eder, enine sınırı ise iki kulak arasıdır. Seyrek sakallı kimsenin hem sakalının üst tarafını hem de onun altındaki teni yıkaması icabeder. Sık sakallı kimse sakalı arasına parmakları ile suyu girdirmeye çalışır (hilâlleme); suyun göze ulaştırılması gerekmemektedir. Mazmaza ve istinşak (ağıza ve bur­na su çekmek)ın hükmü ise sünnet ile sabittir. [24]



Dirseklere Kadar Ellerin Yıkanması:


Abdest organı olarak el parmak uçlarından dirseğe kadardır. Dirsek ise kolun üst tarafı ile pazunun alt tarafıdır.

Yüce Allah'ın: "Dirseklere kadar" buyruğu ile "Topuklarınıza kadar" buy­ruğunda yer alan "...e kadar" ibaresi, ondan sonra gelen bölümün yalnızca ken­disinden önceki bölümün gayesi (nihaî noktası) olduğunu göstermektedir. Bu son noktanın hükmün kapsamına girmesi yahut dışında kalması ise haricî (bu­nun dışında kalan) bir delil ile bilinir. Yüce Allah'ın: "Mescid-i Haramdan Mes-cid-iAksaya kadar" (İsra, 17/1) buyruğunda: "...a kadar" makablinin hükmüne dahildir. Çünkü İsrâ'nm manası, Mescid-i Aksâ'ya girip orada taabbüd etme­dikçe tahakkuk etmez, tıpkı İsrâ'nm Mescid-i Haram'dan başlaması gibi.

Buna karşılık Yüce Allah'ın: "kolaylıkla ödeyebileceği bir zamana kadar" (Bakara, 2/280) buyruğu ile: "sonra geceye kadar orucunuzu tamamlayınız." (Bakara, 2/187) yer alan: "...a kadar" dan sonrası makablinin hükmüne dahil değildir. Çünkü birinci ayet-i kerimede ödeme zorluğu borcun ertelenmesinin, mühlet tanımanın illetidir. Ödeme kolaylığı ortaya çıkmakla birlikte bu illet ortadan kalkar ve borcun ödenmesi istenir. Bununla birlikte ayrıca bir mühleti vermeyi gerektiren bir durum yoktur. Diğer taraftan ikinci ayet-i kerimede eğer gece oruç hükmünün kapsamı içerisine girecek olursa o takdirde bu oruç visal orucu olur. Visal orucu ise bizim hakkımızda meşru değildir.

Yüce Allah'ın: "Dirseklerinize kadar" ile "topuklarınıza kadar" buyrukla­rında bu iki husustan herhangi birisine dair bir delil bulunmamaktadır. Bunun­la birlikte cumhur, dirseklerin ve topukların yıkanmasının vacip olduğunu -iba­detlerde ihtiyat olmak üzere- söylemişlerdir. Diğer taraftan kendisi olmaksızın vacibin tamam olmadığı bir şeyin vacip olması da buna gerekçe gösterilmişteir. [25]



Başa Mesh Etmek:


Mesh edilecek miktar hususunda görüş ayrılığı vardır. Şafiî şöyle der: Hakkında mesh denilebilecek asgari miktar -başın sınırları içerisinde bulunan tek bir kıl dahi olsa- yeterlidir. Mâlik ve Ahmet ise şöyle derler: İhtiyata riayet olmak üzere başın tamamen meshedilmesi icabeder. Ebu Hanife şöyle der: Va­cip olan, başın dörtte birini mesh etmektir. Çünkü mesh, ancak el ile olur. Elin kapladığı alan ise çoğunlukla başın dörtte biri kadarıyla takdir edilir. Diğer ta­raftan Resulullah (s.a.) da abdest almış ve başının tepesini meshetmiştir. Şu kadar var ki, sünnet-i seniyyede diğer imamların da görüşlerini destekleyecek rivayetler sabit olmuştur. Zahir olan ise "başlarınıza" kelimesinin baş tarafına gelen "be" harfinin ilsak için olmasıdır. Bunun teb'îd (kısmîlik ifade etmek) için olduğu da söylenmiştir. Doğrusu da bu buyruk mücmeldir. Bu mücmelin beyanı hususunda sünnete müracaat edilir.

Mâlikîlerle Hanbelîler şöyle derler: Burada yer alan "be" harfi zaiddir. Çünkü ifadenin terkibi başın tamamen meshedilmesinin vacip olduğuna delâ­let etmektedir. O bakımdan ihtiyat olmak üzere başın tamamı meshedilir. Ha-nefîlerle Şâfiîler ise şöyle derler: Buradaki "be" harfi teb'îd içindir. Nitekim biz "ellerimi duvara sürdüm" derken, elimi duvarın bir bölümüne sürdüm demek isteriz. O halde "başlarınıza mesh ediniz." buyruğundaki ibare "be" harfinin de­lâleti ile amel etmek üzere başın az bir bölümü hakkında anlaşılmalıdır. Fakat Hanefîler bu az bölümü üç parmak yahut başın dörtte biri olarak takdir etmiş iken, Şâfiîler ise bunu, hakkında mesh tabiri kullanılabilecek asgarî miktar olarak takdir etmişlerdir.

Cumhur bir defa meshetmenin yeterli olacağı görüşündedir. Şafiî ise başın üç defa meshedilmesi gerektiğini söyler. Hadis-i şerifler de abdest fiillerinin üçer defa tekrarlanacağına delildir. Mesh hususunda herhangi bir adet zikre­dilmemektedir. Mesh, cumhura göre, başın ön tarafından başlar, sonra ellerini geriye doğru götürür, daha sonra tekrar öne doğru geri getirir. [26]



Topuklara kadar ayakları yıkamak:


Topuklar, bacak ile ayağın her iki taraftan eklem yerlerindeki çıkıntı ha­lindeki kemiklerdir. Yani bu topuklara kadar ayaklarınızı yıkayınız. Peygam­ber (s.a.)'in ashabının ve tabiînin uygulamalarının delaletiyle vacip olan ayak­ların yıkanmasıdır. Ümmetin icması da bu hususta tahakkuk etmiştir.

Buharî ile Müslim'de Mâlik yoluyla Amr b. Yahya el-Mâzinî'den, onun ba­basından rivayetine göre adamın birisi Ömer b. Yahya'nın dedesi olan Abdul­lah b. Zeyd b. Asım'a -ki bu Resulullah (s.a.)'m ashabmdandı- dedi ki: "Resulullah (s.a.)'ın nasıl abdest aldığını bana gösterebilir misin?" Abdullah b. Zeyd: "Tabii!" dedi ve abdest almak üzere su istedi. Ellerine ikişer defa su bo­şalttı. Daha sonra üçer defa mazmaza ve inşinşâk yaptı, üç defa yüzünü yıkadı, sonra ellerini dirseklerine kadar ikişer defa yıkadı. Sonra elleriyle başını mesh etti, onları ileri ve geri götürüp getirdi. Başının ön tarafından başladı, sonra el­lerini arka tarafına doğru götürdü. Daha sonra tekrar ellerini başladığı yere geri getirdi, sonra da ayaklarını yıkadı.

Hz. Ali ile Muâviye'den, el-Mikdâd b. Madîkerib'den de Resulullah (s.a.)'ın abdest alma şekli hususunda buna benzer rivayet gelmiştir. Müslim de Ebu Hureyre yoluyla gelen şu hadisi kaydeder: "O abdest aldı, yüzünü yıkadı. Ab­dest alırken kuru kalmayacak şekilde iyice yıkadı. Sonra pazusuna varıncaya kadar da sağ elini yıkadı. Daha sonra yine pazusuna varıncaya kadar sol elini yıkadı. Sonra başını mesh etti. Sonra bacağına varıncaya kadar sağ ayağını yı­kadı. Sonra yine bacağına varıncaya kadar sol ayağını yıkadı. Daha sonra: "Ben Resulullah (s.a.)'ı bu şekilde abdest alırken gördüm" dedi."

Yine Müslim'in Ebu Hureyre'den rivayet ettiğine göre Resulullah (s.a.) ayaklarının ökçelerini yıkamamış bir adam görünce şöyle buyurdu: "Ateşten çe­keceklerinden dolayı vay bu ökçelerin haline!"

Buharî ve Müslim, İbni Ömer'in şöyle dediğini rivayet ederler: Bir yolcu­lukta Resulullah (s.a.) bizden geride kaldı. Sonra ikindi vakti bayağı daralmış­ken arkamızdan bize yetişti. Bizler de abdest alıp ayaklarımıza mesh etmeye koyulduk. Bunun üzerine sesinin çıkabildiği kadar iki veya üç defa: "Ateşten çe­kecekleri dolayısıyla vay o topukların haline!" diye nida etti.

Peygamber (s.a.)'in abdest alırken abdest azalarını birer ve ikişer defa yı­kadığı sahih olarak sabit olmakla birlikte, uygulama azaları üçer defa yıkama şeklinde cereyan edegelmiştir.

Bütün bu açıklamalar: "ayaklarınızı da (yıkayın)" anlamını verecek şe­kilde Lam harfinin nasb ile okunması halinde söz konusudur. Bu kelimedeki Lam harfinin mecrur olarak okunuşu ise civar (kelimenin komşuluğu) dolayı­sıyla mecrur okunduğuna hamledilir. Yüce Allah'ın Hûd suresinde yer alan: "Ben sizin acıklı bir günün azabından korkarım." (Hûd, 11/26) buyruğunda "bir gün" kelimesine komşu olması dolayısıyla (elimin) kelimesinin "mîm" harfinin cer ile okunması böyledir. Oysa bu kelimenin mansub olan azap keli­mesinin sıfatı olduğundan dolayı mansub olarak: "(elîmen) = çok acıklı" şek­linde okunması gerekirdi. (Buna göre konunun daha iyi anlaşılması için bu­radaki ibarenin tercümesini de: "Bir günün oldukça can yakıcı azabından..." şeklinde ifade edebiliriz. -Çeviren-) Yüce Allah'ın: "Ayaklarınızı da" buyru­ğunda cerr-i civârî'nin faydası ise suyun ayaklara dökülmesi esnasında müm­kün mertebe iktisatlı kullanılması gerektiğine dikkat çekmektir. Özellikle ayakların söz konusu edilmesi ise, ayakların pisliklere bulaşma, ihtimalinden dolayı suyun fazlaca kullanılarak israf edilmesinin mümkün olmasından do­layıdır.

Taharet üzere giyilmelerinden sonra ayakların yıkanması yerine mestler üzerine mesh etmek caizdir. Bu şekilde mestlerin giyilmesinden sonra abdestin bozulmasından itibaren mesh süresi mukim için geceli gündüzlü bir gün, yolcu için ise geceli gündüzlü üç gündür. Mest üzerine meshin meşruluğu ise müte-vatir sünnetle sabittir. Hasan-ı Basrî şöyle der: Resulullah (s.a.)'m ashabından yetmiş kişinin bana naklettiğine göre Resulullah (s.a.) mestleri üzerine mesh ederdi. Hafız İbni Hacer de şöyle der: Hadis hafızlarından önemli bir topluluk, mestler üzerine mesh etme ile ilgili rivayetlerin mütevatir olduklarını açıkça ifade etmişlerdir. Bu hususta delil itibariyle hadisler arasında en güçlü olanları Cerîr yoluyla gelen hadistir. Ahmed, Buharî, Müslim, Ebu Dâvûd ve Tirmi-zî'nin rivayetlerine göre Cerîr, önce küçük abdestini bozdu, sonra abdest aldı ve mestleri üzerine meshetti. Ona: "Sen bu şekilde mi yapıyorsun?" diye sorulun­ca, o: "Evet" dedi. "Çünkü ben Resulullah'ın (s.a.)'ı küçük abdest bozduktan sonra abdest aldığını ve mestleri üzerine meshettiğini gördüm." dedi.

Hanefîlerin dışında kalan cumhur, abdest farzlarına niyet farzını da ekle­mişlerdir. Çünkü Resulullah (s.a.), Buharî ile Müslim'in Hz. Ömer'den rivayet ettiklerine göre: "Ameller ancak niyetler iledir" buyurmuştur. Şâfiîlerle Hanbe-lîler ayrıca tertibin de vacip olduğunu buna eklemişlerdir. Namaz kılmak üzere kalkılacak olursa, önce yüzü yıkamakla işe başlar. Zira başa sıralamayı gerek­tiren "takip fe"si getirilerek bu emir verilmiştir. Bundan sonrası ise ayetteki sı­raya göre yerine getirilir. Her ne kadar vav tertibi gerektirmese bile bu böyle­dir. Çünkü Resulullah (s.a.) Dârakutnî'nin Hz. Câbir'den rivayetine göre şöyle buyurmuştur: "Allah'ın kendisiyle başladı şeyden siz de başlayınız." Başın mesh edilmesi ise ellerin yıkanması ile ayakların yıkanması arasında zfkrolun-muştur. İşte bu da tertibe delâlet etmektedir.

Mâlikîlerle Hanbelîler ayrıca muvâlâtı da (yani azalardan birisi kuruma­dan diğerini yıkamayı) vacip olarak eklemişlerdir., Çünkü Resulullah (s.a.) ab­dest fiillerinde muvalâta ısrarla devam ederdi. O muvalâtsız olarak abdest al­mış değildir. Muvâlâtı terkeden kimseye de abdestini tekrar almasını emret­miştir.

Malikîler ayrıca elin dış tarafıyla değil de el ayasının iç tarafıyla azaları ovalamayı da vacip görürler. Çünkü abdest ayetinde "yüzlerinizi... yıkayın" buyruğunda emrolunan yıkamanın anlamı böyle bir ovalama olmaksızın ta­hakkuk etmez. Suyun organa mücerred değmesi yıkama olarak değerlendirele-mez. Ancak bu suyun değmesiyle birlikte başka bir şey vücut üzerinde geçiri­lirse yıkamak olur. İşte ovalamanın manası da budur.

Hanbelîler mazmaza ve istinşakı da vacip kabul ederler. Çünkü Ebu Dâ­vûd ve başkaları: "Abdest aldığın vakit mazmaza yap." diye rivayet etmiştir. Tirmizî de Seleme yoluyla gelen hadiste Hz. Peygamberin: "Abdest aldığın tak­dirde burnuna su alıp onu nefesle dışarı çıkart." buyurduğunu rivayet etmiştir. Buharî ile Müslim'de Ebu Hureyre'den Resulullah (s.a.)'m: "Sizden herhangi bir kimse abdest alacak olursa burnuna önce su versin sonra o suyu dışarı ne­fesle çıkarsın." buyurduğu rivayet edilmektedir.

Yine Hanbelîler abdeste başlarken besmele çekmeyi vacip kabul ederler. Çünkü Resulullah (s.a.) Ahmed, Ebu Dâvûd, İbni Mâce ve Hâkim'in Ebu Hu-reyre'den rivayetlerine göre, şöyle buyurmuştur: "Abdestsiz olanın namazı ol­maz. Üzerinde Allah'ın adını anmayan kimsenin de abdesti olmaz."

Abdestin pek çok sünneti vardır. Bunlar hadis kitapları ile fıkıh kitapla­rından öğrenilebilir.

Abdesti bozan bir takım sebepler vardır. Bunların bir kısmı şöyledir: Ön ve arka avret yerlerinin birisinden bir şey çıkması, kişinin makadmın yere iyi­ce yerleşmemiş bir surette uyuması, Şâfîîlere göre erkeğin teninin kadına değ­mesi ve bunun aksi. Maliki ile Hanbelîlere göre ise yalnızca şehvetli dokunma halinde abdest bozulur. Hanefîlere göre ise tenlerin değmesi dolayısıyla abdest bozulmaz. Hanefîlerin dışında kalan cumhura göre el ayasının iç tarafıyla ken­di fercine dokunmak. Zira bu konuda Ahmed ile Sünen sahiplerinin rivayet et­tikleri şöyle bir hadis vardır: "Her kim kendi erkeklik uzvuna dokunursa abdest almadıkça namaz kılmasın." Hanefîler ise yine Ahmed ve Sünen sahipleri ile Dârakutnî'nin rivayet ettiği rnerfû bir hadisi delil almışlardır: "Kişi erkeklik organına dokunsa abdest almakla mükellef midir?" Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "O ancak senden bir parçadır, yahut senden bir lokmacık bir şeydir." [27]



Gusül:


"Eğer cünüp iseniz hemen temizlenin", yani bütün bedeninizi su ile yıka­yın. Çünkü temizlenme emri özel bir uzva taalluk etmediğine göre bedenin tü­münde temizlenmenin gerçekleştirilmesi için emir verilmiş demektir. Temiz­lenmenin su ile yapılmasının anlaşılması temizlikte suyun asıl oluşundan dola­yıdır. Nitekim Yüce Allah'ın şu buyruğu da buna delildir: "Ve gökten üzerinize sizi onunla temizlemek üzere bir su indirir..." (Enfâl, 8/11).

Cünüp kelimesi müfred, tesniye, çoğul, müennes ve müzekker için kullanı­lan müşterek bir lafızdır. Cenabet ise şer"î bir anlam olup bu halde namazdan, Kur"ân okumaktan, mushafa el değdirmekten, mescide girmekten, cünüp olan kimsenin yıkanacağı zamana kadar uzak durmayı gerektiren sert bir manadır. Cünüplüğün iki sebebi vardır:

Biri meninin inmesidir. Çünkü Resulullah (s.a.) Müslim'in rivayetine göre şöyle buyurmuştur: "Su ancak sudan dolayıdır." Yani gusül için suyun kulla­nılması ancak ihtilam veya cima ile, yani meninin akması dolayısıyla ortaya çı­kan sudan dolayıdır.

İkincisi ise iki sünnet yerinin birbirine kavuşmasıdır. Zira Peygamber (s.a.) İbni Mâce'nin Hz. Âişe ve İbni Amr yoluyla yaptığı rivayete göre şöyle bu­yurmuştur: "İki sünnet yeri birbirine kavuştuğu takdirde gusletmek icabeder."

Aynı şekilde âdet ve lohusalık kanlarının kesilmesinden sonra da guslet­mek icabeder. Çünkü Yüce Allah âdet hali hakkında şöyle buyurmaktadır: "Ve o kadınlar temizleninceye kadar onlara yaklaşmayınız. Temizlendikleri takdirde ise Allah'ın size emrettiği yerden onlara varınız." (Bakara, 2/222) Diğer ta­raftan lohusalığın âdet hali gibi olduğu hususunda da icma vardır.

Abdest ve guslün hikmetine gelince: Temizlik ile kulun Rabbi katında hu­zurlu bir kalp, arınmış bir ruh ile durması için gerekli şevki meydana getir­mektir. Cünüplükten gusül ise vücutta baş gösteren gevşeklik ve sarsıklığı, tembelliği giderir.

Yüce Allah namaz kılınmak istendiği takdirde abdest ve gusül halinde su­yun kullanılmasının icabettiğini açıkladıktan sonra, bir günde bir yahut daha fazla abdest alınması, guslün de haftada bir veya daha fazla olması öngörül­dükten sonra, suyun kullanılma vücubunun iki kayda bağlı olduğunu izah et­mektedir: Birincisi suyun varlığı, ikincisi ise zarar söz konusu olmamak üzere suyun kullanılabilmesi. Şayet namaz kılmak isteyen kimse hasta veya suyu bulamayan bir yolcu ise şeriat ona küçük hadesten olsun büyük hadesten olsun teyemmüm etme ruhsatı vermiştir. İşte: "Şayet hasta olmuşsanız veya seferde iseniz..." buyruğunun açıkladığı durum budur.

Eğer sizler suyu kullanmanın zararlı olduğu humma, çiçek, uyuz vb. gibi yüksek ateşe ve irinli yaralara sebep olan hastalıklarınız sebebiyle su kullana­mıyor yahut da uzun ya da kısa bir yolculukta olup su bulamıyor iseniz teyem­müm ediniz. Yolculuktan kasıt mamur beldelerin dışında yol almaktır ki, bu da namazın kasredilebileceği yolculuktan başka bir yolculuktur. Burada yolculuk­ta suyun bulunmaması hali anlatılmaktadır. Çünkü çoğunlukla yolculuk halin­de su bulunmaz.

Aynı şekilde heladan gelmek diye tabir edilen küçük hadeste bulunarak abdestiniz bozulmuş ise abdest almanız gekekir. el-Gâit (heladan gelmek) as­lında yerin alçak tarafı demektir. Bu ise küçük ya da büyük defi hacetten kina­yedir. Ön ve arka yollardan çıkan her bir şey de def-i hacete mülhaktır. Burada "veya" ifadesi "ve" anlamındadır.

Aynı şekilde erkek ile kadınlar arasında ortak bir mübaşeret, yani kadın­lara dokunmuş olma, yaklaşmak söz konusu olmuşsa, hüküm budur. Bu, bü­yük hades, yani cimadır. Nitekim ayet-i Hz. Ali, İbni Abbas ve başkaları böyle anlamışlardır; bu zatlar elle kadına dokunmaktan dolayı abdest almayı gerekli görmüyorlardı.

Hz. Ömer ve İbni Mes'ud ise ayet-i kerimeyi el ile dokunmak diye anlamış­lardır. Bunlar el ile kadına dokunan kimsenin abdest almasını gerekli görüyor­lardı. Ancak tercihe şayan olan birinci görüştür.

"Hülâsa, sizler sözü geçen bu dört halden herhangi birisi üzere iseniz (ya­ni hasta, yolcu, küçük ya da büyük hades sahibi iseniz) ve su bulamıyorsanız, yani suyunuz yoksa, temiz bir toprağa ellerinizle vurunuz, yüz ve ellerinizi mesh ediniz." Ellerin meshedilmesi Hanefîlerle Şâfiîlerin görüşüne göre ab-destteki gibi olur. Teyemmüm abdestin bedelidir. Çünkü Dârakutnî'nin İbni Ömer'den naklettiğine göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Teyemmüm iki vuruştur: Bir vuruş yüz için bir vuruş ise eller içindir." Teyemmüm esnasında yüz ve ellerin tamamının mesh ile kaplanması zorunludur. Çünkü Resulullah (s.a.) böyle yapmıştır. Ayrıca teyemmüm abdestin bedelidir. Abdest-te ise azanın tamamen kaplanması vaciptir. O halde bedelin de böyle olması -bunun hilâfına delil olmadığı sürece- gerekmektedir.

Malikîlerin görüşüne göre teyemmümü meşru kılan suyun bulunamama hali, suyun hükmî olarak bulunmaması halidir. Yani bir kimsenin şer"an o suyu zararsız olarak yani o zarar söz konusu olmaksızın kullanma imkânını bulama­ması halidir. Hanefîlerin görüşüne göre ise maddî olarak var olmaması halidir.

Bu görüş ayrılığına göre: Bir kimse namazda iken (teyemmümle kıldığı namazında) su görecek olursa Mâlikîlere göre namazını tamamlar ve kesmez. Çünkü o namazını iptal etmeden şer"an o suyu kullanmak imanını bulamaz, namazı iptal etmek ise caiz değildir. Hanefîlere göre ise suyu görmekle teyem­mümü batıl olur. Teyemmümün batıl olmasıyla da namaz batıl olur ve bu du­rumda suyun kullanılması icabeder.

Ayetteki maksat şudur: "Eğer sizler abdest yahut gusül için yeteri kadar su bulamayacak olursanız..." Buna göre bir kişi abdest veya guslün bir bölümü­ne yetecek kadar su bulursa Hanefîlerle Mâlikîlere göre teyemmüm eder ve azalarından herhangi birisi için de suyu kullanmaz. Şafiîlerle Hanbelîlere göre ise o suyu azalarının bir kısmı için kullanır, sonra teyemmüm eder. Çünkü bu kadarcık bir miktarın varlığı ile birlikte, kişinin su bulamamış sayılması söz konusu değildir.

Ayet-i kerimedeki "saîd"den kasıt, zahir ve tercih edilen görüşe göre topra­ğın kendisidir.

Fakihler toprağı yüz ve ellere ulaştırmanın gerekip gerekmediği hususun­da farklı görüşlere sahiptir. Hanefîlerle Mâlikîler gerekmez, derken Şâfiîler ge­rektiğini söylerler. Konuyla ilgili görüş ayrılığına sebep ise "be" harfinin anla­mının müşterek oluşu dolayısıyla yapılan farklı yorumlardır. Çünkü bu harf ki­mi zaman teb'iz (kısmîlik ifade etmek) için, kimi zaman ibtida için, kimi zaman da cinsi temyiz etmek için gelir. Şâfiîler teyemmümü abdeste kıyasen bu harfin de bunrada teb'îz için yorumlanması görüşünü tercih etmişlerdir. Abdest alır­ken suyun kısmen kullanılması icabettiğine göre teyemmüm halinde de topra­ğın kısmen kullanılması icabetmektedir.

Hanefîlerle Mâlikîler ise bu harfin ibtida ve cinsi temyiz için olduğu görü­şünü tercih etmişlerdir. Çünkü teyemmüm eden kimse toprağın dağılması için ellerini silkeler. Sonra onları toprağa bulaştırmaksızm yüz ve ellerine sürer. Diğer taraftan Hz. Peygamberin duvar üzerinde iki vuruş ile teyemmüm ettiği­ne dair rivayet varid olmuştur. Bunlardan birisini yüzü, birisini de elleri için vurmuştu. Zahire göre ellerine herhangi bir toprak bulaşmamıştır.

Daha sonra Yüce Allah teyemmümün meşru kılmış hikmetini söz konusu etmektedir: Bu ise, insanlara kolaylık sağlamak, zorluklarını bertaraf etmek­tir. Yüce Allah bu ayet-i kerimede olsun, diğerlerinde olsun teşri buyurmuş ol­duğu abdest, gusül ve teyemmüme dair hükümlerde insanlara herhangi bir zorluk, yani asgari bir zorluk, asgari bir darlık takdir etmek istemediğini be­yan etmektedir. Çünkü Yüce Allah'ın size ihtiyacı yoktur, size karşı çok merha­metlidir. O bakımdan ancak sizin için hayırlı ve faydalı olanı teşri buyurur. Ama O sizi pislikleri izale etmek suretiyle maddî pislik ve kirliliklerden, cü-nüplüğün akabinde meydana gelen tembelliği, uyuşukluğu uzaklaştırarak sizi gayrete, çalışkanlığa itmek suretiyle de manevî pisliklerden temizlemek ister. Ta ki, nefis Rabbine seslenirken rahatlamış ve arınmış bir seviyeye gelmiş ol­sun. Aynı zamanda O, beden temizliği ile ruh temizliğini bir arada gerçekleştir­mek suretiyle üzerinizde olan nimetini de tamamlamak, en faziletli ibadet yo­lunu size açıklamak ister ki, üzerinizde farz olan şükrü eda edesiniz ve Allah'ın size ihsan etmiş olduğu nimetlere şükrünüzü sürdüresiniz.

Daha sonra Yüce Allah bu vesile ile bize ihsan etmiş olduğu pek çok nime­tini hatırlatmaktadır. O halde ey müminler! Sizi İslama muvaffak kılmış olma­sı, bu yüce dini size teşri buyurması, bu şerefli Rasulü size göndermiş olması sebebiyle bir taraftan Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın, diğer taraftan onun İslama girmeniz sırasında hoşunuza gitsin gitmesin, zorluk ve kolaylık halinde dinleyip itaat etmek üzere peygamberine bey'atta bulunduğunuz vakit sizinle olan ahdini ve sizden alınan sözü hatırlayın. Ona tabi olmak, onu des­teklemek, dininin gereklerini yerine getirmek, ondan öğrendiğiniz dini tebliğ etmek ve onun dinini kabul etmek üzere verdiğiniz sözleri hatırlayınız. Burada sözü geçen bey'at ise Akabe bey'ati, Rıdvan bey'ati ve diğerleridir.

Aynı şekilde sizler henüz ruhlar âleminde bulunuyorken Allah'a ve Pey­gambere iman etmek üzere vermiş olduğunuz mîsâkı da hatırlayın: "İşittik, itaat ettik" dediğiniz zamanı hatırlayınız. Yanı iman çağrısını işittik, çağrı ya­pana itaat ettik, çağrısını kabullendik ve bu çağrı gereğince hareket etmeyi ka­bul ettik. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Peygam­ber sizi Rabbinize iman edesiniz diye çağırıyorken ve sizden ahdinizi almış bu­lunuyorken size ne oluyor ki, Allah'a iman etmezsiniz? Eğer gerçekten iman eden kimseler seniz..." (Hadîd, 57/8).

"Allah'tan korkun" her hususta ve her durumda vermiş olduğunuz ahit ve sözlerinizi bozmayın "muhakkak ki Allah kalplerdekini çok iyi bilir." Kalplerde yer eden ve hiç bir şekilde dışarıya da açılmamış gizli hususların her türlü giz­liliğini çok iyi bilir. Açığa vurulmuş olanları da aynı şekilde bilir. İnsan ahdine bağlanmak veya bağlı kalmamak ile ilgili ne açıklar ve neyi gizlerse, ruhunda saklı bulunan ihlâs veya riyayı Allah mutlaka bilir; bunların hiç birisi Allah'a gizli kalmaz. [28]



Adaletle Şahitlik Etmek, Adaletle Hükmetmek, Müminlere Vaadedilen Mükâfat, Kâfirlere Yapılan Tehditler Ve Allah'ın Nimetlerinin Hatırlatılması


8- Ey iman edenler! Allah için adaleti dimdik ayakta tutan şahitler olun. Bir topluluğa olan kininiz sizi adaletsizli­ğe sürüklemesin. Adil olun, o takvaya

yakındır. Allah'tan korkun. Mu-ki, Allah işlediklerinizden ha­berdardır.

9- Allah iman edip salih amel işleyenle­re şöyle vaadetti: Onlar için mağfiret ve büyük bir mükâfat vardır.

10- Kâfir olup ayetlerimizi yalanlayan­lar, işte onlar cehennemliklerdir.

11- Ey iman edenler! Allah'ın üzeriniz­deki nimetini hatırlayın. Hani bir ka­vim size ellerini uzatmaya kalkmıştı da onların ellerini üzerinizden geri çekmişti. Allah'tan korkun ve mümin­ler Allah'a güvenip dayansın.



Nüzul Sebebi


8. ayet-i kerimenin nüzul sebebi, denildiğine göre şöyledir: Bu ayet-i kerime Yahudilerden Nadir oğulları hakkında nazil olmuştur. Resulullah (s.a.)'ı öldür­mek için kendi aralarında komplo kurduklarında, Yüce Allah bu hususu ona va­hiy yoluyla bildirmiş, o da onların bu tuzaklarından kurtulmuştu. Bunun üzeri­ne Resulullah (s.a.) onlara Medine civarından göçmelerini emretmek üzere haber gönderdi. Bunu kabul etmediler, kalelerine sığındılar. Hz. Peygamber ashabın­dan bir topluluk ile üzerlerine yürüdü, altı gün süreyle onları muhasara etti. Bu zaman zarfında muhasara onlara oldukça ağır geldi. Resulullah (s.a.)'tan kendi­lerini sürmekle yetinmesini ve kanlarını dökmemesini istediler. Ayrıca develerin taşıyabileceği kadar yükün de kendilerine verilmesini istemişlerdi. Müminler­den bazı kimseler ise Resulullah (s.a.)'ın onları ibretli bir şekilde cezalandırarak azalarını kesmesini ve onlardan pek çok kişiyi öldürmesini arzu ediyordu. Bu ayet-i kerime onlara bu şekilde davranmakta aşırı gitmelerini yasaklamak üzere nazil oldu. Resulullah (s.a.) da Yahudilerin tekliflerini kabul etti.

Bu ayet-i kerimenin Müslümanları Hudeybiye yılı Mescid-i Haram'dan alıkoyan müşrikler hakkında indiği de söylenmiştir. Adeta Yüce Allah burada Müslümanların sertliklerini ve müşriklerden intikam alma isteklerini hafiflet­mek için bu yasağı tekrarlamış gibidir.

11. ayet olan, "Ey iman edenler! Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırla­yın..." ayetinin nüzulü ile ilgili olarak İbni Cerir et-Taberî, İkrime ile Yezid b. Ebi Ziyâd'dan -ki lafız onundur- şunu rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.) be­raberinde Ebu Bekir, Osman, Ali, Talha ve Abdurrahman b. Avf ile yola koyul­dular. Sonunda Ka'b b. el-Eşrefin ve Nadir oğulları Yahudilerinin yanına vardı­lar. Onlardan ödemek durumunda oldukları bir diyet için yardım istiyordu. Bunlar: Peki dediler, otur da hem sana yemek yedirelim, hem de bizden istedi­ğinizi verelim. Hz. Peygamber oturunca Huyey b. Ahtab ashabında şöyle dedi: Siz onu şu andan daha yakın göremezsiniz. Haydi üzerine taş atarak öldürü­nüz. Bundan sonra da ebediyyen bir kötülük görmezsiniz.

Üzerine yukardan yuvarlamak üzere büyük bir değirmen taşına yaklaştı­lar. Ancak Allah ellerinin ona varmasını engelledi. Sonra ona Cibril geldi ve bulunduğu yerden kalkmasını sağladı. Bunun üzerine Yüce Allah da, "Ey iman edenler Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani bir kavim..." ayetini in­dirdi. İbni Cerir buna benzer bir rivayeti de Abdullah b. Ebu Bekr ile Asım b. Umeyr b. Katâde'den, Mücahid'den, Abdullah b. Kesir"den ve Ebu Malik'ten de rivayet etmiştir.

Katâde'den de şöyle dediğini rivayet etmektedir: Bize zikrolunduğuna göre bu ayet-i kerime, Resulullah (s.a.) Batn-ı Nahl denilen yerde bulunuyorken na­zil olmuştur. Bu da yedinci gazvede (Zatu'1-Rikâ' gazvesinde) olmuştu. Salebe oğulları ile Muharrib oğulları Resulullah (s.a.)'ı öldürmek istediler. Bunun için, bedevi bir Arabi görevlendirdiler. Bedevi, Hz. Peygamber konaklama yerlerin­den birisinde uykuda iken yanına yaklaştı ve Resulullah (s.a.)'in silahını alıp şöyle dedi: "Seni bana karşı kim koruyabilir?" Resulullah (s.a.): "Allah" dedi. Daha sonra kılıcını kınına koydu ve Resulullah (s.a.) onu cezalandırmadı.

Ebu Nuaym'm, Delâilü'n-Nübüvve'de el-Hasen'den, onun da Câbir b. Ab­dullah'tan naklettiğine göre, Muharib oğullarından Gayres b. el-Hâris adında birisi kavmine: "Size Muhammedi öldüreyim mi?" dedi ve Resulullah (s.a.)'ın bulunduğu yere doğru gitti. Hz. Peygamber o sırada kılıcı yanında oturmakta idi. "Ey Muhammedi Şu kılıcına bakabilir miyim?" deyince Hz. Peygamber: "Olur" dedi. O da Hz. Peygamberin kılıcını aldı kınından sıyırdı. Kılıcını salla­maya başlayarak Hz. Peygambere vurmak istediyse de Yüce Allah onu alıkoyu­yordu. "Ey Muhammedi Benden korkmaz mısın?" deyince Resulullah (s.a.): "Hayır" dedi. Adam yine: "Kılıç elimde olduğu halde benden korkmuyor mu­sun?" diye sordu; Resulullah yine: "Hayır, Allah sana karşı beni korur" dedi. Adam daha sonra kılıcını kınına koydu ve Resulullah (s.a.)'a geri verdi Allah da bu ayet-i kerimeyi indirdi. el-Kuşeyrî şöyle der: Bir ayet-i kerime bazan bir kıssa hakkında nazil olur, ondan sonra o kıssadan ikinci bir defa daha geçmişi hatırlatmak üzere söz eden bir başka buyruk nazil olabilir. [29]



Açıklaması


Ey iman edenler! İnsanlar için ve desinler diye değil, Aziz ve Celil olan Al­lah için hakkı dimdik ayakta tutan kimseler olunuz. Yani din ve dünyaya dair hususlarda bütün yaptıklarınızı Allah için ihlâsla yapmaya bakın.

Kimseye iltimas etmeden, kimseye haksızlık etmeden hakkın ve adaletin şahitliğini yapın. Leh ya da aleyhine şahitlikte bulunacağınız kimse arasında fark gözetmeyin. Adil bir şekilde şahitlik yapın, çünkü adalet hakların terazisi-dir. Zira bir ümmette zulüm meydana geldi mi, artık ümmet arasında her türlü fesat yaygınlık kazanır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kendi aley­hinize olsa dahi Allah için şahitler olarak adaleti dimdik ayakta tutanlar olu­nuz." (Nisa, 4/135) Şahitlik ise gereğince hüküm vermek üzere hakim önünde, olanı bildirmek ve hakkı açıklamaktır.

Bir topluluğa olan kin ve düşmanlığınız sizi onlar hakkında adaleti terket-meye itmesin. Aksine dost veya düşman olsun herkese karşı davranışlarınızda adaletli davranınız.

Sizin adaletli davranmanız onu terketmekten daha çok takvaya yakındır, yani düşmanlara karşı davranışlarınızda âdil olmak genel olarak masiyetler-den korunup sakınmaya daha yakındır. Yüce Allah'ın: "Takvaya daha yakın­dır. " buyruğundaki daha yakın olmak, karşı tarafta takva namına bir şey olma­ması anlamındadır. Bu konuda farklı iki şeyin hangisinin daha üstün olduğunu ifade etmek maksadı güdülmemiştir. O bakımdan ilk anda hatırımıza gelen mana anlaşılmamalıdır. Nitekim Yüce Allah'ın buyruğunda da böyledir: "Cen­netlikler o gün yerleştikleri yer bakımından da daha hayırlıdır dinlenecekleri yer bakımından da daha iyidirler." (Furkan, 25/24)

Allah'tan korkun. Yani bütün amellerinizde onun azabından sizi koruya­cak şeyler edinin. Şüphesiz Yüce Allah yaptıklarınızdan haberdardır. Yaptıkla­rınızdan hiç bir şey ona gizli kalmaz. Yaptığınız bütün fiillerinizin karşılığını verecektir; hayır yaptıysanız hayır, şer yaptıysanız şer.

Daha sonra her iki kesimin de göreceği karşılıklar açıklanmaktadır. Bu kesimlerden biri, iman edip salih amel işleyen kesimdir. Bunlar yaptıkları iş­lerle hem bizzat insanların kendileriyle olan ilişkilerini, hem de başkalarıyla olan ilişkilerini düzeltirler. Bu işlerin en önemlisi adalettir. Bunların görecekle­ri karşılık günahlarının mağfiret edilmesi, yani örtülmesidir. Çünkü büyük bir ecir olan cennete yerleştirileceklerdir. Allah'tan bir lütuf ve bir rahmet olmak üzere iman ve salih amellerine karşılık sevapları kat kat verilecektir.

Bunun tam karşısında yeralan diğer kesim ise Allah'ı ve peygamberlerini inkâr edenlerdir. İster hepsini, ister onların bazısını inkâr etmiş olsunlar, far-ketmez. Ayrıca bunlar Allah'ın birliğine, kudretinin kemaline delâlet eden en-füsi ve kâinatta koymuş olduğu kevnî ayetlerini yalanladıkları gibi, peygam­berlerine indirmiş olduğu ayetlerini de yalanlayanlardır. Bunların cezası ise içinden asla çıkamayacakları o büyük ateşin arkadaşları olmaktır. Buna sebep ise özlerindekv fesat ve amellerinin kötü oluşudur. İşte bu da Yüce Allah'ın adaletinin, hikmetinin ve asla zulüm söz konusu olmayan hükmünün tecellile-rindendir.

Daha sonra Yüce Allah müminlere Allah'ın onlar üzerindeki nimetini, pey­gamberlerinden şerri ve hoşlanılmayan şeyleri defetmesini ve Müslümanların zayıflıklarına ve azlıklarına, düşmanlarının çokluklarına ve güçlerine rağmen hile ve tuzaklarını önlemiş olmasını hatırlatmaktadır. Yüce Allah bu önlemeyi düşmanlarının kendilerini tutup yakalama karar ve gayretlerinden sonra ger­çekleştirmişti. Buna rağmen Yüce Allah rasulünü desteklemiş, dinine yardım etmiş, nurunu tamamlamıştı; kâfirlerin hoşuna gitmese de.

Az önce geçen Muharib kabilesine mensup kişiyle ilgili olay gerçekten dikkat çekici ve üzerinde önemle durulması gereken bir olaydır. Bu olay nüzul sebebinde zikredilenin dışında pek çok rivayetle gelmiştir. Burada hatırlatıl­ması güzel olan bir diğer rivayeti daha şöyledir: Hâkim, Câbirın şöyle dediğini rivayet eder: Resulullah (s.a.)'ın tepesine dikilip dedi ki: "Seni kim koruya­cak?" Hz. Peygamber: "Allah" diye buyurdu. Bu sefer kılıç elinden düştü, Resulullah (s.a.) o kılıcı aldı ve: "Seni kim koruyacak1?" diye sordu. Adam: "Sen sorgulayanların en hayırlısısın!" dedi. Hz. Peygamber: "Allah'tan başka ilâh olmadığına ve benim Allah'ın Rasulü olduğuma şahitlik eder misin?" Adam şöyle dedi: "Seninle savaşmamak ve sana karşı savaşacak bir toplulukla birlikte olmamak üzere sana söz veryorum." Hz. Peygamber onu serbest bırak­tı, kavmine geri dönüp: "Ben insanların en hayırlısının yanından size geliyo­rum" dedi.

Bedevî Arabm başından geçen bu olay Zatü'r-Rikâ' gazvesinde geçmişti; adamın adı da Gavres b. el-Hâris idi.

Sayıp dökülmesine imkân bulunmayan Allah'ın nimetlerinin hatırlatılması, takvaya sıkı sıkı bağlanmayı da beraberinde getirir. Bundan dolayı Yüce Allah takvalı olma, Allah'a tevekkül etme emrini vererek şöyle buyurmaktadır:: "Al­lah'tan korkun ve müminler Allah'a güvenip dayansın." Yani sizler Allah'ın aza­bından sizi koruyacak, size fayda sağlayacak bir gereç olmak üzere Allah'tan kor­kun. Allah'a gereken şekilde tevekkül edin. Her kim gerekli sebepleri yerine ge­tirdikten sonra Allah'a tevekkül edecek olursa onu sıkıntıya düşünren hususlar­da Allah ona yeter. İnsanların kötülüklerine karşı onu korur, onu himaye eder. [30]



Yahudilerle Hıristiyanların Ahitlerini Bozmaları


12- Andolsun ki, Allah İsrailoğulları'n-dan bir söz almıştı. Biz onlardan on iki temsilci gönderdik. Allah demişti ki: Şüphesiz ben sizinle beraberim. Andol­sun eğer namaz kılar, zekât verir, pey­gamberlerime inanır, onlara kuvvetle yardım ederseniz, Allah'a güzel bir su­rette borç verirseniz kötülüklerinizi örterim. Sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere koyarım. Bundan son­ra sizden kim de inkâr ederse şüphesiz doğru yoldan sapmış olur."

13- Sözlerini bozmalarından ötürü on­lara lanet ettik, kalplerini de katılaş-tırdık. Onlar kelimeleri yerlerinden değiştiriyorlar. Kendilerine belletilen öğütlerin bir kısmını unuttular. İçle­rinden pek azı müstesna, daima hain­liklerini görürsün. Sen onları affet ve bağışla! Muhakkak ki, Allah ihsan edenleri sever.

14- "Biz Hristiyanız" diyenlerden de sözlerini aldık. Onlar da kendilerine belletilen öğütlerden bir kısmını unut­tular. Bu bakımdan Kıyamete kadar aralarına kin ve düşmanlık saldık. Al­lah yapmakta olduklarını kendilerine haber verecektir.



Açıklaması


Yüce Allah İsrailoğulları'ndan peygamberleri Mûsâ (a.s.) aracılığı ile Al­lah'ın kendileri için seçmiş bulunduğu şeriatlerinin yer aldığı Tevrat gereğince mutlaka amel edeceklerine ve onu tam bir ciddiyet ve gayret ile kabullenip tu­tacaklarına dair söz ve ahit almıştı: "Size verdiğimizi tam bir kuvvetle alın (de­mişti)." (Bakara, 2/63 ve 93). Bu ahit hâlâ elde bulunan Tevrat'ta yer almakta­dır. Biz ayrıca ona aralarından 12 temsilci seçmesini de emrettik ki, bunlar -Araplardaki kabileler durumunda olan- Esbât'm işlerini üstlenecek, onları gözeteceklerdi. Temsilciler (nakîbler) 12 Sıbtm önderleri yahut onların temsilcile­ri idi. "Nakîb" bir topluluğun büyüğü ve işlerinin durumlarını araştırıp onları üstlenen, bu işlerdeki maslahatlarını tetkik eden kimse demektir. Gönderilme­leri ise Beytülmakdis'deki zorbalarla çarpışmak üzeredir.

Bunun hangi tarihte cereyan ettiğine gelince: İbni İshâk ve başkalarının İbni Abbas'tan rivayetlerine göre İsrailoğulları Firavun ve beraberindekilerden kurtulunca Allah onlara, o sıralarda zorba Kenanîlerin yerleşik bulunduğu Bey-tülmakdis'in üzerine yürümelerini emredip dedi ki: "Orasını ben sizin için vatan kıldım. Haydi oraya gidiniz ve orada bulunan kimselere karşı cihat ediniz. Size şüphesiz ben yardım edeceğim." Mûsâ (a.s.) zorbalarla çarpışmaya yönelince, Allah kendisine 12 sıbtı temsil edecek ve Allah'ın kendilerine vermiş olduğu emirleri yerine getirmenin taahhüdünü verecek bir nakib almasını emretmişti. Hz. Mûsâ Arz-ı Mukaddese doğru yaklaşınca haber toplamak üzere nakibleri gönderdi. Orada oldukça güçlü surlar, büyük güç ve kuvvet sahibi kimseler gör­düler. Onlardan korkup çekindiler, geri dönüp kavimlerine gördüklerini anlattı­lar. Oysa Hz. Mûsâ böyle bir şey yapmalarını kendilerine yasaklamıştı. İki na­kib dışındakiler ahitlerini bozdular. Bunlar ise Yüce Allah'ın haklarında: "Al­lah'ın kendilerine nimet vermiş olduğu (Allah'tan) korkanlardan iki kişi: Haydi onların üzerine kapılardan girin... dediler." [31] (Mâide, 5/23) dediği kimselerdir.

"Ve Allah demişti ki, şüphesiz ben sizinle beraberim." Yüce Allah İsrailo-ğulları'na vahyi bildiren Mûsâ (a.s.)'ya: Şüphesiz ki, ben sizinle beraberim, ya­ni sizin koruyucunuz, yardımcınız, destekçiniz ben olacağım; durumunuzu gö­rüp gözetiyorum, amellerinizin karşılığını da size vereceğim, demişti.

Allah onlarla şu ilâhî ahdi yaptı: Andolsun, eğer namazı dosdoğru kılar, onu en mükemmel şekliyle eda eder, nefislerinizi arındırıp temizler, mallarını­zın zekâtını verir, Musa'dan sonra sizlere gönderilecek peygamberlerime iman ederseniz, yani onları -Dâvûd, Süleyman, Zekeriyya, Yahya, İsâ ve Muhammed (hepsine selâm olsun) gibi peygamberleri- sizlere getirecekleri vahiylerinde tas­dik edip doğrulayacak, tasdik edecek olursanız, onlara yardımcı olup hak üzere yanlarında yer alır, düşmanlarına karşı onları himaye eder, Yüce Allah'a da güzel bir şekilde borç verirseniz, yani onun yolunda ve onun rızasını aramak maksadıyla infak ederseniz ve bunları Allah'ın size farz kılmış olduğu zekâttan ayrı olarak yaparsanız, evet, andolsun bütün bunları yaptığınız takdirde, şüp­hesiz ben de sizin günahlarınızı affedip bağışlayacağım. Günahlarınızı örtece­ğim, sileceğim; günahlarınız dolayısıyla sizleri sorgulamayacağım ve andolsun sizleri altından ırmakların aktığı cennetlere sokacağım. Yani sakındığınız şey­leri sizden uzaklaştıracak ve arzuladığınız maksatlarınızı gerçekleştireceğim.

Aranızdan kendisine vermiş olduğum emirlerden herhangi bir şeyi inkâr edip, sağlamca pekiştirilmesinden sonra bu ahde kim muhalefet ederse, artık o Allah'ın sizin için şeriat olarak belirlemiş olduğu din olan apaçık ve dosdoğru yoldan şaşmış, o dosdoğru yolu, hidayeti bırakıp sapıklığa yönelmiş olacaktır.

Daha sonra Yüce Allah onların bu ahdi bozmuş olduklarını, bundan ötürü de yaptıklarına karşılık olmak üzere onları cezalandırdığını beyan ederek şöyle buyurmaktadır: "Sözlerini bozmalarından ötürü onlara lanet ettik, kalplerini de katılaştırdık." Kendilerinden alınmış olan sözü bozmaları sebebiyle biz de onları haktan uzaklaştırdık, hidayet ve rahmetimizden kovduk. Üzerlerine ga­zabı, öfkeyi ve kızgınlığı indirdik. Kalplerini hakkı kabul etmeyecek, hiç bir öğüt almayacak şekilde alabildiğine sert, kaba, katı, haşin kıldık. "Allah kalp­lerine, kulaklarına mühür vurdu. Gözleri üzerinde de perde vardır onların." (Bakara, 2/7).

"Onlar kelimeleri yerlerinden değiştiriyorlar." Anlayışları fesada boğuldu; Allah'ın ayetlerindeki tasarrufları alabildiğine kötüleşti. Allah'ın Kitabını, in­dirdiği şekilden başka türlü tevil ettiler. Onun maksadına aykırı manalara yo­rumladılar, değiştirdiler. Bunların Kitabı tahrif etmeleri iki türlü olmuştu:

Birincisi, takdim, te'hir, fazlalık ve eksiklik ile lafızların tahrif edilmesi; ikincisi, lafızları asıl maksatlarından başka manalara yorumlayarak anlamla­rın tahrif edilmesi.

Yüce Allah onların Kitabı tahrif edip yanlış şekilde yorumlamalarına dair haberi bir çok yerde vermektedir. Bunlardan birisinde şöyle buyurulmaktadır: "Dillerini eğerek, bükerek dine de saldırarak: "İşittik, (ama) isyan ettik. İşit, işitmez olası, râinâ derlerdi." (Nisa, 4/46) Tarihen ve bizzat Yahudi ve Hristi-yanlann kendi itiraflarıyla şu durum bilinmektedir: Mûsâ (a.s.)'ya indirilen, yazılı olarak kendilerine verilip korunmasını emrettiği Tevrat tek bir nüsha idi. Yahudi ve Hristiyan tarihçilerin ittifakıyla bu nüsha, İsrailoğulları Babilli-ler tarafından esir alınıp onlara baskın yaptıkları sırada kaybolmuştu. Yanla­rında da başka bir nüsha bulunmuyordu ve onu ezberlememişlerdi. Bu nüsha ise Babillilerin onların kutsal heykellerini yakıp başkentlerini tahrib etmeleri, hayatta kalanlarını da esir almaları sebebiyle kaybolmuştu.

Hz. Musa'ya nispet olunan ve içlerinde onun ölümüne ve hayatına dair ha­berlerin yer aldığı, ondan sonra onun benzeri kimsenin gelmediği ifadelerinin bulunduğu beş bölümlü kitaba (Tevrat'a) gelince: Bu bölümler ondan oldukça uzun bir süre sonra, birkaç asır sonra yazılmıştır. Bunları kâhin Azra, esaret ve öldürülmelerden arta kalan yaşlılarının bildiklerinden derleyerek ve İsrailo-ğulları'na kendi topraklarına dönüş izni verilmesinden sonra yazmıştı. İncil de aynı şekilde bizzat Hristiyanlarm itirafı ile Hz. İsa'dan bir ve daha fazla asır sonra yazılmıştır.

"Kendilerine belletilen öğütlerin bir kısmını unuttular." Yani ondan yüz çe­virerek gereğince ameli bıraktılar, Allah'ın peygamberlerden almış olduğu Mu-hammed (s.a.)'e iman edileceğine dair ahdi unuttular. İbni Abbas der ki: Onla­rın Kitabı unutmalarının anlamı Kitabın aslından bir bölümü unutmaları ve kitaplarında kendilerine verilen emirlerin bir kısmını terketmeleridir. Bu da Muhammed (s.a.)'e iman etmekti. Hasan-ı Basrî şöyle der: Dinlerinin yapışma­ları gereken kulplarını ve kendileri olmaksızın Allah'ın ameli asla kabul etme­yeceği Allah'ın onlara yüklemiş olduğu vazifeleri terkettiler. Başkası da şöyle demektedir: Onlar Allah'ın emri üzere ameli terkettiler, o bakımdan oldukça aşağılık bir hale düştüler. Ne kalplerinde doğruluk ve esenlik kaldı, ne doğru fıtratları ne de doğru amelleri kaldı.

Bütün bunların nakledilmeleri ise, Muhammed (s.a.)'in doğruluğuna delâlet eden Kur'an-ı Kerim mucizesinin baki kalıp devam etmesi içindir. İşte Yüce Allah Mûsâ (a.s.)'nın ölümünden asırlarca sonra bunlardan bize haber vermektedir.

"İçlerinden pek azı müstesna daima hainliklerini görürsün." Sana ve asha­bına karşı girişecekleri hile ve tuzakları, gaddarlıklarını, sözlerinde durmayış-lannı hainliklerini görüp duracaksın. Mücahid ve başkaları şöyle demiştir: Bu­nunla Resulullah (s.a.)'ı suikast ile öldürmek üzere anlaşmaları kastedilmekte­dir. Bazıları da bunun anlamının şu olduğunu söylerler: Sen onlardan hainlik edecek kimseleri görüp duracaksın [32]

Taberî şöyle der: Bu konuda sözün doğrusu şu ki, şanı Yüce Allah bu ayet-i kerime ile Resulullah (s.a.)'ı ve ashabını öldürmeyi kasteden Nadir oğulları Yahudilerin kastetmektedir. Resulullah (s.a.) Amirlilerin diyetini ödemek hu­susunda onlardan yardım istemek üzere gittiği vakit, Allah onların kararlaştır­dıkları komplolardan kendisini haberdar etmişti [33]

"İçlerinden pek azı müstesna", yani sen pek azı müstesna olmak üzere on­lardan sadır olacak ve defalarca ortaya çıkacak hainliklerini görüp duracaksın. Bu müstesna kimseler ise Abdullah b. Selâm ve onunla iman eden, güzel bir şekilde de imanına bağlanan arkadaşlarıdır. Bunlardan korkma.

Artık onların yaptıklarını affet. Aralarından kötülük işleyenleri bağışla, bunlara karşı iyilikle davran. Şüphesiz Allah güzel bir şekilde affeden, kötülük yapanları bağışlayan, ihsan edici kimseleri sever; bu ihsanlarının karşılığında onları mükâfatlandırır. İşte bizzat yardım ve zafer de budur. Nitekim seleften bazıları şöyle demişti: "Senin hakkında Allah'a asi olan kimseye karşı senin onun hakkında Allah'a itaat etmek kadar güzel bir davranışın olamaz." İşte bu yolla onların kalbi sana ısındırılır ve hak üzere bir araya gelmeleri umulur, belki de Allah onları hidayete iletilir [34]

Peygamber (s.a.)'in Medine etrafında bulunan üç Yahudi kabilesine (Kay-nuka, Nadîr ve Kurayza oğullarına) işin başında da, ortasında da, sonunda da en güzel şekilde davranmış olduğu sabittir. Medine'ye hicretten sonra önce on­larla "Medine Vesikası" diye bilinen bir barış akdi yapmış, onlarla barış içinde yaşamak üzere sözleşmişti. Onlar da ona karşı savaşmayacak, düşmanlarına destek vermeyeceklerdi. Bu şekilde davrandıkları takdirde canları ve malları emniyet altında bulunacak, tam bir hürriyetten yararlanacaklardı. Ancak Ya­hudiler sonradan ahitlerini bozdular, peygambere hainlik ettiler. Kureyş kam­pına katıldılar ve Müslümanlara karşı savaşta müşrik Araplarla ortak hareket ettiler. Peygamber (s.a.) de onları Medine civarından kovup uzaklaştırmakla yetindi. İşin neticesinde ise Resulullah (s.a.) hainliklerine, antlaşmaları boz­malarına karşılık onları cezalandırmadı. Bunun yerine onların Arap yarımada­sından -ve bu arada Hicaz'dan- sürülmelerini vasiyet etmekle yetindi.

Daha sonra Yüce Allah Hristiyanlardan alınan ahdi hatırlatarak şöyle bu­yurmaktadır: "Biz Hristiyanız diyenlerden de sözlerini aldık..." Yani aynı şekilde Hristiyanlardan da son peygambere tabi olup ona yardımcı olacaklarına, onu destekleyeceklerine, onun izinden gideceklerine ve Allah'ın insanlara göndere­ceği bütün peygamberlere iman edeceklerine dair söz ve ahit aldık. Fakat onlar da Yahudilerdin yaptığı gibi yaptılar; dinlerini tahrif ettiler, sözlere muhalefet ettiler, ahitleri bozdular. Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Onlar da kendilerine belletilen öğütlerden bir kısmını unuttular. Bu yüz­den kıyamete kadar aralarına kin ve düşmanlık saldık..." Yani onlar da dinle­rinden yüz çevirerek dinlerinin esasları gereğince ameli terkettiler. Bundan ötürü biz de aralarına birbirlerine karşı düşmanlık ve kin saldık. Kıyamete ka­dar böyle devam edip gideceklerdir. Hristiyan kavimler bütün çeşit ve türleriy­le birbirlerine düşmandırlar, birbirlerine kin beslerler. Biri ötekini tekfir eder, biri diğerine lanet eder. Kıyamet gününde Allah dünyada yaptıklarını kendile­rine bildirecektir. Bu ise Allah'a ve Rasulüne yaptıkları iftiralar dolayısıyla on­lara büyük bir tehdittir. Yüce Allah'a nispet ettikleri eş edinmek, çocuk sahibi olmak, ortağı bulunmak gibi iftiralara karşı bir tehdittir. Ahirette ise hak et­tikleri şekilde cezalandırılacakları muhakkaktır.

Bizzat Hristiyanlar tarafından da tarihî bir gerçek olarak şu husus kabul edilmektedir: Hz. İsa kendi öğüt ve direktiflerini yazmamıştır. Bu yüzden o, Al­lah'ın emri ile aralarından ayrıldığında ortada yazılı bir İncil yoktu. Yahudiler, ona tabi olanlara ağır baskılar uygulamış, onları her tarafta kovalamış, bir çoklarını öldürmüştü. Özellikle de avcılık yapan havarilerin peşine takılmışlar­dı. Kral Konstantin Hristiyanlığı kabul edip onlara karşı girişilen takibat sona erince, İncilleri yazmaya koyuldular. İnciller ise pek çok, birbirinden farklı ve çelişkili idi. Günümüzde kullanılan dört İncil ise ancak Hz. Mesih'ten üç asır sonra ortaya çıkmıştır. Bu da Roma kralı Konstantin'in Hristiyanlığa girmesi üzerine Hristiyanlarm devlet kademelerine yükselmelerinden sonra olmuştur. Hristiyanlık da, Konstantin'den itibaren yeni bir döneme girmişti ki, bu yeni dönemde putperestlik ve Grek felsefesinin yoğun etkisi söz konusudur.

Aslı ve tarihi bilinmemekle birlikte kendilerine Yeni Ahit adı verilen, bir­birleriyle çelişkili ve birbirini tutmayan bu İndilerde Hristiyanlığın esası Eski Ahit diye bilinen Yahudilerin kitapları üzerine kuruldu ki, zaten bu Eski Ahi-din de bilindiği gibi sabit ve sağlam bir esası, dayanağı yoktur. [35]



Kur'an-ı Kerım'ın Amacı


15- Ey Kitap Ehli! Kitaptan gizlediğiniz şeylerin çoğunu size açıkça anlatan ve birçoğunu da geçiveren peygamberiniz sizlere gelmiştir. Gerçekten Allah'tan size bir nur ve apaçık bir kitap gelmiş­tir.

16- Allah onunla rızasını gözetenleri selâmet yollarına iletir, izniyle onları karanlıklardan aydınlığa çıkartıp dos­doğru bir yola iletir.



Nüzul Sebebi


"Ey Kitap Ehli..." buyruğu ile ilgili olarak İbni Cerîr et-Taberî, İkrime'nin şöyle dediğini nakletmektedir: Allah'ın peygamberinin yanına Yahudiler girip recme dair soru sordular. O da: "Hanginiz daha bilgilidir?" diye sordu. İbni Sû-riyâ denilen birisine işaret ettiler. Hz. Peygamber, Tevrat'ı Musa'ya indiren adına, Tur'u kaldıran aşkına and verdirip kendilerinden alınan sözler adına diye yemin ettirdi. Adam korkudan titremeye başladı ve şöyle dedi: "Zina ara­mızda çoğalınca yüz sopa vurmakla, başları tıraş etmekle yetindik." Hz. Pey­gamber de onlar hakkında (sorularına cevap olarak) recin hükmünü bildirdi. Yüce Allah da: "Ey Kitap Ehli..." buyruğundan itibaren "dosdoğru bir yola ile­tir" buyruğuna kadar olan iki ayeti indirdi.[36]



Açıklaması


"Ey Kitap Ehli!" diye nida edilenler, Yahudiler ve Hristiyanlardır. Kitabın teklik olarak zikredilmesi, cins isim oluşundan dolayıdır. Hz. Muhammed (s.a.) hidayeti ve hak dini yeryüzündeki bütün insanlara getirmiş bulunmaktadır. Allah onu apaçık belgelerle, hak ile batılı birbirinden ayırdedici ölçü ile gönder­miştir. Burada Hz. Peygamber iki vasıf ile anılmaktadır:

Birincisi, Hz. Peygamber onlara gizleyip sakladıkları pek çok şeyi açıkla­maktadır. İbni Abbas şöyle der: "Muhammed (s.a.)'in sıfatını gizlediler, recm hükmünü bildirdiler. Bununla birlikte Allah onların saklayıp gizledikleri daha pek çok şeyden söz etmedi. Sakladıkları diğer şeyleri de açıklamak suretiyle onları rezil etmedi." Daha sonra Allah rasulü bu sakladıklarını onlara açıkladı. İşte bu bir mucizedir. Çünkü Resulullah (s.a.) herhangi bir kitap okumuş değil­dir, kimseden herhangi bir bilgi öğrenmemiştir. Onlara kitaplarındaki gizli saklı sırları haber vermesi bir çeşit gaybı haber vermek olup, bir mucize idi.

İkinci sıfatı ise pek çok şeyi affetmesidir. Yani bizzat sizin sakladığınız pek çok şeyi açığa çıkarmamaktadır. Bunları açığa çıkarmayışı din açısından açık­lanmalarına ihtiyaç olmayışındandır. Bu da onların rezil olmamaları için gizle­yip saklamayı terketmeye onları iten bir durumdur. Kur'an-ı Kerim'in onların sakladıklarını beyan etmesi aralarındaki bir çok haham ve bilginin İslama gir­mesine sebep teşkil etmiştir.

Birinci sıfatı gereği o, tahrif ettikleri, yanlış yorumladıkları ve hakkında Allah'a iftirada bulundukları şeyleri açıklıyor, ikinci sıfatının gereği de onların değiştirdikleri daha pek çok şey hakkında ses çıkarmıyor ve bunların açıklan­masında fayda bulunmuyordu. Hâkim, İbni Abbas (r.a.)'tan şöyle dediğini riva­yet etmektedir: "Her kim recmi inkâr edecek olursa umulmadık bir noktadan Kur'an-ı Kerim'i de inkâr etmiş olur." Yüce Allah'ın: "Ey Kitap Ehli! Kitaptan gizlediğiniz şeylerin çoğunu size açıkça anlatan... peygamberiniz gelmiştir." buyruğunun sözünü ettiği ve onların gizledikleri şeylerden birisi de recmdir. Daha sonra Hâkim şunları söylemektedir: Bu hadisin senedi sahihtir. Bununla birlikte Buharî ile Müslim bunu kitaplarında nakletmemişlerdir.

Daha sonra Yüce Allah şerefli peygamberine indirmiş olduğu Kur'an-ı Ke-rim'in apaçık bir kitap olduğunu, Muhammed'in bir nur yahut İslâmm bir nur olduğunu bildirmiştir. Nur'dan kasıt Muhammed'dir. Kitap'tan kasıt da Kur'an-ı Kerim'dir. Nur'dan kastın İslâm olduğu, Kitap'tan kasdın Kur'an-ı Ke­rim olduğu da söylenmiştir. Kur'an-ı Kerim bizatihi apaçıktır. Aynı şekilde in­sanların hidayet bulmak için gerek duydukları şeyleri de açıklayıcıdır.

Sonra Yüce Allah şu anlamda buyurmaktadır: O Kitabı ile Allah, kendini razı kılan, dine tabi olan kimseleri kurtuluş, esenlik ve doğruluğun yollarına iletir. Onları izniyle, yani tevfikiyle helak edici kötülüklerden kurtarır. Küfrün karanlıklarından imanın nuruna çıkartır, en açık yollara iletir. Bu da hak din­dir. Çünkü hak, özü itibariyle birdir, yolu da dosdoğrudur ve tektir. Batılın ise bir çok şubeleri, kolları vardır; hepsi de eğri büğrüdür.

Yüce Allah, Kur'an-ı Kerim'in üç faydasını ya da maksadını şöylece zikret­mektedir:

1- Allah'ı razı edecek şeylere tabi olanları Allah bedbahtlıktan, dünya ve ahirette azaptan kurtuluşa, esenliğe götüren yola iletir. Bu yol hak dindir; ada­let, ihlâs ve eşitliğin düzenidir.

2- O kendisine iman eden müminleri küfrün, şirkin, putperestliğin, veh­min ve hurafelerin karanlığından katıksız tevhidin nuruna iletir.

3- O dinden gözetilen sağlıklı hedefe ulaştıran yola, dünya ve ahiretin ha­yırlarına ulaştırır. [37]



Yahudi Ve Hıristiyanların İnançlarını Red


17- Andolsun ki: "Allah Meryemoğlu Mesih'tir." diyenler kâfir olmuşlardır. De ki: "Eğer Meryemoğlu Mesih'i, ana­sını ve yeryüzünde olanların tümünü helak etmek isterse kim Allah'a karşı koyabilir. Göklerle yerin ve arasında-kilerin mülkü Allah'ındır. Allah her şe­ye Kâdir'dir."

18- Yahudiler ve Hristiyanlar dediler ki: "Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileri­yiz." De ki: "Öyleyse günahınızdan do­layı neden size azap ediyor? Hayır, siz onun yarattığı insanlarsınız." Dilediği­ni bağışlar, dilediğine azap eder. Gök­lerin, yerin ve arasındaki her şeyin mülkü Allah'ındır, dönüş yine O'nadır.

19- Ey Kitap Ehli! Peygamberlerin ara­sının kesildiği bir dönemde gerçekten size peygamberimiz gelmiştir. Gerçek­leri açıklıyor ki: "Bize bir müjdeci de gelmedi, bir uyarıcı da gelmedi" deme-yesiniz. İşte size gerçekten müjdeci ve uyarıcı gelmiştir. Allah her şeye Kâ­dir'dir.


Nüzul Sebebi


"Yahudiler ve Hristiyanlar dediler ki..." diye başlayan 18. ayetin nüzul se­bebi ile ilgili olarak İbni İshâk, İbnü'l-Münzir ve Beyhakî, Delâilü'n-Nübüv-ve'de İbni Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedirler: İbni Ubeyy, Nu'mân b. Kusay, Bahrî b. amr ve Şâs b. Adiyy adındaki Yahudiler Resulullah (s.a.)'ın yanma geldiler. Onunla konuştular, o da onlarla konuştu. Kendilerine Allah'a davet etti, Allah'ın intikamından onları sakındırdı. Bu sefer: "Bizi ne diye kor­kutuyorsun, ey Muhammed?" dediler. "Şüphesiz biz Allah'ın çocukları ve sevgi­lileriyiz" diye Hristiyanlarm söyledikleri gibi sözler söylediler. Bunun üzerine onlar hakkında, 'Yahudiler ve Hristiyanlar dediler ki: Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz." ayeti nazil oldu [38]

"Ey Kitap Ehli.." diye başlayan 19. ayet-i kerime ile ilgili olarak da İbni İs­hâk, İbni Cerîr, İbniü'l-münzir ve Delâilü'l-Nübüvve adlı eserinde Beyhakî İbni Abbas'tan şöyle dediğini rivayet ederler: Resulullah (s.a.) Yahudileri, İslâm'a davet etti. İslama girmek için onları teşvik etti, onları sakındırdı; fakat onlar kabul etmediler. Muaz b. Cebel, Sa'd b. Ubâde ile Ukbe b. Vehb onlara şöyle de­di: "Ey Yahudiler! Allah'tan korkun. Allah'a yemin ederim ki, siz de hiç şüphe­siz onun Allah'ın rasulü olduğunu biliyorsunuz. Çünkü peygamber olarak gön­derilmeden önce ondan bize söz ediyor ve bize onun niteliklerini anlatıyordu­nuz." Bunun üzerine Râfi' b. Hureyme ile Vehb b. Yahudâ şöyle dediler: "Hayır, biz size öyle bir şey söylemedik. Allah da Musa'dan sonra herhangi bir kitap in­dirmiş değildir. Ondan sonra müjdeleyici, uyarıcı olmak üzere kimseyi de gön­dermedi." Bunun üzerine Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi indirdi [39]



Açıklaması


Hz. Mesih'in ulûhiyyetini iddia eden kesim, Hristiyanlann YaTcubiyye ko­lu idi. Daha sonra onların bu mezhepleri Hıristiyanlığın ünlü üç kesimi arasın­da egemen bir kanaat halini aldı. Bu üç kesim ise Katoliklik, Ortodoksluk ve Protestanlıktır. Bu sonuncularının mezhebi ise dört asır önce reformist rahip

Martin Luther'in ortaya koyduğu bir mezheptir. Bu mezhebi ile o, Hristiyanları bir çok gelenek ve hurafelerden kurtarabilmiştir. Mezhebi Amerika, İngiltere ve Almanya'da yayılmıştır. Bununla birlikte teslisi kabul ederek ve Allah'ın birliğini kabul edenleri de Hristiyan saymamaya devam etti. Fakat mesele so­nunda Mesih'in rab ve ilâh olarak nitelendirilmesine tekrar ulaşmaktadır. Ni­tekim İncil'in ilk sahifesinde şöyle yazılıdır: "Rabbimiz ve kurtarıcımız İsa Me­sih'in yeni Ahid Kitabı"

Bugün bütün Hristiyan fırkaları: "Allah, Meryem oğlu Mesih'in kendisidir, Mesih Allah'ın kendisidir" demektedirler. Onların dayanakları ise Yuhanna İn-cil'indeki şu ibaredir: "Başlangıçta söz vardı ve söz Allah'ın nezdindeydi; Allah ise sözün kendisidir." Onların yorumlamalarına göre "söz" bizzat Mesih'tir.

İşte Kur"an-ı Kerim'in kendilerini nitelendirmesi böyledir. Kur'an'da onla­rın Hz. Mesih'i ilâhlaştırdıkları ifade edilmektedir. Bundan dolayı Allah'ın, Me­sih'in kendisi olduğunu söyleyenler kâfir olmuşlardır. Allah bu batıl iddialarını reddetmekte ve şöyle buyurmaktadır: Ey Peygamber! Şu Hristiyanlara de ki: Allah kendilerini helak etmek dilediği takdirde, helaki ve ölümü Mesih'in ve anasının hatta diğer bütün insanların üzerinden kim kaldırabilir? Elbette bu­na kimsenin gücü yetmez. Allah istisnasız bütün insanları öldürmeye kadirdir. Kimse onun hükmünü geri çeviremez, kimse onun hükmüne karşı çıkamaz. Hiç bir kimsenin onun meşiet ve iradesi üzerinde bir otoritesi yoktur. Eğer Me­sih kendisini de annesini de helak ve ölüme karşı savunamıyor, bunları önleye-miyor ise, nasıl olur da Allah olabilir?

Hakikatte Allah göklerde, yerde, ikisi arasında bulunan insanlar ve cinler âlemleri üzerinde mutlak egemenlik ve tasarruf sahibidir. Bütün varlık âlemi onun mülkü ve onun yaratığıdır. Eşyayı yoktan, dilediği gibi, hikmet ve irade­sine uygun olarak yaratan Allah'tır. O dilediği takdirde topraktan babasız ve annesiz yaratır: Atamız Adem'i ve bütün canlıların ilklerini yarattığı gibi. Kimi zaman yalnızca babadan ve annesiz yaratır: Havva'yı yarattığı gibi. Kimi za­man da babasız bir anneden yaratır: Hz. İsa'yı yarattığı gibi. İşte bu Mesih'in hem bir insan, hem bir ilâh olduğunu; onun bir taraftan beşerî bir tabiatı, di­ğer taraftan da baskın gelen nasûtî, ilâhî bir tabiatı olduğunu iddia eden Hris-tiyanların iddialarına bir cevaptır. Onların bu şüpheye sahip oluşlarının sebebi Hz. İsa'nın alışılmadık bir şekilde yalnızca bir anneden yaratılmış olması, onun çamurdan kuşa benzer bir şey yapması, ondan bir insandan sadır olma­yan hayret verici işlerin sadır olması gibi hallerdir. Gerçekte ise bunlar Al­lah'ın bütün peygamberler eliyle ortaya koyduğu harikulade mucizelerden iba­retti. Bu gibi mucizeler mutlak olarak Allah'ın izni ve iradesi ile meydana gelir. Ta ki, bunlar peygamberlerin doğruluğunu destekleyen deliller olsun. Hz. İsa'dan ve başkalarından bu tür meziyetlerin sadır olması hiç bir zaman yara­tılmışı Yaratan yapamaz. Çünkü bunlar Yaratanın meşietiyle, iradesiyle olan şeylerdir.

Yüce Allah Hz. Musa'yı asa ve beyaz el mucizeleriyle desteklemişti. Çünkü onun döneminde sihirbazlık yaygındı. Hz. İsa'yı ise anadan doğma körü, alacalıyı iyileştirmek; ölüleri diriltmek mucizeleriyle desteklemişti. Çünkü tıp onun döneminde ileri seviyedeydi. Muhammed (s.a.)'i ise ayın yarılması gibi bir çok mucizelerle desteklediği gibi, onun ebedî mucizesi olan Kur'an-ı Kerim, fesahat ve belagatın en ileri ve üst seviyesindendir. Çünkü o, nesir, hitabet ve şiir tür­leriyle fasih söz söyleme imtiyazına sahip Araplar arasında tebliğde bulunmuş­tu. Hz. İsa'nın ölüleri diriltmesi -ki bu sayılı ve ferdî bir takım olaylardan iba­retti- ilâhlaştırılması için bir sebep değildir. Bizzat kendisi Allah'ın kulu ve ra-sulü olduğunu tekrar etmiştir. Ölüleri Allah'ın izniyle ve onun tevfik, irade ve hikmeti gereğince dirilttiğini ifade etmiştir.

Her şeye gücü yeten ise Allah'tır. O her şeyin yaratıcısıdır. Yerde olsun gökte olsun hiç bir şey onu âciz bırakamaz.

Daha sonra Yüce Allah şu sözleri söyleyen Yahudi ve Hristiyanların iddi­alarını reddetmektedir: Bizler Allah'ın çocukları ve sevgilileriyiz, yani bizler onun peygamberlerine müntesibiz. Peygamberler ise Allah'ın çocuklarıdırlar. Onlara özel bir şekilde inayet gösterir. O bizi sever. Kendi kitaplarından Yüce Allah'ın kulu İsraile şöyle dediğini de naklettiler: "Sen benim ilk oğlumsun." Hz. İsa ise İncil'de güya Hristiyanlara şöyle demiş: "İşte ben, benim de sizin de babamız olanın yanma gidiyorum." Yani benim de sizin de Rabbim olanın yanı­na. Matta İncil'inde Hz. Mesih'in dağ üstünde verdiği vaazında melekleri ve sa-lih müminleri nitelendirirken şöyle dediği zikredilmektedir: "Barışı yapanlara ne mutlu! Çünkü onlar Allah'ın çocukları diye anılırlar." Pavlos da Romalılara yazdığı mektubunda şöyle demektedir: "Çünkü Allah'ın ruhu izinden gidenle­rin hepsi, işte onlar Allah'ın çocuklarıdır." Onların kitaplarında Allah'ın oğlu, Allah'ın sevgilisi anlamındadır. Fakat onlar bunu olmadık şekilde tevil ettiler, tahrif ettiler. Aralarından aklı başında olup İslama girenler ise bu tabirin mu­hatabın şerefini yükseltmek ve ona ikramda bulunmak için kullanıldığını ifade etmişlerdir.

Bilindiği gibi onlar bu sözleriyle Hz. İsa hakkında iddia ettikleri şekilde kendilerinin de Allah'ın çocuğu oldukları iddiasında bulunmadılar. Onlar sade­ce bu ifadeleriyle Allah nezdinde ne kadar değerli olduklarını, Allah'ın katında yüksek bir mertebeye sahip olduklarını anlatmak istediler ve: "Biz Allah'ın ço­cukları ve sevgilileriyiz" dediler.

Yüce Allah ise dikkat çekici bir yolla onlara şöylece cevap vermektedir: De ki onlara: Eğer durum sizin ileri sürdüğünüz gibiyse niçin günahlarınız se­bebiyle dünya hayatında sizleri azaplandırıyor? Meselâ, putperestlerin en bü­yük mescidinizi ve beldenizi, Beytulmakdis'i tahrib etmesi, yeryüzünde haki­miyetinize son vermeleri, ahirette de küfür, yalanlama ve iftiranıza karşılık size cehennem ateşinin hazırlanmış olması nedendir? Halbuki baba oğluna azap vermez, seven sevdiğini azaplandırmaz. O halde sizler ne Allah'ın çocuk­larısınız, ne de onun sevdikleri! Aksine sizler onun yarattıkları cümlesinden bir takım kimselersiniz. O, kullarından hiç bir kimseye iltimasta bulunmaz. O, ancak mağfirete lâyık olanlar arasından dilediği kimselere -ki bunlar ona itaatkâr olanlardır- mağfiret eder. Azaba lâyık olanlardan dilediği kimselere -ki bunlar da isyankârlardır- azap eder. O dilediğini yapar. Kimse onun hük­münü kovuşturamaz. O hesabı pek süratli görendir. Haydi artık kendiniz, geç­mişleriniz, kitaplarınız hakkındaki aldatıcı kanaatlerinizden vazgeçiniz, guru­runuzu terkediniz. Bunların size faydası yoktur. Aksine size faydalı olacak olan, İslâm risaletine imanın bir bölümünü teşkil ettiği sahih iman ile salih ameldir.

Allah göklerde, yerde ve ikisinin arasında bulunan her şeyin mutlak mali­ki, egemeni ve mutlak mutasarrıfıdır. Bütün yaratıklar onun kuludur. Onun mülkü ve saltanatı altındadır: "Göklerde ve yerde bulunan herkes mutlaka Rahman (olan Allah)'a kul olarak gelecektir." (Meryem, 19/93). Yüce Allah'ın gökleri ve yeri söz konusu ettikten sonra tesniye zamiri kullanarak "ikisi ara­sındaki her şeyin" diye buyurması, çoğul zamir kullanmayıp aralarındaki şey­lerin dememesi, iki türe (yani gökleri bir tür, yeri de bir tür olarak değerlendir­diğine) bir işarettir. Dönüş O'nadır, yani sonunda Allah'ın huzuruna varılacak­tır. Kulları arasında dilediği şekilde hükmünü verecektir. O, asla zulmetmeyen mutlak âdildir. Bu ise kâfirlere, onları ahirette küfürleri ve batıl iddiaları dola­yısıyla azaplandıracağına dair bir uyarıdır.

"Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır." buyruğu Hz. Mesih'in ulûhiyyetini iddia eden Hristiyanlara ve yine hem Hristiyanlara hem de Yahudilere red ol­mak üzere tekrarlanmıştır. Çünkü Allah Hz. Mesih'in maliki ve onu helak et­meye kadir olandır. Göklerin ve yerin Allah'ın mülkiyetinde olduğunun tekrar edilmesi ise dilediğine mağfiret etmeye dilediğini azaplandırmaya kadir oldu­ğunu açıklamak, onların Allah nezdinde yakın olma, üstün bir mertebeye sahip olma iddialarını iptal etmek içindir. Çünkü Allah'a yakın olmanın ölçüsü, iman ve salih ameldir. Miras yoluyla devralman şeyler yahut kavmî veya unsurî ay­rıcalıklar değildir. Yahudilerin Allah'ın seçilmiş milleti olduğu iddiası doğru de­ğildir ve hiç bir kavmin, milletin başka bir millete üstünlüğü yoktur.

Daha sonra Yüce Allah Yahudi ve Hristiyanlara şöylece hitap etmektedir: Kendilerine rasulü, kendisinden sonra rasul ve peygamber gelmeyecek pey­gamberlerin sonuncusu Muhammed (s.a.)'i gönderen O'dur. Hatta onların bera­berlerinde bulunanları doğrulayan ve onların hepsini takip eden O'dur. Kitap­larında size müjdesi verilen peygamber, peygamberlerinizin geleceğini haber verdiği peygamber, Muhammed'dir. İşte o peygamber, peygamberlerin ardının arkasının kesildiği bir dönemde gelmiş, size açıklamalarda bulunmaktadır. Ya­ni vahyin kesilmesi üzerinden, onun peygamberliği ile Meryem oğlu İsa'nın peygamberliği arasında uzun bir zaman geçtikten sonra gelmiş ve sizlere ihti­yaç duyduğunuz din ve dünyanıza dair hükümleri, putperestliğin ifsad ettiği inançları, maddi alanda aşırılıklarla bozulmuş ahlâkı, muhtevasını boşalttığı­nız ve yalnızca anlamsız ve ruhsuz bir takım merasimlere dönüştürmüş oldu­ğunuz ibadetleri açıklamakta; yine sizlere sizin için içinden çıkılamaz bir hal almış olan dini hususları beyan etmektedir. Bilindiği gibi Hz. Adem ile Hz. Nuh arasında on asır; Hz. Nuh ve Hz. İbrahim arasında on asır; Hz. İbrahim ile İmran oğlu Hz. Mûsâ arasında on asır geçmiştir. Bir asır ise yüz yıldır. Hz. Mûsâ ile Hz. İsâ arasında ise 1700 yıl vardır. Hz. İsa'nın doğumu ile Hz. Mu-hammed (s.a.)'in doğumu arasında ise 569 yıl geçmiştir.

"Bize bir müjdeci de gelmedi, bir uyarıcı da gelmedi demeyesiniz." Siz böyle bir delil ileri sürüp böyle bir söz söylemeyesiniz diye. Ey dinlerini değiştirip tah­rifata uğratanlar! Bize hayır ile müjdeleyen, kötülükten korkutan bir rasul gel­medi mi diyorsunuz? İşte size müjdeleyen ve uyaran bir peygamber gelmiştir. Kendisine itaat edenleri cennet ile müjdeliyor. Kendisine itaat eden kimse ise Al­lah'a iman eden, emrolunduğu şeyleri yerine getiren ve onun yasakladıklarından uzak duran kimsedir. Kendisine isyan eden, Allah'ın emrine muhalefet edenleri de cehennemle korkutuyor. Yani sizlere Muhammed (s.a.) gelmiş bulunmaktadır.

'Ye Allah her şeye Kâdir'dir." Taberî şöyle der: Bunun anlamı şudur: Ben sana isyan edeni cezalandırmaya, bana itaat edeni mükafatlandırmaya kadi­rim [40] Yüce Allah'ın kudretinin belgelerinden birisi de peygamberi Muham­med (s.a.)'e yardım etmiş olması, dünyada onun kelimesini ahirette de mevkisi-ni yükseltmiş bulunmasıdır. [41]



Hz. Musa'nın, Kavmine Allah'ın Nimetlerini Hatırlatması Ve Mukaddes Arz'a Girmelerinin İstenmesi, Buna Karşılık Reddedici Tavırları


20- Hani Mûsâ kavmine demişti ki: "Kavmim, Allah'ın üzerinizdeki nimeti­ni hatırlayın. Hani sizden peygamber­ler göndermiş ve sizi hükümdarlar yapmıştı. Dünyada kimselere vermedi­ğini size vermişti.

21- "Kavmim! Allah'ın size yazdığı mu­kaddes arza girin ve arkanıza dönme­yin, yoksa hüsrana uğrayanlar olursu­nuz."

22- Demişlerdi ki: "Ey Mûsâ! Orada gerçekten zorba bir kavim var. Onlar oradan çıkmadıkça biz oraya girmeyiz. Eğer oradan çıkarlarsa biz de gireriz."

23- Korkanlar arasında bulunanlardan Allah'ın kendilerine nimet verdiği iki adam demişlerdi ki: "Onların üstlerine kapıdan yürüyün, oraya girerseniz mu­hakkak siz galiplersiniz ve şayet mü-minlerseniz, Allah'a dayanıp güvenin."

24- Demişlerdi ki: "Ey Mûsâ, onlar ora­da oldukça ebediyyen oraya girmeyiz. Git, sen ve Rabbin savaşın, biz burada oturanlarız.''

25- Demişti ki: "Rabbim, ben ancak kendime ve kardeşime sahibim. Artık bizim aramızla fasıklar topluluğunun arasını ayır."

26- Buyurdu ki: "Orası onlara haram edildi. Kırk yıl süreyle... Yeryüzünde şaşkın dolaşacaklar. Artık sen fasıklar güruhu için tasalanma."



Açıklaması


Yüce Allah, bize kelimi İmrân oğlu Mûsâ (a.s.)'nm kavmine Allah'ın ni­metlerini hatırlatmasını haber vermektedir. Hz. Mûsâ onlara eğer doğru yol üzerinde yürüyecek olurlarsa Allah'ın kendilerine dünya ve ahiret hayrını bir­likte vereceğini söylemişti. Yüce Allah burada şöyle buyurmaktadır: Ey Mu­hammed! Sen İsrailoğullarma ve senin davetinin ulaşacağı diğer insanlara şu­nu hatırlat: Hani bir zamanlar Mûsâ kavmine onları Firavun'un ve onun kav­minin zulmünden kurtardıktan sonra şu üç nimeti hatırlatmıştı:

1- Atanız İbrahim'den itibaren -sonuncuları İsa (a.s.)'ya kadar- aranızda peygamberlerin ardı arkasına gönderilmiş olması nimetini hatırlayın. Sonra Yüce Allah İbrahim'in oğlu İsmail'in soyundan gelen peygamberlerin sonuncu­suna vahiy gönderdi. İsrailoğulları ise Hz. İbrahim'in oğlu Hz. İshak'ın oğlu Hz. Ya'kub'un soyundandırlar. Hz. Musa'dan sonra kendilerine gelen bütün peygamberler Tevrat ile hüküm veriyorlardı.

Bilindiği gibi peygamberlik (nübüvvet), Yüce Allah'tan gelen vahiy yahut ilham ile gelecekte meydana gelecek gaybî bir takım hususları haber vermek demektir. Özetle, İsrailoğulları'nda gönderildiği kadar hiç bir ümmete peygam­ber gönderilmiş değildir.

2- Ayrıca o sizi hükümdarlar yaptı. Yani daha önce Kıptîlerin elinde, onla­rın mülkiyetinde iken sizleri özgürlüğünüze kavuşturdu. Allah sizi kurtardı. Sizin kurtarılmanıza da "mülk=hükümdarlık" adını verdi. Melik, evi ve hizmet­çisi olan kimseye denir. Bir diğer görüşe göre melik (hükümdar), çalışma külfe­tine ve zorluklara katlanmaya gerek duymayacak kadar malı ve serveti olan kimse demektir. Özetle onlar hür kimselerdi. Kendilerine yetecek kadar eş, hizmetçi ve evleri vardı. Buna delil ise Ebu Davud'un Ebu Said el-Hudrî'den Hz. Peygambere merfu olarak rivayet ettiği şu hadis-i şeriftir: "İsrailoğulların-dan herhangi birisinin hizmetçisi, bineği ve hanımı oldu mu o melik diye yazı­lırdı." Yine Ebu Davud, Zeyd b. Eslem'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Evi ve hizmetçisi olan kişi meliktir." Günümüzün örfü de bunu teyit etmektedir. Hizmetçisi bulunan, evine sahip ve rahat geçinen kimseye: "Zamanın hü­kümdarı, meliki" adı verilmektedir.

3- Onlara dünyalardan (âlemlerden), yani kendi çağdaşları olan âlemler­den kimseye vermediği denizin yarılması, düşmanlarının suda boğulması, bu-VatV-öL ^\çe.\exvd\t\bxvelet\ metv ve selvanın üzerlerine indirilmesi ve buna benzer çok büyük şeyler vermişti.

Daha sonra Hz. Mûsâ, Filistin'e girerek düşmanlarla cihat etmelerini emre­dip şöyle dedi: Kavmim! Arz-ı Mukaddes'e (temiz topraklara), yani Beytulmakdis yahut Filistin topraklarına -orayı mülk edinmek için değil de- orada yerleşmek için giriniz. Çünkü Beytulmakdis peygamberlerin karar yeri, müminlerin meske­nidir. "Allah'ın size yazdığı yere" Allah'ın sizin için kısmet kılıp belirlediği yere. Allah Hz. İbrahim'e o mukaddes topraklarda yerleşme hakkını verme vaadinde bulunmuştu. Yoksa onlara mülk olmak anlamında değil. Çünkü böyle bir şey va­kıaya muhalif olurdu. Yahudilerin bu vaadden onların mutlaka bu mülk edindik­leri yerlere döneceklerine dair bir sonuç çıkarmaları doğru değildir. Çünkü Yüce Allah, hemen ondan sonra: "Orası onlara kırk yıl haram edildi..." buyurmakta­dır. İbni Abbas şöyle der: O topraklar onlara önceleri hibe edildi, sonra uğursuz­lukları ve isyankârlıkları sebebiyle haram kılındı. Diğer taraftan Yüce Allah'ın: "Allah'ın size yazdığı" buyruğundaki bu "yaziŞ" itaat kaydı şartına bağlıdır.' Bu şart yerine getirilmediğinden dolayı vaad de söz konusu olmaz.

"Arkanıza dönmeyin, yoksa hüsrana uğrayanlar olursunuz." Zorbalardan korkarak geri dönmeyin. Arkanızı dönüp kaçmayın, cihattan yüz çevirmeyin. Öyle yapacak olursanız dünya ve ahiret mükâfaatmı kaybeden, ziyana uğra­yanlar olursunuz.

Bundan maksadın, doğru dinden dönüp Mûsâ (a.s.)'nın peygamberliğinden şüphe etmeye, putperestliğe ve yeryüzünde fesada dönmek olduğu da söylen­miştir.

Hz. Mûsâ'nm Arz-ı Mukaddeste durumu araştırmak için göndermiş olduğu nakipler geri dönüp şöyle dediler: Orada zorba bir topluluk vardır. Yani insanları istediklerine mecbur eden, boylu poslu, eşkiya tipinde kimseler vardır (Bunlar Kenanlılardandılar.). İşte o kimseler oradan çıkmadıkları sürece biz ebediyyen oraya girmeyiz. Şayet oradan çıkacak olurlarsa biz de oraya gireriz. Onlar bu sözleri Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi çıkmalarım çok uzak bir ihtimal görerek söylemişlerdi: "Ve onlar deve iğne deliğinden girmedikçe cennete giremez­ler." (A'râf, 7/40). Bunların oraya girmeyi kabul etmediklerine ve tertemiz Filis­tin topraklarından hiç bir şeyi hak etmediklerine bir başka delildir.

Yüce Allah'tan korkan ve Allah'ın kendilerine hidayet, iman, itaat, razı olacağı şeylere muvaffakiyet, Allah'ın yardımına güven gibi nimetler vermiş ol­duğu Hz. Musa'nın kavmine mensub Yûşâ' b. Nûn ile Kâlib b. Yûfenna adlı, Al­lah'tan korkan nakipler dediler ki: Bunların üzerine şehrin kapısından girin. Siz bunu yaptığınız takdirde Allah sizi zafere kavuşturacak, askerleriyle sizin yardımınıza koşacak ve siz galipler olacaksınız.

Eğer siz Allah'a tevekkül eder, onun emrine tabi olur, rasulüne muvafakat ederseniz o da düşmanlarınıza karşı size yardımcı olur. Sizi destekler, Allah'ın sizin için yazmış olduğu beldeye girersiniz. Esasen Allah'a tevekkül etmek, müminlerin niteliklerindendir.

Bununla birlikte Yahudiler tekrar şehre girişi reddettiler, inat ve isyanda ısrar ettiler. Bu iki salih kimsenin onlara verdikleri öğüdün hiç bir faydası ol­madı. "Ey Mûsâ!" dediler, "Onlar orada bulundukları sürece ebediyyen biz de o şehre girmeyiz." "Ebediyyen" diyerek uzun zaman boyunca bu girmeyişlerini tekit ettiler. Ayrıca: "Onlar orada oldukça" ifadesi de bu ebediyyen giremeyişi beyan etmektedir. O halde artık sen ve sana Mısır'dan çıkıp buralara kadar gelmeyi, cihatı emreden Rabbinle birlikte gidiniz, o zorbalarla sizler savaşınız, biz de cihada gelmeyip burada oturup bekleyeceğiz.

Bu ise Hz. Musa'ya karşı alabildiğine büyük bir had bilmezlik, ona karşı büyük bir saygısızlıktı.

Hz. Mûsâ kızgın, üzüntülü, kederli, şikâyet ve teessürünü Yüce Allah'a ar-zeden, kavminin isyanından özür beyan eden bir üslûpla: "Rabbim, ben ancak kendime ve kardeşime sahibim." dedi. Yani bunlardan kimse bana itaat etmi­yor. Davet ettiğim şeye olumlu cevap vermiyorlar. Bu işi benden ve kardeşim Harun'dan başkası yapmıyor. Bu ifade ayrıca itaat edeceklerin sayılarının az olduğu bu vaziyette Yûşâ ve Kâlib'in de sebat göstereceklerine güven duymadı­ğını ima etmektedir.

"Artık Rabbim benimle şu itaatinin dışında çıkan fasıklar arasında hük­münü ver, aramızı ayır, hak ettiğimiz hükmünü ver, onlar hakkında da hak et­tikleri hükmü ver." Bu onlara beddua anlamındadır. Bundan dolayı hemen aka­binde: "Orası onlara kırk yıl haram edildi." buyruğu sebebin bir çeşit sonucu olarak zikredilmiş olmaktadır.

Bu duanın anlamının şöyle olması da mümkündür: "Bizimle onların arası­nı uzaklaştır, bizi onlarla birlikte olmaktan kurtar." Yüce Allah'ın: "Ve beni za­limler topluluğundan kurtar." (Tahrîm, 66/11) buyruğunda olduğu gibi.

Yüce Allah, cihattan yüz çevirdikleri vakit Hz. Musa'nın onlara beddua et­mesi üzerine şöyle buyurdu:"Orası onlara kırk yıl haram edildi. Yeryüzünde şaşkın dolaşacaklar." Yani kırk yıl süreyle Arz-ı Mukaddes'e girişleri onlara ya­sak kılındı ve kupkuru bir çölde şaşkın şaşkın dolaşıp durdular. Yani yolun ne­rede olduğunu bilmeksizin yol alıp durdular.

Tih, "dağ arası geçit yahut geniş çöllük ya da kişinin yolunu kaybettiği düz yer" demektir. Onlar bu süre zarfında nereye gideceklerini bilemiyorlardı. Riva­yet olunduğuna göre kırk yıl süreyle altı fersahlık bir mesafe içinde kalıp durdu­lar. (İbni Abbas ise dokuz fersah olduğunu söylemektedir). Her gün tam bir gay­retle yol alıyorlar, nihayet gayretleri, çabaları bitip yol almaktan usanıp akşam olunca yola koyuldukları yerde olduklarını görüveriyorlardı. Umumiyetle gecele­yin yol alıyorlar, kimi zaman da yola gündüz devam ediyorlardı. Geceleyin önle­rini aydınlatan direk şeklinde bir ışık duruyordu. Gündüzün de güneşin sıcağından onları bulut gölgelendiriyor, üzerlerine Men ve Selva iniyordu. Nihayet bu, yirmi yaşına kadar olanlar dışında hepsi ölüp gidene kadar böylece devam etti.

Rivayete göre altı yüz bin kişi idiler. Hz. Hârûn Tîh'de vefat etti. Hz. Mûsâ da bir yıl sonra orada vefat etti. Tîh'deki bu durum Hz. Mûsâ ile Hz. Harun'a bir rahmet, diğerleri için bir azaptı. Hz. Mûsâ Rabbinden kendisini Arz-ı Mu-kaddes'e bir taş atımlığı bir mesafeye kadar yaklaştırmasını dilemişti, Allah da onun bu duasını kabul ederek onu yaklaştırmıştı.

Hz.Yûşâ, kırk yaşından sonra peygamber oldu, zorbalarla savaşmakla em-rolündü. O da beraberinde kalanlarla zorbaların üzerine yürüdü, onlarla sa­vaştı. Savaştığı gün Cuma günüydü. Onlarla savaşı bitirinceye kadar güneş onun için bir süre durduruldu. İmam Ahmed Müsned'inde şöyle bir hadis riva­yet etmektedir: "Güneş Yûşâ dışında hiç bir kimse için alıkonulmuş değildir. O âa bunun Beytülmakdise doğru yürüdüğü günlere rastlar."

Bundan sonra Yüce Allah'ın kelâmı, Hz. Musa'ya kavminin başına gelen­lerden dolayı bir teselli mahiyetindedir: "Artık sen fasıklar güruhu için tasa­lanma", yani emrine karşı gelen o topluluklar için haklarında verdiğim hü­kümden dolayı üzülme. Çünkü onlar bunu hak etmişlerdi.

Zemahşerî ve başkaları şöyle bir soru ortaya atmaktadır: Yüce Allah'ın: "Orası onlara kırk yıl haram edildi" buyruğu ile: "Allah'ın size yazdığı Mukad­des Arz'a girin" buyruğunu bir arada nasıl anlayabiliriz? Bu soruya iki şekilde cevap verirler:

Birincisine göre; burada Allah'ın yazdığı arzın ora halkıyla cihat etme şar­tına bağlı olarak yazılmş olmasıdır. Onlar cihat etmeyi kabul etmeyince: "Orası onlara kırk yıl haram edildi." buyuruldu.

İkincisi bu arazi onlara kırk yıl süreyle haram kılınacak, fakat bu kırk yıl geçtikten sonra onlar için yazılan şey gerçekleşecek.[42]



Kabil Ve Habil Kıssası, Yeryüzündeki İlk Cinayet


27- Bir de onlara Adem'in iki oğlunun kıssasını doğru olarak anlat. Hani ikisi birer kurban sunmuşlardı da birininki kabul edilmiş, diğerininki kabul edil­memişti. O: "Andolsun seni öldürece­ğim!" deyince (kardeşi): "Allah ancak muttakîlerden kabul eder." demişti.

28- "Beni öldürmek için bana elini uza­tırsan, andolsun ben seni öldürmek için elimi sana uzatmam. Muhakkak ki, ben âlemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım.

29- Dilerim ki, sen benim günahımı da kendi günahını da yüklenerek cehen­nemliklerden olasın. Zalimlerin cezası da budur."

30- Bunun üzerine nefsi kendisine kar­deşini öldürmeyi güzel gösterdi ve onu öldürdü de hüsrana uğrayanlardan ol­du.

31- Sonra Allah kardeşinin ölüsünü na­sıl gömeceğini göstermek için ona yeri eşeleyen bir karga gönderdi. "Yazıklar olsun bana! Bu karga gibi olmaktan aciz kaldım da kardeşimin ölüsünü ör­temedim." dedi. Artık o pişmanlık du­yanlardan olmuştu.

32- Bundan dolayı İsrailoğulları'nın üzerine şunu yazdık: "Kim bir kimseyi bir kimseye veya yeryüzünde bozgun­culuğa karşılık olmadan öldürürse, bü­tün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de onu diri bırakırsa sanki bütün in­sanları diriltmiş gibidir." Andolsun ki, onlara peygamberlerimiz apaçık delil­lerle geldiler, bundan sonra da onlar­dan bir çoğu gerçekten yeryüzünde taşkınlık edenlerdir.



Açıklaması


Yüce Allah Kabil ve Habil diye bilinen Hz. Adem'in iki oğlunun kıssasında kıskançlığın kötü sonucunu haber vermekte, (Kabil'in) diğer kardeşini kıska­narak, ona haksızlık ederek nasıl öldürdüğünü bildirmektedir. Bu kıskançlığın sebebi ise Allah'ın kardeşine vermiş olduğu nimet ve, ihlâsla Allah'a takdim et­tiği kurbanının kabul edilmesiydi. Öldürülen, ilâhî mağfirete nail oldu, cennete girmek nimetine erdi. Katil ise dünyada da ahirette de büyük zararla karşılaş­tı. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: Oku ey Muhammed ve anlat! Şu maymun ve domuzların torunları olan, şu haddi aşan kıskanç Yahudilere ve benzerleri­ne Adem'in iki oğlunun haberini anlat.(Bunlar selef ve haleften bir grubun gö­rüşüne göre Kabil ve Habil adındaydılar.) İşte sen bunu onlara hak olarak oku. Yani yalanı, vehmi, fazlalığı ve eksikliği bulunmayan, açık, gerçek ve doğru be­yan ile anlat. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Şüp­hesiz ki bu, gerçeğin anlatılmasıdır." (Al-i İmrân, 3/62); "Biz sana onların ha­berlerini hak ile okuyoruz." (Kehf, 18/13); "İşte Meryem oğlu İsa, hak söze göre budur." (Meryem, 19/34).

Kıssanın sebebine gelince: Yüce Allah, Hz. Âdem'e durumun zorunlu kıl­ması sebebiyle kendi kız çocuklarını erkek çocuklarıyla evlendirmeyi meşru kılmıştı. Hz. Adem'in hanımından her bir batında biri erkek, biri dişi olmak üzere ikiz çocuğu oluyordu. Bir batnın kız çocuğunu diğer batında doğan erkek çocuğuyla evlendiriyordu. Habil'in ikizi çirkin, Kabil'inki ise güzeldi. O bakım­dan Kabil bunu kendisi almak istedi. Hz. Adem ise böyle bir şeyi bir kurban sunmadıkları sürece kabul etmedi. Kimin kurbanı kabul olunursa o kız, onun olacaktı. Habil'in kurbanı kabul olundu, Kabil'inki kabul olunmadı. Habil'in sunduğu kurban semiz bir koçtu. Kurbanının kabul edilişinin sebebi ise takva­sı ve ihlâsı idi. Kabil'in kurbanı ise kabul olunmadı. Onun sunduğu kurban az miktarda buğday başağından ibaretti; buna sebep takva ve ihlâsmm azlığı idi.

İbni Abbâs, İbni Ömer ve diğerlerinden rivayet edildiğine göre kardeşler­den birisi ziraat ile uğraşıyordu. O sahip olduğu ekinin en kötü ve en bayağısını içinden gelmeye gelmeye sunmuştu. Diğerinin ise koyunları vardı. Koyunla­rının en değerlilerini, en semiz, en güzel olanını bütün gönül hoşluğu ile kur­ban olarak sundu. Bazılarının naklettiklerine göre kabul olunan kurbanı gök­ten bir ateş geliyor ve yiyordu. Makbul olmayanı yemezdi. Her iki kardeş ba­balarıyla birlikte dağa çıktılar, kurbanlarını bıraktılar. Daha sonra üçü de otu­rup kurbanları seyretmeye başladılar. Allah bir ateş gönderdi. Bu ateş kurban­ların üzerine geldi, ateşten bir parça yaklaştı, Habil'in kurbanını alıp götürdü, Kabil'in kurbanını olduğu gibi bıraktı. Kabil dedi ki: "Ey Habil! Kurbanın ka­bul olundu, benimki ise reddolundu. Andolsun ki, seni öldüreceğim." Habil ise şöyle dedi: "Ben malımın en iyisini kurban olarak sundum; sen ise malının en kötüsünü kurban olarak sundun. Şüphesiz Allah iyiden başkasını kabul etmez. Allah ancak takva sahiplerinden kabul eder." Yani şirkten ve riya, cimrilik, he-vaya uyma gibi sair masiyetlerden sakınmak suretiyle Allah'ın cezasından kor­kanlardan kabul buyurur. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Sevdiğiniz şey­lerden infak etmediğiniz sürece birre ulaşamazsınız." (Âl-i İmrân, 3/92). Resulullah (s.a.) da Müslim'in rivayetine göre: "Şüphesiz Yüce Allah hoş ve te­mizdir, o ancak hoş olanı kabul eder." buyurmaktadır.

Habil bu sözleri söyleyince Kabil kızdı, bir demir kaldırıp onunla kardeşini vurdu. Habil: "Yazıklar olsun sana Kabil, sen Allah'ın huzurunda ne yapacak­sın? Bu ameline karşılık seni nasıl cezalandıracaktır!" dedi. Kabil kardeşini öl­dürdü ve onu yerdeki bir çukura attı ve üzerine toprakları örtmeye başladı.

Salih insan Habil dedi ki: "Beni öldürmek için sen bana el uzatacak olsan dahi, bu kötü işine benzeriyle sana karşılık vermeyeceğim. O takdirde ben de sen de aynı günahı paylaşmış oluruz." Daha sonra kardeşini öldürmekten uzak dur­masının sebebini de şöylece açıkladı: "Muhakkak ki ben âlemlerin Rabbi olan Al­lah'tan korkarım." Yani ben senin yapmak istediğin şeyi yapmam halinde Allah'ın cezasından, azabından korkarım. O bakımdan sana misliyle mukabele edecek yerde sabrederim, ecrimi de Allah'tan beklerim. Çünkü cana kastetmek en büyük günahlardandır. Öldürme suçunu işlemeye kalkışmamanın bu şekilde açıkça ifa­de edilmesi Ahmed, Buharî, Müslim ve diğerlerinin rivayet ettikleri şu hadis-i şe­rifte varid olan durum ile aynı değildir. Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: "İki Müslüman kılıçlarıyla karşılaştıkları takdirde katil de maktul de cehennemde­dir." "Ey Allah'ın rasulü!" denildi, "Katili anladık, maktulün durumu niye böyle?" Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Çünkü o da arkadaşını öldürmeye haris idi."

Sonra öldürülecek olan Habil ahiret azabını hatırlatan etkileyici ve olduk­ça beliğ öğüdünü sürdürdü. Belki kardeşini kendisini öldürmekten bununla alı­koyabilir diye: "Dilerim ki, sen benim günahımı da kendi günahını yüklenip..." Beni öldürmek hem beni öldürme günahını hem de önceki günahlarını taşıya­rak cehennemliklerden olursun. Cehennem ise her zalimin cezasıdır. Ahmed, Ebû Davud ve İbni Hibbân'ın Ebû Mûsâ el-Eş'arî'den rivayetlerine göre Resu­lullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Adem'in iki oğlunun en hayırlı olanı gibi ol."

İşte bundan Habil'in kardeşine üç hususu hatırlatıp öğüt verdiğini, kendi­sinin öldürmekten uzaklaştırıp sakındırmaya çalıştığını görüyoruz: Allah'tan korkmak, hem öldürmek hem de kendisinin günahını yüklenmek suretiyle iki günahı yüklenmek, hem de kendisini cehennemliklerden ve zalimlerden ol­makla tehdit etmek.

Daha sonra Yüce Allah, Kabil'in verilen bütün bu öğütlerden etkilenmedi­ğini, isteğinden vazgeçmediğini haber vermektedir. Nefsi yapacağı işi kendisi­ne güzel göstermiş, kardeşini öldürmeye teşvik etmiştir. Sonunda kardeşini öl­düren Kabil, dünyada da ahirette de kendisini zarara sokanlardan oluverdi. Böyle bir günah işlemekten daha büyük zarar ne olabilir ki?

Sonra katil şaşkınlığa düştü, dünya kendisine dar geldi. Kardeşinin cese­dini ne yapacağını bilemedi. Kendisinden başka bir varlığın karganın tecrübe­sinden yararlandı. Bu ise onun ne kadar cahil, ne kadar seviyesiz ve ne kadar bilgisiz olduğunu göstermektedir.

Allah, kardeş iki kargayı gönderdi, bu iki karga birbirleriyle kavga ettiler. Biri diğerini öldürdü, öldüren öldürdüğüne bir çukur kazdı, sonra üzerini top­rakla örttü. Karganın bu durumunu görünce Kabil şöyle dedi: "Vay! Benim kar­şı karşıya kaldığım bu rezalet nedir?" Bu, kendisinin azabı hak ettiğini itirafı­dır. Ben böyle bir karga gibi olmaktan dahi aciz oldum ha! Yani ben acizliğim, zaafım ve bilgisizliğim, bilgi ve davranışım itibarıyla şu kargadan daha mı aşa­ğılardayım? Daha sonra kardeşini gömdü, cesedini toprakla örttü. Yaptığına pişman oldu. Bu, yanlışlık yapan herkesin durumudur. Önce günah işler, sonra yaptığına pişman olur.

Şu kadar var ki, Resulullah (s.a.)'m: "Pişmanlık bir tövbedir." [43] buyruğu ile bilinen bu ilkeye rağmen tövbesi kabul olunmadı. Çünkü onun pişmanlığı ve tövbesi günahı dolayısıyla, masiyeti dolayısıyla değildi. O kardeşini öldürdü­ğünden dolayı pişmanlık duymuştu. Çünkü onu öldürmenin bir faydasını gör­mediği gibi annesi, babası ve kardeşleri de bundan ötürü kendisine kızmışlar­dı.[44] Bundan dolayı o kötü bir çığır açanlardan oldu. Kıyamet gününe kadar hem işlediği o günahın hem de ondan sonra gelecek ve aynı günahı işleyecek herkesin günahını alacaktır. Buhârî ve Müslim, İbni Mes'ûd (r.a.)'un şöyle de­diğini rivayet etmektedirler: "Zulmen ne kadar kişi öldürülürse mutlaka o öl­dürenin kanı dolayısıyla bir pay da Adem'in ilk oğlu üzerine yüklenir; çünkü öldürme yolunu açan ilk kişi odur."

Bu korkunç cinayet, iki kardeşten birinin ötekine haksızca ve zalimce yap­tığı bu çirkin fiil sebebiyle ve bu öldürmenin bir sonucu olarak, kısas teşrî edil­di ve kısas hükmü İsrailoğullanna farz kılındı. Çünkü Tevrat öldürmenin ha­ram kılındığı hükmünün yazılı olduğu ilk kitaptır. Bu hüküm de şöyledir: Her kim bir başkasına karşılık olmaksızın, yani Yüce Allah'ın: "Ve Biz onlara onda (yani Tevrat'ta) ve cana karşılık candır... diye yazdık." (Mâide, 5/45) buyruğun­da teşrî buyurduğu kısası gerektiren bir sebep olmaksızın yahut da güven ve huzuru ihlâl eden -yol kesiciler, hırsızlık çeteleri gibi- yeryüzünde fesat çıkartıp sebepsiz ve öldürülmeyi gerektirecek bir cinayet işlenmeksizin, yeryüzünde fesat çıkartma sebebi olmadan öldürecek olursa, bütün insanlığı öldürmüş gibi­dir. Çünkü Allah nezdinde canlar arasında bir fark yoktur. Bir cana saldırı bü­tün insan topluluğuna saldırı gibidir. Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyur­maktadır: "Her kim kasten bir mümini öldürürse onun cezası orada ebediyyen kalmak üzere cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, ona lanet etmiştir. Ona ol­dukça büyük bir azap da hazırlamıştır." (Nisa, 4/93).

Her kim de bir canı hayatta tutarsa, yani onun öldürülmesini haram bu­lup öldürmekten uzak durursa bütün insanları hayatta bırakmış gibidir. Bu da onların güvenlerini sağlamak, huzurlarını bozmamak, rahatsızlıklarını, tedir­ginliklerini ve endişelerini gidermek suretiyle olur.

İşte bu, kişinin canının kendi mülkü olmadığının da delilidir. Bu can, için­de yaşadığı toplumun malıdır.[45] Buna göre bir kimse intihar suretiyle dahi ol­sa herhangi bir cana kastedecek olursa, Kıyamet güni ide oldukça ağır azabı hak etmiş olur. Hangi sebeple olursa olsun, kim de herhangi bir canın hayatta kalmasına sebep olursa, bütün insanları hayata kavuşturmuş gibidir.

Daha sonra Yüce Allah", bunu bilmelerine rağmen haramları işlemeleri, öl­dürmekte aşırıya gitmeleri, geçmişte de, Peygamber efendimizin döneminde de kalplerinin katılıkları dolayısıyla İsrailoğullarını azarlamakta, yaptıklarını yüzlerine vurmaktadır. Medine etrafına bulunan Yahudi Kurayza oğulları, Na­dir oğulları, Kaynuka oğullarının yaptıkları bu işlere bir örnektir. Bunlar cahiliye dönemi savaşları sırasında Evs ve Hacrezliler tarafında savaşa katıldıkları gibi, hicretten sonra da Müslümanlara karşı müşriklerin yanında savaşıyorlar­dı.

Bu azarlamanın muhtevası da şudur: Allah'ın şerefli rasulleri kendilerine apaçık belgeleri, yani ruhlarını arındırmayı, ahlâklarını temizlemeyi hedef alan ve onlar hakkında öngörülen hükümlere delâlet eden apaçık kesin belge ve delilleri getirmişlerdir. Bununla birlikte onların büyük bir çoğunluğu öldür­mekte, haksızlık ve saldırganlık suçlarını işlemekte aşırıya giden kimselerdi. Her ne kadar bu Yahudilerin geçmişte önceki atalarından sadır olmuş ise de, sonra gelenlerin geçmişlerin yaptıklarına tamamıyla razı olduklarından dolayı, aynı zamanda ümmetin tümüne nisbet edilmiştir. Çünkü ümmet tıpkı bir ceset gibi kendi arasında dayanışma içerisinde ve birbirinin destekçisi durumunda­dır. [46]



Hirabe (Yol Kesicilik) Haddi Veya Yol Kesicilerin Hükmü


Allah ve rasulü ile savaşanların ve yeryüzünde fesada koşanların cezası ancak öldürülmek yahut asılmak yahut çaprazlama el ve ayakları kesil- mek veya yerlerinden sürülmektir. Bu onlara dünyadaki rüsvalıktır. Onlara ahirette de büyük bir azap vardır.

34- Yalnız ele geçirmenizden önce töv- be edenler müstesnadır. Biliniz ki, Al- Gafûr'dur'


Nüzul Sebebi


Bu ayet-i kerime yol kesiciler hakkında inmiştir, müşriklerle mürtedler hakkında değil. Ancak bunların hepsi hakkında indiği de söylenmiştir. Şu ka­dar var ki, müşrikler olsun, mürtedler olsun tövbe ettikleri takdirde tövbeleri kabul olunur. Bu tövbeleri ister ele geçirilmelerinden önce ister sonra olsun, farketmez. Yol kesiciler ise ele geçirilmeden önce tövbe ettikleri takdirde üzer­lerinden had düşer, fakat ele geçirilmelerinden sonra tövbe edecek olurlarsa hadleri düşmez.

Buhârî ve Müslim, Enes'ten şunu rivayet etmektedirler: Ukl ve Urayneli-lerden bazı kimseler Resulullah (s.a.)'m yanına geldiler. Müslüman olduklarını ifade ettiler. Medine havası kendilerine ağır geldi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.) onlara bir kaç deve ve bir çoban verilmesini emretti. Böylece çöle çıkmala­rını ve develerin sütlerini içmelerini emretti. Bunun üzerine onlar da Medi­ne'nin dışına çıktılar. (Medine yakınlarında) el-Harre diye bilinen yere yakın bir yere kadar gittiler. İslâm'dan sonra kâfir oldular, çobanı öldürdüler -bir ri­vayete göre ise ona müsle yaptılar (azalarını kestiler)- beraberlerindeki devele­ri de alıp gittiler. Buna dair haber Resulullah (s.a.)'a ulaşınca o da arkaların­dan onları yakalayacak kimseler gönderdi. Bunlar getirildi, Hz. Peygamberin emri üzere gözlerine kızdırılmış çivilerle mil çekildi, el ve ayakları çaprazlama kesildi, ölünceye kadar da bırakıldılar. Bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu.

Bir görüşe göre de bu ayet-i kerime, Eslem'li Hilâl b. Uveymir'in kavmi hakkında nazil olmuştur. Hilâl ile Resulullah (s.a.) arasında peygambere yar­dımcı olmamak fakat ona karşı da kimseye yardım etmemek üzere bir antlaş­ma vardı. Eğer Müslümanlardan bir kimse onun yanına gidecek yahut da Pey­gamber (s.a.)'in yanına gitmek isteyecek bir kimse yanından geçerse ona kötü herhangi bir maksatla ilişmeyecekti. Kinâne oğullarından İslama girmek iste­yen bir topluluk, Hilâl oğullarından bir grup kimsenin yanından geçtiler. Hilâl orada bulunmuyordu. Hilâl'in kavmine mensup kimseler Kinânelilerin yolları­nı kestiler, onlardan bazılarını öldürdüler, mallarını aldılar.

Yine denildiğine göre bu ayet-i kerimeler kendileriyle Resulullah (s.a.) arasında antlaşma bulunan Kitap Ehli'nden bir topluluk hakkında nazil ol­muştur. Bu topluluk antlaşmalarını bozdular, Müslümanların yollarını kestiler.

Bununla birlikte nüzul sebebinin birden çok olmasına mani yoktur. Çünkü bu ayet-i kerime muharebe vasfına sahip olan herkesi kapsamına alır; ister kâ­fir olsun, ister Müslüman. Ayet kâfirler hakkında nazil olmuş olsa dahi, asıl muteber olan sebebin hususîliği değil, lafzın umumîliğidir. [47]



Açıklaması


Bu ayet (33. ayet), muharebe ayetidir. Muharebe ise küfür, yol kesicilik, yolda korku salmak ve yeryüzünde fesat çıkartmak cürümlerini kapsayan, zıt çıkmak, ve muhalefet etmek demektir. Böyle bir suç bütün toplumun güvenliği­ni etkilediği, yapısını sarstığı, güvenlik içerisinde yaşayan insanlar arasında korku, huzursuzluk ve kaosu yaygınlaştırdığı için, Yüce Allah muhariplerin ce­zasını oldukça ağırlaşmıştır. Muharip denilen kimseler güçleri, kendilerini ko­ruyabilecek imkânları ve silâhları bulunan kimselerdir. Bunlar yoldan geçen Müslüman ve zimmet ehline hücum ederek canlara, mallara ve ırzlara saldırır­lar.

Bunların cezalan ise onların cinayetlerine uygun bir şekilde ayet-i keri­medeki tertip ve suçlarına göre cezaların tevzii şeklindedir. Buna göre "yahut, veya" çeşitlilik içindir. Öldüren ve mal alan öldürülür ve asılır, yalnızca mal alanın el ve ayakları çaprazlama kesilir, yolda korku salıp da öldürmeyen ve mal almayan ise sürgün edilir. İlim adamlarının ve mezhep imamlarının ço­ğunluğunun görüşü budur.

Mâlikîler şöyle der: Ayet-i kerime "yahut, veya" edatının gereği olarak, bu cezalar arasında muhayyer olunduğuna delâlet etmektedir. Buna göre imam göreceği maslahata uygun olarak bu cezalardan herhangi birisini uygulanmak­ta muhayyer bırakılır. İsterse muharipler herhangi bir mal almamış ve kimseyi öldürmemiş olsunlar. Yani imam, muharipler hakkında hüküm vermekte mu­hayyerdir. Onlar hakkında öldürmekle, asmakla, el ve ayaklarını çaprazlama kesmekle veya sürmekle hüküm verebilir. Ayet-i kerimenin zahirî anlamı ile amel ederek bunu yapabilir.

İmâm Ebû Hanîfe ise, muhayyerliği münhasıran özel bir muharip hakkın­da kabul etmiştir. Bu da yalnızca başkasını öldürmüş ve mal almış kimsedir. İşte imam böyle birisine karşı bu dört cezadan birisini seçmekte muhayyerdir. Böylesinin dilediği takdirde el ve ayaklarını çaprazlama keser ve öldürür; dile­diği takdirde el ve ayaklarını çaprazlama keser ve asar; dilerse de yalnızca asar ve öldürür. Ancak böyle bir durumda yalnızca çaprazlama el ve ayaklarını kesmekle yetinemez. Buna öldürme yahut asmayı da eklemesi kaçınılmazdır. Çünkü böylesinin işlediği cinayet, öldürmek ve mal almak suçudur. İmam Ebû Yûsuf ile Muhammed ise böyle bir durumda uygulamanın şöyle olacağını söy­lerler: Böyle bir kimse asılır, öldürülür, fakat el ve ayaklan çaprazlama kesil­mez. Ebû Hanîfe iki arkadaşı ile birlikte muhariplerin (yol kesicilerin) sadece öldürme suçunu işlemiş olmaları halinde öldürüleceklerini ittifakla kabul eder. Eğer yalnızca mal almış iseler, sadece el ve ayakları çaprazlama kesilir. Şayet yolda korku salmış iseler, o zaman sürgüne gönderilirler.

Mâlikîlerin delili: "Yahut, veya = ev" kelimesi yemin kefaretinde, ihramlı olanın avlanma cezası kefaretinde olduğu gibi muhayyerlik için kullanılır. O bakımdan bu edatın gerçek manası ne ise ona göre uygulama yapılır. Ona mu­halif delil ortaya atılmadıkça bu böyledir. Burada da böyle bir delil yoktur; o halde geriye muhayyerlik kalmaktadır.

Cumhurun deliline gelince:

1- Akıl, cinayetin büyük ya da küçük olmasına göre, cezanın da ona uygun olmasını gerektirir. Buna delil de ümmetin, yol kesicilerin mal alıp öldürmeleri halinde sadece sürgüne gönderilmelerinin yeterli olmayacağını icma ile kabul etmiş olmalarıdır.

2- Eğer vücubunun sebebi -yemin kefareti ve ihramlmın avlanma cezası kefaretinde olduğu gibi- tek bir sebep ise, muhayyerlikle amel olunur; fakat se­bep farklı olursa muhayyerliğin zahiri gereğince amel olunmaz. O takdirde maksat, her bir işin bizzat kendisi için öngörülen hükmü beyan etmek demektir.

Bu da Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibidir: "Dedi ki: Ey Zulkar-neyn! Ya onları azaplandırırsın ya da onlar hakkında iyilikle muamele eder­sin. " (Kehf, 18/86). Yani ya inkâr edip zalimlik edeni azaplandırırsın yahut da iman edip salih amelde bulunana iyi davranırsın; yoksa burada maksat onun muhayyer bırakılması değildir. Çünkü sebebin farklı olması her bir tür için de hükmün farklı olmasını gerektirmektedir.

Ebû Hanîfe'nin deliline gelince: Ayet-i kerimenin mutlak muharip hakkın­da muhayyerliğin ifade ettiği zahirî anlamıyla anlaşılmasına imkân yoktur. O bakımdan ayetin ya hükümlerin tertibine göre ele alınıp yorumlanması ve her bir hüküm hakkında suça uygun düşecek bir kelimenin hazfedildiğinin kabul edilmesi gerekir ki, bu takdirde muhayyerlik bildiren harfin anlamı tahyir de­ğil lağiv olur (yani onun manasına itibar edilmez) yahut da üç ceza arasında zahiren muhayyerlik manasının gereği ile amel edilir. Bu da mutlak muharip hakkında değil de, özel bir muharip türü hakkında söz konusu olur. Özel mu­harip türü ise başkasını öldürmüş ve mal almış kişidir. Bu daha uygun ve kas­tedilmiş olma ihtimali daha yüksektir. Çünkü böyle bir uygulamayı öngörmek suretiyle hem muhayyerlik bildiren harfin hakikati gereğince amel edilmiş olur, hem de makul olana göre davranılmış olur.

Muhariplerin giriştikleri işe Allah'a ve rasulüne karşı muharebe adının veriliş sebebi, bunun ne kadar dehşetli ve ne kadar çirkin bir iş olduğunu an­latmak, böyle bir suçun Allah'ın, rasulüne indirmiş olduğu hak ve adalete karşı ne kadar büyük bir suç olduğunu açıklamaktır. Nitekim Yüce Allah faiz yiyen­ler hakkında da: "Allah'tan ve rasulünden size savaş açıldığını bilin." (Bakara, 2/279) buyurmaktadır. Burada Allah'a ve rasulüne karşı gerçek anlamıyla sa­vaş söz konusu değildir. Çünkü Yüce Allah herhangi bir cihet ve herhangi bir yerde olmaktan münezzehtir. Savaşmak ise savaşanlardan her birinin yönü­nün ötekinin karşısında olmasını gerektirmektedir. Buradaki ifade Allah'a mu­halefet etmek ve Allah'ı gazaplandırmaktan mecazdır. Yahut da bunun anlamı, Allah dostlarına ve peygamberine karşı savaşanlar, demektir. O takdirde bu Yüce Allah'ın şu buyruğunu andırmış olur: "Muhakkak Allah'a ve rasulüne ezi­yet edenler..." (Ahzâb, 33/57)

Muhariplerde (yol kesicilerde) üç şart aranır:

1- Hırsızlardan farklı olup gidip gelene silâhla yahut silâh dışında sopa, taş, tahta ve benzeri şeylerle saldırmaları; bunun için güçlerinin, kendilerini koruyabilecek araçlarının ve gereçlerinin bulunması. İster toplu olsunlar ister bir kişi olsunlar; ister Müslümandan ister zimmîden mal almış olsunlar, far-ketmez.

2- Yol kesmenin dar-ı İslâmda olması. Ebû Hanife'nin görüşüne göre ise yerleşik bulunulan şehrin dışında sınır aralarında yahut da sahrada olması ge­rekir. Çünkü şehir içinde kendisine saldırılan bir kimsenin başkalarından yar­dım alma imkânı vardır. Cumhur ise bunun şehir içinde veya dışında olması arasında fark gözetmezler. Zira onlara göre şehir içinde olsun, dışında olsun muharebe suçunun işlenmesi mümkündür. Vakıa da bu görüşün doğruluğunu ispatlamış bulunmaktadır. Çünkü bu gibi suç çeteleri herkesin gidip geldiği yerlerde ve mahalleler arasında gece yarısından sonra insanlara saldırabil­mektedir.

3- Açıktan açığa mal almaları. Eğer bu malı gizlice alacak olurlarsa, bun­lara hırsız denir ve hırsızlık cezası uygulanır. Bu ceza ise yalnızca el kesmek­ten ibarettir. Şayet bir kişiyi alıp kaçırırlarsa bunlar talancıdırlar. Onlar için el kesme cezası yoktur. Eğer bir kafileden bir şeyi zorla alır veya gasbedecek olur­larsa onlara ne hırsızlık, ne de hirabe cezası uygulanır.

Yeryüzünde fesada koşmak, silâh taşımak ve insanları tedirgin etmek su­retiyle yolda korku salmaktır. Bunun yanında öldürme ve mal alma ister olsun, ister olmasın, farketmez.

Muhariplerin (yol kesicilerin) cezalarına gelince: Ayet-i kerimede bu ceza dünyevî ve uhrevî olmak üzere ikiye ayrılmaktadır.

Dünyevî cezalar dört tanedir:

1- Şayet yalnızca insan öldürmüş iseler asılmaksızm ve had cezası olmak üzere öldürülmeleri. Velilerin (yani maktulün yakın akrabalarının) affetmesi ile bu öldürme cezası sakıt olmaz. Ayet-i kerimede öldürülmeyi ifade etmek için "tefîl" kipinin kullanılması, buradaki öldürmede sakıt olmayacak şekilde kesin olması nazar-ı itibara alınarak, bunun fazla bir özelliğinin olduğunun anlatıl­ması içindir. Bu ceza, veliler affedecek olsa dahi sakıt olmaz. O bakımdan yöne­ticinin bu cezayı mutlaka muhariplere vermesi gerekmektedir. Bunu kendisi de affedemez yahut ıskat edemez. Müslümanların da muhariplerle savaşmak ve onların Müslümanlara eziyet vermelerini önlemek için ona yardımcı olmaları görevleridir.

2- Asmakla beraber öldürmek: Bu ceza öldürüp mal almaları halinde veri­lir.

3- Çaprazlama el ve ayakların kesilmesi. Sadece mal almış olmaları halin­de sağ el ile birlikte sol ayağın kesilmesi cezasıdır.

4- Sadece yolda korku uyandırmış olup kimseyi öldürmemiş ve mal da al­mamış iseler sürgün edilmeleri.

Asmak (çarmıha germek), yere dikilen bir tahta kazık üzerinde olur. Kişi bütünüyle bu kazığa bağlanır. Ayakları enlice bir tahta üzerine alt taraftan ko­nulduktan sonra elleri de üst taraftan bir diğer enli tahta üzerinde bağlanır. Hanefî mezhebindeki daha sahih, Mâlikîlerce de tercih edilen görüşe göre bu, hayatta iken üç gün süreyle yapılır; ondan sonra bir harbe ile vurularak öldü­rülür. Çünkü bu şekilde asma, cezanın ağırlaştırılması için meşru kılınmıştır. Hayatta olmayan kimse ise cezalandırılamaz. Ölmüş bir kimse hiç bir zaman ceza ehliyetine sahip kişi değildir. Onun bu şekilde asılması ise, yasaklanmış bulunan müsle kabilinden değildir; çünkü müsle, organların kesilmesidir. Şafi-îlerle Hanbelîler ise şöyle der: Asma öldürmeden sonra söz konusudur. Çünkü Yüce Allah lafız olarak öldürmeyi asmadan önce zikretmektedir. Hayatta iken asılması ise ona bir azap (işkence)tır ve ona bir müsle uygulamaktır. Peygam­ber (s.a.) ise hem müsleyi yasaklamıştır, hem de canlıya işkence edilmesini. Kütüb-i Süte sahipleri ile Ahmed b. Hanbel'in Şeddâd b.Evs'den rivayetlerine göre, Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Öldürdüğünüz zaman güzelce öldürünüz, boğazladığınız zaman da güzelce boğazlayınız." Öldürülmesinden sonra asılmasından maksat başkasının ibret almasını sağlamaktır.

Sürgüne gelince: Hanefîlere göre bunun anlamı hapsetmektir. Çünkü hap­setmek âdeten insanların hürriyyet ve huzur içerisinde hayatları sürdürdükle­ri yeryüzünden onu sürmektir. Yabancı bir yere göndermek ise, bir başka bel­deye zarar vermektir; hatta küfre maruz bırakmaktır, dâr-ı harbe kaçma imkâ­nını ona hazırlamaktır.

Mâlikîlerin görüşüne göre ise sürgün, onun bulunduğu şehirden namazın kasredileceği (kısaltılacağı) bir uzaklık kadar (89 km) bir başka şehre gönder­mektir. Orada da tövbe ettiği açıkça anlaşıhncaya kadar hapsedilir. Buna göre cumhurun görüşüne göre sürgün, hapsetmek anlamında olur.

Hanbelîler ise sürgünün, bunların yerlerinde rahat bırakümayıp tedirgin edilmeleri anlamına geldiği görüşündedirler. Onlar herhangi bir yerde barın­mak üzere bırakılmazlar. Böylelikle el-Hasen ve ez-Zührî'den gelen bir rivayete göre amel edilmiş olur.

Muhariplerin uhrevî cezalarına gelince: Bu Yüce Allah'ın: "Bu onlara dün­yadaki rüsvalıktır, onlara ahirette de büyük bir azap vardır." buyruğunda zik­redilmektedir. Yani sözü edilen bu ceza, dünyada onlar için bir zilet ve bir rezil­liktir. Çünkü muharebe gerçekten çirkin ve topluma zararlı bir suçtur. Böyle­likle bu ceza başkalarına bir ibret teşkil etsin. Ahirette de onlar için toplumun esaslarını sarsan ve ticaretin işlemez hale getirilmesi sonucunu veren büyük bir suç işlediklerinden dolayı, oldukça büyük bir ceza vardır.

Daha sonra Yüce Allah tövbe edenleri istisna ederek şöyle buyurmaktadır: "Yalnız ele geçirmenizden önce tövbe edenler müstesnadır." Yani her kim yönetimin eline geçmeden yahut yönetici onu yakalama imkânını bulmadan önce tövbe edecek olursa, ceza ondan düşer. Şu kadar var ki, tövbesinin yüce Allah için halis ve samimi olması gerekir. Yoksa cezadan kaçmak için bir hile ve bir çare olarak görülmemelidir. Çünkü hedef gerçekleşmiştir. O da fesat çı­kartmayı terketmek, Allah ve rasulünün dostlarına karşı savaşmayı (muhare­beyi) bırakmaktır. Buna delil de Yüce Allah'ın şu buyruğudur: "Biliniz ki, Allah Gafur'dur, Rahîm'dir." Yani muhakkak Allah günahlarını bağışlar ve onların üzerinden cezayı düşürmek suretiyle onlara karşı merhametlidir. Zira böyle bir durumda (tövbe halinde) itham edilmeleri söz konusu değildir ve tövbe fayda verir.

Böyle bir tövbe ise yalnızca Yüce Allah'ın haklarından olan haklan iskat eder (kaldırır) ki, bu da haddir. Kul hakkı olan kısas ve malların tazmini ise ol­duğu gibi kalır. Velilerin ise, katilden kısas isteme hakları, alman malın geri verilmesini isteme hakları vardır. Öldürülmüş kimsenin velisi kısas, diyet ve affetmekten birisini seçmekte muhayyerdir. Tövbe ise ancak zorla alınan mal­ların sahiplerine verilmesi ile sahih olur. Hakim (yönetici) eğer malî bir haktan onu muaf tutacak olur ise, o takdirde Beytülmalden (İslâm devlet hazinesin­den) bunun tazminatının ödenmesi icabeder. Ele geçirildikten sonra tövbe edene gelince; ayetin zahirine göre tövbenin ona faydası olmaz ve ona had uygula­nır. Çünkü böyle bir kimse tövbesinde yalancı olmak ithamı altındadır.

İçki içenler, zina edenler ve hırsızlara gelince: Bunlar tövbe edip hallerini düzeltir ve gerçekten bu tövbeli halleri artık onların bilinen durumları olursa, bundan sonra da cezalandırılmak üzere imama götürülecek olurlarsa, imamın onlara had uygulamaması gerekir. Eğer imama cezalandırılmak üzere götürül­düklerinde; biz tövbe ettik, diyecek olurlarsa o zaman cezasız terkedilmezler. Çünkü böyle bir durumda tıpkı yenik düşürülmüş muharipler gibidirler. [48]



Takva Ve Cihat, Ahirette Kurtuluşun Esasıdır; Dünya Zenginlikleri Kâfirleri Kurtarmak İçin Yeterli Olmayacaktır


35- Ey iman edenler! Allah'tan korkun, ona yaklaşmak için yol arayın ve onun yolunda cihat edin ki, felaha eresiniz.

36- Muhakkak ki, yeryüzündeki bütün nesneler ve onlarla birlikte onların bir katı daha kâfirlerin olsa da Kıyamet gününün azabına karşılık onu fidye olarak verseler, onlardan kabul olun­maz ve onlara elîm bir azap vardır.

37- Ateşten çıkmak isterler, ama ora­dan çıkacak değillerdir ve onlar için kalıcı bir azap vardır.



Açıklaması


Yüce Allah, mümin kullarına kendisinden korkmalarını (takva sahibi ol­malarını) emretmektedir. Allah'a itaat ile birlikte söz konusu edildiği takdirde, takvadan maksat, haramlardan uzak durup yasak kılman şeyleri terkettnek olur.

O halde ey müminler! Allah'ın emirlerine bağlanmak, yasaklarından ka­çınmak suretiyle Allah'ın gazabından, cezasından korkun. Ona yakınlaşmanın yollarını gereken şekilde arayın. Bu ise sizi onun rızasına ulaştıracak, ona ya­kınlaştıracak, cennette onun mükâfatını elde etmenizi sağlayacak olan yoldur.

el-Vesile (yol, araç), cennetteki bir derecenin adıdır. Ahmed ve Müslim, Ab­dullah b. Ömer'den Resulullah (s.a.)'ı şöyle buyururken dinlediğini rivayet et­mektedirler: "Müezzini (ezan okurken) işittiğinizde siz de onun söylediği gibi söyleyiniz, sonra bana salât ve selâm getiriniz. Çünkü kim bir defa bana salat ve selâm getirirse ona karşılık Allah kişiye on defa salât (rahmet) eder. Sonra benim için el-Vesîle'yi isteyiniz. Çünkü o cennette bir makamın adıdır ve ancak Allah'ın kullarından bir kula verilecektir. O kişinin ben olacağımı ümid ederim. Her kim benim için Vesileyi isteyecek olursa benim de şefaatim onu bulur." O halde el-Vesile cennetteki en yüksek mevkinin adıdır ve o Resulullah (s.a.)'m mevkii, cennetteki yurdudur. Cennette Rahman'ın Arşı'na en yakın olan yerdir.

Yüce Allah müminlere, haramları terkedip itaatleri işlemeyi emrettikten sonra dosdoğru yolun dışına çıkmış, dosdoğru dini terketmiş bulunan kâfir ve müşriklerden oluşan düşmanlarla savaşmalarını emrederek şöyle buyurmakta­dır: "Ve onun yolunda cihat edin." Cihat kelimesi, cehd'den gelmektedir. Bu da "meşakkat ve yorgunluk" demektir. Allah'ın yolu ise hakkın, hayrın, faziletin ve ümmetin özgürlüğünün yoludur. Allah yolunda cihat ise hem nefsi nevala­rından alıkoymak, bütün hallerde de adaleti gerçekleştirmeye mecbur etmek suretiyle nefse karşı cihadı, hem de İslâm çağrısına karşı direnen düşmanlarla savaşı kapsamaktadır.

Yüce Allah kıyamet gününde kendi uğrunda cihat edenler için hazırlamış olduğu kurtuluş ve büyük ebedî mutluluğa teşvik ederek: "... ki felaha eresiniz" buyurmaktadır. Yani siz Allah'a itaat ile yaklaşırsanız o takdirde gerçekten umduğunuzu elde edersiniz, kurtulursunuz; dünya ve ahiret mutluluğuna ka­vuşursunuz. Müslümanlardan her zaman için çeşitli türleriyle cihat etmeleri istenmiştir. Çünkü iyiliklerin yapılıp kötülüklerin terkedilmesi nefse ağır gelir.

Yüce Allah müminlere takvayı, nefsi tezkiye edip arındırmayı emrettikten sonra Kıyamet gününde düşmanı olan kâfirler için hazırladığı azap ve ibretli cezayı haber vererek: "Muhakkak ki... kâfirlerin olsa da" buyurmaktadır. Ya­ni hak rablerinin rububiyetini inkâr eden, onun varlığına, birliğine delâlet eden ayetleri reddeden, peygamberlerini yalanlayan, onun dışında türlü putla­ra, inek yahut insan gibi varlıklara tapan, tövbe etmeksizin bu halleri üzere ölen kimselerden herhangi birisi, Kıyamet gününde yeryüzü dolusu kadar altın getirip gelse, hatta onun bir katı kadar yahut onunla birlikte bir kat daha ge­tirse, bunu da kendisini dört bir yandan kuşatan Allah'ın azabından kurtul­mak için feda edecek olsa, böyle bir noktaya ulaşacağını bilse, yine de böyle bir şey ondan kabul olunmaz. Hatta o azaptan kurtulmaya çare yoktur; o azaptan hiçbir şekilde kurtuluş mümkün değildir. İşte bundan dolayı:"^ onlara elim btr azap vardır", yani acı ve ızdırap verici bir azap. Bu da bizzat kendilerinin işledikleri sebebiyledir. Tıpkı felah ve mutluluğun yine insanın kendisinden or­taya çıkan itaat ve istikâmet dolayısıyla söz konusu olması gibi. "Ve nefsini arındırıp temizleyen felaha ermiştir, onu kötülüklerle alabildiğine örten ise zi­yana uğramıştır." (Şems, 91/9-10).

Daha sonra Yüce Allah bu azabı daimi ve sürekli, cehennemlikleri de ora­da ebedi kalıcılar olmakla nitelendirerek şöyle buyurmaktadır: "Ateşten çıkmak isterler..." Yani içinde bulundukları o azabın şiddetinden çıkmayı temenni ederler; halbuki onlar, oradan çıkacak değillerdir, onlar için daimî ve kalıcı bir azap vardır, oradan kurtuluşları mümkün değildir. Nitekim Yüce Allah bir baş­ka yerde şöyle buyurmaktadır: "Oradan (oranın) gamından kurtulmak istedik­leri her seferinde oraya geri döndürülürler." (Hacc, 22/22) Yüce Allah'ın: "Kalı­cı" buyruğunun anlamı daimi, sabit, sonu gelmez ve değişmez bir azap demek­tir.

Buhârî, Müslim ve Nesaî, Enes b. Mâlik'in şöyle dediğini rivayet ederler: Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Cehennem ehlinden bir kişi getirilir, ona: 'Ey Âdem oğlu! Yanın üzere yaslanacağın yeri nasıl buldun?' denilir. O: "En kötü yaslanılacak bir yer!' diye cevap verir. Bu sefer ona: Yeryüzü dolusu kadar bir altını fidye olarak verir misin?' diye sorulur. O: 'Evet, Rabbim.' der. Yüce Allah der ki: Yalan söylüyorsun. Ben senden bundan daha azını istemiştim, yapma­dın. ' Bunun üzerine onun cehenneme atılması için emir verilir." [49]



Hırsızlık Haddi (Cezası)


38- Hırsız erkek ve hırsız kadının yap­tıklarına karşılık, Allah tarafından ib­ret verici bir ceza olarak ellerini kesin. Allah Azîz'dir, Hakîm'dir.

39- Kim de zulmettikten sonra tövbe

eder, ıslâh ederse muhakkak ki Allah, onun tövbesini kabul eder. Gerçekten Allah Gafûr'dur, Rahîm'dir.

40- Bilmez inisin ki, göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır? Dilediğine azap eder, dilediğini bağışlar ve Allah her şeye Kadir'dir.



Nüzul Sebebi


Bu ayet-i kerime Tu'me b. Ubeyrik'in Katâde b. en-Nu'man diye bilinen bir ki­şinin komşusuna ait bir zırhı, delik bir un çuvalı içerisine koyarak çalması üzerine nazil olmuştur. Tu'me çaldığı bu zırhı Yahudi Zeyd b. es-Semî'nin yanında sakla­mıştı. Ancak delik olan çuvalın unu, Katâde'nin evinden Zeyd'in evine kadar yol boyunca dökülmüştü. Katâde zırhının çalındığını farkedince, bunun Tu'me'nin ya­nında olup olmadığını araştırdı, ancak bulamadı. Tu'me zırhı almadığına, bu ko­nuda bir bilgisinin olmadığına dair yemin etti. Daha sonra yol boyunca dökülmüş unun farkına vardılar. İzini takip ettiler, nihayet unun Zeyd'in evine ulaştığını gördüler, zırhı ondan aldılarsa da Zeyd: "Bunu bana Tu'me vermişti." dedi. Yahudi­lerden bir grup da buna dair şahitlik ettiler. Rasululah (s.a.) ise Tu'me adına sa­vunmaya geçmek istedi. Çünkü zırh Tu'me'den başkasının yanında bulunmuştu. Bu sefer Yüce Allah'ın: "Nefislerine hainlik eden kimseler lehine mücadele etme..." (Nisa, 4/107) mealindeki daha önce geçen ayet-i kerime nazil oldu. Bundan sonra da bu ayet-i kerime hırsızlığın hükmünü açıklamak üzere indi.[50]

Ahmed ve başkaları da Abdulah b. Amr'dan şunu rivayet ederler: Resulullah (s.a.) döneminde bir kadın hırsızlık yaptı. Sağ eli kesildi. Kadın: "Benim tövbem ka­bul olur mu, ey Allah'ın Rasulü?" deyince bu sefer Yüce Allah, Mâide suresinde yer alan: "Kim de zulmettikten sonra tövbe eder, ıslâh ederse muhakkak ki Allah, onun tövbesini kabul eder. Gerçekten Allah Gafûr'dur, Rahîm'dir." buyruğunu indirdi. [51]



Açıklaması


Yüce Allah yöneticilere hırsız erkek ve kadının ellerini kesmelerini emretmek­te ve hırsızlık yapanlar hakkında bu hükmü vermektedir: Hırsızlık yapan erkek veya kadının eli bilekten kesilir. İlk defa hırsızlık yaptığı takdirde sağ eli kesilir. Tekrar hırsızlık yapacak olursa, ayak bileğinden sol ayağı kesilir, sonra sol el, son­ra da sağ ayak kesiJir. Daha sonra da yine hırsızlık yapacak olursa bu sefer tazir edilir, hapsedilir. Çünkü Dârakutnî, Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Hırsız çaldığı takdirde onun elini kesiniz. Tekrar hırsızlık yaparsa bu sefer sol ayağını kesiniz." Bu, Malikîlerle Şafiîlerin görüşüdür. Hanefîlerle Hanbe-lîler ise: Sağ eli ile sol ayağından sonra hiç bir azası kesilmez, demektedirler.

Kur'ân-ı Kerîm, hırsız kadının hükmünü gayet açıkça ifade etmektedir. Çünkü kadınlar da tıpkı erkekler gibi hırsızlık yaparlar. Bu ise onların bu iş­ten vazgeçirilmelerini gerektirmektedir. Her ne kadar ahkâmın teşriinde ço­ğunlukla görülen, kadınların da erkeklerin hükmü kapsamında dercedilmeleri ise de, burada bu özellik dolayısıyla böyle olmuştur.

Hırsızlık (sirkat), malın, benzeri bir malın koruma altında olduğu bir yer­den gizlice alınnmasıdır. Korunma (hirz) iki türlüdür: Bizatihi koruma, ev ve sandık gibi bir mekânda olur. Dolaylı koruma ise koruyucu vasıtasıyla olur: Bekçi aracılığıyla korunan kamu yerleri veya sahibinin yanında bulunan mal gibi. Koruma (hirz), âdeten insanların mallarının korunması için söz konusu olan şey demektir.

Hırsız âkil ve baliğ değilse eli kesilmez. Nitekim bütün şei^î mükellefiyet­lerde bu şart aranır. Had cezaları da bu şei^î mükellefiyetlerden birisidir. Bu konuda cemaat (topluluk) ile fert arasında da bir fark yoktur. Diğer taraftan mahrem akrabaların birbirinden, misafirin misafirden çalması hallerinde oldu­ğu gibi, herhangi bir şüphenin de olmaması gerekir. Çünkü İbni Adiyy, İbni Ab-bâs'tan şu hadisi rivayet etmektedir: "Hadleri şüphelerle bertaraf ediniz." Ayrı­ca mal ya bizzat korunan yahut da dolaylı olarak korunan bir yerden alınmış olmalıdır. Çünkü Ebû Dâvûd, Nesaî ve İbni Mâce, Abdullah b. Amr'dan şunu rivayet ederler: Resulullah (s.a.)'a dalında asılı bulunan meyva hakkında soru soruldu da şöyle buyurdu: "... her kim bu meyveden (hurmadan) kurutma yerine konulduktan sonra bir şey çalacak olur da çaldığı miktar bir kalkan değerine ulaşacak olursa, onun elinin kesilmesi gerekir."

Çalınan şeyin sert nisab miktarına da ulaşması gerekir.

Hırsızlık nisabını belirlemek hususunda fukahanm iki veya üç görüşü var­dır. Hasan-ı Basrî ve Dâvûd ez-Zâhirî şöyle der: Az çok, ne çalımrsa çalınsın elin kesilmesi gerekir. Çünkü ayetin zahiri bunu gerektirmektedir. Ayrıca Bu-harî ile Müslim'in Ebû Hureyre'den naklettikleri hadis de bunu gerektirmekte­dir: "Bir yumurtayı çaldığı için eli kesilen ve deveyi [52] çaldığı için eli kesilen hırsıza Allah lanet eylesin."

Cumhur ise şöyle der: Hırsızın eli çeyrek dinar yahut üç dirhem ve yukarı­sı dolayısıyla kesilir. Çünkü Ahmed, Buharî, Müslim ve Sünen sahiplerinin Hz. Âişe yoluyla rivayet ettikleri hadiste şöyle denilmektedir: "Resulullah (s.a.) hırsızın elini çeyrek dinar ve yukarısı dolayısıyla keserdi." Yine Buharî ve Müslim'de İbni Ömer'in şöyle dediği nakledilmektedir: "Resulullah (s.a.) üç dir­hem değerindeki bir kalkanın çalınması dolayısıyla el kesmiştir." Bu, aynı za­manda hulefa-yı râşidînin de görüşüdür.

Hanefîlerin görüşüne göre ise, hırsızlıkta el kesmenin nisabı bir dinar ya­hut on dirhemdir. On dirhemden daha aşağısında el kesilmez. Çünkü İmam Ahmed, Abdullah b. Amr'ın şöyle dediğini rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "On dirhem aşağısında el kesme cezası yoktur." Eğer bu hadis-i şe­rif zayıf olmasaydı veya peygamber (s.a.)'in çalınmış olması dolayısıyla el kesti­ği kalkanın değerinde 3, 4, 5 yahut 10 dirhem diye değer biçilmek suretiyle ih­tilâf bulunmasaydı, şüpheyi bertaraf etmek için hadler hususunda fazla olan miktarı esas almak daha uygun olduğundan, ihtiyat kabilinden Hanefîlerin gö­rüşünü tercih etmek mümkün olurdu.

Hırsızlık ya ikrar yahut beyyine (iki şahit) ile sabit olur. Meselenin hüküm verecek olan imama götürülmesinden önce hırsızın affedilmesi yahut tövbe ile had sakıt olur. Yine çalınan malın hibe veya benzeri bir yolla hırsızın mülkiye­tine geçirilmesiyle de had sakıt olur. Ebû Hanîfe ile Muhammed'in görüşüne göre meselenin mahkemeye intikalinden sonra da olsa, durum böyledir. Ancak cumhurun görüşüne göre mesele mahkemeye intikal etmeden önce mülkiyete geçirilmiş olması şarttır. Zira Sünen sahipleri İbni Abbâs'tan şunu rivayet et­mektedirler: Hırsızın biri Safvân b. Ümeyye'nin ridasını Mescid-i Haram'da uyurken başının altına yastık gibi koymuş olduğu bir sırada çalmıştı. Safvân da uyanıp hırsızı Resulullah (s.a.)'m huzuruna getirdi. Hz. Peygamber de eli­nin kesilmesini emretti. Bu sefer Safvân: Ben böyle bir şey istememiştim. Bu rida ona sadaka olsun dedi. Bu sefer Resulullah (s.a.): "Onu yanıma getirmeden önce böyle yapsaydın ya!" buyurdu.

Hanefî ve Şâfiîlere göre çalınan malın mevcut olması halinde aynen geri ödenmesi icabeder. Şâfiîler tüketilmiş olması halinde de kıymetinin ödeneceği­ni söylerler. Çünkü Ahmed ve Sünen sahipleri ile Hâkim, Semura (b. Cundub) dan şunu rivayet ederler: "Bir şeyi ele geçiren kimse onu eda etmekle mükellef­tir." Ancak Hanefîler tüketilmiş olması halinde kıymetin ödenmesinin gerek­mediğini söylerler. Çünkü bir arada hem had, hem tazminat olmaz. Zira Ne-sâî, Abdurrahmân b. Avfdan Resulullah (s.a.)'m şöyle buyurduğunu rivayet et­mektedir: "Hırsız üzerine had ikame olunduğu takdirde tazminat ödemez." Şu kadar var ki, bu mürsel bir hadistir. Mâlikîler ise orta bir yol tutarak şöyle derler: Eğer hırsız had uygulandığı sırada ödeme genişliğine sahip ise, hem eli­nin kesilmesi icabeder, hem tazminatını öder; bu onun cezasını ağırlaştırmak içindir. Eğer ödeme zorluğu çeken bir kimse ise kıymetini ödemesi istenmez, yalnızca elinin kesilmesi gerekir. Cezasını hafifletmek üzere tazminat sakıt olur. Buna sebep ise fakir ve muhtaç olduğundan mazur görülmesi gereğidir.

Daha sonra Yüce Allah, hırsızlık haddinin illetini zikrederek şöyle buyur­maktadır: "Yaptıklarına karşılık Allah tarafından ibret verici bir ceza olarak..." Yani hırsız erkek ve kadının ellerinin kesilmesi, onların işledikleri, kazandıkla­rı kötü işin bir cezasıdır. Tekrar hırsızlığa geri dönmeyi önlemek üzere ve onla­rı hakir ve küçük düşürecek; başkalarına da ibret olacak bir cezadır.

Böyle bir cezayı her ne kadar bazı kimseler kabul etmek istemiyorsa da hırsızlığı önlemeye ve bu konuda etkin olmaya en lâyık, en uygun ceza budur. Bu, insanların can ve mal emniyetlerini sağlamanın yoludur. Hırsızlığın mane­vî zararlarını bu olayın ruhta meydana getirdiği dehşet ve huzursuzluk etkile­rini, özellikle karanlık gecelerdeki bu tür etkilerini hırsızlığa maruz kalanlar­dan başkası takdir edemez. Hırsızlık çok ezici bir ziyan olmanın yanında, kişiyi yoksuluk içinde umutsuz ve sefil bırakır. Kendisinin ve ailesinin yiyeceğini, te­mel ihtiyaçlarını temin etmek için borçlanmak zorunda bırakır. Hırsızı öldüre-bilmek için kalbinde şiddetli intikam duygusunun doğmasına sebep olur. Bu ise huzursuzluğu, tedirginliği körükleyen bir olaydır. Böylelikle hırsızlığa ma­ruz kalan kişinin bulunduğu mahalle bütünüyle tehlikelerle tehdit edilir bir hale getirir. Hemen hemen hiç bir kimse huzur içinde uyuyamaz. Hırsız gece ve gündüz bir eve girdiği takdirde o evde bulunanları dehşete sokar. Kimi zaman öldürme ve yaralama olayları görülür. Bu ise büyük bir zarar, büyük bir eziyet­tir. Bunun sınırlarını kontrol altına almaya yahut sonuçlarının ne olacağını kestirmeye imkân yoktur. Böyle bir olay dolayısıyla nice gencin saçları ağar­mış, nice kadın ve çocuk aklını kaybetmiş, nice hadiseler bizzat evlerinde in­sanların ölümleriyle sonuçlanmıştır. Hatta benim görüşüme göre cinayet, adam öldürme bir açıdan hırsızlık kadar büyük bir suç değildir. Çünkü öldürme ferdî bir olaydır ve maktulün ailesi dışındakiler açısından bunun etkisi derhal sona erer. Öldürme katil ile maktul arasında özel bir ilişki türüdür ve buna münha­sırdır. Hırsızlığın tesiri ise toplumadır ve süreklidir. Sürekli olarak mal sahibi, ticaret sahibi, ekin ve tarlası olanları, atölye sahiplerini huzursuz ve endişeli eder, servetlerini zayi olma tehdidi altında bırakır.

Daha sonra Yüce Allah, hırsızlık haddinin zorunlu olduğunu tekid ederek: "Allah Azîz'dir, Hakim'dir." diye buyurmaktadır. Yani emirlerini yerine getirip uygulamakta galip olandır. Emirlerini dilediği şekilde gerçekleştirir. Hırsızlar­dan intikam alışında güçlüdür. Teşriinde hikmeti sonsuz olandır. Ancak bir maslahat ve hikmeti olan hususları teşrî buyurur. Cezaları ve hadleri uygun gördüğü şekilde, suçun kökünü en ileri derecede kazıyacak, suçluların sonunu getirecek ve onlar gibilerinin benzer bir suçu işlemekten alıkoyacak şekilde be­lirler. Şöyle buyurmuş gibidir: Hırsızların durumu hakkında işi gevşek tutma­yınız. Onlara hadleri uygulamakta sıkı ve tavizsiz davranınız. Çünkü hayır bü­tünüyle bundadır ve bu, bizatihi hayırdır; isterse kindarlar bundan hoşlanma­sın, cahiller akılları sıra tenkit etsin.

Daha sonra Yüce Allah yaptıklarına pişman olup durumlarını ıslâh eden tövbekarların hükmünü şöylece beyan etmektedir: "Kim de zulmettikten sonra tövbe eder, ıslâh ederse..." yani her kim hırsızlığından sonra tövbe eder, Allah'a döner, hırsızlıktan vazgeçer, insanların mallarını yahut o malların bedelini kendilerine geri verir, nefsini ıslâh edip takva ve iyilik amelleriyle arındırıp te­mizlerse, bu tövbesi bir daha dönmemek kararıyla samimi bir niyetle olursa, şüphesiz ki Allah, tövbesini kabul eder, ahirette onu azaplandırmaz.

Elin kesilmesine gelince: Fakihlerin cumhuruna göre tövbe, bu cezayı kal­dırmaz. Hanbelîlerin görüşüne göre ise tövbe, bu cezayı kaldırır ve evlâ. olan da bu görüştür. Çünkü Allah'ın Gafur ve Rahîm olduğunun zikredilmesi el kesme­den ibaret olan cezanın sakıt olmasına delâlet etmektedir.

Yüce Allah hırsızlık cezasının adaletli olduğunu ve bunun ilâhî hikmet, adalet ve rahmete uygun olarak belirlenmiş olduğunu bir daha vurgulayarak şöyle buyurmaktadır: "Bilmez misin ki, göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır..." Ey peygamber ve ey Allah'ın hükmünü tebliğ eden her kişi! Göklerde ve yerde bulunan her şeyin malikinin Allah olduğunu, onları düzenleyen ve yönetenin, çekip çevirenin o olduğunu, bunlarda mutlak hüküm veren ve egemenin kendisi olup hükmüne kimsenin karşı çıkamadığını bilmez misin? O dilediğini yapan­dır. Ancak hikmetli, adaletli ve rahmetli olanı yapar: Fert ve toplumun güvenli­ği tahakkuk etsin ve nefisler mallarından yana huzura kavuşsun; insanlar evin­den, ailesinden iş yerinden emin olarak işlerine gidip gelsin, diye. Yeryüzünde fesat çıkartan yol kesiciler ile insanın mal saygınlığını ve insanın özgürlüğünü tehdit eden hırsızlara ceza belirlemiş olması ve ayrıca her iki kesimden de tövbe edenlere mağfiret etmesi Onun hikmetindendir. Yeter ki, tövbelerinde samimi olsunlar, amellerini düzeltsinler. Çünkü ceza bizatihi bir hedef değildir. Aksine asıl maksat, salâhın tahakkuku, güvenliğin, huzurun yaygınlık kazanmasıdır. Terbiye etmek için, hem onlar hem de benzerlerine bir azar ve önleyici bir tedbir olmak üzere, kulların menfaatini de gerçekleştirmek kasdıyla isyankârları azaplandırmak onun hikmet ve adaletinin bir tecellisidir. Tövbe edenlere mer­hamet buyurup cezalarını kaldırması da onun rahmetinin bir tecellisidir. O azap etmeye de, rahmet etmeye de, her şeye kadir olandır. Allah kullarına biz­zat kendilerinden daha merhametlidir. Annenin çocuğuna olan merhametinden daha da ileridir bu merhameti. İster yol kesicilik için ister hırsızlık için olsun, öngörülen bu cezalar, hem bizzat bu işi yapanların hem de toplum içerisindeki kardeşlerinin maslahatmadır. O bakımdan herhangi bir kimsenin günahkâr bir ele yalancı göz yaşı dökmemesi, yine toplumda böyle bir ferde şefkat gösterme­mesi gerekir. Çünkü böyle bir organ bozuk bir organdır, zararlıdır, yıkıcıdır, tah­ripkârdır. Eğer halini düzeltmeyecek olursa, ondan asla hayır umulamaz. [53]



Münafıklarla Yahudilerin Küfre Doğru Koşuşmaları İle Yahudilerin Tevrat'ın Hükümlerine Karşı Tutumları


41- Ey peygamber! Ağızlarıyla "inan­dık" dedikleri halde kalpleriyle inan­mayan ve küfür içinde koşuşanlar seni üzmesin. Yahudilerden de yalana ku­lak verenler, sana gelmeyen, bir başka kavmin lehine senin sözünü dinleyen­ler vardır. Sözleri yerlerine konulduk­tan sonra değiştirirler de: "Size bu ve­rilirse alın, size bu verilmezse kaçının" derler. Kimin de Allah fitneye düşme­sini isterse, onun için senin Allah'a karşı hiç bir şey yapmaya gücün yet­mez. İşte onlar Allah'ın kalplerini te­mizlemek istemediği kimselerdir. Dün­yada onlara rüsvalık ve ahirette de on­lar için büyük bir azap vardır.

42- Yalana kulak verici olanlar, alabil­diğine yalan dinleyenlerdir onlar. Ha­ram ve rüşveti boyuna yerler. Sana ge­lirlerse ister aralarında hükmet, ister onlardan yüz çevir. Eğer onlardan yüz çevirirsen sana hiç bir zarar veremez­ler. Şayet hükmedersen de aralarında adaletle hükmet. Çünkü Allah âdil olanları sever.

43- Hem nasıl olur da seni hakem yapı­yorlar? Halbuki Tevrat yanlanndadır, onda Allah'ın hükmü vardır. Yine de bundan sonra yüz çevirirler; onlar mü­min kimseler değillerdir.



Nüzul Sebebi


"Ey peygamber... (diye başlayan 41.) ayetin nüzulü ile ilgili olarak Ahmed ve Ebu Davud, İbni Abbas'm şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Yüce Allah bunu Yahudilerden iki kesim hakkında indirmiştir. Bunlardan birisi diğerini ca-hiliye döneminde yenik düşürmüştü. Nihayet karşılıklı olarak razı oldular ve güçlü kabilenin yenik düşen kabileden öldürdüğü her bir kişinin diyetinin elli vesk (bir vesk: 2751 gr.) olması, buna karşılık güçsüz kabilenin güçlü kabileden öldürdüğü her bir kişinin diyetinin de 100 vesk olması üzerinde anlaşıp barış yaptılar. Onların bu durumları Resulullah (s.a.) Medine'ye gelinceye kadar böy­lece devam etti. Bir seferinde güçsüz olan kabile güçlü olandan birisini öldürdü. Güçlü kabile haydi bize 100 vesk gönderin, diye haber saldı. Bu sefer güçsüz olan kabile: Peki dinleri bir, nispetleri bir, yaşadıkları toprak bir olan iki kabile­de hiç böyle bir şey görülmüş müdür? Hiç bu durumda olanlardan birisinin di­yeti ötekinin yarısı kadar olur mu? Biz vaktiyle bunu sizden çekindiğimiz, kork­tuğumuz için vermiştik. Şimdi ise Muhammed buraya gelmiş bulunuyor. Artık böyle bir şeyi size vermiyoruz, dediler. Az kalsın aralarında savaş alevi parlaya­caktı. Daha sonra Resulullah (s.a.)'ı aralarında hakem kılmak üzere anlaştılar. Görüşünü almak için münafıklardan bazılarını gönderdiler. Bunun üzerine Yü­ce Allah da: "Ey Peygamber! Ağızlarıyla: İnandık, dedikleri halde kalpleriyle inanmayan ve küfür içinde koşuşanlar seni üzmesin." ayetini indirdi.

Bu ayet-i kerime Kurayza oğulları ile Nadîr oğulları hakkında nazil ol­muştur. Bunlar Resulullah (s.a.)'ın hükmüne başvurmuşlardı. Hz. Peygamber de Kurayza oğullarından olan kimse ile Nadîr oğullarından olan kimse arasın­da (diyette) eşitlik hükmünü verdi.

Yine denildiğine göre bu ayet-i kerime, Resulullah (s.a.)'m Ebu Lübâbe'yi Kurayza oğullarına gönderip, onun da boğazlanacaklarını işaret ederek Pey-gamber'e hainlik etmesi üzerine nazil olmuştur.[54]

Bir diğer görüşe göre bu ayet-i kerime, zina eden iki Yahudi ile recm olayı hakkında nazil olmuştur. Kurtubî bunun konu ile ilgili görüşlerin en sahih ola­nı olduğunu söyler.[55] Burada kastedilen olay da şudur:

Hadis imamları Malik, Ahmed, Buharî, Müslim, Tirmizî ve Ebu Davud, el-Berâ b. Azib'in şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Resulullah (s.a.)'m yanından yüzüne siyahlar çalınmış ve sopa vurulmuş bir Yahudi geçirildi. Resulullah (s.a.) Onları çağırıp dedi ki: "Kitabınızda zina haddinin böyle olduğunu mu görüyorsu­nuz?" Onlar: Evet, dediler. Bu sefer Resulullah (s.a.) onların ilim adamlarından birisini çağırdı ve dedi ki: "Tevrat'ı Musa'ya indiren Allah hakkı için sana and veriyorum, Kitabınızda zina edenin cezasının böyle olduğunu mu görüyorsunuz?" O: "Allah'a yemin ederim ki hayır" dedi. "Eğer bana bu şekilde yemin verdirme-seydin sana gerçeği bildirmeyecektim. Bizler Kitabımızda zina edenin cezasının recm olduğunu görüyoruz. Fakat bu zina soylularımız arasında çoğaldı, o ba­kımdan soylu olan bir kimseyi yakaladığımız zaman cezasız bırakıyor, güçsüz bir kimseyi yakaladığımız zaman ise ona had uyguluyorduk. Kendi aramızda soylu olana da güçsüz olana da uygulayacağımız bir ceza üzerinde ortak bir karara vardık ve recm yerine yüze kara çalmayı ve sopa vurmayı ceza olarak belirledik." Bu sefer Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Allahım, onların öldürdükleri bir za­manda senin emrini dirilten ilk kişi ben oluyorum." dedi ve verdiği emir ile o kişi recmedildi. Bunun üzerine Yüce Allah: "Ey peygamber! Ağızlarıyla inandık de­dikleri halde... küfür içinde koşuşanlar seni üzmesin." buyruğundan itibaren "...size bu verilirse alın..." buyruğuna kadar olan bölüm nazil oldu.

Ahmed, Buharî ve Müslimde Hz. Ömer'in şöyle dediği rivayet edilmekte­dir: Yahudiler Resulullah (s.a.)'m yanına zina etmiş bir kadın ve bir erkek ge­tirdiler. Resulullah (s.a.): "Kitabınızda bu hususta neyi buluyorsunuz?" deyince onlar: "Bizler yüzlerine kara çalıyoruz ve rezil edilmelerini sağlıyoruz" dediler. Hz. Peygamber: "Yalan söylüyorsunuz, Tevrat'ta recm vardır. Eğer doğru söylü­yor iseniz Tevrat'ı getirin ve okuyun." buyuranca Tevrat'ı getirdiler. İbni Suriya diye anılan bir gözü görmeyen bir okuyucu da getirdiler. Bu kişi bir yere gelin­ceye kadar okudu, oraya gelince de elini üzerine koydu. Ona: Ordan elini kal­dır, denildi, elini kaldırınca bir de baktılar ki, recmi emreden ayet açıkça orada yazılı bulunmaktadır. "Ey Muhammedi" dediler. "Orada recm yazılıdır, fakat biz bunu aramızda gizliyorduk." Bunun üzerine Resulullah (s.a.) emir verdi ve her ikisi de recm edildi. Recm esnasında erkek kadın üzerine abanıyor ve böy­lelikle kendisini siper ederek kadını gelecek taşlardan korumaya çalışıyordu.

"Yalana kulak verici olanlar, alabildiğine yalan dinleyenlerdir, onlar. Ha­ram ve rüşveti boyuna yerler." anlamındaki 43. ayet de Yahudiler hakkında nazil olmuştur. Yahudi bir hakime birisi gelip de davasında haksız ise hakime rüşvet verir, o da onun söylediği sözü dinler ve hükmünü verirken onu esas alırdı. Buna karşılık diğer tarafa iltifat etmezdi. Böylelikle rüşveti yer ve ya­lanı dinlerdi. Aralarından fakir olanlar ise, bağlı bulundukları Yahudilik dini üzere devam etmek için zenginlerden belli bir mal alıyorlar ve onlardan Ya­hudiliğin propagandasını yapan İslâmı tenkide yönelik yalanlarını da dinli­yorlardı. İşte zenginlerden aldıkları haramı yiyenler ve yalanı dinleyip kulak verenler fakir Yahüdilerdi. Yüce Allah'ın: "Alabildiğine yalan dinleyenlerdir onlar, haram ve rüşveti boyuna yerler." buyruğunda işaret olunan da budur. Yine denildiğine göre bu, onlar Tevrat'a nispet ettikleri yalanlara kulak verir­ler, faizi yerlerdi, anlamındadır. Nitekim Yüce Allah'ın: "Kendilerine yasak kı­lınmış olduğu halde faizi alıp yemeleri..." (Nisa, 4/161) buyruğu da buna işa­rettir. [56]



Açıklaması


Bu ayet-i kerimeler küfürde yarışanlar, Allah ve Rasulüne itaatin dışına çıkanlar, kendi görüş ve nevalarını Yüce Allah'ın şeriatinin önüne geçiren mü­nafıklarla Yahudiler hakkında nazil olmuştur.

Yüce Allah: Ey Peygamber (rasul)! buyurmaktadır. Bu Hz. Peygamber'e, onu şereflendirmek, tazim etmek ve müminlere de ona sıfatıyla hitap etmeyi öğretmek üzere yapılmış bir hitaptır. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Aranızda rasulün duasını (onu çağırmayı) birbirinizin duası (kiminizin kiminizi çağırması) gibi kılmayın." (Nûr, 24/63) Bunun üzerine As-hab-ı Kiram ona: "Ey Allah'ın rasulü" diye hitap etmeye başladılar. Halbuki daha önce ona "Ya Muhammed" diye sesleniyorlardı.

Münafıkların her fırsat buldukça küfrü açığa vurmaları ve düşman safla­rına geçmeleri hususunda ellerini çabuk tutmaları, bu hususta yarışa girmeleri seni üzmesin, yani bunu önemseme, aldırış etme. Onlara karşı ben sana yar­dım edeceğim, onların kötülüklerine karşı ben sana yeterim.

Burada maksat bizatihi üzülmeyi yasaklamak değildir. Çünkü üzülmek insanın ihtiyarı dışında tabiatı gereği ortaya çıkan bir durumdur ve bu husus­ta herhangi bir mükellefiyet söz konusu değildir. Asıl maksat bu üzüntünün gerekleri olan önceki halleri ve sonuçları yasaklamaktır. Böylelikle üzüntünün büyüklüğüne ağır sorumluluğuna ve üzüntü sebeplerini ortaya çıkarmanın ağız sorumluluğuna dikkat çekilmektedir.

Daha sonra bunların kim olduklarını beyan etmektedir. Bunlar ise dille­riyle iman ettiklerini açığa vurmakla birlikte, kalpten iman etmeyen kimseler, yani münafıklardır. Yahudiler ise İslâmın ve Müslümanların düşmanıdır. On­lar kendi hahamlarının yalanlarına kulak verirler. Bu yalanlar ister Peygam­ber (s.a.) ile ilgili olsun, ister dinlerinin hükümleri ile ilgili olsun. Ey Muham-med! Onların hepsi de senin meclisine gelmeyen başka bir takım Yahudi toplu­luklar lehine dinlemektedirler. Yani münafıklar Hz. Muhammed'den işittikleri­ni bu meclise gelmeyen Yahudiler topluluğuna bildirmek üzere orada bulunan casuslardır. Yüce Allah'ın, "Başka bir kavmin lehine..." buyruğunun anlamı, "başka bir kavim adına, başka bir kavim için"dir.

İşte bu Yahudiler, Allah'ın Tevrat'taki sözlerini, kelimeler yerlerini bul­duktan sonra tahrif eder, değiştirirler. Yani Allah farzlarını farz, helâlini he­lâl, haramını haram kıldıktan sonra onlar bunu değiştirirler. Onlar ya keli­melerin yerine başka kelimeler koymak suretiyle lafzî bir takım değişikliğe giderler yahut onda bir takım fazlalıklar yapmak veya eksiltmekle bu tahrifi yaparlardı. Yahut da bu kelimeleri gerçek anlamından başka türlü yorumla­mak, başka bir anlama tevil etmek suretiyle manevi olarak tahrife uğratır­lardı. Onların bu değiştirmeleri ise, ısrarla ve gerçekleri bilerek yapılan bir değiştirmedir.

Allah Rasulünün yanma muhsan zanilerin hükmünü sormak üzere gön­derdikleri kimselere de şöyle derlerdi: "Eğer o sizlere yüzlerine siyah çalmak ve sopa vurmak şeklinde fetva verirse, onun bu fetvasını kabul edin ve buna razı olun. Eğer size recmedilecekleri fetvasını verirse, onu kabulden çekinin ve bu­na da razı olmayın."

Oysa Allah'ın dininde denemeye tabi tutmak istediği kimsenin, bu deneme sonucu küfür ve sapıklığı ortaya çıkacaksa, herhangi bir kimse bu sonucu önle­yemez. Ey Peygamber! Sen de Allah'a karşı bunu önleyecek bir şey yapamaz­sın. Böyle birisini hidayete iletemezsin hakka ulaştıramazsın.

Bu münafıklar ve Yahudilerin fesatlarının boyutu ise deneme sonucu orta­ya çıkmıştır. Çünkü bunlar yalanı kabul ediyorlar, dinlerinin hükümlerini tah­rif ediyorlar, nevalarına uyarak bunu yapıyorlardı. O bakımdan sen de onlar için üzülme ve artık bundan sonra iman edeceklerine dair ümit besleme.

Allah kendilerini bu şekilde denediği o kimselerin artık bundan sonra kalplerini küfür ve nifaktan temizlemek istememektedir. Çünkü batıl üzere kalmayı alışkanlık haline getirmiş, kötülük ve serde alabildiğine ilerilere git­miş kimselerin hayır umutları kalmamış demektir. Artık onların nura kavuş­ma hakkı, görmelerinin yolu bitmiş demektir.

Yahudi ve münafıklardan oluşan bu iki kesimin de cezası dünyada rezillik, ahirette ise büyük azap ve büyük dehşet olacaktır. Münafıkların dünya haya­tındaki rezillikleri gerçek yüzlerinin ortaya çıkması, peygamber (s.a.)'e yalan söylediklerinin anlaşılması ve ölümden korkup durmalarıdır. Yahudilerin akı­betleri de aynı şekilde muhsan zinakârlann recmedilmesi gereğini ortaya ko­yan kitaplarının nassmı gizlemek suretiyle, yalan söylediklerinin ortaya çık­ması sonucu rezil olmalarıdır.

Daha sonra Yüce Allah pekiştirmek ve bu hususun iyice yer etmesini sağ­lamak üzere onların niteliklerini tekrarlamaktadır. Bu nitelikleri ise yalanı dinlemeleri ve çokça haram yemeleri, yani rüşvet olarak çokça haram mal alıp yemeleri; zina eden kadının ücretini; erkek hayvanların dişi hayvanlara aşırıl­masının ücretini; şarap, meyte ücretini; kâhine verilen parayı masiyetlerin iş­lenmesi için ücretli çalıştırmayı mubah görmeleridir. Nitekim Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, İbni Abbas, Ebu Hureyre ve Mücahid'den de böylece rivayet edilmiştir. Bunların aslı ise hiç bir bereketi bulunmayan insanın kendisi sebe­biyle ayıplandığı, değersiz haramı kabul etmektir. [57]

Daha sonra Yüce Allah rasulünü Yahudiler arasında hüküm vermek ile hüküm vermekten yüz çevirmek arasında muhayyer bırakarak şu anlamda ona ferman, buyurmaktadır: Şayet onlar senin hükmüne başvurmak üzere yanma gelecek olurlarsa sen de onlar arasında hüküm vermek yahut onları muhake­me etmek ile onlardan yüz çevirip kendi başkan ve ilim adamlarına terketmek arasında muhayyersin. Böyle bir muhayyerlik ise, zimmet ehlinden ayrı zim­met akitleri bulunmayan muahidlere has bir durumdu. Çünkü zimmet ehli arasında bizim mahkememize başvurdukları takdirde hüküm vermek icabeder. Zira kendileriyle birlikte zimmet akdi yapılan kimseler suç, ceza ve karşılıklı ilişkilerde İslâm'ın ahkâmına bağlı kalmayı kabul etmişler demektir. Bundan tek istisna şarap ve domuz satımıdır. Onların bu uygulamalarına müsaade edi­lir. Ebu Hanife ve Mâlik'in görüşüne göre; zina etmeleri halinde muhsan olan­larının recmedilmeleri söz konusu değildir. Çünkü Müslüman olmak recmin şartlan arasındadır. Şafiî ve Ahmed'in görüşüne göre ise recm olunurlar. Bu da Resulullah (s.a.)'ın zina eden iki Yahudiyi recmetmiş olması uygulamasının bir gereğidir ve bunlara göre İslâm muhsan olmak için şart değildir.

Böyle bir açıklama ile bu ve: "Ve aralarında Allah'ın indirdikleriyle hükmet" (Bu surenin 49. ayeti arası) ayetlerinin arası telif edilmiş olmaktadır. Bu da Şa­fiî'nin görüşüdür. Bir görüşe göre birinci ayet-i kerime ikinci ayet-i kerime ile nes-holmuştur. Bu da İbni Abbas, Hasan-ı Basri, Mücâhid ve İkrime'nin görüşüdür.

Şayet aralarında hüküm vermekten yüz çevirecek olursan zarar ve düş­manlıklarının sana bir kötülüğü dokunmaz. Seni koruyan, insanlara karşı seni muhafaza edecek olan Allah'tır. Bu cümleden maksat ise, Hz. Peygamberin bi­rinden birini tercih etmekte muhayyer kılındığı iki hususun durumunu açıkla­maktır. Onlar ise ancak recm yerine sopa vurmak gibi daha hafif ve daha kolay olana talip olduklarından dolayı onun hükmüne başvuruyorlardı. Onlardan yüz çevirmesi halinde ise kızarlar, hatta ona eziyet vermeye çalıştıkları da olurdu. Böylelikle Yüce Allah onların Hz. Peygambere düşmanlıklarının her­hangi bir zararının dokunmayacağını beyan etmektedir.

Eğer aralarında hükmedecek olursan emrolunduğun adaletle hükmet. Çünkü Allah adil olanları sever. Adalet, Kur'an-ı Kerim ve İslâm'ın yoludur: İs­ter Müslümanlar arasında olsun, ister düşmanlar arasında.

Hem zina edenlerin durumunda olduğu gibi onlar nasıl senin hükmüne başvuruyorlar ki? Zira yanlarında Tevrat vardır ve o Tevrat'ta Allah'ın şeriati; bulunmaktadır. Sonra da bunun ardından senin hükmünden yüz çeviriyor, bı­rakıp gidiyorlar. Bunlar katiyyen müminlerden olamazlar veya onlar iddia et­tikleri gibi kendi kitaplarına iman eden kimseler değildirler.

Bu ayet-i kerime kendi kitaplarının hükmünden yüz çevirip batıl olduğu­na inandıkları kimsenin hükmüne başvurdukları halde onun hükmünden de yüz çevirmelerinin hayret edilecek bir hal olduğunu ifade etmektedir.[58]



Tevrat Bir Hidayet Ve Bir Nurdur; Kısas Şer'ı Bir Hüküm Olarak Tevrat'ta Vardı Ve Hıristiyanlar Da Onun Hükmüyle Hükmetmekle Mükellefti


44- Doğrusu Tevrat'ı Biz indirdik. On­da hidayet ve nur vardır. Kendilerini Allah'a teslim etmiş peygamberler, Rabbanilerle bilginler de Allah'ın Kita­bını korumaları istendiğinden Yahudi­lere onunla hükmederlerdi. Hepsi de ona şahit idiler. Artık insanlardan kor-kamayın da Ben'den korkun ve ayetle­rimi az bir değerle değiştirmeyin. Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.

45- Orada onlara yazdık ki: Muhakkak can cana, göz göze, burun buruna, ku­lak kulağa, diş dişe karşılıktır. Yarala­malara da kısas vardır. Kim onu bağış­larsa artık o, kendisi için bir kefaret olur. Kim Allah'ın indirdiği ile hük­metmezse işte onlar zalimlerin ta ken­dileridir.

46- Onların izinden Meryem oğlu İsa'yı kendinden önce indirdiğimiz Tevrat'ı doğrulayıcı olarak gönderdik ve ona İncil'i verdik. Onda hidayet ve nur var­dır. Kendinden önceki Tevrat'ı doğru­layıcı, hidayet ve takva sahipleri için bir öğüt olarak.

47- İncil ehli, Allah'ın onda indirdikle-riyle hükmetsinler. Kim de Allah'ın in­dirdiği ile hükmetmezse işte onlar fa-sıkların ta kendileridir.



Nüzul Sebebi


"Doğrusu Tevrat'ı Biz indirdik." Ayet-i kerimesi recme dair Tevrat'ın hük­münü değiştiren Yahudiler hakkında nazil olmuştur. Onlar daha önceden de geçtiği gibi recm yerine sopa vurmayı ve yüze kara çalmayı uydurmuşlardı.

Müslim, el-Berâ b. Azib'den Resulullah (s.a.)'ın Yahudi bir erkek ve kadını recmettiğini sonra da şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Kim Allah'ın in­dirdiği ile hükmetmezse işte onlar kâfirlerin ta kendileridir; kim Allah'ın indirdikleriyle hükmetmezse işte onlar zalimlerin ta kendileridir; kim Allah'ın indir-dikleriyle hükmetmezse işte onlar fasıkların ta kendileridir." el-Berâ "Bu ayet­lerin hepsi de kâfirler hakkında nazil olmuştur." [59] demiştir. [60]



Açıklaması


Bizler Tevrat'ı Kelimullah olan Musa'ya, hidayeti kapsayan bir şekilde in­dirdik. Yani gerekli hükümleri ve mükellefiyetleri açıklayan o kitap, bir nurdu; Allah'ın birliğini nübüvvet ve ahirete dair inançların esaslarını açıklayan bir nur. İşte biz Tevrat'ı kendilerini Allah'a teslim etmiş, ona dinlerini halis kılmış ve İsrailoğulları arasında gönderilmiş olan peygamberlerin kendisiyle hükmet­tiği bir şeriat ve bir kanun olmak üzere indirdik.

İbnül Enbârî şöyle der: Burada geçen "kendilerini Allah'a teslim etmiş" sı­fatı peygamberlere övgü olmak üzere bir sıfattır. Yoksa vasfedileni başkasın­dan ayırdetmek üzere zikredilmiş sıfat anlamında değildir. Zira "peygamber­lerin Müslüman olmayan kimseler, Allah'a teslim olmamış kimseler olmaları ihtimali yoktur. Bu Yahudi ve Hristiyanlara bir red; peygamberlerin, ileri sür­dükleri gibi Yahudi ya da Hristiyan olmakla nitelendirilen kimseler olmayıp aksine Allah'a teslim olmuş, onun hükümlerine bağlanmış kimseler olduklarını vurgulayan bir ifadedir.

"Yahudilere", yani peygamberler, Tevrat ile Yahudiler için ve onlar arasın­da hüküm veriyorlardı. Tevrat onlara has bir şeriattı, umumi değildi. Davud, Süleyman ve İsa (aleyhimusselâm) Tevrat ile hüküm ediyorlardı.

Yine Tevrat'la Rabbaniler ve büyük âlimler -bunlar ise Hz. Harun soyun­dan gelen salih kimselerdir- hüküm veriyorlardı. Rabbanilerden kasıt, insanla­rın yönetim; işlerinin idaresi ve menfaatlerinin çekip çevrilmesi hususlarında bilgili, hikmet sahibi, basiret sahibi kimselerdir. Ahbar'dan kasıt ise, takva ve salih ilim adamlarıdır[61]. İşte bunlar peygamberlerin bulunmadığı zamanlarda yahut da peygamberlerin var olmaları halinde peygamberlerin izniyle Tevrat'la hükmediyorlardı. Çünkü Allah'ın Kitab'ından bellemiş oldukları bunu gerektir­mekteydi. Yani Allah'ın Kitab'ından elde ettikleri, kendilerine emanet olunan bilgiler sebebiyle böyle yapmalıydılar. Ayrıca Yüce Allah ilim adamlarından ki­tabını iki bakımdan korumalarına dair söz almıştır: Kitabı kalplerinde ezberle­mek, dilleriyle tedris etmek (okumak), hükümlerini zayi etmemek ve sert hü­kümlerini de ihmal etmemek.

Taberî şöyle der: Rabbaniler, ilim adamları, insanların siyasetini basiret ve hikmetle bilen, işlerinin nasıl tedbir edileceğini, çekip çevirileceğini, menfa­atlerinin nasıl ayakta tutulacağını bilen kimseler demektir. Ahbâr ise "habr"ın çoğulu olup "ilim adamları" demektir. Habr ise bir şeyi oldukça sağlam bir şe­kilde bilen kimse anlamındadır. [62]

"Hepsi de ona şahit idiler." Yani salih ilim adamları Yüce Allah'ın Kitab'ını her türlü değişiklik ve tahriften koruyan şahitler, gözetleyicüer idiler. Onun Rablerinden gelen hak olduğuna tanıklık ederlerdi. Tevrat'ta recm hükmünün varlığına ve Resulullah (s.a.)'m nitelikleri ile geleceği müjdesinin gizlendiğine şahitlikte bulunan Abdullah b. Selâm gibi.

Daha sonra Yüce Allah, Yahudilerden Kur"an-ı Kerim'in nüzul çağında ya­şayıp da Tevrat'ın hükümlerini gizleyen ve değişikliklerde bulunan Yahudi li­derlerine, bizzat kendileri arasından kendilerine karşı şahitler getirdikten son­ra, şöylece hitap etmektedir: "Artık insanlardan korkmayın da benden korkun." Yani durum belirtilen şekilde olduğuna göre, ey Kur'an'a çağdaş olan Yahudi âlimleri! İnsanlardan korkup peygamberin niteliği ve geleceği müjdesi kabilin­den olan hakkı gizlemeye kalkışmayın. Çabucak gelip geçecek dünyevî menfa­ate umut bağlayarak böyle bir şey yapmayın. Allah'tan korkun da benim Kitabı­mı tahrife kalkışmayın. Bu tahrif sonucu onlar hakkında uygulanması gereken hadleri ıskat etmeyin. Korku umuttan daha etkileyici olduğundan dolayı Yüce Allah önce onu zikrederek: "Artık insanlardan korkmayın..." buyurmaktadır.

Daha sonra fayda elde etme yolundaki umut ve beklentilerini söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: "Ve ayetlerimi az bir değerle değiştirmeyin." Be­nim ayet ve hükümlerimi insanlardan alacağınız rüşvet, mal yahut mevkiye, li­derliğe vs. tamah etmek veya başkalarının rızasını elde etmek gibi oldukça de­ğersiz, gelip geçici bir menfaat karşılığında değiştirmeyin. Çünkü dünya metaı pek az ve geçicidir. Aldığınız rüşvet kalıcılığı olmayan haram bir yiyecektir. O bakımdan onu alıp dininizi, ebedi sevabı kaybetmeyin. Zira nasıl olur da sizler gelip geçen azıcık bir şeyi, ebedi ve çok şey karşılığında kabul edebilirsiniz?

Recm yerine sopa vurmayı ve yüze kara çalmayı kabul etmek, Peygamber (s.a.)'in niteliklerini gizleyip bu nitelikleri başka bir kimse hakkında açıklayıp yorumlamak, öldürülmüş bazı kimseler hakkında tam bir diyet, diğer bazıları hakkında da yarım bir diyet hükmünü vermek ve kısası terketmek yoluyla Al­lah'ın indirdiğinden başkasıyla hükmedenler var ya, işte onlar, hakkı gizleyen kâfirler, haksızlık yapan zalimler, Allah'ın hududu dışına çıkan fasıklardır. On­ların nitelikleri bunlardır. Yüce Allah onları aşağılayarak, Allah'ın ayetlerine zulmedip ondan başkasıyla da hükmeden isyanda ve küfürde aşırıya gidenler olarak nitelendirdi. İbni Abbas (r.a.)'tan kâfirlerin, zalimlerin ve fasıklarm Ki­tap Ehli olduklarını söylediğine dair rivayet gelmiştir. İşte bu, muhsan kimse­nin zinası ve saldırgan katile kısas uygulanması gibi Tevrat'ın hükümlerini tahrif eden Yahudilerin tehdit edilmesi maksadına yönelik, oldukça ağır bir ni­telendirmedir. Onlar böyle yaptıkları için Tevrat'a da Kur'an'a da iman etme­yen kâfirler oldular.

İbni Cerîr et-Taberî, Salih'in şöyle dediğini nakletmektedir: "Maide süre­sindeki: "Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse..." şeklindeki üç ayet-i keri­mede Müslümanlarla alâkalı bir taraf yoktur. Bunlar kâfirler hakkındadır" [63] er-Razî şöyle der: Ancak böyle bir görüş zayıftır. Çünkü muteber olan lafzın umumiliğidir, sebebin hususi oluşu değildir. Daha sonra İkrime'den: "Kim Al­lah'ın indirdiği ile hükmetmezse...''den bu buyruklarla ilgili şöyle söylediğini nakletmektedir: Bu buyruklar kalbiyle inkâr edip diliyle reddedenleri kapsar. Kalbiyle bunun Allah'ın hükmü olduğunu bilip diliyle de Allah'ın hükmü oldu­ğunu ikrar etmekle beraber, bunun zıddını yaparsa böyle bir kimse Allah'ın in­dirdiği ile hükmeden, ama bu hükmü terkeden bir kişidir. Dolayısıyla böyle bi­risinin bu ayet-i kerimenin kapsamına girmesi gerekmez. Daha sonra er-Razî: "İşte doğru cevap budur, doğrusunu en iyi bilen Allah'tır." [64] der.

Özetle, Allah'ın indirdiğinden başkasıyla hükmetmeyi helâl kılan ile kal­biyle Allah'ın hükmünü kabul edip diliyle de onu reddeden kimse hakkında tekfir söz konusudur. Kâfir olan böyle birisidir. Ancak Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyen ve bu konuda hata edip günah işleyen kimse kusurlu hareket eden fasık bir kimsedir. Allah'ın indirdiğinden başkasıyla hükmedilmesini rıza ile karşıladığından dolayı sorumlu olacaktır.

Yahudiler, Nadir oğulları'na mensup bir kimsenin diyetini, Kurayza oğul-ları'na mensup olanm diyetinden daha fazla miktarda belirleyip Nadir oğulla-rı'ndan olanın Kurayza oğulları'ndan olana karşılık öldürülmesini, yani ona kı­sas uygulanmasını kabul etmeyerek, hem Tevrat'ın hükmüne hem de bu konu­da kendisine soru sormaları üzerine Allah Rasulünün verdiği hükme muhale­fet etmeleri dolayısıyla bu ayet-i kerime kısası teşrî etmek gayesiyle nazil oldu: "Orada onlara yazdık ki..."

Yani biz Tevrat'ta kısasta eşitliği ve misillemeyi farz kıldık. Cana karşılık can öldürülür, göze karşılık göz çıkartılır, buruna karşılık burun kesilir, kulağa karşılık kulak kesilir, dişe karşılık diş sökülür; yaralamalarda kısas cereyan eder. Yani bu yaralamalarda güç yettiği miktarda eşitliğe itibar edilir.

O halde ayet-i kerime kısasın sözü geçen bütün bu hususlarda cereyan et­tiğine delâlet etmektedir. Ebu Hanife Müslümanm zimmîye karşı öldürüleceği görüşünü kabul ederken, cumhur Müslümanm zimmîye karşı öldürülmeyeceği­ni söylemektedir. Çünkü ayet-i kerime bizden öncekilerin şeriatidir. Bu ise Şa-fiîlere göre bize şeriat olmaz. Zira Resulullah (s.a.) Ahmed, Tirmizî ve İbni Ma-ce'nin Abdullah b. Amr'dan yaptıkları rivayete göre şöyle buyurmuştur: "Müs­lüman kâfire karşılık öldürülmez." Yüce Allah'ın: "Göz göze... karşılıktır" buy­ruğundan kasıt, herhangi bir haksızlık ve haddi aşmak söz konusu olmaksızın, caninin fiiline benzer bir fiili ona uygulamaktır. Eğer caninin sağ gözü varsa, mağdurun çıkardığı sağ gözüne karşılık o gözü alınır, fakat sağ göze karşılık sol göz çıkartılmaz. İsterse kendisinde kısas uygulanacak kimse buna razı ol­sun. Bu hüküm, kasdi olması halinde böyledir. Hata halinde ise tek bir gözün çıkartılmasında yarım diyet, iki gözün çıkartılmasında ise tam bir diyet vardır. Bir gözü görmeyen bir kimse sağlıklı bir kişinin gözünü çıkartacak olursa, Ebu Hanife ile Şafiî: Yüce Allah'ın: "Göz göze... karşılıktır" buyruğundaki umumi ifadeyi esas alarak ona kısas uygulanacağı görüşündedirler. İbnü'l-Arabî der ki: Kur'an-ı Kerim'in umumi ifadesini kabul etmek evlâdır ve Yüce Allah nezdinde bu daha bir eşlemdir. Mâlik ise şöyle der: Dilerse kısas uygulanmasını ister, dilerse de (bir gözü görmeyenden) tam bir diyet alır. Çünkü deliller tearuz ettiği (birbiriy­le çatıştığı) takdirde kendisine karşı suç işlenen kişi muhayyer bırakılır.

Ahmed şöyle der: Bu durumda tek gözü görmeyene kısas uygulanmaz, ona tam bir diyet ödemek düşer. Çünkü bir gözü görmeyene kısas uygulanacak olursa, görmenin belli bir bölümü karşılığında bir diğerinin bütün görmesi alınmış olur, bu ise eşitlik değildir.

Aynı şekilde burun, kulak ve dişte de kasıt olması halinde, diğer azalara kı­sas uygulandığı gibi kısas uygulanır. Dil hakkında ilim adamlarının çoğunluğu yirmi sekiz harften konuşamadığı miktar kadar diyet alacağını söylemişlerdir. Eğer tamamen konuşamayacak hale gelirse, diyetin tamamını öder. Dilsizin dili­nin kesilmesi halinde ise hükümet-i adi (âdil bilir kişilerin takdiri) söz konusudur.

Yaralamalar konusunda, eşitlik sağlamanın mümkün olduğu eller, ayaklar ve meselâ, kafada kemiği ortaya çıkartan ve murdiha diye bilinen miktarları tespit edilebilen yaralarda kısas uygulanır; et ve kaslardaki bir zedelenme ya­hut göğüs kafesinde bir kemiğin kırılması gibi kısasın mümkün olmadığı hal­lerde ise, hükümet-i adlin takdiri söz konusudur. Yani bunda hakimin bilir ki­şiler aracılığı ile takdir edeceği tazminatın ödenmesi gerekir.

Bütün bunlar saldırganlık ve kasıt halinde böyledir. Hata yoluyla suç iş­lenmesi halinde ise ya diyetin tamamı ya bir bölümü yahut da mahkemece tak­dir edilecek tazminat ödenir.

Daha sonra Yüce Allah, insanî faktöre işaret etmektedir ki, bu da af, bağışla­ma ve hoşgörüdür. Yüce Allah, "Kim onu bağışlarsa artık o kendisi için kefaret olur." buyurmaktadır. Yani kim kısastaki hakkını sadaka olarak bağışlar ve suç işleyeni affederse, onun bu sadaka olarak bağışlaması ona bir kefaret olur. Allah ona karşılık günahlarını örter ve onu affeder: "Affetmeniz takvaya daha yakın olandır." (Bakara, 2/237) Taberânî, Ubâde b. es-Sâmit (r.a)'den Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Her kim cesedinden herhangi bir şeyi tasadduk edecek olursa, ona tasadduk ettiği kadarı verilir." Bu hasen bir hadistir.

Her kim insanlar arasında adalet ve eşitlik esası üzere yükselen kısasa dair Allah'ın indirdiklerinden yüz çevirecek olursa, o kendilerine de başkaları­na da zulmeden, haddi aşan, Allah'ın hadlerini çiğneyen ve herhangi bir şeyi olması gereken yere koymayan zalimlerden olur.

Burada şöyle bir soru sorulabilir: Küfür zulümden daha büyük, zulüm de ondan daha az önemli olduğu halde küfürden sonra zulmün söz konusu edil­mesinin faydası nedir? Cevap: Küfür, Yüce Yaratıcıya karşı bir kusurdur. Zu­lüm ise kişinin kendisine karşı bir kusurdur.[65]

Daha sonra Yüce Allah Tevrat'ın İsrailoğulları'nm şeriatı olduğunu beyan ederek buyurmaktadır ki: Biz İsraioğulları peygamberlerinin ardından Meryemoğlu İsa'yı gönderdik. O, Yahudilere gönderilmiş son peygamberdir. Kendisin­den önce gönderilmiş olan Tevrat'ı sözüyle, ameliyle tasdik eden bir peygam­berdi. Yani Tevrat'ın Allah tarafından gönderilmiş bir kitap olduğunu ikrar et­tiği gibi, Tevrat gereğince amel etmenin gerekli ve hak olduğunu ifade ederdi. İncil'e aykırı olmayan bütün hususlarda Tevrat gereğince amel ederdi. Hz. İsa (a.s.) demiştir ki: "Ben namusu (Tevrat şeriatını) nakzetmek için gelmedim, fa­kat tamamlamak yahut eksikliğini gidermek için geldim." Yani ona bazı hüküm ve öğütleri ilave etmek için gönderildim.

Bundan dolayı Yüce Allah Hristiyanlara şunu emretmektedir: "İncil ehli Allah'ın onda indirdikleriyle hükmetsinler." (Maide, 5/47) Bu ayet-i kerimede ise şöyle demektedir: "Ve ona İncil'i verdik, onda hidayet ve nur vardır." Yani biz ona İncil'i verdik, İncil'de amelî hükümlere ileten bir hidayet, akidenin esaslarını gösteren bir aydınlık vardır: Tevhid gibi, şirk ve putperestliğin red­dedilmesi gibi. İncil'de, Kur'an-ı Kerim gibi Tevrat'ı doğrulayan bir kitaptır. Yüce Allah İncil'i hidayete götüren, takva sahipleri için öğüt veren bir kitap kılmıştır. Çünkü ondan yararlanabilecek kimseler bunlardır.

Dikkat edilecek olursa: "Kendinden önceki., ni doğrulayıcı" cümlesinin bir­birinden farklı iki anlam için tekrar edildiği görülecektir. Birincisi Hz. Mesih'in Tevrat'ı doğrulaması, ikincisi ise İncil'in Tevrat'ı doğrulamasıdır.

"Hidayet" kelimesinin tekrarından kasıt, birincisinde şer'î hüküm, şeriat ve mükellefiyetlerin açıklanması; nurdan kasıt da tevhid, nübüvvet ve meadın (öldükten sonra dirilişin, ahiretin) açıklanmasıdır. İkinci olarak ondan gözeti­len maksat ise şudur: İncil gayet açık bir şekilde Hz. Muhammed (s.a.)'in pey­gamberliğine delâlet etmektedir. O bakımdan o, insanların İslâm risaletine hi­dayet bulmalarının sebebidir. Zira İncil, son peygamber, "en büyük Fariklit" olan Muhammed (s.a.)'in gelişinin müjdesini de ihtiva etmektedir.

İncil'in takva sahiplerine öğüt olma özelliğine gelince: İncil oldukça vurgu­layıcı ve beliğ bir takım öğütleri ihtiva etmektedir. Bunların takva sahiplerine has olması ise, bunlardan yararlanacak kimselerin bunlar oluşundan dolayıdır. Yüce Allah'ın Kur"an-ı Kerim'e dair: "O takva sahipleri için bir hidayettir." (Ba­kara, 2/2) buyruğunda olduğu gibi [66]

İncil'in özelliklerinin açıklanmasından sonra Yüce Allah, İncil ile amel et­meyi: "İncil ehli Allah'ın onda indirdikleriyle hükmetsinler." diye emretmekte­dir. Hristiyanlar Allah'ın İncil'de indirmiş olduğu hükümler gereğince amel et­sinler. Nitekim Yüce Allah, Tevrat ehli hakkında: "Orada onlara yazdık ki" bu­yurmaktadır. Kur'an-ı Kerim'in nüzulünden sonra İncil'de bulunanlar gereğin­ce hükmedilmesi emrinin verilmesinden maksat, onların İncil'de bulunan hü­kümleri tahrif etmekten, değişikliğe uğratmaktan uzak durmalarının istenme­si, Yahudilerin Tevrat'ın hükümlerini gizlemek suretiyle yaptıklarının benzeri­ni yapmamalarıdır.

"Kim Allah'ın indirdikleriyle hükmetmezse işte onlar fasıkların ta kendile­ridir." Yani Allah'ın hüküm ve şeriatının dışına çıkan inatçı kimselerdir.

"Kâfirler, zalimler ve fasıklar"ın vasıfları aynı mıdır, yoksa birbirinden farklı mıdır? Kimi müfessirler bu üç sıfatı da aynı mevsufa ait kabul ederken, İbni Abbas bunları Kitap Ehli (Yahudi ve Hristiyanlar) hakkında özelleştir­mektedir. Evlâ olan ise şöyle demektir: Kim Allah'ın hükmünü red ve inkâr ederse, o kimse kâfirdir. Bununla birlikte kim o hüküm gereğince hükmetme-yip bununla birlikte Allah'ın hükmünü terkettiğini ikrar ediyor, onun hükmü olduğunu kabul ederek bunu yapıyorsa o kişi de zalim ve fasıktır. [67]



Kur'an Şeriatî İle Hükmetmek


48- Sana da kendinden önceki kitapla­rı doğrulayıcı ve üzerlerine şahit ola­rak bu Kitabı hak ile indirdik. O halde aralarında Allah'ın indirdiği ile hük­met. Sana gelmiş olan hakkı bırakıp onların hevalarına uyma. Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol tayin ettik. Şayet Allah dileseydi sizi bir tek ümmet yapardı. Lâkin sizi verdiği ile denemek istedi. Öyleyse hayırlarda ya­rışın. Hepinizin dönüşü Allah'adır; size ayrılığa düştüğünüz şeyleri bildirecek­tir.

49- Ve aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet. Onların hevalarına uyma! Al­lah'ın sana indirdiğinin bir kısmından seni vazgeçirmelerinden sakın. Eğer yüz çevirirlerse bil ki, bir kısım günah­ları yüzünden Allah onları cezalandır­mak istiyor. Gerçekten insanların bir çoğu fasıklardır.

50- Onlar cahiliye hükmünü mü isti­yorlar? Ama yakîne sahip bir kavim için Allah'tan daha iyi kim hüküm ve­rebilir!



Nüzul Sebebi


"Ve aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet" ayetinin nüzulü ile ilgili ola­rak İbni İshâk, İbni Abbas'ın şöyle dediğini rivayet etmektedir: Ka'b b. Esid, Abdullah b. Suriye ve Şâs b. Kays: "Haydi Muhammed'e gidelim, belki onu dininden çevirebiliriz" deyip yanına vardılar ve: "Ey Muhammed!" dediler. "Sen de biliyorsun ki bizler Yahudilerin ileri gelen ilim adamları, eşrafı ve efendile­riyiz. Bizler sana tabi olacak olursak, Yahudiler de bize tabi olurlar, bize mu­halefet etmezler. Fakat bizimle kavmimiz arasında bir anlaşmazlık vardır. O bakımdan onlarla senin huzurunda mahkemeleşmek istiyoruz. Sen de onlar aleyhine ve bizim lehimize hüküm vereceksin. O vakit biz de sana iman ede­riz." Hz. Peygamber ise bunu kabul etmedi, onlar hakkında: "Ve aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet, onların nevalarına uyma!" buyruğundan itiba­ren "... daha iyi kim hüküm verebilir?" buyruğuna kadar olan ayetler nazil ol­du.

"Onlar cahiliye hükmünü mü istiyorlar?" buyruğunda Zemahşerî'nin de dediği gibi iki vecih vardır:

1- Kurayza oğulları ile Nadîr oğulları Hz. Peygamberden cahiliye ehlinin hükmettikleri şekilde maktuller arasında üstünlüğü esas alacak şekilde hü­küm vermesini istediler. Resulullah (s.a.)'ın onlara: "Maktuller arasında fark yoktur" dediği rivayet edilmektedir. Bunun üzerine Nadîr oğulları: "Biz buna razı olmayız" deyince bu ayet-i kerime nazil olmuştur.

2- İkincisi ise bu Yahudilere Kitab Ehli ve ilim ehli oldukları halde heva olup kitaptan sadır olmayan bir cehil yani Yüce Allah'tan bir vahye raci olma­yan, bir heva olan cahiliye dininin hükmünü aradıkları için bir ayıplamadır.

el-Hasen'den nakledildiğine göre bu buyruklar, Allah'ın hükmünden baş­kasını arayan herkes hakkında umumidir. Hüküm ise iki türlüdür: Birisi bile­rek hüküm vermektir ki, bu da Allah'ın hükmüdür, diğeri ise bilgisizce hüküm vermektir; bu da şeytanın hükmüdür.

Tavus'a çocuklarından birisini diğerine üstün tutan bir kişi hakkında soru sormaları üzerine o da bu ayet-i kerimeyi okumuştu. [68]



Açıklaması


Ey peygamber! Biz sana kendisiyle dini tamamladığımız, Allah tarafından geldiği hususunda hiç bir şüphe bulunmayan, hakkı ve doğruyu kapsayan Kur'an-ı Kerim'i indirdik: "Ona batıl önünden de ardından da gelmez." (Fussilet, 41/42) Ku/an'ı kendisinden önce indirilmiş bulunan Tevrat ve İncil gibi ki­tapları doğrulayıcı ve destekleyici olmak üzere indirdik. Ayrıca kendisinden ön­ceki kitaplar da Kur'an-ı Kerim'den söz etmekte, onu övmekte, bu Kitabın Al­lah tarafından kulu ve Rasulü Muhammed (s.a.)'e indirileceğini bildirmekte; bütün bu kitapların Allah tarafından geldiğini, Musa'nın ve İsa'nın Allah'ın gönderdiği iki peygamber olduğunu, Allah'a karşı yalan iftira edip uydurma­dıklarını bildirmektedir. Asıl sizler ve atalarınız kitabı tahrif ettiniz ve size ve­rilenlerin bir çoğunu unuttunuz.

Kur'an-ı Kerim aynı zamanda kendisinden önce indirilmiş kitaplara karşı bir hakim, onlarda nazil olan buyruklar hakkında bir şahittir. Yine önceki ki­tapların aslî hallerinde doğru ve sabit hallerinde doğru ve sabit olduklarına ta­nıklık etmekte, bunların gerçek durumlarını ve sonradan karşı karşıya kaldık­ları unutma, tahrif ve tebdili de açıklamaktadır.

İbni Abbas, İbni Cüreyc ve başkaları: "Şahit olarak" buyruğu hakkında şöyle demişlerdir: Kur'an-ı Kerim kendisinden önceki kitaplara karşı hem emin hem de mutemen (kendisine güvenilen)dir. Kitap Ehli kendi kitaplarında yer alan herhangi bir hususu size haber verdiklerinde eğer Kur'an-ı Kerim'de var­sa onu tasdik ediniz, yoksa yalanlayınız. [69]

Kur'an-ı Kerim'in durumu ve konumu bu olduğuna göre, o halde ey Mu­hammed ve aynı şekilde hüküm verecek olan her bir kişi, gerek Kitap Ehli ara­sında gerekse bütün insanlar arasında Allah'ın sana bu kitapta indirmiş bu­lunduğu hükümlerle hükmet. Kitap Ehli'ne indirilenlerle değil. Çünkü senin şeriatın onların şeriatlerini neshetmiştir.

Sen bu Kitab-ı Azimde bulunan hükümlerle ve senden önceki peygamber­lere indirilmiş bulunup senin şeriatinde de nesholunmamış ve senin için de ge­çerli kıldığı hükümlerle hükmet. Onların nevalarına, kendi aralarında anlaşa­rak belirledikleri görüşlerine tabi olma! Allah'ın sana emretmiş bulunduğu haktan saparak başka tarafa yönelerek bu cahil ve bedbahtların nevalarına doğru gitme. Onların recm, kısas, Muhammed (s.a.)'in müjdesi ve benzeri hu­suslardaki tahrif ve değişikliklerine iltifat etme.

Daha sonra Yüce Allah, konuyu bir daha ele alarak şöyle buyurmaktadır: "Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol tayin ettik." Yani biz her bir ümmet için hükümlerini uygulamayı farz kıldığımız bir şeriat ile izlemelerini aynı şe­kilde farz kıldığımız, açık ve seçik bir yol tayin ettik. Her ne kadar bütün bu şeriatler dinin esaslarını teşkil eden Allah'ın tevhidi ve yalnızca ona ibadet edilmesi, ahlâk ve faziletlere dair esas noktalarda ittifak halinde iseler de bu toplumların durumlarının, insan karakterinin, istidatlarının ve gelişen zama­nın gereklerine göredir.

Alûsî: "Sizden her biriniz için bir şeriat... tayin ettik." buyruğu hakkında şöyle demektedir: Bu, Kitap Ehli'nden Hz. Peygamberin çağdaşı olan kimseleri, onun Allah'ın üzerine indirmiş olduğu hak gereğince verdiği hükme tabi olma­ya itmek için yeniden ele alınmış bir cümledir. Bu da onun tabi olduğu hakkın bizzat kendilerinin yerine getirmekle yükümlü bulundukları ve kitaplarında yer alan hakkın aynısı olduğunu açıklamak suretiyle beyan etmektedir. Çünkü onların yerine getirmekle yükümlü oldukları şey, neshten önce geçmiş bulunan hükümlerdir. Bu buyruktaki hitap ise -müfessirlerden bir topluluğun da belirt­tikleri gibi- bütün insanlara yöneliktir. Bu hem hitap esnasında varolan, hem de -tağlib yoluyla- geçmişteki insanlara yöneliktir.

Bizler gerek halihazırdaki ümmetler, gerek geçmiş ümmetlerin her birisi için o ümmete has bir şeriat ve bir yol belirlemişizdir. Hemen hemen hiç bir ümmet kendine ait bir şeriat gönderilmeden bırakılmamıştır. Hz. Musa'nın peygamber olarak gönderilişinden, Hz. İsa'nın gönderilişine kadar bulunan ümmetin şeriatı ise Tevrat'ta bulunan hükümlerdir. Hz. İsa'nın peygamber ola­rak gönderilişinden Hz. Muhammed'in gönderildiği zamana kadarki ümmetin şeriatı ise İncil'de bulunan hükümlerdir. Muhammed (s.a.)'in gönderilişi anın­dan Kıyamet gününe kadar bütün yeryüzündeki ümmetlerin Allah nezdinde makbul olacak biricik şeriatleri ise, yalnızca Kur*an-ı Kerim'de bulunanlardır, başkası değildir. O halde siz de ona iman ediniz ve onda bulunanlar gereğince amel ediniz.[70] Çünkü Muhammed peygamberlerin sonuncusudur, o Allah'ın bütün insanlara gönderdiği rasulüdür. Onun şeriatı bütün şeriatlerin en kâmili ve en yeterli olanıdır. Getirdiği Kur'an-ı Kerim, insanlık için herhangi bir deği­şiklik ve herhangi bir tebdil söz konusu olmaksızın kalmış biricik kitaptır. Bu Kitap kafî bir şekilde sabit olmuş ve sübutunda en ufak bir şüphe ve tereddüt olmayan bir kitaptır. Örfe göre şeriat, peygamberlerin farklılığı ile farklılık gösteren amelî hükümlerdir. Sonradan gelen her bir şeriat, önceki şeriatı nesh eder. Din ise peygamberlerin değişmesi ile değişikliğe uğramayan sabit esasla­rı ifade eder.

Daha sonra Yüce Allah, bütün ümmetlere hitap etmekte ve üstün kudreti­ni haber vermektedir: Şayet o dileseydi bütün insanları tek bir din ve tek bir şeriat etrafında toplardı. Bunun hiç bir bölümünü nesh etmezdi. Fakat Yüce Allah her bir rasule başlı başına bir şeriat teslim etmiştir. Zira tek bir şeriat bütün çağlara ve insanlara elverişli olmayabilir. Bu da onların ilerilik ve aklî olgunluk bakımından farklı farklı oluşları dolayısıyladır. Ne zaman ki insanlık, artık bu farklılıkların azalıp birbirlerine yaklaştıkları bir vakte geldi, o vakit onlara tek bir şeriat indirdi. Onun değişik şeriatleri indirmesindeki hedef ise, kullarını kendileri için gönderdiği şeriatler ile denemektir. Ta ki, itaatkârı or­taya çıkartıp ona sevap ve mükâfat versin; yaptıkları veya yapmayı kararlaş­tırdıkları ile de isyankâr olanı cezalandırsın.

Daha sonra Yüce Allah, bütün insanları hayırlarda yarışmaya ve hayır iş­lemek için ellerini çabuk tutmaya teşvik ederek şöyle buyurmaktadır: "Öyleyse hayırlardı yarışın..." yani itaatlere doğru birbirinizle yansın ve bu hususta elinizi çabuk tutunuz. Allah'a itaat ve kendisinden önceki şeriatleri neshedici kıl­mış olduğu şeriatine ittiba hususunda birbirinizle yarışın. İndirdiği son kitap olan Kur"an-ı Kerim adındaki kitabını da kesin bir şekilde tasdik edin, doğrula-yın. Bütün bunlar ise, sizin hasrınıza ve sizin faydanızadır. İlâhî lütuf ve rızayı elde etmek içindir. Ey insanlar! Sizin dönüşünüz Allah'ın huzurunadır. Kıya­met gününde onun huzuruna döneceksiniz. Allah, size hakkında anlaşmazlığa düştüğünüz gerçeği haber verecek, hakkı inkâr eden, yalanlayan, herhangi bir delil ve belgeye dayalı olmaksızın onu bırakıp başkasına yönelen kâfirleri de azaplandıracaktır.

Sonra Yüce Allah, daha önce geçen Allah'ın indirdikleriyle hükmetme em­rini pekiştirerek şöyle buyurmaktadır: "Ve aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet...", yani biz seni sana indirilen hükme uymakla yükümlü tuttuk. Sakın inatçıların nevalarına uyma. Düşmanın olan Yahudilerin seni haktan saptır­malarına, sana bildirdikleri hususlarda hakkı örtüp gizlemelerine karşı dik­katli ol: Onlara aldanma, çünkü onlar çok yalancı ve çok haindirler. Yüce Al­lah'ın, "Allah'ın sana indirdiğinin bir kısmından..." buyruğunun anlamı ise, Allah'ın sana indirdiklerinin tamamından seni vazgeçirmelerinden sakın, de­mektir. Çünkü Arapçada bazan "bir kısım" kelimesi tamamı anlamına kullanı­lır. İbnül-Arabî der ki: Doğrusu buradaki "bazı=bir kısmı" tabiri bu ayet-i keri­mede bu anlamı ile kullanıldığı ve bununla kastedilenin recm olduğudur.

Şayet onlar aralarında hüküm verdiğin haktan yüz çevirip Allah'ın şeri­atına muhalefet ederlerse, aldırma onlara. Şunu da bil ki, böyle bir şey Yüce Allah'ın kudretiyle olmaktadır. Bu hususta onların bu davranışlanndaki hik­meti ise, onları hidayetten uzaklaştırmaktır. Buna sebep de saptırılmalarını, ibretli bir şekilde cezalandırılmalarını gerektiren geçmişteki günahlarıdır. Al­lah onları, ahiretten önce bir takım günahları sebebiyle dünyada azaplandır-mayı dilemektedir. Bu günahları ise Allah'ın hüküm ve şeriatından ve senin verdiğin hükümlerden yüz çevirmektir. Yahudilerin sözlerinde durmamaları sebebiyle bu azap tahakkuk etmiştir. O bakımdan Peygamber (s.a.) Nadir oğul­larını Medine'den sürmüş, Kurayza oğullarım da öldürmüştür.

Bunlar geri kalan pek çok günahları dolayısıyla ahiret yurdunda oldukça acıklı bir azap ile cezalandırılacaklardır.

Ve şüphesiz insanların bir çoğu fasıklardır, yani küfürde ayak diretenler ve hakka muhalefet eden, ondan uzaklaşan, şeriatin, dinin ve akim sınırlarının dı­şına çıkanlardır. Bununla Resulullah (s.a.)'ın -onlara getirmiş olduğu hakkı ka­bul etmeyişlerine karşı- teselli ve gönlünün hoş edilmesi söz konusudur.

Daha sonra Yüce Allah, kabilelerinin farklılığına göre maktuller arasında ayırım gözetilmesini isteyen, Kitab Ehli olmalarına rağmen cahiliye dönemin­deki arzularının hakim kılınmasını isteyen Yahudileri tenkit ederek, onlara ve benzerlerine şu inkâri (yani davranışlarını reddetmek anlamına yönelik) soru­yu yöneltmektedir: "Onlar cahiliye hükmünü mü istiyorlar..." Gerçek, adaletli ve doğru olmakla birlikte, Allah'ın indirmiş olduğuna uygun olarak verdiği hükmünü kabul etmekten yüz çevirip bundan sonra da zulüm, haksızlık ve hevaya dayalı cahiliye hükmünü mü istiyorlar? Böyle bir soru, hem bir azardır, hem durumlarının hayret edilecek bir hal olduğunu ifade etmektedir; ayrıca her türlü hayrı kapsayan Allah'ın hükmünün dışına çıkıp onun dışında kalan görüş ve hevalara yönelen kimselerin bu durumlarını red ve inkârdır. Nitekim cahiliye mensupları da kendi sapık görüş ve serserice hevalarına dayanarak or­taya koydukları sapıklık ve bilgisizliklere dayalı olarak hüküm veriyorlardı. İş­te onlar gibi davrananların tutumları da bu soru ile reddedilmektedir.

Ayet-i kerimedeki bu hitap ile bu soru, bu taaccüb ve bu inkâr, dinin haki­katine kesin olarak inanan, Allah'ın şeriatına itaatle boyun eğen ve Allah'tan daha adil, hükmü ondan daha güzel bir kimse bulunmadığını idrak eden bir kavme yöneliktir.

Kurtubî bunu tefsir ederken şöyle demektedir: Kesin olarak inanan bir topluluğa göre ise hükmü Allah'tan başka güzel hiç bir kimse olamaz. [71]



Yahudi Ve Hıristiyanları Dost (Veli) Edinmek


51- Ey iman edenler! Yahudi ve Hristi-yanları veli edinmeyin. Onlar birbirle­rinin velisidirler. Sizden her kim onla­rı veli edinirse o da onlardandır. Şüp­hesiz ki, Allah zalimler topluluğuna hi­dayet vermez.

52- Kalplerinde hastalık olanların on­lara koşuştuklarını görürsün. Derler ki: "Bize bir felâket gelmesinden kor­kuyoruz." Olur ki Allah fetih verir ve­ya katından bir emir getirir de onlar içlerinde gizlediklerinden dolayı piş­man olurlar.

53- İman edenler derler ki: "Sizinle be­raber olduklarına bütün güçleriyle Al­lah'a yemin edenler bunlar mıdır?" Amelleri boşa gitmiş ve hüsrana uğra­yanlardan olmuşlardır.



Nüzul Sebebi


İbni İshâk, İbni Ebi Şeybe, İbni Cerîr, İbni Ebi Hatim ve Beyhakî, Ubâde b. es-Sâmit'in şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Kaynuka oğulları savaşınca Abdullah b. Ubeyy b. Selûl onların işleriyle ilgilendi ve onları savunmaya ko­yuldu. Ubâde b. es-Samit de Resulullah (s.a.)'m huzuruna vardı ve onlarla ant­laşmasından Allah'a ve rasulüne karşı beri olduğunu bildirdi. Ubâde b. es-Sâ-mit, Hazrec kabilesinden bir kişi îdi. Onun da Kaynuka oğullarıyla tıpkı Ab­dullah b. Ubeyy gibi antlaşması vardı. Ubâde, Resulullah (s.a.)'ın huzurunda onlarla olan antlaşmasını bozdu [72] ve kâfirlerle antlaşmasından ve onları veli edinmekten beri olduğunu ifade etti. İşte bu sebeple onun ve Abdullah b. Ubeyy'in hakkında Maide suresinde yer alan: "Ey iman edenler! Yahudi ve Hristiyanları veli edinmeyin..."buyrukları nazil olmuştur.

Atıyye b. Sa'd'dan gelen bir başka rivayette de Atiyye şöyle demektedir: Hazrec oğullarından Ubâde b. es-Sâmit Resulullah (s.a.)'m yanına gelip şöyle dedi: "Ey Allah'ın Rasulü! Benim Yahudilerden sayıları pek çok velim vardır. Yahudileri veli edinmekten vazgeçiyor, Allah'ı ve Rasulünü veli ediniyorum." Abdullah b. Ubeyy dedi ki: "Ben musibetlerden korkan bir adamım. O bakım­dan velilerimi veli edinmekten vazgeçmiyorum." Bunun üzerine Resulullah (s.a.), Abdullah b. Ubeyy'e şöyle dedi: "Habbâb'ın babası! Ubâde b. es-Sâmit'e karşı cimrilik ettiğin vazgeçmek istemediğin o şey varsın sana ait olsun. Ama onun (Ubâde) için bu olmaz." O da: O halde kabul ediyorum, dedi. Bunun üze­rine Yüce Allah: "Ey iman edenler! Yahudi ve Hristiyanları veli edinmeyin..." buyruğundan itibaren "Allah seni insanlardan korur." (Maide, 5/67) buyruğuna kadar olan ayetleri indirdi.

Sîre'de İbni İshâk, şunu zikretmektedir: Resulullah (s.a.) Medine'ye geldi­ğinde ona karşı kâfirler üç gruba ayrılmıştı: Bir kesim ile onunla savaşmamak, ona karşı kimseye yardımcı olmamak, onun aleyhine düşmanlarıyla dost olmamak üzere sulh yaptı. Bununla birlikte onlar küfürleri üzere kalacakları ancak kanlan ve mallarından yana emniyet içerisinde olacaklardı.

Diğer bir kısım ise onunla savaştı ve ona düşmanlık etti.

Bir kısım da tarafsız olarak durdular. Onunla barış da yapmadılar, savaş­madılar da. Bunun yerine işin nereye varacağını düşmanının sonunun ne olaca­ğını beklemeye koyuldular. Hakikatte ve içten içe Hz. Peygambere düşmanlık eden bu kimseler münafıklardı. Hz. Peygamber, her bir kesime karşı Allah'ın kendisine emrettiği şekilde davranışta bulundu. Medine'deki Yahudiler ile barış yaptı, kendisi ile onlar arasında bir eman kitabı (güvenlik belgesi) yazdı. Bunlar Medine çevresinde üç taife idiler: Kaynuka oğulları, Nadir oğullan ve Kurayza oğulları. Kaynuka oğulları Bedir"den sonra ona karşı savaş açtılar. Nadir oğulla­rı da bundan altı ay sonra ahitlerini bozdular. Sonra da Hendek gazasına çıktığı vakit Kurayza oğulları ahitlerini bozdular. Yahudiler arasında Peygamber (s.a.)'e en aşırı düşmanlık yapanlar bunlardı. Hz. Peygamber bunlann her bir taifesi ile ayrı ayrı savaştı ve Allah onlara karşı kendisine zafer nasip etti. Arap ve Bizans Hristiyanları da Yahudiler gibi, Hz. Peygambere karşı savaş içindeydiler. [73]



Açıklaması


Ayet-i kerimelerin muhtevası şudur: Yüce Allah mümin kullanna İslâmın ve Müslümanlann düşmanı olan Yahudi ve Hristiyanları veli edinmeyi yasak­lamakta, birbirlerinin velileri olduklannı haber vermekte, sonra da onları veli edinenleri tehdit edip korkutmaktadır.

Ey Allah'a ve peygamberine iman edenler! İslâm'ın düşmanı olan Yahudi ve Hristiyanları veli edinmeyiniz. Yani onlan Allah'a ve Rasulüne iman edenle­re karşı yardımcılar, dost ve antlaşmalılar edinmeyiniz. Sırlannızı onlara bildi­rip onların dostluklarından, sevgi yahut muhabbetlerinden yana emin olmayı­nız. Çünkü onlar asla size karşı samimi olmazlar. Gerçekte onlar birbirlerinin dostudurlar. Yani Yahudiler birbirlerinin dostu, Hıristiyanlar da birbirlerinin dostudurlar. Yahudiler size verdikleri ahitlerini bozdular. Hepsi size düşmanlık etmekte, size kin beslemekte ittifak halindedirler.

Daha sonra Yüce Allah onları veli edinenleri tehdit ederek: "Sizden her kim onları veli edinirse o da onlardandır."buyurmaktadır. Yani kim onlara yar­dım eder yahut onlardan yardım alırsa şüphe yok ki, gerçekte o onlardandır; yani onlar arasında sayılır, sanki onlar gibidir. Samimi Müslümanlar safında yer alan bir kimse değildir. Bu ise Yüce Allah'ın dinde muhalif kanadı temsil eden Yahudi ve Hristiyanlarla samimi dostluk kuran münafıklar aleyhine işi ağırlaştırması ve sıkı tutmasıdır. Çünkü Yahudi ve Hristiyanları veli edinmek beraberinde onların dinlerine razı olmayı getirir. Bu da şuna işaret etmektedir: Müslümanlarla Müslüman olmayanlar arasında dünyevî bir takım menfaatler için ilişki ve antlaşmalar, ayet-i kerimede yasaklanmamıştır.

Bu tehdidin sebebi ise şudur: Dinî hususlarda, dini ilgilendiren meseleler­de İslâm davasının ve faaliyetinin gerekleri hususunda bu gibi kimseleri veli edinip onlara yardımcı olan yahut onlardan yardım alan bir kimse, olmaması gereken yerde olup veli edinmemesi gerekenleri veli edindiğinden dolayı, kendi kendisine zulmeden bir kimsedir. Yüce Allah ise küfrü ve kâfirleri veli edin­mekten dolayı böylelerini hayra veya hakka iletmez.

Gerçek şu ki, kalplerinde şüphe, tereddüt ve münafıklık bulunan kimseler onlara süratle koşuşurlar. Yani içten içe ve zahiren de onları veli edinmek, on­lara sevgi beslemek hususunda ellerini çabuk tutarlar. Burada sözü edilenler ise Abdullah b. Ubeyy ile onun münafık cemaatidir.

Bu münafıkların İslâm düşmanlarına karşı bu şekilde dostluk beslemele­ri, kâfirlerin Müslümanlara karşı zafer elde etmelerinden korkmaları dolayısıyladır. O takdirde bunların Yahudi ve Hristiyanlar yanında kendilerini himaye etmelerine sebep teşkil edecek bir ortamı kaybetmemiş olur ve bu du­rumun faydalarını görmüş olurlar. Evet, her zaman ve mekânda kendilerini za­yıf gören münafıkların durumu budur. Onlar kendilerini desteklesinler, sıkıntı­lı zamanlarda onlara yardımcı olsunlar diye küfrün ileri gelenleri nezdinde dostluklar ve samimiyetler kurmaya çalışırlar. Vakıa şunu ispatlamıştır: Sıkın­tılı zamanlarda onları yardımsız bıraktıkları gibi, dostluklarını da basit bedel­lere satmışlardır. (Biz çağımızda meselâ, Amerika'nın, bütün ömrü boyunca Amerika'ya dost olarak yaşamış birisini nasıl yüz üstü bıraktığını gördük. Oy­sa bu devlet başkanı sürekli olarak Amerika'nın maksatlarını gerçekleştirmiş, Amerika'nın çizdiği plan doğrultusunda yol almıştı. Onu kullanan da Amerika, tüketip bitiren de Amerika oldu. Sıkıntılı ve zor durumlarda da onu yüz üstü bırakan yine Amerika'dır.) Allah'tan ve Allah'ın dinine mensup olanlardan baş­kasından yardım alan herkes ziyana duçar olmuştur.

Bundan dolayı Yüce Allah bu gibi kimselerin iddia ve yorumlarını redde­derek şöyle buyurmaktadır: Olur ki, Yüce Allah müminlere fetih ve yardım na­sip eder. Müminlerle kâfirlerin arasını ayırır: Mekke fethinde ve diğerlerinde görüldüğü gibi. Yahut da Yüce Allah kendi nezdinden bir emir getirir de bu kâ­firler hakkında insanların yapabilecekleri bir şeyleri olmaz. Nadir oğulları Ya­hudilerinin kalbine korkuyu salması ve buna benzer müminlerin kâfirlere kar­şı muzaffer kılınmaları olayı gibi. Bunun sonucunda Yahudi ve Hristiyanlan veli edinen münafıklar yaptıklarına, kendilerine hiç bir fayda sağlamadığı için, pişman oluverirler. Yaptıkları kendilerine fayda sağlayacak yerde zararın ken­disi olmuştur. Onlar daha önce gizli oldukları halde müminlerin huzurunda re­zil edilmişlerdir. Müfessirler der ki: "olur ki" buyruğu Allah hakkında kullanıl­dığında vücup ifade eder. Çünkü kerim olan bir zat bir hayır hususunda başka­sını ümitlendirecek olursa onu yerine getirir. O bakımdan bu nefsin ona taallu­ku ve onu umması dolayısıyla Allah'tan bir vaad konumundadır [74]

Böylelikle fetihten maksadın şu olduğu ortaya çıkmaktadır: Mekke'de ve diğer Arap topraklarında fetihler tahakkuk edecek, Yahudiler Hicaz, Hayber ve diğer böylgelerden sürüleceklerdir. Allah'tan gelecek olan emir ise Allah'ın düşinanlara karşı gizli bir tebliğ; Yahudilerin yerlerinden sürülmeleri yahut da Kurayza oğulları gibilerinin kahredilmeleri yahut da Nadir oğullarının başına geldiği şekilde kalplerine korku salınması ya da Yahudi ve Hristiyanlann ciz­yeye tabi kılınmaları suretiyle İslâmm hükümlerine, İslâm devletinin otoritesi­ne boyun eğdirilmeleridir.

İşte o vakit münafıkların her türlü yorumlan boşa çıkar, darmadağın olur. Yalancılıkları, iftiraları ortaya çıkar. Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyur­maktadır: "İman edenler derler ki..." yani bazı müminler bazılarına yahut da Yahudilere derler ki: "Bunlar mıdır, muhakkak sizinle beraber olduklarına, mutlaka size, Yahudi düşmanlarına karşı size yardımcı olacaklarına dair Allah adına yemin edenler?" Sonra onların gerçek mahiyetlerini, iç yüzlerini anladı­lar ve onların düşmanlıkları ortaya çıktı. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmak­tadır: "Ve onlar muhakkak sizdendirler." diye Allah adına yemin ederler; halbu­ki onlar sizden değildir, fakat onlar korkan bir toplulukturlar." (Tevbe, 9/56) Ya­ni onlar kendilerini korumak için yahut gerçeği olmayan siyasi bir manevra ol­mak üzere Müslüman olduklarını izhar eden korkak bir topluluktur. Müminler hemen akabinde şöyle derler: "Şu münafıkların münafıkça eda ettikleri namaz, oruç, hac ve cihat gibi amelleri boşa çıkmıştır. Böylelikle bunlar dünyalarını ahirette de alacakları sevabı kaybetmiş ziyana uğramışlardır."

Müfessirler, bu ayet-i kerimelerin nüzul sebebi hususunda farklı kanaatle­re sahiptirler: es-Süddî şöyle der: Bu ayet-i kerime biri diğerine Uhud vakasın­dan sonra iki kişi hakkında nazil olmuştur. Bunlardan biri şöyle demişti: "Ben artık filân Yahudiye gideceğim ve ona sığınacağım, onunla beraber Yahudi ola­cağım. Belki herhangi bir iş veya herhangi bir olay meydana gelecek olursa bu­nun bana faydası olur." Diğeri ise şöyle demişti: "Bana da Şam'da bulunan fi­lân Hristiyanın yanına gidiyorum, ona sığınacağım ve onunla birlikte Hristi-yanlığa gireceğim." Bunun üzerine Yüce Allah "Ey iman edenler! Yahudi ve Hristiyanları veli edinmeyin..." buyruğunu ve diğer ayetleri indirdi.

İkrime, İbni Cerîr'in rivayetine göre şöyle demiştir: Bu ayet-i kerime, Ebu Lübâbe b. Abdülmünzir hakkında nazil olmuştur. Resulullah (s.a.) onu Kuray­za oğullarına gönderdiği sırada ona: "Peygamber bize ne yapacak?" diye sorma­ları üzerine kesilecekleri anlamında eliyle boğazına işaret etmişti. Denildiğine göre bu ayet-i kerime İbni Cerîr'in belirttiği ve nüzul sebebinde de nakledildiği gibi, Abdullah b. Ubeyy b. Selul hakkında nazil olmuştur. [75]



Mürtedler Ve Müslümanlara Düşmanlıkları


54- Ey iman edenler! İçinizden her kim dininden dönerse, Allah öyle bir kavim getirir ki, hem O onları sever hem on­lar da O'nu severler. Müminlere karşı alçakgönüllü, kâfirlere karşı azizdir­ler. Allah yolunda cihat ederler. Hiç bir kınayanın kınamasından korkmaz­lar. Bu, Allah'ın bir lütfudur. Onu dile­diğine verir, Allah Vasi'dir, Alîm'dir.

55- Sizin veliniz yalnız Allah, onun ra-sulü ve namaz kılan, zekât veren, rükû eden müminlerdir.

56- Her kim Allah'ı, peygamberi, mü­minleri veli edinirse muhakkak ki, ga­lip gelecek olanlar Allah'ın Hizbidir.



Nüzul Sebebi


Bu ayet-i kerimeler Resulullah (s.a.) döneminde irtidad eden kabileler hakkında nazil olmuştur. Bunlar şu üç kabile idi:

1- Yemen'de Müdlic oğullan ve onların yalancı peygamberlik iddiasında bulunan başkanları Esved el-Ansî. Esved, kâhin idi. Deylemli Fîruz tarafından öldürüldü.

2- Yemâme'de yalancı peygamberlik iddiasında bulunan Müseylime el-Kezzâb (yalancı Müseylime)ın kavmi olan Hanîfe oğulları. Müseylime, Resulul­lah (s.a.)'a bir mektup göndermiş ve o mektubunda Hz. Peygambere ortak oldu­ğunu belirtip toprakların kendisi ile Hz. Muhammed arasında ortak olarak iki kısma ayrıldığından söz etmişti. Peygamber (s.a.) de ona şöyle cevap yazmıştı:

"Allah Rasulü Muhammed'den yalancı Müseylime'ye. Selâm hidayete tabi olanlara. İmdi, şunu bil ki, arz Allah'ındır. O, orayı kullarından dilediğine mi­ras verir. Akıbet ise takva sahiplerinindir."

Ebu Bekr (r.a.) onunla savaşmak üzere ordu göndermişti. Esved'i, Hz. Hamza'yı öldürmüş olan Vahşî öldürdü. Vahşî şöyle derdi: "Cahiliye dönemim­de insanların hayırlısını, Müslüman olduktan sonra da insanların en kötüsünü öldürdüm."

3- Tulayha b. Huveylid komutasında Esed oğulları. Tulayha, Resulullah (s.a.)'ın hayatta olduğu sıralarda irtidad etmiş, Hz. Ebu Bekir de halifeliği sıra­sında onunla savaşmak üzere asker göndermişti. Bunun üzerine Tulayha, Şam'a kaçmış, daha sonra tekrar İslâm'a girmiş ve güzel bir şekilde İslâm'a bağlanmıştı.

Hz. Ebu Bekir döneminde de yedi kabile irtidad etmişti. Söz konusu kabi­leler şunlardır:

1- Kurrâ b. Seleme komutasında Gatafân kabilesi,

2- Uyeyne b. Hısn'm kavmi olan Fezâreliler,

3- el-Fucâe Abd Yalîl'in kavmi olan Süleym oğulları,

4- Mâlik b. Nuveyre'nin kavmi Yarbû' oğulları

5- Müseylime'nin karısı ve kâhin olan Münzir'in kızı Secâh komutasında Temim oğulları kabilesinden bir kısmı,

6- eş-Eş'as b. Kays'm kavmi olan Kindeliler,

7- Bekr b. Vâil el-Hutam b. Zeyd oğulları.

Hz. Ömer döneminde de Gassânlı Cebele b. el-Eyhem irtidad etmiş, Hristi-yanlığa girip Şam'a kaçmıştı. Buna sebep ise şu olmuştu: Kabe'nin etrafında tavaf ettiği sırada Fezarelilerden bir kişi onun elbisesine basmıştı. Cebele ona bir tokat vurdu ve burnunu kırdı. Fezareli Cebele'yi müminlerin emiri Ömer (r.a.)'e şikayet edince, Hz. Ömer ya Fezâreli'nin affetmesi gerektiğini veya da kısas uygulayacağını bildirdi. Bunun üzerine Cebele şöyle dedi: "Ben bir kral, o ise sıradan bir insan olduğu halde bana kısas mı uygulayacaksın?" Hz. Ömer şöyle buyurdu: "İslâm aranızdaki bu farkı gidermiş, sizi birbirinize eşit yap­mıştır." Daha sonra Cebele ertesi gün için mühlet istedi ve sonra kaçıp gitti.

Böylelikle irtidad edenlerin toplamı on bir fırka veya grup olmaktadır [76]

Allah'ın kendilerini sevdiği, kendilerinin de Allah'ı sevdiği bir kavmi getir­mesine gelince: Bunlar Hz. Ebu Bekir ve onun arkadaşlarıdır. Bunların Yemen­lilerden bir topluluk olduğu söylendiği gibi, Ebu Mûsâ el-Eş'arî'nin kabilesi ol­duğu da söylenmiştir. Taberî ise ayet-i kerimenin Yemenli Ebu Mûsâ el-Eş'arî'nin kavmi hakkında nazil olduğu görüşünü tercih etmiştir. Çünkü Resu-lullah (s.a.)'m bu ayet-i kerimeyi okuduğu sırada: "İşte bunlar Ebu Musa'nın kavmidirler." diye buyurmuştu. [77]

"Sizin veliniz yalnız Allah..." ayetinin nüzul sebebine gelince: Birbirini pe­kiştiren rivayetlerin naklettiğine göre, bu ayet-i kerime, nafile namaz kıldığı bir sırada rükûda iken kendisinden bir şeyler isteyen dilenciye parmağındaki yüzüğü sadaka olarak veren Ali b. Ebî Tâlib hakkında nazil olmuştur. er-Râzî ise, bu ayet-i kerimenin Hz. Ebu Bekir'e has olduğunu tespit etmiştir. [78]

Yüce Allah'ın: "Her kim Allah'ı, peygamberi... veli edinirse" buyruğu da Yüce Allah'ın bütün kullarına Allah'ın rasulünün ve müminlerin dostluğuna razı olup Yahudilerden ve onlarla yapılan antlaşmalardan uzak kalan bütün kullarına bildirdiği bir müjdesidir. [79]



Açıklaması


Ayet-i kerimeler Yüce Allah'ın mürted olanların yerine kendisinin dini ve şeriatının uygulanması için daha hayırlı olanları getirmeye kadir olduğunu be­yan etmektir. Bunların dine bağlılıkları mürtedlerden daha sağlam, daha güç­lü ve gittikleri yol itibariyle daha doğrudurlar. Nitekim Yüce Allah başka yer­lerde şöyle buyurmaktadır: "Eğer yüz çevirirseniz, sizin yerinize sizden başka bir kavmi getirir ve sonra onlar sizin gibi olmazlar." (Muhammed, 47/38); "Ey insanlar! Eğer o dilerse sizi yok eder ve başkalarını getirir." (Nisa, 4/133); "Eğer dilerse sizi yok eder ve (yerinize) yepyeni bir halk getirir (başka bir kavim yara­tır). Bu da Allah'a göre zor bir iş değildir." (İbrahim, 14/19-20)

Ey müminler! Sizden her kim hakkı bırakıp batıla döner ve gelecekte dini­ni terkedecek olursa, şunu bilsin ki, Allah onların yerine, Kur'ân-ı Kerîm'in altı sıfat ile nitelendirdiği bir başka kavim getirecektir:

1- Allah bunları sever. Yani itaatlerine karşılık en güzel şekilde mükâfat ve sevap verir, onların kadrini yüceltir, onlardan övgüyle söz eder, onlardan ra­zı olur.

2- Onun emrine tabi olmak, yasaklarından kaçınmak, ona itaat etmek, rı­zasını aramak, onun gazap ve cezasını gerektiren şeylerden uzak kalmak sure­tiyle;

3,4- Müminlere karşı alçakgönüllü, kâfirlere karşı da aziz (zorlu ve onur-lu)dirler. Yani müminlere karşı atifetli ve alçakgönüllüdürler, tevazu ile davra­nırlar. Kendilerine düşmanlık eden kâfirlere karşı ise sert ve zorludurlar. Bu iki nitelik, Yüce Allah'ın şu buyruklarında dile getirdiği nitelikleri andırmaktadır: "Kâfirlere karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirler." (Feth, 48/29). Yine Yüce Allah'ın, iman izzeti hakkındaki şu buyruğu da bunu andırmaktadır: "İz­zet, ancak Allah'ın rasulünün ve müminlerindir." (Münafikun, 63/8)

5- Allah yolunda cihat ederler. Yani Allah'ın dinini ve kelimesini yükselt­mek uğrunda savaşırlar. Allah yolu ise Yüce Allah'ın rızasına götüren hakkın, hayrın, faziletin ve tevhidin, İslâm vatanının, Müslümanların ve İslâm yurdu­nun, savunulması yoludur.

6- Kınayanın kınamasından çekinmezler: Herhangi bir kimsenin kınama­sından, itiraz ve tenkidinden korkmazlar. Çünkü onlar dinlerinde salâbetlidirler. Sapasağlamdırlar. Zira onlar hakkı yerleştirmek, batılı da ortadan kaldırmak için çalışırlar. Bu özellikleriyle de antlaşmakları olan Yahudilerden kor­kan münafıkların tam zıddıdırlar.

Daha sonra Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Bu Allah'ın bir lütfudur. Onu dilediğine verir." Sözü geçen bu nitelikleri Allah dilediğine verir. Bunlar Allah'ın onları sevmesi, onların da Allah'ı sevmeleri; müminlere karşı alçakgö­nüllü, kâfirlere karşı aziz olmak; cihat etmek; kınanmaktan korkmamak vs.dir. Bütün bunlar Allah'ın lütfundandır ve Allah lütfunu dilediği kimselere verir, dilediği kimseleri bu lütfa muvaffak kılar. Allah vasidir yani lütufları pek çok­tur. Alîm'dir, yani bu lütfa kimlerin ehil ve lâyık olduğunu çok iyi bilendir. O yüce Allah, lütfü geniş ve bol olandır; kimin bunları hak etitğini ve kimin bun­dan mahrum edilmesi gerektiğini de çok iyi bilendir.

Yüce Allah, kâfirlerin veli edinilmesini yasakladıktan sonra Allah'ı, rasu-lünü ve müminleri veli edinmeyi emrederek "Sizin veliniz yalnız Allah, onun rasulü ve... müminlerdir." buyurmaktadır. Yani Yahudiler sizin velileriniz ve yardımcılarınız olamaz. Sizin veliniz ve gerçek yardımcınız ancak Allah'tır. Ay­rıca onun rasulü ve namazı dosdoğru kılan müminlerdir. Yani namazı erkân ve şartları itibariyle eksiksiz ve tam olarak eda eden, zekâtı ihlâs ve gönül hoşlu­ğu ile hak edenlere veren kimselerdir. Bunlar Allah'ın emirlerine itaatle boyun eğerler. Hiç bir şekilde sarsılmaz, sağa sola meyletmez, bundan dolayı usan­maz ve riyakârlık da göstermezler.

Allah'a iman etmek, O'na tevekkül etmek suretiyle Allah'ın dinine yardım eden, Allah'ın rasulüne ve müminlere de düşmanlarına karşı destek veren kim­seler, işte onlar gerçek kurtuluşa erenlerdir. Gerçekten zafere ve üstünlüğe eri­şenler onlardır. İşte o vakit de Allah'ın Hizbi'nin zaferi, yani müminler toplulu­ğunun zaferi ve üstünlüğü tahakkuk eder. Galip gelecek olanlar müminlerdir. Çünkü onlar Allah'ın Hizbidirler. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah: Andolsun ben ve peygamberlerim her halde galip geleceğim' diye yaz­mıştır. Muhakkak ki Allah yegane güç sahibidir, mutlak galiptir... İşte bunlar Allah'ın Hizbidir. Haberiniz olsun muhakkak Allah'ın Hizbi felah bulanların ta kendileridir." (Mücâdele, 58/21-22) Buna göre her kim Allah'ı, Rasulünü ve mü­minleri veli edinmeye razı olursa işte o kişi dünyada da ahirette de felah bulur (yani umduklarına nail, korktuklarından emin olur) ve her ikisinde de Allah'ın yardımına mazhar olur. [80]



Kafirleri Veli Edinmenin Yasaklanması Ve Sebepleri


57- Ey iman edenler! Sizden önce ken­dilerine kitap verilenlerden dininizi alay ve eğlenceye alanları ve kâfirleri veli edinmeyin. Eğer müminler iseniz Allah'tan korkun.

58- Namaza çağırdığınızda onu alay ve eğlenceye alırlar. Bu, onların gerçek­ten akıllarını kullanmaz bir topluluk olmalarındandır.

59- De ki: "Ey Kitap Ehli! Bizi ayıplayı-şınızın Allah'a, bize indirilene ve daha önce indirilenlere inanmamızdan ve si­zin bir çoğunuzun da fasık kimseler ol­manızdan başka bir sebebi mi var?"

60- De ki: "Allah katında bundan daha kötü bir cezanın bulunduğunu size ha­ber vereyim mi? O kimseler ki, Allah onlara lanet etmiş, aleyhlerine gazap etmiş ve onlardan maymunlar, domuz­lar ve tâğûta ibadet edenler kılmıştır; işte onlar yer bakımından en kötü ve doğru yoldan en sapmış olanlardır."

61- Size geldiklerinde: "İman ettik" l&n gizlemekte olduklarını daha iyi bilir.

62- Onlardan bir çoğunun günaha, haksızlığa ve haram yemeye koşuştu­ğunu görürsün. İşledikleri şey gerçek­ten ne kötüdür!

63- Rabbaniler ve bilginler onları gü­nah söylemelerinden ve haram yemele­rinden vazgeçirmeye çalışmalı değil miydi? Yapmakta oldukları şey gerçek­ten ne kötüdür!



Nüzul Sebebi


"Ey iman edenler..." diye başlayan 57. ayet-i kerimenin nüzulü ile ilgili olarak Ebu'ş-Şeyh b. Hayyân el-Ensârî el-Isfahânî İbni Abbâs'ın şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rifâa b. Zeyd b. et-Tâbût ile Suveyd b. el-Hâris Müslüman olduklarını açığa vurmakla birlikte münafıklık ediyorlardı. Müslümanlardan bir kimse de bu ikisine oldukça sevgi besliyordu. Bunun üzerine Yüce Allah: "Ey iman edenler! Sizden önce... dininizi alay ve eğlenceye alanları ve kâfirleri veli edinmeyin." buyruğundan itibaren "Allah gizlemekte olduklarını daha iyi bilir." buyruğuna kadar olan buyrukları indirdi.

Yine dedi ki: Aralarında Ebu Yâsir b. el-Hattâb, Nâfi' b. Ebi Nâfı'nin bu­lunduğu bir grup Yahudi Peygamber (s.a.)'e gelip: "Biz peygamberlerden kime iman edeceğiz?" diye sordular. O da şu cevabı verdi: "Ben Allah'a, "İbrahim'e, İsmail'e, İshâk'a, Ya'kûb'a ve Esbâta indirilenlere Musa'ya ve İsa'ya verilenlere, bütün peygamberlere Rablerinden verilenlere (iman ettim). Onlardan herhangi birisi arasında fark gözetmeyiz, biz ona teslim olmuşlarız." (Al-i İmran, 3/84). Fakat Hz. İsa anılınca peygamberliğini inkâr ettiler ve biz İsa'ya da iman et­meyiz, ona iman edene de iman etmeyiz. Bunun üzerine Yüce Allah hakların­da: "De ki: Ey Kitab Ehli! Bizi ayıplamanızın Allah'a, bize indirilene ve daha önce indirilene inanmamızdan ve sizin bir çoğunuzun da fasık kimseler olma­nızdan başka bir sebebi mi var?" ayetini indirdi.

Bir rivayette de şöyle denilmektedir: Hz. İsa anılınca şöyle dediler: "Biz si­zin dininizden daha kötü bir din tanımıyoruz. İbni Abbâs'tan gelen bir rivayet­te de şöyle denmektedir: Yahudilerle müşriklerden bir topluluk secdeye vardık­ları sırada Müslümanların bu durumlarına güldüler. Bunun üzerine Yüce Al­lah: "Ey iman edenler... kitap verilenlerden dininizi alay ve eğlenceye alanları ve kâfirleri veli edinmeyin." buyruğunu indirdi.[81]



Açıklaması


Bu ayetlerin konusu İslama ve Müslümanlara düşmanlık besleyen, İslâ-mm tertemiz sert hükümleriyle alay eden ve onları bir çeşit oyuncak edinen Kitap Ehli ve müşrikleri veli edinmekten nefret ettirmek, uzaklaştırmaktır.

Ey iman edenler! Dininizle alay eden, dininizin şeâirini, şerı hükümlerini bir çeşit oyuncak edinen Yahudi, Hristiyan, müşrik ve münafıklardan oluşan bütün kâfirleri hiç bir şekilde veliler, yani antlaşmaklar, dost ve yardımcılar edinmeyiniz. Çünkü bir şey ile alay eden kimse ona karşı inat eden, onu kü­çümseyen, ona iman etmeyen, ona ve o şeye sahip olanlara düşmanlık besleyen bir kimsedir. İsterse bunlar size sevgi gösterisinde bulunsunlar. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "İman edenlerle karşılaştıklarında: İman ettik, der­ler. Kendi şeytanlarıyla başbaşa kaldıklarında ise: Şüphesiz ki, biz sizinle bera­beriz. Biz ancak alay edenleriz, derler." (Bakara, 2/14).

Ey iman edenler! Eğer gerçekten siz imanınızda samimi, imanınızın hü­kümlerine saygı gösteren, onun sınırları çerçevesinde ona bağlı kalan kimseler iseniz yakut eğer sizler şu sefillerinden alay ve oyuncak edindikleri Allah'ın şe­riatına iman eden müminler iseniz, Allah'ın azabından ve tekdidinden korku­nuz.

Aynı şekilde sizler ezan ile namaza çağırdığınız vakit, namazı bir oyun ve eğlence edindiler. Çünkü onlar Allak'a ibadetin ve Allak'm şeriatının manasına akıl erdiremiyorlar. İşte bunlar ezanı duyduğunda ezan sesini işitemeyeceği ye­re kadar kaçan şeytana tabi olanların nitelikleridir.

Daba sonra Yüce Allak onlarla tartışarak şöyle demektedir: Ey Muhammed! Şu dininizi eğlenceye alıp oyuncak edinen Kitap Ekli'ne de ki: Bizim Al­lak'a ve peygamberlerine sapasağlam ve sarsılmaz olan imanımız ile bize indi­rilenlere, daka önceki peygamberlere indirilen kitaplara iman etmekten başka neyimizi ayıplıyor veya reddediyorsunuz? Bunlar ayıp şeyler değildir ve bun­larda kınanacak bir taraf da yoktur. Bu durumda bu istisna, munkatı' bir istis­nadır: Yüce Allak'm şu buyruğunda olduğu gibi: "Onların berikilerden intikam alışlarının tek sebebi, Aziz ve Hamîd olan Allah'a iman etmeleriydi." (Bürûc, 85/8); "Halbuki onlardan intikam almaya kalkışmalarının tek sebebi, Allah'ın ve peygamberinin kendilerini lütfuyla zenginleştirmiş olmasıydı." (Tevbe, 9/74)

Bir diğer sebep ise sizin çoğunuzun fasık kimseler oluşudur. Yani dinin hakikatinin dışına çıkan ve inat eden kimseler olmanızdan başka bir sebep yok­tur. Siz din namına taassup ve boş taklitlerden başka bir şeye sahip değilsiniz.

Yüce Allah'ın: "Ve sizin bir çoğunuzun da fasık kimseler olmanızdan baş­ka" buyruğu daha önce geçen "inanmamızdan"a. atfedilmiştir. Yani: Bizi ayıp­lamanızın tek sebebi, bir taraftan iman edişimiz, diğer taraftan ve aynı zaman­da sizin hakkınızda, isyan edip imanın dışına çıkışınıza dair hüküm vermemiz-dir. Şöyle denilmiş gibidir: Siz ancak İslâm'ın dışına çıkmış olduğunuz halde, bizim İslâm dinine girmemiz suretiyle size muhalefet edişimizi reddediyor, tep­kiyle karşılıyoruz.

Hazfedilmiş bir muzafın takdiri de mümkündür. Yani sizin bizi ayıplama­nızın sebebi, sizin fasıklar olduğunuza inanışımızdır.

Bir mecrura atfedilmiş olması da mümkündür: Sizler ancak Allah'a ve bi­ze indirilenlere iman ettiğimizden dolayı, bir de sizin çoğunluğunuzun fasıklar oluşunuzdan ötürü bizi ayıplıyorsunuz.

Burada "çoğunuz" tabirinin kullanılış sebebi kimi Kitap Ehli kimselerin hâlâ tevhid, ibadet, hak ve adalete bağlılık, hayrı sevmek gibi dinin esaslarına sıkı sıkıya bağlı kalmaya devam etmeleriydi.

Daha sonra Yüce Allah onların alay etmelerine şu buyruğu ile cevap ver­mektedir: Ey Muhammed! Onlara de ki: Ey "dininizden daha kötü bir şey bil­miyoruz" diyerek, dinimizle alay edenler! Ben sizlere bu din sahibi kimselerden daha kötü yahut da Allah'ın lanetlediği kimsenin dininden daha kötü bir kim­seyi haber vereyim mi?

Bu ise onların, bu daha kötünün mahiyeti ile ilgili bir diğer soru sormala­rını gerektirdiğinden Yüce Allah şöylece cevap vermektedir:

Bundan daha kötü olan ise: "O kimseler ki, Allah onlara lanet etmiş, aleyh­lerine gazap etmiş, onlardan maymunlar, domuzlar ve tâğûta ibadet edenler kılmıştır." Yani söylediklerinizden ve hakkımızda zannettiklerinizden daha kö­tü olani size haber vereyim mi? Bu, Yüce Allah'ın şu buyruğuna benzemekte­dir: "De ki: Ben size bundan daha kötüsünü haber vereyim mi? O ateştir." (Hacc, 22/72). Böylelikle alay edilip oyunlarına karşı delil getirmek suretiyle azarlanışlarından daha ağır bir azar ve bir ayıplamaya geçilmektedir. Bu ise geçmişlerinin peygamberlerine karşı kötü durumlarını Allahu Teâlâ'nm da fa-sıklıklarına karşı onları cezalandırmalarını hatırlatmaktır.

"Allah'ın lanetlediği", rahmetinden kovup uzaklaştırdığı kimse demektir. Lanet, ilâhî gazabı, ilâhî gazap da laneti gerektirir. Çünkü lanet, Allah'ın gaza­bına uğrayan kimseler için sorgulanmanın nihâî noktasıdır.

Allah'ın kendisine gazap ettiği kimse, bir daha kendisinden ebediyyen razı olmamak üzere gazap ettiği kimse demektir.

Onlara olan gazap ve öfkesi dolayısıyla aralarından domuz ve maymunlar kıldığı kimseler. İşte Allah böylelikle dünya hayatında onları rezil etmiş, ibretli bir şekilde cezalandırmıştır. Bu da Yüce Allah'ın şu buyruklarını andırmaktır: "Andolsun ki, aranızda Cumartesi de haddi aşanları bilmişsinizdir. Biz de on­lara haydi aşağılık maymunlar olun, demiştik." (el-Bakara, 2/65) Daha sonra gelecek şu buyruğu da andırmaktadır: 'Ne zaman ki onlar kendilerine kılınan yasağa karşı baş kaldırdılar, biz de onlara: Aşağılık maymunlar olunuz! de­dik." (A'râf, 7/166) Cumhur onların hakikaten mesholunduklarına (hilkatleri­nin değiştirildiğine) kanidir. Onlar maymun ve domuzlara döndürüldüler, son­ra da yok olup gittiler. Maymunlara dönüştürülenler cumartesi yasağını çiğne­yenler, domuzlara dönüştürülenler ise Hz. İsa'ya indirilen sofrayı inkâr ederek kâfir olanlardı. Yine rivayet edildiğine göre, her iki mesh de cumartesi yasağını çiğneyenler hakkında olmuş ve onların gençleri maymunlara, yaşlıları da do­muzlara dönüştürülmüştü. Nesillerinin yok olduğunun delili ise Müslim ve başkalarının İbni Mes'ûd'dan yaptığı şu rivayettir: "Resulullah (s.a.)'a may­munlar ve domuzlar hakkında: Bunlar Allah'ın mesh ettiği kimselerden midir? diye sorulmuş o da şöyle buyurmuştu: "Allah helak ettiği -yahut mesh ettiği di­ye buyurmuştur- bir kavme bir nesil ve arkalarından gelecek bir zürriyet takdir etmemiştir. Şüphesiz ki, maymunlar da domuzlar da bundan önce de var idi­ler."

Taberî de Mücahid ve başkalarından Yüce Allah'ın: "Aşağılık maymunlar olunuz." buyruğu hakkında, yani zelil ve küçülmüş maymunlar olunuz, açıkla­masını yaptıklarını nakletmektedir.[82]

Tâğût'a ibadet edenler, yani aralarından Allah'ı bırakıp tâğûtu mabud edi­nen kimseler kıldığı kesim ve topluluklar, demektir. Tâğût ise Allah'tan başka kendisine ibadet olunan put, şeytan, buzağı gibi şeylerdir. Onların buzağıya ta­pınmaları ise şeytanın kendilerine güzel gösterdiği şeylerdendi. Böylelikle on­ların o buzağıya ibadetleri gerçekte şeytana yapılmış bir ibadetti.

İşte sözü geçen bu gülünç ve ayıp niteliklere, kusurlara sahip olanlar, si­zin hakkımızdaki kanaatlerinden daha kötü bir durumdadırlar. Zira böylelerinin ahirette cehennemden başka gidecek yerleri yoktur ve böyleleri mute­dil ve orta yol olan doğru yoldan sapmış kimselerdir. "Kötü... ve sapık" tabir­lerinin birlikte kullanılması üstünlük ifade etmek için değildir. Çünkü bu din, katıksız bir hayırdır. Bu, karşı tarafta bulunmayan şeyler hakkında is-m-i tafdilleri kullanmak kabilindendir. Böyle bir ifade onların lafızlarına müşakele (kullandıkları lafızlara benzer lafızlar kullanmak) ve kendi kana­atlerini doğru farz ederek onlara cevap vermek kabilindendir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "O günde cennetlikler hem yerleştikleri yer bakı­mından daha hayırlıdır, hem de dinlenecekleri yerleri daha güzeldir." (Furkân, 25/24)

Daha sonra Yüce Allah, münafıkların durumlarını açıklayacak: "Size gel­diklerinde..." diye buyurmaktadır. Yani Yahudi münafıklar size geldikleri va­kit, biz peygambere ve ona indirilene iman ettik, derler. Oysa onlar küfür ile beraberdirler ve kalplerinde küfür üzere karar kılmışlardır. Ey Muhammedi Yanına veya yanınıza girdiklerinde yahut yanınızdan çıkıp gittiklerinde du­rumları aynıdır onların: Asla küfürlerinden vazgeçmemişlerdir. Bu ise Yahudi münafıkların bilinen bir niteliğidir. Zahiren müminlere karşı iyi görünürler.

Kalplerinde ise küfür gizlidir. Onların bütün işleri aldatmak, hile ve tuzak kur­maktır. Yüce Allah'ın buyruğunda olduğu gibi: "İman edenlerle karşılaştıkla­rında: İman ettik, derler, fakat biribirleriyle başbaşa kaldıklarında ise: Allah'ın size açtığını Rabbinizin huzurunda aleyhinize delil getirsinler diye mi haber ve­riyorsunuz, derler." (Bakara, 2/76) Onların tümü ahmaktırlar. Çünkü Yüce Al­lah gizlediklerini daha iyi bilir. Yani onların kalplerinde sakladıklarım, gizle­diklerini O çok iyi bilendir. İsterse insanlara gerçeğe muhalif olanı izhar etsin­ler. Şüphesiz ki, Allah gizli olanı da aşikar olanı da bilir. Onları kendilerinden daha iyi bilir. Bu hallerine karşılık olarak da onları tam anlamıyla cezalandıra­caktır. Peygamber (s.a.)'in olsun, müminlerin olsun yanına girdiklerinde ve yanlarından çıkıp gittiklerinde, içlerinde sakladıkları kin, hile, desise, kötü ni­yetler, yalan ve hainlik olduğu gibi kalmıştır. Asla değişiklik göstermemiştir: "Yahudilerden yana alabildiğine kulak veren ve başka bir kavim için dinleyen­ler vardır." (Mâide, 5/41).

Onlar, bu özellikleriyle sapık, eşine ender rastlanır şaşkın kimselerdir. Çünkü Allah rasulü ile birlikte uyanık bir kalp ve edep ile birlikte oturup kal­kan kimsenin kalbine -belki de aynı kişi, onu görür görmez ve sözünü işitir işit­mez, onu öldürme kastında dahi bulunacak bir kimse olabilirdi- Allah fazla geçmeden imanın nurunu bırakırdı.

Daha sonra Kur'an-ı Kerîm sözü geçenlerden daha da kötü bir takım nite­liklerini de zikretmekte ve şöyle buyurmaktadır: "Onlardan bir çoğunun... gö­rürsün." Yani ey Peygamber! Sen, dininle alay eden bu Yahudilerin bir çoğu­nun günahı işlemeye, zulüm ve masiyetlere, insanlara haksızlık yapmayı, batıl yollarla mallarını yemeye koşuştuklarını, bütün bunları yapmakta ellerini ça­buk tuttuklarını görürsün. Onların yaptıkları bu iş ne kadar kötü, bu haksız­lıkları ne kadar çirkin; davranışları ne kadar da berbattı!

Sonra Yüce Allah onların ilim adamlarını günahı gerektirecek sözler söy­lemekten ve yalandan kaçınmaya teşvik ederek: "Rabbaniler ve bilginler onla­rı... vazgeçirmeye çalışmalı değiller miydi?" buyurmaktadır. Kadı Beydâvî der ki: "Bu, teşvik içindir. Çünkü "değiller miydi?" anlamını ifade eden (lev-lâ) eda­tı mazi (di'li geçmiş) fiilin başına geldiği takdirde, azar ifade eder. Gelecek za­man (muzâri) ifade eden fiilin başına geldiği takdirde ise teşvik ifade eder. Yani Rabbaniler onları teşvik etmeli değil miydi? Rabbanilerden kasıt ise üzerlerin­de yetki sahibi, yönetici olan ilim adamlarıdır. Bilginler (el-Ahbâr) den kasıt ise, yönetici olmayıp sadece ilim adamı olan kimselerdir.[83] İşte onların Rabba­nileri ve ilim adamları, kendilerine bunları işlemekten ahkoymalı değil miydi? Bunu terkedip münkere razı oluşları dolayısıyla yaptıkları bu iş ne kadar da kötüdür! Adeta onlar bizzat münkerleri işleyenlerden daha büyük günah sahi­bi gibi sunulmaktadırlar. Çünkü her bir iş yapan kimseye "yapan (sâni')" adı verilmez ve her bir işe de sinâ'a denilmez. Kişi, bu hususta ileri dereceye varıp gereken eğitimi alıp ona nispet olunmadıkça bu tabirler kullanılmaz. Nitekim ez-Zemahşerî de böyle demektedir.[84] Kurtubî de şöyle der: Sun' "işlemek (amel etmek)" anlamındadır. Şu kadar var ki, yapılan işin iyi ve güzel yapılmasını ge­rektirmektedir. [85]

İbni Abbâs (r.a.)'tan şöyle dediği rivayet edilmektedir: Bu, Kur'ân-ı Ke-rîm'deki en ağır ayet-i kerimedir. Yani Kur'ân-ı Kerîm'de ilim adamlarını bu ayet-i kerimeden daha ağır bir şekilde azarlayan başka bir ayet-i kerime yok­tur. ed-Dahhâk şöyle der: Bana göre Kur'ân-ı Kerîm'de bu ayetten daha çok korkutan bir başka ayet yoktur. Yani bu ayet-i kerime insanları doğruya ilet­mek, hidayet yolunu göstermek hususunda kusurlu davranıp ferdin de toplu­mun da hayat düzenini ifsad eden kötülük ve günahları yasaklamayı terketme-leri halinde, ilim adamlarına karşı ağır bir delildir. [86]



Yahudilerin En Çirkin Sözlerinden Birisi, Aralarında Düşmanlık Ve Nefretin Yerleştirilmesi İle Kitap Ehli'nin İmanlarının Mükâfatı


64- Yahudiler: "Allah'ın eli bağlıdır" dediler. Böyle dediklerinden ötürü kendi elleri bağlansın ve lanet olsun onlara. Hayır, onun iki eli de açıktır, nasıl dilerse öyle infak eder. Andolsun ki, Rabbinden sana indirilen onlardan çoğunun azgınlığını ve küfrünü artıraçaktır. Onların aralarına Kıyamet gününe kadar kin ve nefreti saldık. Savaş için ne zaman bir ateşi körükleseler Allah onu söndürür. Üstelik Allah yo­lunda fesada da koşarlar. Allah ise fe­satçıları sevmez.

65- Eğer Kitap Ehli iman edip de sakın-salardı kötülüklerini örter ve onları Naîm cennetlerine koyardık.

66- Eğer onlar Tevrat'ı İncil'i ve kendi­lerine Rablerinden indirilmiş olanı dosdoğru uygulamış olsalardı, muhak­kak ki hem üstlerinden hem de ayakla­rının altından rızıklandırıldıkları ni­metleri yiyeceklerdi. İçlerinden orta yolu tutan bir ümmet vardır. Onlardan bir çoğunun yapmakta oldukları şey ise pek kötüdür.



Nüzul Sebebi


Taberânî ve İbni İshâk, İbni Abbâs'tan şöyle dediğini rivayet etmektedir­ler: en-Nebbâş b. Kays diye bilinen Yahudilerden bir kişi: "Şüphe yok ki senin Rabbin cimridir, infakta bulunmaz" dedi. Bunun üzerine Yüce Allah: "Yahudi­ler Allah'ın eli bağlıdır, dediler" buyruğunu indirdi. Ebu'ş-Şeyh b. Hayyân da bir başka yoldan İbni Abbâs'm şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Yahudiler Al­lah'ın eli bağlıdır, dediler." ayet-i kerimesi Kaynukâ oğullarının başı Fenhas hakkında nazil olmuştur. İkrime'nin dediği de budur. [87]



Açıklaması


Yahudiler, Yüce Allah'ı fakir, kendilerini de zengin olmakla nitelendirdiler. Onlar "Allah'ın eli bağlıdır" diyerek Yüce Allah'ı cimrilikle suçladılar. Yani Resulullah (s.a.)'ı yalanlaması sebebiyle malî bir sıkıntı ile karşı karşıya kalan Yahudi­lerden birisi böyle dedi, demektir. Bunun bütün ümmete nispet edilmesi ise, bir ümmetin kendi arasındaki dayanışması dolayısıyladır. İşte bu kimse: Allah cimri­dir, dedi. "Elin bağlı olması" mecazî olarak cimriliği ifade etmektedir. Allah'ın eli­nin açık olması ise, cömertlik ve bol ihsanından, lütuf ve kereminden kinayedir.

Onlar bu sözleriyle Allah'ın elinin bağlı olduğunu kastetmiyorlar. Onlar bununla cimri olduğunu, yani cimrilik ederek yanındaki rızık kaynaklarını alı­koyup vermediğini anlatmak istemektedirler. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Elini boynuna bağlı tutma! Onu büsbütün de açma! O takdirde kınanmış ve yaptığına pişman olursun." (İsrâ, 17/29) Yani Yüce Allah hem cimrilik etmeyi, hem de. savurganlığı yasaklamaktadır. Savurganlık (tebzîr), olmadık yerde faz­la harcamada bulunmaktır. Yüce Allah söylediklerini kendilerine olduğu gibi iade etti ve uydurup iftira ettikleri sözleri ile kendilerine mukabelede bulundu. Onlara cimrilikle, rahmetinden kovulmakla beddua etti ve şöyle buyurdu: "Böyle"dediklerinden ötürü kendi elleri bağlansın ve lanet olsun onlara." Bu cimrilik etmek, sıkıntı içerisinde bulunmak ve hayra karşı eli sıkılık etmek an­lamını ifade eden bir bedduadır. Bundan dolayı onlar Allah'ın yarattıklarının en cimrileri ve en sıkıntılıları, dar geçimlileri olmuştur. Bunun gerçek anlamıy­la ellerinin bağlanması için bir beddua olması da mümkündür. Dünya hayatın­da esir alınarak ellerinin bağlanması, ahirette de cehennemin zincirleriyle bağ­lanmak suretiyle azaplandırılmaları anlamında bir beddua olabilir.

Şanı Yüce Allah onlara verdiği cevabında söylediklerinin aksini ispat ede­rek şöyle buyurmaktadır: "Hayır, onun iki eli [88] de açıktır. Nasıl dilerse öyle in-fak eder." Bilakis o lütfü geniş ve cömert olandır. Bağış ve ihsanı pek çoktur. Her ne varsa mutlaka her şeyin bütün hazineleri O'nun nezdindedir. Mahlûka-tı üzerindeki her bir nimet yalnızca ondandır, onun hiç bir ortağı yoktur. Nite­kim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O size kendisinden istediğiniz her şey­den verdi. Allah'ın nimetlerini asla sayıp bitiremezsiniz. Şüphesiz ki insan çok zalim ve nankördür." (İbrahim, 14/34)

İmam Ahmed, Buhârî ve Müslim, Ebu Hureyre'nin şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Şüphesiz Allah'ın sağı dopdolu-dur. Hiç bir harcama onu eksiltmez. O gece ve gündüz durmadan sağnak sağ-nak rahmetini yağdırır. Gökleri ve yeri yarattığı günden beri bütün infak ettik­leri var ya, şüphesiz bunlar onun sağındakinden bir şey eksiltmiş değildir." Yi­ne buyurdu ki: "Arşı da su üzerindedir. Onun diğer elinde ise feyz -veya kabz-vardır. Yüksektir ve alçaltın" Yine buyurdu ki: "Yüce Allah şöyle buyurmakta­dır: "(Ey Ademoğlu) İnfak et, ben de sana infak edeyim."

Burada, cömertlik, ellerin açık olması ile ifade edilmiştir. Çünkü cömert olan bir kimse iki eliyle verir.

Bazı insanların rızıklarmın az ve dar olması ise Yüce Allah'ın ihsanının bol­luğuna aykırı değildir. Çünkü Allah'ın rızık bakımından insanlardan kimisini ki­misine üstün kılmasında bir hikmeti, bir iradesi ve bir meşieti vardır. Nitekim şanı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Eğer Allah kullarına rızkı yaysaydı, yer­yüzünde elbette azgınlık ederlerdi. Fakat dilediği bir miktar ile indirir. Muhak­kak ki O, kullarından haberdardır, (onları) çok iyi görendir." (Şûra, 42/27); "Al­lah dilediği kimseye rızkı yayar ve (dilediğine de) daraltır." (Ra'd, 13/26)

Daha sonra Yüce Allah Kur'ân-ı Kerîm'in onlar üzerindeki etki boyutunu beyan ederek şöyle buyurmaktadır: "Andolsun ki Rabbinden sana indirilen on­lardan çoğunun azgınlığını ve küfürünü artıracaktır." Yani Allah'a yemin ol­sun ki, sana apaçık indirilen ayetler onların tuğyanlarını, azgınlıklarını artıra­caktır. Tuğyan ise küfür ya da yalanlamak bakımından eşyada haddi aşmak ve aşırıya gitmektir. Ey Muhammed! Allah'ın sana vermiş olduğu nimet, senin düşmanların olan Yahudiler ve benzerleri hakkında bir nikmet (azap sebebi) olmaktadır. Allah'ın sana indirdikleriyle müminlerin tasdikleri, salih amelleri, faydalı bilgileri arttığı gibi, seni ve ümmetini kıskanan kâfirlerin de azgınlıkla­rını ve küfürlerini artırmaktadır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "De ki: O iman edenler için bir hidayet ve bir şifadır. İman etmeyenlerin ise ku­laklarında ağırlık vardır ve o, onlara karşı (kalplerinde) bir körlüktür. İşte on­lar kendilerine uzak bir yerden seslenilenler (gibi) dirler." (Fussilet, 41144); "Biz Kur'ân'dan müminlere şifa ve rahmet olanı indiriyoruz. Zalimlerin ise ancak hüsranlarını artırırız." (İsrâ, 17/82)

Taberî de Katâde'nin: "Andolsun ki Rabbinden sana indirilen..." ayeti hakkında şöyle dediğini rivayet etmektedir: Muhammed (s.a.)'i ve Arapları kıs­kanmaları onları, Muhammed'i inkâr etmeye itti. Halbuki onlar ellerindeki ki­taplarında Hz. Peygamberin sıfatlarının yazılı olduğunu görüp biliyorlardı. [89]

Yüce Allah'ın onların bu olumsuz hallerine karşı verdiği cezalarından bi­risi de buyurduğu şekliyle: "Aralarına Kıyamet gününe kadar kin ve nefret sal­dık" diye belirttiği cezadır. Yani biz bütün Yahudi ve Hristiyan kesimleri ara­sında düşmanlık ve nefreti saldık. Onların her bir fırkası, kesimi, diğerine muhalefet etmektedir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Sen onları toplu ve birlikte sanırsın, halbuki onların kalpleri darmadağınıktır." (Haşr, 59/14)

Tarihte sık sık meydana gelen kavmiyetçi çatışmalar, dinî ihtilâflar ve sö­mürgeci menfaatler için ortaya çıkan değişik savaşlar bunu ispat etmektedir. Herhangi bir kimse Yahudilerin Filistin'deki oyunlarına aldanmasın; bu geçici bir durumdur.

Bunlar Allah'ın Rasulüne ve samimi müminlere tuzak hazırlamak, top­lumlar arasında fitne ve savaşları körüklemek istedikleri her seferinde Allah onları başarısızlığa uğratmış, hile ve tuzaklarını başlarına geçirmiştir. Ya onla­rın çabaları boşuna çıkar veya müminlere, onlara karşı zafer ihsan eder.

Yahudiler bütün yaptıklarıyla yeryüzünde fesada koşarlar. Yani yeryüzün­de fesat çıkartıp ıslâh etmemek, onların her zamanki seciyyelerinin bir parça­sıdır. Yüce Allah ise bu nitelikte olanları sevmez. Aksine buğzeder, cezalandırır ve azap eder.

Daha sonra Yüce Allah yine de umut ve tövbe kapılarını önlerinde açık tu­tarak şöye buyurmaktadır: "Eğer Kitap Ehli iman edip de sakınsalardı..." yani onlar Allah'a ve rasulüne iman edip işlemekte oldukları günah ve haramlardan sakınacak olsalar, şüphesiz işlemiş oldukları kötülüklerini örterdik, onları ni­mete garkolacaklan Naîm Cennetlerine koyardık. Yani şu hoşlarına gitmeyen hallerini üzerlerinden kaldırır ve maksatlarına nail olmalarını sağlardık. Şa­yet onlar asıl olarak tevhidi bildiren ve İsmail soyundan gelecek son peygambe­ri müjdeleyen Tevrat ve İncil'de bulunanlar gereğince -herhangi bir tahrif, de­ğişiklik ve değiştirme (tebdil ve tağyîr) söz konusu olmaksızın amel edip Mu­hammed (s.a.)'e indirilen Kur'an-ı Kerîm gereğince amel etselerdi, şüphesiz ki Allah rızıklarmı genişletir, semavî hayırları üzerlerine indirir, yeryüzü bere­ketlerinden onlara ihsan ederdi. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle bu­yurmaktadır: "Şayet ülkeler ahalisi iman edip takva sahibi olsalardı, biz de üzerlerine semadan ve arzdan bereketlerin kapılarını) açardık." (A'râf, 7/96) İbni Abbâs da şöyle demektedir: "Hem üstlerinden hem de ayaklarının altın­dan... yiyeceklerdi." buyruğu, üzerlerine gökten bol bol yağmur yağdırır ve yer­yüzü bereketlerinden bol bol ihsan ederdi, demektir.

Daha sonra Yüce Allah itikatlarında olsun davranışlarında olsun Kitap Ehli'nin birbirlerine eşit olmadıklarını söz konusu ederek şöyle buyurmakta­dır: "içlerinden orta yolu tutan bir ümmet vardır. Onlardan bir çoğunun yap­makta oldukları şey ise pek kötüdür." Yani Yahudilerden Abdullah b. Selâm ve arkadaşları, Hristiyanlardan da Necâşî ve benzerleri din hususunda mutedil olan bir topluluk vardır. Bunlar dışındaki büyük çoğunluğu ise dinin esasları­nın dışına çıkan fasık kimselerdir. Onların yaptıkları iş ne kadar kötüdür!

Bazı Kitap Ehli'nin mutedil olduklarına tanıklık eden bu ayete benzer başka bir takım ayetler de vardır. Yüce Allah'ın kimi Yahudiler hakkındaki şu buyruğunda olduğu gibi: "Musa'nın kavminden hak ile hidayet bulan ve onunla adaletli olan bir topluluk vardır." (A'râf, 7/159). Hz. İsa'ya uyanlar hakkındaki buyruğu da bu kabildendir: "Aralarından iman edenlere ecirlerini verdik; onla­rın pek çoğu ise fasıklardır." (Hadîd, 57/27). [90]


Hz. Peygambere Vahyi Tebliğ Emri, İnsanlardan Korunması Ve Kitap Ehli'nin Onun Peygamberliğine İmana Davet Edilmeleri


67- Ey Peygamber! Rabbinden sana in­dirileni tebliğ et! Eğer yapmazsan onun risaletini tebliğ etmemiş olursun. Allah seni insanlardan korur. Muhak­kak ki Allah, kâfirler güruhunu hida­yete erdirmez.

68- De ki: "Ey Kitap Ehli! Tevrat'ı, İn­cil'i ve Rabbinizden size indirileni dos­doğru tatbik etmedikçe hiç bir şey üze­rinde değilsiniz." Andolsun ki Rabbin­den sana indirilen, onlardan çoğunun azgınlık ve küfrünü artıracaktır. Öy­leyse o kâfirler güruhu için üzülme.

69- Doğrusu iman edenler, Yahudiler, Sâbiîler ve Hristiyanlardan Allah'a ve ahiret gününe iman edip salih amel iş­leyenlere hiç korku yoktur. Onlar üzü­lecek de değillerdir.



Nüzul Sebebi


67. ayet-i kerime olan: "Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et." ayetinin nüzulü ile ilgili olarak Ebu'ş-Şeyh İbni Hayyân, Hasan-ı Basrî'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Muhak­kak Allah benimle bir risalet göndermiştir. Ben bu risaleti gereğince yerine ge­tirmek takatini kendimde bulamadım. İnsanların beni yalanlayacaklarını da iyi bildim. (Rabbim) Bana ya tebliğimi yaparım veya azaplandırıhrım diye tehdidde bulundu ve: "Ey peygamber Rabbinden sana indirileni tebliğ et." buyruğu nazil oldu.

İbni Ebî Hatim de Mücâhid'den şöyle dediğini nakletmektedir: "Ey Pey­gamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et!" ayet-i kerimesi nazil olunca şöyle buyurdu: "Rabbim ben yapayalnızım, onlar da hepsi benim aleyhime bir araya geleceklerdir, bunu nasıl yapabilirim?" Bu sefer: "Eğer yapmazsan onun risale-tini tebliğ etmemiş olursun." buyruğu nazil oldu.

Hâkim ve Tirmizî de Aişe (r.a.) den şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Peygamber (s.a.) şu: "Allah seni insanlardan korur." buyruğu nazil oluncaya kadar muhafız ile korunurdu. Bu buyruk nazil olunca başını çadırdan çıkartıp şöyle dedi: "Ey insanlar! Haydi gidiniz, Allah beni korumasına almış bulunu­yor." Suyutî, hadis-i şerifteki ayet-i kerimenin geceleyin nazil olmuş leylî ve Hz. Peygamber yatakta yatıyorken üzerine nazil olmuş firaşî bir ayet olduğuna delil olduğunu söyler.

İbni Hibbân, Sahîh' inde Ebu Hureyre'in şöyle dediğini rivayet etmekte­dir: Resulullah (s.a.) yolculukta iken sabahı edecek olursak, en büyük ve en ge­niş gölgeli ağacı ona bırakırdık. O da o ağacın altında konaklardı. Bir gün bir ağacın altında konakladı, kılıcını da o ağaca astı. Adamın birisi gelip kılıcını aldı ve: "Ey Muhammedi Bana karşı seni kim koruyabilir?" dedi. Resulullah (s.a.) da: "Beni sana karşı Allah koruyacaktır. Kılıcı koy" dedi, o da kılıcını ye­rine koydu. Bu sefer: "Allah seni insanlardan korur." buyruğu nazil oldu.

İbni Merdûveyh de İbni Abbâs'tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Resu­lullah (s.a.)'a: "Semadan üzerine inmiş en ağır ayet hangisidir?" diye soruldu. O da şöyle buyurdu: "Hac mevsiminde Minâ'da bulunuyordum. Arap müşrikleri ile kim oldukları bilinmeyen insanlar etrafıma toplandı. Cebrail üzerime inerek: "Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et." ayetini indirdi. Ben de Akabe'nin yanında ayağa kalkıp: "Ey insanlar, dedim, Rabbimin risaletini tebliğ etmek için size cennetin verilmesi karşılığında bana kim yardımcı olur? Ey in­sanlar, lâilâheillallah deyin ve benim Allah'ın size gönderdiği rasulü olduğumu kabul edin, felah bulursunuz. Size cennet verilecektir." Hz. Peygamber buyurdu ki: "Ne kadar erkek, kadın ve çocuk varsa hepsi toprak ve taş atmaya başladı­lar." Bu dinini terketmiş bir yalancıdır" dediler. Birisi bana görünüp ["Şöyle de­di: Ey Muhammed, eğer sen Allah'ın Rasulü isen bunlara beddua etmek zama­nın gelmiştir. Tıpkı Nuh'un kavminin helaki için beddua ettiği gibi." [91] Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Allah'ım! Kavmimi hidayete ilet. Çünkü onlar bilmeyen bir topluluktur. Sana itaat konusunda beni tasdik etmeleri için onlara karşı bana yardım et. Bu sefer amcası Hz. Abbâs geldi ve onu ellerinden kurtarıp uzaklaştırdı.

Süyutî, anlatılanın bu ayet-i kerimenin Mekkî olmasını gerektirse de, za­hirin bunun böyle olmadığını gösterdiğini söyler.

Râzî şöyle der: Şunu bil ki, bu gibi rivayetler her ne kadar çok olsa dahi, evlâ olan bunları Yüce Allah'ın Hz. Peygambere Yahudi ve Hristiyanların hile ve tuzaklarına karşı güvenlik ve teminat verdiği şeklinde yorumlanması, ona onlara hiç bir şekilde aldırmadan, açıktan açığa tebliğini yapmak emrini ver­miş olduğu şekilde anlaşılmasıdır. [92]

"De ki: Ey Kitap Ehli... hiç bir şey üzerinde değilsiniz." mealindeki 68. ayetin nüzulüne gelince: İbni Cerîr et-Taberî, İbn Ebî Hatim, İbni Abbâs'm şöyle dediğini rivayet ederler: Râfî b. Harise, Sellâm b. Miskin, Mâlik b. es-Sayf ile Râfi' b. Harmele, Resulullah (s.a.)'a gelip: "Ey Muhammedi" dediler. "Sen İbra­him'in şeriatı ve dini üzere olduğunu, elimizde bulunan Tevrat'a iman ettiğini, bu Tevrat'ın Allah'tan gelmiş hak kitap olduğuna tanıklık ettiğini iddia etmi­yor musun?" Resulullah (s.a.): "Evet, öyle diyorum." dedi. "Fakat sizler olmadık şeyler ortaya attınız ve Tevrat'ta bulunan sizden alınmış akitleri inkâr ettiniz. Orada insanlara açıklamakla emrolunduğunuz şeyleri o kitaptan gizlediniz. Ben sizin sonradan yaptığınız bu işlerden uzağım." Bu sefer şöyle dediler: "Bizler elimizde bulunanın gereğini yerine getiririz. Biz hak ve hidayet üzere­yiz. Sana iman etmiyoruz, sana uymuyoruz. Bunun üzerine Yüce Allah: "De ki: Ey Kitap Ehli! Tevrat'ı, İncil'i ve Rabbinizden size indirileni dosdoğru tasdik et­medikçe hiç bir şey üzerinde değilsiniz." buyruğundan itibaren: "Öyleyse o kâ­firler güruhu için üzülme!" buyruğuna kadar olan ayet-i kerimeyi inzal buyur­du. [93]

İbni Abbas şöyle der: Yahudilerden bir topluluk Resulullah (s.a.)'m yanına gelerek şöyle dediler: "Sen Tevrat'ın Allah'tan gelmiş hak kitap olduğunu kabul etmiyor musun?" O: "Ediyorum", deyince şöyle dediler: "Bizler ise yalnızca o Tevrat'a iman ediyoruz, onun dışında olan kitaplara iman etmiyoruz." Bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu. Yani sizler her iki kitapta yer alan Mu-hammed (s.a.)'e iman ve bunların gerektirdikleri ameli yerine getirmedikçe dinden hak namına bir şey üzere olamazsınız. [94]



Açıklaması


Yüce Allah rasulü Muhammed (s.a.)'e risalet sıfatıyla hitap ederek Al­lah'ın üzerine indirdiklerinin tümünü tebliğ etmesini emretmektedir. O da bu görevini en mükemmel şekliyle ifa etti. Risaleti tebliğ etti, emaneti tamamıyla yerine getirdi. Ümmete samimi olarak nasihat etti. Allah ona verilebilecek mü­kâfatın en hayırlısını versin. Buhârî bu ayet-i kerimeyi tefsir sadedinde Hz. Âi-şe'nin rivayet ettiği şu hadisini nakletmektedir: "Sana bir kimse Muhammed'in Allah'ın indirdiğinden herhangi bir şey gizlediğini söyleyecek olursa, kesinlikle yalan söylemiş olduğunu bil. Çünkü Yüce Allah: "Ey peygamber, Rabbinden sana indirileni tebliğ et." buyurmaktadır." Bunu Müslim, Tirmizî ve Nesaî de böylece rivayet etmiştir. Buhârî ve Müslim'de de yine Hz. Âişe'den şöyle dediği nakledilmektedir: "Kur'ân-ı Kerîm'den eğer Muhammed herhangi bir şey gizle­yecek olsaydı şu: "Allah'ın açığa çıkartacağı şeyi içinde gizliyordun. İnsanlar­dan çekmiyordun. Halbuki Allah'tan korkman daha yerinde idi." (Ahzab, 33/37) ayetini gizlerdi."

Ayet-i kerimenin anlamı şudur: Ey Rabbinden bütün insanlara bir risaleti tebliğ etmek üzere gönderilmiş rasul! Rabbinden sana indirilenlerin tamamını tebliğ et. Bu konuda hiç kimseden korkma, sana hoşlanmayacağın bir şeyin ge­lip erişmesinden de çekinme.

Eğer sana indirileni derhal tebliğ etmeyecek ve seninle gönderileni insan­lara eksiksiz ulaştırmayacak olursan -belli bir süreye kadar onu gizlemek şek­linde dahi- olsa sen insanlara tebliğ görevini yerine getirmemiş olursun. Nite­kim Yüce Allah: "Peygambere tebliğ etmekten başka bir şey düşmez." (Mâide, 5/99) buyurmaktadır.

Peygamberler Allah'ın kendilerine indirilenlerden herhangi bir şeyi gizle­mekten masum olmalarına rağmen, risaletin bir kısmını gizlemenin tamamını gizlemek gibi değerlendirilerek, ona verilen tebliğde bulunma emrinin: "Eğer yapmazsan..." buyruğu ile tekid edilmesindeki hikmet; tebliğ edilmesi gereken herhangi bir şeyi ertelemeyi içtihadı ile tespit etmesinin caiz olmaksızın tebli­ğin kesin ve kaçınılmaz bir şey olduğunu Hz. Peygambere bildirmektir.

İnsanlar açısından bunun hikmeti ise, bu gerçeği nass ile bilmeleri ve bu hususta herhangi bir anlaşmazlığa düşmemeleridir.

Resulullah (s.a.) da üzerine Kur"ân'dan ne indirildiyse derhal bütünüyle tebliğ etmiştir. Buhârî şöyle der: "ez-Zuhrî dedi ki: Risâlet Allah'tandır. Tebliğ ise rasulün görevidir, öylece kabul etmek de bize düşen görevdir. Onun ümmeti risaleti tebliğ ettiğine, emaneti eksiksiz yerine getirdiğine şahitlik etmiştir. Ve­da haccı gününde irad ettiği hutbesinde çok büyük bir kalabalık arasında bu ko­nuda onların şahitliklerini de almıştır. Orada ashabından yaklaşık kırk bin kişi vardı." Müslim'in Sahîh' inde Câbir b. Abdullah'dan sabit olduğu gibi: Resulul­lah (s.a.) o günkü hutbesinde şöyle buyurmuştur: "Ey insanlar! Şüphesiz ki siz­lere benim hakkımda soru sorulacaktır. Ne diyeceksiniz?" Hazır bulunanlar: "Senin gerçekten tebliğ ettiğine, emaneti eksiksiz ödediğine, ümmete nasihat ettiğine şahitlik edeceğiz." Hz. Peygamber de parmağını semaya doğru kaldırıp onların üzerine indiriyor ve bu arada: "Allahım, tebliğ ettim mi?" diyordu.

İmam Ahmet, İbni Abbâs'm şöyle dediğini rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.) Veda haccmda şöyle buyurdu: "Ey insanlar! Bu gün ne günüdür?" Onlar: "Bu gün haram (saygıdeğer) bir gündür" dediler. Hz. Peygamber: "Bu belde ne beldesidir?" diye sordu. Onlar: "Bu belde haram bir beldedir." dediler, yine Hz. Peygamber: "Bu belde ne beldesidir?" diye sordu. Onlar: "Bu belde haram bir beldedir." dediler. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Şüphesiz mallarınız, kanları­nız ve ırzlarınız bu gününüzün hürmeti gibi, bu beldenizdeki ve bu ayınızdaki hürmet gibi birbirinize haramdır."

Sonra bunu birkaç defa tekrarladı, arkasından parmağını semaya kaldıra­rak: "Allahım tebliğ ettim mi?" sözünü de birkaç defa tekrarladı. Ahmed şöyle der: İbni Abbas der ki: Allah'a andolsun, o bunu aziz ve celil Rabbine vasiyyet olmak üzere (söylüyordu). Sonra (Peygamber -s.a.-) buyurdu ki: "Dikkat edin, hazır bulunan hazır bulunmayana tebliğde bulunsun. Benden sonra birbirini­zin boynunu vuran kâfirler olarak geri dönüş yapmayınız."

Daha sonra Yüce Allah, peygamberine onu insanlara karşı koruyup hima­ye edeceğine dair teminatını açıkça ilân etmektedir. Yani ona suikast yapılma­sına, öldürülmesine karşı koruyup, düşmanlarına istediklerini gerçekleştirme imkânı vermeyeceğine dair teminat vermektedir. Ebu Talib'in ölümünden son­ra müşrikler Dârul-Nedve'de Hz. Muhammed (s.a.)'i öldürmeyi kararlaştırmış­lar ve buna teşebbüs etmişlerdi. Yüce Allah ise onu korumuş ve o Medine'ye hicret etmişti. Hicretten sonra Yahudiler de bir suikast teşebbüsünde bulundu. Onun korunacağından maksat, ölüme karşı korunacağıdır. O bakımdan Mek­ke'de, Taifte müşriklerin eziyetlerine, hicretten sonra Uhud günü de yüzünün yaralanıp ön küçük azı dişinin tanVmaaına bakılarak., tuna itiraz ©«üieme^.

Tirmizî, Ebu'ş-Şeyh İbni Hayyân, Hâkim, Ebu Nuaym ve Beyhakî, birkaç sahabe-i kiramdan şunu rivayet etmektedirler: Resulullah (s.a.) bu ayetin nü­zulünden önce Mekke'de bekçiler tarafından korunuyordu. Hz. Abbâs da onu koruyan kimseler arasında idi. Bu ayet-i kerime nazil olunca Resulullah (s.a.) koruyucu edinmeyi terketti. Yine rivayet edildiğine göre Ebu Tâlib, Resulullah (s.a.) ile birlikte dışarı çıktığı takdirde onu koruyacak kimseleri gönderirdi. Bu: "Allah seni insanlardan korur." buyruğu nazil oluncaya kadar böyle devam et­ti. Bu buyruktan sonra yine birisini koruyucu olarak göndermek isteyince: "Amcacığım , muhakkak Allah beni korumaya almıştır, senin göndereceğin kim­selere ihtiyacım yoktur." dedi.

Enes (r.a.)'ten şöyle dediği rivayet edilmektedir: Resulullah (s.a.)'ı Sa'd ve Huzeyfe bu ayet-i kerime nazil oluncaya kadar koruyorlardı. Bu ayet nazil olunca başını deriden yapılmış çadırından dışarı çıkartarak: "Ey insanlar! Ar­tık gidebilirsiniz, Allah beni insanlara karşı korumuştur." buyurdu.

Mekke'de inmiş bulunan bu ayet-i kerimenin Medine'de kendilerine tebliğ­de bulunmakla yükümlü kılındığı Kitap Ehli'ne tebliği ihtiva eden buyruklar arasında korunmuş olması, Resulullah (s.a.)'ın müşriklerin eziyetlerine maruz kaldığı gibi Kitap Ehli'nin eziyetlerine de maruz kaldığına delâlet etmesi için­dir, Allah da onu her iki kesimden de korumuştur.

Denildiğine göre bu ayet-i kerime Uhud vakasından sonra nazil olmuştur. Buna delil de Yüce Allah'ın: "Muhakkak ki, Allah kâfirler güruhunu hidayete erdirmez." buyruğudur. Yani Allah, onlara gerçekleştirmek istedikleri suikast için imkân vermeyecektir.

Vakıada ise ayet-i kerimenin daha genel bir anlamı vardır; o da şudur: Sen tebliğ et, dilediğini hidayete iletecek ve saptıracak olan da Allah'tır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onları hidayete iletmek, sana düşen bir iş değildir, fakat Allah dilediğini hidayete iletir." (Bakara, 2/272); "Şüphesiz sana ancak tebliğ düşer, hesap(lannı görmek) ise Bize aittir." (Ra'd, 13/40).

Daha sonra Yüce Allah, bütün insanlara oldukça önemli bir gerçeği açıkla­maktadır. O da şudur: Bir dine mensup oluş, onun gereğince amel edilmedikçe bir fayda sağlamaz. "De ki: Ey kitap ehli... dosdoğru tatbik etmedikçe hiç bir şey üzerinde değilsiniz." Yani ey Muhammedi Kitap Ehli'ne (Yahudi ve Hristiyan-lara) de ki: Sizler Tevrat'ı ve İncil'i emrolunduğunuz katıksız tevhid ve salih amel gibi hususlarıyla onlarda yer alan Muhammed (s.a.)'e ve onun şeriatına iman gibi hususların gereğini yerine getirmedikçe Rabbinizden size indirilene, yani Allahü Teâlâ'nın kendisiyle dini tamamladığı Kur'ân-ı Azim'e ve risaletiy-le bütün peygamberlerin risaletlerini sona erdirdiği Muhammed'in risaleti ge­reğince amel etmediğiniz sürece, siz din adına bir şeye sahip olamazsınız.

Daha sonra Yüce Allah önceki ayet-i kerimede «64. ayet) sözünü ettiği bir hususu tekrarlamaktadır: O da Yüce Allah'ın Kurân-ı Kerimin Kitap Ehli'n-den pek çok kimsenin, ancak onların yalanlamakta aşırıya gitmelerini ve kü­fürlerine küfür katmalarından başka bir şeylerini artınnadığına dair yemin et­mesidir. Buna sebep ise atalarından miras olarak aldıklar, taassupları, kin ve kıskançlıklarıdır: "İçlerinden kıskanarak..." (Bakara. 2109 bunu yapmaları­dır. İnsafla ve her türlü etkiden soyutlanarak düşüniney: ınnt.al etmeleridir. O halde sen kâfirler topluluğuna üzülme! Yani ey Mufaarmnei Tuğyanlarının, az­gınlıklarının ve küfürlerinin artmasından dolayı onlar :;ır. urulne. kederlen­me. Çünkü bunun zararı kendilerine aittir, sana değil Sana inan edenlerin varlığı ise, onlara ayrıca gerek bırakmaz.

Hiç bir ortağı bulunmayan bir ve tek Allah'a, kitapîanna ve peygamberle­rine iman eden, onlar arasındaki bir azınlığa gelince: Kur'ân-ı Kerim boyleler.-nin hidayetlerini, doğru yol üzere sebatlarını ve mutluluklarını artırır.

Bu önemli gerçeğin açığa çıkartılmasından sonra Kur'ân-ı Kerîm bütün in­sanlar için genel bir kanun koymaktadır ki o da: "Doğrusu iman edenler..." ya­ni Allah'ı ve rasulünü tasdik eden Müslümanlar ile Mûsâ (a.s.)'ya tabi olan, Tevrat'a sahip olan Yahudiler, bütün dinlerin dışında kalan Sâbiîler ve Mesih (a.s.)'e uyan Hristiyanlar arasından kim Allah'a, peygamberlerine ve ahiret gü­nüne sahih ve samimi bir şekilde iman eder, salih bir amel işlerse işte onlar için Kıyamet günü azabından yana ebediyyen bir korku yoktur ve onlar hiç bir zaman bizatihi dünya ve nimetleri dolayısıyla, ahirette de kendilerine isabet edecek herhangi bir şeyden dolayı kederlenmeyecek, üzülmeyecekler. Aksine bunlar nimetlerle dolu olan Naîm cennetlerinde olacaklardır. [95]



Yahudilerin Peygamberlerini Yalanlamaları Ve Onları Öldürmeleri


70- Andolsun ki Biz, İsrailogulları'ndan sapasağlam bir teminat almış ve onla­ra peygamberler göndermişizdir. Ne zaman bir peygamber onlara nefisleri­nin hoşlanmadığı bir şeyi getirmişse bir kısmını yalanlamışlar, bir kısmını da öldürmüşlerdi.

71- Bir fitne olmayacağını sandılar da görmez ve işitmez oldular. Sonra Allah kendilerine tövbe nasib etti. Sonra iç­lerinden, yine bir çoğu körleşti, sağır-laştı. Allah yaptıklarını hakkıyla gö­rendir.



Açıklaması


Yüce Allah İsrailoğulları'ndan Allah'ın buyruklarını dinleyip itaat edecek­lerine, O'nun peygamberine itaatle bağlı kalacaklarına dair ahit ve misaklar almış olduğunu hatırlatmaktadır. Fakat onlar bu ahitleri ve misakları bozdu­lar. Görüş ve nevalarına tabi oldular, görüş ve nevalarını ilâhî şeriatın önüne geçirdiler. İlâhî şeriattan nevalarına uyanı kabul ettiler, ona aykırı düşeni de reddettiler.

Misak, pekiştirilmiş ahit demektir. Allah Tevrat'ta Yahudilerden Allah'ı tev-hid edip Allah'ın şeriatının hükümlerine tabi olacaklarına dair ahit almıştı. Fa­kat onlar verdikleri bu sözü bozdular; peygamberlere karşı da ya yüz çevirmeyi gerektiriri özellikte olan yalanlamakla veya onları öldürmekle karşılık verdiler.

Bu yaptıklarına karşılık herhangi bir kötülüğün söz konusu olmayacağını, herhangi bir azap ile cezalandırılmayacaklarını yani işledikleri fesada karşılık denenmeyeceklerini sandılar. Çünkü onlar Allah'ın oğulları ve sevgilileri ol­duklarını iddia ediyorlardı. Fakat onların bu fesatları bir kötülüğü doğurmuş­tur. Bu da onların hakka karşı kör kulaklarının hakkı işitmeyecek kadar sağır olmaları, Allah'ın ayetleri üzerinde düşünemeyişleridir. Onlar hak namına bir şey işitmedikleri gibi hakka doğru yol da bulamıyorlardı. Bundan dolayı Babil-liler onlara musallat olup Mescid-i Aksâ'yı yaktılar, mallarını talan ettiler, ço­cuklarını ve kadınlarını esir aldılar. İçinde bulundukları fesattan tövbe edip fe­sadı terketmeleri üzerine de Allah tövbelerini kabul etti, Pers krallarından bir kral vasıtasıyla tekrar hükümdarlıklarını kendilerine iade etti, Beytülmakdis'i onlar için yeniden inşa etti, Buhtnassar tarafından esir alınanları tekrar va­tanlarına geri döndürdü.

Sonra bir defa daha hakka karşı kör ve sağır kesildiler. Bu da Allah'ı gör­meyi istedikleri zaman olmuştu. Hz. Zekeriyyâ ve Yahya gibi peygamberleri öl­dürdüler. Meryemoğlu İsa'yı öldürmeye kalkıştılar. Allah'ın ve peygamberinin emirlerine asi oldular. Bu yüzden Allah üzerlerine önce Persleri, sonra da Ro­malıları musallat etti. Onlar da mülklerini sona erdirdi ve bağımsızlıklarını el­lerinden aldı.

Yüce Allah'ın: "Yine bir çoğu" buyruğu ise onların çoğunluğunun isyankâr olduklarına, az miktarda kimselerin de mümin ve salih kimseler olduklarına işarettir.

"Allah yaptıklarını hakkıyla görendir" Yaptıklarına muttali olandır. Ki­min hidayeti hak ettiğini, kimin de saptırılmaya lâyık olduğunu çok iyi bilen­dir. Yine onların, peygamberlerin ve rasullerin sonuncusu Allah Rasulü Muhammed (s.a.)'e karşı kurdukları hile ve tuzakları da çok iyi bilmektedir. [96]



Hıristiyanların Hz. Mesih'i İlâhlaştırmaları


72- "Meryem oğlu Mesih gerçekten Al­lah'ın kendisidir" diyenler, andolsun ki kâfir olmuşlardır. Halbuki Mesîh demişti ki: "Ey İsrailoğulları! Benim de Rabbim sizin de Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin. Zira her kim Allah'a şirk koşarsa muhakkak Allah ona cenneti haram eder ve onun varacağı yer ateş­tir. Zalimlerin hiç bir yardımcıları yoktur."

73- "Allah gerçekten üçün üçüncüsü-dür" diyenler, andolsun ki kâfir olmuş­lardır. Halbuki bir tek ilâhtan başka ilâh yoktur. Söylediklerinden vazgeç­mezlerse andolsun ki, onlardan kâfir olanlara acıklı bir azap dokunacaktır.

74- Hâlâ Allah'a tövbe edip ondan mağ­firet dilemezler mi? Halbuki Allah Ga-fûr'dur, Rahîm'dir.

75- Meryemoğlu Mesih bir rasulden başka bir şey değildi. Ondan önce de rasuller gelip geçmişti. Annesi de dos­doğru bir kadındı. İkisi de yemek yer­lerdi. Bir bizim ayetleri nasıl açıkladı­ğımıza, sonra da onların nasıl yüz çe­virdiğine bak!



Nüzul Sebebi


es-Süddî ve başkaları şöyle der: Bu buyruklar Hristiyanların Hz. Mesîh ile onun annesini Allah ile birlikte ilâh kabul etmeleri ve böylelikle Yüce Allah'ı üç ilâhın üçüncüsü olarak benimsemeleri hakkında nazil olmuştur. [97]



Açıklaması


Yüce Allah Hristiyanlığm eski fırkalarından olan Melikiyye (Melkâniyye), Ya'kûbiyye ve Nastûriyye fırkalarının ve daha sonra ortaya çıkan Katolik, Orto­doks ve Protestanların kâfir olduklarına hüküm vererek şöyle buyurmaktadır: Allah'a yemin olsun ki, Meryemoğlu Mesih'in bizzat Allah olduğunu iddia eden­ler, kâfir olmuşlardır ve bunlar haktan alabildiğine uzak bir sapıklıkta sapmış­lardır. Bunlar şöyle diyorlar: Şüphesiz ki Allah üç asıldan (veya uknumdan) mü­rekkeptir. Bunlarsa baba, oğul ve Ruhu'l-kudüstür. Baba Allah'tır, Mesih oğul­dur ve baba olan Allah oğul olan Mesih'e hulul edip onunla tekleşmiştir. Böyle­likle Ruhu'l-Kudüs'ü de oluşturmuştur. Bunların her birisi ötekinin bizzat kendi­sidir. Bu konuda görüşlerinin özü ise: Allah Mesih'in ta kendisidir, şeklindedir.

Beşikte henüz küçük bir bebek iken Mesih'in ilk söylediği söz: "Şüphesiz ben Allah'ın kuluyum" olmakla birlikte, daha sonra da insanları risaletini ka­bule çağırıp ey İsrailoğulları, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a ibadet edin, yani ibadetlerinizle yalnızca bir ve tek olarak Allah'a yönelin, de­miş olmakla birlikte, bu iddiada bulundular. Hz. İsa'nın bu sözde ise Hristiyan-ların onun hakkındaki iddialarının tutarsızlığına dair kesin bir delildir. Çünkü o, sonradan yaratılmış olmak ve meydana getirilmiş olmaya dair delilleriyle kendisinin dışındaki insanların böyle olduklarına dair deliller arasında her­hangi bir fark gözetmemektedir.

Hz. İsa davetinde şirkten de sakındırmış ve şirkte bulunacaklara tehditte bulunmuş, şöyle demiştir: "Zira her kim Allah'a şirk koşarsa..." yani melek, in­san, yıldız, put veya bunun dışında herhangi bir varlığı kim Allah'a ortak ko­şarsa şüphesiz ki Allah, ezelî ilminde de rasullerine göndermiş olduğu şeriatin-de de böylelerine cenneti haram kılmıştır. Yani onu cennete girmekten mah­rum bırakmış, cennete girmesine engel olmuştur. Ahirette böylesinin kalacağı yer cehennem ateşidir. Allah'a ortak edinmek suretiyle kendilerine zulmeden­lerin kendilerine yardımcı olacak hiç bir kimseleri olmayacaktır. Yani Hz. İsa hakkında uydurup söyledikleri şeyler hususunda kimse onlara yardımcı olma­yacak, kimse onlara destek vermeyecektir. Çünkü böyle bir iddianın doğru ol­masına imkân yoktur ve böyle bir iddia akıldan alabildiğine uzaktır. Allah'ın azabına karşı ahirette de onlara kimse yardımcı olamayacaktır.

Aynı şekilde gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları yaratan Allah, üç ilâhın üçüncüsüdür, diyenler de kâfir olmuşlardır. Bu da Hristiyanlann: Me­sih Allah'ın oğludur, yahut Allah, Allah'ın kendisi olan baba, Mesih olan oğul ve Meryem diye bilinen zevceden ibaret üç uknumdan birisidir, diyen Hristi­yanlann görüşüdür. Bunun da anlamı şudur: Şüphesiz bütün Hristiyan fırka­ları küfre sapmışlardır. İster Mesih üçün üçüncüsüdür, diyenler olsun; ister Mesih Allah'ın oğludur diyenler olsun, isterse de Allah Meryem oğlu Mesih'in kendisidir, diyenler olsun. Sonra gelen Hristiyanlar teslisi kabul etmektedirler.

Yani üç ilâhın varlığını ve aynı şekilde tevhidi de kabul ederler. Yani onlara gö­re bu üç uknumdan her birisi ötekinin bizzat kendisidir.

Yüce Allah ise onların hepsinin bu uydurmalarını: "Halbuki bir tek ilâh­tan başka ilâh yoktur." diye reddetmektedir. Yani varlık âleminde ibadete lâyık hiç bir ortağı bulunmayan, bir ve tek ilâhtan başka ilâh yoktur. O bütün var­lıkların ve sair mevcudatın ilâhıdır. Vahdaniyet onun sıfatıdır. İnsanlara ait hiç bir sıfat onda yoktur. Ne onun zatında, ne de sıfatında herhangi bir terkip (bi­leşim) söz konusu değildir. Zatların veya aynlarm birden çok olması mümkün değildir. Türlerin ve cüzlerin de taaddüdü (birden çokluğu) düşünülemez: "Onun benzeri gibi hiç bir şey yoktur. O her şeyi işitendir, her şeyi görendir." (Şûra, 42/11) Bu ayet-i kerime, surenin sonlarında yer alan şu ayet-i kerimeyi andırmaktadır: "Hatırla ki, Allah şöyle diyecek: "Ey Meryem oğlu İsâ! Sen mi insanlara Allah'tan başka beni ve annemi iki ilâh edinin diye söyledin?" (İsâ) diyecek ki: "Seni tenzih ederim..." (Mâide, 5/116) Yani her iki ayet-i kerime de birden çok ilâhın varlığını reddetmek sadedindedir.

Daha sonra Yüce Allah bu iddiaları dolayısıyla onları tehdid edip uyarmak üzere şöyle buyurmaktadır: "Söylediklerinden vazgeçmezlerse...", yani bu iftira, yalan ve teslis iddiasından uzaklaşıp bunu terketmeyecek ve tevhide dönmeye­cek olurlarsa, bu küfürleri sebebiyle hiç şüphesiz ahirette onları son derece çe­tin ve can yakıcı bir azap gelip bulacaktır. İşte bunda, azabın özel olarak kâfir olanlara gelip çatacağına, teslis akidesinden tövbe edip vazgeçenler hakkında bu azabın söz konusu olmayacağına delâlet vardır.

Bu yalan ve iftiralarına rağmen şirklerinden vazgeçmek suretiyle tövbeye, teslis akidelerinden dolayı Allah'tan mağfiret dilemeye onları çağırmış olması Yüce Allah'ın kerem, lütuf, rahmet ve cömertliğinin bir tecellisidir. Zaten Allah tövbe edenlere mağfiret edendir, onlara rahmet buyurandır.

Mesih ise hakikatte kendisinden önce gelip geçmiş bulunan benzeri pey­gamberler gibi bir peygamberden başka bir şey değildir ve o, Allah'ın kulların­dan bir kuldur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O, ancak kendisine nimet ihsan ettiğimiz bir kulumuzdur ve biz onu İsrailoğullarına bir misal kıl­dık." (Zuhruf, 43/59) Yani o da diğer peygamberler gibi olağanüstü mucizelerle desteklenmiş peygamberlerden bir peygamberdir: "Meryemoğlu İsâ Mesih, an­cak Allah'ın bir rasulü ve O'nun Meryem'e ilka ettiği bir kelimesi ve kendinden (tarafından emriyle yaratılmış) bir ruhtur." (Nisa, 4/171)

Annesi de sıddîka (yani her şeyiyle doğru) bir kadındı. Hz. İsa'ya iman eden, onu tasdik eden bir kadındı. Onun mertebesi peygamber ve rasullerden sonra gelen bir mertebedir; yoksa o bir kadın peygamber olmadığı gibi [98] ulûhiyyet sıfatına sahip birisi de değildir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmakta­dır: '"Ve o (Meryem) Rabbinin sözlerini ve kitaplarını tasdik etmişti. O itaat edenlerdendi." (Tahrîm, 66/12)

Mesih de annesi de diğer insanlarla aynı cins ve türdendi. Bunun delili ise her ikisinin de hayatta kalabilmek için yemek yemeleri, küçük büyük abdest gibi ihtiyaçlarını karşılamalarıdır. Kendisinden bu gibi şeylerin sadır olup ci­simleri değişik şeylerden mürekkep olmak, zayıf olmak, yemeye, içmeye muh­taç olmak, uykuya, def-i hacete gerek duymak gibi ihtiyaçları olanın ilâh olma­sına imkân olmadığı gibi, ulûhiyyet ve rububiyyetin herhangi bir sıfatına sahip olmasına da imkân yoktur.

Şimdi ey aklı başında olan her muhatap! Şu cahil Hristiyanlara iddiaları­nın batıl olduğuna dair son derece kesin ve açık delilleri nasıl açıkladığımıza bir bak! Sonra da bütün bu açıklamalara rağmen onların bu deliller üzerinde düşünmekten nasıl vazgeçtiklerine, nerelere gittiklerine ve hangi sözlere ya­pıştıklarına bir bakın! [99]



Hz. İsa'yı İlahlaştıran Hıristiyanlarla Tartışma, Kitap Ehlinden Dinde Aşırıya Gitmemelerinin İstenmesi Ve Kötülükten Sakındırmamaları Dolayısıyla İsrailoğullarının Lanete Uğramaları


76- De ki: "Allah'ı bırakıp da size ne bir zarar ne de bir fayda veremeyen bir şeye mi ibadet ediyorsunuz? Halbuki Allah Semî' ve Alîm olandır."

77- De ki: "Ey Kitap Ehli! Dininizde haksız yere haddi aşmayın. Daha önce hem kendileri sapmış, hem de birçoğu­nu saptırarak doğru yoldan ayrılmış topluluğun nevalarına uymayın."

78- İsrailoğullan'ndan kâfir olanlar, Da­vud'un da Meryem oğlu İsa'nın da diliy­le lanetlenmişlerdir. Bu, isyan etmeleri ve haddi aşmalarından dolayıdır.

79- Onlar yaptıkları fenalıklardan bir­birlerini vazgeçirmeye çalışmazlardı. Yapmakta oldukları ne kötü şeydi!

80- Görürsün ki, onlardan çoğu kâfirle­ri veli edinmektedirler. Nefislerinin kendileri için öne sürdüğü ne kötüdür! Allah onlara gazap etmiştir ve azapta kalıcıdırlar.

81- Şayet Allah'a, peygambere ve ona indirilene iman etmiş olsalardı, onları veli edinmezlerdi, fakat onların bir ço­ğu fasıklardır.



Açıklaması


Ey Muhammed! İster Kitap Ehli'nden olsunlar, ister putlara tapan müş­riklerden olsunlar, Allah'tan başkasına ibadet eden şu kimselere de ki: Sizler size gelebilecek herhangi bir zararı önlemeye ve sizin için herhangi bir faydayı sağlamaya gücü yetmeyen Allah'tan başka şeylere mi tapmıyorsunuz? Halbuki Allah kullarının sözlerini işitendir, her şeyi çok iyi bilendir. Bize fayda sağla­yan ve sizin gerçek ilâhınız olan o yüce Rabbe ibadetten niye yüz çeviriyor da bir insana yahut da işitmez ve görmez bir cansıza, hiç bir şey bilmeyen bir cansıza ibadet ediyorsunuz. Üstelik insan da taş da onların dışındaki diğer bir mahlûk da kendisinden başkasına da kendisine de ne zarar verebilir, ne de fay­da sağlayabilir.

Hz. Mesih'e düşmanlık eden Yahudiler şunu bilsinler ki, Mesih onlara bir zarar vermek gücüne sahip olamadı. Hatta bunlar Hz. İsa'yı asmak ve öldür­mek istediler. Mesih'in kendisi onların kendisine vermek istedikleri bu zararı kendisinden bertaraf etmek imkânını bulamadı. Aynı şekilde kendisine tabi olanlarına yardımcılarına, arkadaşlarına dünyevi bir fayda sağlamak gücünü de elde edemedi. Çünkü bunlar kovalanmışlar ve işkencelere maruz kalmışlar­dı. O halde Mesih'in ilâh olmasını akıl nasıl kabul edebilir?

Daha sonra Yüce Allah peygamberine, yine Kitap Ehli'ne (Yahudi ve Hris-tiyanlara) şöyle demesini emretmektedir: Ey Kitap Ehli! Hakka tabi olmakta haddi de aşmayınız, Uzeyr'i tazim etmekte de aşırıya gitmeyiniz, İsa'yı tazim etmekte de aşırıya gitmeyiniz. Bunlardan herhangi birisini ilâhlaştırarak İsa'yı peygamberlik makamından çıkartıp ulûhiyyet makamına oturtmayınız; Uzeyr'in de Allah'ın oğlu olduğunu söylemeyiniz. Aynı şekilde siz de ey Yahudi­ler! İsa'yı ve annesini küçük görmekte aşırıya gitmeyin. Annesinin fuhuş işledi­ğini söylemeye kalkışmayın.

Bizzat arzularından kaynaklanan görüşlere sahip olan bir kavmin nevala­rına uymayın. Çünkü bunlar eskiden beri sapıklığın önderleridir. İnsanların bir çoğunu da doğru yoldan çıkarmışlardır. Ayrıca doğruluk ve itidal yolunu bı­rakarak sapıklık ve azgınlık yolunu izlemişlerdir.

Daha sonra Yüce Allah bunun sebebini beyan etmektedir: O da iyiliği em­retmeyi, kötülü de sakındırmayı terketmeleridir: "İsrailoğullarından kâfir olanlar... lânetlemişlerdir." diye buyurmaktadır. Yani şanı Yüce Allah uzun dö­nemden beri peygamberi Davud'a indirdikleri buyruklarda da Meryem oğlu İsa'nın vasıtası ile de İsrailoğulları'ndan küfre sapanlara lanet etmiştir. Bunun sebebi ise Allah'a asi olmaları, onun yarattıklarına karşı haddi aşmaları, sal­dırmalarıdır. Hz. Dâvûd onlardan cumartesi günü haddi aşanlar ile Allah'a is­yan edenleri lanetlediği gibi Hz. İsa da, Allah'ın emirlerine karşı direnip onlara muhalefet etmeleri sebebiyle İsrailoğullarına lanet etmiştir. İbni Abbâs şöyle der: Bunlar Tevrat'ta da İncil'de de Zebur'da da Furkân'da da (Kur"ân-a Kerîm) lânetlemişlerdir. Onlardan bilgili olan bir kimse, herhangi bir kimsenin günah ve haram işler işlemesini yasaklamıyor, vazgeçirmeye çalışmıyordu. Yaptıkları bu iş ne kötüydü! Bu onların yaptıkları işin çirkiniğini ortaya koymakta ve yaptıklarının bir benzerini yapmaktan sakmdırmaktadır. Çünkü kötülüğün yaygınlık kazanması ümmete ileri derecede zarar verir. İyiliği emredip mün-kerden alıkoymak ise toplumu bayağılıklardan korur, fazilet ve ahlâkı hatırla­tır, hayra iletir ve mutluluğunu gerçekleştirir.

İmam Ahmed, İbni Mes'ud'dan şöyle dediğini nakletmektedir: Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "îsrailoğulları masiyetlere dalınca ilim adamları onlara (bunları işlemeyi) yasakladı, fakat onlar vazgeçmediler. Bu sefer meclislerinde onlarla birlikte oturmaya başladılar."

Ebu Dâvûd, Tirmizî ve İbni Mâce de Abdullah b. Mes'ûd'un şöyle dediğini naklederler: Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "îsrailoğullarının karşı karşıya kaldık­ları ilk eksiklik şu oldu: Onlardan birisi bir diğeri ile karşılaşır ve: "Ey filan! Al­lah'tan kork ve yaptığın bu işi terket. Bunu yapmak senin için helâl değildir." der­di. Daha sonra ertesi günü o kişiyi aynı hal üzere halde onunla karşılaşır, fakat yine de bu durumu onun o kişi ile beraber oturup yiyip içmesine engel teşkil et­mezdi. Onlar bunu yapınca bu sefer Allah kalplerini birbirlerine çarptı. Sonra da: "İsrailoğulları'ndan kâfir olanlar... lanetlenmişlerdi; fakat onların bir çoğu fasık­lardır." diye buyurdu." Sonra Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Hayır, böyle değil, Allah'a yemin olsun ki, ya iyiliği emreder, kötülükten alıkoyarsınız sonra da zali­min elini yakalar ve onu hakka mecbur eder, hakkın dışına çıkartmazsınız, ister istemez onu hakkın çerçevesi içerisinde tutarsınız yahut da Allah sizin de kalple­rinizi birbirine çarpar; sonra da tıpkı onları lanetlediği gibi size de lanetler."

Tirmizî de Huzeyfe b. el-Yemân'dan Resulullah (s.a.)'m şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Nefsim elinde olana yemin ederim, ya iyiliği emreder kötü­lükten alıkoyarsınız yahut da aradan fazla bir zaman geçmeden Allah üzerinize kendi katından bir azap gönderir, sonra da ona dua edersiniz, o da sizin duanı­zı kabul etmez."

Daha sonra Yüce Allah vahyin nüzulü çağında bulunan Kitap Ehli'nin hal­lerini söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: "Görürsün ki onlardan çoğu...", yani ey Muhammed, sen Yahudilerin bir çoğunun Mekkeli müşrikleri dost ve veli edindiklerini, onlarla antlaşmalar yaptıklarını, seninle savaşmalarını teş­vik ettiklerini, müminleri veli edinmeyi terkettiklerini görürsün.

Rivayet olunduğuna göre Ka"b b. el-Eşref ve arkadaşları Mekke'ye giderek Resulullah (s.a)'a karşı müşrikleri kışkırtmışlardı. Fakat müşrikler onların bu isteklerini kabule yanaşmamışlar ve böylelikle çabaları boşa çıkmış, isteklerini gerçekleştirememişlerdi.

İşte onların cezası, yaptıklarının çirkinliğinin ortaya konulması, üzerleri­ne ilâhî gazabın indirilip ebediyyen azapta bırakılmaları oldu. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Nefislerinin kendileri için öne sürdüğü ne kötüdür!" Yani kendilerine Allah'ın gazap etmesini, üzerlerine acıklı azabın indirilmesini, ce­hennem ateşinde ebediyyen kalmaları hükmüne mahkûm olunmalarını gerek­tiren amelleri işlemek suretiyle âhiretleri için nefislerinin önden gönderdiği şey gerçekten kötüdür.

Halbuki onlar Allah'a, peygambere ve Kur*ân-ı Kerîm'e gerçekten iman et­miş olsalardı, gizli olarak ve içten içe kâfirleri veli edinmezler; Allah'a, pey­gamberine ve peygamberine indirilenlere iman edenlerle düşmanlık etmezler­di. Ama onların bir çoğu fasıklardır. Yani dinin sınırlarının dışına çıkmış, Allah ve Rasulüne itaatin dışın çıkmış, münafıklıkta alabildiğine ilerlemiş kimseler­dir. Her türlü dine düşmanlık eden kimselere karşı müminleri veli edinmek ve onlara yardımcı olmak şeklindeki Allah'ın hükmüne muhalefet etmiş kimseler­dir. Bu ise ya onların dinlerini tahrif etmelerinden yahut da münafıklıkların­dan ötürüdür. [100]







--------------------------------------------------------------------------------

[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/347.

[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/351-352.

[3] Birinci hadisi Hakim, Enes ve Aişe'den, ikincisini el-Bezzâr ve Taberânî, İbni Abbas'tan, üçüncüsünü de Ahmed ile Müslim Hz. Aişe'den rivayet etmişlerdir.

[4] Buna benzer bir ifade bir başka ayet-i kerimede şöylece varid olmuştur: "Bir kavme olan kininiz sizi adaletsizliğe sürüklemesin. Adaletli olunuz, o takvaya daha yakın olandır." (Mâide, 5/8) Yani bir kavme olan kininiz sizi adaleti terketmeye itmesin. Çünkü adalet herkese, herkes hakkında, her durumda farzdır. Adalet ile gökler ve yer ayakta durur ve şüphesiz adalet takvaya en yakın olandır.

[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/352-355.

[6] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/361.

[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/361.

[8] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/361-362.

[9] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/362.

[10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/362-363.

[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/363-364

[12] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/364.

[13] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/364.

[14] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/365.

[15] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/365.

[16] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/365-366.

[17] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/366.

[18] Taberî, VI/49.

[19] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/366-370.

[20] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/374-375.

[21] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/375-378.

[22] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/383-384.

[23] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/384-385.

[24] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/385.

[25] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/385-386.

[26] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/386.

[27] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/386-389.

[28] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/389-392.

[29] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/396-397.

[30] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/397-399.

[31] Râzî, XI/184; İbni Kesîr, 11/32.

[32] Taberî, VI/101.

[33] Taberî, VI/101.

[34] İbni Kesîr, 11/33.

[35] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/402-406.

[36] Taberî, VI/103-104.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/409-410.

[37] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/410-411.

[38] Taberî, VT/105; Kurtubî, VT/120.

[39] Taberî, VI/107.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/413.

[40] Taberî, VI/108.

[41] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/413-417.

[42] Zemahşerî, 1/454 vd.; Râzî, XI/197-199.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/421-424.

[43] Bu hadisi Ahmed, Buhârî, Hâkim ve Beyhakî rivayet etmiştir.

[44] Râzî,XI/210.

[45] Kişinin canının kendi öz mülkü olmadığı doğru olmakla birlikte, onun içinde yaşadığı top­lumun mülkü olduğunu söylemek de uygun değildir. Çünkü Kur'ân-ı Kerim'in bir çok ayetinde de belirtildiği gibi göklerde ve yerde bulunan her şey, kişinin kendi öz canı da dahil olmak üzere Allah'ın mülküdür. Nitekim: "İnnâ lillah ve innâ ileyhi râciûn" ifadesi de bunu göstermektedir. Yani biz elbette Allah'ın mülküyüz ve elbette ona döneceğiz. Burada müellifin, toplumun da kişinin üzerinde bir takım haklarının bulunduğunu kas­tetmiş olması kuvvetle muhtemeldir. (Çeviren).

[46] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/428-431.

[47] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/436-437.

[48] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/437-442.

[49] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/444-445.

[50] Vahidî, Esbâbu'n-Nüzûl, 111.

[51] Süyutî, Esbâbu'n-Nüzûl.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/451.

[52] Tercümeye esas aldığımız metinde geçen kelime el-Cemel "deve" (kaim ip, kendir anlamına da gelir) şeklindedir. Ancak hadis kitaplarında bu kelime ip anlamına gelen "el-Habl" şek­lindedir, bkz. Müslim, Hudud, 7; Nesai, Sarık, 1; Buhârî, Hudud, 7 vb. Bazıları bu hadis-i şerifte geçen "yumurta"yı demir yumurta (miğfer) diye, ipi de gemi halatı diye tefsir etmiş­lerdir, bkz. Nesai, Suyutî şerhi ile Müslim'de aynı hadis ile ilgili açıklamalar (Çeviren).

[53] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/451-455.

[54] Bu olay Kurayza oğullarının muhasara olundukları sırada olmuştu. Onlar, Ebu Lüba-be'ye: "Durum nedir ve biz hangi hükmü kabul ederek inelim?" diye sormuşlardı. O da ve­rilecek hüküm kesilmektir, anlamında boğazına işaret etmişti.

[55] Kurtubî, XI/179.

[56] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/462464.

[57] Râzî, XI/235.

[58] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/464-467.

[59] en-Neysâbûrî, Esbabu'n-Nüzûl, s. 112.

[60] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/472-473.

[61] Hz. Ali hakkında da Rabbani lakabı kullanılmıştır. Çünkü o: "Ben bu ümmetin Rabbanî-siyim." demiştir. Yine İbni Abbas hakkında da "bu ümmetin habri" (büyük ilim adamı) la­kabı kullanılmıştır.

[62] Taberî, VT/161.

[63] Taberî, VI/163.

[64] Râzî, XII/6.

[65] Râzî, XII/7.

[66] Râzî, XII/9.

[67] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/473-478.

[68] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/481-482

[69] Taberî, VI/172.

[70] Âlûsî,W153.

[71] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/482-486.

[72] Burada: "( fe-hâlefehüm )=onlarla antlaşma yaptı" anlamında bir kelime vardır ki, bu cümle içerisinde bunun bir anlamı yoktur. Bu tercümeyi ibni Kesir, III/126'ya göre düzel­terek yaptık.

[73] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/490-491.

[74] Râzî, XII/16.

[75] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/491-493.

[76] Zemahşerî, 1/466; Râzî, XII/18 vd.; İbni Hişâm, Sîre, 11/576, 621; İbni Kesir, el-Bidâye ven-Nihâye, V/48-52; Suyutî, Tarîhu'l-Hulefâ, 76; Tantavîler, Sîretu Ömer b. el-Hattab, 360.

[77] Taberî, VI/183

[78] Taberî, VI/186; Süyutt, Esbâbu'n-Nüzûl; Kurtubî, VT/221; Râzî, XII/20-23.

[79] Taberî, VT/187

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/496-497.

[80] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/498-499.

[81] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/505.

[82] Taberî, 1/264

[83] İbni Kesîr, 11/74; Beydâvî, 156.

[84] Zemahşerî, 1/471

[85] Kurtubî, VI/237

[86] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/506-510.

[87] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/515.

[88] Bizler herhangi bir teşbîh ve tecsîme gitmeksizin "el"e iman ederiz. Burada zahir olan, bununla herkese nimet ihsan etmenin kastedildiğidir (Ibni Atıyye, 4/509, 512).

[89] Taberî, VI/195

[90] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/515-518.

[91] Köşeli parantez ile tırnak içerisindeki bu ibare, asıl metinde atlanmıştır. Bu ibare [«.....»]

olmadan hadisin anlaşılması mümkün değildir. Bu bölümü es-Suyutî, ed-Dürrü'l-Mensûr, III/117'den aktardık (Çeviren).

[92] Râzî, XII/50.

[93] Taberî, VI/200; Süyutî, Esbâbu'n-Nüzûl.

[94] Kurtubî, VI/245.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/522-524.

[95] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/524-527.

[96] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/530.

[97] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/533.

[98] Meleklerin Hz. Sara ile Hz. Meryem'e hitap etmelerini ve Yüce Allah'ın: "Ve biz Musa'nın annesine onu emzir diye vahyettik." (Kasas, 28/7) buyruğunu delil göstererek Hz. İshak'ın annesi Sâra'mn, Hz. Musa'nın annesinin ve Hz. İsa'nın annesinin peygamber olduğu görü­şünü kabul eden İbni Hazm ve diğerlerinin iddia ettiği gibi Hz. Meryem bir kadın peygam­ber değildir. Onlara göre zaten peygamberliğin anlamı budur (yani meleklerin hitabına mazhar olmaktır), ancak cumhurun kabul ettiği görüş şudur: Şanı Yüce Allah erkeklerden başkasından peygamber göndermiş değildir. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Sen­den önce gönderdiğimiz peygamberler ancak kendilerine vahyettiğimiz şehirli erkeklerden ibaretti." (Yûsuf, 12/109) (Ayrıca bkz. Nahl, 16/43 ile Enbiya, 21/7. -Çeviren-).

[99] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/534-535.

[100] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/539-541
5-Maide Suresi Meali Tefsiri Oku-1.Bölüm: Akitlere Bağlılık, Haksızlığın Yasaklanışı, İyilik Üzere Dayanışma Ve Allah'ın Şeâirine Gereken Tazimi Göstermek-Haram Kılınan Yiyecekler, Dinin Kemale Erdirilmesi, Zaruret Hali Rating: 4.5 Diposkan Oleh: Blogger

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder