Güncel Duyuru: Öğrencilerimizin dikkatine ! Ücretsiz TEMEL ARAPÇA SARF&NAHİV derslerimizi Eklemeye başladık 1-13.Derse kadar Tamam(Elhamdü lillah) Tıkla Ders Sayfasına Git Tags:Online Arapça Dersleri Video,İslami ilimler Video Dersleri,İlahiyat Önlisans Arapça Video Dersleri,İlahiyat Arapça Video Dersleri,İmam Hatip Arapça Dersleri Video,İlitam Arapça Video Dersleri,Tefsir Dersleri Video,Hadis Dersleri Video,Fıkıh Dersleri Video,Arapça Dershaneniz,Kur'an,Sünnet,Arapça dersleri,tefsir oku,hadis,oku,Kuran meali oku,arapça öğreniyorum,arapça dilbilgisi video,arapça nahiv video,arapça sarf dersleri video,islami sohbetler

39-Zümer Suresi Meali Tefsiri Oku: Kuranın Kaynağı Ve İbadeti Yalnız Allah'a Has Kılmanın Emredilmesi-Tevhidin Ve İlâhî Kudretin, Delillerinden Birkaçı

ZÜMER SURESİ


Kuranın Kaynağı Ve İbadeti Yalnız Allah'a Has Kılmanın Emredilmesi:
1- Bu Kitab'ın indirilmesi Aziz ve Hakim olan Allah tarafındandır.
2- Biz sana bu Kitab'ı hak ile indir­dik; öyleyse sen de dini yalnız ken­disine halis kılarak Allah'a kulluk et.
3- İyi bil ki, halis din yalnız Allah'ın­dır. O'ndan başka veliler edinerek, "Biz bunlara sırf bizi Allah'a yaklaş­tırsınlar diye tapıyoruz." Diyenlere gelince; şüphesiz ki Allah onlar arasında, ayrılığa düştükleri şeyde
hükmünü verecektir. Allah, yalancı, nankör insanı doğru yola iletmez.
4- Eğer Allah çocuk edinmek is­teseydi, yarattıklarından dilediğini seçerdi. O bundan yücedir. O, tek ve kahredici Allah'tır.

Açıklaması:
"Bu kitabın indirilmesi, Azız ve Hakim olan Allah tarafındandır." Yani bu azametli Kitap ki Kur'an'dır, Allah Tealâ tarafından indirilmedir. O Al­lah ki, Azizdir; mağlup edilemez ve hiçbir şey tarafından aciz bırakılamaz, Hakîm'dir; yaptığı işte hikmet sahibidir, her şeyi uygun ve yerli yerinde yapar. Kur'an'ın Allah katından olduğu, kendisinde hiçbir şüphe ve tered­düt bulunmayan bir gerçektir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak ki o Kur'an, Alemlerin Rabbi'nin indirmesidir. Onu, uyarıcılar­dan olman için senin kalbine Rûhu'l-Emîn (Cebrail) indirdi." (Şu'arâ, 26/192-195). Yine Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "O öyle eşsiz bir Kitaptır ki, ne önünden, ne de arkasından onu boşa çıkaracak bir söz gelmez. O, Hakim ve Hamld olan Allah'tan indirilmiştir." (Fussilet, 41/41-42).
"Biz bu Kitab 'ı sana hak ile indirdik." Yani ey Muhammedi Muhakkak ki, biz sadece hakkı bulunduran bu Kuranı sana hakkı ortaya koyan bir kitap olarak indirdik. Yani onun içinde tevhid ve nübüvvetin isbatı, hayatın sonu, dinî sorumluluklar vb. ne varsa hepsi haktır. Allah Tealâ onu batıl olarak ve hiçbir anlam ifade etmez tarzda indirmemiştir.
"Öyleyse sen de dini yalnız kendisine halis kılarak Allah'a kulluk et." Tek olan ve ortağı bulunmayan Allah'a kulluk et; mahlukâtı da buna çağır. Onlara şunu öğret ki; Bir olan Allah'tan başkasına kulluk etmek uygun ve
doğru değildir. O Allah ki, kendisinin hiçbir ortağı, benzeri ve eşi yoktur. Burada geçen "halis" kelimesiyle aynı kökten gelen "ihlas" tabiri kulun, amel ederken Allah Tealâ'nm rızasını kazanmayı hedeflemesi, bunun dışında herhangi bir maksat gütmemesidir. "Din" ise ibadet ve taat an­lamındadır. İbadet ve taatin başı, Allah'ın bir kabul edilmesi ve Onun or­tağının bulunmadığına inanılmasıdır. İşte bu sebeple Allah Tealâ, bu an­lamı tekit ederek şöyle buyurmaktadır:
"İyi bil ki, halis din yalnız Allah'ındır." Yani iyi bil ki, şirk, riya ve benzeri şaibelerden arınmış halis taat ve ibadet Allah'a yapılır. Bunun dışındaki dinler ise, Allah'ın emrettiği halis din değildir. Zira Yüce Allah, işleyenin yalnızca ortağı olmayan Allah için ve O'na has kılarak işlediği ameli kabul eder. Bu ayette geçen "ela lillâhi" ifadesi hasr içindir. Yani hükmü, sadece zikredilene mahsus kılar ve diğerlerinden nefyeder.
İbadetin başı Allah'a ihlas olduğuna göre, müşriklerin tuttuğu yol kötülenmiş olmaktadır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Ondan başka veliler edinerek, "Biz bunlara sırf bizi Allah'a yaklaştır­sınlar diye tapıyoruz." diyenlere gelince. Yani Allah'tan başkasını -ki onlar Allah'ı bırakıp da kulluk ettikleri putlardır- dost edinen müşriklere gelin­ce, onlar derler ki: Biz bunlara, yalnızca bizi Allah'a yaklaştırsınlar ve ih­tiyaçlarımızın karşılanması için O'nun katında bize şefaat etsinler diye tapıyoruz.
Bunların akıbeti vahim olacaktır. Nitekim Yüce Allah kendilerini teh­dit ederek şöyle buyurmaktadır:
"Şüphesiz ki Allah onlar arasında, ayrılığa düştükleri şeyle hükmünü verecektir." Yani muhakkak ki kıyamet günü Allah, muhtelif dinlere men­sup olanlar arasında hüküm verecek ve bütün anlaşmazlıkları çözüme kavuşturacaktır. Bunun sonucu olarak herkese kendi amelinin karşılığını verecek, ihlaslı muvahhitleri cennete, müşrikleri ise cehennem ateşine sokacaktır.
"Allah, yalancı nankör insanı doğru yola iletmez." Yani Muhakkak ki Allah Tealâ, yalan söyleyerek Allah'a -kendi iddiasmca- çocuk edindiği, sahte ilâhların kendisine şefaatçi olacağını ve kendisini Allah'a yaklaş­tıracağını iddia eden, iftira eden, küfründe aşırı giderek putları ilâh edinen ve onları Allah'a ortak kılan ve bütün bu hususlarda ne aklî, ne de naklî makbul bir delili bulunmayan kimseleri dinine hidayet etmez ve onun hak­kı bulması konusunda başarı vermez.
Daha sonra Yüce Allah, onların, Allah'ın çocuk edindiği yolundaki id­dialarını reddederek şöyle buyuruyor:
"Eğer Allah çocuk edinmek isteseydi, yarattıklarından dilediğini seçer­di." Yani şayet Allah Tealâ çocuk edinmeyi dileseydi -ki O'nun böyle bir-şeye ihtiyacı yoktur- yarattıkları içinden, seçmeyi dilediği birisini seçerdi.
Ne var ki durum, onların iddia ettikleri gibi değildir. Zira Allah Tealâ, ev­lâtların en mükemmelini, yani peygamberleri seçmiştir, onların iddia ettik­leri gibi kızları değil! Çünkü O'nun dışındaki bütün varlıklar O'nun mahlukâtıdır. Mahlukun ise yaratıcının çocuğu olması doğru değildir. Şu halde onların iddiaları değil, Onun dilediğini seçmesinden başkası sözkonusu olamaz.
Ardından Yüce Allah, kendisini çocuk edinmekten tenzih etmekte ve şöyle buyurmaktadır:
"O bundan yücedir. O, tek ve kahredici Allah'tır." Yani Allah, çocuğu ol­maktan münezzeh ve mukaddestir. Zira O, bir ve tektir, hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Her şey O'na muhtaçtır. O, kendisinin dışındaki varlıklardan müs­tağnidir. Her şeye galiptir. Onun için eşya O'na döner ve O'na boyun eğer. Allah, zalimlerin söylediklerinden yüce, ulu ve münezzehtir. [1]

Tevhidin Ve İlâhî Kudretin, Delillerinden Birkaçı:
5- Gökleri ve yeri hak ile yarattı. Geceyi gündüzün üzerine doluyor, gündüzü de gecenin üzerine dolu- yor- Güneşi ve ayı buyruğu altına aldı- Herbiri belli bir süreye kadar akıp gitmektedir. İyi bil ki O, Azîz ve Gaffardır.
6- Sizi bir tek candan yarattı, sonra ondan eşini meydana eetirdi ve sizin için davarlardan sekiz çiftindir­di. Sizi annelerinizin karınlarında uc karanlık içinde yaratmadan ya- ratmaya geçirerek yaratmaktadır. İşte Rabb'iniz Allah budur. Mülks°'nundur.O'ndan başka ilâh yoktur. Nasıl da çevriliyorsunuz?!
7-Eğer nankörlük ederseniz, şüphesiz Allah size muhtaç değildir. Fakat kulları için küfre razı olmaz. Ve eğer şükrederseniz sizin için ona razı °lur. Hiçbir günahkâr diğerinin günahını çekmez. Sonra dönüşünüz Rabb'inizedir. O size yaptıklarınızı haber verir. Çünkü O, göğüslerin içinde olan her şeyi bilir.


Açıklaması:
Birinci delil ve onun ulvî alemdeki kısımları:
1- "Gökleri ve yeri hak ile yarattı." Yani zaruri amaçlar, hikmet ve maslahatlar için göklerden ve yerden oluşan ulvî alemi, hak ve doğruluk üzere kaim olacak şekilde örneksiz olarak yarattı ve var etti. Bu ikisini batıl ve abes olarak yaratmadı ve bu ikisini en orijinal bir sisteme tabi kıl­dı. Bu, kudret sahibi ilâhın varlığına ve O'nun, bir ortak, eş veya çocuğu bulunmasının mümkün olmadığına delâlet eder. O tekdir ve kâmil kudret sahibidir ve başkasına muhtaç olmaktan tam anlamıyla müstağnidir.
2- "Geceyi gündüzün üzerine doluyor, gündüzü de gecenin üzerine doluyor." Yani bunların her biri diğerini bürüyüp kaplıyor. Ta ki bu suretle gecenin karanlığı veya gündüzün aydınlığı kaybolup gidiyor. Burada bir diğer anlam da şu olabilir: Bunlar birbirinin peşisıra, birbirini izler ve her biri diğerini durmadan ister ve kovalar. Nitekim Yüce Allah şöyle buyur­maktadır: "Kendisini durmadan kovalayan gündüze, geceyi O bürüyüp ör­ter." (A'râf, 7/54), "Geceyi gündüzün içine sokar, gündüzü de gecenin içine sokar." (Hadîd, 57/6).
İlk olarak bu ayet, dünyanın yuvarlaklığına delâlet eder. Çünkü bura­da geçen "tekvîr" kelimesi, dönmekte olan bir cismin üzerine sarmak demektir. İkinci olarak, dünyanın kendi etrafından döndüğüne delâlet eder. Çünkü gece ile gündüzün, karanlık ile aydındığın birbirinin peşisıra gelmesi, ancak dönmekle mümkün olur.
3- "Güneşi ve ayı buyruğu altına aldı. Her biri belli bir süreye kadar akıp gitmektedir." Yani o ikisini, kulların menfaat ve maslahatı için doğ­mak ve batmak suretiyle emrine boyun eğdirmiştir. Bunlardan her biri, devrini tamamlayana ve Allah'ın ilminde malûm bulunan sınırlı bir vakte kadar -ki o vakit dünyanın sonu ve kıyametin gelmesidir- kendi yörün­gesinde akıp gider. Nitekim Allah Tealâ şöyle buyurmaktadır: "O gün göğü, yazı tomarlarını dürergibi toplarız." (Enbiyâ, 21/104).
Daha sonra bu ayeti, asıl maksadı beyan ederek tamamlamaktadır. Buradaki asıl maksat, ilâhi kudretin mükemmeliyetini ispat etmek ve bununla birlikte kulların mağfiret talebinde bulunmalarını teşviktir. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"İyi bil ki O, Aziz ve Gafur'dur." buradaki "e/d" ifadesi, tenbih bildir­mektedir. Yani, uyanık olun. Bu ulvî alemin ve büyük yıldızların yaratıl­ması, galip ve kendisine düşmanlık edenlerden intikam almaya kadir olan, kullarının günahlarını mağfiret ile örten birisinin işidir. O'na bu hususta benzeyen herhangi birşey yoktur. Bu iki sıfatın (yani bağışlayıcılık ve galip olma) burada bir araya getirilmesi, Allah Tealâ'nın, izzet ve azamet, büyüklük ve tam kudret sahibi olmasının yanısıra kullarını çok bağış­layıcı, rahmeti, lütfü ve ihsanı bakımından da cömert olduğuna delâlet içindir. O, kendisine asi olduktan sonra tevbe edip O'na dönenleri bağışlar. Zira Allah Tealâ'nın, azametli kudret sahibi olduğunun haber verilmesi, korku gerektirir. Burada Allah Tealâ, bu sıfatının hemen ardından "gaffar" sıfatını zikretmiştir ki, bu sıfat, rahmetin çok olmasını gerektirir. Rahmeti çok olması, amel ve fiil olmadan sadece rahmeti ummayı ifade etmez. Ak­sine, ibadet ve ihlâs ile mağfiret istemeye rağbet ve bağışlanmayı ümit et­mek anlamına gelir. Kısacası ayetin bu şekilde bitirilmesi, sakınmayı gerektiren bir korkutmadan sonra, bağışlanmayı gerektiren ameller iş­lemeye teşvik maksadına yöneliktir.
Daha sonra Allah Tealâ, bu delile bir diğer delil daha ilâve etmektedir: İkinci delil ve onun aşağı alemdeki kısımları:
1- "Sizi bir tek candan yarattı, sonra ondan eşini meydana getirdi." Yani ey insanlar! Allah, farklı ırk ve dillerde olan sizleri bir tek nefisten -ki o Adem (a.s.)'dir- yarattı; sonra da o nefisle aynı cinsten^1' onun eşini -o da Havva'dır- var etti. Sonra da insan neslini, bu ikisinden, farklı farklı kavimler olarak meydana getirdi. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmak­tadır: "Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratıp, ikisinden birçok erkek ve kadınlar üreten Rabb'inizden korkun." (Nisa, 4/1). Yeryüzü alemine müteallik olan bu delilin bu kısmı, açık olduğu üzere yer­yüzü alemine ilişkin üç delili de kapsamına almaktadır. Yukarıdaki ayette geçen "minhâ" (ondan) ifadesi, meşhur olan görüşe göre Havva'nın, Adem (a.s.)'in eğe kemiğinden yaratıldığını anlatmaktadır. Allah Tealâ, Havva dışında herhangi bir kadını, erkeğin eğe kemiğinden yaratmamıştır.
2- "Ve sizin için davarlardan sekiz çift indirdi." Yani sizin için, deve, sığır, koyun ve keçiden ibaret davar cinsinden[2] her sınıftan bir erkek ve bir dişi olmak üzere- sekiz çift hayvan yarattı. Ve onları size ihsan buyurdu. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Sekiz çift hayvan: koyundan iki, keçiden iki (...) ve deveden iki, sığırdan iki..." (En'âm, 6/143-144). Yani bu sayılanların her birinden bir erkek ve bir dişi.
3- "Sizi annelerinizin karınlarında üç karanlık içinde yaratmadan yaratmaya geçirerek yaratmaktadır." Yani sizi yaratmaya, annelerinizin karnında, yaratmanın tedrici merhalelerinden geçirerek başlamakta ve yaratılışınızı böyle takdir buyurmaktadır. Şöyle ki: Siz orada önce nutfe (meni) halinde oluyorsunuz. Daha sonra alaka'ya (embriyon) çevriliyor, sonra mudğa (et parçası, cenin) haline geliyorsunuz. Ardından kemikler oluşuyor ve sonra da bunlara et, damar ve sinir giydiriliyor. Bunun peşin­den, ona ruh üfleniyor ve o varlık, en güzel bir surete sahip bambaşka bir yaratığa, insan haline dönüşüyor.
Bu suretle yaratma işlemi, şu üç kılıfın karanlığında meydana gelmiş olmaktadır: Ana karnındaki karanlık, rahim karanlığı ve eş zarının karan­lığı. Doktorların da dediği gibi buradaki kılıf (zar)lar ise şunlardır: Amin-yon zarı, koriyon zarı ve decidua (geçici zar).
Daha sonra Yüce Allah geçen ayete bir ifade daha eklemektedir. O da yaratıcı ve inşa edici kudretin birliğidir. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"İşte Rabb'iniz Allah budur. Mülk O'nundur. O'ndan başka ilâh yok­tur. Nasıl da çevriliyorsunuz?" Yani bu, gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri yaratan ve insanı var eden, sizi yaratandır. O ki, dünyada ve ahirette mülk hakiki ve mutlak olarak kendisinindir. O birdir, tekdir ve kendisin­den başka ilâh yoktur; yaratma işinde kendisine başkası ortaklık ve eşlik etmiş değildir. Dolayısıyla O'ndan başkasına kulluk etmek doğru değildir. Böyleyken O'na kulluk etmekten nasıl döndürülüyorsunuz? Akıllarınız bunu nasıl kabul ediyor?
Sonra Allah Tealâ, bu kulluğun semeresinin de sizin için olduğunu ve kendisinin, mutlak surette kendisine yapılan kulluğa ihtiyaçtan müstağni bulunduğunu beyan etmekte ve şöyle buyurmaktadır:
"Eğer nankörlük ederseniz, şüphesiz Allah size muhtaç değildir." Yani varlığına ve kudretine delâlet eden ve birbirini destekleyen bunca delilin varlığına rağmen Allah'ı inkâr ederseniz, bilmiş olun ki Allah (c.c), kendisi dışındaki varlıkların hiçbirisine muhtaç değildir. Nitekim Yüce Allah, Hz. Musa'nın dilinden şöyle buyurmaktadır: "Siz ve yeryüzünde bulunanlar hep nankörlük etseniz, iyi bilin ki, Allah sizin şükrünüze muhtaç değildir, zatında övülmüştür." (ibrahim, 8/14).
Sahih-i Müslim'de yer alan bir rivayete göre de Hz. Peygamber (s.a.s)'in dilinden Yüce Allah şöyle buyurur: "Öncekileriniz, sonrakileriniz, insanlarınız ve cinleriniz, sizden en facir bir kimsenin kalbinden geçenler üzerinde birleşseniz bile bu, benim mülkümden herhangi birşeyi eksiltmez."
Daha sonra Allah Tealâ, neyi emredip neden razı olduğunu ve insan­ları neden sakındırıp neden razı olmadığını zikretmekte ve şöyle buyur­maktadır:
"Fakat kulları için küfre razı olmaz. Ve eğer şükrederseniz sizin için ona razı olur." Yani Allah Tealâ küfrü sevmez ve onu emretmez. Çünkü küfür, içinde her türlü dalâlet, sapkınlık ve sahte ilâhlara kulluğu barın­dırır -ki o sahte ilâhlar kişiye ne bir fayda, ne de zarar verebilir- ve küfür, iki dünyada da bedbahtlık sebebidir.
Ve sizler eğer verdiği nimetler için Allah'a şükrederseniz, Allah Tealâ sizin için şükre razı olur, onu sever ve sizi fazlı ile zenginleştirir. Çünkü dünya ve ahirette mutluluğun yegâne sebebi Allah Tealâ'dır.
Bunun ardından Yüce Allah, dünya ve ahirette ferdî sorumluluğun prensibini ilân etmektedir. Bu prensip İslâm'ın en önemli prensiplerinden­dir. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Hiçbir günahkâr diğerinin günahını çekmez." Yani hiçbir nefis, başka birisinin yerine günah, kusur ve cürüm yüklenmez. Aksine her insan kendi nefsinin hayır veya şer şeklinde işlediği amelinin muhatabıdır. Bu ayet, Kur'an-ı Kerim'de beş yerde geçmektedir. "Herkes, kendi kazandığına bağ­lıdır." (Tûr, 52/21) ve "Her nefis, kendi kazandığıyla rehin alınmıştır" (Tûr, 74/38) ayetleri de bu ayete benzerlik arzederler.
Kişinin ahirette göreceği karşılık da ameli miktarmcadır. Yüce Allah şöyle buyurur:
"Sonra dönüşünüz Rabbinizedir. O size yaptıklarınızı haber verir. Çün­kü O, göğüslerin içinde olan her şeyi bilir." Yani, sonra kıyamet günü dönüş ve varış yeriniz Rabbinizdir. O size, hayır ve şer olarak yaptığınız ne varsa hepsini haber verir. O, kalplerin gizlediğini ve sakladığını, yani nefis­lerinizden geçeni bilir. Dolayısıyla O'na gizli kalan hiçbir şey yoktur. [3]

Kâfirlerin Çelişkisi, Müminlerin Tutarlılığı:
8- İnsana bir zarar dokundu mu, he­men içtenlikle Rabb'ine yönelerek O'na dua eder. Sonra Allah ona ken­disinden bir nimet verdi mi, önce­den O'na yalvarmakta olduğunu unutur da, O'nun yolundan saptır­mak için Allah'a eşler koşmaya baş­lar. De ki: "Küfrünle biraz eğlene dur, sen ateş halkındansın!"
9- Yoksa o, gece saatlerinde secde ederek, ayakta durarak ibadet eden, ahiretten korkan ve Rabbinin rah­metini uman gibi midir? De ki: "Bi­lenlerle bilmeyenler bir olur mu?" Doğrusu ancak akl-ı selim sahipleri öğüt alır.


Açıklaması:
"İnsana bir zarar dokundu mu, hemen içtenlikle Rabb'ine yönelerek Ona dua eder. Sonra Allah ona kendisinden bir nimet verdi mi, önceden O'na yalvarmakta olduğunu unutur da, O'nun yolundan saptırmak için Al­lah'a eşler koşmaya başlar." Bu, kâfirlerin ortaya koyduğu çelişkili bir tutumdur. Kâfir, hastalık, fakirlik, korku gibi bir sıkıntıya maruz kaldığı zaman Rabbine dönererek ve Ona tevbe ederek yakarışlarda bulunur. Üzerine çöken musibetin kalkması için O'na sığınır. Derken ona musallat olan sıkıntı kalkar. Sonra Allah Tealâ ona bir nimet verdiği veya onu bir mülkün sahibi yaptığı ve o kimse bolluk ve refah haline ulaştığı zaman bu dua ve tazarruyu, daha önce kendisine dua ettiği Rabbini unutur.
Rahata eriştiği zaman putları veya başka şeyleri Allah'a ortak koş­maya başlar ve onlara kulluk eder; hem kendi dalâlete düşer, hem de bu ameliyle diğer insanları dalâlete düşürür ve onların İslâm'a girmesine ve Allah'ı birlemelerine mani olur. Buradaki "Allah'ın yolu" ifadesi, İslâm ve tevhidtir.
Dolayısıyla bu ayetin ille anlamı şöyle olmaktadır: "Bu kimse, muhtaç olduğu zaman Allah'a tazarru eder ve O'na sığınır." Nitekim Yüce Allah'ın şu kavl-i ilâhisi de buna benzemektedir: "Denizde size bir sıkıntı dokun­duğu zaman, O'ndan başka bütün yalvardıklarınız kaybolur. Fakat sizi kurtarıp karaya çıkarınca yine yüzçevirirsiniz. Gerçekten insan nankördür." (İsrâ, 17/67).
İkinci anlam ise şöyledir: "Bu kimse, refaha ulaştığı zaman önceden yaptığı dua ve tazarruyu unutur." Şu ayet de bu anlamı desteklemektedir:
"İnsana bir darlık dokunduğu zaman yanı üzere yatarken, otururken, yahut ayakta bize yalvarır; ama biz onun darlığını kaldırınca, sanki ken­disine dokunan bir darlıktan ötürü bize hiç yalvarmamış gibi hareket eder. " (Yûnus, 10/12).
Üçüncü anlam da şöyledir: "Putları Allah'a ortak koşmaya başlar: " Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "İnsan Rabb'ine karşı çok nankördür." (Âdiyât, 100/6).
Bütün bunlar sebebiyle Allah Tealâ, çelişki içindeki bu kâfiri, yap­tığından ötürü azapla tehdit etmekte ve şöyle buyurmaktadır: "De ki: "Küf­rünle biraz eğlene dur, sen ateş halkındansın." Ey Peygamber! Tutumu, yolu ve tavrı böyle olan kimseye de ki: "Ey insan! Küfrünle az bir zaman -yani ecelin gelene kadar- menfaatlenmek suretiyle eğlene dur. Zira dün­ya menfaati azdır. Sen ahirette ateşe gireceklerdensin ve orada ebedî olarak kalacaksın. Yakında dönüp gideceğin yer orasıdır. Nitekim Yüce Al­lah şöyle buyurmaktadır: "Eğlenin! Gideceğiniz yer ateştir." (İbrahim, 14/30), "Onları biraz geçindirir, sonra kaba bir azaba sürükleriz." (Lokman, 31/24).
Daha sonra Allah Tealâ, sürekli itimadı sadece Rabblerine gösteren ibadet ehli müminlerin ahvalini zikretmekte ve şöyle buyurmaktadır:
"Yoksa o, gece saatlerinde secde ederek, ayakta durarak ibadet eden, ahiretten korkan ve Rabbinin nimetini uman gibi midir?" Yani hal ve kazanç itibariyle bu kâfir mi daha güzeldir, yoksa Allah'a iman eden, itaat ve huşu ehli olan, gece saatlerinde Allah için namaz kılan kimse mi? Onun huşuu, secde ve kıyam hali boyunca devam eder. O kimse ahiretten korkar ve Rabbinin rahmetini umar. Bu kimse bu haliyle korku ve ümit hallerini birlikte yaşar. İşte sahibini kazanca erdiren kâmil kulluk budur. Bu ayetin sorduğu sorunun cevabı ise açıktır. Ebû Hayyân şöyle der: "Bu ayette gece namazının gündüz namazına üstün olduğuna ve gece namazının gündüz namazına tercih olunacağına delil vardır.[4]
"De ki: "Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak akl-ı selim sahipleri öğüt alır." Yani alimlerle cahiller bir midir? Allah'ın ayetlerinden gerekli öğüdü alan ve onlar hakkında gereği gibi düşünenler ancak akl-ı selim sahipleridir, cahiller değil! Bu iki sınıf arasındaki farkı da cahiller değil, ancak akıl sahibi kims'eler bilir.
Bu iki fırka bir değildir. Hakk'ı idrak eden ve dosdoğru yöntemi bilip uygulayarak gereğince amel eden alim kişi, karanlıkta önünü görmeden yürüyen ve batakta ve dalâlette yürüyen kişi ile bir değildir.
Bu ayette, anılan iki fırkanın bir olmadığı gerçeğinin soru tarzında gelmesinin sebebi şudur: Böyle bir ifade, önce zikredilen iki grubun bir ol­madığı konusunda tekit bildirir. Bu iki grup, kendi içinde çelişkili olan kâfir ile, Allah'a itaat eden ve huşu ehli olan mümindir. Tıpkı alim ile cahilin bir olmadığı gibi, mümin ile insanları Allah'ın yolundan çıkarıp dalâlete sürüklemek için Allah'a ortaklar koşan müşrik de bir değildir. Bunlardan ilki hayır ve ilmin zirvesinde, diğeri ise şer ve cehaletin en aşağı mertebelerindedir.
Ebû Hayyân şöyle der: "Bu ayet, insanın kemâle ulaşmasının, ancak şu iki amacı gerçekleştirmekle mümkün olur: ilim ve amel. Tıpkı bilenlerle bilmeyenlerin bir olmadığı gibi, itaat edenle isyan eden de bir değildir. Buradaki "ilim"den maksat, Allah'ı bilmeye götüren ve kulu, Allah'ın gazabından kurtaran şey'dir." [5]

İbadet Konusunda Müminlere Nasihat, Müjde Ve Putlara Kulluk Edenlere Tehdit:
10- De ki: "Ey inanan kullarım! Rab-binizden korkun. Bu dünya hayatın­da güzel davrananlara güzellik var­dır. Allah'ın arzı geniştir. Ancak sabredenlere mükâfatları hesapsız ödenecektir."
11- De ki: "Bana, dini yalnız Allah'a halis kılarak O'na kulluk etmem emredildi."
12- "Ve bana, müslümanların ilki ol­mam emredildi."
13- De ki: "Ben Rabbime isyan eder­sem, büyük bir günün azabından korkarım.".
14- De ki: "Ben, dinimi yalnız Allah'a halis kılarak O'na kulluk ediyorum."
15- "Siz de O'ndan başka dilediğini­ze kulluk edin." De ki: "Ziyana uğra­yanlar kıyamet günü hem kendileri­ni, hem de ailelerini ziyana sokan­lardır. Dikkat edin! İşte bu, apaçık bir ziyandır."
16- Onların üstlerinden ateşten göl­geler, altlarından da gölgeler var. İşte Allah kullarını bundan korku­tuyor. Ey Kullarım! Benden korkun.
17- Tağut'a kulluk etmekten kaçı­nan ve Allah'a yönelenlere müjde var. Müjdele kullarımı:
18- Onlar ki, sözü dinlerler ve onun en güzeline uyarlar. İşte onlar Allah'ın kendilerini doğru yola ilettiği kimselerdir ve onlar akl-ı selim sahipleridir.
19- Üzerine azap kelimesi hak olanı mı, sen, ateşte bulunanı mı kurtaracaksın!
20- Fakat Rabblerinden korkanlar için üstüste yapılmış odalar var. Odaların al­tında da ırmaklar akmaktadır. Bu, Allah'ın vaadidir. Allah vaadinden caymaz.

Açıklaması:
"De ki: "Ey inanan kullarım! Rabbinizden korkun." Ey peygamber! De ki: Ey Allah'ı Rabb ve İslâm'ı din olarak tanıyan ve böyle iman eden kullar! Allah'ın emirlerine uymak, yasaklarından kaçınmak ve itaat ve takvaya devam etmek suretiyle Allah'tan korkun.
Bu emrin illeti ise şudur:
"Bu dünya hayatında güzel davrananlara güzellik vardır." Bu dün­yada güzel amel işleyen kimseler için bu dünyada güzellik vardır. Bu güzellik sıhhat, afiyet, zafer, ganimet, izzet ve hükümranlıktır. Böyle kim­seler için ahirette de güzellik vardır. Ahiretteki güzellik ise cennet ve güzel karşılıktır. Bu ayetteki "hasene" (güzellik) kelimesinin nekire olarak (belir­lilik takısı almaksızın) gelmesi, bu güzelliğin büyüklüğünü göstermek amacına yöneliktir.
Daha sonra Yüce Allah, bu kulları, taat ve takvaya imkân bulmaları için hicrete teşvik etmekte ve şöyle buyurmaktadır:
"Allah'ın arzı geniştir." Yani bir yerde takvaya riayete imkân bulamaz­sanız, peygamberleri ve salih kulları örnek alarak Allah'a itaate, emriyle amele ve yasağından kaçınmaya imkân veren bir yere hicret edin, cihad edin, putlardan ve küfrün odaklarından uzak durun. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah'ın arzı geniş değil miydi? Hicret etseydiniz ya!" (Nisa, 4/97).
Daha sonra Allah Tealâ, böyle kimselerin hicret ederek vatanlarından ayrı kalma konusunda gösterdikleri sabra karşılık alacakları karşılığı zik­retmekte ve şöyle buyurmaktadır:
"Ancak sabredenlere mükâfatları hesapsız ödenecektir." Yani Allah on­lara, hicrete ve vatanlarını terketmelerine mukabil ecirlerini cennette hesapsız olarak verecektir. Buradaki "hesapsız verme"den maksat, verilen karşılığın ölçüye ve tartıya tabi tutulamayacak miktarda, hesap edenlerin ve sayanların güç yetiremeyecekleri ölçüde olduğunu anlatmaktır.
Bu ayet, takva bulunmaksızın ve Allah'ın emirlerini tutup yasakların­dan kaçınmaya riayet etmeksizin sadece kalp ile iman etmenin veya müs-lümanlığı ilân etmenin mutlak anlamda tek başına yeterli olmayacağının delilidir.
Bundan sonra Yüce Allah takva emrine, ibadet ve taatta ihlas emrini de eklemekte ve şöyle buyurmaktadır:
"De ki: "Bana dini yalnız Allah'a halis kılarak O'na kulluk etmem em­redildi." Yani bana, ancak şirk, riya ve benzeri şeylerden arındırılmış bir ihlasla ibadeti Allah'a halis kılmam emredildi. Her ne kadar bu emir Hz. Peygamber (s.a.)'e yönelik ise de, bu ayette putlara kulluk edenler kınan­maktadır. Dolayısıyla mesaj bütün müslümanlaradır.
"Ve bana, müslümanların ilki olmam emredildi." Yani ben, bu ümmet içinde, babaların dinine ve putperestliğe muhalefet etmek ve Allah'ı bir­lemek suretiyle müslümanların ve Allah'a boyun eğenlerin bu çağda veya bu toplum içinde ilki olmakla emrolundum. "De ki: "Ben Rabb'ime isyan edersem büyük bir günün azabından korkarım." Yani putlara kulluk eden­lere ve müşriklere de ki: Ben, kulluğu yalnız Allah'a halis kılmayı ve Al­lah'ı birlemeyi, şirkin götüreceği kötü sonu haber vererek İslâm'a daveti terkederek ve müşriklerin, dalâlette olmaları hasebiyle, gelecek olan kıyamet gününün dehşetinden onları sakındırmaktan geri durarak Rab-bime isyankâr olmaktan korkarım. Bu ifadede, daha münasip bir dille müşrikler kastedilmektedir.
Daha sonra Hz. Peygamber (s.a.)'in yalnızca Allah'a ibadet ettiğini an­latmak ve anlamın zihinlere iyice yerleşmesini sağlamak için Allah'a taat-te ihlas emri daha bir vurgulanmakta ve şöyle buyurulmaktadır: "De ki: "Ben dinimi yalnız Allah'a halis kılarak O'na kulluk ediyorum.[6]* Yani ey Peygamber! O müşriklere bir kez daha de ki: Rabbim bana, yalnızca ortağı olmayan kendisine ibadet etmemi ve kulluğumun, şirk, gösteriş ve benzeri hususlardan uzak olarak Allah'a halis kılınmasını emretti. Şu halde ben, ne Allah'tan başka bir varlığa ne de onun da bulunduğu ilâhlar topluluğu­na değil, her halükârda sadece tek olan Allah'a kulluk ederim.
Daha sonra Yüce Allah, müşrikleri, şöyle buyurarak azap ile tehdit et­mektedir:
"Siz de O'ndan başka dilediğinize kulluk edin." Yani Allah dışında kulluk etmeyi dilediğiniz putlara kulluk edin. Yakında amelinizin kar­şılığını göreceksiniz. Bu ifade de müşrikleri tehdit, onlarla alay etme, on­ları azarlama ve onlardan teberri (yüz çevirme) vardır.
Ardından Allah Tealâ onları, kıyamet günü uğrayacakları hüsran akibetinden sakmdırmakta ve şöyle buyurmaktadır:
"De ki: Ziyana uğrayanlar, kıyamet günü hem kendilerini, hem de ailelerini ziyana sokanlardır. Dikkat edin! İşte bu, apaçık bir ziyandır." Yani ey Peygamber! Onlara de ki: Büsbütün hüsrana uğrayacak olanlar şirk, isyan, sapıklıkla kendilerini saptırmak ve kıyamet günü daimi olan cehennem azabına muhatap kılmak suretiyle ailelerinden kendilerine tabi olanları da ziyana sokanlardır. İşte açık ve zahir olan ziyan budur, bundan daha büyük bir ziyan yoktur. Zira bu ziyanın karşılanması sözkonusu değildir.
Sonra, ziyanın niteliğini beyan etmek için müşriklerin cehennem ateşindeki hali şöyle tavsif edilmektedir:
"Onların üstlerinden ateşten gölgeler, altlarından da gölgeler var." Yani onlar için, hem üstlerinden hem de altlarından katmerleşmiş bir halde alev saçan ateş tabakaları vardır. Yani ateş onları her yandan kuşatmıştır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurur: "Onlar için cehennemden bir döşek ve üstlerinde de yine ateşten örtüler vardır. İşte zalimleri böyle cezalandırırız." (A'râf, 7/41), "O gün azap onları üstlerinden, ayaklarının altından örter ve Allah, "Yaptığınız işleri tadın" der." (Ankebût, 29/55).
Burada onların altlarından gelecek olan ateşin "gölge" olarak nitelen­dirilmesinin sebebi şudur: Tıpkı bu ayette anlatılanların üstünde ateşten gölgeler bulunması gibi, daha aşağı cehennem tabakalarında bulunan cehennem ehli için de bunların altındaki ateş tabakaları (üstten yakan ateşten) bir gölgedir. Zira cehennemin her tabakasında kâfirler güruhun­dan bir zümre bulunur.
"İşte Allah kullarını bundan korkutuyor. Ey kullarım! Benden kor­kun." Yani Allah'ın, kullarını sakındırmak için ve isyanlardan, günahlar­dan ve haramlardan uzak durasınız diye size duyurduğu bu şiddetli azap aynıyla vardır ve mevcuttur. Öyleyse ey kullarım! Benim şiddetimden, gazabımdan, intikamımdan ve azabımdan korkun. Bu sakındırma ve uyarı, Allah'ın bir fazlı ve nimeti olarak gelmiştir ki, insanlar habersiz ol­dukları bir azap ile birden bire muhatap olmasınlar. Korkutulan kimse için mazeret yoktur.
Putlara kulluk edenlere hitap eden bu tehditten sonra Allah Tealâ, kul­larından, sakınan kimseler için müjde vermekte ve şöyle buyurmaktadır:
"Tağut'a kulluk etmekten kaçınan ve Allah'a yönelenlere müjde var." Yani putlara ve şeytana kulluk etmekten kaçman ve Allah dışındaki şeylerden yüz çevirerek yalnızca Ona yönelenler için, kıymetli bir karşılık göreceklerine dair büyük bir müjde var. Bu da cennettir. Bu müjde ya pey­gamberlerin diliyle verilmiştir, ya da ölüm esnasında yahut kıyamet günü dirildikleri zaman verilecektir. Bu müjde, hem haklarında bu ayetin indiği kimseleri, hem de putlara kulluk etmekten kaçman diğer kimseleri kapsar. Çünkü sebebin hususi olması değil, lafzın umumi olması itibara alınır. Bu ayet, Yüce Allah'ın şu kavl-i ilâhisi gibidir: "Dünya hayatında da, ahiret hayatında da müjde onlara." (Yûnus, 10/64).
Buradaki "Tağut"[7] kelimesi hem teklik, hem de çokluk varlıklar hak­kında kullanılır, putlara ve şeytana kulluk etmeye şamildir. Çünkü böyle bir kulluğu emreden ve güzel gösteren şeytandır. Küfür ve isyanın sebebi de odur.
"Müjdele kullarımı. Onlar ki, sözü dinlerler ve en güzeline uyarlar." Yani ey Peygamber! Tağut'a kulluktan kaçman, Kitap ve Sünnetten hak sözü işiterek anlayan, emrolundukları şeylerin en güzeline uyan ve bu em­rin gereğince amel eden mümin kullarımı müjdele. Nitekim Allah Tealâ, Hz. Musa'ya da şöyle buyurmuştur: "Bunları kuvvetle tut. Kavmine de em­ret, bunların en güzelini tutsunlar." (A'râf, 7/145).
Bu ayet, mümin kullar için bir müjdedir ki, onlar, güzel ile en güzeli, faziletli ile en faziletliyi birbirinden ayırırlar.
"İşte onlar, Allah 'm kendilerini doğru yola ilettiği kimselerdir ve onlar akl-ı selim sahipleridir." Yani bu özelliklere sahip olanlar öyle kimselerdir ki, Allah onları dünyada da, ahirette de doğruyu bulmaya muvaffak kılmış­tır ve onlar selim akıl, düzgün fıtrat sahibidirler.
Daha sonra Yüce Allah bunların zıddı özelliklere sahip olanları açık­lamakta ve şöyle buyurmaktadır:
"Üzerine azap kelimesi hak olanı mı, sen ateşte olanı mı kurtaracak­sın?" Yani, insanların işleri senin elinde midir? Kimin üzerine -yüz çevir­mesi ve inadı sebebiyle- azap hak olmuşsa, onu sen mi ateşten kurtaracak­sın? Bu ayetten çıkan anlam şöyledir: Sen böyle kimseyi hidayete ulaştır­maya ve ateşin azabından kurtarmaya muktedir olamazsın. Bu ayet Hz. Peygamber (s.a.)'i teselli ifadesi taşımaktadır. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.) kavminin iman etmesi konusunda oldukça istekli idi. Bu sebeple Allah Tealâ Ona bildirmektedir ki, dalâlet ve helak ehli olan kimseleri sen hidayete erdiremezsin.
Daha sonra Allah Tealâ, tekrar muttaki, mutlu ve takva ehli kim­selerin göreceği karşılık konusuna gelmekte ve şöyle buyurmaktadır:
"Fakat Rabblerinden korkanlar için üstüste yapılmış odalar var. Odaların altında da ırmaklar akmaktadır. Bu, Allah'ın vaadidir. Allah vaadinden caymaz." Farzlarını eda etmek ve Ona isyandan kaçınarak Rabblerinin azabından korkan kimseler var ya, işte onlar için cennette bina edilmiş muhkem odalar vardır. Bu odalar, kat kat süslü tabakalardan oluşan yüksek köşklerdir. Çünkü cennet derece derecedir ve bu derecelerin bazıları, diğer bazılarının üstündedir. Buna karşılık cehennem de, bir kıs­mı diğer bir kısmının altında olan alçak tabakalardan oluşmaktadır. Cen­nette bulunan bu odaların altından tatlı su ırmakları akar. Bu, cennetteki odaların son derece güzel olmasından ileri gelmektedir. Daha sonra Allah Tealâ, bu karşılığın güzelliğini tekrar vurgulamakta ve bunun, Allah Tealâ'nm mümin ve muttaki kullarına vaadi olduğunu ve Onun vaadinin dönülmez ve bozulmaz bir vaad olarak hak ve sabit bulunduğunu haber vermektedir. [8]

Dünyanın Durumu:
21- Görmedin mi Allah gökten bir su indirdi, onu yerin içindeki kaynak- I»1"» geçirdi. Sonra onunla çeşitli renklerde ekin çıkarıyor. Sonra kurur onu sararmış görürsün. Sonra Allah onu bir çöp yapar. Şüphesiz bunda akl-ı selim sahipleri için bir ibret vardır.

Açıklaması:
Ey peygamber ve diğer bütün muhataplar! Allah Tealâ'nın buluttan yağmur indirdiğini ve onu yere sokup oraya yerleştirdiğini, sonra oradan su kaynakları halinde fışkırtıp çıkarttığını, sonra onunla yeryüzünü sula­dığını ve bunun neticesi olarak o suyla tahıl, sebze ve sair çeşitli türlerden ve sarı, yeşil, beyaz, kırmızı ve sair gözalıcı muhtelif renklerden ekinler, bitkiler bitirdiğini görmediniz mi?
Sonra bunlar kuruyor ve sen, yeşil ve canlı bir halde olan bu bitki ve ekinlerin, bir zaman sonra sarardığını ve nihayet kırılıp ufalanan bir hale geldiğini görüyorsun. Yukarıda anlatılan, yağmurun yağdırılması ve onun­la ekinlerin bitirilmesi vs. hadisesinde akl-ı selim sahiplerinin istifade ede­ceği bir öğüt ve bunu yapanın hikmet ve kudretine işaret eden bir uyarı ve ibret vardır.
Bu akıl sahipleri bilirler ki, dünya hayatının durumu, hızla zeval bu­lup kesintiye uğramasında, güzelliğinin gidivermesinde, parlaklık ve cazi­besinin kaybolmasında işte bu ekinlerin durumu gibidir. Ve o akl-ı selim sahibi kimselerin içinde, Allah Tealâ'nın mahlukâtı yeniden diriltip bir araya toplamaya kadir olduğu hususunda en küçük bir şüphe kalmaz.
Bu ayetin bir benzeri de Yüce Allah'ın şu kavl-i ilâhisidir: "Onlara dünya hayatının tıpkı şöyle olduğunu anlat: Gökten bir su indirdik, yerin bitkisi onunla karıştı ve sonunda bitkiler, rüzgârların savurduğu çöp kırın­tıları haline geliverdi. Allah her şeye kadirdir." (Kehf, 18/45). [9]

İslam İle Hidayete Ermek:
22- Allah'ın, göğsünü İslâm'a açtığı kimse -ki o Rabbinden bir nur üze­rindedir- (kalbini mühürlediği kim­se gibi) midir? Allah'ı anmaya karşı yürekleri katılaşmış olanlara yazık­lar olsun. Onlar apaçık bir sapıklık içindedirler.
23- Allah, sözün en güzelini, birbiri­ne benzer, ikişerli bir Kitap halinde indirdi. Rabblerinden korkanların, ondan derileri ürperir; sonra derile­ri ve kalpleri Allah'ın zikrine yumu­şar. İşte bu, Allah'ın rehberidir. Di­lediğini bununla doğru yola iletir. Ama Allah kimi sapıklığında bıra­kırsa, artık ona yol gösteren olmaz.
24- Kıyamet günü yüzüyle o en kötü azaptan korunmaya çalışanın hali (öyle) midir? Ve zalimlere, "Kazandı­ğınızı tadın." denmiştir.
25- Onlardan öncekiler de yalanladı­lar. Bu yüzden hiç farkına varma­dıkları bir yönden onlara azap geldi.
26- Allah, dünya hayatında onlara rezillik tattırdı. Ahiret azabı elbette daha büyüktür; keşke bilselerdi.

Açıklaması:
"Allah'ın, göğsünü İslâm'a açtığı kimse, Rabbinden bir nur üzerinde değil mi?" Yani Allah'ın, göğsünü İslâm için açtığı ve dolayısıyla İslâm'ı ka­bul edip onunla hidayete erişen kimse, -ki bu hidayet sebebiyle, Rabbin­den gelen ve üzerine inen bir nur ve basiret üzeredir. Bu, marifet ve hakkı bulma nurudur- yaptığı kötü seçim, içinde bulunduğu gaflet ve cehalet se­bebiyle kalbi katılaşmış -ve bu suretle dalâletin karanlıklarında, cehaletin afetlerinde- olan kimse gibi midir?
Bu ayetin ifade ettiği anlam şudur: Hidayeti bulmuş ve İslâm'a girme­ye muvaffak olmuş kimse ile kalbi katı ve haktan uzak olan kimse bir de­ğildir. Nitekim Allah Tealâ şöyle buyurmaktadır: "Ölü iken kendisini dirilt­tiğimiz ve kendisine insanlar arasında yürüyebileceği bir ışık verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp ondan hiç çıkamayan kimse gibi olur mu?" (En'âm, 6/122), "Allah kimi doğru yola iletmek isterse, onun göğsünü İs­lâm'a açar." (En'âm, 6/125).
İbni Merdüveyh, İbni Mesud (r.a.)'un şöyle dediğini rivayet etmiştir:
"Yâ Rasulallah!" dedik, "Yüce Allah'ın "Allah'ın göğsünü İslâm'a açtığı kimse Rabb'inden bir nur üzere değil mi?" kavl-i ilâhisinde geçen "göğsün İslâm 'a açılması" nasıl olmaktadır?" Şöyle buyurdu: "Nur kalbe girdiği za­man kalp açılır ve inşirah bulur." Biz bu sefer de, "Yâ Rasulallah! Bunun alâmeti nedir?" diye sorduk; "Ebedilik yurdu olan ahirete yönelme, geçici ve aldatıcı olan dünyaya bağlanmayı bırakma ve ölüm gelmeden önce ona ha­zırlanmadır. " buyurdu.
Tirmizî de Nevâdiru'l-Usûlde İbni Ömer (r.a.)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Adamın biri şöyle dedi: "Yâ Rasulallah! Hangi mümin daha akıl­lıdır?" Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurdu: "Ölümü daha çok anan ve ona daha fazla hazırlık yapandır. Nur kalbe girdiği zaman kalp yayılır ve ge­nişler." Orada bulunanlar, "Bunun alâmeti nedir yâ Rasulallah?" diye sor­dular. Şöyle buyurdu: "Ebedilik yurdu olan ahirete hazırlanma, geçici ve al­datıcı olan dünyaya bağlanmayı bırakma ve ölüm gelmeden önce ölüme ha­zırlanmadır."
Bundan sonra Yüce Allah^ ayetin ilk cümlesindeki üslup gereği eksilti­len, düşülen ifadeye delâlet olsun diye kalpleri katılaşmış olanların cezası­nı zikretmekte ve şöyle buyurmaktadır:
"Allah 'ı anmaya karşı kalpleri katılaşmış olanlara yazıklar olsun. On­lar apaçık bir sapıklık içindedirler." Yani Allah Tealâ zikredildiği zaman kalpleri yumuşamayan, anlamayan ve kavramayan kimselere şiddetli azap olsun. Bu kimseler haktan sapmak suretiyle içine düştükleri açık dalâlet­te kalpleri katılaşmış ve insanların tümü için aşikâr bir tehlike oluşturan kimselerdir.
Tirmizî, İbni Ömer (r.a.)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Hz. Pey­gamber şöyle buyurdu: "Allah'ı zikretmek dışında fazla konuşmayın. Zira Allah'ın zikri dışında fazla konuşmak, kalp katılığı doğurur. İnsanları Al­lah'tan en fazla uzaklaştıran şey, katı kalptir."
Ebû Sa'îd Hudrî (r.a.)'nin de şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Hz. Pey­gamber şöyle buyurdu: "Yüce Allah şöyle buyurdu: "İhtiyaçları alicenap ve yüksek ruhlu kimselerden isteyin. Zira ben onlarda rahmetimi var ettim. Kalpleri katı olan kimselerden birşey istemeyin. Zira ben gazabımı onlarda var ettim."
Mâlik b. Dînâr da şöyle demiştir: "Kula, kalp katılığından daha büyük bir ceza verilmemiştir. Allah Tealâ'nm gazap ettiği hiçbir kavim yoktur ki, Allah onların kalplerinden rahmet ve merhameti söküp almamış olsun."
Bunun ardından da Yüce Allah, göğsü açan Kuranı tavsif etmekte ve şöyle buyurmaktadır:
"Allah sözün en güzelini, birbirine benzer, ikişerli bir Kitap halinde in­dirdi. Rabb'lerinden korkanların ondan derileri ürperir; sonra derileri ve kalpleri Allah'ın zikrine yumuşar." Yani sözlerin en güzelini -ki o, Kur'an'dır- Allah indirir. Çünkü Kur'an'da hayırlar, bereketler, hususi ve umumi faydalar vardır. O, nazm (tertip) güzelliğinde, sağlamlık ve icazda, (ifade sanatında) anlam sıhhatinde, açıklama kuvvetinde ve belağatin zir­vesinde olmak bakımından ayetleri birbirine benzer bir Kitaptır. Onda kıs­salar, öğütler, emir ve nehiylerden ibaret hükümler, müjde ve tehditler tek­rar tekrar zikredilmiştir. O, tekrar tekrar tilâvet edilir, ama ne okuyana sı­kıntı verir, ne de dinleyene bıkkınlık getirir.
Azap ayetleri zikredildiği zaman, Allah'tan korkanların derileri ürpe­rir; -nitekim Zeccâc, Kur'an'dan derilerin ürpermesinin anlamının, ondaki azap ayetleri okunduğu zaman insanın ürpermesi olduğunu söylemiştir-ondaki tehdit dolayısıyla nefsi bir titreme alır. Ancak daha sonra rahmet ayetlerini duyunca deriler ve kalpler sükûnete ulaşır ve kendini emniyet içinde hisseder. Katâde şöyle demiştir: "Bu ayette velilerin özelliği anlatıl­maktadır. Burada onların derilerinin ürperdiği, daha sonra da kalplerinin, Allah'ın zikriyle huzur bulduğu bildirilmekte; onlar, akılları gitmekle ve baygınlık geçirmekle nitelendirilmektedir.
Hz. Ebû Bekir'in kızı Esma (r.a.)'dan şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Hz. Peygamberin ashabının, -Allah Tealâ'nın kendilerini anlattığı gibi-Kur'an okunduğu zaman gözleri yaşarır, derileri ürperirdi." Ona, "Günü­müzde bazı kimseler var ki, Kur'an okunduğu zaman kimi baygınlık geçi­rip yere yığılıyor." dendi. O da şöyle karşılık verdi: "Kovulmuş şeytandan Allah'a sığınırım."
"İşte bu, Allah'ın rehberidir. Dilediğini bununla doğru yola iletir." Yani bu Kitap veya Kur'an, Allah'ın hidayetidir; O, dilediği kimseyi bununla hi­dayetine erdirir ve İslâm'a girmeye muvaffak kılar. Bu, Allah'ın hidayete erdirdiği kimsenin özelliğidir. Bunun aksi durumda olan kimse ise, Al­lah'ın dalâlete soktuğu kimsedir.
"Ama Allah kimi sapıklığında bırakırsa, artık ona yol gösteren olmaz." Yani Allah Tealâ, fasık ve facirlerden kimi Kur'an'a imandan nasipsiz hor ve zelil kılmışsa, ona yol gösteren kimse bulunamaz.
Daha sonra Yüce Allah, hidayete eren ile dalâlete sapan kimse arasın­da ayrım yapılmasının sebebini beyanla şöyle buyurmaktadır:
"Kıyamet günü yüzüyle o en kötü azaptan korunmaya çalışanın hali nice olur?" Bu ayet, Yüce Allah'ın şu kavl-i ilâhisine benzemektedir: "O halde ateşin içine atılan mı daha iyidir, yoksa kıyamet günü güvenle gelen mi?" (Fussilet, 41/40). Dolayısıyla bu ayetin anlamı da şöyledir: "Cehenne­me yüzü koyun düşen ve kıyamet günü şiddetli azaba karşı, yüzünden baş­ka kendisiyle korunacağı birşey bulamayan kimse; güvende olan, başına korkulan veya arzu edilmeyen hiçbir şey gelmeyen, korkulan durumlara karşı herhangi bir endişe taşımayan, aksHe, Allah'ın cennetinde her türlü kötülükten selâmette ve mutmain bir durumda bulunan kimse gibi midir?" Yani bu ikisi elbette bir değildir. Nitekim Allah Tealâ şöyle buyurmaktadır: "Şimdi, yüzüstü kapanarak yürüyen mi doğru gider, yoksa yolda düzgün yürüyen mi?" (Mülk, 67/22).
"Ve zalimlere: "Kazandığınızı tadın" denmiştir." Yani kâfirlere, "Dün­yadayken kazandığınız ma'siyetlerin karşılığını tadın" dendiği zaman. Ni­tekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "İşte nefisleriniz için yığdıklarınız! Yığdıklarınızı tadın!" (Tevbe, 9/35).
Daha sonra Allah Tealâ, dünya hayatında geçmiş ümmetler içinde peygamberleri yalanlayanların azabını zikretmekte ve şöyle buyurmakta­dır: "Onlardan öncekiler de yalanladılar. Bu yüzden hiç farkına varmadık­ları bir yönden onlara azap geldi. Allah, dünya hayatında onlara rezillik tattırdı. Ahiret azabı elbette daha büyüktür, keşke bilselerdi." Yani peygam­berleri yalanlayan bazı geçmiş ümmetleri Allah, günahlarından ötürü he­lak etti. Onlara azap, hiç beklemedikleri bir yönden geldi. Bu esnada onlar kendilerini güvende hissediyorlardı ve gaflet içindeydiler. Bu durumday­ken Allah Tealâ, indirdiği azap ve felâket ile onlara horluğu ve zelilliği tat­tırdı. Yerle bir olmak, domuz, maymun gibi hayvanlara dönüştürülmek, öl­dürülmek, esir edilmek ve benzeri diğer hususlar, onların çarptırıldığı ce­zanın bazı türleridir.
Öte yandan ahiret azabı ise, onların dünyada başlarına gelenlerden daha şiddetli, elem verici ve daha büyüktür. Çünkü ahiret azabı son derece şiddetli ve devamlıdır. Keşke onlar bilen, düşünen ve ilminin gereğince amel eden kimseler olsalardı! [10]

Kuranın Arapça Olması Ve Ondaki Misaller:
27- Andolsun, biz bu Kur'an'da in­sanlara, öğüt almaları için her mi­salden (örnekler) gösterdik.
28- (Küfürden) korunsunlar diye pü­rüzsüz bir Arapça Kur'an indirdik.
29- Allah şöyle bir misal verdi: Birbi­riyle çekişen birçok ortakların sa­hip olduğu bir adam ile yalnız bir kişiye bağlı olan bir adam. Şimdi bu ikisinin durumu bir olur mu? Hamd yalnız Allah'a mahsustur, fakat çoklan bilmivorlar.lan bilmiyorlar.
30- Sen de öleceksin, onlar da öle­cekler.
31- Sonra kıyamet günü Rabbinizin huzurunda davalarınız görülecektir.

Açıklaması:
"Andolsun, biz bu Kur'an da insanlara, öğüt almaları için her misal­den (örnekler) gösterdik. Korunsunlar diye, pürüzsüz bir Arapça Kur'an in­dirdik." Yani andolsun, biz insanlara, kendilerinden istenenleri, örnekler vererek açıkladık. Onlar, dinleri konusunda bu örnek olayların her birisine muhtaçtırlar. Kendilerini korkutmak ve sakındırmak için bu temsiller ara­sında, geçmiş asırlara ilişkin olanlar da vardır. Meselâ, anlamın anlaşılma­sını ve tesirli olmasını kolaylaştırır. Umulur ki onlar öğüt ve ibret alırlar. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Biz bu misalleri insanlara anlatıyoruz, ama onları, bilenlerden başkası düşünüp anlamaz." (Ankebût, 29/43). Kısacası insanlara misaller verilmesindeki hikmet, Rabblerinden korkmaları ve içinde bulundukları karanlıktan çıkmaları için bu misallerin onlara bir öğüt ve hatırlatma vesilesi olmasıdır.
Burada Kur'an, şu üç özellikle anlatılmaktadır: Birincisi; Kur'an ol­ması, yani kıyamet kopana kadar mihraplarda okunacak bir kitap olması. Nitekim Allah Tealâ şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak ki Zikr'i biz indir­dik; onu koruyacak olan da biziz." (Hicr, 15/9). İkincisi; Kur'an'ın Arapça olması, apaçık Arap diliyle indirilmiş bulunması. Yani fesahat ve belagat sanatlarının ustalarını kendisiyle yarışmaktan aciz bırakan bir üslûba sa­hip olması. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "De ki: "Andolsun eğer insanlar ve cinler şu Kur'an'ın bir benzerini getirmek üzere toplansalar, yine onun bir benzerini getiremezler; birbirlerine arka olsalar da." (İsrâ, 17/88). Üçüncü­sü de Kur'an'ın pürüzsüz, yani çelişkiden uzak olmasıdır. Nitekim Allah Tealâ şöyle buyurmaktadır: "Eğer o, Allah'tan başkası tarafından indiril­miş olsaydı, onda birbirini tutmaz çok şeyler bulurlardı." (Nisa, 4/82). Dolayısıyla onlar, umulur ki, kendilerini sakındırmaya yönelik olarak zikret­tiklerimizle Allah'ın gazabından korunurlar.
Yukarıdaki ilk iki ayette geçen, "öğüt almaları için" ve "korunsunlar" ifadelerinin bu sıra ile gelmiş olması, öğüt almanın, korunmadan önce gel­mesi sebebiyledir. Zira kul, Kur'an'dan öğüt alıp, ayetlerin anlamını kavra­dığı zaman, korunma ve sakınma zaten hasıl olacaktır.
Daha sonra Allah Tealâ, muvahhid mümin ile müşrik kâfir hakkında bir misal zikretmekte ve şöyle buyurmaktadır:
"Allah şöyle bir misal verdi: Birbiriyle çekişen birçok ortakların sahip olduğu bir adam ile yalnız bir kişiye bağlı olan bir adam. Şimdi bu ikisinin durumu bir olur mu?" Yani Allah Tealâ, birden fazla tanrıya kulluk eden müşrik için birden fazla sayıda sahibi olan bir köleyi misal verdi. Bu ada­mın sahipleri, müştereken sahip oldukları bu köle hakkında, kötü ahlâkla­rı ve bozuk tabiatları sebebiyle ihtilâfa ve çekişmeye düşmüşlerdir. Bunlar­dan her birinin bu köle hakkında farklı bir görüşü ve ona gördürmeyi dü­şündükleri farklı bir ihtiyacı .vardır. Bu durumda bu köle ne yapacaktır? Ortakların hepsini nasıl memnun ve razı edecektir? İşte birden fazla tanrı­ya kulluk eden müşrik kimsenin hali de böyledir. Onun, sözkonusu tanrıla­rın tümünü razı etmesi mümkün değildir.
Allah Tealâ, muvahhid mümin için de, bir tek şahsa ait olan bir köleyi misal vemektedir. Sahibine, bu kölenin sahipliği konusunda bir başkası or­tak değildir. Bu kölenin efendisi ondan birşey istediği zaman köle, herhan­gi bir şaşkınlığa ve tereddüde düşmeden, onun isteğini hemen yerine geti­recektir. İşte bu kimse, Allah'tan başkasına kulluk etmeyen mümin gibidir; mümin, Rabbinden başkasını razı etmek için gayret etmez. Böyle bir kimse emniyet ve huzur içinde midir, yoksa şaşkınlık içinde midir?
Bu iki köle, özellik ve durum bakımından bir midirler? Yani bu ikisi bir değildir. Aynı şekilde Allah yanında başka ilâhlara da kulluk eden müş­rik ile, yalnızca, kendisinden başka ilâh olmayan Allah Tealâ'ya ihlasla kulluk eden mümin de bir değildir. Bu ikisi arasında ne kadar büyük bir fark vardır!
Bu misal açık-seçik ve zahir olduğuna göre Allah Tealâ şöyle buyur­maktadır:
"Hamd yalnız Allah'a mahsustur, fakat çokları bilmiyorlar." Yani onlar aleyhine hüccet getirdiği için, hamd başkasına değil, yalnızca Allah'a mah­sus olduğu için ve İslâm'a ve hakka ulaşmayı nasip ettiği için Allah'a ham-dolsun. Ne ki, insanların ekserisi bu farkı bilmiyor ve Allah'a, başka var­lıkları ortak koşuyorlar.
İnsanların çoğunluğunun hakkı bilmemesi ve bu misalden gerekli der­si çıkarmaması dolayısıyla Allah Tealâ, onlara, kendilerini ölümle tehdit
ederek, bütün yaratıkların sonunda varacakları yerin Allah Tealâ'nın hu­zuru olduğunu haber vermektedir. Onlar orada Allah Tealâ huzurunda mahkemeleşeceklerdir. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Sen de öleceksin, onlar da ölecekler. Sonra kıyamet günü Rabbinizin huzurunda davalarınız görülecektir." Yani ey Rasul! Muhakkak sen de öle­ceksin, onlar da ölecekler. Sonra, dünyadayken tevhid ve şirk konusunda ki ihtilâfınız hususunda Allah katında davalaşma olacak ve Allah Tealâ si­zin aranızda kıyamet günü hüküm verecek. Bu mahkeme sonucunda mümin, muvahhid ve ihlaslı kullar kazanacak, kâfir, inkarcı, müşrik ve ya-lanlayıcı kullar ise azap görecek.
"Sen de öleceksin..." kavl-i ilâhisi, Hz. Peygamber'in ecelinin geldiğini haber veren ve sahabeye, onun yakında vefat edeceğini, dünyada ebedi kal­mayacağını bildiren bir ayettir. Zira onlardan bazıları Hz. Peygamber'in öl­meyeceğine inanıyordu. Yine bu ayet, Kureyş'in kâfirlerinin, fırsat ellerin-deyken bunu değerlendirmelerini, bir an önce iman ederek, Hz. Peygamber hayattayken vahyi kendisinden alıp öğrenip istifade etmelerini teşvik et­mektedir. Çünkü Hz. Peygamber onların arasında sonsuza kadar değil, az bir süre kalacaktır.
"Sonra kıyamet günü Rabbinizin huzurunda davalarınız görülecektir." Bu ayet sadece müminlerle kâfirlerin ahiret yurdunda aralarında davala-şacaklarını bildirmemekte, aksine dünyadayken aralarında çekişme ve an­laşmazlık olan herkesi kapsamaktadır. Zira kıyamet günü bunların arasın­daki husumet de tekrar geri gelecektir. Bu ayet, Hz. Muhammed (s.a.)'in de kıyamet günü kavmiyle davalaşacağını ve onlara, peygamberliğin gerektir­diği hususları tebliğ ve kendilerini azapla korkuttuğunu söyleyerek onlar aleyhine hüccet getireceğini; onların da onunla davalaşacağını ve anlamsız şeyleri mazeret olarak ileri süreceklerini göstermektedir.
Tirmizî -hakkında hasen-sahihtir diyerek- Zübeyr b. Avvâm (r.a.)'dan rivayet ettiğine göre, Rasulullah (s.a.)'a "Sen de öleceksin, onlar da ölecek­ler. Sonra kıyamet günü Rabb'inizin huzurunda davalarınız görülecektir" ayeti indiği zaman Zübeyr (r.a.), "Ya Rasulallah! Yani dünyadayken ara­mızda olanlar o gün tekrar mı edilecek?" diye sormuş, Hz. Peygamber de şöyle cevap vermiştir: "Evet. Aranızdaki ihtilâflar size tekrar getirilecektir. Ta ki her hak sahibi hakkını alana kadar."
İmam Ahmed de Ukbe b. Amir (r.a.)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Kıyamet günü davalaşacak hasımlardan ilki, komşulardır."
Yine İmam Ahmed, Ebû Sa'îd Hudrî (r.a.)'den şöyle rivayet etmiştir: "Hz. Peygamber buyurdu ki: "Nefsimi kudret elinde bulundurana yemin ol­sun ki, iki koç bile aralarında toslaştıkları konuda davalaşacaklardır."
Hadis hafızı Ebû Bekir Bezzâr'm Enes (r.a.)'den rivayet ettiğine göre o şöyle demiştir: "Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Kıyamet günü zalim ve ha­in imam (devlet başkanı) getirilir ve onun idaresi altındaki halkı onunla davalaşır. Sonunda ona galip gelirler. Bunun üzerine ona, "Cehennemin te­mellerinden birini doldur." denilir." [11]

Yalanlayanlara Tehdit, Tasdik Edenlere Müjde:
32- Allah hakkında yalan uyduran­dan ve kendisine gelen doğruyu ya­lanlayandan daha zalim kim olabiür? Cehennemde kâfirler için bir yer yok mudur?
33- Doğruyu getirene ve onu doğru­layanlara gelince, işte takva sahip­leri onlardır.
34- Rabblerinin yanında onlara di­ledikleri her şey var. İşte güzel dav­rananların mükâfatı budur.
35- Çünkü Allah, onların yaptıkları­nın en kötülerini (bile) örtecek ve onları, yaptıklarının en güzeliyle mükâfatlandıracak.
36- Allah, kuluna kâfi değil mi? Se­ni, O'ndan başkalarıyla korkutuyor­lar. Allah kimi saptırırsa, artık onu yola getiren olmaz.
37- Allah kime de yol gösterirse, ar­tık onu saptıran olmaz. Allah mutlak galip ve intikam alıcı değil midir?

Açıklaması:
"Allah hakkında yalan uydurandan ve kendisine gelen doğruyu yalan­layandan daha zalim kim olabilir?" Bu, müşrik kâfirlerin işlediği en çirkin fiillerden bir diğeridir. Şöyle ki; onlar Allah'a ve hakkı söyleyeni -ki o, Hz. Peygamber'dir- yalanlıyorlar. Burada ifade edilmek istenen şudur: Allah hakkında yalan uyduran, O'nun çocuğu veya ortağı yahut arkadaşı bulun­duğunu ve bunun, Allah'ın emri bulunmaksızın bir kısım haram ve helâl sınırları çizdiğini iddia eden, aynı zamanda Rasulullah (s.a.)'ın getirdikle­rini, yani insanlara yapılan tevhid çağrısını ve onlara emredilen farizaları tebliğ edip dinin yasakladığı şeylerden sakındıran ve kendilerine ilettiği, öldükten sonra dirilme ve hesaba çekilme konusundaki haberleri yalanla­yan kimselerden daha zalimi yoktur.
Zira böyle yapanlar, iki yönden de batıl bir yola sapmış olmaktadırlar: Birincisi Allah Tealâ'yı, ikincisi de -kendisinin peygamberlik iddiasında doğru sözlü olduğunu gösteren kesin deliller bulunduğu halde- Rasulullah (s.a.)'ı yalanlamak.
Bunun ardından Yüce Allah onları tehdit ederek şöyle buyurmaktadır:
"Cehennemde kâfirler için bir yer yok mudur?" Evet. Yani geniş olan cehennem ateşi, o kâfirler için bir kalma yeri değil midir? Bu ifadede kâfir­lerin yalanının ve yalanlamasının sebebi hakkında bir uyarı da vardır; bu sebep "küfür"dür. Bu ayetin manası şudur: Onların işlediği kötü amellerin karşılığı olarak kendilerine cehennemde çekecekleri azap yetmez mi? Bu cümle olumsuzluk değil, takrir ve olumluluk anlatan bir soru cümlesidir.
Daha sonra bu tehdidin ardından, gelen mesajı doğruluyanların (müminlerin) müjdesi yer almakta ve Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Doğruyu getirene ve onu doğrulayanlara gelince, işte onlar muttakilerdir." Yani doğruyu ve hak sözü getirene -ki O, peygamberlerin sonuncu­su ve önderi olan Hz. Muhammed'dir- ve onu tasdik edip, kendisinin Allah Tealâ tarafından gönderilmiş bir elçi olduğuna iman eden; Kur'an'ın, Allah kelâmı, her şeyin açıklayıcısı ve bütün beşer için hayır ve saadet olduğuna yakinen inanan müminlere gelince, işte onlar Allah'tan sakınanlar, şirkten kaçınan ve putlardan teberri eden (yüz çeviren) kimselerdir.
Bunların göreceği karşılık ise şudur:
"Rabblerinin yanında onlara diledikleri her şey var. İşte güzel davra­nanların mükâfatı budur." Yani bunlara cennette gözün görmediği, kulağın işitmediği, insanın aklına hayaline gelmeyen nimetlerin yanısıra, cennet­lerde Rabblerinin katında istedikleri, derecelerin yükseltilmesi, kendileri­ne gelecek zarararm def edilmesi, kötülüklerinin örtülmesi gibi hususlar da onlara verilecektir. İşte bu, onların amellerinin mükâfatıdır. Burada ge­çen "ihsan", Buhari ve Müslim tarafından Hz. Ömer'den, onun da Hz. Pey-gamber'den nakli olarak rivayet edilen sahih bir hadiste geçtiği gibi, "Al­lah'a, O'nu görüyormuşçasına ibadet etmendir. Her ne kadar sen O'nu gör-mesen de, O seni görmektedir."
Bu mükâfatın sebebine gelince;
"Çünkü Allah onların yaptıklarının en kötülerini (bile) örtecek ve onla­rı, yaptıklarının en güzeliyle mükâfatlandıracak." Allah onlara, yaptıkları amellerin kötülerini örteceğini ve kendilerini, işledikleri amellerden dolayı en güzel şekilde mükâfaklandıracağını, kötülüklerine karşılık kendilerini cezalandırmayacağını vaad etmiştir. Allah Tealâ, onların işlediklerinin en kötüsünü bağışlayacağına göre, daha az kötü olanları ise haydi haydi bağış­layacaktır. Onların işledikleri güzel şey, Allah Tealâ indinde "en güzel'dir.
"Çünkü Allah... örtecek" kavl-i ilâhisi, onlardan azabın en mükemmel tarzda düşeceğine delâlet eder.
Daha sonra Yüce Allah, dünyada, kendileri için önemli olan hususlar­da Zât-ı ilâhisinin müminlere yeteceğini ve onları, korktuklarından emin kılacağını bildirmektedir:
"Allah, kuluna kâfi değil mi?" Yani Allah Tealâ, kendisine kulluk ve tevekkül edene kâfidir. O, bu kimseden, belâ ve musibetleri savar ve arzu edilen her şeyi ona verir. Şu ayette de aynı husus vurgulanmaktadır: "On­lara karşı Allah sana yeter." (Bakara, 2/137).
Ayette soru ifadesinin kullanılmasının maksadı, ayette anlatılan husu­sun benliklere iyice yerleştirilmesi ve Allah Tealâ'nın, kullarına kâfi olduğu­na, hiç kimsenin inkâr edemeyeceği tarzda en beliğ ve açık şekilde işaret et­mektir. Çünkü Allah Tealâ'nın, her malûmu bildiği, her mümküne kadir ol­duğu ve her ihtiyaçtan müstağni olduğu sabittir. Şu halde O, kullarının ih­tiyaçlarını bilir ve bunları gidermeye kadirdir. O, cimri ve muhtaç değildirki cimriliği ve haceti, kulunun istediğini ona ihsan etmesine engel olsun.
Buradaki "kul"dan maksat, Hz. Peygamber ve kulların bütünüdür. Bunun delili ise ayette geçen "abdehû" kelimesinin çoğul olarak "ibâdehû" tarzında da okunmuş olmasıdır. Tirmizi, Nesâî ve İbni Ebî Hâtim'in riva­yet ettiğine göre, Fedâle b. Ubeyd Ensârî (r.a.), Hz. Peygamber'in şöyle bu­yurduğunu işitmiştir: "Ne mutlu o kimseye ki, İslâm'a hidayet edilmiştir ve geçimi, ihtiyacına yetecek kadardır ve o da buna kanaat eder."
"Seni O'ndan başkalarıyla korkutuyorlar." Yani Ey peygamber! O müşrikler seni, Allah dışında dua ettikleri putlar ile korkutup tehdit edi­yorlar. Böyle yapmaları onların cehalet ve dalâletlerinin bir göstergesidir. Sen onların, seni korkuttukları tanrılarından ve askerlerinden korkma! Zi­ra Allah seni, sana zarar verecek şeylerden korur. Onların ilâhlarının ne fayda, ne de zarar verecek gücü vardır. Daha önce de gördüğümüz gibi bu ayetin nüzul sebebi şudur: Müşrikler Hz. peygamber (s.a.)'i, putların kedi­sine zarar vereceğini söyleyerek korkutmuşlar ve şöyle demişlerdi: "Sen bi­zim ilâhlarımız hakkında kötü söz mü söylüyorsun? İyi bil ki, şayet onları ağzına almaktan vazgeçmezsen, sana bir kötülük dokunacak. Hz. Peygam­ber, Hâlid (r.a.)'i, Uzza'yı kırmaya gönderdiği zaman da bu puta hizmet eden müşrik ona şöyle demişti: "Ondan sana bir zarar gelmesinden korka­rım. Zira onun, önüne geçilemeyecek bir gücü vardır." Bunun üzerine Hâlid (r.a.), baltayı eline alarak onun yüzünü parçaladı, sonra da dönüp gitti.
Bu ayet, Allah Tealâ'nm, peygamberini kötülükten koruduğunun ve hem O'na, hem de tabilerine din ve dünya işlerinde kâfi olduğunun delili­dir. Şu halde Allah Tealâ kuluna kâfi olduğuna göre, O'ndan başkasıyla korkutma yoluna gitmek, abes ve batıl bir durumdur.
Daha sonra Yüce Allah, müşriklerin tehditlerini iptal etmek ve onla­rın cehaletlerini ortaya koymak üzere, ne denli büyük bir kudret ve hü­kümranlığın sahibi olduğunu şöyle ifade etmektedir :
"Allah kimi saptırırsa, artık onu yola getiren olmaz. Allah kime de yol gösterirse, artık onu saptıran olmaz." Yani kötülüğü, fışkı ve isyanı sebebiy­le kimin dalâlette olacağı ilâhî kazayla hak olmuşsa, artık ona, kendisini esenliğe götürecek ve dalâletten çıkaracak bir yol gösterici bulunmaz. Kim de istidadı sebebiyle iman ve mutluluğa Yüce Allah tarafından muvaffak kıhnmışsa, artık onu saptıracak birisi asla söz konusu olamaz. Dolayısıyla Onun lütfunu geri çevirecek, ya da Onun muradına engel olacak herhangi bir güç yoktur. Bu sebeple Yüce Allah, Kureyş kâfirlerini şöyle buyurarak tehdit etmektedir:
"Allah, mutlak galip ve intikam alıcı değil midir?" Yani Allah, her şeye galip ve kahredici, kendisine isyan edenlerden, şiddetli azap ile intikam alan değil midir? O, kuvvetli ve hamiyet sahibi yüceler yücesidir. Yüceliği­ne dayanana ve kapısına sığınana haksızlık edilmez. Zira O, kuvvet sahibidir, kendisinden daha kuvvetli bir varlık olmadığı gibi, kendisine karşı kâ­fir olan, kendisine şirk koşan ve elçisine karşı inatla direnen kimselerden intikam alma konusunda O'ndan daha şiddetlisi de yoktur.
Kısacası, bu ayet müminler için bir müjde, Kureyş kâfirleri ve benzer­leri için de bir tehdittir. [12]

Putlara Kulluk Edenlerin Tuttukları Yolun Yanlışlığı Ve Tehdit Edilmeleri:
38- Andolsun, onlara "Gökleri ve ye­ri kim yarattı?" diye sorsan, elbette "Allah" derler. De ki: "O halde Al­lah'tan başka çağırdıklarınızı gör­dünüz mü, şimdi Allah bana bir za­rar vermek istese onlar O'nun vere­ceği zararı kaldırabilirler mi? Ya­hut bir rahmet vermek dilese onlar O'nun rahmetini durdurabilirler mi? De ki: "Allah bana yeter. Tevek­kül edenler O'na dayanırlar."
39- De ki: "Ey kavmim! Durumunu­za göre dilediğinizi yapın, ben de yapıyorum; yakında bileceksiniz."
40- "Kendisini rezil edecek azap ki­me geliyor ve sürekli azap kimin üzerine konuyor?"

Açıklaması:

Allah Tealâ bu ayetlerde, birliğine, müşriklerin kendi ağızlarından de­lil getirmekte ve şöyle buyurmaktadır:
"Andolsun, onlara "Gökleri ve yeri kim yarattı?" diye sorsan, elbette "Allah" derler." Yani müşriklere göklerin ve yerin yaratıcısını sorduğun za­man, kendileri putlara kulluk ettikleri halde, gökleri ve yeri yaratanın Al­lah (c.c.) olduğunu itiraf ederler. Bunu itiraf ettikleri halde akılları yaratı­cıdan başkasına kulluk etmeyi ve mahluku yaratıcıya ortak kılmayı nasıl kabul ediyor? Oysa taptıkları o putlar bizzat kendilerine bile ne bir fayda, ne de zarar verebilirler. Nitekim Allah Tealâ onlarla alay eder tarzda şöyle buyurmaktadır:
"De ki: "O halde Allah'tan başka çağırdıklarınızı gördünüz mü, şimdi Allah bana bir zarar vermek istese, onlar O'nun vereceği zararı kaldırabi­lirler mi? Yahut bir rahmet vermek istese onlar O'nun rahmetini durdura­bilirler mi?" Yani, sizler her şeyin yaratıcısının Allah Tealâ olduğunu ikrar ettiğinize göre, şimdi bana şu ilâhlarınızdan haber verin! Onlar Allah'ın bana vermek istediği bir zarar ve sıkıntıyı kaldırabilirler mi? Ya da Al­lah'ın bana vermeyi dilediği bir hayır, nimet ve bolluğa mani olabilirler mi? Gerçekte onlar hiçbir şeye sahip olmadıkları ve herhangi bir şeye güç yeti-remedikleri halde onlara kulluk etmek nasıl caiz olur? Bu ayetlerde putlar­dan "hunne kâşifât" ve "hünne kâşifât" şeklinde dişil kalıp kullanılmasının sebebi, onların güçsüz varlıklar olduklarının gösterilmesidir. Zira dişiler umumiyetle nispeten zayıf olur ve müşrikler de onları dişilikle vasfetmek-te, onlara Lât, Uzzâ, Menât gibi dişil isimler koymaktadırlar.
"De ki: "Allah bana yeter. Tevekkül edenler O'na dayansınlar." Ey pey­gamber! De ki: Allah Tealâ bana veya fayda vermek yahut zarar savmak gibi bütün işlerime kâfidir. Bu itibarla sizin beni korkuttuğunuz o putlar­dan korkmam. Ben ancak, müminlerin başkasına değil, ancak kendisine tevekkül ettiği Allah'tan korkarım.
Buna benzer bir ayette de Hûd (a.s.)'un şöyle dediği bildirilmektedir: "Senin hakkında "Seni tanrılarımızdan biri çarpmış" demekten başka bir söz bulamıyoruz." Dedi ki: "Ben Allah'ı şahit tutuyorum, siz de şahit olun ki, ben sizin Allah'ı bırakıp da O'na ortak koşmakta devam ettiğiniz şeyler­den katiyyen uzağım. Haydi hepiniz bana istediğiniz tuzağı kurun, sonra bana mühlet de vermeyin. Şüphesiz ki ben, kendimin de sizin de Rabbiniz olan Allah'a güvenip dayandım. Hiçbir canlı yoktur ki, O, onun perçemin­den tutmuş olmasın. Gerçekten Rabbim doğru bir yol üzerindedir." (Hûd, 11/54-56).
İmam Ahmed, Tirmizî, Hâkim ve İbni Ebî Hatim, Abdullah b. Abbas (r.a.)'ın şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: "Bir defasında Hz. Peygamber'in arkasmdaydım. Şöyle buyurdu: "Ey çocuk! Sana birkaç kelime öğreteceğim: Allah'ın emir ve yasaklarını muhafaza et ki, Allah da seni muhafaza etsin. Allah'ın emir ve yasaklarını muhafaza et ki O'nu karşında bulasın. Bir şey istediğin zaman Allah'tan iste. Sığındığın zaman Allah'a sığın. Bil ki bü­tün insanlar sana bir fayda temin etmek için bir araya gelecek olsa, Al­lah'ın senin için takdir etmiş olduğundan başka bir fayda temin edemezler. Yine bütün insanlar sana bir zarar vermek için toplanmış olsa, Allah'ın se­nin için takdir buyurmuş olduğundan başka bir zarar veremezler. (Zira) Kalemler kaldırılmış, sayfalar durulmuştur."
"Allah'a iman ve teslimiyette yakin içinde şükürle amel et. Bil ki, çir­kin gördüğün bir iş konusunda sabretmende çok hayır vardır. Zafer sabır ile, ferah gam ile gelir ve güçlüğün yanında kolaylık vardır."
İbni Ebî Hatim de, Rasulullah (s.a.)'a dayandırdığı bir rivayetinde İb­ni Abbas (r.a.)'tan şöyle nakletmiştir: "Kim insanların en kuvvetlisi olmayı arzu ederse Allah Tealâ'ya tevekkül etsin. Kim insanların en zengini olmayı arzu ederse kendi elindekilerden ziyade Allah katındakilere güvensin. Kim de insanların en cömerti olmayı arzu ederse Allah Tealâ'dan sakınsın (tak­va sahibi olsun)."
Daha sonra Yüce Allah müşrikleri tehdit ederek şöyle buyurmaktadır:
"De ki: "Ey kavmim! Durumunuza göre dilediğinizi yapın; ben de yapı­yorum. Yakında bileceksiniz. Kendisini rezil edecek azap kime geliyor ve sü­rekli azap kimin üzerine konuyor." yani Ey peygamber! Deki: Ey kavmim! Dilediğinizi yapm; benim peygamberliğime düşmanlık, kuvvet ve şiddet uygulama hazırlığı içinde olmak gibi yapmayı tasarladığınız şeyleri ve uy-gulayageldiğiniz tarzı hayata geçirin, hile ve tuzak kurmak konusunda eli­nizden geleni ardınıza koymayın. Zira ben, Allah'ı birlemeye çağırmada ve insanlar arasında O'nun dinini yaymada şu içinde bulunduğum durum, iz­lediğim yol ve yöntem neyse onu izlemeye devam edeceğim. İzlediğiniz yo­lun vebalini yakında bileceksiniz ve yine bileceksiniz ki, kime azap gelecek olursa, onu gurur ve kibirinden sonra bu dünyada hakir ve zelil eder. İşte o zaman ortaya çıkar ki, o batılın tarafında, hasmı ise Hakk'ın yanındadır. Bu kimse üzerine sürekli azap iner. Onun kıyamet günü bu azaptan kaçıp kurtulacağı bir yer de yoktur. Bu, cehennem azabıdır. [13]

Allah Teala'nın Sonsuz Kudretinin Ve Mutlak İlminin Tezahürleri:
41- Biz Kitab'ı insanlar için sana hak ile indirdik. Artık kim doğru yola gelirse, kendi yararınadır; kim de saparsa, kendi zararına sapmış olur. Sen onların üzerinde vekil de­ğilsin.
42- Allah, ölmekte olanın ölümünü zamanında, ölmeyenin de uykusun­da ruhunu alır; sonra ölümüne hük­mettiğini yanında tutar, ötekileri de belli bir süreye kadar salıverir. Şüphesiz bunda, düşünen bir top­lum için ibretler vardır.
43- Yoksa Allah'tan başka şefaatçi­ler mi edindiler? De ki: "Onlar hiç­bir şeye malik olmayan, düşünme­yen şeyler olsalar da mı?"
44- De ki: "Bütün şefaat Allah'ındır. Göklerin ve yerin mülkü O'nundur. Sonra O'na döndürüleceksiniz."
45- Allah tek başına anıldığı zaman, ahirete inanmayanların gönüllerini sıkıntı basar. Ama O'ndan başkaları da anıldığı zaman hemen sevinir­ler.
46- De ki: "Allah'ım, ey gökleri ve yeri yoktan var eden, gizliyi de aşi­kârı da bilen! Ancak sen, ayrılığa düştükleri konularda kullarının arasında hükmedersin."
47- Eğer yeryüzünde bulunanların tümü ve onun bir misli daha o zulmedenlerin olsaydı, kıyamet günü azabın kötülüğünden kurtulmak için pnu elbette feda ederlerdi. Çünkü onlar için, Al­lah'tan, hiç hesap etmedikleri şeyler karşılarına çıkmıştır.
48- Yaptıkları işlerin kötülükleri kendilerine görünmüştür ve alay edegeldikleri şey onları kuşatmıştır.

Açıklaması:
Allah Tealâ, rasulü Hz. Muhammed (s.a.)'e şöyle hitap etmektedir:
"Biz Kitab'ı insanlar için sana hak ile indirdik." Yani izzet sahibi ve kâinatın maliki olan senin Rabbin, Kur'an-ı Azim'i insanlar ve cinler için, neyle yükümlü tutulduklarının beyanı ve kendilerini sakındırmak maksa­dıyla sana indirdi. Ey Muhammed! Rabbin onu hak ile -yani İslâm dini ile- ayrılmaz şekilde bir arada olan bir kitap olarak inzal buyurdu. Ze-mahşerî şöyle demiştir: Buradaki "insanlar için" ifadesinin anlamı şudur: "Kendileri için ve kendilerinin ona ihtiyaç duymaları sebebiyle, kendisiyle müjdelensin ve sakınsınlar diye ve bir de taati masiyete tercih etme eği­limlerini güçlendirmeleri için. Yoksa benim buna ihtiyacım yoktur. Zira ben alemlerden müstağniyim. Kim hidayeti seçerse kendisine fayda vermiş olur. Kim de dalâleti seçerse yine kendi nefsine zarar verir."[14] Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Artık kim doğru yola gelirse, kendi yararınadır; kim de saparsa kendi zararına sapmış olur. Sen onların üzerinde vekil değilsin." Yani kim hak yolu bilir ve o yola girerse, onun bu hidayeti kendi lehinedir. Bu hareketi­nin faydasını kendisi görür. Kim de hak yoldan saparsa, bu kimsenin sap­ması da kendi aleyhinedir ve bunun vebali kendi boynunadır. Ey Peygam­ber! Sen onları hidayete erdirmekle görevlendirilmiş bir vekil olmadığın gibi, onları hidayete götürmekle mükellef de değilsin. Bilakis sana düşen sadece tebliğ etmektir ve sen de onu yaptın. Nitekim Yüce Allah şöyle bu­yurmaktadır: "Sen ancak bir uyarıcısın, her şeye vekil olan Allah'tır." (Hûd,
11/12), "Senin görevin sadece duyurmaktır; hesap görmek bize düşer," (Ra'd, 13/40), "Sen öğüt ver, çünkü sen ancak öğüt verensin. Onların üzerinde zor­layıcı değilsin." (Gâşiye, 88/21-22).
Daha sonra Allah Tealâ, Kur'an'ı indirmesinin ardından kudretinin ve varlık üzerindeki tasarrufunun bir çeşidini zikretmekte ve şöyle buyur­maktadır:
"Allah, ölmekte olanın ölümü zamanında, ölmeyenin de uykusunda ru­hunu alır." Yani ecelleri geldiği zaman nefisleri veya ruhları, onları öldür­mek suretiyle kabzeden Allah'tır. Bu, büyük ölümdür ve ruhları bedenler­den kabzeden melekler göndermek suretiyle bunu yapar. Bu ruhlar kabze-dilince, artık bedenlerle herhangi bir ilgileri kalmaz.
Aynı şekilde ecelleri gelmemiş olan nefisleri de, uyku esnasında vefat ettirir ki, bu da küçük ölümdür. Burada uyuyan kimselerin uykusu ölüme benzetilmektedir. Zira uyuyan kimse de -ruhu bedeninde kaldığı halde-tıpkı fiilen ölü olan gibi temyiz ve tasarruf kudretine haiz değildir.
"Sonra ölümüne hükmettiğini yanında tutar, ötekileri de belli bir süre­ye kadar salıverir. Şüphesiz bunda, düşünen bir toplum için ibretler var­dır." Yani gerçek ölümle ölümüne hükmettiği nefis ve ruhları tutar, yaşa­dıkları bedenlerine iade etmez. Uyuyan nefsi ise, uyandığı zaman cesede geri gönderir; ona duyularını geri verir. Bu, belli bir süreye kadar böyle de­vam eder. O süre ise ölümdür.
Ruhların, ait oldukları bedenlere geri gönderilmeyip tutulması ve tam ölüm ile diğer ruhların geri gönderilmesi konusunda bu zikredilenler, Allah Tealâ'mn kemâl-i kudretine ve emsalsiz hikmetine delâlet eden hayret ve­rici alâmetlerdir.
Bu ayetin bir benzeri de Yüce Allah'ın şu kavl-i ilâhisidir: "Geceleyin sizi öldüren; gündüz ne işlediğinizi bilen O'dur. Sonra belirlenmiş süre ge­çirilip tamamlansın diye gündüz sizi diriltir. Sonra dönüşünüz O'nadir; sonra yaptıklarınızı size haber verecektir. O, kullarının üstünde tek hakim­dir. Size koruyucu melekler gönderir; nihayet birinize ölüm gelince, elçileri­miz onun canını alırlar. Onlar bu hususta hiç geri kalmazlar." (En'âm, 6/60-61). Yukarıdaki ayette önce küçük ölüm, sonra büyük ölüm zikredildi-ği halde burada önce büyük ölüm, sonra küçük ölüm zikredilmiştir. Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur: "Uyur gibi ölecek, uykudan uyanır gibi dirileceksiniz."
Nefis ve Ruh: Ulema, nefis ve ruh hakkında ihtilaf etmiştir.
Nefis ve ruh aynı şey midir? İbni Abbas (r.a.) şöyle demiştir: "Ademoğ-lu'nda bir nefis, bir de ruh vardır. Bu ikisi arasındaki fark, güneş ile ışığı gibidir. Zira nefis, aklı ve temyiz yeteneğini, ruh ise nefes ve hareket ettir­me yeteneğini varlıkta tutar. Ölüm anında bunların ikisi de vefat ederler.
Uyku esnasında ise sadece nefis vefat eder." En zahir olan görüş ise bu iki­sinin aynı şey olduğu yolundadır. Nitekim aşağıda da geleceği gibi, sahih rivayetler de buna delâlet etmektedir.
Razî şöyle demiştir: "İnsan nefsi, ruhanî, ışıklı bir cevherden ibarettir. Nefis bedenle irtibatlandığı zaman, ışığı bütün azalarda ortaya çıkar ki bu, hayattır. Ölüm anında ise nefsin bedenin zahir ve batını ile irtibatı kesilir. İşte ölüm budur. Uyku zamanına gelince, bu esnada bedenin batını ile de­ğil de zahiri ile nefsin irtibatı kesilir. Buradan da ortaya çıkmaktadır ki ölüm ile uyku cins olarak aynıdır. Şu kadar ki, ölüm tam ve kâmil bir irti­bat kopuşu iken, uyku bazı yönlerden eksik bir irtibat kopuşudur.[15]
Uyku ile ölümün bazı bakımlardan birbirine benzemesi dolayısıyla -zira uyku küçük ölüm, ölüm ise büyük uykudur- şimdi zikredeceğimiz duanın uyku esnasında okunması sünnettir: Buhari ve Müslim'in Sahihle­rinde rivayet edildiğine göre Ebu Hureyre (r.a.) şöyle demiştir: "Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Biriniz döşeğine uzandığı zaman gömleğinin iç tara­fıyla döşeğini silksin, zira o kiptse, kendisinin ardından döşeğine hangi mahlûkun girdiğini bilmez. Sonra da şöyle desin: "Rabbim! Senin isminle yan tarafımı yatağıma koydum. Senin isminle de kaldırırım. Eğer (ben uy­kudayken) canımı tutup alacaksan nefsime merhamet eyle. Eğer nefsimi sa­lıverip hayatta bırakacaksan, onu, salih kullarını muhafaza ettiğin hima­yenle muhafaza eyle." Yine Buhari, Huzeyfe (r.a.)'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Hz. Peygamber gece yatağını alıp yatacağı zaman (sağ) elini (sağ) yanağının altına koyardı. Sonra da şöyle derdi: "Allah'ım! Senin is­minle ölür, (senin isminle) dirilirim (Bismik Allahümme ahyâ ve emût)." Uykudan uyandığı zaman ise şöyle derdi: "Bizi öldürdükten sonra dirilten Allah'a hamdolsun. Toplanıp gideceğimiz yer de O'nun huzurudur (Elham-dü lillahillezî ahyânâ bade mâ-emâtenâ ve ileyhi'nnüşûr.)"
Daha sonra Allah Tealâ müşriklerin, Allah Tealâ dışında şefaatçiler edinmesini kötülemektedir. Müşriklerin şefaatçi edindiği şeyler, putlardır ki onlar bunları herhangi bir delil ve burhana dayanmaksızın, tamamen kendilerinin bir uydurması olarak şefaatçi edinmişlerdir. O putlar herhangi bir şeye malik ve muktedir değildirler. Zira onlar akletmesi, görmesi ve dü­şünmesi mümkün olmayan cansız varlıklardır. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Yoksa Allah'tan başka şefaatçiler mi edindiler?" Yani bilakis onlar, Al­lah yanında, Allah'tan başka kendilerine şefaat edecek ilâhlar mı edindi­ler? Yani onların böyle yapması uygun bir davranış değildir. Allah Tealâ, onları şöyle buyurarak reddetmektedir:
"De ki: "Onlar hiçbir şeye malik olmayan, düşünmeyen şeyler olsalar da mı?" Yani Ey Peygamber! Onlara haber ver ve de ki: Şu putları kendini­ze nasıl şefaatçiler ediniyorsunuz? Oysa onlar ne şefaate, ne de başka bir şeye maliktirler! Onlar, sizin kendilerine kulluk ettiğinizin bile idrakinde değildirler.
Daha sonra Allah Tealâ, şefaatin bütün çeşitlerinin kendi mülkünde olduğunu kesin bir şekilde onlara bildirmekte ve şöyle buyurmaktadır: "De ki: "Bütün şefaat Allah'ındır. Göklerin ve yerin mülkü O'nundur. Sonra O'na döndürüleceksiniz." Yani şefaatin bütün çeşitlerinin maliki, Allah'tır. Şefaat konusunda hiç kimsenin herhangi bir yetkisi yoktur. Allah katında, O'nun kendisinden razı olduğu ve kendisine şefaat konusunda izin verdiği kimseler dışında hiç kimsenin şefaati fayda vermez. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O'nun izni olmadan kendisinin katında kim şefaat edebilir?" (Bakara, 2/255), "Allah'ın razı olduğundan başkasına şefaat ede­mezler." (Enbiyâ, 21/28).
Bunun sebebi şudur: Göklerin ve yerin maliki Allah Tealâ'dır. Bunla­rın bütün işlerinde tasarruf yetkisi yalnız O'nundur. Ahirette diriltildikten sonra varacağınız yer de O'nun huzurudur. Dolayısıyla ibadetin de ancak dünyada zarar veya fayda vermek kendisinin yetkisinde olana ve ahirette de yapılan bütün amellere karşılık vermeye ve hesap görmeye malik bulu­nana yapılması gerekir. Bu ifadede, Allah Tealâ dışında herhangi bir şeye dayanmaya karşılık bir tehdit vardır.
Bunun ardından Allah Tealâ, müşriklerin bazı kabahat ve gariplikleri­ni zikretmekte ve şöyle buyurmaktadır:
"Allah tek başına anıldığı zaman, ahirete inanmayanların gönüllerini sıkıntı basar. Ama O'ndan başkaları da anıldığı zaman hemen sevinirler." Yani müşriklerin en büyük günahlarından birisi de, kendilerine "Allah'tan başka ilâh yoktur" dendiği zaman bundan tiksinir, nefret eder ve hiddetle­nirler. Çünkü onlar Allah'a ve öldükten sonra dirilmeye inanmazlar. Al­lah'tan başkaları -yani Necm suresinde de varit olduğu gibi Lât, Uzzâ ve Menât gibi putlar veya sahte ilâhlar- zikredildiği zaman ise hemen ferah­lar ve sevinirler. Burada anlamın ekseni, "tek başına" ifadesidir. Yani tek başına Allah Tealâ zikredildiği ve O'nunla birlikte onların tanrıları zikre-dilmediği zaman gönüllerini sıkıntı basar, nefret eder ve tiksinirler. Allah Tealâ ile birlikte onların tanrıları da zikredildiği zaman ise sevinir ve fe­rahlarlar.
Bu, bilgisizliği ve ahmaklığı gösterir. Çünkü Allah Tealâ'nm zikri, mutluluğun esası ve hayrın adresidir. Cansız birer varlık olan putların zik­ri ise cehalet ve ahmaklığın başıdır.
Zemahşerî der ki: "İstibşâr" ve "işmi'zâz" birbirinin mukabilidir. Zira bunların her biri, ifade ettikleri anlamın son noktasıdır. Çünkü istibşâr, ki­şinin kalbinin sevinç ile dolmasıdır. Öyle ki, bu haldeki kişinin yüz hatları gevşer ve yüzünü bir parıltı kaplar. İşmi'zâz ise kişinin kalbinin gam ve hiddetle dolmasıdır ki, bu durumdaki kişinin yüz hatlarında hiddet belirir." (Meal de buna göre verilmiş ve işmi'zaz gönlün sıkıntıyla dolması ola­rak çevrilmiştir.)
Müşriklerin kötülenmesi, şirki sevmeleri ve tevhidden nefret etmeleri dolayısıyla akıllarmdaki bozukluk beyan buyurulduktan sonra Allah Tealâ peygamberine, kendisine sığınmasını ve onların ahmaklıklarına karşılık kurtarıcı dua ile kendisine yönelmesini emir buyurmaktadır:
"De ki: "Allah'ım, Ey gökleri ve yeri yoktan var eden, gizliyi de aşikârı da bilen! Ancak sen, ayrılığa düştükleri konularda kullarının arasında hükmedersin." Yani şöyle diyerek Allah'a dua et: Ey gökleri ve yeri yaratan Allah! Ey gizliyi de aleniyi de bilen! Ahiret günü kullarının arasını ayıra­cak, ve iyi kimseyi iyiliği ile mükâfatlandıracak, kötü kimseyi de kötülüğü ile cezalandıracak olan Sen'sin. Tâ ki böylece hak, batıldan ayrılarak orta­ya çıkacak ve dünyada kullar arasında mevcut bulunan ihtilaflar ortadan kalkacaktır. Bu ayette geçen "Fatıru's-semâvâti ve'l-ard" ifadesi, göklerin ve yerin, önceden mevcut olan bir örneğe bakılarak değil de, örneksiz ola­rak yaratıldığını anlatır. .
"Gökleri ve yeri yoktan var eden" cümlesi, Allah Tealâ'nm kudret-i tam sıfatına, "Ancak sen, ayrılığa düştükleri konularda kullarının arasında hükmedersin." cümlesi ise, Yüce Allah'ın ilm-i kâmil vasfına delâlet eder. Bu ayette "kudret" özelliğinin "ilim" özelliğinden önce zikredilmesinin se­bebi, Allah Tealâ'nın kadir olduğunun bilinmesinin, alim olduğunun bilin­mesinden önce gelmesindendir.
Müslim, Ebu Davud ve daha başkaları Hz. Aişe'den şöyle rivayet et­mişlerdir: "Rasulullah (s.a.) geceleyin kalktığı zaman şöyle diyerek namaza başlardı: "Allah'ım! Cibril'in, Mikâil'in ve İsrafil'in rabbi! "Gökleri ve yeri yoktan var eden, görüneni ve görünmeyeni bilen! İhtilâf etmekte oldukları konularda kullarının arasında hüküm verecek olan Sen'sin .(ayet: 46) Beni, üzerinde ihtilâf edilen hususlarda izninle hakka hidayet et. Muhakkak ki sen, dilediğin kimseleri doğru yola hidayet edersin."
İmam Ahmed de bu hadisi Abdullah b. Mesud (r.a.)'dan şu cümlelerle rivayet etmiştir: "Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Kim, "Allah'ım, gökleri ve yeri yoktan var eden, görüneni ve görünmeyeni bilen! Bu dünyada sana ahdederim ki, ben, senden başka ilâh olmadığına, senin tek olduğuna ve or­tağının bulunmadığına, Muhammed'in de senin kulun ve rasulün olduğu­na şahitlik ederim. Sen beni nefsime bırakırsan o beni kötülüğe yaklaştırır ve hayırdan uzaklaştırır. Ben senin rahmetinden başka bir şeye güvenmiyo­rum. Benim için, kıyamet günü lütfedeceğin bir ahd lütfeyle. Muhakkak ki sen vaadinden dönmezsin." derse, kıyamet günü Allah Tealâ meleklerine, "Muhakkak ki (bu) kulum bana sağlam bir ahidle ahdetti. Onun hakkında o ahde vefa edin." buyurur ye kendisini cennete sokar."
Daha sonra Allah Tealâ, müşrikleri tehdit ile ilgili üç hususu zikret­mekte ve şöyle buyurmaktadır:
1- "Eğer yeryüzünde bulunanların tümü ve onun bir misli daha o zul­medenlerin olsaydı, kıyamet günü azabın kötülüğünden kurtulmak için onu elbette feda ederlerdi." Yani o müşrik kâfirler, yeryüzünün bütün mal ve zenginliklerine sahip olsalardı ve onun yanında, ona ek olarak onun bir misline daha malik bulunsalardı, kıyamet günü, zulümlerinin karşılığı olan şiddetli azaptan kendilerini kurtarmak için mutlaka onu fidye olarak verir­lerdi. Bu, şiddetli bir tehdit ve kurtuluştan nihai olarak ümit kestirmedir.
2- "Çünkü onlar için Allah'tan hiç hesap etmedikleri şeyler karşılarına çıkmıştır." Yani onlar için, kendilerine vaad edilen türlü ceza ve azaplar or­taya çıkacaktır. Bunlar öyle ceza ve azaplardır ki, o müşrikler bunları he­sap edemezler ve bunların niteliği onların akıllarına bile gelmez. Bu, cen­nette görülecek karşılığın mukabilidir. Zira cennette de gözün görmediği, kulağın işitmediği ve insanın aklına hayaline gelmeyen mükâfatlar vardır. Bu söylediğimiz, şu ayetten anlaşılmaktadır: "Yaptıklarına karşılık olarak onlar için ne gözler aydınlatıcı nimetlerin saklandığını hiç kimse bilemez." (Secde, 32/17).
3- "Yaptıkları işlerin kötülükleri kendilerine görünmüştür ve alay ede-geldikleri şey onları kuşatmıştır." Yani onların dünyada işledikleri kötülük ve günahların karşılığı ortaya çıkmış ve dünya hayatında peygamberin kendilerini kortutup sakındırmasına karşılık istihza etmekte oldukları azap ve ceza onları kuşatmıştır. [16]

İnsanın, Sıkıntı Anında Dua Etmesi, Nimete Kavuşunca İnkâra Sapması Ve Rızkın Sadece Allah'ın Elinde Olması:
49- İnsana bir zarar dokunduğu za­man bize dua eder. Sonra ona biz­den bir nimet verdiğimiz vakit, "Bu, benim bilgim sayesinde bana veril­di." der. Hayır, o bir imtihandır; fa­kat çokları bilmiyorlar.
50- Onlardan öncekiler de bunu de­mişlerdi. Ama kazandıkları şeyler, kendilerine hiçbir fayda sağlamadı.
51- Kazandıkları kötülüklerin veba­li sonunda başlarına geldi. Bunlar­dan zulmedenlerin de yaptıkları kötülükler başlarına gelecektir. On­lar, buna engel olacak değillerdir.
52- Bilmediler mi ki Allah, dilediği­ne rızkı açar ve kısar. Şüphesiz bunda, iman eden bir toplum için ibretler vardır.

Açıklaması

Allah Tealâ, insanın kötü tabiatını ve durumunu haber vermekte ve şöyle buyurmaktadır:
"İnsana bir zarar dokunduğu zaman bize dua eder. Sonra ona bizden bir nimet verdiğimiz vakit, "Bu, benim bilgim sayesinde bana verildi." der. Hayır, o bir imtihandır; fakat çokları bilmiyorlar." Yani müşrik kimselere ve diğer insanlara, yoksulluk, hastalık veya daha başka bir zarar dokundu­ğu zaman Allah Tealâ'ya tazarruda bulunur ve söz konusu sıkıntısının kal­dırılması için O'ndan yardım ister. Allah o kimseye mal, mevki makam vs. gibi bir nimet verdiği zaman ise azar, tuğyan içine girer ve şöyle der: "Bu mal mülk bana, kazanç yollan konusundaki bilgim ve maharetim sayesin­de verildi veya Allah benim bu malı hak ettiğimi ve onu kazanmaya ehil ol­duğumu bildiği için bu mal bana verildi." Bu ayetin Huzeyfe b. Muğîre hakkında nazil olduğu söylenmiştir.
Gerçekte ise sana verilen bu mal, söylediğin şeyler dolayısıyla verilmiş değildir ve mesele senin iddia ettiğinden farklıdır. Sana verilen bu mal, se­nin için bir imtihan ve deneme aracıdır. Biz bu nimeti sana verdik ki, seni, nimet verdiğimiz konuda deneyelim; acaba şükür mü edeceksin, yoksa kü­für mü, itaat mi edeceksin, yoksa isyan mı? Biz senin nasıl davranacağını önceden bildiğimiz halde böyle yaptık. Ancak insanların çoğu, bunun Allah tarafından, kazandıkları sebebiyle şükür mü, yoksa küfür mü edecekleri konusunda onlar için bir imtihan ve istidrac[17] olması için verildiğini bil­mezler. Bu sebeple yukarıda zikredildiği şekilde iddia eder ve konuşurlar.
Daha sonra Allah Tealâ, onların bu sözlerinin, öteden beri söylenegel-mekte olduğunu açıklamakta ve şöyle buyurmaktadır:
"Onlardan öncekiler de bunu demişlerdi. Ama kazandıkları şeyler ken­dilerine hiçbir fayda sağlamadı." Yani bu sözü veya ifadeyi -yani "Bu, be­nim bilgim sayesinde bana verildi" sözünü- Karun ve daha başkaları gibi daha önce gelen ümmetler içinde de söyleyen ve bu iddiada bulunan kimse­ler olmuştu. Ancak onların bu sözü doğru değildir. Onların dünya malı ola­rak kazandıkları, kendilerini müstağni kılmadı ve çok mal toplamaları on­lara herhangi bir fayda sağlamadı. Bu sebeple Allah Tealâ şöyle buyur­maktadır:
"Kazandıkları kötülüklerin vebali sonunda başlarına geldi." Yani işle­dikleri amellerin kötülüklerinin sonuçlan, başlarına geldi de, Karun ve malikânesinin dünyada yerin dibine batırılması gibi cezalara çarptırıldılar; ahirette de azabın en şiddetlisiyle cezalandmlacaklardır. Buradaki ayetin bir benzerinde Yüce Allah Karun hakkında şöyle buyurmaktadır: "Bu ser­vet, bende bulunan bir bilgi sayesinde bana verildi" dedi. O bilmedi mi ki, Allah, kendisinden önceki nesiller arasında kendisinden daha güçlü ve kendişinden daha çok cemaati bulunan nice kimseleri helak etmiştir? Suçlula­ra günahlarından sorulmaz." (Kasas, 28/78).
Şu ayetin manası da aynıdır: "Ve dediler ki, "Biz, malca ve evlâtça da­ha çoğuz, biz azaba uğratılacak değiliz." (Sebe1, 34/35).
Daha sonra Allah Tealâ, Mekke müşriklerini, kendilerinin de benzeri bir azaba çarptırılacağı konusunda uyarmakta, tehdit etmekte ve şöyle bu­yurmaktadır:
"Bunlardan zulmedenlere de yaptıklarının kötülükleri başlarına gele­cektir. Onlar buna engel olacak değillerdir." Yani şu anda mevcut olan kâ­firlerden zulmedenler -ki Mekke müşrikleri de onlardandır- işledikleri kö­tülüklerin karşılığı olarak tıpkı kendilerinden öncekilerde olduğu gibi kıt­lık, öldürülme, esir alınma ve mağlup edilme gibi musibetler yaşayacaklar­dır. Onlar kıyamet günü Allah'ın takdirinden kaçabilecek değillerdir. Aksi­ne, dönüp gelecekleri yer O'nun huzurudur. Allah Tealâ onlara, istediği ce­zayı vermek suretiyle dilediği muameleyi yapacaktır. Yüce Allah'ın büyük kudretinin delili ise şudur:
"Bilmediler mi ki Allah, rızkı dilediğine açar ve kısar. Şüphesiz bunda, inanan bir toplum için ibretler vardır." Yani o müşrikler görmezler mi ki, Al­lah, dilediği kimsenin rızkını genişletir, dilediği kimsenin rızkını da daral­tır. Bunda, Allah'ın birliğine, hakimiyet ve kudretine inanan kimseler için büyük manalar vardır. Burada ibret alıcılar olarak sadece müminlerin zik­redilmesinin sebebi, ayetlerden sadece onların faydalanmayı bilmeleridir. [18]

Günahların Tevbe Ve İhlasla Yapılan Amel Karşılığında Bağışlanması:
53- De ki: "Ey nefislerine karşı aşırı giden kullarım! Allah'ın rahmetin­den ümit kesmeyin. Allah bütün gü­nahları bağışlar. Çünkü O, Ga­furdur, Rahimdir.'
54- "Size azap gelip çatmadan Rab-binize dönün. O'na teslim olun. Sonra size yardım edilmez."
55- "Ansızın ve hiç farkına varmadı­ğınız bir sırada, size azap gelmez­den önce, Rabbinizden size indirile­nin en güzeline uyun."
56- Nefsin şöyle demesinden sakı­nın: "Allah'ın yanında kusur edişim­den dolayı vah bana. Hakikaten ben alay edenlerdendim."
57- Yahut şöyle demesinden: "Allah bana hidayet etseydi, elbet ben de korunanlardan olurdum."
58- Yahut azap gördüğü zaman, ,v , "Keşke benim için bir kez dönüş olsaydı da, güzel hareket edenlerden
olsaydım" demesinden.
59- Evet! Sana ayetlerim gelmişti de, sen onları yalanlamış, büyüklük taslamış, kâfirlerden olmuştun.

Açıklaması:
"De ki: Ey nefislerine karşı aşırı giden kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin. Allah bütün günahları bağışlar. Çünkü O, Gafûr'dur, Ra-hîm'dir." Yani Ey Peygamber! De ki: Ey Allah'ın masiyet işlemekte aşırı gi­den ve çok günah işleyen kulları! Allah Tealâ'nm bağışlamasından ye'se düşmeyin. Allah Tealâ, sahibinin tevbe etmediği şirk dışındaki bütün gü­nahları bağışlar. Zira Allah Tealâ şöyle buyurmaktadır: "Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz. Bundan başkasını dilediğine bağışlar." (Ni­sa, 4/48). Kuşkusuz Allah, rahmet ve bağışlaması çok olandır. Tevbe ettik­ten sonra kuluna azap etmez. İbni Kesîr şöyle demiştir: "Bu ayet, kâfir ol­sun, isyankâr mümin olsun, bütün kullar için tevbe ve Allah'a yönelmeye çağrı ve Allah Tealâ'nın, ne günah işlemiş ve ne kadar işlemiş olursa -ister­se deniz suyunun köpükleri kadar- olsun, tevbe eden ve günahlardan dönen kimselerin bütün günahlarını bağışlayacağının haber verilmesini ihtiva et­mektedir. Ancak bu ayetin, tevbe olmadan bağışlanma olacağı şeklinde yo­rumlanması doğru değildir. Çünkü şirk, tevbe olmadıkça bağışlanmaz.[19]
Şevkânî şöyle der: "Bu ayet, Kur'an'daki en ümit verici ayettir. Çünkü müjdelerin en büyüğünü ihtiva etmektedir. Zira bu ayette ilk olarak Allah Te­alâ kulları kendine nispet ederek anmıştır. Burada kulları şereflendirme ve müjdeleme kastı vardır. Ardından da onları masiyet işlemekte aşın gitmek ve çok günah işlemekle vasfetmiştir. Bunun akabinde de, o çok günah işleyen kimseleri, Allah'ın rahmetinden ümitlerini kesmekten nehyetmektedir. Şu halde günahkâr olduğu halde aşırı gitmeyen kimselerin Allah'ın rahmetinden ümit kesmemeleri öncelikle daha gereklidir. Hitabın taşıdığı anlam da bunu gerektirmektedir. Sonra da ardında şüphe bulunmayan bir cümle gelmektedir ki o da "Allah bütün günahları bağışlar..." kavl-i ilâhisidir.
Bağışlanmanın tevbe, Allah'a yönelme ve amelde ihlâsla kayıtlanma­sı, "Size azap gelip çatmadan Rabbinize dönün..." ayetinden ve yukarıda nüzul sebebi konusunda zikredilen hadislerden anlaşılmaktadır. Rahmet kapısı geniştir. Nitekim Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Bilmediler mi ki, kullarından tevbeyi kabul eden... Allah'tır." (Tevbe, 9/104), "Kim bir kötülük yapar yahut nefsine zulmeder de sonra Allah 'tan mağfiret dilerse, Allah 'ı bağışlayıcı ve esirgeyici bulur." (Nisa, 4/110).
Taberani, Süneyd b. Şekel'den şöyle rivayet etmiştir: "İbni Mesud (r.a)'un şöyle dediğini işittim: "Muhakkak ki Allah'ın Kitabı'ndaki en büyük ayet, "Allah ki, O'ndan başka ilâh yoktur, daima diri ve yaratıklarını koruyup yöneticidir" (Bakara, 2/255, Âli İmrân, 3/2) ayetidir. Kur'an'da ha­yır ve şer konusunda en kapsamlı ayet, "Muhakkak ki Allah, adaleti, ihsa­nı... emreder..." (Nahl, 16/90) ayetidir. Kur'an'da ferahlığı en çok ihtiva eden ayet, Guraf (yani Zümer) süresindeki "De ki: Ey nefislerine karşı aşırı giden kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin." ayetidir. Allah'ın Ki-kabı'nda, kulun sıkıntılarını gidermeyi Allah'ın üstlendiğini en vurgulu an­latan ayet ise "Kim Allah'tan korkarsa, Allah ona bir çıkış yolu yaratır ve onu, ummadığı yerden rızıklandırır." (Talâk, 65/2-3) ayetidir." Bunun üzeri­ne Mesrûk ona "Doğru söyledin." dedi."[20]
İbni Ebî Hatim de Ebu'l-Kenûd'dan şöyle rivayet etmiştir: "Abdullah -yani İbni Mesud (r.a)- bir keresinde kadıya uğramıştı. Kadı o esnada in­sanlara va'zu nasihat ediyordu. Ona, "Ey vaiz! Niçin insanları Allah'ın rah­metinden ümit kestiriyorsun?" dedi, sonra da "Ey nefislerine karşı aşırı gi­den kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin" ayetini okudu."
Daha sonra Allah Tealâ, bağışlanmayı iki şarta bağlamakta ve şöyle buyurmaktadır:
1- "Size azap gelip çatmadan önce Rabbinize dönün, O'na teslim olun. Sonra size yardım edilmez." Yani tevbe, taat, masiyetlerden kaçınmak, em­rine teslim olmak ve hükmüne boyun eğmek suretiyle, ölümle dünya azabı size gelmeden önce Allah'a dönün. Aksi halde, O'nun azabını sizden men edecek bir yardımcı bulamazsınız.
2- Kur'an'a bütünüyle tabi olma: "Ansızın ve hiç farkına varmadığınız bir sırada size azap gelmezden önce Rabbinizden size indirilenin en güzeli­ne uyun." Yani Kur'an'a tabi olun. Onun helâl dediğini helâl, haram dediği­ni haram kabul edin. Ona taate devam edin ve masiyetten kaçının. Yani Allah'ın emirlerine uyun ve yasaklarından kaçının.
Bu, azabın, siz habersizken ve onu hissetmeden, aniden gelmesinden önce olmalıdır. Bu, çok şiddetli bir tehdit ve uyarıdır.
Daha sonra Allah Tealâ, boş şeylerle oyalanmaktan ve tahassürün hiç­bir fayda sağlamadığı bir vakitte geride bırakılan hayata hasret çekme­mekten sakındırmakta ve şöyle buyurmaktadır:
1- Nefsin şöyle demesinden sakının: "Allah'ın yanında kusur edişim­den dolayı vah bana. Hakikaten ben alay edenlerdendim." Yani bir an önce tevbe etmeye ve amel-i salih işlemeye bakın. Ve günahkâr nefsin şöyle de­mesinden sakının: "Vah bana! Allah'a iman, Ona itaat ve Kur'an'a iman ile onun emrettiklerini yerine getirme konusunda gösterdiğim kusur dolayı­sıyla pişmanım. Ben ancak dünyada, Allah'ın dini ve Onun kitabı ile alay edenlerin yaptığını yapmış, bunların hiçbirisine inanıp, bunları tasdik et­memiştim."
2- Yahut şöyle demesinden: "Allah bana hidayet etseydi, elbet ben de korunanlardan olurdum." Yahut da nefsin şöyle demesinden sakının: "Eğer Allah beni dinine irşad etmiş olsaydı, elbette ben de Allah'tan sakınanlar­dan ve O'na şirk koşup masiyet işlemekten uzak dururdum."
3- Yahut azap gördüğü zaman, "Keşke benim için bir kez dönüş olsaydı da, güzel hareket edenlerden olsaydım." demesinden. Yani yahut da nefsin, azabı bizzat müşahede edip tattığı zaman, "Keşke ben dünyaya bir kez da­ha dönebilseydim. O zaman mutlaka Allah'a iman edenlerden, Onu birle-yenlerden ve amellerinde güzel davrananlardan olurdum. Kısacası: Nefis, güzel amel işlemek için dünyaya geri gönderilmeyi arzu edecektir. Fakat artık iş işten geçmiştir.
Onun bu doğrultuda söylediklerini Allah Tealâ, şöyle buyurarak red­detmektedir:
"Evet! Sana ayetlerim gelmişti de sen, onları yalanlamış, büyüklük taslamış, kâfirlerden olmuştun." Ey pişman kul! Şüphesiz sana dünya ha-yatındayken, Kur'an indirüjniş, ayetlerim gelmiş ve hüccetim sana açık­lanmıştı. Sen ise onu yalanlamış ve ona ittiba etmekten büyüklenerek uzak durmuştun. Böylece onu bilerek inkâr edenlerden olmuştun. Buradan şu mana çıkmaktadır: Sen dünyadayken, benim ayetlerimi tasdik ve onla­ra uygun davranma imkânına sahip idin. Böyleyken şimdi niçin dünyaya geri dönmek istiyorsun? Kaldı ki dönüşün sana bir faydası yoktur. Zira Yü­ce Allah şöyle buyurmuştur: "Geri gönderilselerdi, yine men olundukları şeyleri yapmaya dönerlerdi." (En'âm, 6/28). [21]

Yalanlayan Müşrikler İle Takva Sahibi Müminlerin Kıyamet Günündeki Durumu:
60- Allah'a yalan uyduranların yüz­lerinin, kıyamet günü kapkara ke­sildiğini görürsün. Kibirlenenler için cehennemde bir yer yok mu­dur?
61- Allah, sakınanları başarıları sa­yesinde kurtarır; onlara kötülük dokunmaz ve onlar üzülmezler.

Açıklaması:
"Allah'a yalan uyduranların yüzlerinin, kıyamet günü kapkara kesil­diğini görürsün. Kibirlenenler için cehennemde bir yer yok mudur?" Yani Ey Peygamber! Onlara önemli bir şeyi haber ver. O da şudur: Allah'a karşı yalan uydurarak, O'nun ortak, eş ve çocuğu bulunduğunu iddia edenlerin yüzlerinin, bu yalanları ve iftiraları sebebiyle kapkara kesildiğini görecek­sin. Bunun sebebi, onları kuşatacak olan sıkıntı, üzüntü ve pişmanlık; gör­dükleri şiddetli azap ve ilâhi öfkedir.
Cehennemde, Allah'a itaat etmeyip büyüklenenler için bir mesken ve ikamet yeri vardır. Zira onlar hakka boyun eğmeye razı olmamışlardır. Bu­rada geçen "büyüklenme", sahih bir hadiste de yer aldığı gibi, hakkı inkâr etme ve insanları küçük görme anlamındadır. Bir diğer hadiste de -ki İmam Ahmed ve Tirmizî tarafından, Abdullah b. Amr (r.a) kanalıyla riva­yet edilmiştir- Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Büyüklük taslayanlar, kıyamet günü insan suretinde küçük karıncalar gibi haşrolunacaklardır. Zillet onları her yönden kuşatır ve cehennemde (Bûles denilen) bir zindana kapatılırlar..."
"Allah şirkten ve isyandan sakınanları başarıları sayesinde kurtarır; onlara kötülük dokunmaz ve onlar üzülmezler." Yalanlayıcı müşriklerin du­rumuna mukabil, yukarıda değinilen ikinci grubun durumu ise budur. Bu­na göre Allah Tealâ, şirkten ve Allah'a isyandan sakınanları cehennem azabından koruyacak ve onları, başarılarıyla kurtaracaktır. Yani kıyamet günü onları, cehennemden kurtulmaları ve cenneti elde etme başarılarıyla kurtaracak; onlardan hüznü giderecektir. Onlar, her türlü korkudan gü­venliktedirler. [22]

Ulûhiyyetin Ve Tevhidin Delilleri:
62- Allah her şeyin yaratıcısıdır; O, her şeye vekildir.
63- Göklerin ve yerin anahtarları O'nundur. Allah'ın ayetlerini inkâr edenler, gerçekten onlar ziyana uğ­rayanlardır.
64- De ki: "Allah'tan başkasına kul­luk etmemi mi bana emrediyorsu­nuz ey cahiller?"
65- Sana ve senden öncekilere şöyle vahyedildi: "Andolsun eğer ortak koşarsan amelin boşa çıkar ve ziya­na uğrayanlardan olursun."
66- Hayır! Yalnız Allah'a kulluk et ve şükredenlerden ol!.
67- Allah'ı gereği gibi bilemediler. Halbuki kıyamet günü, yer tama­men O'nun avucu içindedir, gökler de sağ elinde durulmuştur. O, onla­rın ortak koştuklarından uzak ve yücedir.

Açıklaması:
"Allah her şeyin yaratıcısıdır; O, her şeye vekildir." Yani şüphesiz ki bütün varlıkların yoktan var edicisi ve tümünün yaratıcısı, Allah Tealâ'dır.
Dünya ve ahirette ne varsa, şu veya bu, ne olursa olsun, her şeyin Rabbi, maliki, tasarruf sahibi, koruyucusu ve yöneticisi Odur. Bütün bunlar, var­lıkta ve aynı zamanda varlıklarının devamında Ona muhtaçtırlar. Bu ayet, kulların amellerinin de Allah'ın mahlûku olduğunun delilidir.
"Göklerin ve yerin anahtarları O'nundur." Yani göklerin ve yerin her işinin maliki ve koruyucusu O'dur. Bu ifade, Allah Tealâ'nın mülkünün is­tiare yoluyla anlatımıdır. Yahut burada Allah Tealâ'nm, göklerin ve yerin tek koruyucusu, yöneticisi ve bunların anahtarlarının tek sahibi olduğu, kinaye yoluyla anlatılmaktadır. Çünkü hazineleri kim muhafaza eder ve yönetirse, anahtarlarının sahibi de odur. Bu cümle, yukarıda geçen, "O, her şeye vekildir" cümlesinin anlamını te'kid eden bir cümledir, yahut da atf-ı beyan veya ta'lildir. Bazı müfessirler bu cümlenin söz başı olan müstakil bir cümle olduğu görüşündedir.
Her iki cümleyi de kapsayan anlam şöyledir: Her şeyin hükümranlığı, mülkiyeti, tasarrufu, yönetimi ve koruması Allah'a aittir.
İbni Ebî Hâtim'in rivayejtine göre, Osman b. Affân (r.a) Hz. Peygam-ber'e, "Göklerin ve yerin anahtarları O'nundur" ayetinin tefsirini sormuş, O da şöyle buyurmuştur: "Bunu senden önce bana kimse sormamıştı ey Os­man. Lâ ilahe illallah, Allâhu Ekber, Sübhânallâhi ve bi hamdihî, Estağfi-rullâh, ve Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh, Hüve'l-Evvelü ve'l-Ahirü ve'z-Zâhirü ve'l-Bâtın bi yedihi'l-hayr yuhyî ve yumît ve hüve alâ külli şey'in kadir..." (Allah'tan başka ilâh yoktur, Allah en büyüktür, Allah, bütün nok­san sıfatlardan münezzehtir ve hamd O'na mahsustur, Allah'tan bağışlan­ma dilerim, kulluk görevlerini yerine getirmek ve günahlardan kaçınmak ancak Allah'ın yardımı ile olur, O Evveldir, Ahir'dir, Zâhir'dir, Bâtın'dır, hayır Onun elindedir, hayat verir ve öldürür ve O her şeye kadirdir). Hz. Peygamber burada şunu demek istemiştir: Bu cümleleri söyleyen kimse için gök ve yer hazineleri açılır, bu kimseye çok hayır isabet eder ve bu kimse çok ecir kazanır.
"Allah'ın ayetlerini inkâr edenler, gerçekten onlar ziyana uğrayanlar­dır." Yani Allah'ın Kur'an'daki ayetlerini ve kudretinin azametine ve birli­ğine, O'nun göklerin ve yerin maliki ve idarecisi olduğuna delâlet eden kâ­inat ayetlerini inkâr eden kimseler var ya, işte onlar kendilerini ziyana uğ­ratan ve küfürlerinin karşılığı olarak kendilerini ebedi ceheneme mahkûm eden kimselerdir.
Daha sonra Allah Tealâ Rasulüne, kendisini putlara kulluk etmeye ça­ğırdıkları için müşrikleri azarlamasını emretmekte ve şöyle buyurmaktadır:
"De ki: "Allah'tan başkasına kulluk etmemi mi bana emrediyorsunuz, ey cahiller?" Yani Ey Rasul! Kavminin seni, "Bu, babalarının dinidir" diye­rek putlara kulluğa çağıran kâfirlerine de ki: Ey cahiller! Ulûhiyette tek ol­duğu hakkındaki kat'î delillerin varlığına rağmen bana Allah'tan başkasına kulluk etmemi mi emrediyorsunuz? Oysa herşeyin'yaratıcısı, Rabbi ve idarecisi O'dur. Dolayısıyla O'ndan başkasına kulluk etmek doğru değildir.
"Sana ve senden öncekilere şöyle vahyedildi: Andolsun, eğer ortak koşar­san amelin boşa çıkar ve ziyana uğrayanlardan olursun." Yani sizin durumu­nuz gerçekten enteresandır. Zira gerek bana, gerekse benden önceki elçilere, ortağı bulunmayan Allah'tan başkasının ilâh ve ma'bud olmadığı, farz-ı mu­hal herhangi bir peygamber şirk koşacak olursa, hiç kuşkusuz amelini boşa çıkarmış ve iptal etmiş ve böylece kendilerini ziyana uğratmış ve hem dün­yalarını, hem de ahiretlerini zayi etmiş olacakları vahyedilmiştir.
Farz-ı muhal, peygamberler dahi şirk koşacak olursa, bu şirk onların amelini bile boşa çıkaracağına göre, peygamberlerden başkalarının şirki, onların amellerini öncelikle boşa çıkarır. Nitekim Allah Tealâ şöyle buyur-matadır: "Eğer ortak koşsalardı, yaptıkları şeyler hiç olur giderdi." (En'âm, 6/88).
Daha sonra Allah Tealâ sözü, şirkten sakındırmadan, sadece kendisi­ne kulluk edilmesine getirmekte ve şöyle buyurmaktadır:
"Hayır! Yalnız Allah'a kulluk et ve şükredenlerden ol." Yani ibadeti sa­dece, ortağı olmayan Allah'a halis kıl. Hem sen böyle yap, hem de sana itti-ba edip seni tasdik edenler böyle yapsın. Yalnız O'na kulluk et. Onunla bir­likte O'ndan başkasına da kulluk etme ve sana verdiği başarı ve sadece O'na kulluk etme hidayeti, seni risaletle ve Onun dinine çağırma göreviyle şereflendirmesi gibi nimetlere şükredenlerden ol.
Yüce Allah, Hz. Peygamber'e müşriklerin, putlara kulluk etmesini em­rettiklerini ifade buyurduktan sonra, müşriklerin Allah'ı gereği gibi bile­mediklerini belirtmekte ve şöyle buyurmaktadır:
"Allah'ı gereği gibi bilemediler." Yani Allah'a gerektiği gibi ta'zim gös­termediler ve müşrikler, O'nunla birlikte başka ilâhlara da kulluk etmekle O'nu bihakkın bilemediler. O Allah ki, kendisinden daha azamet sahibi ve daha kudretli başka bir varlık yoktur.
Buhari, Abdullah b. Mesud (r.a)'un şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Bir Yahudi alimi Rasulullah (s.a.)'a gelerek şöyle dedi: "Ey Muhammedi Biz (Tevrat'ta) Allah Tealâ'nın, gökleri bir parmak üzerinde, yerleri bir parmak üzerinde, ağaçları bir parmak üzerinde, suları ve toprakları bir parmak üzerinde, sair mahlukâtı da bir parmak üzerinde tutarak, "Ben bütün kâ­inatın melikiyim!" dediğini görüyoruz (Bu konuda ne dersin?)" Bunun üzeri­ne Hz. Peygamber, bu Yahudi aliminin sözünü tasdik mahiyetinde, azı diş­leri görününceye kadar güldü, sonra da "Allah'ı gereği gibi bilemediler. Hal­buki kıyamet günü yer, tamamen O'nun avucu içindedir..." ayetini okudu."
İmam Ahmed ve Müslim de İbni Ömer (r.a)'den şöyle rivayet etmişler­dir: "Birgün Hz. Peygamber, minber üzerinde "Allah'ı gereği gibi bilemediler. Halbuki kıyamet günü yer, tamamen O'nun avucu içindedir. Gökler de sağ elinde durulmuştur. O, onların ortak koştuklarından uzak ve yücedir." ayetini okudu ve elini öne-arkaya doğru hareket ettirerek şöyle buyurdu: "Rabb Tealâ, yüce zatını yüceltip överek, "Ben Cebbarım, ben Mütekeb-bir'im, ben Melik'im, ben Azizim, ben Kerîm'im" buyuracak." (Bu esnada) minber, Rasulullah (s.a.)'ı öyle bir sarstı ki, biz, herhalde Onu üzerinden atacak dedik."
"Halbuki kıyamet günü yer, tamamen O'nun avucu içindedir, gökler de sağ elinde durulmuştur. O, onların ortak koştuklarından uzak ve yücedir." Yani şu anda yer, Allah Tealâ'nın tasarrufu ve mülkü altındadır; gökler, Onun kudret ve hakimiyetine, dileme ve iradesine boyun eğmiştir. Allah, kendisine ortak koştukları sahte ma'budlardan münezzeh ve mukaddestir. Bu ayette geçen "sağ el"den maksat, "kudreftir.
Sonraki dönemlerde gelen alimlere göre bu cümle, Allah Tealâ'nın aza­metinin, kemâl-i tasarrufunun ve kudretinin temsilî bir anlatımıdır ki bu­rada Allah Tealâ'nın kudret ve .azameti, bütün yeryüzünü ve gökleri toptan elinde tutanın durumuna benzetilmiştir. Selef alimleri ise, bu türlü nass-ların zahirî anlamlarına iman etmenin ve ayette öyle geldiği için Allah'ın (keyfiyeti, niteliği meçhul bir tarzda) avuç ve sağ el sahibi olduğuna itikad etmenin vacip olduğu görüşündedir. Çünkü sözde aslolan, hakikî anlama yorulmasıdır. Alimler, "Selefin görüşü daha salim, halefin görüşü daha sağlamdır" demişlerdir. Ben, daha salim olan görüşe meyletmekteyim.
Buhari, Müslim ve daha başkaları, Ebu Hureyre (r.a.)'den şöyle riva­yet etmişlerdir: Rasulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu işittim: "Allah, kı­yamet günü yeri avucuna alır, göğü de sağ eliyle dürer ve şöyle buyurur: "Melik benim! Hani nerede yeryüzünün melikleri nerede?" [23]

Sura İki Kere Üflenmesi, Anlaşmazlıkların Çözümlenmesi Ve Herkese Hakkının Tam Verilmesi:
68- Sur'a üflendi, göklerde ve yerde olanlar düşüp bayıldı. Ancak Al­lah'ın dilediği kaldı. Sonra ona bir daha üflendi. O anda görürsün ki (dirilip) kalkmışlar bakmıyorlar.
69-Yer, Rabbinin nuru ile parladı,
kitap kondu, peygamberler ve şahitler getirildi ve aralarında adalet'e hükmedildi. Onlara asla zulme­dilmez.
70- Herkese, yaptığının karşılığı tam verildi. O, onların ne yaptıkla­rını en iyi bilendir.

Açıklaması:
Allah Tealâ, kıyamet gününün dehşetini ve o gün müşahede edilecek olan Yüce Allah'ın kemâl-i kudreti ile tamam-i azametine delâlet eden bü­yük olayları haber vermekte ve şöyle buyurmaktadır:
"Sur'a üflendi, göklerde ve yerde olanlar düşüp bayıldı. Ancak Allah'ın dilediği kaldı. Sonra ona bir daha üflendi. O anda görürsün ki onlar kalk­mışlar, bakmıyorlar." Yani bu, Sur'a ilk üfürülüşüdür ki, canlılar bununla öleceklerdir. Şöyle ki; İsrafil (a.s.), bir boru veya boynuzdan ibaret olan Sur'a üfürecek ve göklerde ve yerde bulunanlar, korkudan ve bu sesin şid­detinden öleceklerdir. Burada geçen "Sa'k" kelimesi, olduğu yerde aniden ölmek demektir.
O zaman sadece Cebrail, Mikâil ve İsrafil gibi Allah'ın, ölmemesini murad ettikleri kalacaktır. Bunlar ise daha sonra öleceklerdir. Katâde ise, "O anda ölmeyecek olanların kimler olduğunu bilmiyoruz." demiştir.
Daha sonra, ölülerin kabirlerden dirilmesi için Sur'a ikinci kere üfle-necektir. Bu üfürüş üzerine bütün mahlukât, ufalanmış kemik yığınından ibaret iken canlanıp ayakları üzerine dikilecek ve kıyametin dehşetli sah­nelerine ve kendilerine söylenenlere bakacaklar. Yahut, ufalanmış kemik halindeyken diriltildikten sonra kendilerine yapılacakları bekleyecekler. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O, bir tek haykırıştır. Hemen on­lar uyanırlar." (Nâzi'ât, 79/13-14), "Sizi çağıracağı gün, O'na hamdederek çağrısına uyarsınız ve pek az kaldığınızı sanırsınız." (İsrâ, 17/52), "O'nun ayetlerinden biri de, göğün ve yerin O'nun buyruğuyla durmasıdır. Sonra sizi yerden bir tek davetle çağırdığı zaman bir de bakarsınız ki, çıkarılıyor­sunuz." (Rûm, 30/25).
Daha sonra Allah Tealâ, kıyamet gününün bazı ahvalini zikretmektedir:
1- "Yer, Rabbinin nuru ile parladı." Yani mahşer yeri, Yüce Allah'ın, kulları hakkında hüküm vermek için tecelli etmesiyle, o yüce mahkemede ikame ettiği adalet ve kulları arasında hak ölçüsü üzere verdiği hüküm ile ışıklandı ve aydınlandı.
2- "Kitap kondu." Yani Ademoğullarınm amellerinin kayıtlı olduğu ki­taplar ve sayfalar, sahiplerinin önüne kondu. Bu kitaplar, ait oldukları kimselerin ya sağına veya soluna konur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyur­maktadır: "Her insanın amel kuşunu boynuna doladık. Kıyamet günü onun için, açılmış olarak bulacağı bir kitap çıkarırız." (İsrâ, 17/13), "Bu kitap da ne oluyor; ne küçük ne de büyük hiçbir şey bırakmıyor, her şeyi sayıp dökü­yor." (Kehf, 18/49).
3, 4- "Peygamberler ve şahitler getirildi." Yani peygamberler, gönderil­dikleri ümmetlerin kendilerine icabet edip etmediği sorulmak üzere hesap yerine getirildi. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Her ümmetten bir şahit, seni de bunlara şakit getirdiğimiz zaman halleri nice olur?" (Ni­sa, 4/41). Yine hesap yerine, ümmetler üzerine şahitlik edecek olan ve kul­ların amellerini kaydeden hafaza melekleri getirildi. Nitekim Allah Tealâ şöyle buyurmaktadır: "Her can, yanında bir sürücü ve bir de şahitle geldi." (Kaf, 50/21). Buradaki "sürücü", kişiyi hesap yerine sürüp götüren demek­tir. "Şahit" ise onun üzerine şahitlik yapandır. Aynı zamanda buradaki şa­hit, diğer ümmetlere gelen peygamberlerin onlara tebliğ ettikleri hususlar üzerinde onlara şahitlik edecek olan Ümmet-i Muhammed fertleridir. Nite­kim Allah Tealâ şöyle buyurmaktadır: "Böylece sizi orta bir ümmet yaptık ki, insanlara şahit olasınız." (Bakara, 2/143).
Aynı şekilde Allah yolunda şehit olan müminler de getirildi. Onlar da kıyamet günü tebliğde bulundukları halde hakkı yalanlayan kimseler aley­hine şahitlik ettiler.
Kullar arasındaki davalar çözüme kavuşturulduktan sonra Allah Te­alâ, her şahsa hakkının verileceğini beyan etmekte ve bu anlamda dört ay­rı ibare ile şöyle buyurmaktadır:
1- "Aralarında adaletle hükmedildi." Yani kullar arasında adalet ve tam bir doğrulukla hüküm verildi.
2- "Onlara asla zulmedilmez." Yani Sevapları eksiltilmez ve azapları artırılmaz. Onlara verilen karşılık, amelleri miktarınca olur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kıyamet günü için adalet terazileri kurarız. Hiç kimseye bir haksızlık edilmez. İnsanın yaptığı iş bir hardal tanesi ağır­lığınca da olsa, onu getiririz. Hesap gören olarak biz yeteriz." (Enbiyâ, 21/47), "Allah zerre kadar haksızlık etmez, zerre miktarı bir iyilik olsa, onu kat kat yapar, ve kendi katından da büyük mükâfat verir. " (Nisa, 4/40).
3- "Herkese, yaptığının karşılığı tam verildi." Yani her nefse, işlediği hayır ve şerrin karşılığı tam olarak verildi.
4- "O, onların yaptıklarını en iyi bilendir." Yani yüce Allah, kulların dünyada yaptıklarını, herhangi bir kâtibe, hesapçıya veya şahide ihtiyacı bulunmaksızın bilendir. Kıyamet günü amel defterinin, peygamberlerin ve şahitlerin getirilmesi ise, kişinin ileri sürebileceği mazeretlere mahal bı­rakmamak içindir. Bu hükmün zikredilmesinin sebebi, Allah Tealâ'nın, tam bir ilme dayanarak hak ile hüküm vereceğine ve dolayısıyla Onun ve­receği bu hükümde herhangi bir hata bulunması ihtimalinin söz konusu ol­madığına delâlet etmesidir. Ayetten maksat, her mükellefin hak ettiğine ulaşacağını açıklamaktır. [24]

Mükafat Elde Edecekler İle Cezalandırılacakların Durumları:
71- İnkâr edenler bölük bölük ce­henneme sürüldü. Oraya geldikleri zaman cehennemin kapıları açıldı, cehennem bekçileri onlara şöyle de­di: "Kendi aranızdan, Rabbinizin ayetlerini size okuyan ve sizi, bu gününüzle karşılaşacağınız hakkın­da uyaran elçiler gelmedi mi?"
"Evet, geldi." dediler. "Ama kâfirlere azap sözü hak oldu „
72- "O halde içinde ebedi kalmak üzere cehennemin kapılarından gi­rin. Kibirlenenlerin yeri ne kötüy-müş!" denildi.
73- Rabblerinden korkanlar ise bö­lük bölük cennete sevkedildi. Kapı­ları daha önce açılmış bulunan cen­nete vardıklarında onun bekçileri onlara, "Selâm size! Tertemiz geldi­niz. Ebedi kalmak üzere buraya gi­rin" dediler.
74- Cennetlikler de, "Bize verdiği sö­zü yerine getiren ve bizi, dilediği­miz yerde oturacağımız bu cennet yurduna varis kılan Allah'a hamdol-sun. İyi amelde bulunanların mükâ­fatı ne güzelmiş!" dediler.
75- Meleklerin de Arş'ın çevresinde dönerek Rabblerini hamd ile andık­larını görürsün. İnsanlar arasında hak ile hükmedilir ve "Hamd, alem­lerin Rabbine mahsustur." denilir.

Açıklaması:
Allah Tealâ, bedbaht kâfirlerin durumunu ve onların cehenneme nasıl sürüleceklerini haber vererek şöyle buyurmaktadır:
"İnkâr edenler bölük bölük cehenneme sürüldü." Yani kâfirler, elebaş-larıyla birlikte, zorla, tehdit ve tahkir edilerek kimisi kimisinin arkasından gelecek şekilde belli bir tertiple dizilmiş gruplar halinde ve her grubun ba­şında bir lider olacak şekilde -ki o lider, onların küfürdeki ele başları ve kendilerini küfre çağıran kimsedir- cehenneme sürüleceklerdir. "O gün ce­hennem ateşine itilip kakılırlar" (Tür, 52/13) ayetinde de benzeri bir anla­tım vardır. Yani cehennem ateşine itile itile götürülürler.
"Oraya geldikleri zaman cehennemin kapıları açıldı." Yani bu durum­da oraya geldikleri zaman cehennemin yedi kapısı, bir an önce onlar içeri girsinler de azabını tatsmlas ve ateşini onlara mahsus kılsın diye ardına kadar açılır.
"Cehennem bekçileri onlara şöyle dedi: "Kendi aranızdan, Rabbinizin ayetlerini size okuyan ve sizi, bu gününüzle karşılaşacağınız hakkında uya­ran elçiler gelmedi mi?" Yani cehennemin ateşini muhafaza eden, kuvvetli ve şiddetli zebani meleklerden olan cehennem bekçileri aşağılayarak, hor-layarak ve azarlayarak onlara şöyle dediler: "Size, yine sizin gibi insan olan, kendileriyle konuşma ve bir şeyler alıp öğrenme imkânına sahip ol­duğunuz, sizi çağırdıkları dinin doğruluğunu gösteren ayetleri okuyan ve sizi bu günün şerrinden sakındıran peygamberler gelmedi mi? Onlar sizi şu yaşadığınız gün ile korkutmadılar mı?
"Evet geldi." dediler. Ama kâfirlere azap sözü hak oldu." Yani kâfirler, onlara itirafta bulunarak ve şöyle diyerek cevap verdiler: "Evet! O elçiler bize geldiler, bizi bu günden korkuttular ve bize hüccet ve burhanlar gös­terdiler. Ama biz onları yalanladık ve kendilerine muhalefet ettik; Allah'a karşı kâfir olan ve O'na şirk koşan kimselere ise azap sözü gerekli oldu. Bu azap sözü, Allah Tealâ'nın, "Andolsun, ben cehennemi hep cinlerden ve in­sanlardan dolduracağım." (Hûd, 11/119) kavl-i ilâhisidir.
Bu ayetin bir benzeri, şu ayettir: "Her topluluk onun içine atıldıkça, onun bekçileri onlara, "Size bir uyarıcı gelmedi mi?" diye sordu. Dediler: "Evet! Bize uyarıcı geldi. Ama biz yalanladık ve "Allah hiçbir şey indirme­di; siz ancak büyük bir sapıklık içindesiniz." dedik. Ve dediler ki: "Eğer biz onların sözlerini dinleseydik, yahut düşünüp anlasaydık, şu çılgın ateşin halkı arasında bulunmazdık." (Mülk, 67/8-10).
Kâfirlerin bu itirafından sonra cehennem bekçileri onlara, haklarında­ki hükmü açıklayarak şöyle mukabele ettiler:
"O halde, içinde ebedî kalmak üzere cehennemin kapılarından girin. Kibirlenenlerin yeri ne kötüymüş?" Yani cehennem ateşinin koruyucusu olan melekler, onlara şöyle diyecek: "Sizin için açılan ve içinde ebedî kal­manız Allah tarafından takdir edilen cehennemin kapılarından girin. Sizin için oradan çıkış olmadığı gibi, onun ateşi için zeval bulmak da yoktur. Dünyadayken hakka ittaba etmeyip büyüklenmeniz sebebiyle bu cehen­nem ne kötü ve sürekli bir kalma yeridir!
Burada ayetin aslında bu sözü söyleyenin müphem ve mutlak bırakıl­ması ve sözün, muayyen birisine nispet edilmemesi, kâinatın, onların, ada­let sahibi ve her şeyden hakkıyla haberdar olan Allah'ın hükmetmesiyle bu azabı hakettiklerine şahit olduğunu göstermek içindir.
Daha sonra Allah Tealâ, müminlerin, cenete sevkedildikleri zamanki durumunu haber vermekte ve şöyle buyurmaktadır:
"Rabblerinden korkanlar ise, bölük bölük cennete sevkedildi." Yani me­lekler, müminleri ikram, teşrif, jıürmet ve muhabbetle grup grup cennete sevkedecek. Önce Mukarrebûn, ardından Ebrâr, sonra bunların ardından gelenler, sonra da bunların ardından gelenler... Her grup, kendi benzerleri ile birlikte, yani peygamberler peygamberlerle birlikte, sıddıklar sıddıklar-la birlikte, şehitler birbirleriyle beraber, alimler kendi akranlarıyla bir ara­da cennete sevkedilecektir.
"Kapıları daha önce açılmış bulunan cennete vardıklarında..." Yani on­lar, sırat köprüsünü geçtikten ve kendilerine dünyanın karanlıklarına ait bir kısım şeyler nakledildiken sonra cennetin sekiz kapısına vardıkları za­man, cennetin kapılarının kendilerini karşılamak üzere daha önceden açıl­mış olduğunu görecekler.
Sahih-i Müslim'de Enes (r.a.)'den şöyle nakledilir: "Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Cennet hakkında ilk şefaatçi ben olacağım." Hadisin bir di­ğer şekli de şöyledir: "Cennetin kapısını ilk çalan ben olacağım."
Buhari ve Müslim, Ebu Hureyre (r.a.)'de naklen Hz. Peygamberin şöy­le buyurduğunu rivayet etmişlerdir: "Ümmetimden yetmiş bin kişilik bir zümre cennete girer. Yüzleri ayın öndördüncü gece ışıdığı gibi ışık saçar." O anda Ukâşe b. Muhsin (r.a.) kalktı ve "Ya Rasulallah! Allah'a dua edin de beni onlardan kılsın." dedi. Hz. Peygamber, "Allah'ım! Onu onlardan kıl." buyurdu. Ardından Ensar'dan bir adam ayağa kalktı ve "Ya Rasulallah! Al­lah'a, beni onlardan kılması için dua edin." dedi. Bunun üzerine Hz. Pey­gamber, "Bu konuda Ukâşe seni geçti" buyurdu."
Yine Sahih-i Müslim'de Ömer b. Hattâb (r.a.)'dan şöyle rivayet edil­miştir: Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Sizden hiç kimse yoktur ki, abdest alsın ve abdestinde mübalağa yapsın -veya abdest azalarını tastamam yı­kayarak abdest alsın- sonra da "Eşhedü en lâ İlahe İllallah ve Enne Muhammeden Abduhû ve Resûlüh" desin de, kendisi için, dilediğinden içeri gi­receği sekiz cennet kapısı açılmasın."
Yine Buhari ve Müslim, Sehl b. Sa'd (r.a.)'dan şöyle rivayet etmişler­dir: Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Cennette sekiz kapı vardır. Onlardan birisine er-Reyyân denir ki, oruçlulardan başkası oradan giremez."
İmam Ahmed de Hasan vasıtasıyla Mu'âz (r.a.)'dan şöyle rivayet et­miştir: Rasulullah (s.a.) buyurdu ki: "Cennetin anahtarları, Allah'tan baş­ka ilâh olmadığına şehadet etmektir."
"Onun bekçileri onlara, "Selâm size! Tertemiz geldiniz. Ebedi kalmak üzere buraya girin" dediler." Yani cennetin bekçileri müminlere şöyle dedi­ler: "Her türlü afet, sıkıntı, dert, ibtilâ sizden uzak oldu artık. Amelleriniz ve sözleriniz tertemiz, dünyadaki gayretiniz tertemiz oldu. Şirk ve masi-yetlerle kirlenmediniz. Ahiretteki mükâfatınız da buna uygun oldu! Nite­kim İmam Ahmed, Tirmizî ve Hâkim'in Hz. Ali (r.a.)'den rivayet ettiklerine göre Hz. Peygamber bazı gazvelerde, müslümanlar arasında şöyle çağrı ya­pılmasını emir buyurmuştur: "Cennete, müslüman -veya mümin- nefisten başkası giremez." O halde, içinde ebedî kalmak üzere cennete girin! Cen­nette ne zeval, ne de bir değişiklik vardır. Yine orada ne ölüm, ne de yok oluş söz konusudur.
"Cennetlikler de, "Bize verdiği sözü yerine getiren ve bizi, dilediğimiz yerde oturacağımız bu cennet yurduna varis kılan Allah 'a hamdolsun. Ça­lışanların ücreti ne güzelmiş!" dediler." Yani salih ameller işleyen muttaki müminler, cenneti ve içindeki devamlı nimetleri, bol mükâfatı görünce şöy­le dediler: "Hamd ve şükür, azamet sahibi olan Allah'a ait. O dirilme ve cennetle mükâfatlandırılma konusunda bize verdiği sözü yerine getirdi ve kerem sahibi elçileri vasıtasıyla bize vaad ettiği şeyi gerçek kıldı. Nitekim onlar dünyadayken şöyle dua etmişlerdi: "Rabb'imiz! Bize, elçilerine vaad ettiğini ver, kıyamet günü bizi rezil perişan etme. Zira sen, verdiğin sözden caymazsın." (Al-i İmrân, 3/194), "Dediler ki: "Bizden tasayı gideren Allah'a hamdolsun, doğrusu Rabb'imiz, çok bağışlayan, çok karşılık verendir. O ki, lütfuyla bizi durulacak yurda kondurdu. Orada bize ne bir yorgunluk do­kunur ve ne de orada bize bir usanç dokunur." (Fâtır, 35/34-35).
Artık cennet bütünüyle onların olmuş gibi oraya sahip oldular ve ora­da diledikleri gibi yaşayacaklardır. Nitekim Allah Tealâ şöyle buyurmakta­dır: "Arza mutlaka iyi kullarım varis olacak diye yazmıştık." (Enbiyâ, 21/105).
Nereye dilersek oraya gideriz. Cennette, dilediğimiz meskene dilediği­miz gibi sahip oluruz. Amelimize karşılık aldığımız bu karşılık, ne güzel bir karşılıktır! Ve cennet, çalışanların ne güzel karşılığıdır! Buhari ve Müs­lim'de Enes (r.a.)'den, Miraç kıssası meyanında şöyle rivayet edilmiştir: Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Cennete sokuldum. Bir de baktım ki, kubbeleri[25] inci, toprağı misk."
Daha sonra Allah Tealâ, Arş'ı kuşatmış olan meleklerin durumunu ha­ber vermekte ve şöyle buyurmaktadır:
"Meleklerin de Arş'ın çevresinde dönerek Rabblerini hamd ile andıkla­rını görürsün. İnsanlar arasında hak ile hükmedilir ve "Hamd, alemlerin Rabbine mahsustur." denilir." Yani ey mutlu mümin! Melekler cemaatinin, yüce Arş'ın etrafında, onu kuşatarak döndüklerini ve Allah'ın teşbih (O'nu bütün noksanlıklardan tenzih) ettiklerini, O'na hamd, O'nu ta'zim ve tak­dis ettiklerini, O'na, bahşettiği nimetler ve fazlu keremi için "Sübhânallâhi ve bi hamdihî" diyerek teşbih ettiklerini görürsün.
Manzara şudur: Allah Tealâ, kullar arasında adaletle hüküm vermiş, bir kısmını cennete, bir kısmını da cehenneme sokmuştur. İnsan ve cin müminler, melekler ve bütün kâinat, müminler ile cehennem ehli arasın­daki -hata söz konusu olmayan mutlak hak ile verdiği- hükmü, adaleti ve kazası sebebiyle âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamd ve şükretmektedirler.
Bu son ayette geçen sözü söyleyenin kim olduğu da -daha önce geçen ayette olduğu gibi- belirtilmemiştir. Bunun sebebi, bütün mahlukâtm O'na hamd ile şahitlik ettiğini göstermesi içindir. Katâde şöyle demiştir: "Mah-lukât, Kur'an'daki sözlerini "Hamdolsun o Allah'a ki, gökleri ve yeri yarat­tı, karanlıkları ve aydınlığı var etti." ayetinde ifadesini bulduğu üzere hamd ile başlatmış, "İnsanlar arasında hak ile hükmedilir ve "Hamd, alemlerin Rabbine mahsustur." denilir." ayetinde ifadesini bulduğu üzere yine hamd ile bitirmiştir.
Bu ayet hakkında denebilir ki, müminler, ilk olarak vaadini yerine ge­tirdiği, kendilerini cennete, orada dilediklerini yapabilecekleri şekilde yer­leştirdiği için, ikinci olarak da, bütün insanlar arasında adaletle ve hakla hüküm verdiği için Rabblerine hamdetmektedirler. [26]





--------------------------------------------------------------------------------
[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/245-247.
[2] Bu, Razî'nin görüşüdür.
[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/251-254.
[4] Burada kastedilenin, nafile namazlar olduğu açıktır, (çev.)
[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/259-260.
[6] Ayetteki "Allâhe a'budu" ifadesinde meful olan "Allah" kelimesinin fiilden önce gelmiş olması kasr ifade eder. Yani cümleye, "Ben Allah'tan başkasına kulluk etmiyo­rum." şeklinde bir anlam kazandırır.
[7] Bu kelime "Tevâğît" şeklinde de okunmuştur.
[8] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/266-270.
[9] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/273-274.
[10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/277-280.
[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/283-286.
[12] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/291-294.
[13] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/297-299.
[14] Zemahşerî, 111/33.
[15] Razî, XXVI/286.
[16] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/304-309.
[17] Buradaki "istidrac"m anlamı şudur: Hakkı ve hakiki değeri olmadığı halde ve yeteneksizliğine rağmen bir kimsenin çok nimete mazhar olması ve bu sebeple küfür ve isyana devam etmesi ile azaba ve ilâhi gazaba yaklaşması. (Çev.)
[18] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/313-315.
[19] İbni Kesir, IV/59.
[20] İbni Kesir, IV/59.
[21] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/321-323.
[22] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/326.
[23] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/330-333.
[24] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/336-338.
[25] Yani inci kubbeler. Burada geçen "cenabiz" kelimesinin tekili "cunbeze "dir ki, kubbe gibi yüksek ve yuvarlak olan şeylere denir. Bu cümleden olarak, "Mekanun mucned" denir ki, "Yüksek yer" demektir, (bkz. Lisanu'l-Arab)
[26] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/343-346.
x
39-Zümer Suresi Meali Tefsiri Oku: Kuranın Kaynağı Ve İbadeti Yalnız Allah'a Has Kılmanın Emredilmesi-Tevhidin Ve İlâhî Kudretin, Delillerinden Birkaçı Rating: 4.5 Diposkan Oleh: Blogger

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder