SÂD SURESİ
Müşriklerin İnançlarının Münakaşası:
1- Sâd, şanlı Kur'an'a andolsun ki
2- Küfredenler bir gurur ve tefrika içindedirler.
3- kendilerinden evvel nice üm- metleri helak ettik. O zaman ne çığlıklar kopard,ılar: !akat artık kur"
tuluş zamanı değildi.
4- O kâfirler, içlerinden bir uyarıcı gelmesine şaştılar. "Bu" dediler, "bir büyücü, bir yalancıdır."
5- O bütün tanrıları bir tek tanrı mı yapmış? Bu cidden acaip birşey!"
6- Onların ileri gelenlerinden bir güruh, 'Yürüyün, tanrılarınıza bağ- lı kalın. Şüphesiz ki bu, arzu edilecek olan birşeydir." diyerek kalkıp
7- Biz dinde işitmedik Bu, uydurmadan başka birşey degil-
8-O uya"aramızdan ona mı indirilmiş?" Hayır, onlar benim vahyimden şüphe içindedirler. Hayır, onlar benim azabımı henüz tatmadılar.
9- Yoksa daima üstün olan, çok lü-tufta bulunan Rabbinin rahmet hazineleri onların yanında mı?
10- Yoksa göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların mülkü onların mı? Öyle ise sebeplerine yapışarak göğe yükselsinler.
11- Onlar, derme-çatma kabilelerden oluşmuş öyle bir ordudur ki, işte şurada hezimete uğratılmışlardır.
Açıklaması:
"Sâd, şanlı Kur'an a andolsun ki." Bu sure de, diğer benzerleri gibi Kur'an'm i'caz yönüne dikkat çekmek ve muhatabın ileride gelecek olan ayetlere dikkat etmesini sağlamak maksadıyla bir tenbih olarak böyle bir harfle başlamıştır. Burada, kulların ihtiyaç duyduğu, sahih ve sabit akaid esasları, insan hayatını tanzim eden hükümler ve kanunlar, vaaad ve tehdit gibi dinî ve dünyevî bütün hususları ihtiva eden beyan sahibi Kur'an'a yemin edilmiştir. O Kur'an aynı zamanda şeref, şöhret ve yüce bir mevki sahibidir de. Burada onun, Allah Tealâ'dan gelmiş olan muciz bir kelâm olduğuna, Hz. Muhammed (s.a.)'in, Alemlerin Rabbi tarafından bütün insanlığa görevli olduğunu bildiren nübüvvet ve risalet iddiasında sadık bulunduğuna yemin edilmektedir. Kur'an aynı zamanda bir öğüttür de. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Andolsun size, içinde zikriniz bulunan bir Kitab indirdik." (Enbiyâ, 21/10). Buradaki "zikriniz" ifadesi, "muhtaç olduğunuz öğüt" anlamındadır.
Müşriklerin küfrünün sebebi şudur:
"Küfredenler, bir gurur ve tefrika içindedirler." Yani bu Kur'an, öğüt almayı bilenler için bir öğüt ve ibret almayı bilenler için bir ibrettir. Ancak kâfirler ondan faydalanmazlar. Çünkü onlar Kur'an karşısında bir büyük-lenme içindedirler ve kendilerini hakka uymaktan müstağni görürler; Allah ve Rasulüne muhalefet ederler ve bu muhalefetlerinde inatçılık, büyüklük taslama ve hırs içindedirler.
Bundan sonra Yüce Allah o müşrikleri, kendilerinden önce yaşamış olan ve peygamberleri yalanlayan ümmetlerin helak olmasına sebebiyet veren şeyle korkutmakta ve şöyle buyurmaktadır:
"Biz kendilerinden evvel nice ümmetleri helak ettik. O zaman ne çığlıklar kopardılar. Fakat artık kurtuluş zamanı değildi." Yani biz onlardan önce yaşamış olan birçok ümmeti, elçilere muhalefet etmeleri ve gökten indirilen kitapları yalanlamaları sebebiyle helak ettik. Azap kendilerine geldiği zaman onlar Allah Tealâ'dan himaye ve yardım istemişlerdi. Ancak kendilerine herhangi bir yardım yapılmadı. Çünkü artık zaman, kurtuluş ve azaptan kaçış zamanı değildi. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Azabımızı hissettikleri zaman onlar derhal oradan kaçmak için hayvanlarını mahmuzluyorlardı. Boşuna kaçmayın, bol bol verilip içinde şımartıldı-ğınız nimetlere ve yurtlarınıza dönün. Çünkü sorguya çekileceksiniz." (Enbiyâ, 21/12-13). Buradaki "yerkedûne" kelimesi "korkup kaçmak, uzaklaşmak" anlamındadır. Yine Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Nihayet varlıklılarını azap ile yakaladığımız zaman hemen feryada başlarlar." (Müminûn, 23/64).
"O kâfirler içlerinden bir uyarıcı gelmesine şaştılar. "Bu" dediler, "bir büyücü, bir yalancıdır." Yani müşrikler, Hz. Peygamber (s.a.)'in, içlerinden birisi, bir beşer olduğu halde elçi, müjdeleyici ve uyarıcı olarak gelmesine hayret ettiler. Kâfirler Onun şaşırtıcı mucizelerini gördükleri zaman, "Bu, bir sihirbaz, aldatıcı ve peygamberlik iddiasında ve onu Allah'tan vahiyle aldığı yolundaki nisbetinde yalancı birisidir." dediler.
Bu ayet-i kerimenin bir benzeri, Yüce Allah'ın şu kavl-i ilâhisidir: "İçlerinden bir adama, "İnsanları uyar ve inananlara, Rabb 'leri katında kendileri için güzel bir ecir ve saadet bulunduğunu müjdele." diye vahyetmemiz insanlara tuhaf mı geldi? Kâfirler, "Bu, apaçık bir büyücüdür." dediler." (Yûnus, 10/2).
Bu ayette, müşriklerin kuvvetli ve tefrika çıkaran, Hz. Peygamber (s.a.)'i de herhangi bir hüccet ve burhana dayanmaksızın, kendi hasetleri dolayısıyla ve kendileri içinden ileri gelen liderlerden birisinin peygamber olmasını arzulamaları sebebiyle yalanlayan kimseler olduğuna delâlet vardır. Ancak onlar, Hz. Peygamber (s.a.)'i sihirbazlık ve yalancılıkla suçlamaktan daha ucuz bir töhmet bulamamışlardı.
Daha sonra Allah Tealâ, onların, Hz. Peygamber (s.a.)'i yalancılıkla vasfetmelerine sebebiyet veren üç şüpheden bahsetmiştir. Bunlardan birincisi, uluhiyyet veya tevhide ilişkin, ikincisi peygamberliğe, üçüncüsü de ahiret hayatına ilişkindir. Bu şüphelerden ilk ikisi burada zikredilmiştir. Üçüncüsü ise ileride gelecek olan "Dediler ki: "Rabbimiz! Bizim azap payımızı hesap gününden önce, hemen ver." ayetinde dile getirilmektedir. Şimdi bu noktaları biraz açalım:
1- Allah Tealâ'nın birliği (Tevhid): "O, bütün tanrıları bir tek tanrı mı yapmış? Bu cidden acaip birşey." Yani ilâhları bir tek ilâh haline getirip ulû-hiyyeti sadece Allah Tealâ'ya mahsus mu kılıyor? Bu, muhakkak ki son derece şaşılacak bir şeydir. Müşriklerin buna şaşırmalarının sebebi, o dönemde her kabilenin bir tanrısı bulunmasıydı. Müşrikler şöyle diyorlardı: "Biz onlara, bizi derece olarak Allah'a yaklaştırmaları için kulluk ediyoruz. Allah onlara bu mevkiyi vermiştir. O halde bizim onlara ibadet etmemizin ne mahzuru olabilir?" Bu mantıkla düşündükleri için, birden fazla tanrı inancından oluşan inanç sistemini kaldıran birisinin bu tavrının şaşılacak birşey olduğunu iddia edip, babalarının daha akıllı kimseler olduğunu ve sayıca daha fazla olduklarını, dolayısıyla onların batıla sapmış cahil kimseler olduğunu, buna karşılık Hz. Muhammed (s.a.)'in tek başına hakkı dile getirdiğini ve doğruyu söylediğini düşünmenin aklen mümkün olamayacağını söylediler. İşte bu, mücerret kör taklit, ne aklî, ne de naklî herhangi bir delile dayanmayan, eskilerden miras kalmış inançtan başka bir şey değildir.
Bu ayet-i kerimenin nüzul sebebi, daha önce de zikredildiği gibi, Tirmi-zi ve daha başkalarının, diğer bir lafızla İbni Abbas (r.a.)'dan rivayet ettikleri şu hadisedir: "Ebu Talib hastalanmıştı. Kureyş kendisini ziyarete geldi. Hz. Peygamber (s.a.) de onun yanma gelmişti. Ebu Talib'in başucunda bir kişinin oturacağı kadar yer vardı. Ebu Cehil Hz. Peygamber (s.a.)'in orada oturmasını engellemeye yeltendi. Sonra Hz. Peygamber (s.a.)'i Ebu Talib'e şikâyet ettiler. O da şöyle dedi: "Ey kardeşimin oğlu! Kavminden ne istiyorsun?" Hz. Peygamber (s.a.) şöyle karşılık verdi: "Ey amca! Ben onlardan sadece, sayesinde Arapların kendilerine boyun eğeceği ve Arap olmayanların da kendilerine cizye ödeyeceği bir kelimeyi söylemelerini istiyorum." Ebu Talib, "Nedir o?" diye sordu. Hz. Peygamber (s.a.) "Lâ ilahe illallâh'tır" dedi.
Orada bulunan Kureyşliler, "O, bütün tanrıları bir tek tanrı mı yapmış" dediler. Bunun üzerine "Sâd, şanlı Kur'an'a andolsun ki, küfredenler bir gurur ve tefrika içindedirler." diye başlayan ayetlerden, "Bu, uydurmadan başka bir şey değildir" ayetine kadar olan kısım nazil oldu."[1]
Bu rivayeti İbni Ebî Hatim ve İbni Cerir de değişik bir lafızla Süd-dî'den rivayet etmişlerdir.
Bir diğer rivayette de şöyle gelmiştir: "Ömer b. Hattâb (r.a.) müslü-man olunca bu olay Kureyşli müşriklere ağır geldi. Toplanıp Ebû Tâlib'e gittiler ve "Bizimle kardeşinin oğlu arasında hüküm ver." dediler. Bunun üzerine Ebu Talib Hz. Peygamber (s.a.)'e haber göndererek çağırttı ve "Ey kardeşimin oğlu! Bunlar senin kavmin. Senden adalet istiyorlar. Öyleyse sen de kavminden büsbütün yan çevirme." dedi. Hz. Peygamber (s.a.), "Benden ne istiyorlar?" diye sordu. Müşrikler, "Sen bizimle ve ilâhlarımızla uğraşmayı bırak, biz de seni ve ilâhını bırakalım." dediler. Hz. Peygamber (s.a.), "Arapları hakimiyetinize almanızı sağlayacak ve Arap olmayanları da size bağlayacak bir sözü söyler misiniz?" diye sordu. Ebu Cehil, "Baban aşkına! Hem o kelimeyi, hem de onun on mislini söyleriz." karşılığını verdi. Hz. Peygamber (s.a.), "Allah'tan başka ilâh yoktur deyin." buyurdu. Onlar-sa bundan kaçınıp kalktılar ve "Bütün tanrıları tek bir tanrı mı yapmış?" Bütün bir mahlukâta bir tek ilâh nasıl yeterli olur?" dediler. Bunun üzerine Allah Tealâ bu ayetleri, "Onlardan önce de Nuh kavmi... yalanlamıştı" ayetine kadar inzal buyurdu.
"Onların elebaşlarından bir güruh, "Yürüyün, tanrılarınıza bağlı kalın. Şüphesiz ki bu, arzu edilecek olan birşeydir." diyerek kalkıp gitmiştir." Yani Ebu Talib'in meclisinde bulunan Kureyş ileri gelenleri, "Üzerinde bulunduğunuz yolda devam edin, ilâhlarınıza kullukta sebat gösterin ve buna sabredin. O ilâhlardan dönmek şüphesiz ki büyük bir iştir ve Muhammed de, bize galebe çalmak ve bizim kendisine tabi olmamız, böylece aramızda dilediği gibi hükmünü yürütmek için bunu istemektedir. " diyerek kalkıp gittiler.
2- Hristiyanlıkta tevhid inancının bulunmaması: "Biz bunu diğer dinde işitmedik. Bu, uydurmadan başka birşey değildir." Biz, Allah'ın birliğine çağıran bu daveti diğer dinde -ki bu din Hıristiyanlıktır- işitmedik. Bu, hiçbir gerçek yönü bulunmayan bir yalan ve iftiradan başka birşey değildir. Bunun herhangi bir vahiy ve semavî dinden dayanağı bulunmadığı gibi, sahih ve sağlam aklî gerçeklerle de bağdaşır yanı yoktur. Bunlar müşriklerin iddialarıdır ve bu iddialar doğrultusunda kendilerine Hz. Peygamber (s.a.)'in tevhid inancına davetinin batıl olması gerekir!
3- Peygamberliğin Hz. Muhammed (s.a.)'e tahsis edilmesi: "O uyarı aramızdan ona mı indirilmiş?" Bu, inkâr mahiyetinde bir sorudur. Yani bu toplumun ileri gelenleri bizler olduğumuz halde Kur'an bize değil de Mu-hammed'e nasıl indirilir? Bu imkânsız bir şeydir. Nitekim bir diğer ayet-i kerimede onların şöyle dedikleri anlatılır: "Ve dediler ki: "Bu Kur'an, iki kentten büyük bir adama indirilmeli değil miydi?" (Zuhruf, 43/31). Yüce Allah ise şöyle buyurarak onları reddetmiştir: "Rabb'inin rahmetini onlar mı bölüştürüyorlar? Dünya hayatında onların geçimliklerini aralarında biz taksim ettik ve onlardan kimini ötekine derecelerle üstün kıldık." (Zuhruf, 43/32).
Onların, cehaletleri ve akıllarının kıt olması dolayısıyla bunu imkânsız görmelerinin sebebi Kur'an konusundaki şüpheleri ve peygamberliği çe-kememeleridir.
"Hayır onlar benim vahyimden şüphe içindedirler. Hayır onlar benim azabımı henüz tatmadılar." Yani, hayır! Hakikat şudur ki, onlar Kur'an'-dan veya vahiyden şüphe içindedirler. Hayır! Onların şüpheye düşmelerinin ve düşünüp akıl yürütmeyi terketmelerinin sebebi, azabımı tatmamış olmalarıdır. Onu tattıkları zaman Kuranı tasdik ederler, şüpheleri ortadan kalkar ve hasedi bırakırlar.
Daha sonra Allah Tealâ, müşriklerin Hz. Muhammed (s.a.)'in peygam-berleğini imkânsız görmelerini reddetmekte ve onun içlerinden en şerefli olana verildiğini şu şekilde beyan buyurmaktadır:
"Yoksa daima üstün olan, çok lütufta bulunan Rabb'inin rahmet hazineleri onların yanında mı?" Hayır! Onlar kuvvet sahibi ve galib olan, bağışta bulunan, ihsan eden ve atiyyeleri bol olan Rabb'inin nimetlerinin anahtarlarına malik midirler ki peygamberlik nimetini diledikleri kimseye versinler? Nitekim bir başka ayet-i kerimede de şöyle buyurulmaktadır: "De ki: "Eğer Rabb'imin rahmet hazinelerine siz sahip olsaydınız, sarfet-mekle tükenir korkusuyla onu tutar, kimseye birşey vermezdiniz. Hakikaten insan çok cimridir." (İsrâ, 17/100).
Daha sonra Yüce Allah, inkâr ve azarlamanın derecesini arttırarak şöyle buyurmaktadır:
"Yoksa göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların mülkü onların mı? Öyle ise sebeplerine yapışarak göğe yükselsinler." Hayır! Onlar göklerin, yerin ve bu ikisi arasındaki mahlukâtın ve alemlerin sahibi midirler? Farz-ı muhal, onlar bütün bunların sahibi iseler, kendilerini göğe ulaştıracak araçlar vasıtasıyla yükselsinler de böylece dilediklerini ihsar edip, dilediklerini engellesinler ve bu alemi canlarının istediği şekilde idare etsinler bakalım!
Bundan sonra Yüce Allah onları kuvvet azlığı ve hakirlikle tavsif etmekte ve şöyle buyurmaktadır: "Onlar derme-çatma kabilelerden oluşmuş öyle bir ordudur ki, işte surda hezimete uğratılmışlardır." Yani onlar, şurada, Hz. Muhammed (s.a.)'in peygamberliğine dil uzattıkları ve müminler aleyhine gurup gurup toplandıkları şu yerde mağlup edilmiş bir ordudan başka birşey değildirler. Bu ayet, Yüce Allah'ın şu kavl-i ilâhisi gibidir: "Yoksa "Biz muzaffer bir topluluğuz. " mu diyorlar? O topluluk bozulacak ve geriye dönüp kaçacaklardır. Hayır, buluşma zamanları, o uyarıldıkları saattir. O saat cidden çok feci ve acıdır." (Kamer, 54/44-46). Bu, Yüce Allah'ın, peygamberini zafere ulaştıracağına ve galibiyetin onun olacağına dair vaadidir. [2]
Kafirlerin, Daha Önce Yaşamış Olanve Peygamberleri Yalanlayan ÜmmetlerinDurumuyla Uyarılması:
12- Onlardan önce Nuh kavmi, Ad kavmi ve kazıklar sahibi Firavun da yalanlamıştı.
13- Semud kavmi, Lût kavmi ve ke halkı da. İşte o halklar!
I4-Hepsi elçileri yalanladılar da bu yüzden benim cezam onlara hak oldu.
15- Bunlar da iki sağım aralığı kadar bile gecikmeyecek bir tek say. hadanba?kasımg°zetmiy«r-
16-Dediler ki: "Ey Rabbimiz! Bizim azap payımızı hesap gününden önce, hemen ver."
Açıklaması:
Yüce Allah bu ayet-i kerimelerde, geçmiş ümmetler döneminde yaşayan ve peygamberleri yalanlayan kâfirlerden altı sınıfı zikretmektedir ki bu altı sınıf şunlardır:
1-3- "Onlardan önce Nuh kavmi, Âd kavmi ve kazıklar sahibi Firavun da yalanlamıştı." Yani Kureyş'ten önce peygamberleri Nuh kavmi ve Ad kavmi ile güç kuvvet sahibi Firavun ve kavmi de yalanlamıştı.
Hz. Nuh'un (a.s.) kavmi kendisini yalanlamış ve kendisine çeşitli eziyetler yaparak alay etmişler, O'nun bir mecnun olduğunu söylemişlerdi. Yüce Allah da onları, üzerlerine tufan göndermek ve kendilerini suda boğmak suretiyle helak etti, Hz. Nuh ve kendisine inananları da kurtardı. Nitekim Allah Tealâ şöyle buyurmaktadır: "Onlardan önce Nuh'un kavmi de yalanlamıştı. Onlar kulumuzu yalancı saymakta ısrar ettiler. "Mecnun" dediler. O, davetten cebren vazgeçirilmişti. Nihayet o da Rabbine, "Ben hakikaten mağlûbum. Artık intikam al!" diye dua etti. Bunun üzerine biz de şarıl şarıl boşalan bir su ile göğün kapılarını açtık. Yeri de kaynaklar halinde fışkırttık, her iki su, takdir edilmiş bir işin olması için birleşti. Nuh'u da tahtalar ve çivilerde yapılmış gemi) üzerinde taşıdık. Kendisine karşı nankörlük edilen kulumuza bir mükâfat olmak üzere gemi, gözlerimizin önünde akıp gidiyordu. " (Kamer, 54/9-14).
Hz. Hûd (a.s.)'un kavmi olan Âd'a gelince, bu kavim de Hûd (a.s.)'u yalanlamıştı. Yüce Allah da onları şiddetli bir rüzgârla helak etti. Nitekim Allah Tealâ şöyle buyurmaktadır: "Ad kavmi ise uğultulu azgın bir kasırga ile helak edildiler. Allah onu, yedi gece sekiz gün ardı ardına onların üzerine musallat etti. O kavmi orada, içi boş hurma kütükleri gibi serilmiş görürsün." (Hakka, 69/6-7).
Kuvvetli ve sağlam hüküm sahibi azgın zorba Firavun'a ise Yüce Allah, Hz. Musa (a.s.)'ya, beraberinde Hz. Harun olmak üzere dokuz mucize göndermişti. Firavun yine yalanlayıp karşı geldi. Bunun üzerine Allah Tealâ onu suda boğmak suretiyle helak etti, Hz. Musa ve mümin olan kavmi ise kurtuldu. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Musa'nın haberi sana geldi mi? Hani Rabbi ona Kutsal Vadi "Tuva'da şöyle nida etmişti: "Firavuna git, çünkü o azdı. De ki: "Arınmağa gönlün var mı?" Seni Rab-b'inin yoluna ileteyim de O'ndan korkasın." (Musa gitti, tebliğ etti) ona en büyük mucizeyi gösterdi. Fakat o yalanladı, karşı geldi. Sonra sırtını döndü. (Musa'nın getirdiklerini iptal etmek için) çalışmaya koyuldu. (Adamlarını) topladı. (Onlara) şöyle bağırdı: "İşte ben sizin en yüce rabbinizim!" Bunun üzerine Allah onu hem ahiret, hem de dünya azabıyla yakaladı. Şüphesiz bunda, korkacak kimse için kat'l bir ibret vardır." (Nâzi'ât, 79/15-26), "Sizin için denizi yarmıştık, sizi kurtarmış ve Firavun ailesini boğmuştuk, siz de bunu görüyordunuz." (Bakara, 2/50).
4-6- "Semud kavmi, Lût kavmi ve Eyke halkı da." Yani Hz. Salih (a.s.)'in kavmi olan Semûd kavmi, Lût kavmi ve Eyke (sık ağıçlı yer) halkı da yalanlamıştı. Oysa işte o partiler! Yani ey Peygamber! Tıpkı hizipler halinde senin üzerine toplanan kimseler gibi onlar da kuvvet ve çoklukla tavsif edilmişlerdi.
Salih (a.s.)'in kavmi olan Semud, onu yalanlamış ve mucize dişi deveyi boğazlanmışlardı. Bunun üzerine Yüce Allah da onları bir sayha (korkunç ses) veya yıldırım ile helak etti; hayvan ağılına konan kuru çalı-çırpı ve otlar gibi oluverdiler. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Semûd da uyarıları yalanladı. "Bizden bir insana mı uyacağız? O takdirde birz apaçık bir sapıklık ve çılgınlık içine düşmüş oluruz" dediler... Biz onların üzerine bir tek sayha gönderdik de hayvan ağılına konan kuru çalı-çırpı ve otlar gibi oluverdiler." (Kamer, 45/23-31).
Hz. Lût (a.s.) kavmine gelince, onlar da yalanladılar ve bu sebeple yerin dibine batırılmak veya zelzeleye uğratılmak suretiyle helak edildiler. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Lût'un kavmi de uyarıları yalanladı. Biz de üstlerine (taşlar savuran) bir fırtına gönderdik. Yalnız Lût ailesini seher vakti kurtardık." (Kamer, 54/33-34).
Eyke (yani sık ve birbirine girmiş ağaçlı yer) halkına gelince, bunlar Hz. Şu'ayb (a.s.)'in kavmi idi. Kendisini yalanladılar ve bu sebeple gölge gününün azabıyla helak oldular. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Gerçekten Eyke halkı da zalim kimselerdi. Onlardan da öcümüzü aldık. Her ikisi de halâ (yol üzerinde, gözler) ön(ün)de apaçık durmaktadır." (Hicr, 15/78-79), "Onu yalanladılar, nihayet o gölge gününün azabı kendilerini yakaladı. Gerçekten o, büyük bir günün azabı idi." (Şu'arâ, 26/289).
Bunların helak edilmelerinin sebebi, peygamberleri yalanlamaları idi. Nitekim Allah Tealâ şöyle buyurur:
"Hepsi elçileri yalanladılar da bu yüzden benim cezam onlara hak oldu." Yani o geçmiş kavimlerden hiçbirisi yoktu ki peygamberleri yalanlamış olmasın. Bu yüzden de Allah Tealâ'nın cezası onlara hak olmuştur. Bu cezalar, onların suçlarına uygun karşılıklardır. Burada anlatılmak istenen şudur: Onların helak edilmelerinin sebebi, peygamberleri yalanlamalarıdır. Öyleyse muhataplar bundan alabildiğince sakınsınlar. Bu söylediğimiz husus, şu ayette dile getirilmektedir:
"Bunlar da iki sağım aralığı kadar bile gecikmeyecek bir tek sayhadan başkasını gözetmiyor." Yani Kureyş kâfirleri de, Sûr'a ikinci üfürüş olan kıyamet üfürüşü ile gelecek cezadan başkasını beklemiyor. Bu üfürüş,'korkutucu bir üfürüştür ki Yüce Allah, İsrafil (a.s.)'e bunu uzun tutmasını emreder ve neticede Allah Tealâ'nın istisna ettikleri dışında yer ve gök ehlinden olup da bu üfürüşten korkmayan kimse kalmaz. Bu sayha, iki sağım aralığı kadar bile gecikmez. Yani bu sayha beklemez, ara vermez ve rahat bırakmaz.
Söz konusu üfürüş, iki sağım aralığı kadar bile durmaz. Buradaki "iki sağım aralığı," Dişi devenin memesinde (biraz bekledikten sonra biriken) sütün iki sağımı arası kadar geçen zamandır.
Burada anlatılmak istenen şudur: Onlarla Yüce Allah'ın kendilerine hazırladığı cehennem azabının onlara ulaşması arasında, Sûr'a ikinci kere üflenmesindan başka bir şey yoktur. Onlara vaad edilen azabın zamanı geldiğinde, artık onun gecikmesi kesinlikle söz konusu değildir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlar sadece korkunç bir sesten başkasını gözetmezler. O, çekişip dururlarken kendilerini ansızın yakalar. İşte o zaman onlar bir vasiyette bile bulunamazlar. Hatta o vakit ailelerine dahi dönecek halde değildirler." (Yâ-sîn, 36/49)50). Bu ayetler, kıyametin ve ölümün yakınlığını da haber vermektedirler.
Daha sonra Yüce Allah, kâfirlerin peygamberleri yalanlamasına sebep olan üçüncü şüpheyi[3] zikretmektedir. Bu şüphe, ahiret hayatıyla ilgilidir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Dediler ki: "Ey Rabbimiz! Bizim azap payımızı hesap gününden önce, hemen ver." Yani müşrikler, öldükten sonra dirilme, hesap ve ceza sözcüklerini duyunca alay edip eğlenerek şöyle dediler: Rabbimiz! Bize vaad ettiğin azaptan payımıza düşeni derhal ver, kıyamet gününe erteleme. Bu, Allah Tealâ'nm, müşriklerin kendi aleyhlerine istekte bulunmalarını kmaması-dır. Nitekim onlar şöyle de demişlerdir: "Allah'ım! Eğer bu, senin katından gelmiş hakkın kendisi ise, durma bizim üstümüze gökten taş yağdır. Yahut bize acıklı bir azap getir." (Enfâl, 8/32).
Bu sözün sahibi hakkında Yüce Allah'ın "İsteyen biri, inecek azabı istedi." (Me'âric, 70/1) buyurduğu Nadr b. Haris veya Ebû Cehü'dir. Diğerleri de bu söze katılmışlardır.
Daha sonra Yüce Allah şöyle buyurarak peygamberine, müşriklerin eziyetlerine ve sefahetlerine sabretmesini emir buyurmaktadır: "Onlar ne derlerse sabret." Yani müşrik olan kavminin eziyetlerine sabret. Zira onlar neticede mağlûp edilmiş zelil kimselerdir. Sana da sabrına karşılık zafer, yardım ve hoşnut olunacak bir akıbeti müjdeliyoruz. [4]
Davud Aleyhisselam Kıssası:
17- Onlar ne derlerse sabret. Kulumuzu, o kuvvet sahibi Davud'u hatırla. O daima Allah'a yönelirdi.
18- Hakikat biz dağları onun emrine verdik. Bunlar, akşamleyin ve kuşluk vakti onunla birlikte durmayıp teşbih ederlerdi.
19- Toplanıp gelen kuşları da onun emrine verdik. Herbiri itaatle ona dönücü idi.
20- Onun mülkünü de kuvvetlendirdik. Ona hikmet ve hakkı batıldan ayırma kabiliyetini vermiştik.
21- Sana o davacıların haberi geldi mi? Hani onlar duvardan mescide tırmanmışlardı.
22- O vakit Davud'un yanına girivermişlerdi de o, bunlardan telaşa düşmüştü, "korkma" dediler, "biz iki davacıyız. Birimiz ötekinin hakkına tecavüz etti. Şimdi sen aramızda adaletle hükmet. Aşırı gitme. Bize
doğru yolu göster."
23- Birisi dedi ki: "Bu benim kardeşimdir. Onun doksan dokuz dişi koyunu var. Benimse bir tek dişi koyunum var. Böyleyken "Onu bana ver" dedi. Mücadelede beni yendi."
24- Davud dedi ki: "Andolsun ki o, senin koyununu kendi koyunlarına katmayı istemekle sana zulmetmiştir. Hakikat, mallarını birbirine katıp karıştıran ortakların çoğu mutlaka birbirine haksızlık eder. İman edip de güzel amellerde bulunanlar müstesna. Fakat bunlar da ne kadar azdır." Davud bizim kendisine bir azap hazırladığımızı sandı da Rabbinden mağfiret diledi, rüku ile yere kapanıp Allah'a döndü.
25- Biz de ondan bunu affettik. Nezdimizde onun muhakkak bir yakınlığı ve akıbet güzelliği vardır.
26- Ey Davud! Biz seni yeryüzünde bir halife yaptık. O halde insanlar arasında hak ile hükmet. Hevâna tabi olma ki bu seni Allah yolundan saptırır. Çünkü Allah yolundan sapanlara, hesap gününü unuttukları için onlara çetin bir azap vardır.
Şükreden ve sabreden, hem dinen hem de bedenen kuvvet sahibi olan Davud peygamber'in durumunu düşünsün diye Allah Tealâ, ilk olarak Hz. Davad (a.s.)'un kıssasıyla başlamaktadır.
Bu kıssanın -muhakeme olayını kastediyoruz- Kur'an-ı Kerimin zahiri ifadeleri doğrultusunda anlaşılması ve bu konu etrafında dolaşan İsra-iliyyat'tan (uydurma haberlerden) -peygamberlerin ismeti prensibiyle çeliştiği için- uzak durulması gerekir. Zira bu konuda nakledilen İsrailiyyât-tan Davud (a.s.)'un gözünün, banyo yapan bir kadına takıldığı, onu beğenip kendisine aşık olduğu rivayet edilir. Yine rivayete göre bu kadının kocası, Hz. Davud'un komutanlarından Ûryâ (Evriyâ) el-Hassî (?) adlı biridir. Hz. Davud, karısıyla evlenebilmek için ondan kurtulmak ister. Onu bir savaşa göndererek sancak taşıttırır ve öne geçmesini emreder. O da savaşır ve galip gelir. Bunun üzerine ondan kurtulmak için ölünceye kadar onu tekrar tekrar savaşlara gönderir. Sonunda bu zat ölünce karısıyla evlenir.
Beyzavi şöyle der: "Bu bir maskaralık ve iftiradır. Böyle olduğu için Hz. Ali (r.a.), "Davud (a.s.) hakkında kıssacıların anlattığı hikâyeyi nakledene 160 değnek vururum." demiştir. Bu miktar, peygamberlere iftiranın karşılığı olan arttırılmış hadd miktarıdır.[5]
İmam Razi, bu iftira hikâyenin batıl olduğunu üç noktada ortaya koymuştur. Bu noktaları özet olarak naklediyoruz:
1- Bu hikâye, insanların en fasıkına ve fısku fücurda en şiddetli olanına nispet edilse bile böyle bir insan ondan teberri (yüz çevirir) ve imtina ederdi.
2- Kıssadan netice olarak şu iki nokta ortaya çıkmaktadır: Müslüman bir kimseyi haksız yere öldürmeye çalışmak ve onun hanımına göz koymak. Bunların her ikisi de çok kötü ahlâktır.
3- Allah Tealâ Hz. Davud (a.s.) ile ilgili olayların anlatımına geçmeden önce bu peygamberi 10 özellikle nitelemiş, bahse konu olayları zikrettikten sonra da yine onun birçok özelliğini sırlamıştır. Bütün bu sıfat ve özellikler Hz. Davud'un böylesi bir münker fiili ve çirkin ameli işleyebilecek birisi olmasını nefyetmektedir.[6]
Söz konusu kıssa ile ilgili sahih rivayet şudur: Hz. Davud (a.s.) haftalık vaktini üçe bölmüştü. Bunlardan birinde idare ve saltanat işleriyle uğraşır, diğerinde insanlar arasındaki anlaşmazlık konularında yargı işine bakar, son üçtebirlik sürede de namazgahında halvet, ibadet ve Zebur okumakla meşgul olurdu.[7] İki davacı bu düzeni bozarak, mutad olmayan bu günde muhakeme edilmek arzusuyla duvarın üstünden aşarak namazgahtaki Hz. Davud'un huzuruna yukarıdan inmişlerdi. Böyle olunca Hz. Davud onlardan korktu ve onların kendisine suikast amacıyla geldiğini sandı. Çünkü kendisi o sırada namazgahında Rabb'ine ibadet için yalnız başına bulunuyordu. Onun yanına gelen iki hasım, melek değil, insandı. Ayet-i kerimede bu olay anlatılırken kullanılan "ni'âc" kelimesi de "kadınlar" demek olmayıp, "koyun sürüsü" anlamındadır. Ancak Davud (a.s.) diğer davacının delilini dinlemeden hüküm vermekte acele etmişti. Yüce Allah da bu sebeple onu kınamış ve kadının doğru ve tedbirli davranarak, hüküm vermeden önce diğer davacıyı da dinlemesi gerektiğini tenbih buyurmuştur. Bununla birlikte ben, bu açıklamada da söz götürür bir nokta bulunduğunu az ileride açıklayacağım. Zira Hz. Davud'un diğer davacının da söyleyeceklerini dinlemeden hüküm vermesi düşünülemez. Zira bu, hüküm verirken uyulması ve terkedilmemesi gereken bir kuraldır. [8]
Açıklaması:
Hz. Davud (a.s.)'un bu surede anlatılan kıssası üç konuya değinmektedir:
1- Yüce Allah'ın, Hz. Davud'a ihsan ettiği, dünya ve ahiret saadeti temin edecek özelliklerin sayılması.
2- iki davacı arasında cereyan eden bir olayda hüküm verme.
3- Yüce Allah'ın, bu olaydan sonra Hz. Davud'u halife kılması. Birinci konu: Hz. Davud'un sahip olduğu özellikler.
Yüce Allah, Hz. Davud'a verdiği on özelliği zikretmektedir ki bu özellikler, dünyevî ve uhrevî mutlululuğun kemal derecesinde olmasını sağlayan sıfatlardır. Bu özellikler şunlardır:
1-4- "Kulumuzu, o kuvvet sahibi Davud'u hatırla. O daima Allah'a yönelirdi." Bu cümle, bir önceki konunun sonunda zikredilen "Onlar ne derlerse sabret." cümlesine matuftur. Dolayısıyla anlam şöyle olur: "Ey Ra-sul! Kulumuz, ilimde, amelde ve Allah'a taatte kuvvet sahibi Davud'un kıssasını kavmine zikret." Katâde şöyle demiştir: "Hz. Davud'a (bizim peygamberimize ve ona salât ve selâm olsun) ibadette kuvvet ve İslâm'da derin anlayış verilmişti. Gecenin üçte birinde namaz kılar, senenin[9] yarısını oruçlu geçirirdi. Buhari ve Müslim'de sabit bir rivayette Hz. Peygamber (s.a.)'in şöyle buyurduğu zikredilmiştir: "Allah Tealâ'ya en sevimli namaz Davud (a.s.)'un namazı, Allah Azze ve Celle'ye en sevimli oruç da yine Davud (a.s.)'un orucudur. O, gecenin yarısında uyur, üçte birinde namaz kılar ve altıda birinde yine uyurdu. Bir gün oruç tutar, bir gün iftar ederdi. Düşmanla karşılaştığı zaman kesinlikle kaçmaz ve Allah 'a çokça yönelirdi." Yani bütün işlerinde ve her halükârda Allah Tealâ'ya rücu ederdi. Buhârî'nin Târihinde Ebu'd-Derdâ (r.a.)'dan[10] naklen şöyle denmektedir: "Hz. Peygamber (s.a.), Davud (a.s.)'u zikrettiği ve kendisinden birşeyler naklettiği zaman, "O insanların en fazla ibadet edeni idi." buyururdu."
Burada zikredilen dört özellik şunlardır
1- Sabır: Yüce Allah Hz. Muhammed (s.a.)'e, kadrinin yüceliğine rağmen, Allah'a taatte sabır gösterme konusunda Hz. Davud'a uymasını emir buyurmuştur.
2- Kulluk: Yüce Allah Hz. Davud hakkında "Kulumuz Davud" buyurmak suretiyle Hz. Davud'u "kulluk"\a vasfetmiş, Zât-ı ilâhisinden de -ta'z-im maksadıyla- çokluk sigasıyla bahsetmiştir. Yüce Allah'ın bir kimseyi "kulluk"la vasfetmesi, onun için şereflendirmenin son noktasıdır. Nitekim Hz. Muhammed (s.a.) de Miraç gecesi bu sıfatla vasfedilmiştir: "Kulunu bir gece Mescid-i Haramdan Mescid-i Aksâ'ya götüren Allah her türlü noksan sıfattan münezzehtir." (İsrâ, 17/1). Zira Allah Tealâ'nın, peygamberleri "kul-luk"la tavsif buyurması, onların, taatte bütün güçlerini sarfetmeleri sebebiyle kulluğun gerçek anlamına ulaştıklarını hisettirmektedir.
3- Taati yerine getirmede ve ma'siyetlerden sakınmada kuvvet: Bu husus, "kuvvet sahibi" kavl-i ilâhisinde dile getirilmiştir.
4- Bütün işlerinde Allah Tealâ'ya taate rücû: Bu husus "O daima Allah'a yönelirdi." kavl-i ilâhisinde dile getirilmiştir.
5-6- Dağların ve kuşların onunla birlikte teşbih etmesi: Bu husus da şu ayette ifade edilmektedir: "Hakikat biz dağları onun emrine verdik ki bunlar, akşamleyin ve kuşluk vakti onunla birlikte durmayıp teşbih ederlerdi. " Yani Yüce Allah dağları amade kılmıştır ki onlar, güneşin doğuş vaktinde ve gündüzün sonunda Hz. Davud ile birlikte teşbih ederler. Nitekim Allah Tealâ şöyle buyurmaktadır: "Ey dağlar! Onunla birlikte teşbih edin ve ey kuşlar (siz de onun teşbihine katılın)" (Sebe1, 34/10). İbni Kesir şöyle demiştir: "Aynı şekilde kuşlar da onun teşbih ettiği gibi teşbih ederler ve onun söylediği teşbihin aynısını söyleyerek ona karşılık verirlerdi. Bir kuş havada uçtuğu sırada onun üzerinden geçerken Zebur'u okuyan Hz. Davud'un sesini duysa, yoluna devam edemez, havada durur ve onunla birlikte teşbih ederdi. Keza yüce dağlar da ona cevap ve onun söylediği teşbihin aynısı ile kendisine karşılık verirler, onu tabi olarak teşbih ederlerdi.[11] Bu, Yüce Allah'ın şu kavl-i ilâhisinde ifadesini bulan husustur:
7- "Toplanıp gelen kuşları da onun emrine verirdik. Herbiri itaatle ona dönücü idi." Yani kuşları da havada mahbus ve sabit durma halleriyle ona amade kıldık. Gerek dağlar ve gerekse kuşlar bunların herbiri ona itaat edici idi. Ona uyarak teşbih ederlerdi. Davud (a.s.)'un her teşbih edişinde onlar da kendisine cevap verirlerdi. Bu da Hz. Davud'un Zebur'u güzel bir şekilde okuduğuna ve sesinin de güzel olduğuna işaret etmektedir.
8- Mülk ve saltanattaki kuvveti: "Onun mülkünü de kuvvetlendirdik." Yani onun mülkünü ordularla kuvvetlendirdik ve ona, meliklerin ihtiyaç duyduğu mülkü saltanatı kamilen verdik.
9- Hikmet verilmesi: "Ona hikmet (verdik)." Yani ona anlayış kabiliyeti, akıl, fetanet, ilim, adalet, tam ve sağlam amel ve hükümde doğruya isabet kudreti verdik. Allah Tealâ peygamberi Hz. Davud'un nefsini hikmet ile yetkinleştirince, ardından da ondan nasıl kâmil bir konuşma ve ibadet yeteneği verdiğini beyan etmekte ve "ve (ona) fasl-ı hitâb verdik (hakkı batıldan ayırt etme kabiliyeti)" buyurmaktadır.
10- Anlaşmazlıkları güzelce sonuçlandırma: "ve (ona) fasl-ı hitâb verdik, (hakkı batıldan ayırt etme kabiliyeti)" Yani ona, hakkı ihkak (hakkı yerine getirmek) ve batılı ibtal (hükümsüz bırakmak) suretiyle yargı konusunda anlaşmazlıkları güzelce neticelendirme yeteneği, beyan güzelliği ve pek çok manaları az bir sözle ifade etme kabiliyeti ilham ettik.
İkinci konu: Anlaşmazlıklar hususunda yargı.
"Sana o davacıların haberi geldi mi? Hani onlar duvardan mescide tırmanmışlardı. O vakit Davud'un yanına girivermişlerdi de o, onları görünce korkmuştu. Onlar "korkma" dediler, "biz iki davacıyız. Birimiz ötekinin hakkına tecavüz etti. Şimdi sen aramızda adaletle hükmet. Aşırı gitme. Bize doğru yolu göster." Bu, ilginç bir haberdir duyanda onu dinleme ve olayı bilme isteği uyandırır. Bunun için Allah Tealâ bunu peygamberine zikretmiştir. Bu ayetteki hitabın anlamı şöyledir: Sen o önemli ve ilginç haberi bildin mi? Olayın anlatımına bu şekilde başlanmıştır ki inatçı kimseler ona kulak verip dinlesinler ve ondan ibret alsınlar.
Bu, aralarında anlaşmazlık bulunan bir grubun haberidir ki, onlar, halk arasındaki anlaşmazlıkların çözümlendiği mahkeme için belirlenmiş gün dışında başka bir gün Hz. Davud'un namaza tahsis edilmiş odasının duvarından tırmanmış ve Hz. Davud namaz, ibadet ve Zebur'u okumakla meşgul iken yanına girmişlerdi. Bu beklenmeyen olay karşısında Hz. Davud, gelenlerin kendisine suikast düzenlemek maksadında olduğunu sanarak endişeye düşmüştü. Kendisi o sırada, mihrabında -ki burası Hz. Davud'un evinin en şerefli ve mutena köşesi idi- ibadet amacıyla yalnız bulunuyordu. Peygamberlere suikast düzenlemek İsrailoğulları'nm yabancısı olmadıkları bir hadise idi. Zira onlar İş'iyâ (Şa'yâ) ve Zekeriyyâ peygamberleri de katletmişlerdi. Hz. Davud'un kendilerinden kortkuğunu görünce o davacılar "Korkma! Biz, biri diğerine haksızlık etmiş iki davacıyız. Aramızda adilâne bir şekilde hüküm ver ve hükmünde haddi aşma; bizi hak ve adalet yoluna hidayet et."
Anlaşmazlık konusu:
"Bu benim kardeşimdir. Onun doksan dokuz dişi koyunu var. Benimse bir dişi koyunum var. Böyleyken "Onu bana ver" dedi. Mücadelede beni yendi." Yani bu, benim din ve insanlık kardeşimdir. Kendisinin doksan dokuz koyunu, benimse bir tek koyunum var. Böyle olduğu halde bana, "Onu bana ver." dedi ve mücadelede, tartışmada ve hüccet getirmede bana galip geldi. Zira bana öyle hüccetler getirdi ki, onları reddetmeye muktedir olamadım. Buradaki "na'ce" kelimesi "dişi koyun" demektir. Ayrıca yaban öküzüne de "na'ce" denir.
Davud (a.s.) da şöyle diyerek hüküm verdi:
"Andolsun ki o, senin koyununu kendi koyunlarına katmak istemekle sana zulmetmiştir. Hakikat mallarını birbirine katıp karıştıran ortakların çoğu mutlaka birbirine haksızlık eder. İman edip de güzel amellerde bulunanlar müstesna. Fakat bunlar da ne kadar azdır!" Yani mal ortaklarının, veya tanıdıklar ve birbirlerine yardımcı olanların çoğu birbirlerine Zulmederler. Yalnız Allah'a iman edip, Rabbinden korkan ve salih ameller işleyenler bundan müstesnadır. Zira böyle kimseler zulmetmezler. Böylesi salih kimseler ise azdır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurur: "Biz onların çoğunda ahde vefa bulmadık, onların çoğunu muhakkak ki itaatten çıkmış kimseler bulduk." (A'râf, 7/102).
"Davud bizim kendisine bir azap hazırladığımızı zannetti de Rabb'in-den mağfiret diledi, rükû ile yere kapanıp Allah'a döndü." Yani Davud (a.s.) bizim bu olayla kendisini sınadığımızı anladı ve yakinen bildi. Burada kastedilen olay, Hz. Davud'un, kendisine suikast hazırlandığı kanaatine düşmesi ve bu düşünceden kurtulmasıdır. Bunun üzerine Hz. Davud, yanına gelen davacılar hakkında suizanna kapıldığı ve onların kendisine suikast düzenlemek için geldiğini vehmettiği için, yahut o iki davacı arasındaki koyun meselesinde diğer davacının delilini açıklamasını dinlemeden hüküm verdiği ve sadece birisini dinleyerek -oysa bu diğerinin hakkıydı-hüküm verdiği için Rabb'inden bağışlanma diledi, secdeye kapandı -burada secdeye rükû tabir edilmiştir- ve günahından tevbe ederek Allah Te-alâ'ya döndü.
"Biz de bu acele hükmünden dolayı Davud'u affettik. Nezdimizde onun muhakkak bir yakınlığı ve bir akıbet güzelliği vardır." Yani biz de onun bu suizannını veya ondan sudur eden ve "Ebrâr zümresinin hasenatı, mukar-rebûn zümresinin seyyiâtıdır." (yani müminlerin iyilikleri Allah'a yakın insanların günahları gibidir.) kabilinden olan şeyi bağışladık. Onun Rabbi indinde muhakkak bir yakınlığı ve döneceği yer bakımından güzelliği vardır ki bu cennettir.
Açıktır ki burada söz konusu olan günah, Hz. Davud'un, kendisine suikast hazırlayan ve bunu gerçekleştirmek için de mezkûr anlaşmazlık konusu mizanseni hazırlayan o iki kişiden intikam almaya karar vermesidir. Çünkü onlar, Hz. Davud'u bekleyip koruyan görevlilerin kendilerini öldüreceklerini ve cezalandırılmaktan kurtulamayacaklarını anlamışlardı. Daha sonra Davud (a.s.), onları affetmenin ve bağışlamanın peygamberlik makamına daha yaraşır davranış olacağı kanaatine vardı. Bunun üzerine Rabb'i de onu, önceden karar verdiği intikam duygusundan ötürü affetti.
Üçüncü konu: Yeryüzünde halife kılma.
"Ey Davud, biz seni yeryüzünde bir halife yaptık." Allah Tealâ, Hz. Davud'a hitap ederek, kendisini yeryüzünde insanlar arasında hükmeden bir halife yaptığını bildirmektedir. Saltanat, iktidar ve hüküm Hz. Davud'un olacak, diğer insanlar ise onu dinleyip kendisine itaat edeceklerdir. Daha sonra Allah Tealâ, Hz. Davud'a, diğer insanlara öğretmek amacıyla hüküm ve idare etmenin kurallarını beyan buyurmaktadır:
1- "O halde insanlar arasında hak ile hükmet." Yani insanlar arasında, göklerin ve yerin kendisiyle kaim olduğu "adalet" ile hükmet. Bu, hüküm vermenin ilk ve en önemli şartıdır.
2- "Hevâna tabi olma." Yani hüküm verirken nefsinin istek ve arzularına meyletme, yahut da dünya lezzetleri sebebiyle haktan ayrılma. Zira hevâya tabi olma, kişinin ayaklarını kaydırarak cehenneme götüren bir davranıştır. Bunun için Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
"... bu seni Allah yolundan saptırır." Yani hevaya tabi olmak, hak yoldan ayrılma ve sapma sebebidir ve sonucu, yardımsız kalıp hor ve zelil olmaktan başka bir şey değildir. Zira Allah Tealâ şöyle buyurmaktadır:
"Çünkü Allah yolundan sapanlara, hesap gününü unuttukları için onlara çetin bir azap vardır." Yani hak ve adalet yolundan ayrılan kimseler için, bu günün dehşetini ve bu günde her insan için görülecek ince ve hassas hesabı unuttuklarından ve bu gün için amel işlemeyi -ki yargıda adaletli hüküm verme de buna dahildir- terkettiklerinden dolayı kıyamet günü şiddetli bir azap ve uhrevî hesap vardır.
Bu konudan çıkarılacak ibret ve alınacak ders şudur: Yüce Allah, idarecilere insanlar arasında adaletle hüküm vermelerini ve adaletten ayrılmamalarını tavsiye buyurmaktadır. Zira böyle yaparlarsa Allah yolundan sapmış olurlar. Yüce Allah, yolundan sapanları ve hesap gününü hatırla-mazlıktan gelenleri şiddetli bir şekilde tehdit etmektedir.
İbni Ebî Hâtim'in rivayet ettiğine göre Ebû Zür'a, Velîd b. Abdulme-lik'in huzuruna girmiş, Velîd kendisine şöyle demişti: "Bana haber ver! Halîfe de hesaba çekilecek mi? Zira sen Kur'an'ı okuyor ve tefakkuh ediyorsun." Ebû Zür'a, "Ey müminlerin emiri! Bunu gerçekten söyleyeyim mi?" dedi, o da "Söyle. Allah'ın emniyetindesin." karşılığını verdi. Bunun üzerine Ebû Zür'a, "Ey müminlerin emiri! Sen mi Allah katında daha şereflisin, yoksa Davud (a.s.) mu? Allah Tealâ ona hem hilafet, hem de nübüvvet vermiş, sonra da onu Kitab'ında tehdit ederek, "Ey Davud, biz seni yeryüzünde bir halife yaptık. O halde insanlar arasında hak ile hükmet. Hevana tabi olma ki bu seni Allah yolundan saptırır..." buyurmuştur.[12]
Öldükten Sonra Dirilmenin, Mükafat Ve Cezanın İspatı; Kur'anın Faziletinin Beyanı:
27- Göğü, yeri ve bu ikisi arasında bulunan şeyleri boşuna yaratma- c^1^' Bu> ° küfredenlerin zannıdır. i Bu yüzden küfredenlere ateşten he-
lâk vardır-
28. Yoksa biz iman edip de güzel amel işleyenleri, yeryüzünde fesat çıkaranlar gibi mi tutacağız? YahutAllah'tan korkanları, doğru yoldan sapanlar gibi mi sayacağız?
29~ Bu Kur'an ?ok mübarek bir Kitap'tır. Onu sana indirdik ki ayetlerini iyiden iyiye düşünsünler ve akl-ı selim sahipleri öğüt alsınlar.
Açıklaması:
"Göğü, yeri ve bu ikisi arasında bulunanları boşuna yaratmadık." Yani biz yeri, göğü ve bu ikisi arasındaki mahlukâtı, hiçbir hikmeti bulunmayan bir abes olarak, ya da bir oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık. Aksine biz gökleri ve yeri, azametli kudretimize delâlet etsin ve oralarda bize taat, kulluk ve tevhid doğrultusunda amel edilsin diye yarattık. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım." (Zâriyât, 51/56).
"Bu, o küfredenlerin zannıdır. Bu yüzden o küfredenlere ateşten helak vardır." Yani küfredenler, bütün bu mahlukâtm, herhangi bir gaye güdül-meksizin, abesle iştigal olarak yaratıldığını zannediyorlar. Onların mantığına göre o halde kıyamet de yoktur, azap da! Vay o kâfirlerin kıyamet günü azaptaki hallerine! Onların orada görecekleri ceza, dünyadayken içinde bulundukları şirk, ma'siyet, Allah Tealâ'nın ihsan ettiği şeylere karşı küf-ran-ı nimette (Allah'ın ihsan ettiği nimetleri Ondan bilmemek) bulunmalarına ve öldükten sonra dirilmeyi inkâr etmelerinin karşılığıdır. Onların bu zanları batıldır. Buradaki ilk ayetin bir benzeri de şu ayettir: "Bizim sizi boş yere bir oyun ve eğlertce olarak yarattığımızı ve sizin bize döndürülüp getirilmeyeceğinizi mi sandınız?" (Müminûn, 23/115). İkinci ayetin benzeri de, "Uğrayacakları çetin azaptan dolayı vay o kâfirlerin haline!11 (İbrâhîm, 14/2) ve "Artık büyük bir günün çetin azabını görmekten ötürü vay kâfirlerin haline!" (Meryem, 19/37) ayetleridir.
Daha sonra Yüce Allah, ahirette insanların nasıl bir yöntemle hesaba çekileceklerini veya müminlerle kâfirlerin eşit olmadıklarını beyan etmekte ve şöyle buyurmaktadır: "Yoksa[13] biz iman edip de güzel amel işleyenleri, yeryüzünde fesat çıkaranlar gibi mi tutacağız? Yahut Allah'tan korkanları, doğru yoldan sapanlar gibi mi sayacağız?" Yani yoksa biz Allah Tealâ'ya iman ve peygamberlerini tasdik eden, farzlarını işleyen, amellerini ıslah eden ve Hâlık ile mahlûk (yaratan ile onun yaratmış olduğu varlık) arasındaki ilişkinin gereğini hakıyla yerine getiren kimseleri; yeryüzünde türlü ma'siyetler işlemek suretiyle fesat ve bozgunluk çıkaranlar gibi mi sayacağız; veyahut muttaki müminleri, Allah Tealâ'ya karşı türlü isyanlar işlemeye dalmış ve bunda ısrarlı olan kâfir ve münafıklar gibi mi addedeceğiz? Şayet biz bunu yaparsak, bu adalet olmaz, hikmet ile bağdaşmaz ve
bu hiçbir nizamın muktezası da değildir.
Yani müminler ile kâfirleri eşit tutmak Allah'ın adalet ve hikmetinden değildir. Bu itibarla söz konusu iki zümre Allah nazarında eşit değildir. Durum bu olunca, itaat edenin mükâfat, facirlerin de azap göreceği bir diğer dünyanın bulunması kaçınılmazdır. Zira şayet ölümden sonra dirilme, hesap ve ceza olmazsa bu iki zümre eşit olur.
Bu ilkeyi -bu dünyada yapılanların karşılığının görüldüğü bir dönüş ve varış yeri bulunması gerektiğini- selim akıl ve temiz fıtrat da tasdik ve teyid eder. Zira iyi kimsenin göreceği karşılık ile kötü kimsenin göreceği karşılığın aynı olması düşünülemez ve insanî düşünce, zalimin azapsız bırakılmasını; mazlumların, zalim, bâğî ve azgınların insafına terk edilmesini kabul etmez, onun dünyadaki üzüntü ve mahrumiyetinin karşılıksız bırakılmasına razı olmaz.
Bu ayetin bir benzeri de Yüce Allah'ın şu kavl-i ilâhisidir:
"Şüphesiz ki fenalıktan sakınanlar için Rabb'leri nezdinde nimeti daim, ve halis cennetler vardır. Öyle ya, biz müslümanları o günahkârlar gibi yapar mıyız hiç? Size ne oluyor, nasıl böyle hükmediyorsunuz?" (Kalem, 68/34-36).
Müminler ile diğerleri arasında açık bir fark bulunduğu ve mümin için cennetlerde daimî mutlu bir hayat, kâfir için ise ateşler içinde acıklı bir azap olduğu Kur'anî, dinî, aklî ve fıtrî delillerle sabit olduğuna göre, peki mutlu olmanın yolu nedir? İşte o yol, Yüce Allah'ın şu kavl-i ilâhisidir:
"Bu Kur'an çok mübarek bir Kitap'tır. Onu sana indirdik ki, ayetlerini iyiden iyiye düşünsünler ve akl-ı selim sahipleri öğüt alsınlar." Yani ebedî mutluluğun yolu, Allah'ın müminler için bir hidayet ve rahmet olarak inzal buyurduğu Kur'an'a tabi olmaktan geçer. O Kur'an hayrı ve bereketi çok olan bir Kitap'tır. Kendisine temessük edip sarılan kimse için şifa, kendisine tabi olan için kurtuluştur. Allah Tealâ onu, üzerinde düşünmeden sadece tilâvet etsinler diye değil, anlamları üzerinde düşünsün ve tefekkür etsinler, akıl sahipleri ondan ve beyanlarından öğüt alsınlar diye insanlara indirmiştir. Hasan'i-Basrî şöyle demiştir: "Allah Tealâ'ya yemin olsun ki Kur'an'ı tedebbür (tefekkür) etmek ve üzerinde düşünmek, harflerini ezberleyip de hadlerini zayi etmek değildir. Öyle ki, bir kimse "Kuranın hepsini okudum." der de o kimse üzerinde ne ahlaken, ne de amelen Kur'an'm herhangi bir etkisi görülmez!" [14]
Süleyman Aleyhisselam Kıssası:
30- Biz Davud'a, Süleyman'ı ihsan ettik. Ne güzel kuldu! O daima Allah'a yönelirdi.
31- Öğleden sonra kendisine, bir ayağını tırnağı üstüne dikip, üç ayağı üzerinde duran süratli koşu atları gösterilmişti.
32- "Ben" dedi "mal sevgisini Rabb'i-mi anmaktan ötürü tercih ettim. Nihayet perdenin arkasına gizlendi."
33- "Onları bana getirin." dedi, bacaklarını, boyunlarını okşamaya
34- Andolsun biz Süleyman'ı imti- han da ettik: Tahtının üstüne bir ceset bırakıverdik. Sonra bize yö-
35. Dedi ki: -Ey Rabbim, beni affet; bana benden sonra hiç kimseye na- Sip olmayan bir mülk ver. Şüphesiz bütün muratları ihsan eden sensin sen."
36- Bunun üzerine ona rüzgârı mu-sahhar kıldık. Onun emriyle onun dilediği yere yumuşacık akar giderdi.
37- Ve şeytanları, her bina ustasını ve dalgıcı,
38- ve bukağılarla bağlanmış olan diğerlerini de.
39- "Bu bizim insanımızdır. Artık dilediğine ver, veyahut verme, hesapsızdır." dedik.
40- Şüphe yok ki katımızda onun mutlak bir yakınlığı ve dönüp geleceği yer güzelliği de vardır.
Açıklaması:
"Biz Davud'a Süleyman'ı ihsan ettik. Süleyman ne güzel kuldu! O daima Allah'a yönelirdi." Yani biz Davud'a, peygamber bir oğul verdik. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Süleyman, Davud'a mirasçı oldu." (Nemi, 27/16). Yoksa Hz. Davud'un başka oğuları da vardı. Bu oğul, medhü senaya île k&uSr Tİâ Tn^ste^ktel Tira
İbni Ebî Hatim, Mekhûl'ün şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Yüce Allah Hz. Davud'a Hz. Süleyman'ı ihsan ettiği zaman Hz. Davud oğluna, "Ey oğulcuğum! En güzel şey nedir?" diye sordu, o da "Allah'ın sekîneti ve imandır." dedi. Yine Hz. Davud, "En çirkin şey nedir?" diye sordu, Hz. Süleyman, "İmandan sonra küfre düşmektir." diye cevapladı. Hz. Davud, "En tatlı şey nedir?" diye sordu, o "Allah'ın ravh'ı yani rahmetidir." dedi. Yine Hz. Davud, "Kalbi en çok serinleten şey nedir?" dedi, Hz. Süleyman, "Allah'ın insanları, insanların da birbirini bağışlamasıdır." karşılığını verdi. Bunun üzerine Davud (a.s.), "Sen peygambersin." dedi."
Daha sonra Yüce Allah, Hz. Süleyman'ın tevbe ettiği olaylardan ikisini zikretmekte ve şöyle buyurmaktadır:
Birinci olay:
Hz. Süleyman'a at gösterilmesi: "Öğleden sonra kendisine, bir ayağını tırnağı üstüne dikip üç ayağı üzerinde duran süratli koşu atları gösterilmişti." Yani ey Rasul! Süleyman (a.s.)'a, mülk ve saltanatında ikindi vaktinden sonra gündüzün sonunda kendilerine bakıp durumlarını öğrenmesine kadar elverişli ve önemli olduklarını anlaması ve Allah Tealâ'nın bunlardan kendisine ihsan ettiği nimetlerden faydalanması için sâfinât'ın -üç ayağı ve dördüncünün tırnağı üzerinde duran atların- arzedildiğini hatırla.
"Ben" dedi, "mal sevgisini Rabb'imi anmaktan ötürü tercih ettim." Yani Hz. Süleyman şöyle dedi: "Ben bu atları, kendi heva ve meylimden değil, Rabb'imin zikrinden ve emrinden hasıl olan bir sevgiyle sevdim ve diğer şeylere tercih ettim. Bu atl'ar çok sayıdaydı ve onlarla aramızdaki mesafenin uzaklığından ve toz-topraktan ötürü gözümden kaybolana kadar koştular." Buradan da anlaşılmaktadır ki, Hz. Süleyman'ın atlara karşı olan sevgisi, Yüce Allah'ın, bu atların Allah yolunda cihad için bağlanıp hazırlanması, dininin takviyesi ve bu dinin ayakta durmasını temin eden esasların sağlamlaştırılması doğrultusundaki emrine uymaktan başka bir şeyden kaynaklanmıyordu.
Atlar konusunda yapılması gereken tefsir Hz. Süleyman'ın yadırganması değil, peygamberliğin merkezi, risaletin şerefi ve nimetlerin sayılması konusunda ayetlerin ifadesinin delâletleri ile örtüşen -yukarıda zikrettiğimiz- tefsir tarzıdır. Dolayısıyla buna aykırı düşen herhangi bir tefsir yapmak sahih değildir. Özellikle de Yüce Allah'ın, Hz. Peygamber (s.a.)'e, Hz. Davud ve Hz. Süleyman'ı örnek edinmesini emir buyurduğu hatırlanacak olursa bu söylediğimizin doğruluğu daha iyi anlaşılacaktır. Nitekim Yüce Allah bu ayetlerin baş tarafında şöyle buyurmaktadır: "Onlar ne derlerse sabret. Kulumuzu, o kuvvet sahibi Davud'u hatırla..."
Daha sonra Hz. Süleyman, şöyle diyerek o atların önüne getirilmesini istemektedir:
"Onları bana getirin" dedi. Bacaklarım, boyunlarını okşamaya başladı." Yani o atları bana tekrar getirin. Atlar tekrar geldiği zaman da onlara verdiği kıymeti anlatmak, onlara ikramda bulunmak, onlar sebebiyle nasıl sevindiğini ifade etmek, durumlarını iyice öğrenmek ve gördüğü eksikliklerini gidermek maksadıyla eliyle onların ayaklarını, boyunlarını ve alınlarını okşamaya başladı. Çünkü bu atlar, düşmana karşı koymak ve baskınlarını savuşturmak maksadıyla kullanılan cihad vasıtaları ve savaş araçları idiler. Müfessirlerin çoğunluğu şöyle demişlerdir: "Hz. Süleyman, atların ayaklarını ve boyunlarını kılıçla meshetti, yani onları kesti. Çünkü atlar onu meşgul ederek ikindi namazını geçirmesine sebep olmuşlardı." Oysa, Rabb'inin nimetlerine şükreden bir peygamberin böyle davranması ve cezalandırmaya ehil olmayan varlıkları cezalandırması tasavvurdan uzaktır.
İkinci olay:
Hz. Süleyman'ın, bir ceset olarak tahtının üstüne bırakılması: "Andolsun biz Süleyman'ı imtihan de ettik: Tahtının üstüne bir ceset bırakıverdik. Sonra bize yöneldi." Yani Allah'a yemin olsun ki, biz Süleyman'ı bir diğer olayla da denedik. Bu imtihan, onun bedenindeki bir hastalık, rahatsızlık idi. Nitekim Razi de böyle söylemektedir. Şöyle ki; Yüce Allah Hz. Süleyman'ı, bedeninde çıkan bir hastalık ile denemişti. Öyle ki, sonunda bedeni zayıfladı ve bitkin bir hale geldi. Daha sonra da eski sıhhatli haline döndü.[15]
Daha önce Beyzavi'den de naklettiğim gibi bazı müfessirler ve bu arada Ebû Hayyân[16] ise, bu fitneyi Hz. Süleyman'ın, her biri Allah yolunda cihad edecek süvariler doğuracak şekilde hanımlarından yetmişini dolaşmaya -inşâallâh demeksizin- karar verdiği, ancak neticede hanımlarından sadece birisinin hamile kaldığı ve onun da yarım bir erkek çocuk dünyaya getirdiği, Hz. Süleyman'ın tahtının üzerine bırakılan cesedin de bu çocuğa ait olduğu şeklinde tefsir etmişlerdir. Buna göre Hz. Süleyman'ın tahtının üzerine bırakılan ceset, yarım doğmuş olan bu çocuk cesedidir.
Hz. Süleyman'ın tahtının üzerine bırakılanın şeytan olduğu da söylenmiştir. Ancak bu, zındıklara ait olan batıl bir görüştür. İbni Kesir bu konuda şöyle demiştir: "Bu ve diğer görüşler İsrailiyyât'tandır. Bunlar reddedilmesi gereken çirkin görüşlerdir. Bu konuda anlatılanların en kötüsü ise kadınların zikredildiği haberdir.[17]
"Dedi ki: "Ey Rabbim, beni affet!" Hz. Süleyman şöyle dedi: "Rabbim! Benden sadır olan ve kendisi ile beni denediğin günahı bağışla." Bu, küçük hatalara karşı gösterilen hassasiyetin yüceliğindendir. Zira bazan yapılan birşey, daha efdal ve evlâ olan davranışı işlememek olabilir. İşte o zaman
mağfiret talebine ihtiyaç hasıl olur. Çünkü "Ebrâr zümresinin hasenatı, mukarrebûn zümresinin seyyiâtıdır" (yani müminlerin iyilikleri Allah'a yakın insanların günahları gibidir.) ve peygamberler daima nefsi sindirip kontrol altında tutma ve kendilerinden sadır olan zelleleri izhar etme ma-kamındadırlar. Nitekim Buhari'nin Ebû Hureyre (r.a.) kanalıyla naklettiği bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Vallahi ben muhakkak Allah 'a günde 70 kereden fazla tevbe istiğfar ederim."
"Bana, benden sonra hiç kimseye nasip olmayan bir mülk ver. Şüphesiz bütün muratları ihsan eden sensin, sen." Bana öyle büyük bir mülk bağışla ki, benden başka birisine onun gibi bir mülke malik olmak mümkün olmasın. Ya Rabbi! İhsanı ve hibesi çok olan sensin; benim duama icabet eyle.
Zemahşerî şöyle demiştir: "Hz. Süleyman, meliklik ve peygamberliğin beraberce ihsan edildiği bir evde yetişti ve bunların her ikisine de varis oldu. Bunun üzerine Rabbinden bir mucize talebinde bulunmayı arzu etti ve bu iki hususa olan ülfeti hasebiyle daha fazla mülk istedi. Bu öyle bir mülk olacaktı ki, peygamberliğine delâlet etmesi ve peygamber olarak gönderildiği kimseler üzerine tam anlamıyla hakim olabilmesi için sınırları alışılmışın dışına taşacak ve mucize noktasına ulaşmış bulunacaktı; o ana kadar mülk adına görülmüş bütün varlıkların ifade ettiği anlamın ötesinde bir mucize olacaktı. "Benden sonra hiç kimseye nasip olmayan..." kavlinin anlamı işte budur.
Şöyle bir tefsir de yapılmıştır: Hz. Süleyman azametli bir melik idi. Kendisine verilen mülkün bir benzerinin başka birine daha verilmesi halinde o kimsenin Allah'ın tayin ettiği sınırlara riayet etmeyeceğinden endişe etti.[18]
Yüce Allah da onun bu duasına icabet etti ve kendisine beş türlü nimet verdi:
1- "Bunun üzerine ona rüzgârı musahhar kıldık. Onun emriyle onun dilediği yere yumuşacık akar giderdi." Yani biz rüzgârı onun emrine boyun eğdirdik ve ona itaatkâr kıldık. Öyle ki, onun emrine itaat ederek, toz toprak kaldırmadan ve sarsmadan, yumuşak bir şekilde ve fakat sürat ve kuvvetle akıp gider, onu gitmek istediği yere ve yöne taşıyıp götürürdü. Yüce Allah'ın burada rüzgârı yumuşak ve sarsıntısız olarak tavsif buyurması, "Süleyman'a da şiddetli esen rüzgârı musahhar kıldık ki, bu kendisini, içerisine bereket verdiğimiz yere onun emriyle akar götürürdü" (Enbiyâ, 21/81) ayeti ile muaraza teşkil etmez. Çünkü buradaki "şiddetli"den maksat, sarsıntılı ve çalkantılı değil, "çok kuvvetli'dir. Böyle olunca da o rüzgâr, "şiddetli esintili" olarak tavsif edilmiştir. Ancak bu vasfıyla o, tehlikesiz ve tatlı bir akıntıya, esintiye sahipti. Yahut da söz konusu rüzgâr, ihtiyaca göre kimi zaman yumuşak, kimi zaman da şiddetli eserdi.
2- "Ve şeytanları, her bina ustasını ve dalgıcı." Yani ona, emrinde çalışan şeytanları da müsahhar kıldık. Bunlar çok yüksek binaların yapımında veya denize dalıp inci ve mercan çıkarmada veyahut da başka işlerde çalışırlardı.
3- "Ve bukağılarla bağlanmış diğerlerini de." Yani onun emrine başka şeytanları da verdik. Bunlar, azgın şeytanlardır ki onun emrine amade kılınmışlar, o da kötülüklerini önlemek ve kendilerini cezalandırmak için onları zincir ve bukağılarla bağlamıştır.
4- "Bu bizim insanımızdır. Artık dilediğine ver, dilediğine verme, hesapsızdır." Bu, Hz. Süleyman'a verilen dördüncü nimettir ki Allah'ın kendisine ihsan ettiği nimetler, azametli mülk ve zenginlik üzerinde dilediği gibi tasarrufta bulunma hürriyetidir. Yine rüzgâr ve şeytanlara hakimiyet sağlaması ve onların kendisine müsahhar kılınması da bu cümledendir. Yüce Allah ona, bu mülkten dilediği kimselere vermesi, dilediği kimselere de vermemesi konusunda izin vermiştir.
5- "Şüphe yok ki katımızda onun mutlak bir yakınlığı ve dönüp geleceği yer güzelliği vardır." Yani ahirette onun Allah huzurunda mutlak bir yakınlığı ve izzeti, döneceği yerin -ki orası cennettir- güzelliği, feyiz ve mükâfat vardır. Dolayısıyla o, kıyamet günü Allah Tealâ katında büyük bir pay ve nasip sahibidir. [19]
Eyyub Aleyhisselam Kıssası:
41- Kulumuz Eyyub'u da an. Hani o, Rabbine şöyle nida etmişti: "Hakikat şeytan beni yorgunluğa ve azaba uğ-
rattı."
42- "Ayağını yere vur. İşte hem yıkanacak hem içilecek serin bir su" dedik.
43- Ona hem ehlini, hem onlarla beraber bir mislini bizden bir rahmet ve temiz akıl sahipleri için de bir ibret olmak üzere bağışladık.
44- Eline bir demet al da onunla vur. Yemininde durmazlık etme." dedik. Biz onu hakikaten sabırlı bulduk. O ne güzel kuldu! Hakikat o, daima Allah'a dönerdi.
Açıklaması:
"Kulumuz Eyyub'u da an. Hani o, Rabb'ine şöyle nida etmişti: "Hakikat şeytan beni yorgunluğa ve azaba uğrattı." Yani Ey Rasul! Kavmine Eyyub (a.s.)'un, 18 yıl gibi uzun bir süre devam eden hastalığı karşısındaki sabrını zikret. Hani o Rabb'ine şöyle nida etmişti: "Bana bir sıkıntı dokundu ve şeytan beni bir meşakkat, elem ve derde uğrattı." Hz. Eyyub'un bu elem ve sıkıntının şeytandarf geldiğini söylemesi, daha önce de belirttiğimiz gibi onun Yüce Allah'a karşı edebinden ileri gelmektedir.
İbni Cerîr ve İbni Ebî Hatim birlikte Enes b. Mâlik (r.a.)'den şöyle rivayet etmişlerdir: "Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Allah'ın peygamberi Eyyub (a.s.)'un mübtela olduğu dert 18 yıl sürdü. Bu hastalık yüzünden uzak yakın herkes ondan uzaklaştı. Yalnızca iki kişi ondan uzaklaşmadı.[20] Bu iki kişi de onun en yakın ve has kardeşlerindendi ve sabah akşam onun yanma gidip gelirlerdi. Birgün.bu iki kişiden birisi diğerine, "Biliyor musun, Vallahi Eyyub mutlaka öyle bir günah işlemiştir ki alemlerden hiç kimse böyle bir günahın benzerini işlememiştir." dedi. Arkadaşı bunun üzerine, "Nedir o" diye sordu, diğeri de, "On sekiz sene Allah Tealâ ona merhamet etmemiş ve kendisindeki o zararı kaldırmamıştır." dedi. Bu iki adam Eyyub (a.s.)'un yanına gidince birisi dayanamayıp aralarında geçen bu konuşmayı Eyyub (a.s.)'a aktardı.
Eyyub (a.s.) şöyle dedi: "Senin ne dediğini bilmiyorum. Ancak Allah Azze ve Celle biliyor ki ben, çekişmekte olan ve bu haldeyken Allah'ın adını anan iki kişiye uğrardım da evime dönünce Allah'ın hak (doğru ve yerinde bir durum) dışında zikredilmesinden hoşlanmadığım için onlar adına keffaret verirdim."
"Hz. Peygamber (s.a.) devamla şöyle buyurdu: "Eyyub (a.s.) haceti için dışarı çıkar, hacetini giderdikten sonra, hanımı yerine götürene kadar onu eliyle tutarak kendisine yardımcı olurdu. Nihayet birgün Eyyub (a.s.) hanımını çağırmakta her zamankinden geç kaldı. Allah Tealâ Eyyub (a.s.)'a "Ayağını yere vur. İşte hem yıkanacak, hem içilecek serin bir su." diye vah-yetmişti. Hanımı onun geç kaldığını görünce ona doğru gitti ve kendisine baktı. O da tam bu sırada Allah tarafından bütün hastalığı iyileştirilmiş olarak ve en güzel durumunda çıkageldi. Hanımı onu görünce, "Hey! Allah seni mübarek kılsın, Allah'ın şu hastalığa mübtelâ olmuş peygamberini gördün mü? Buna gücü yeten Allah'a yemin ederim ki onun sağlıklı olduğu zamanki durumuna senden daha çok benzeyen birini görmedim." dedi. Eyyub (a.s.), "İşte ben oyum." diye karşılık verdi. Eyyub (a.s.)'un iki ambarı vardı. Bunlardan birisi buğday, diğeri arpa deposu idi. Allah Tealâ iki bulut gönderdi. Bulutlardan birisi buğday ambarının üzerine gelince taşmca-ya kadar içine altın boşalttı. Diğer bulut da arpa deposunu taşırmcaya kadar içine altın boşalttı."
"Ayağını yere vur. İşte hem yıkanacak, hem içilecek serin bir su." Yani ona şöyle buyurduk: "Ayağınla yere vur." Bunun üzerine ayağını yere vurdu ve yerden akan bir su kaynağı zuhur etti. O da o suda yıkandı ve ondan içti de sağlık ve afiyet içinde, hastalıktan kurtulmuş olarak oradan çıktı.
Bu, Hz. Eyyub'un yakalandığı hastalığın bulaşıcı veya tiksindirici bir hastalık olmayıp, sadece acı veren, yorgun düşüren ve bu tür hastalıklara iyi gelen maden suyu yahut kükürtlü su gibi sularla şifa bulması mümkün olan bir cilt hastalığı olduğunun delilidir.
Hz. Eyyub, hastalıktan şifa bulduğu gibi Allah Tealâ aile efradını ve malını da kendisine geri vermiştir. Zira kendisi önceden çok malı-mülkü ve evlâdı olan bir kimseydi. Yüce Allah bu konuda şöyle buyuruyor: "Ona hem ehlini, hem onlarla beraber bir mislini bizden bir rahmet ve temiz akıl sahipleri için de bir ibret olmak üzere bağışladık." Yani ona ehlini bağışladık ve onları artırdık. Bu, ya Yüce Allah'ın onları öldükten sonra tekrar diriltmesi suretiyle -ki Allah Tealâ her şeye kadirdir- suretiyle, ya da aile fertleri ayrılıp dağıldıktan sonra onları Hz. Eyyub'un başına tekrar toplaması ve nesillerini çoğaltıp sayılarını artırması suretiyle olmuştur. Böylece onların adedi, Hz. Eyyub hastalanmadan öncesine nazaran iki katına ulaşmıştır. Bu, Allah'tan bir rahmet ve akl-ı selim sahipleri için bir ibret olarak; sabrın sonunun feraha çıkış olduğuna, Allah'ın rahmetinin iyi kulların yakınında bulunduğuna ve her zorluk ile birlikte bir kolaylığın mevcut olduğuna iman edilmesi için zikredilmiş bir olaydır.
Daha sonra Allah Tealâ, Hz. Eyyub'a, yeminini mubah bir şekilde yerine getirmesi için bir ruhsat zikretmiş ve şöyle buyurmuştur:
"Eline bir demet al da onunla vur. Yemininde durmazlık etme." Yani eline kuru otlardan oluşmuş büyük bir demet al ve onunla, hastalığından iyileşmen halinde kendisine yüz sopa vuracağına dair daha önce yemin ettiğin hanımına vur; yemininde durmazlık etme. Yani yeminin gereği neyse onu yerine getirmeyi terketme. Söz konusu yeminin sebebi, Hz. Eyyub'un hanımı olan Leyyâ bt. Yakub'un -veya o, Rahme bt. Efrâîm b. Yusuftur-zamanında geri dönmeyip, geç kalmasıdır.
Daha sonra Yüce Allah, şöyle buyurarak Hz. Eyyub'u methetmektedir:
"Biz onu hakikaten sabırlı bulduk. O ne güzel kuldu. Hakikat o daima Allah'a dönerdi." Yani biz onu, bedenini mübtelâ kıldığımız hastalığa, malının ve ailesinin gitmesine sabreder bulduk. Eyyub ne güzel bir kuldu. İşlediği bir günah sebebiyle değil de, hasenatını artırmak ve derecesini yükseltmek maksadıyla tevbe ve istiğfar ile Allah Tealâ'ya çokça rücu ederdi. Biz de onu, sıkıntısını kaldırıp kendisini feraha ulaştırmak suretiyle mükâfatlandırdık. Halbuki o, sabırsız davranıp Allah'a şikâyette de bulunmamıştı. Ancak peygamberler, içinde bulundukları durumu Yüce Allah'ın hakkıyla bildiğini kendilerine öğreten mutlak ve tam imanları sayesinde Allah Tealâ'dan, gam ve kederlerini kaldırmasını istemeyebilirler de.
Rivayet edildiğine göre Eyyub (a.s.) başına her musibet geldiğinde "Allah'ım! Sen verirsin, Sen alırsın." derdi. Yine o, Allah'a yakarışın da şöyle derdi: "İlâhi! Şüphesiz sen biliyorsun ki dilim kalbime muhalefet etmedi, kalbim gözüme tabi olmadı, sahip olduğum şeyler beni gaflete sürüklemedi, yanımda bir yetim bulunmaksızın birşey yemedim, beraberimde aç veya açık birisi varken tok ve giyinik olarak gecelemedim." [21]
Hz. İbrahim Ve Neslinin (İsmail, İshak, Yakub, Elyesa Ve Zülkifl) Kıssası (Hepsine Selam Olsun)
45- Kuvvetli ve basiretli kullarımız İbrahim'i, İshak'ı, Yakub'u da an.
46- Biz onları, ahiret yurdunu düşünme hasletiyle kendimize halis kul yaptık.
47- Onlar bizim indimizde seçkinlerden: hayırhlardandır-
48- İsmail'i, Elyesa'ı, Zülkifl'i de an. Hepsi de iyilerdendir.
49- Takvaya erenler için güzel bir gelecek vardır:
50- Adn cennetleri. Onlar için bütün kapılan tastamam açılmıştır.
51- Orada koltuka yaslanarak birçok yemişler, içecekler isteye- çeklerceKler-
52- Yanlarında da bakışlarını yalnız kocalarına diken, bir yaşıt dilberler vardır.
53- İşte hesap günü için size vaad olunagelen şey, bunlardır.
54- Şüphe yok ki bu, bizim bitip tükenmeyecek rızkımızdır.
Açıklaması:
Allah Tealâ, peygamber kullarının faziletlerini haber veriyor ve şöyle buyuruyor:
"Kuvvetli ve basiretli kullarımız İbrahim'i, İshak'ı, Yakub'u da an!" Yani salih ameli ve ibadette kuvvet sahibi ve keskin basiretli kullarımız İbrahim, İshak ve Yakub'un sabrını an. Zira onlar taati devamlı alışkanlık haline getirmişlerdi. Biz de onları, razı olunacak ameller işleme kuvvetiyle takviye ettik. Böylece onlar güzel amel işlediler ve hayırda öne geçtiler. Yine biz onlara dinde fıkıh ve ilim konusunda basiret ve dinde faydalı olacak ameller işleme gücü verdik".
Bunun sebebi ise şudur:
"Biz onları, ahiret yurdunu düşünme hasletiyle temizleyip, kendimize halis kul yaptık." Yani biz katışıksız bir hasleti onlara has kıldık. Bu haslet, ahiret yurdunu düşünsünler ve ahirete iman etsinler diye ahiret için amel işleme, emir ve yasaklarımıza uyma hasletidir ki bu, peygamberlerin özelliğidir.
"Onlar bizim indimizde seçkinlerden, hayırlılardandır." Yani onlar şüphesiz ki hemcinsleri arasından seçilmiş ve tabiat itibariyle hayır işlemeye düşkün kılınmış kimselerdir. Dolayısıyla eziyete meyletmezler; herhangi bir kimseye karşı duyulan kin, haset, buğz ve çekememezlik gibi duygular onların kalplerinde yer tutamaz. Onlar kötülük ve günah işlemezler. Zira onlar seçilmiş hayırlı kimselerdir.
"İsmail'i, Elyesa'ı, Zülkifl'i de an. Hepsi de iyilerdendir." Yani İsmail, Elyesa ve Zülkifl'in sabrını ve onların salih amellerini de an. Zira onların hepsi hayırlı ve peygamberlik için seçilmiş kimselerdir.
Allah Tealâ peygamberine, kavminin sefahetine karşı sabretmesini emir buyurduktan ve peygamberlerden bir bölümünü andıktan sonra, müminlerin ve kâfirlerin görecekleri karşılığı ve bu iki gruptan her birinin karar kılıp kalacağı yerleri zikretmekte ve şöyle buyurmaktadır:
"Bu bir hatırlatmadır. Takvaya erenler için güzel bir gelecek vardır." O peygamberlerin güzel amellerini zikredip sayan bu Kuran ayetleri, onlar için yüceltme, dünyada güzel anılma vesilesi ve ebedî olarak kendisiyle anılacakları bir şereftir. Onlar için ve onlar gibi muttaki kullar için ahiret-te, içinde Allah Tealâ'nm mağfiretine, rızasına ve cenneti nimetlerine dönecekleri bir dönüş yeri vardır. Bu, onlar için ve onlar gibi kimseler için ahi-ret yurdunda hazırlanmış olan nimetlerin ve saadetin zikredilmesine giriş mahiyetindedir.
Daha sonra Yüce Allah şöyle buyurarak, "dönüp gidilecek yer güzelli-ğı'ndenmaksadın ne olduğunu açıklamaktadır:
"Adn cennetleri. Onlar için bütün kapıları tastamam açılmıştır." Yani bu gelecek, cennetlerde nail olacakları daimi ikamettir. Bu cennetlerin kapıları onlar için sonuna kadar açılmıştır. Onlar cennetlere geldikleri zaman, kendilerine ikram olarak bu cennetin kapıları açılır. Bu ifadede, anılan cennetlerin takvaya eren kimselere mahsus olduğu, buraların genişliği, güzelliği ve kıymeti ima edilmektedir ki nefisler bu özelliklere sahip cennetlerle mutluluk bulur.
"Orada koltuklarına yaslanarak birçok yemişler, içecekler isteyecekler." Yani onları, cennetlerde koltuklara ve divanlara yaslanmış olarak, canlarının istediği güzel, lezzetli ve pek çok çeşidi bulunan meyveleri, yine çok çeşitli olan güzel ve tatlı içecekleri ve daha başka şeyleri talep ederken görürsün. Onlar her ne isterlerse, istedikleri şeyleri anında bulurlar. "Akıp giden cennet şarabı kaynağından doldurulmuş testiler, ibrikler ve kadehlerle..." (Vâkı'a, 56/18) onların istediği şeyler hazır edilir.
Bu ayette sadece yemiş (meyve) ve içecek (şarap) zikredilmesinin sebebi, Arapların bunlara olan düşkünlüğündendir. Çünkü onların yaşadığı yerler, sıcak olup, meyve ve içecek bakımından yoksuldur. Ayrıca bu ayette, cennet ehlinin, gıdalanmak için değil, sadece lezzetlenmek ve tad almak maksadıyla yemek yiyeceği ima edilmektedir. Çünkü onların bedenleri orada sürekli kalmak için yaratılmıştır ve bu sebeple yemeye ve içmeye ihtiyaçları yoktur.
Takvaya ermiş kimselerin cennetteki meskenlerini, yiyecek ve içeceklerini bu şekilde anlattıktan sonra Allah Tealâ, onların eşlerini zikretmekte ve şöyle buyurmaktadır:
"Yanlarında da bakışlarını yalnız kocalarına diken, kendileriyle yaşıt dilberler vardır." Yani onların, bakışlarını yalnız kocaları üzerine yönelten, onlardan başkasına bakmayan eşleri vardır. Bunlar yaşıttırlar, yaşları birbirinin aynı olduğu gibi, güzellikleri de birbirinin aynıdır. Birbirlerini severler, aralarında herhangi bir kin gütme veya ayrılık-gayrılık yoktur.
Daha sonra Yüce Allah, takvaya ermiş kimseler için vaad ettiği karşılığı şöyle zikretmektedir:
"İşte hesap günü için size vaad olunagelen şey, bunlardır." Yani cennetin özellikleri cümlesinden olarak zikredilen bu vasıflar, Allah Tealâ'nın muttaki kullar için vaad ettiği şeylerdir. Bu, kendilerine vaad edilmiş olan en güzel bir karşılıktır ve öldükten sonra dirilip kabirlerden kalkarak dağılmanın ardından ahiretteki hesap günü için ertelenip saklanmıştır.
Bu nimetlerin özelliği, devamlı olmalarıdır. Zira Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Şüphe yok ki bu bizim, bitip tükenmeyecek rızkımızdır." Yani bizim size bahşettiğimiz bu nimetler, bitip tükenmesi ve son bulması kesinlikle söz konusu olmayan daimî bir rızıktır. Nitekim şu ayet-i kerimeler de aynı şeyi ifade etmektedir: "Sizin yanınızda bulunan tükenir. Allah 'm yanında bulunan ise kalıcıdır." (Nahl, 16/96), "Bu, kesintisiz bir vergidir." (Hûd, 11/108), "Onlar için kesintisiz bir mükâfat vardır." (İnşikâk, 84/25). "Yemişi de süreklidir, gölgesi de. İşte takvaya erenlerin sonu budur. Kâfirlerin sonu da ateştir." (Ra'd, 13/35). [22]
Azgın Şakilerin Cezası:
55- Bu böyledir. Fakat azgınlara da en kötü bir gelecek vardır:
56- O da cehennemdir. Onlar buraya girecekler. Ne kötü bir döşektir o!
57- İşte onu tatsınlar. Kaynar su ve irindir.
58- Ve daha başka çeşitler de vardır.
59- İşte bunlar körü körüne maiyetinize giren güruhtur. Onlar rahat yüzü görmesinler. Çünkü onlar o ateşe gireceklerdir.
60- Dediler ki: "Hayır, asıl siz rahat yüzü görmeyin. Bunu bizim önümüze siz getirdiniz. Ne kötü durak."
61- Dediler ki: "Ey Rabbimiz, bunu bizim önümüze kim getirdiyse, onun ateş içindeki azabını katmerli olarak artır."
62- Dediler ki: "Kötülerden saydığımız adamları niye burada görmüyoruz?"
63- "Biz onları eğlence edinirdik. Yoksa gözlerimiz mi onlardan kaydı?'
64- İşte bu, cehennem ehlinin birbiriyle davalaşması, muhakkak ve kat'i bir gerçektir.
Açıklaması:
"Bu böyledir. Fakat azgınlara da en kötü bir gelecek vardır." Yani bu zikredilen, müminlerin göreceği karşılıktır. Yahut durum, zikredildiği gibidir. Allah Azze ve Celle'ye taatten çıkan ve peygamberleri yalanlayan kâfirler için ise kötü bir dönüş ve varış yeri vardır. Bu varış yerini Allah Tealâ şu kavl-i ilâhisi ile açıklamaktadır:
"O da cehennemdir. Onlar buraya girecekler. Ne kötü bir döşektir o!" Yani onlar cehenneme gireceklerdir ve cehennemin ateşi onları her yandan kuşatıp yakacaktır. Onların, kendi nefisleri için hazırladıkları bu yer ne kötü bir yerdir! Yani onlar için cehennem ateşinden ibaret olan bu döşek çok kötüdür. Burada ateş, döşeğe benzetilmiştir. Nitekim şu ayet-i kerimede de aynı durum söz konusudur: "Onlar için cehennemden bir döşek ve üstlerinde de yine ateşten örtüler vardır." (A'râf, 7/41).
"İşte onu tatsınlar. Kaynar su ve irindir." Yani işte bu hamîm (kaynar su)'dir. Onu tatsınlar. Bu, onların azabı tatmasını isteyen alaycı tarzda gelen bir emirdir. Hamîm, sıcaklığı çok şiddetli olan sudur ki, deriyi yakıp kızartır. Gassâk ise soğuk ve acı bir sudur ki, soğuğunun şiddeti sebebiyle onu içmek mümkün değildir. Bu, cehennem ehlinin derilerinden akan irin ve sarı sudur.
"Ve daha başka çeşitleri de vardır." Yani onlar için hamîm ve gassâk gibi olan başka çeşit zorlu, azaplar da vardır ki onlar bu azap türlerine de muhatap olacaklardır. Bunlar birbirine zıt olan azaplardır. Zira bu ayette geçen "ezvâc" kelimesi, birbirine zıt ve muhtelif azap türleri anlamına gelir.
Daha sonra Allah Tealâ, cehennem ehlinin aralarında geçen konuşmaları zikretmekte ve şöyle buyurmaktadır:
"İşte bunlar körü körüne maiyetinize giren güruhtur. Onlar rahat yüzü görmesinler. Çünkü onlar o ateşe gireceklerdir." Yani daha önce cehenneme giren bir grup, kendilerinden sonra girenleri, cehennem bekçileri ve zebanilerle birlikte karşılaştıkları zaman şöyle diyecekler: "Bunlar da sizinle birlikte cehenneme giren büyük bir topluluktur. Onlar rahat görmesinler. Yani onlar için bir hayır ve iyilik yoktur. Onlar da tıpkı bizim girdiğimiz gibi ateşe girdiler ve tıpkı bizim hak ettiğimiz gibi onlar da bu ateşi hak ettiler. Onların, "Onlar rahat yüzü görmesinler!" sözünden murad, onlara bedduadır. Bu, ileri gelen efendi ve önderlerin ağzından, dünyadayken terkedilmiş olan tabiler hakkında sadır olan bir sözdür. Bu ifade, kâfirler arasındaki dayanışmanın sona erdiğine, hatta düşmanlığa dönüştüğüne dair Allah Tealâ tarafından verilen bir haberdir.
Liderlerinin bu sözlerine, onlara tabi olanlar şöyle cevap vereceklerdir:
1- "Dediler ki: "Hayır, asıl siz rahat görmeyin. Bunu bizim önümüze siz getirdiniz. Ne kötü durak!" Yani önderleri şöyle dediler: "Hayır, siz bunu bizden daha çok hak ettiniz. Zira bizi siz doğru yoldan saptırdınız ve bizi bu sona siz davet ettiniz. Cehennem hem bizim için hem de sizin için ne kötü bir karar yeridir!" Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Her ümmet (ateşin içine) girdikçe yoldaşına lanet etti." (A'râf, 7/38).
2- "Dediler ki: "Ey Rabbimiz, bunu bizim önümüze kim getirdiyse onun ateş içindeki azabını katmerli olarak artır." Yani yine uyanlar, kendilerini peşlerinden gitmeye çağıran önderleri kastederek şöyle dediler: "Rabbimiz! Bizim bu ateşe girmemize sebep olanlara ve bizim önümüze bu azabı getirenlere, küfürlerinin ve dalâlete düşürmelerinin karşılığı olarak ateşteki azabı kat kat artır." Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Rabbimiz, bunlar bizi saptırdılar. Bunlara eteşten bir kat daha azap ver." Allah "Hepsi için bir kat daha fazla azap vardır, ama siz bilmezsiniz." buyurdu." (A'râf, 7/38). Yani sizden her birinizin kendi durumuna göre azabı vardır. Yine Allah Tealâ şöyle buyurur: "Ve dediler ki: Rabbimiz, biz reislerimize ve büyüklerimize uyduk da bizi yoldan saptırdılar. Rabbimiz, onlara iki kat azap ver ve onları büyük bir lanetle rahmetinden kov." (Ahzâb, 33/67-68). Bunu, Müslim'in Cerîr b. Abdilhamîd (r.a.) kanalıyla rivayet ettiği şu sahih hadis de teyid etmektedir: "Kim kötü bir çığır açarsa, açtığı o çığırın ve o yoldan yürüyenlerin günahı ona aittir."
Daha sonra kâfirler, dünyadayken dalâlette olduğuna inandıkları kimseler hakkında konuşacaklar. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Dediler ki: "Kötülerden saydığımız adamları niye burada görmüyoruz?!" Yani müşrikler, tahassür ve şaşkınlık içinde birbirlerine şöyle diyecekler: "Bizler ateşin içinde, dünyadayken kendilerini hiçbir hayrı bulunmayan değersiz saydığımız kimseleri kaybettik. Bize ne oluyor ki onları da bizimle birlikte ateşin içinde göremiyoruz?!" Kastettikleri ise Ammâr, Hab-bâb, Suheyb, Bilâl, Salim ve Selmân (r.a.) gibi yoksul müminlerdir.
Mücahid şöyle demiştir: "Bu Ebû Cehil'in sözüdür. O şöyle diyordu: "Bana ne oluyor ki Bilâl'i, Ammâr'ı, Suheyb'i ve falanı ve filânı göremiyorum?!" Bu, bir örnek ve darb-ı meseldir. Yoksa kâfirlerin tümü aynı durumdadır. Onların hepsi, müminlerin de kendileri gibi ateşe gireceğine inanırlar. Kâfirler cehennem ateşine girdikleri zaman bu müminleri gözden kaybedecekler ve göremeyecekler. Bunun üzerine bu sözü söyleyecekler.
"Biz onları eğlence edinirdik. Yoksa gözlerimiz mi onlardan kaydı?" Yani biz onları dünyadayken işlerimizde zorla kullanırdık veya onlarla alay ederdik. Şimdi ise onlar ikram gören kimseler oldu, biz ise kaybettik. Zira onlar ateşe girmediler. Yoksa onlar da bu ateşte bizimle birliktedirler de biz onların yerini mi bilmiyoruz? Hasan-ı Basrî şöyle demiştir: "Onlar, bütün bunları yapmışlardı. Müminlerin yoksullarını alay ve eğlence konusu edinmişlerdi. Orada da gözleri onları görmez. Çünkü o müminler cennettedirler." Burada geçen "suhriyyen" kelimesinin "sıhriyyen" şeklinde de okunabileceği söylenmiştir. Bunların her ikisinin de aynı anlamda olduğu söylendiği gibi; ilkinin boyun eğdirme ve zorla kullanma, ikincisinin ise eğlenme ve alay etme anlamında olduğu da söylenmiştir.
Bu cümle, kâfirlerin müminlerle dünyada eğlendiklerinden dolayı kendilerini kınadıklarım ve azarladıklarını ifade etmektedir.
Daha sonra Allah Tealâ, kâfirlerin arasında geçen bu suçlama ve karşılıklı çekişmenin gerçekleşeceğini şöyle buyurarak te'kid etmektedir:
"İşte bu, cehennem ehlinin birbiriyle davalaşması, muhakkak ve kat'î bir gerçektir." Yani Allah Tealâ'nın onlardan hikâye ettiği bu münazaa, kaçınılmaz olarak tahakkuk edecek bir gerçektir ve onlar bu sözleri söyleyeceklerdir. Yahut da mana şöyledir: Ey Muhammed (s.a.)! Bizim sana haber verdiğimiz bu olay, kıyamet günü kesinlikle gerçekleşecektir ki o, cehennem ehlinin, cehennemde birbirleriyle olan münakaşası, önderlerin tabile-rine, tabilerin de önderlerine söyleyecekleri sözlerdir. [23]
Hz. Peygamber (S.A.)'in Doğruluğunun Bazı Delilleri:
65- De ki: "Ben ancak bir uyarıcıyım. Tek ve kahredici olan Allah'tan başka ilâh yoktur."
66- "O, göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan şeylerin Rabbidir. Daima üstündür, çok bağışlayıcıdır."
67- De ki: "O, büyük bir haberdir."
68- "Siz ondan yüz çeviriyorsunuz"
69- "Mele-i a'lâ'ya (ait), onlar aralarında münazara ederlerken benim
hiçbir bilgim yoktu.
70- "Ben ancak apaçık bir uyarıcı olduğum içindir ki, bana vahyolunu-yor."
Açıklaması:
"De ki: "Ben ancak bir uyarıcıyım." Yani Ey Rasul! Mekke'lilerden ve diğer insanlardan Allah'ı inkâr edenlere, Ona ortak koşanlara ve O'nun peygamberini yalanlayanlara de ki: Ben ancak sizi Allah Tealâ'nm azap ve cezasından sakındırıcı, tevhidi, nübüvveti ve öbür dünyayı inkâr edenlerin göreceği cezayı -tıpkı daha Önce yaşamış olan Ad ve Semûd gibi ümmetlerin dünyada başına gelenler ve ahirette cehennem azabının ahvali gibi- size tebliğ ediciyim.
"Tek ve kahredici olan Allah'tan başka ilâh yoktur." Yani sadece bir tek ilâh vardır, O'nun ortağı yoktur. O, kendisi dışındaki her şey üzerine de kahredicidir, her şeyi kahr ve her şeye galebe eder.
"O, göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan şeylerin Rabbidir. Daima üstündür, çok bağışlayıcıdır." Yani bütün göklerin, yerin ve bu ikisi arasında bulunan mahlukâtm hakimidir, bunlar üzerinde tasarruf sahibidir. O, galip olan ve kendisine galip gelinemeyendir. İsyan edenleri cezalandırdığı zaman hiçbir direnici O'na karşı direnemez. O aynı zamanda kendisine itaat edenler için, tevbe ettikleri zaman kullarından dilediği kimseler için ve kendisine sığınanlar için günahları çok bağışlayandır.
Daha sonra Yüce Allah, kendisinin ve peygamberinin emirlerine muhalefet eden ve Kur'an'dan yüz çeviren kimseleri tehdit ederek şöyle buyurmaktadır:
"De ki: "O, büyük bir haberdir. Siz ondan yüz çeviriyorsunuz." Yani ey peygamber! Mekke müşriklerine ve başkalarına de ki: Benim bir peygamber olduğum, Allah'ın bir olduğu ve ortağının bulunmadığı, Kur'an'm Allah katından indirilen bir vahiy olduğu ve onun gerçekten büyük ve önemli bir haber olduğu yolunda verdiğim haberlerden ancak derin bir gaflet içinde bulunan kimseler yüz çevirirler. Zira o sizi dalâletten çekip çıkararak nura kavuşturmak suretiyle kurtarmaktadır. Oysa siz benim söylediklerimden yüz çeviriyorsunuz. Kur'an üzerinde düşünmüyorsunuz. Bu ifadelerde, müşrikleri -Kur'an'dan yüz çevirmeleri sebebiyle- azarlama ve serzenişte bulunma vardır. Zira onların yapmaları gereken şey, hatalarından dönmek olmalıdır.
Daha sonra Allah Tealâ, Hz. Muhammed (s.a.)'in peygamberliğine delâlet eden ifadelere yer vermekte ve şöyle buyurmaktadır:
"Mele-i alaya, onlar aralarında münazara ederken benim hiçbir bilgim yoktu." Yani bana vahyolunmadan önce Mele-i a'lâ'nın, Hz. Adem (a.s.)'in durumu hakkındaki ihtilafıyla, İblisin ona secdeden imtina etmesiyle ve Rabb'ine, kendisinin daha üstün olduğunu ileri sürerek itirazda bulunmasıyla ilgili benim herhangi bir bilgim yoktu. Eğer bana gelen vahiy olmasaydı ben bu tarz gayba ait hadiseleri nereden bilecektim?
"Ben ancak apaçık bir uyarıcı olduğum içindir ki, bana vahyolunuyor." Yani bana, herhangi bir hakimiyet veya saltanat elde etmek gibi bir iş için değil, ancak açık bir uyarmada bulunmam ve açıkça tebliğ etmem için vahiy geliyor. [24]
Adem Aleyhisselam Kıssası:
71- Rabbin o zaman meleklere demişti ki: "Ben muhakkak çamurdan bir insan yaratacağım."
72- "Onu biçimlendirip ona ruhumdan üflediğim zaman derhal ona secdeye kapanın."
73- Bunun üzerine bütün melekler toptan secde ettiler.
74- Yalnız İblis etmedi. Büyüklük tasladı ve kâfirlerden oldu.
75- Rabbin ona buyurdu ki: "Ey İblis! İki elimle yarattığıma secde etmekten sani alıkoyan nedir? Büyüklük mü tasladın? Yoksa yücelerden mi oldun?"
76- İblis dedi ki: "Ben ondan hayırlıyım. Beni ateşten, onu ise çamurdan yarattın."
77- Buyurdu ki: "Haydi çık oradan! Sen kovuldun."
78- "Ve şüphesiz ki ceza gününe kadar lanetim senin üzerinedir."
79- Dedi: "Ey Rabbim! O halde insan-ların yeniden dirilecekleri güne kadar bana mühlet ver."
80- Buyurdu: "Haydi sen mühlet verilenlerdensin."
81- "O belli vaktin gününe kadar."
82- (Şeytan) dedi: "Senin izzetine an-dolsun ki, ben de artık onların hepsini muhakkak azdıracağım."
83- 'İçlerinden ihlâsa erdirilmiş kulların müstesna."
84- (Allah Tealâ) buyurdu: 'İşte bu doğru. Ve şu gerçeği söyleyeyim:
85- "Andolsun, cehennemi senden ve onlar içinde sana uyan kimselerden dolduracağım."
Açıklaması:
"Rabbin o zaman meleklere demişti ki: "Ben muhakkak çamurdan bir insan yaratacağım." Yani Ey Muhammed (s.a.)! İnsanlığın babası Adem'in yaratılış kıssasını hatırla. Yüce Allah, meleklere, "Muhakkak ki ben bir beşer yaratacağım ki o, Adem ve onun soyudur." buyurmuştu. Buradaki "çamurdan" ifadesi, suyla karışık toprak demektir. Nitekim bir başka ayette de şöyle buyurulmuştur: "Andolsun biz insanı pişmemiş çamurdan, değişmiş cıvık çamurdan yarattık." (Hicr, 15/26)
"Onu biçimlendirip ona ruhumdan üflediğim zaman derhal ona secdeye kapanın." Yani onu yaratma işini tamamlayıp da ona düzgün bir şekil verip yaratılışını mükemel bir tarzda gerçekleştirdiğim ve onu, hayatı olmayan cansız bir madde iken canlı yaptığım zaman ona secde edin. Buradaki secde "ibadet secdesi" değil, selamlama ve saygı secdesidir. Yüce Allah'ın bu emri, secdeyi gerekli kılan bir emirdir. Yine buradaki "ruh üfleme" de, Hz. Adem'e hayat maddesi verilmesinin temsilî olarak anlatımıdır. Dolayısıyla burada ne üfürme, ne de üfürülen söz konusudur.
"Bunun üzerine bütün melekler toptan secde ettiler." Yani bütün melekler Allah'ın emrini yerine getirdiler ve secde ettiler. Onlardan, secde etmeyen bir tek melek bile kalmadı ve onlar, ayrı ayrı değil, aynı anda topluca secdeye kapandılar.
"Yalnız İblis etmedi. Büyüklük tasladı ve kâfirlerden oldu." Yani İblis dışında bütün melekler secde ettiler. İblis ise büyüklük tasladı ve secde edenlerden olmadı. Şeytan, bu emri yerine getirmenin Allah'a itaat olduğunu bilememişti. Onun bu büyüklenmesi, küfür büyüklenmesi idi. Neticede o, Allah'ın emrine muhalefeti, secde etmekten geri durması ve büyüklenerek Allah'a itaatten kaçınması sebebiyle kâfirlerden oldu. Yahut da o, Allah'ın ilminde kâfirlerden idi.
"Rabbin ona buyurdu ki: "Ey İblis! İki elimle yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan nedir? Büyüklük mü tasladın? Yoksa yücelerden mi oldun?" Yüce Allah ona şöyle buyurdu: Ey İblis! Seni Adem'e secde etmekten alıkoyan, ona secde etmeni engelleyen nedir? O Adem ki, onu yaratmayı, anne baba vasıtası olmaksızın ben üzerime aldım ve onu vasıtasız yarattım. Sen ona secde etmekten kendini şu an için mi büyük görüyorsun, yoksa sen böyle birşey yapmanın yakışmayacağı daha yüce olan kimselerden mi idin? Bu ifadelerden murat, her iki şıkkın da inkârıdır. İblis cevaben şöyle dedi:
"Ben ondan hayırlıyım. Beni ateşten, onu ise çamurdan yarattın." Yani muhakkak ben Adem'den hayırlıyım. Zira ben ateşten yaratılmış bir mahlûkum, Adem ise çamurdan yaratılmıştır. İblis'in iddiasına göre ateş çamurdan daha hayırlı ve şereflidir. Çünkü ateşte yücelik ve yükseklik vasfı vardır. Toprak ise sönük ve ıssızdır; ateşe göre değeri düşüktür.
"Buyurdu ki: "Haydi çık oradan. Sen kovuldun." Allah Tealâ şöyle buyurdu: Cennet'ten -veya göklerden, yahut melekler zümresinden- çık! Zira sen artık yıldızlar vasıtasıyla taşlanmış, Allah'ın rahmetinden kovulmuş ve her türlü hayırdan uzaklaştırılmış birisin.
"Ve şüphesiz ki ceza gününe kadar lanetim senin üzerinedir." Yani seni kovmuşluğum, dünya durdukça, ceza ve kıyamet gününe kadar sürecek ve devam edecektir. Sonra ahirette de İblis, hak ettiği ilâhi gazap ve cezaya çarptırılacaktır.
"Dedi: Ey Rabbim! O halde insanların yeniden diriltilecekleri güne kadar bana mühlet ver." Yani İblis şöyle dedi: Rabbim! Bana, beni canlı tutarak mühlet ver ve beni insanların, yani Adem ve onun soyunun öldükten sonra diriltileceği güne kadar yaşat, hemen öldürme. İblis'in maksadı böylece Allah'ın rahmetinden kovulmasına sebep olan Adem (a.s.)'den intikam almaktır.
"Buyurdu: "Haydi sen mühlet verilenlerdensin." Allah Tealâ şöyle buyurdu: Haydi sen, Allah'ın, mahlukâtın son bulmasını takdir ettiği güne kadar mühlet verilenlerdensin. Mahlukâtın hayatının son bulması, Sur'a ilk üfürüleceği zamandır. İblis, ölümden kurtulmak için öldükten sonra dirilme gününe kadar mühlet istemiştir. Çünkü kendisine dirilme gününe kadar mühlet verilirse ölmeyecektir. Yüce Allah ise ona, dirilme gününe kadar değil, Sur'a ilk üfürüleceği vakte kadar mühlet vermiştir. İblis, kendisine bu süre tanınınca helâktan emin olmuş, şımarıp azgınlaşmış, şöyle diyerek meydan okumuştur:
"Senin izzetine andolsun ki, ben de artık, içlerinden ihlâsa erdirilmiş kulların müstesna, onların hepsini muhakkak azdıracağım." Yani senin izzetine (hakimiyet ve kahrına) yemin ediyorum ki, şehevî arzuları kendilerine süslü ve çekici göstererek ve kendilerini şüphelere sevkederek ademo-ğullarını yoldan saptıracağım. Yalnız sana taat için seçtiğin, dalâletten, he-vâya ve şeytana uymaktan koruduğun kimseler müstesna. Zira ben onları aldatıp saptırmaya muktedir değilim. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Benim halis kullarıma karşı senin bir gücün yoktur. Sen ancak sana uyan azgınları azdırabilirsin." (Hicr, 15/42)
Allah Tealâ İblis'e şöyle karşılık veriyor:
"Buyurdu: İşte bu doğru. Ve şu gerçeği söyleyeyim: Andolsun cehennemi senden ve onlar içinde sana uyan kimselerden dolduracağım." Yani Allah Tealâ şöyle buyurdu: Ben Hakk'ım -veya- cehennemi İblis'ten ve ona uyanlardan doldurmak benden bir haktır. Ve ben hakkı söylüyorum: Muhakkak cehennemi, senin cinsinden olan şeytanlardan ve Adem'in soyundan sana uyan kimselerden dolduracağım. Zira onlar, kendilerini dalâlete ve azgınlığa çağırdığın zaman sana itaat ettiler. Bu, Allah Tealâ'nın İblis hakkındaki yeminidir ve Yüce Allah, İblis ve onun tabilerini cehenneme atacağına ve cehennemi onla'rla dolduracağına yemin etmiştir. Zemahşerî, "Ve şu gerçeği söyleyeyim." kavl-i ilâhisi hakkında şöyle der: Yani ben haktan başka birşey söylemem. Bu ifade, kendisiyle yemin edilen lafzın hikâyesi tarzında gelmiştir. Burada ifadenin tekidi ve güçlendirilmesi vardır. [25]
Hak Dine Davetin Ve Davetçinin Durumu İle Kur'an Mucizesi:
86- De ki: "Ben buna karşı sizden hiçbir ücret istemiyorum ve ben size kendiliğinden birşeyler teklif
ğütten başka
88- "Onun haberlerinin doğruluğunu bir süre sonra gayet iyi anlayacaksınız."
Açıklaması:
"De ki: "Ben buna karşı sizden hiçbir ücret istemiyorum ve ben size kendiliğinden bir şeyler teklif edenlerden de değilim." Yani Ey Rasul! Kavminden olan o müşriklere de ki: Ben sizden, peygamberliğimin, Allah'ın vahyinin, Kur'an'la verdiğim öğüdün ve vahyin ihtiva ettiği diğer hususların tebliği karşılığında bana vereceğiniz herhangi bir karşılık veya mal istemiyorum. Ben, Allah hakkında yalan uyduranlardan da değilim ki size bilmediğim şeyleri söyleyeyim yahut Allah'ın, çağırmamı emir buyurduğu şeyin dışında sizi başka birşeye çağırayım. Burada geçen "tekellüf' kelimesi kendiliğinden düzmek, uydurmak ve iftira atmak anlamındadır.
"O, alemlere bir öğütten haşka birşey değildir." Yani bu Kur'an veya sizi kendisine çağırdığım bu din, yaratıkların tümü için bir öğütten başka birşey değildir. Akıllı kimse, bunun doğruluğuna şahitlik eder. Buradaki "alemlere" ifadesi insanları ve cinleri içine almaktadır. "Bu Kur'an bana, sizi ve onun ulaştığı herkesi uyarayım diye vahyolundu." (En'am, 6/19) ve "Kavimlerden kim onu inkâr ederse, onun yeri ateştir." (Hûd, 11/17) ayetlerinde de bu husus yer almaktadır.
"Onun haberlerinin doğruluğunu bir süre sonra gayet iyi anlayacaksınız." Yani Ey Kâfirler! Onun, Allah'a çağrısının ve Allah'ı birlemeniz için yaptığı davetin, kısa bir süre sonra, yani ya öldükten sonra veya kıyamet gününde cenneti kazanmanızı sağlayacak şeyleri teşvikinin ve ateşe girmenizle sonuçlanacak şeyleri yapmaktan sizi sakmdırmasınm ve bu yolda size getirdiği haberlerin doğru olduğunu mutlaka bileceksiniz. Hasan-ı Basrî bu ayetin anlamının şöyle olduğunu söylemiştir: "Ey Ademoğlu! Ölüm esnasında sana kesin bilgi gelecektir." [26]
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Tirmizî bu rivayet hakkında "Hasen-sahihtir." demiştir.
[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/168-173.
[3] Birinci ve ikinci şüpheler, yukanda geçen 5-8. ayetlerde zikredilmişti.
[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/176-179.
[5] Beyzavi, s. 602.
[6] Razi, XXVT/189.
[7] İbni Abbâs şöyle demiştir: "Hz. Davud vaktini dörde bölmüştü. Bir gün ibadet, bir gün yargı, bir gün özel işleriyle uğraşma ve son gün de İsrailoğulları'nın tümünün umumî işleri için tahsis etmişti. Bu son gün onlara vaaz-u nasihat eder, onları ağlatırdı. Derken yargı için ayırdığı günün dışındaki birgün kendisine geldiler. Mutad olmayan bu geliş sebebiyle Hz. Davud onlardan korkmuştu. Çünkü onlar onun yanına yukarıdan inmişlerdi. O gün, Hz. Davud'un, görevliler tarafından muhafaza edilip beklendiği gündü. Görevliler, onun yanına kimsenin girmesine izin vermezlerdi. Hz. Davud, böyle bir günde yukarıdan inmek suretiyle yanına girenlerin kendisine bir zarar vermelerinden korkmuştu." {el-Bahru'l-Muhît, VII/391).
[8] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/183-185.
[9] Tercümeye esas aldığımız nüshada burada "gündüzün yarısını" denmektedir. Doğrusu çevirideki gibidir (çev).
[10] Eserin Arapçasında burada Ebu Davud şeklinde geçmekle birlikte doğrusu yukarıda da kaydedildiği gibi Ebu'd-Derdâ'dır (çev.).
[11] İbni Kesir, IV/29.
[12] İbni Kesir, IV/32.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/185-189.
[13] Buradaki "em" ifadesi münkatı bir ifadedir ve ıdrâb-ı intikâli için gelen "bel" (yoksa) anlamındadır. Buradaki "hemze-i istifhamiyye" ile de inkâr kastedilmektedir.
[14] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/196-197.
[15] Razî, XXW209.
[16] el-Bahrul-Muhit, VΙΙ/397
[17] İbni Kesir, IV/35 vd.
[18] Zemahşerî, 11/15.
[19] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/202-206.
[20] Bu uzaklaşmanın, mutad olarak her hastalık sebebiyle vuku bulan bir uzaklaşma olarak te'vil edilmesi mümkündür. Böyle bir uzaklaşma ise hastalıktan tiksinilip iğrenildiği için değil, hastaya duyulan şefkat ve acıma hissinden dolayı olur.
[21] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/209-212.
[22] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/217-219.
[23] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/223-225.
[24] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/228-229.
[25] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/233-235.
[26] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/238.
Müşriklerin İnançlarının Münakaşası:
1- Sâd, şanlı Kur'an'a andolsun ki
2- Küfredenler bir gurur ve tefrika içindedirler.
3- kendilerinden evvel nice üm- metleri helak ettik. O zaman ne çığlıklar kopard,ılar: !akat artık kur"
tuluş zamanı değildi.
4- O kâfirler, içlerinden bir uyarıcı gelmesine şaştılar. "Bu" dediler, "bir büyücü, bir yalancıdır."
5- O bütün tanrıları bir tek tanrı mı yapmış? Bu cidden acaip birşey!"
6- Onların ileri gelenlerinden bir güruh, 'Yürüyün, tanrılarınıza bağ- lı kalın. Şüphesiz ki bu, arzu edilecek olan birşeydir." diyerek kalkıp
7- Biz dinde işitmedik Bu, uydurmadan başka birşey degil-
8-O uya"aramızdan ona mı indirilmiş?" Hayır, onlar benim vahyimden şüphe içindedirler. Hayır, onlar benim azabımı henüz tatmadılar.
9- Yoksa daima üstün olan, çok lü-tufta bulunan Rabbinin rahmet hazineleri onların yanında mı?
10- Yoksa göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların mülkü onların mı? Öyle ise sebeplerine yapışarak göğe yükselsinler.
11- Onlar, derme-çatma kabilelerden oluşmuş öyle bir ordudur ki, işte şurada hezimete uğratılmışlardır.
Açıklaması:
"Sâd, şanlı Kur'an a andolsun ki." Bu sure de, diğer benzerleri gibi Kur'an'm i'caz yönüne dikkat çekmek ve muhatabın ileride gelecek olan ayetlere dikkat etmesini sağlamak maksadıyla bir tenbih olarak böyle bir harfle başlamıştır. Burada, kulların ihtiyaç duyduğu, sahih ve sabit akaid esasları, insan hayatını tanzim eden hükümler ve kanunlar, vaaad ve tehdit gibi dinî ve dünyevî bütün hususları ihtiva eden beyan sahibi Kur'an'a yemin edilmiştir. O Kur'an aynı zamanda şeref, şöhret ve yüce bir mevki sahibidir de. Burada onun, Allah Tealâ'dan gelmiş olan muciz bir kelâm olduğuna, Hz. Muhammed (s.a.)'in, Alemlerin Rabbi tarafından bütün insanlığa görevli olduğunu bildiren nübüvvet ve risalet iddiasında sadık bulunduğuna yemin edilmektedir. Kur'an aynı zamanda bir öğüttür de. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Andolsun size, içinde zikriniz bulunan bir Kitab indirdik." (Enbiyâ, 21/10). Buradaki "zikriniz" ifadesi, "muhtaç olduğunuz öğüt" anlamındadır.
Müşriklerin küfrünün sebebi şudur:
"Küfredenler, bir gurur ve tefrika içindedirler." Yani bu Kur'an, öğüt almayı bilenler için bir öğüt ve ibret almayı bilenler için bir ibrettir. Ancak kâfirler ondan faydalanmazlar. Çünkü onlar Kur'an karşısında bir büyük-lenme içindedirler ve kendilerini hakka uymaktan müstağni görürler; Allah ve Rasulüne muhalefet ederler ve bu muhalefetlerinde inatçılık, büyüklük taslama ve hırs içindedirler.
Bundan sonra Yüce Allah o müşrikleri, kendilerinden önce yaşamış olan ve peygamberleri yalanlayan ümmetlerin helak olmasına sebebiyet veren şeyle korkutmakta ve şöyle buyurmaktadır:
"Biz kendilerinden evvel nice ümmetleri helak ettik. O zaman ne çığlıklar kopardılar. Fakat artık kurtuluş zamanı değildi." Yani biz onlardan önce yaşamış olan birçok ümmeti, elçilere muhalefet etmeleri ve gökten indirilen kitapları yalanlamaları sebebiyle helak ettik. Azap kendilerine geldiği zaman onlar Allah Tealâ'dan himaye ve yardım istemişlerdi. Ancak kendilerine herhangi bir yardım yapılmadı. Çünkü artık zaman, kurtuluş ve azaptan kaçış zamanı değildi. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Azabımızı hissettikleri zaman onlar derhal oradan kaçmak için hayvanlarını mahmuzluyorlardı. Boşuna kaçmayın, bol bol verilip içinde şımartıldı-ğınız nimetlere ve yurtlarınıza dönün. Çünkü sorguya çekileceksiniz." (Enbiyâ, 21/12-13). Buradaki "yerkedûne" kelimesi "korkup kaçmak, uzaklaşmak" anlamındadır. Yine Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Nihayet varlıklılarını azap ile yakaladığımız zaman hemen feryada başlarlar." (Müminûn, 23/64).
"O kâfirler içlerinden bir uyarıcı gelmesine şaştılar. "Bu" dediler, "bir büyücü, bir yalancıdır." Yani müşrikler, Hz. Peygamber (s.a.)'in, içlerinden birisi, bir beşer olduğu halde elçi, müjdeleyici ve uyarıcı olarak gelmesine hayret ettiler. Kâfirler Onun şaşırtıcı mucizelerini gördükleri zaman, "Bu, bir sihirbaz, aldatıcı ve peygamberlik iddiasında ve onu Allah'tan vahiyle aldığı yolundaki nisbetinde yalancı birisidir." dediler.
Bu ayet-i kerimenin bir benzeri, Yüce Allah'ın şu kavl-i ilâhisidir: "İçlerinden bir adama, "İnsanları uyar ve inananlara, Rabb 'leri katında kendileri için güzel bir ecir ve saadet bulunduğunu müjdele." diye vahyetmemiz insanlara tuhaf mı geldi? Kâfirler, "Bu, apaçık bir büyücüdür." dediler." (Yûnus, 10/2).
Bu ayette, müşriklerin kuvvetli ve tefrika çıkaran, Hz. Peygamber (s.a.)'i de herhangi bir hüccet ve burhana dayanmaksızın, kendi hasetleri dolayısıyla ve kendileri içinden ileri gelen liderlerden birisinin peygamber olmasını arzulamaları sebebiyle yalanlayan kimseler olduğuna delâlet vardır. Ancak onlar, Hz. Peygamber (s.a.)'i sihirbazlık ve yalancılıkla suçlamaktan daha ucuz bir töhmet bulamamışlardı.
Daha sonra Allah Tealâ, onların, Hz. Peygamber (s.a.)'i yalancılıkla vasfetmelerine sebebiyet veren üç şüpheden bahsetmiştir. Bunlardan birincisi, uluhiyyet veya tevhide ilişkin, ikincisi peygamberliğe, üçüncüsü de ahiret hayatına ilişkindir. Bu şüphelerden ilk ikisi burada zikredilmiştir. Üçüncüsü ise ileride gelecek olan "Dediler ki: "Rabbimiz! Bizim azap payımızı hesap gününden önce, hemen ver." ayetinde dile getirilmektedir. Şimdi bu noktaları biraz açalım:
1- Allah Tealâ'nın birliği (Tevhid): "O, bütün tanrıları bir tek tanrı mı yapmış? Bu cidden acaip birşey." Yani ilâhları bir tek ilâh haline getirip ulû-hiyyeti sadece Allah Tealâ'ya mahsus mu kılıyor? Bu, muhakkak ki son derece şaşılacak bir şeydir. Müşriklerin buna şaşırmalarının sebebi, o dönemde her kabilenin bir tanrısı bulunmasıydı. Müşrikler şöyle diyorlardı: "Biz onlara, bizi derece olarak Allah'a yaklaştırmaları için kulluk ediyoruz. Allah onlara bu mevkiyi vermiştir. O halde bizim onlara ibadet etmemizin ne mahzuru olabilir?" Bu mantıkla düşündükleri için, birden fazla tanrı inancından oluşan inanç sistemini kaldıran birisinin bu tavrının şaşılacak birşey olduğunu iddia edip, babalarının daha akıllı kimseler olduğunu ve sayıca daha fazla olduklarını, dolayısıyla onların batıla sapmış cahil kimseler olduğunu, buna karşılık Hz. Muhammed (s.a.)'in tek başına hakkı dile getirdiğini ve doğruyu söylediğini düşünmenin aklen mümkün olamayacağını söylediler. İşte bu, mücerret kör taklit, ne aklî, ne de naklî herhangi bir delile dayanmayan, eskilerden miras kalmış inançtan başka bir şey değildir.
Bu ayet-i kerimenin nüzul sebebi, daha önce de zikredildiği gibi, Tirmi-zi ve daha başkalarının, diğer bir lafızla İbni Abbas (r.a.)'dan rivayet ettikleri şu hadisedir: "Ebu Talib hastalanmıştı. Kureyş kendisini ziyarete geldi. Hz. Peygamber (s.a.) de onun yanma gelmişti. Ebu Talib'in başucunda bir kişinin oturacağı kadar yer vardı. Ebu Cehil Hz. Peygamber (s.a.)'in orada oturmasını engellemeye yeltendi. Sonra Hz. Peygamber (s.a.)'i Ebu Talib'e şikâyet ettiler. O da şöyle dedi: "Ey kardeşimin oğlu! Kavminden ne istiyorsun?" Hz. Peygamber (s.a.) şöyle karşılık verdi: "Ey amca! Ben onlardan sadece, sayesinde Arapların kendilerine boyun eğeceği ve Arap olmayanların da kendilerine cizye ödeyeceği bir kelimeyi söylemelerini istiyorum." Ebu Talib, "Nedir o?" diye sordu. Hz. Peygamber (s.a.) "Lâ ilahe illallâh'tır" dedi.
Orada bulunan Kureyşliler, "O, bütün tanrıları bir tek tanrı mı yapmış" dediler. Bunun üzerine "Sâd, şanlı Kur'an'a andolsun ki, küfredenler bir gurur ve tefrika içindedirler." diye başlayan ayetlerden, "Bu, uydurmadan başka bir şey değildir" ayetine kadar olan kısım nazil oldu."[1]
Bu rivayeti İbni Ebî Hatim ve İbni Cerir de değişik bir lafızla Süd-dî'den rivayet etmişlerdir.
Bir diğer rivayette de şöyle gelmiştir: "Ömer b. Hattâb (r.a.) müslü-man olunca bu olay Kureyşli müşriklere ağır geldi. Toplanıp Ebû Tâlib'e gittiler ve "Bizimle kardeşinin oğlu arasında hüküm ver." dediler. Bunun üzerine Ebu Talib Hz. Peygamber (s.a.)'e haber göndererek çağırttı ve "Ey kardeşimin oğlu! Bunlar senin kavmin. Senden adalet istiyorlar. Öyleyse sen de kavminden büsbütün yan çevirme." dedi. Hz. Peygamber (s.a.), "Benden ne istiyorlar?" diye sordu. Müşrikler, "Sen bizimle ve ilâhlarımızla uğraşmayı bırak, biz de seni ve ilâhını bırakalım." dediler. Hz. Peygamber (s.a.), "Arapları hakimiyetinize almanızı sağlayacak ve Arap olmayanları da size bağlayacak bir sözü söyler misiniz?" diye sordu. Ebu Cehil, "Baban aşkına! Hem o kelimeyi, hem de onun on mislini söyleriz." karşılığını verdi. Hz. Peygamber (s.a.), "Allah'tan başka ilâh yoktur deyin." buyurdu. Onlar-sa bundan kaçınıp kalktılar ve "Bütün tanrıları tek bir tanrı mı yapmış?" Bütün bir mahlukâta bir tek ilâh nasıl yeterli olur?" dediler. Bunun üzerine Allah Tealâ bu ayetleri, "Onlardan önce de Nuh kavmi... yalanlamıştı" ayetine kadar inzal buyurdu.
"Onların elebaşlarından bir güruh, "Yürüyün, tanrılarınıza bağlı kalın. Şüphesiz ki bu, arzu edilecek olan birşeydir." diyerek kalkıp gitmiştir." Yani Ebu Talib'in meclisinde bulunan Kureyş ileri gelenleri, "Üzerinde bulunduğunuz yolda devam edin, ilâhlarınıza kullukta sebat gösterin ve buna sabredin. O ilâhlardan dönmek şüphesiz ki büyük bir iştir ve Muhammed de, bize galebe çalmak ve bizim kendisine tabi olmamız, böylece aramızda dilediği gibi hükmünü yürütmek için bunu istemektedir. " diyerek kalkıp gittiler.
2- Hristiyanlıkta tevhid inancının bulunmaması: "Biz bunu diğer dinde işitmedik. Bu, uydurmadan başka birşey değildir." Biz, Allah'ın birliğine çağıran bu daveti diğer dinde -ki bu din Hıristiyanlıktır- işitmedik. Bu, hiçbir gerçek yönü bulunmayan bir yalan ve iftiradan başka birşey değildir. Bunun herhangi bir vahiy ve semavî dinden dayanağı bulunmadığı gibi, sahih ve sağlam aklî gerçeklerle de bağdaşır yanı yoktur. Bunlar müşriklerin iddialarıdır ve bu iddialar doğrultusunda kendilerine Hz. Peygamber (s.a.)'in tevhid inancına davetinin batıl olması gerekir!
3- Peygamberliğin Hz. Muhammed (s.a.)'e tahsis edilmesi: "O uyarı aramızdan ona mı indirilmiş?" Bu, inkâr mahiyetinde bir sorudur. Yani bu toplumun ileri gelenleri bizler olduğumuz halde Kur'an bize değil de Mu-hammed'e nasıl indirilir? Bu imkânsız bir şeydir. Nitekim bir diğer ayet-i kerimede onların şöyle dedikleri anlatılır: "Ve dediler ki: "Bu Kur'an, iki kentten büyük bir adama indirilmeli değil miydi?" (Zuhruf, 43/31). Yüce Allah ise şöyle buyurarak onları reddetmiştir: "Rabb'inin rahmetini onlar mı bölüştürüyorlar? Dünya hayatında onların geçimliklerini aralarında biz taksim ettik ve onlardan kimini ötekine derecelerle üstün kıldık." (Zuhruf, 43/32).
Onların, cehaletleri ve akıllarının kıt olması dolayısıyla bunu imkânsız görmelerinin sebebi Kur'an konusundaki şüpheleri ve peygamberliği çe-kememeleridir.
"Hayır onlar benim vahyimden şüphe içindedirler. Hayır onlar benim azabımı henüz tatmadılar." Yani, hayır! Hakikat şudur ki, onlar Kur'an'-dan veya vahiyden şüphe içindedirler. Hayır! Onların şüpheye düşmelerinin ve düşünüp akıl yürütmeyi terketmelerinin sebebi, azabımı tatmamış olmalarıdır. Onu tattıkları zaman Kuranı tasdik ederler, şüpheleri ortadan kalkar ve hasedi bırakırlar.
Daha sonra Allah Tealâ, müşriklerin Hz. Muhammed (s.a.)'in peygam-berleğini imkânsız görmelerini reddetmekte ve onun içlerinden en şerefli olana verildiğini şu şekilde beyan buyurmaktadır:
"Yoksa daima üstün olan, çok lütufta bulunan Rabb'inin rahmet hazineleri onların yanında mı?" Hayır! Onlar kuvvet sahibi ve galib olan, bağışta bulunan, ihsan eden ve atiyyeleri bol olan Rabb'inin nimetlerinin anahtarlarına malik midirler ki peygamberlik nimetini diledikleri kimseye versinler? Nitekim bir başka ayet-i kerimede de şöyle buyurulmaktadır: "De ki: "Eğer Rabb'imin rahmet hazinelerine siz sahip olsaydınız, sarfet-mekle tükenir korkusuyla onu tutar, kimseye birşey vermezdiniz. Hakikaten insan çok cimridir." (İsrâ, 17/100).
Daha sonra Yüce Allah, inkâr ve azarlamanın derecesini arttırarak şöyle buyurmaktadır:
"Yoksa göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların mülkü onların mı? Öyle ise sebeplerine yapışarak göğe yükselsinler." Hayır! Onlar göklerin, yerin ve bu ikisi arasındaki mahlukâtın ve alemlerin sahibi midirler? Farz-ı muhal, onlar bütün bunların sahibi iseler, kendilerini göğe ulaştıracak araçlar vasıtasıyla yükselsinler de böylece dilediklerini ihsar edip, dilediklerini engellesinler ve bu alemi canlarının istediği şekilde idare etsinler bakalım!
Bundan sonra Yüce Allah onları kuvvet azlığı ve hakirlikle tavsif etmekte ve şöyle buyurmaktadır: "Onlar derme-çatma kabilelerden oluşmuş öyle bir ordudur ki, işte surda hezimete uğratılmışlardır." Yani onlar, şurada, Hz. Muhammed (s.a.)'in peygamberliğine dil uzattıkları ve müminler aleyhine gurup gurup toplandıkları şu yerde mağlup edilmiş bir ordudan başka birşey değildirler. Bu ayet, Yüce Allah'ın şu kavl-i ilâhisi gibidir: "Yoksa "Biz muzaffer bir topluluğuz. " mu diyorlar? O topluluk bozulacak ve geriye dönüp kaçacaklardır. Hayır, buluşma zamanları, o uyarıldıkları saattir. O saat cidden çok feci ve acıdır." (Kamer, 54/44-46). Bu, Yüce Allah'ın, peygamberini zafere ulaştıracağına ve galibiyetin onun olacağına dair vaadidir. [2]
Kafirlerin, Daha Önce Yaşamış Olanve Peygamberleri Yalanlayan ÜmmetlerinDurumuyla Uyarılması:
12- Onlardan önce Nuh kavmi, Ad kavmi ve kazıklar sahibi Firavun da yalanlamıştı.
13- Semud kavmi, Lût kavmi ve ke halkı da. İşte o halklar!
I4-Hepsi elçileri yalanladılar da bu yüzden benim cezam onlara hak oldu.
15- Bunlar da iki sağım aralığı kadar bile gecikmeyecek bir tek say. hadanba?kasımg°zetmiy«r-
16-Dediler ki: "Ey Rabbimiz! Bizim azap payımızı hesap gününden önce, hemen ver."
Açıklaması:
Yüce Allah bu ayet-i kerimelerde, geçmiş ümmetler döneminde yaşayan ve peygamberleri yalanlayan kâfirlerden altı sınıfı zikretmektedir ki bu altı sınıf şunlardır:
1-3- "Onlardan önce Nuh kavmi, Âd kavmi ve kazıklar sahibi Firavun da yalanlamıştı." Yani Kureyş'ten önce peygamberleri Nuh kavmi ve Ad kavmi ile güç kuvvet sahibi Firavun ve kavmi de yalanlamıştı.
Hz. Nuh'un (a.s.) kavmi kendisini yalanlamış ve kendisine çeşitli eziyetler yaparak alay etmişler, O'nun bir mecnun olduğunu söylemişlerdi. Yüce Allah da onları, üzerlerine tufan göndermek ve kendilerini suda boğmak suretiyle helak etti, Hz. Nuh ve kendisine inananları da kurtardı. Nitekim Allah Tealâ şöyle buyurmaktadır: "Onlardan önce Nuh'un kavmi de yalanlamıştı. Onlar kulumuzu yalancı saymakta ısrar ettiler. "Mecnun" dediler. O, davetten cebren vazgeçirilmişti. Nihayet o da Rabbine, "Ben hakikaten mağlûbum. Artık intikam al!" diye dua etti. Bunun üzerine biz de şarıl şarıl boşalan bir su ile göğün kapılarını açtık. Yeri de kaynaklar halinde fışkırttık, her iki su, takdir edilmiş bir işin olması için birleşti. Nuh'u da tahtalar ve çivilerde yapılmış gemi) üzerinde taşıdık. Kendisine karşı nankörlük edilen kulumuza bir mükâfat olmak üzere gemi, gözlerimizin önünde akıp gidiyordu. " (Kamer, 54/9-14).
Hz. Hûd (a.s.)'un kavmi olan Âd'a gelince, bu kavim de Hûd (a.s.)'u yalanlamıştı. Yüce Allah da onları şiddetli bir rüzgârla helak etti. Nitekim Allah Tealâ şöyle buyurmaktadır: "Ad kavmi ise uğultulu azgın bir kasırga ile helak edildiler. Allah onu, yedi gece sekiz gün ardı ardına onların üzerine musallat etti. O kavmi orada, içi boş hurma kütükleri gibi serilmiş görürsün." (Hakka, 69/6-7).
Kuvvetli ve sağlam hüküm sahibi azgın zorba Firavun'a ise Yüce Allah, Hz. Musa (a.s.)'ya, beraberinde Hz. Harun olmak üzere dokuz mucize göndermişti. Firavun yine yalanlayıp karşı geldi. Bunun üzerine Allah Tealâ onu suda boğmak suretiyle helak etti, Hz. Musa ve mümin olan kavmi ise kurtuldu. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Musa'nın haberi sana geldi mi? Hani Rabbi ona Kutsal Vadi "Tuva'da şöyle nida etmişti: "Firavuna git, çünkü o azdı. De ki: "Arınmağa gönlün var mı?" Seni Rab-b'inin yoluna ileteyim de O'ndan korkasın." (Musa gitti, tebliğ etti) ona en büyük mucizeyi gösterdi. Fakat o yalanladı, karşı geldi. Sonra sırtını döndü. (Musa'nın getirdiklerini iptal etmek için) çalışmaya koyuldu. (Adamlarını) topladı. (Onlara) şöyle bağırdı: "İşte ben sizin en yüce rabbinizim!" Bunun üzerine Allah onu hem ahiret, hem de dünya azabıyla yakaladı. Şüphesiz bunda, korkacak kimse için kat'l bir ibret vardır." (Nâzi'ât, 79/15-26), "Sizin için denizi yarmıştık, sizi kurtarmış ve Firavun ailesini boğmuştuk, siz de bunu görüyordunuz." (Bakara, 2/50).
4-6- "Semud kavmi, Lût kavmi ve Eyke halkı da." Yani Hz. Salih (a.s.)'in kavmi olan Semûd kavmi, Lût kavmi ve Eyke (sık ağıçlı yer) halkı da yalanlamıştı. Oysa işte o partiler! Yani ey Peygamber! Tıpkı hizipler halinde senin üzerine toplanan kimseler gibi onlar da kuvvet ve çoklukla tavsif edilmişlerdi.
Salih (a.s.)'in kavmi olan Semud, onu yalanlamış ve mucize dişi deveyi boğazlanmışlardı. Bunun üzerine Yüce Allah da onları bir sayha (korkunç ses) veya yıldırım ile helak etti; hayvan ağılına konan kuru çalı-çırpı ve otlar gibi oluverdiler. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Semûd da uyarıları yalanladı. "Bizden bir insana mı uyacağız? O takdirde birz apaçık bir sapıklık ve çılgınlık içine düşmüş oluruz" dediler... Biz onların üzerine bir tek sayha gönderdik de hayvan ağılına konan kuru çalı-çırpı ve otlar gibi oluverdiler." (Kamer, 45/23-31).
Hz. Lût (a.s.) kavmine gelince, onlar da yalanladılar ve bu sebeple yerin dibine batırılmak veya zelzeleye uğratılmak suretiyle helak edildiler. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Lût'un kavmi de uyarıları yalanladı. Biz de üstlerine (taşlar savuran) bir fırtına gönderdik. Yalnız Lût ailesini seher vakti kurtardık." (Kamer, 54/33-34).
Eyke (yani sık ve birbirine girmiş ağaçlı yer) halkına gelince, bunlar Hz. Şu'ayb (a.s.)'in kavmi idi. Kendisini yalanladılar ve bu sebeple gölge gününün azabıyla helak oldular. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Gerçekten Eyke halkı da zalim kimselerdi. Onlardan da öcümüzü aldık. Her ikisi de halâ (yol üzerinde, gözler) ön(ün)de apaçık durmaktadır." (Hicr, 15/78-79), "Onu yalanladılar, nihayet o gölge gününün azabı kendilerini yakaladı. Gerçekten o, büyük bir günün azabı idi." (Şu'arâ, 26/289).
Bunların helak edilmelerinin sebebi, peygamberleri yalanlamaları idi. Nitekim Allah Tealâ şöyle buyurur:
"Hepsi elçileri yalanladılar da bu yüzden benim cezam onlara hak oldu." Yani o geçmiş kavimlerden hiçbirisi yoktu ki peygamberleri yalanlamış olmasın. Bu yüzden de Allah Tealâ'nın cezası onlara hak olmuştur. Bu cezalar, onların suçlarına uygun karşılıklardır. Burada anlatılmak istenen şudur: Onların helak edilmelerinin sebebi, peygamberleri yalanlamalarıdır. Öyleyse muhataplar bundan alabildiğince sakınsınlar. Bu söylediğimiz husus, şu ayette dile getirilmektedir:
"Bunlar da iki sağım aralığı kadar bile gecikmeyecek bir tek sayhadan başkasını gözetmiyor." Yani Kureyş kâfirleri de, Sûr'a ikinci üfürüş olan kıyamet üfürüşü ile gelecek cezadan başkasını beklemiyor. Bu üfürüş,'korkutucu bir üfürüştür ki Yüce Allah, İsrafil (a.s.)'e bunu uzun tutmasını emreder ve neticede Allah Tealâ'nın istisna ettikleri dışında yer ve gök ehlinden olup da bu üfürüşten korkmayan kimse kalmaz. Bu sayha, iki sağım aralığı kadar bile gecikmez. Yani bu sayha beklemez, ara vermez ve rahat bırakmaz.
Söz konusu üfürüş, iki sağım aralığı kadar bile durmaz. Buradaki "iki sağım aralığı," Dişi devenin memesinde (biraz bekledikten sonra biriken) sütün iki sağımı arası kadar geçen zamandır.
Burada anlatılmak istenen şudur: Onlarla Yüce Allah'ın kendilerine hazırladığı cehennem azabının onlara ulaşması arasında, Sûr'a ikinci kere üflenmesindan başka bir şey yoktur. Onlara vaad edilen azabın zamanı geldiğinde, artık onun gecikmesi kesinlikle söz konusu değildir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlar sadece korkunç bir sesten başkasını gözetmezler. O, çekişip dururlarken kendilerini ansızın yakalar. İşte o zaman onlar bir vasiyette bile bulunamazlar. Hatta o vakit ailelerine dahi dönecek halde değildirler." (Yâ-sîn, 36/49)50). Bu ayetler, kıyametin ve ölümün yakınlığını da haber vermektedirler.
Daha sonra Yüce Allah, kâfirlerin peygamberleri yalanlamasına sebep olan üçüncü şüpheyi[3] zikretmektedir. Bu şüphe, ahiret hayatıyla ilgilidir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Dediler ki: "Ey Rabbimiz! Bizim azap payımızı hesap gününden önce, hemen ver." Yani müşrikler, öldükten sonra dirilme, hesap ve ceza sözcüklerini duyunca alay edip eğlenerek şöyle dediler: Rabbimiz! Bize vaad ettiğin azaptan payımıza düşeni derhal ver, kıyamet gününe erteleme. Bu, Allah Tealâ'nm, müşriklerin kendi aleyhlerine istekte bulunmalarını kmaması-dır. Nitekim onlar şöyle de demişlerdir: "Allah'ım! Eğer bu, senin katından gelmiş hakkın kendisi ise, durma bizim üstümüze gökten taş yağdır. Yahut bize acıklı bir azap getir." (Enfâl, 8/32).
Bu sözün sahibi hakkında Yüce Allah'ın "İsteyen biri, inecek azabı istedi." (Me'âric, 70/1) buyurduğu Nadr b. Haris veya Ebû Cehü'dir. Diğerleri de bu söze katılmışlardır.
Daha sonra Yüce Allah şöyle buyurarak peygamberine, müşriklerin eziyetlerine ve sefahetlerine sabretmesini emir buyurmaktadır: "Onlar ne derlerse sabret." Yani müşrik olan kavminin eziyetlerine sabret. Zira onlar neticede mağlûp edilmiş zelil kimselerdir. Sana da sabrına karşılık zafer, yardım ve hoşnut olunacak bir akıbeti müjdeliyoruz. [4]
Davud Aleyhisselam Kıssası:
17- Onlar ne derlerse sabret. Kulumuzu, o kuvvet sahibi Davud'u hatırla. O daima Allah'a yönelirdi.
18- Hakikat biz dağları onun emrine verdik. Bunlar, akşamleyin ve kuşluk vakti onunla birlikte durmayıp teşbih ederlerdi.
19- Toplanıp gelen kuşları da onun emrine verdik. Herbiri itaatle ona dönücü idi.
20- Onun mülkünü de kuvvetlendirdik. Ona hikmet ve hakkı batıldan ayırma kabiliyetini vermiştik.
21- Sana o davacıların haberi geldi mi? Hani onlar duvardan mescide tırmanmışlardı.
22- O vakit Davud'un yanına girivermişlerdi de o, bunlardan telaşa düşmüştü, "korkma" dediler, "biz iki davacıyız. Birimiz ötekinin hakkına tecavüz etti. Şimdi sen aramızda adaletle hükmet. Aşırı gitme. Bize
doğru yolu göster."
23- Birisi dedi ki: "Bu benim kardeşimdir. Onun doksan dokuz dişi koyunu var. Benimse bir tek dişi koyunum var. Böyleyken "Onu bana ver" dedi. Mücadelede beni yendi."
24- Davud dedi ki: "Andolsun ki o, senin koyununu kendi koyunlarına katmayı istemekle sana zulmetmiştir. Hakikat, mallarını birbirine katıp karıştıran ortakların çoğu mutlaka birbirine haksızlık eder. İman edip de güzel amellerde bulunanlar müstesna. Fakat bunlar da ne kadar azdır." Davud bizim kendisine bir azap hazırladığımızı sandı da Rabbinden mağfiret diledi, rüku ile yere kapanıp Allah'a döndü.
25- Biz de ondan bunu affettik. Nezdimizde onun muhakkak bir yakınlığı ve akıbet güzelliği vardır.
26- Ey Davud! Biz seni yeryüzünde bir halife yaptık. O halde insanlar arasında hak ile hükmet. Hevâna tabi olma ki bu seni Allah yolundan saptırır. Çünkü Allah yolundan sapanlara, hesap gününü unuttukları için onlara çetin bir azap vardır.
Şükreden ve sabreden, hem dinen hem de bedenen kuvvet sahibi olan Davud peygamber'in durumunu düşünsün diye Allah Tealâ, ilk olarak Hz. Davad (a.s.)'un kıssasıyla başlamaktadır.
Bu kıssanın -muhakeme olayını kastediyoruz- Kur'an-ı Kerimin zahiri ifadeleri doğrultusunda anlaşılması ve bu konu etrafında dolaşan İsra-iliyyat'tan (uydurma haberlerden) -peygamberlerin ismeti prensibiyle çeliştiği için- uzak durulması gerekir. Zira bu konuda nakledilen İsrailiyyât-tan Davud (a.s.)'un gözünün, banyo yapan bir kadına takıldığı, onu beğenip kendisine aşık olduğu rivayet edilir. Yine rivayete göre bu kadının kocası, Hz. Davud'un komutanlarından Ûryâ (Evriyâ) el-Hassî (?) adlı biridir. Hz. Davud, karısıyla evlenebilmek için ondan kurtulmak ister. Onu bir savaşa göndererek sancak taşıttırır ve öne geçmesini emreder. O da savaşır ve galip gelir. Bunun üzerine ondan kurtulmak için ölünceye kadar onu tekrar tekrar savaşlara gönderir. Sonunda bu zat ölünce karısıyla evlenir.
Beyzavi şöyle der: "Bu bir maskaralık ve iftiradır. Böyle olduğu için Hz. Ali (r.a.), "Davud (a.s.) hakkında kıssacıların anlattığı hikâyeyi nakledene 160 değnek vururum." demiştir. Bu miktar, peygamberlere iftiranın karşılığı olan arttırılmış hadd miktarıdır.[5]
İmam Razi, bu iftira hikâyenin batıl olduğunu üç noktada ortaya koymuştur. Bu noktaları özet olarak naklediyoruz:
1- Bu hikâye, insanların en fasıkına ve fısku fücurda en şiddetli olanına nispet edilse bile böyle bir insan ondan teberri (yüz çevirir) ve imtina ederdi.
2- Kıssadan netice olarak şu iki nokta ortaya çıkmaktadır: Müslüman bir kimseyi haksız yere öldürmeye çalışmak ve onun hanımına göz koymak. Bunların her ikisi de çok kötü ahlâktır.
3- Allah Tealâ Hz. Davud (a.s.) ile ilgili olayların anlatımına geçmeden önce bu peygamberi 10 özellikle nitelemiş, bahse konu olayları zikrettikten sonra da yine onun birçok özelliğini sırlamıştır. Bütün bu sıfat ve özellikler Hz. Davud'un böylesi bir münker fiili ve çirkin ameli işleyebilecek birisi olmasını nefyetmektedir.[6]
Söz konusu kıssa ile ilgili sahih rivayet şudur: Hz. Davud (a.s.) haftalık vaktini üçe bölmüştü. Bunlardan birinde idare ve saltanat işleriyle uğraşır, diğerinde insanlar arasındaki anlaşmazlık konularında yargı işine bakar, son üçtebirlik sürede de namazgahında halvet, ibadet ve Zebur okumakla meşgul olurdu.[7] İki davacı bu düzeni bozarak, mutad olmayan bu günde muhakeme edilmek arzusuyla duvarın üstünden aşarak namazgahtaki Hz. Davud'un huzuruna yukarıdan inmişlerdi. Böyle olunca Hz. Davud onlardan korktu ve onların kendisine suikast amacıyla geldiğini sandı. Çünkü kendisi o sırada namazgahında Rabb'ine ibadet için yalnız başına bulunuyordu. Onun yanına gelen iki hasım, melek değil, insandı. Ayet-i kerimede bu olay anlatılırken kullanılan "ni'âc" kelimesi de "kadınlar" demek olmayıp, "koyun sürüsü" anlamındadır. Ancak Davud (a.s.) diğer davacının delilini dinlemeden hüküm vermekte acele etmişti. Yüce Allah da bu sebeple onu kınamış ve kadının doğru ve tedbirli davranarak, hüküm vermeden önce diğer davacıyı da dinlemesi gerektiğini tenbih buyurmuştur. Bununla birlikte ben, bu açıklamada da söz götürür bir nokta bulunduğunu az ileride açıklayacağım. Zira Hz. Davud'un diğer davacının da söyleyeceklerini dinlemeden hüküm vermesi düşünülemez. Zira bu, hüküm verirken uyulması ve terkedilmemesi gereken bir kuraldır. [8]
Açıklaması:
Hz. Davud (a.s.)'un bu surede anlatılan kıssası üç konuya değinmektedir:
1- Yüce Allah'ın, Hz. Davud'a ihsan ettiği, dünya ve ahiret saadeti temin edecek özelliklerin sayılması.
2- iki davacı arasında cereyan eden bir olayda hüküm verme.
3- Yüce Allah'ın, bu olaydan sonra Hz. Davud'u halife kılması. Birinci konu: Hz. Davud'un sahip olduğu özellikler.
Yüce Allah, Hz. Davud'a verdiği on özelliği zikretmektedir ki bu özellikler, dünyevî ve uhrevî mutlululuğun kemal derecesinde olmasını sağlayan sıfatlardır. Bu özellikler şunlardır:
1-4- "Kulumuzu, o kuvvet sahibi Davud'u hatırla. O daima Allah'a yönelirdi." Bu cümle, bir önceki konunun sonunda zikredilen "Onlar ne derlerse sabret." cümlesine matuftur. Dolayısıyla anlam şöyle olur: "Ey Ra-sul! Kulumuz, ilimde, amelde ve Allah'a taatte kuvvet sahibi Davud'un kıssasını kavmine zikret." Katâde şöyle demiştir: "Hz. Davud'a (bizim peygamberimize ve ona salât ve selâm olsun) ibadette kuvvet ve İslâm'da derin anlayış verilmişti. Gecenin üçte birinde namaz kılar, senenin[9] yarısını oruçlu geçirirdi. Buhari ve Müslim'de sabit bir rivayette Hz. Peygamber (s.a.)'in şöyle buyurduğu zikredilmiştir: "Allah Tealâ'ya en sevimli namaz Davud (a.s.)'un namazı, Allah Azze ve Celle'ye en sevimli oruç da yine Davud (a.s.)'un orucudur. O, gecenin yarısında uyur, üçte birinde namaz kılar ve altıda birinde yine uyurdu. Bir gün oruç tutar, bir gün iftar ederdi. Düşmanla karşılaştığı zaman kesinlikle kaçmaz ve Allah 'a çokça yönelirdi." Yani bütün işlerinde ve her halükârda Allah Tealâ'ya rücu ederdi. Buhârî'nin Târihinde Ebu'd-Derdâ (r.a.)'dan[10] naklen şöyle denmektedir: "Hz. Peygamber (s.a.), Davud (a.s.)'u zikrettiği ve kendisinden birşeyler naklettiği zaman, "O insanların en fazla ibadet edeni idi." buyururdu."
Burada zikredilen dört özellik şunlardır
1- Sabır: Yüce Allah Hz. Muhammed (s.a.)'e, kadrinin yüceliğine rağmen, Allah'a taatte sabır gösterme konusunda Hz. Davud'a uymasını emir buyurmuştur.
2- Kulluk: Yüce Allah Hz. Davud hakkında "Kulumuz Davud" buyurmak suretiyle Hz. Davud'u "kulluk"\a vasfetmiş, Zât-ı ilâhisinden de -ta'z-im maksadıyla- çokluk sigasıyla bahsetmiştir. Yüce Allah'ın bir kimseyi "kulluk"la vasfetmesi, onun için şereflendirmenin son noktasıdır. Nitekim Hz. Muhammed (s.a.) de Miraç gecesi bu sıfatla vasfedilmiştir: "Kulunu bir gece Mescid-i Haramdan Mescid-i Aksâ'ya götüren Allah her türlü noksan sıfattan münezzehtir." (İsrâ, 17/1). Zira Allah Tealâ'nın, peygamberleri "kul-luk"la tavsif buyurması, onların, taatte bütün güçlerini sarfetmeleri sebebiyle kulluğun gerçek anlamına ulaştıklarını hisettirmektedir.
3- Taati yerine getirmede ve ma'siyetlerden sakınmada kuvvet: Bu husus, "kuvvet sahibi" kavl-i ilâhisinde dile getirilmiştir.
4- Bütün işlerinde Allah Tealâ'ya taate rücû: Bu husus "O daima Allah'a yönelirdi." kavl-i ilâhisinde dile getirilmiştir.
5-6- Dağların ve kuşların onunla birlikte teşbih etmesi: Bu husus da şu ayette ifade edilmektedir: "Hakikat biz dağları onun emrine verdik ki bunlar, akşamleyin ve kuşluk vakti onunla birlikte durmayıp teşbih ederlerdi. " Yani Yüce Allah dağları amade kılmıştır ki onlar, güneşin doğuş vaktinde ve gündüzün sonunda Hz. Davud ile birlikte teşbih ederler. Nitekim Allah Tealâ şöyle buyurmaktadır: "Ey dağlar! Onunla birlikte teşbih edin ve ey kuşlar (siz de onun teşbihine katılın)" (Sebe1, 34/10). İbni Kesir şöyle demiştir: "Aynı şekilde kuşlar da onun teşbih ettiği gibi teşbih ederler ve onun söylediği teşbihin aynısını söyleyerek ona karşılık verirlerdi. Bir kuş havada uçtuğu sırada onun üzerinden geçerken Zebur'u okuyan Hz. Davud'un sesini duysa, yoluna devam edemez, havada durur ve onunla birlikte teşbih ederdi. Keza yüce dağlar da ona cevap ve onun söylediği teşbihin aynısı ile kendisine karşılık verirler, onu tabi olarak teşbih ederlerdi.[11] Bu, Yüce Allah'ın şu kavl-i ilâhisinde ifadesini bulan husustur:
7- "Toplanıp gelen kuşları da onun emrine verirdik. Herbiri itaatle ona dönücü idi." Yani kuşları da havada mahbus ve sabit durma halleriyle ona amade kıldık. Gerek dağlar ve gerekse kuşlar bunların herbiri ona itaat edici idi. Ona uyarak teşbih ederlerdi. Davud (a.s.)'un her teşbih edişinde onlar da kendisine cevap verirlerdi. Bu da Hz. Davud'un Zebur'u güzel bir şekilde okuduğuna ve sesinin de güzel olduğuna işaret etmektedir.
8- Mülk ve saltanattaki kuvveti: "Onun mülkünü de kuvvetlendirdik." Yani onun mülkünü ordularla kuvvetlendirdik ve ona, meliklerin ihtiyaç duyduğu mülkü saltanatı kamilen verdik.
9- Hikmet verilmesi: "Ona hikmet (verdik)." Yani ona anlayış kabiliyeti, akıl, fetanet, ilim, adalet, tam ve sağlam amel ve hükümde doğruya isabet kudreti verdik. Allah Tealâ peygamberi Hz. Davud'un nefsini hikmet ile yetkinleştirince, ardından da ondan nasıl kâmil bir konuşma ve ibadet yeteneği verdiğini beyan etmekte ve "ve (ona) fasl-ı hitâb verdik (hakkı batıldan ayırt etme kabiliyeti)" buyurmaktadır.
10- Anlaşmazlıkları güzelce sonuçlandırma: "ve (ona) fasl-ı hitâb verdik, (hakkı batıldan ayırt etme kabiliyeti)" Yani ona, hakkı ihkak (hakkı yerine getirmek) ve batılı ibtal (hükümsüz bırakmak) suretiyle yargı konusunda anlaşmazlıkları güzelce neticelendirme yeteneği, beyan güzelliği ve pek çok manaları az bir sözle ifade etme kabiliyeti ilham ettik.
İkinci konu: Anlaşmazlıklar hususunda yargı.
"Sana o davacıların haberi geldi mi? Hani onlar duvardan mescide tırmanmışlardı. O vakit Davud'un yanına girivermişlerdi de o, onları görünce korkmuştu. Onlar "korkma" dediler, "biz iki davacıyız. Birimiz ötekinin hakkına tecavüz etti. Şimdi sen aramızda adaletle hükmet. Aşırı gitme. Bize doğru yolu göster." Bu, ilginç bir haberdir duyanda onu dinleme ve olayı bilme isteği uyandırır. Bunun için Allah Tealâ bunu peygamberine zikretmiştir. Bu ayetteki hitabın anlamı şöyledir: Sen o önemli ve ilginç haberi bildin mi? Olayın anlatımına bu şekilde başlanmıştır ki inatçı kimseler ona kulak verip dinlesinler ve ondan ibret alsınlar.
Bu, aralarında anlaşmazlık bulunan bir grubun haberidir ki, onlar, halk arasındaki anlaşmazlıkların çözümlendiği mahkeme için belirlenmiş gün dışında başka bir gün Hz. Davud'un namaza tahsis edilmiş odasının duvarından tırmanmış ve Hz. Davud namaz, ibadet ve Zebur'u okumakla meşgul iken yanına girmişlerdi. Bu beklenmeyen olay karşısında Hz. Davud, gelenlerin kendisine suikast düzenlemek maksadında olduğunu sanarak endişeye düşmüştü. Kendisi o sırada, mihrabında -ki burası Hz. Davud'un evinin en şerefli ve mutena köşesi idi- ibadet amacıyla yalnız bulunuyordu. Peygamberlere suikast düzenlemek İsrailoğulları'nm yabancısı olmadıkları bir hadise idi. Zira onlar İş'iyâ (Şa'yâ) ve Zekeriyyâ peygamberleri de katletmişlerdi. Hz. Davud'un kendilerinden kortkuğunu görünce o davacılar "Korkma! Biz, biri diğerine haksızlık etmiş iki davacıyız. Aramızda adilâne bir şekilde hüküm ver ve hükmünde haddi aşma; bizi hak ve adalet yoluna hidayet et."
Anlaşmazlık konusu:
"Bu benim kardeşimdir. Onun doksan dokuz dişi koyunu var. Benimse bir dişi koyunum var. Böyleyken "Onu bana ver" dedi. Mücadelede beni yendi." Yani bu, benim din ve insanlık kardeşimdir. Kendisinin doksan dokuz koyunu, benimse bir tek koyunum var. Böyle olduğu halde bana, "Onu bana ver." dedi ve mücadelede, tartışmada ve hüccet getirmede bana galip geldi. Zira bana öyle hüccetler getirdi ki, onları reddetmeye muktedir olamadım. Buradaki "na'ce" kelimesi "dişi koyun" demektir. Ayrıca yaban öküzüne de "na'ce" denir.
Davud (a.s.) da şöyle diyerek hüküm verdi:
"Andolsun ki o, senin koyununu kendi koyunlarına katmak istemekle sana zulmetmiştir. Hakikat mallarını birbirine katıp karıştıran ortakların çoğu mutlaka birbirine haksızlık eder. İman edip de güzel amellerde bulunanlar müstesna. Fakat bunlar da ne kadar azdır!" Yani mal ortaklarının, veya tanıdıklar ve birbirlerine yardımcı olanların çoğu birbirlerine Zulmederler. Yalnız Allah'a iman edip, Rabbinden korkan ve salih ameller işleyenler bundan müstesnadır. Zira böyle kimseler zulmetmezler. Böylesi salih kimseler ise azdır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurur: "Biz onların çoğunda ahde vefa bulmadık, onların çoğunu muhakkak ki itaatten çıkmış kimseler bulduk." (A'râf, 7/102).
"Davud bizim kendisine bir azap hazırladığımızı zannetti de Rabb'in-den mağfiret diledi, rükû ile yere kapanıp Allah'a döndü." Yani Davud (a.s.) bizim bu olayla kendisini sınadığımızı anladı ve yakinen bildi. Burada kastedilen olay, Hz. Davud'un, kendisine suikast hazırlandığı kanaatine düşmesi ve bu düşünceden kurtulmasıdır. Bunun üzerine Hz. Davud, yanına gelen davacılar hakkında suizanna kapıldığı ve onların kendisine suikast düzenlemek için geldiğini vehmettiği için, yahut o iki davacı arasındaki koyun meselesinde diğer davacının delilini açıklamasını dinlemeden hüküm verdiği ve sadece birisini dinleyerek -oysa bu diğerinin hakkıydı-hüküm verdiği için Rabb'inden bağışlanma diledi, secdeye kapandı -burada secdeye rükû tabir edilmiştir- ve günahından tevbe ederek Allah Te-alâ'ya döndü.
"Biz de bu acele hükmünden dolayı Davud'u affettik. Nezdimizde onun muhakkak bir yakınlığı ve bir akıbet güzelliği vardır." Yani biz de onun bu suizannını veya ondan sudur eden ve "Ebrâr zümresinin hasenatı, mukar-rebûn zümresinin seyyiâtıdır." (yani müminlerin iyilikleri Allah'a yakın insanların günahları gibidir.) kabilinden olan şeyi bağışladık. Onun Rabbi indinde muhakkak bir yakınlığı ve döneceği yer bakımından güzelliği vardır ki bu cennettir.
Açıktır ki burada söz konusu olan günah, Hz. Davud'un, kendisine suikast hazırlayan ve bunu gerçekleştirmek için de mezkûr anlaşmazlık konusu mizanseni hazırlayan o iki kişiden intikam almaya karar vermesidir. Çünkü onlar, Hz. Davud'u bekleyip koruyan görevlilerin kendilerini öldüreceklerini ve cezalandırılmaktan kurtulamayacaklarını anlamışlardı. Daha sonra Davud (a.s.), onları affetmenin ve bağışlamanın peygamberlik makamına daha yaraşır davranış olacağı kanaatine vardı. Bunun üzerine Rabb'i de onu, önceden karar verdiği intikam duygusundan ötürü affetti.
Üçüncü konu: Yeryüzünde halife kılma.
"Ey Davud, biz seni yeryüzünde bir halife yaptık." Allah Tealâ, Hz. Davud'a hitap ederek, kendisini yeryüzünde insanlar arasında hükmeden bir halife yaptığını bildirmektedir. Saltanat, iktidar ve hüküm Hz. Davud'un olacak, diğer insanlar ise onu dinleyip kendisine itaat edeceklerdir. Daha sonra Allah Tealâ, Hz. Davud'a, diğer insanlara öğretmek amacıyla hüküm ve idare etmenin kurallarını beyan buyurmaktadır:
1- "O halde insanlar arasında hak ile hükmet." Yani insanlar arasında, göklerin ve yerin kendisiyle kaim olduğu "adalet" ile hükmet. Bu, hüküm vermenin ilk ve en önemli şartıdır.
2- "Hevâna tabi olma." Yani hüküm verirken nefsinin istek ve arzularına meyletme, yahut da dünya lezzetleri sebebiyle haktan ayrılma. Zira hevâya tabi olma, kişinin ayaklarını kaydırarak cehenneme götüren bir davranıştır. Bunun için Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
"... bu seni Allah yolundan saptırır." Yani hevaya tabi olmak, hak yoldan ayrılma ve sapma sebebidir ve sonucu, yardımsız kalıp hor ve zelil olmaktan başka bir şey değildir. Zira Allah Tealâ şöyle buyurmaktadır:
"Çünkü Allah yolundan sapanlara, hesap gününü unuttukları için onlara çetin bir azap vardır." Yani hak ve adalet yolundan ayrılan kimseler için, bu günün dehşetini ve bu günde her insan için görülecek ince ve hassas hesabı unuttuklarından ve bu gün için amel işlemeyi -ki yargıda adaletli hüküm verme de buna dahildir- terkettiklerinden dolayı kıyamet günü şiddetli bir azap ve uhrevî hesap vardır.
Bu konudan çıkarılacak ibret ve alınacak ders şudur: Yüce Allah, idarecilere insanlar arasında adaletle hüküm vermelerini ve adaletten ayrılmamalarını tavsiye buyurmaktadır. Zira böyle yaparlarsa Allah yolundan sapmış olurlar. Yüce Allah, yolundan sapanları ve hesap gününü hatırla-mazlıktan gelenleri şiddetli bir şekilde tehdit etmektedir.
İbni Ebî Hâtim'in rivayet ettiğine göre Ebû Zür'a, Velîd b. Abdulme-lik'in huzuruna girmiş, Velîd kendisine şöyle demişti: "Bana haber ver! Halîfe de hesaba çekilecek mi? Zira sen Kur'an'ı okuyor ve tefakkuh ediyorsun." Ebû Zür'a, "Ey müminlerin emiri! Bunu gerçekten söyleyeyim mi?" dedi, o da "Söyle. Allah'ın emniyetindesin." karşılığını verdi. Bunun üzerine Ebû Zür'a, "Ey müminlerin emiri! Sen mi Allah katında daha şereflisin, yoksa Davud (a.s.) mu? Allah Tealâ ona hem hilafet, hem de nübüvvet vermiş, sonra da onu Kitab'ında tehdit ederek, "Ey Davud, biz seni yeryüzünde bir halife yaptık. O halde insanlar arasında hak ile hükmet. Hevana tabi olma ki bu seni Allah yolundan saptırır..." buyurmuştur.[12]
Öldükten Sonra Dirilmenin, Mükafat Ve Cezanın İspatı; Kur'anın Faziletinin Beyanı:
27- Göğü, yeri ve bu ikisi arasında bulunan şeyleri boşuna yaratma- c^1^' Bu> ° küfredenlerin zannıdır. i Bu yüzden küfredenlere ateşten he-
lâk vardır-
28. Yoksa biz iman edip de güzel amel işleyenleri, yeryüzünde fesat çıkaranlar gibi mi tutacağız? YahutAllah'tan korkanları, doğru yoldan sapanlar gibi mi sayacağız?
29~ Bu Kur'an ?ok mübarek bir Kitap'tır. Onu sana indirdik ki ayetlerini iyiden iyiye düşünsünler ve akl-ı selim sahipleri öğüt alsınlar.
Açıklaması:
"Göğü, yeri ve bu ikisi arasında bulunanları boşuna yaratmadık." Yani biz yeri, göğü ve bu ikisi arasındaki mahlukâtı, hiçbir hikmeti bulunmayan bir abes olarak, ya da bir oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık. Aksine biz gökleri ve yeri, azametli kudretimize delâlet etsin ve oralarda bize taat, kulluk ve tevhid doğrultusunda amel edilsin diye yarattık. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım." (Zâriyât, 51/56).
"Bu, o küfredenlerin zannıdır. Bu yüzden o küfredenlere ateşten helak vardır." Yani küfredenler, bütün bu mahlukâtm, herhangi bir gaye güdül-meksizin, abesle iştigal olarak yaratıldığını zannediyorlar. Onların mantığına göre o halde kıyamet de yoktur, azap da! Vay o kâfirlerin kıyamet günü azaptaki hallerine! Onların orada görecekleri ceza, dünyadayken içinde bulundukları şirk, ma'siyet, Allah Tealâ'nın ihsan ettiği şeylere karşı küf-ran-ı nimette (Allah'ın ihsan ettiği nimetleri Ondan bilmemek) bulunmalarına ve öldükten sonra dirilmeyi inkâr etmelerinin karşılığıdır. Onların bu zanları batıldır. Buradaki ilk ayetin bir benzeri de şu ayettir: "Bizim sizi boş yere bir oyun ve eğlertce olarak yarattığımızı ve sizin bize döndürülüp getirilmeyeceğinizi mi sandınız?" (Müminûn, 23/115). İkinci ayetin benzeri de, "Uğrayacakları çetin azaptan dolayı vay o kâfirlerin haline!11 (İbrâhîm, 14/2) ve "Artık büyük bir günün çetin azabını görmekten ötürü vay kâfirlerin haline!" (Meryem, 19/37) ayetleridir.
Daha sonra Yüce Allah, ahirette insanların nasıl bir yöntemle hesaba çekileceklerini veya müminlerle kâfirlerin eşit olmadıklarını beyan etmekte ve şöyle buyurmaktadır: "Yoksa[13] biz iman edip de güzel amel işleyenleri, yeryüzünde fesat çıkaranlar gibi mi tutacağız? Yahut Allah'tan korkanları, doğru yoldan sapanlar gibi mi sayacağız?" Yani yoksa biz Allah Tealâ'ya iman ve peygamberlerini tasdik eden, farzlarını işleyen, amellerini ıslah eden ve Hâlık ile mahlûk (yaratan ile onun yaratmış olduğu varlık) arasındaki ilişkinin gereğini hakıyla yerine getiren kimseleri; yeryüzünde türlü ma'siyetler işlemek suretiyle fesat ve bozgunluk çıkaranlar gibi mi sayacağız; veyahut muttaki müminleri, Allah Tealâ'ya karşı türlü isyanlar işlemeye dalmış ve bunda ısrarlı olan kâfir ve münafıklar gibi mi addedeceğiz? Şayet biz bunu yaparsak, bu adalet olmaz, hikmet ile bağdaşmaz ve
bu hiçbir nizamın muktezası da değildir.
Yani müminler ile kâfirleri eşit tutmak Allah'ın adalet ve hikmetinden değildir. Bu itibarla söz konusu iki zümre Allah nazarında eşit değildir. Durum bu olunca, itaat edenin mükâfat, facirlerin de azap göreceği bir diğer dünyanın bulunması kaçınılmazdır. Zira şayet ölümden sonra dirilme, hesap ve ceza olmazsa bu iki zümre eşit olur.
Bu ilkeyi -bu dünyada yapılanların karşılığının görüldüğü bir dönüş ve varış yeri bulunması gerektiğini- selim akıl ve temiz fıtrat da tasdik ve teyid eder. Zira iyi kimsenin göreceği karşılık ile kötü kimsenin göreceği karşılığın aynı olması düşünülemez ve insanî düşünce, zalimin azapsız bırakılmasını; mazlumların, zalim, bâğî ve azgınların insafına terk edilmesini kabul etmez, onun dünyadaki üzüntü ve mahrumiyetinin karşılıksız bırakılmasına razı olmaz.
Bu ayetin bir benzeri de Yüce Allah'ın şu kavl-i ilâhisidir:
"Şüphesiz ki fenalıktan sakınanlar için Rabb'leri nezdinde nimeti daim, ve halis cennetler vardır. Öyle ya, biz müslümanları o günahkârlar gibi yapar mıyız hiç? Size ne oluyor, nasıl böyle hükmediyorsunuz?" (Kalem, 68/34-36).
Müminler ile diğerleri arasında açık bir fark bulunduğu ve mümin için cennetlerde daimî mutlu bir hayat, kâfir için ise ateşler içinde acıklı bir azap olduğu Kur'anî, dinî, aklî ve fıtrî delillerle sabit olduğuna göre, peki mutlu olmanın yolu nedir? İşte o yol, Yüce Allah'ın şu kavl-i ilâhisidir:
"Bu Kur'an çok mübarek bir Kitap'tır. Onu sana indirdik ki, ayetlerini iyiden iyiye düşünsünler ve akl-ı selim sahipleri öğüt alsınlar." Yani ebedî mutluluğun yolu, Allah'ın müminler için bir hidayet ve rahmet olarak inzal buyurduğu Kur'an'a tabi olmaktan geçer. O Kur'an hayrı ve bereketi çok olan bir Kitap'tır. Kendisine temessük edip sarılan kimse için şifa, kendisine tabi olan için kurtuluştur. Allah Tealâ onu, üzerinde düşünmeden sadece tilâvet etsinler diye değil, anlamları üzerinde düşünsün ve tefekkür etsinler, akıl sahipleri ondan ve beyanlarından öğüt alsınlar diye insanlara indirmiştir. Hasan'i-Basrî şöyle demiştir: "Allah Tealâ'ya yemin olsun ki Kur'an'ı tedebbür (tefekkür) etmek ve üzerinde düşünmek, harflerini ezberleyip de hadlerini zayi etmek değildir. Öyle ki, bir kimse "Kuranın hepsini okudum." der de o kimse üzerinde ne ahlaken, ne de amelen Kur'an'm herhangi bir etkisi görülmez!" [14]
Süleyman Aleyhisselam Kıssası:
30- Biz Davud'a, Süleyman'ı ihsan ettik. Ne güzel kuldu! O daima Allah'a yönelirdi.
31- Öğleden sonra kendisine, bir ayağını tırnağı üstüne dikip, üç ayağı üzerinde duran süratli koşu atları gösterilmişti.
32- "Ben" dedi "mal sevgisini Rabb'i-mi anmaktan ötürü tercih ettim. Nihayet perdenin arkasına gizlendi."
33- "Onları bana getirin." dedi, bacaklarını, boyunlarını okşamaya
34- Andolsun biz Süleyman'ı imti- han da ettik: Tahtının üstüne bir ceset bırakıverdik. Sonra bize yö-
35. Dedi ki: -Ey Rabbim, beni affet; bana benden sonra hiç kimseye na- Sip olmayan bir mülk ver. Şüphesiz bütün muratları ihsan eden sensin sen."
36- Bunun üzerine ona rüzgârı mu-sahhar kıldık. Onun emriyle onun dilediği yere yumuşacık akar giderdi.
37- Ve şeytanları, her bina ustasını ve dalgıcı,
38- ve bukağılarla bağlanmış olan diğerlerini de.
39- "Bu bizim insanımızdır. Artık dilediğine ver, veyahut verme, hesapsızdır." dedik.
40- Şüphe yok ki katımızda onun mutlak bir yakınlığı ve dönüp geleceği yer güzelliği de vardır.
Açıklaması:
"Biz Davud'a Süleyman'ı ihsan ettik. Süleyman ne güzel kuldu! O daima Allah'a yönelirdi." Yani biz Davud'a, peygamber bir oğul verdik. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Süleyman, Davud'a mirasçı oldu." (Nemi, 27/16). Yoksa Hz. Davud'un başka oğuları da vardı. Bu oğul, medhü senaya île k&uSr Tİâ Tn^ste^ktel Tira
İbni Ebî Hatim, Mekhûl'ün şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Yüce Allah Hz. Davud'a Hz. Süleyman'ı ihsan ettiği zaman Hz. Davud oğluna, "Ey oğulcuğum! En güzel şey nedir?" diye sordu, o da "Allah'ın sekîneti ve imandır." dedi. Yine Hz. Davud, "En çirkin şey nedir?" diye sordu, Hz. Süleyman, "İmandan sonra küfre düşmektir." diye cevapladı. Hz. Davud, "En tatlı şey nedir?" diye sordu, o "Allah'ın ravh'ı yani rahmetidir." dedi. Yine Hz. Davud, "Kalbi en çok serinleten şey nedir?" dedi, Hz. Süleyman, "Allah'ın insanları, insanların da birbirini bağışlamasıdır." karşılığını verdi. Bunun üzerine Davud (a.s.), "Sen peygambersin." dedi."
Daha sonra Yüce Allah, Hz. Süleyman'ın tevbe ettiği olaylardan ikisini zikretmekte ve şöyle buyurmaktadır:
Birinci olay:
Hz. Süleyman'a at gösterilmesi: "Öğleden sonra kendisine, bir ayağını tırnağı üstüne dikip üç ayağı üzerinde duran süratli koşu atları gösterilmişti." Yani ey Rasul! Süleyman (a.s.)'a, mülk ve saltanatında ikindi vaktinden sonra gündüzün sonunda kendilerine bakıp durumlarını öğrenmesine kadar elverişli ve önemli olduklarını anlaması ve Allah Tealâ'nın bunlardan kendisine ihsan ettiği nimetlerden faydalanması için sâfinât'ın -üç ayağı ve dördüncünün tırnağı üzerinde duran atların- arzedildiğini hatırla.
"Ben" dedi, "mal sevgisini Rabb'imi anmaktan ötürü tercih ettim." Yani Hz. Süleyman şöyle dedi: "Ben bu atları, kendi heva ve meylimden değil, Rabb'imin zikrinden ve emrinden hasıl olan bir sevgiyle sevdim ve diğer şeylere tercih ettim. Bu atl'ar çok sayıdaydı ve onlarla aramızdaki mesafenin uzaklığından ve toz-topraktan ötürü gözümden kaybolana kadar koştular." Buradan da anlaşılmaktadır ki, Hz. Süleyman'ın atlara karşı olan sevgisi, Yüce Allah'ın, bu atların Allah yolunda cihad için bağlanıp hazırlanması, dininin takviyesi ve bu dinin ayakta durmasını temin eden esasların sağlamlaştırılması doğrultusundaki emrine uymaktan başka bir şeyden kaynaklanmıyordu.
Atlar konusunda yapılması gereken tefsir Hz. Süleyman'ın yadırganması değil, peygamberliğin merkezi, risaletin şerefi ve nimetlerin sayılması konusunda ayetlerin ifadesinin delâletleri ile örtüşen -yukarıda zikrettiğimiz- tefsir tarzıdır. Dolayısıyla buna aykırı düşen herhangi bir tefsir yapmak sahih değildir. Özellikle de Yüce Allah'ın, Hz. Peygamber (s.a.)'e, Hz. Davud ve Hz. Süleyman'ı örnek edinmesini emir buyurduğu hatırlanacak olursa bu söylediğimizin doğruluğu daha iyi anlaşılacaktır. Nitekim Yüce Allah bu ayetlerin baş tarafında şöyle buyurmaktadır: "Onlar ne derlerse sabret. Kulumuzu, o kuvvet sahibi Davud'u hatırla..."
Daha sonra Hz. Süleyman, şöyle diyerek o atların önüne getirilmesini istemektedir:
"Onları bana getirin" dedi. Bacaklarım, boyunlarını okşamaya başladı." Yani o atları bana tekrar getirin. Atlar tekrar geldiği zaman da onlara verdiği kıymeti anlatmak, onlara ikramda bulunmak, onlar sebebiyle nasıl sevindiğini ifade etmek, durumlarını iyice öğrenmek ve gördüğü eksikliklerini gidermek maksadıyla eliyle onların ayaklarını, boyunlarını ve alınlarını okşamaya başladı. Çünkü bu atlar, düşmana karşı koymak ve baskınlarını savuşturmak maksadıyla kullanılan cihad vasıtaları ve savaş araçları idiler. Müfessirlerin çoğunluğu şöyle demişlerdir: "Hz. Süleyman, atların ayaklarını ve boyunlarını kılıçla meshetti, yani onları kesti. Çünkü atlar onu meşgul ederek ikindi namazını geçirmesine sebep olmuşlardı." Oysa, Rabb'inin nimetlerine şükreden bir peygamberin böyle davranması ve cezalandırmaya ehil olmayan varlıkları cezalandırması tasavvurdan uzaktır.
İkinci olay:
Hz. Süleyman'ın, bir ceset olarak tahtının üstüne bırakılması: "Andolsun biz Süleyman'ı imtihan de ettik: Tahtının üstüne bir ceset bırakıverdik. Sonra bize yöneldi." Yani Allah'a yemin olsun ki, biz Süleyman'ı bir diğer olayla da denedik. Bu imtihan, onun bedenindeki bir hastalık, rahatsızlık idi. Nitekim Razi de böyle söylemektedir. Şöyle ki; Yüce Allah Hz. Süleyman'ı, bedeninde çıkan bir hastalık ile denemişti. Öyle ki, sonunda bedeni zayıfladı ve bitkin bir hale geldi. Daha sonra da eski sıhhatli haline döndü.[15]
Daha önce Beyzavi'den de naklettiğim gibi bazı müfessirler ve bu arada Ebû Hayyân[16] ise, bu fitneyi Hz. Süleyman'ın, her biri Allah yolunda cihad edecek süvariler doğuracak şekilde hanımlarından yetmişini dolaşmaya -inşâallâh demeksizin- karar verdiği, ancak neticede hanımlarından sadece birisinin hamile kaldığı ve onun da yarım bir erkek çocuk dünyaya getirdiği, Hz. Süleyman'ın tahtının üzerine bırakılan cesedin de bu çocuğa ait olduğu şeklinde tefsir etmişlerdir. Buna göre Hz. Süleyman'ın tahtının üzerine bırakılan ceset, yarım doğmuş olan bu çocuk cesedidir.
Hz. Süleyman'ın tahtının üzerine bırakılanın şeytan olduğu da söylenmiştir. Ancak bu, zındıklara ait olan batıl bir görüştür. İbni Kesir bu konuda şöyle demiştir: "Bu ve diğer görüşler İsrailiyyât'tandır. Bunlar reddedilmesi gereken çirkin görüşlerdir. Bu konuda anlatılanların en kötüsü ise kadınların zikredildiği haberdir.[17]
"Dedi ki: "Ey Rabbim, beni affet!" Hz. Süleyman şöyle dedi: "Rabbim! Benden sadır olan ve kendisi ile beni denediğin günahı bağışla." Bu, küçük hatalara karşı gösterilen hassasiyetin yüceliğindendir. Zira bazan yapılan birşey, daha efdal ve evlâ olan davranışı işlememek olabilir. İşte o zaman
mağfiret talebine ihtiyaç hasıl olur. Çünkü "Ebrâr zümresinin hasenatı, mukarrebûn zümresinin seyyiâtıdır" (yani müminlerin iyilikleri Allah'a yakın insanların günahları gibidir.) ve peygamberler daima nefsi sindirip kontrol altında tutma ve kendilerinden sadır olan zelleleri izhar etme ma-kamındadırlar. Nitekim Buhari'nin Ebû Hureyre (r.a.) kanalıyla naklettiği bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Vallahi ben muhakkak Allah 'a günde 70 kereden fazla tevbe istiğfar ederim."
"Bana, benden sonra hiç kimseye nasip olmayan bir mülk ver. Şüphesiz bütün muratları ihsan eden sensin, sen." Bana öyle büyük bir mülk bağışla ki, benden başka birisine onun gibi bir mülke malik olmak mümkün olmasın. Ya Rabbi! İhsanı ve hibesi çok olan sensin; benim duama icabet eyle.
Zemahşerî şöyle demiştir: "Hz. Süleyman, meliklik ve peygamberliğin beraberce ihsan edildiği bir evde yetişti ve bunların her ikisine de varis oldu. Bunun üzerine Rabbinden bir mucize talebinde bulunmayı arzu etti ve bu iki hususa olan ülfeti hasebiyle daha fazla mülk istedi. Bu öyle bir mülk olacaktı ki, peygamberliğine delâlet etmesi ve peygamber olarak gönderildiği kimseler üzerine tam anlamıyla hakim olabilmesi için sınırları alışılmışın dışına taşacak ve mucize noktasına ulaşmış bulunacaktı; o ana kadar mülk adına görülmüş bütün varlıkların ifade ettiği anlamın ötesinde bir mucize olacaktı. "Benden sonra hiç kimseye nasip olmayan..." kavlinin anlamı işte budur.
Şöyle bir tefsir de yapılmıştır: Hz. Süleyman azametli bir melik idi. Kendisine verilen mülkün bir benzerinin başka birine daha verilmesi halinde o kimsenin Allah'ın tayin ettiği sınırlara riayet etmeyeceğinden endişe etti.[18]
Yüce Allah da onun bu duasına icabet etti ve kendisine beş türlü nimet verdi:
1- "Bunun üzerine ona rüzgârı musahhar kıldık. Onun emriyle onun dilediği yere yumuşacık akar giderdi." Yani biz rüzgârı onun emrine boyun eğdirdik ve ona itaatkâr kıldık. Öyle ki, onun emrine itaat ederek, toz toprak kaldırmadan ve sarsmadan, yumuşak bir şekilde ve fakat sürat ve kuvvetle akıp gider, onu gitmek istediği yere ve yöne taşıyıp götürürdü. Yüce Allah'ın burada rüzgârı yumuşak ve sarsıntısız olarak tavsif buyurması, "Süleyman'a da şiddetli esen rüzgârı musahhar kıldık ki, bu kendisini, içerisine bereket verdiğimiz yere onun emriyle akar götürürdü" (Enbiyâ, 21/81) ayeti ile muaraza teşkil etmez. Çünkü buradaki "şiddetli"den maksat, sarsıntılı ve çalkantılı değil, "çok kuvvetli'dir. Böyle olunca da o rüzgâr, "şiddetli esintili" olarak tavsif edilmiştir. Ancak bu vasfıyla o, tehlikesiz ve tatlı bir akıntıya, esintiye sahipti. Yahut da söz konusu rüzgâr, ihtiyaca göre kimi zaman yumuşak, kimi zaman da şiddetli eserdi.
2- "Ve şeytanları, her bina ustasını ve dalgıcı." Yani ona, emrinde çalışan şeytanları da müsahhar kıldık. Bunlar çok yüksek binaların yapımında veya denize dalıp inci ve mercan çıkarmada veyahut da başka işlerde çalışırlardı.
3- "Ve bukağılarla bağlanmış diğerlerini de." Yani onun emrine başka şeytanları da verdik. Bunlar, azgın şeytanlardır ki onun emrine amade kılınmışlar, o da kötülüklerini önlemek ve kendilerini cezalandırmak için onları zincir ve bukağılarla bağlamıştır.
4- "Bu bizim insanımızdır. Artık dilediğine ver, dilediğine verme, hesapsızdır." Bu, Hz. Süleyman'a verilen dördüncü nimettir ki Allah'ın kendisine ihsan ettiği nimetler, azametli mülk ve zenginlik üzerinde dilediği gibi tasarrufta bulunma hürriyetidir. Yine rüzgâr ve şeytanlara hakimiyet sağlaması ve onların kendisine müsahhar kılınması da bu cümledendir. Yüce Allah ona, bu mülkten dilediği kimselere vermesi, dilediği kimselere de vermemesi konusunda izin vermiştir.
5- "Şüphe yok ki katımızda onun mutlak bir yakınlığı ve dönüp geleceği yer güzelliği vardır." Yani ahirette onun Allah huzurunda mutlak bir yakınlığı ve izzeti, döneceği yerin -ki orası cennettir- güzelliği, feyiz ve mükâfat vardır. Dolayısıyla o, kıyamet günü Allah Tealâ katında büyük bir pay ve nasip sahibidir. [19]
Eyyub Aleyhisselam Kıssası:
41- Kulumuz Eyyub'u da an. Hani o, Rabbine şöyle nida etmişti: "Hakikat şeytan beni yorgunluğa ve azaba uğ-
rattı."
42- "Ayağını yere vur. İşte hem yıkanacak hem içilecek serin bir su" dedik.
43- Ona hem ehlini, hem onlarla beraber bir mislini bizden bir rahmet ve temiz akıl sahipleri için de bir ibret olmak üzere bağışladık.
44- Eline bir demet al da onunla vur. Yemininde durmazlık etme." dedik. Biz onu hakikaten sabırlı bulduk. O ne güzel kuldu! Hakikat o, daima Allah'a dönerdi.
Açıklaması:
"Kulumuz Eyyub'u da an. Hani o, Rabb'ine şöyle nida etmişti: "Hakikat şeytan beni yorgunluğa ve azaba uğrattı." Yani Ey Rasul! Kavmine Eyyub (a.s.)'un, 18 yıl gibi uzun bir süre devam eden hastalığı karşısındaki sabrını zikret. Hani o Rabb'ine şöyle nida etmişti: "Bana bir sıkıntı dokundu ve şeytan beni bir meşakkat, elem ve derde uğrattı." Hz. Eyyub'un bu elem ve sıkıntının şeytandarf geldiğini söylemesi, daha önce de belirttiğimiz gibi onun Yüce Allah'a karşı edebinden ileri gelmektedir.
İbni Cerîr ve İbni Ebî Hatim birlikte Enes b. Mâlik (r.a.)'den şöyle rivayet etmişlerdir: "Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Allah'ın peygamberi Eyyub (a.s.)'un mübtela olduğu dert 18 yıl sürdü. Bu hastalık yüzünden uzak yakın herkes ondan uzaklaştı. Yalnızca iki kişi ondan uzaklaşmadı.[20] Bu iki kişi de onun en yakın ve has kardeşlerindendi ve sabah akşam onun yanma gidip gelirlerdi. Birgün.bu iki kişiden birisi diğerine, "Biliyor musun, Vallahi Eyyub mutlaka öyle bir günah işlemiştir ki alemlerden hiç kimse böyle bir günahın benzerini işlememiştir." dedi. Arkadaşı bunun üzerine, "Nedir o" diye sordu, diğeri de, "On sekiz sene Allah Tealâ ona merhamet etmemiş ve kendisindeki o zararı kaldırmamıştır." dedi. Bu iki adam Eyyub (a.s.)'un yanına gidince birisi dayanamayıp aralarında geçen bu konuşmayı Eyyub (a.s.)'a aktardı.
Eyyub (a.s.) şöyle dedi: "Senin ne dediğini bilmiyorum. Ancak Allah Azze ve Celle biliyor ki ben, çekişmekte olan ve bu haldeyken Allah'ın adını anan iki kişiye uğrardım da evime dönünce Allah'ın hak (doğru ve yerinde bir durum) dışında zikredilmesinden hoşlanmadığım için onlar adına keffaret verirdim."
"Hz. Peygamber (s.a.) devamla şöyle buyurdu: "Eyyub (a.s.) haceti için dışarı çıkar, hacetini giderdikten sonra, hanımı yerine götürene kadar onu eliyle tutarak kendisine yardımcı olurdu. Nihayet birgün Eyyub (a.s.) hanımını çağırmakta her zamankinden geç kaldı. Allah Tealâ Eyyub (a.s.)'a "Ayağını yere vur. İşte hem yıkanacak, hem içilecek serin bir su." diye vah-yetmişti. Hanımı onun geç kaldığını görünce ona doğru gitti ve kendisine baktı. O da tam bu sırada Allah tarafından bütün hastalığı iyileştirilmiş olarak ve en güzel durumunda çıkageldi. Hanımı onu görünce, "Hey! Allah seni mübarek kılsın, Allah'ın şu hastalığa mübtelâ olmuş peygamberini gördün mü? Buna gücü yeten Allah'a yemin ederim ki onun sağlıklı olduğu zamanki durumuna senden daha çok benzeyen birini görmedim." dedi. Eyyub (a.s.), "İşte ben oyum." diye karşılık verdi. Eyyub (a.s.)'un iki ambarı vardı. Bunlardan birisi buğday, diğeri arpa deposu idi. Allah Tealâ iki bulut gönderdi. Bulutlardan birisi buğday ambarının üzerine gelince taşmca-ya kadar içine altın boşalttı. Diğer bulut da arpa deposunu taşırmcaya kadar içine altın boşalttı."
"Ayağını yere vur. İşte hem yıkanacak, hem içilecek serin bir su." Yani ona şöyle buyurduk: "Ayağınla yere vur." Bunun üzerine ayağını yere vurdu ve yerden akan bir su kaynağı zuhur etti. O da o suda yıkandı ve ondan içti de sağlık ve afiyet içinde, hastalıktan kurtulmuş olarak oradan çıktı.
Bu, Hz. Eyyub'un yakalandığı hastalığın bulaşıcı veya tiksindirici bir hastalık olmayıp, sadece acı veren, yorgun düşüren ve bu tür hastalıklara iyi gelen maden suyu yahut kükürtlü su gibi sularla şifa bulması mümkün olan bir cilt hastalığı olduğunun delilidir.
Hz. Eyyub, hastalıktan şifa bulduğu gibi Allah Tealâ aile efradını ve malını da kendisine geri vermiştir. Zira kendisi önceden çok malı-mülkü ve evlâdı olan bir kimseydi. Yüce Allah bu konuda şöyle buyuruyor: "Ona hem ehlini, hem onlarla beraber bir mislini bizden bir rahmet ve temiz akıl sahipleri için de bir ibret olmak üzere bağışladık." Yani ona ehlini bağışladık ve onları artırdık. Bu, ya Yüce Allah'ın onları öldükten sonra tekrar diriltmesi suretiyle -ki Allah Tealâ her şeye kadirdir- suretiyle, ya da aile fertleri ayrılıp dağıldıktan sonra onları Hz. Eyyub'un başına tekrar toplaması ve nesillerini çoğaltıp sayılarını artırması suretiyle olmuştur. Böylece onların adedi, Hz. Eyyub hastalanmadan öncesine nazaran iki katına ulaşmıştır. Bu, Allah'tan bir rahmet ve akl-ı selim sahipleri için bir ibret olarak; sabrın sonunun feraha çıkış olduğuna, Allah'ın rahmetinin iyi kulların yakınında bulunduğuna ve her zorluk ile birlikte bir kolaylığın mevcut olduğuna iman edilmesi için zikredilmiş bir olaydır.
Daha sonra Allah Tealâ, Hz. Eyyub'a, yeminini mubah bir şekilde yerine getirmesi için bir ruhsat zikretmiş ve şöyle buyurmuştur:
"Eline bir demet al da onunla vur. Yemininde durmazlık etme." Yani eline kuru otlardan oluşmuş büyük bir demet al ve onunla, hastalığından iyileşmen halinde kendisine yüz sopa vuracağına dair daha önce yemin ettiğin hanımına vur; yemininde durmazlık etme. Yani yeminin gereği neyse onu yerine getirmeyi terketme. Söz konusu yeminin sebebi, Hz. Eyyub'un hanımı olan Leyyâ bt. Yakub'un -veya o, Rahme bt. Efrâîm b. Yusuftur-zamanında geri dönmeyip, geç kalmasıdır.
Daha sonra Yüce Allah, şöyle buyurarak Hz. Eyyub'u methetmektedir:
"Biz onu hakikaten sabırlı bulduk. O ne güzel kuldu. Hakikat o daima Allah'a dönerdi." Yani biz onu, bedenini mübtelâ kıldığımız hastalığa, malının ve ailesinin gitmesine sabreder bulduk. Eyyub ne güzel bir kuldu. İşlediği bir günah sebebiyle değil de, hasenatını artırmak ve derecesini yükseltmek maksadıyla tevbe ve istiğfar ile Allah Tealâ'ya çokça rücu ederdi. Biz de onu, sıkıntısını kaldırıp kendisini feraha ulaştırmak suretiyle mükâfatlandırdık. Halbuki o, sabırsız davranıp Allah'a şikâyette de bulunmamıştı. Ancak peygamberler, içinde bulundukları durumu Yüce Allah'ın hakkıyla bildiğini kendilerine öğreten mutlak ve tam imanları sayesinde Allah Tealâ'dan, gam ve kederlerini kaldırmasını istemeyebilirler de.
Rivayet edildiğine göre Eyyub (a.s.) başına her musibet geldiğinde "Allah'ım! Sen verirsin, Sen alırsın." derdi. Yine o, Allah'a yakarışın da şöyle derdi: "İlâhi! Şüphesiz sen biliyorsun ki dilim kalbime muhalefet etmedi, kalbim gözüme tabi olmadı, sahip olduğum şeyler beni gaflete sürüklemedi, yanımda bir yetim bulunmaksızın birşey yemedim, beraberimde aç veya açık birisi varken tok ve giyinik olarak gecelemedim." [21]
Hz. İbrahim Ve Neslinin (İsmail, İshak, Yakub, Elyesa Ve Zülkifl) Kıssası (Hepsine Selam Olsun)
45- Kuvvetli ve basiretli kullarımız İbrahim'i, İshak'ı, Yakub'u da an.
46- Biz onları, ahiret yurdunu düşünme hasletiyle kendimize halis kul yaptık.
47- Onlar bizim indimizde seçkinlerden: hayırhlardandır-
48- İsmail'i, Elyesa'ı, Zülkifl'i de an. Hepsi de iyilerdendir.
49- Takvaya erenler için güzel bir gelecek vardır:
50- Adn cennetleri. Onlar için bütün kapılan tastamam açılmıştır.
51- Orada koltuka yaslanarak birçok yemişler, içecekler isteye- çeklerceKler-
52- Yanlarında da bakışlarını yalnız kocalarına diken, bir yaşıt dilberler vardır.
53- İşte hesap günü için size vaad olunagelen şey, bunlardır.
54- Şüphe yok ki bu, bizim bitip tükenmeyecek rızkımızdır.
Açıklaması:
Allah Tealâ, peygamber kullarının faziletlerini haber veriyor ve şöyle buyuruyor:
"Kuvvetli ve basiretli kullarımız İbrahim'i, İshak'ı, Yakub'u da an!" Yani salih ameli ve ibadette kuvvet sahibi ve keskin basiretli kullarımız İbrahim, İshak ve Yakub'un sabrını an. Zira onlar taati devamlı alışkanlık haline getirmişlerdi. Biz de onları, razı olunacak ameller işleme kuvvetiyle takviye ettik. Böylece onlar güzel amel işlediler ve hayırda öne geçtiler. Yine biz onlara dinde fıkıh ve ilim konusunda basiret ve dinde faydalı olacak ameller işleme gücü verdik".
Bunun sebebi ise şudur:
"Biz onları, ahiret yurdunu düşünme hasletiyle temizleyip, kendimize halis kul yaptık." Yani biz katışıksız bir hasleti onlara has kıldık. Bu haslet, ahiret yurdunu düşünsünler ve ahirete iman etsinler diye ahiret için amel işleme, emir ve yasaklarımıza uyma hasletidir ki bu, peygamberlerin özelliğidir.
"Onlar bizim indimizde seçkinlerden, hayırlılardandır." Yani onlar şüphesiz ki hemcinsleri arasından seçilmiş ve tabiat itibariyle hayır işlemeye düşkün kılınmış kimselerdir. Dolayısıyla eziyete meyletmezler; herhangi bir kimseye karşı duyulan kin, haset, buğz ve çekememezlik gibi duygular onların kalplerinde yer tutamaz. Onlar kötülük ve günah işlemezler. Zira onlar seçilmiş hayırlı kimselerdir.
"İsmail'i, Elyesa'ı, Zülkifl'i de an. Hepsi de iyilerdendir." Yani İsmail, Elyesa ve Zülkifl'in sabrını ve onların salih amellerini de an. Zira onların hepsi hayırlı ve peygamberlik için seçilmiş kimselerdir.
Allah Tealâ peygamberine, kavminin sefahetine karşı sabretmesini emir buyurduktan ve peygamberlerden bir bölümünü andıktan sonra, müminlerin ve kâfirlerin görecekleri karşılığı ve bu iki gruptan her birinin karar kılıp kalacağı yerleri zikretmekte ve şöyle buyurmaktadır:
"Bu bir hatırlatmadır. Takvaya erenler için güzel bir gelecek vardır." O peygamberlerin güzel amellerini zikredip sayan bu Kuran ayetleri, onlar için yüceltme, dünyada güzel anılma vesilesi ve ebedî olarak kendisiyle anılacakları bir şereftir. Onlar için ve onlar gibi muttaki kullar için ahiret-te, içinde Allah Tealâ'nm mağfiretine, rızasına ve cenneti nimetlerine dönecekleri bir dönüş yeri vardır. Bu, onlar için ve onlar gibi kimseler için ahi-ret yurdunda hazırlanmış olan nimetlerin ve saadetin zikredilmesine giriş mahiyetindedir.
Daha sonra Yüce Allah şöyle buyurarak, "dönüp gidilecek yer güzelli-ğı'ndenmaksadın ne olduğunu açıklamaktadır:
"Adn cennetleri. Onlar için bütün kapıları tastamam açılmıştır." Yani bu gelecek, cennetlerde nail olacakları daimi ikamettir. Bu cennetlerin kapıları onlar için sonuna kadar açılmıştır. Onlar cennetlere geldikleri zaman, kendilerine ikram olarak bu cennetin kapıları açılır. Bu ifadede, anılan cennetlerin takvaya eren kimselere mahsus olduğu, buraların genişliği, güzelliği ve kıymeti ima edilmektedir ki nefisler bu özelliklere sahip cennetlerle mutluluk bulur.
"Orada koltuklarına yaslanarak birçok yemişler, içecekler isteyecekler." Yani onları, cennetlerde koltuklara ve divanlara yaslanmış olarak, canlarının istediği güzel, lezzetli ve pek çok çeşidi bulunan meyveleri, yine çok çeşitli olan güzel ve tatlı içecekleri ve daha başka şeyleri talep ederken görürsün. Onlar her ne isterlerse, istedikleri şeyleri anında bulurlar. "Akıp giden cennet şarabı kaynağından doldurulmuş testiler, ibrikler ve kadehlerle..." (Vâkı'a, 56/18) onların istediği şeyler hazır edilir.
Bu ayette sadece yemiş (meyve) ve içecek (şarap) zikredilmesinin sebebi, Arapların bunlara olan düşkünlüğündendir. Çünkü onların yaşadığı yerler, sıcak olup, meyve ve içecek bakımından yoksuldur. Ayrıca bu ayette, cennet ehlinin, gıdalanmak için değil, sadece lezzetlenmek ve tad almak maksadıyla yemek yiyeceği ima edilmektedir. Çünkü onların bedenleri orada sürekli kalmak için yaratılmıştır ve bu sebeple yemeye ve içmeye ihtiyaçları yoktur.
Takvaya ermiş kimselerin cennetteki meskenlerini, yiyecek ve içeceklerini bu şekilde anlattıktan sonra Allah Tealâ, onların eşlerini zikretmekte ve şöyle buyurmaktadır:
"Yanlarında da bakışlarını yalnız kocalarına diken, kendileriyle yaşıt dilberler vardır." Yani onların, bakışlarını yalnız kocaları üzerine yönelten, onlardan başkasına bakmayan eşleri vardır. Bunlar yaşıttırlar, yaşları birbirinin aynı olduğu gibi, güzellikleri de birbirinin aynıdır. Birbirlerini severler, aralarında herhangi bir kin gütme veya ayrılık-gayrılık yoktur.
Daha sonra Yüce Allah, takvaya ermiş kimseler için vaad ettiği karşılığı şöyle zikretmektedir:
"İşte hesap günü için size vaad olunagelen şey, bunlardır." Yani cennetin özellikleri cümlesinden olarak zikredilen bu vasıflar, Allah Tealâ'nın muttaki kullar için vaad ettiği şeylerdir. Bu, kendilerine vaad edilmiş olan en güzel bir karşılıktır ve öldükten sonra dirilip kabirlerden kalkarak dağılmanın ardından ahiretteki hesap günü için ertelenip saklanmıştır.
Bu nimetlerin özelliği, devamlı olmalarıdır. Zira Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Şüphe yok ki bu bizim, bitip tükenmeyecek rızkımızdır." Yani bizim size bahşettiğimiz bu nimetler, bitip tükenmesi ve son bulması kesinlikle söz konusu olmayan daimî bir rızıktır. Nitekim şu ayet-i kerimeler de aynı şeyi ifade etmektedir: "Sizin yanınızda bulunan tükenir. Allah 'm yanında bulunan ise kalıcıdır." (Nahl, 16/96), "Bu, kesintisiz bir vergidir." (Hûd, 11/108), "Onlar için kesintisiz bir mükâfat vardır." (İnşikâk, 84/25). "Yemişi de süreklidir, gölgesi de. İşte takvaya erenlerin sonu budur. Kâfirlerin sonu da ateştir." (Ra'd, 13/35). [22]
Azgın Şakilerin Cezası:
55- Bu böyledir. Fakat azgınlara da en kötü bir gelecek vardır:
56- O da cehennemdir. Onlar buraya girecekler. Ne kötü bir döşektir o!
57- İşte onu tatsınlar. Kaynar su ve irindir.
58- Ve daha başka çeşitler de vardır.
59- İşte bunlar körü körüne maiyetinize giren güruhtur. Onlar rahat yüzü görmesinler. Çünkü onlar o ateşe gireceklerdir.
60- Dediler ki: "Hayır, asıl siz rahat yüzü görmeyin. Bunu bizim önümüze siz getirdiniz. Ne kötü durak."
61- Dediler ki: "Ey Rabbimiz, bunu bizim önümüze kim getirdiyse, onun ateş içindeki azabını katmerli olarak artır."
62- Dediler ki: "Kötülerden saydığımız adamları niye burada görmüyoruz?"
63- "Biz onları eğlence edinirdik. Yoksa gözlerimiz mi onlardan kaydı?'
64- İşte bu, cehennem ehlinin birbiriyle davalaşması, muhakkak ve kat'i bir gerçektir.
Açıklaması:
"Bu böyledir. Fakat azgınlara da en kötü bir gelecek vardır." Yani bu zikredilen, müminlerin göreceği karşılıktır. Yahut durum, zikredildiği gibidir. Allah Azze ve Celle'ye taatten çıkan ve peygamberleri yalanlayan kâfirler için ise kötü bir dönüş ve varış yeri vardır. Bu varış yerini Allah Tealâ şu kavl-i ilâhisi ile açıklamaktadır:
"O da cehennemdir. Onlar buraya girecekler. Ne kötü bir döşektir o!" Yani onlar cehenneme gireceklerdir ve cehennemin ateşi onları her yandan kuşatıp yakacaktır. Onların, kendi nefisleri için hazırladıkları bu yer ne kötü bir yerdir! Yani onlar için cehennem ateşinden ibaret olan bu döşek çok kötüdür. Burada ateş, döşeğe benzetilmiştir. Nitekim şu ayet-i kerimede de aynı durum söz konusudur: "Onlar için cehennemden bir döşek ve üstlerinde de yine ateşten örtüler vardır." (A'râf, 7/41).
"İşte onu tatsınlar. Kaynar su ve irindir." Yani işte bu hamîm (kaynar su)'dir. Onu tatsınlar. Bu, onların azabı tatmasını isteyen alaycı tarzda gelen bir emirdir. Hamîm, sıcaklığı çok şiddetli olan sudur ki, deriyi yakıp kızartır. Gassâk ise soğuk ve acı bir sudur ki, soğuğunun şiddeti sebebiyle onu içmek mümkün değildir. Bu, cehennem ehlinin derilerinden akan irin ve sarı sudur.
"Ve daha başka çeşitleri de vardır." Yani onlar için hamîm ve gassâk gibi olan başka çeşit zorlu, azaplar da vardır ki onlar bu azap türlerine de muhatap olacaklardır. Bunlar birbirine zıt olan azaplardır. Zira bu ayette geçen "ezvâc" kelimesi, birbirine zıt ve muhtelif azap türleri anlamına gelir.
Daha sonra Allah Tealâ, cehennem ehlinin aralarında geçen konuşmaları zikretmekte ve şöyle buyurmaktadır:
"İşte bunlar körü körüne maiyetinize giren güruhtur. Onlar rahat yüzü görmesinler. Çünkü onlar o ateşe gireceklerdir." Yani daha önce cehenneme giren bir grup, kendilerinden sonra girenleri, cehennem bekçileri ve zebanilerle birlikte karşılaştıkları zaman şöyle diyecekler: "Bunlar da sizinle birlikte cehenneme giren büyük bir topluluktur. Onlar rahat görmesinler. Yani onlar için bir hayır ve iyilik yoktur. Onlar da tıpkı bizim girdiğimiz gibi ateşe girdiler ve tıpkı bizim hak ettiğimiz gibi onlar da bu ateşi hak ettiler. Onların, "Onlar rahat yüzü görmesinler!" sözünden murad, onlara bedduadır. Bu, ileri gelen efendi ve önderlerin ağzından, dünyadayken terkedilmiş olan tabiler hakkında sadır olan bir sözdür. Bu ifade, kâfirler arasındaki dayanışmanın sona erdiğine, hatta düşmanlığa dönüştüğüne dair Allah Tealâ tarafından verilen bir haberdir.
Liderlerinin bu sözlerine, onlara tabi olanlar şöyle cevap vereceklerdir:
1- "Dediler ki: "Hayır, asıl siz rahat görmeyin. Bunu bizim önümüze siz getirdiniz. Ne kötü durak!" Yani önderleri şöyle dediler: "Hayır, siz bunu bizden daha çok hak ettiniz. Zira bizi siz doğru yoldan saptırdınız ve bizi bu sona siz davet ettiniz. Cehennem hem bizim için hem de sizin için ne kötü bir karar yeridir!" Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Her ümmet (ateşin içine) girdikçe yoldaşına lanet etti." (A'râf, 7/38).
2- "Dediler ki: "Ey Rabbimiz, bunu bizim önümüze kim getirdiyse onun ateş içindeki azabını katmerli olarak artır." Yani yine uyanlar, kendilerini peşlerinden gitmeye çağıran önderleri kastederek şöyle dediler: "Rabbimiz! Bizim bu ateşe girmemize sebep olanlara ve bizim önümüze bu azabı getirenlere, küfürlerinin ve dalâlete düşürmelerinin karşılığı olarak ateşteki azabı kat kat artır." Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Rabbimiz, bunlar bizi saptırdılar. Bunlara eteşten bir kat daha azap ver." Allah "Hepsi için bir kat daha fazla azap vardır, ama siz bilmezsiniz." buyurdu." (A'râf, 7/38). Yani sizden her birinizin kendi durumuna göre azabı vardır. Yine Allah Tealâ şöyle buyurur: "Ve dediler ki: Rabbimiz, biz reislerimize ve büyüklerimize uyduk da bizi yoldan saptırdılar. Rabbimiz, onlara iki kat azap ver ve onları büyük bir lanetle rahmetinden kov." (Ahzâb, 33/67-68). Bunu, Müslim'in Cerîr b. Abdilhamîd (r.a.) kanalıyla rivayet ettiği şu sahih hadis de teyid etmektedir: "Kim kötü bir çığır açarsa, açtığı o çığırın ve o yoldan yürüyenlerin günahı ona aittir."
Daha sonra kâfirler, dünyadayken dalâlette olduğuna inandıkları kimseler hakkında konuşacaklar. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Dediler ki: "Kötülerden saydığımız adamları niye burada görmüyoruz?!" Yani müşrikler, tahassür ve şaşkınlık içinde birbirlerine şöyle diyecekler: "Bizler ateşin içinde, dünyadayken kendilerini hiçbir hayrı bulunmayan değersiz saydığımız kimseleri kaybettik. Bize ne oluyor ki onları da bizimle birlikte ateşin içinde göremiyoruz?!" Kastettikleri ise Ammâr, Hab-bâb, Suheyb, Bilâl, Salim ve Selmân (r.a.) gibi yoksul müminlerdir.
Mücahid şöyle demiştir: "Bu Ebû Cehil'in sözüdür. O şöyle diyordu: "Bana ne oluyor ki Bilâl'i, Ammâr'ı, Suheyb'i ve falanı ve filânı göremiyorum?!" Bu, bir örnek ve darb-ı meseldir. Yoksa kâfirlerin tümü aynı durumdadır. Onların hepsi, müminlerin de kendileri gibi ateşe gireceğine inanırlar. Kâfirler cehennem ateşine girdikleri zaman bu müminleri gözden kaybedecekler ve göremeyecekler. Bunun üzerine bu sözü söyleyecekler.
"Biz onları eğlence edinirdik. Yoksa gözlerimiz mi onlardan kaydı?" Yani biz onları dünyadayken işlerimizde zorla kullanırdık veya onlarla alay ederdik. Şimdi ise onlar ikram gören kimseler oldu, biz ise kaybettik. Zira onlar ateşe girmediler. Yoksa onlar da bu ateşte bizimle birliktedirler de biz onların yerini mi bilmiyoruz? Hasan-ı Basrî şöyle demiştir: "Onlar, bütün bunları yapmışlardı. Müminlerin yoksullarını alay ve eğlence konusu edinmişlerdi. Orada da gözleri onları görmez. Çünkü o müminler cennettedirler." Burada geçen "suhriyyen" kelimesinin "sıhriyyen" şeklinde de okunabileceği söylenmiştir. Bunların her ikisinin de aynı anlamda olduğu söylendiği gibi; ilkinin boyun eğdirme ve zorla kullanma, ikincisinin ise eğlenme ve alay etme anlamında olduğu da söylenmiştir.
Bu cümle, kâfirlerin müminlerle dünyada eğlendiklerinden dolayı kendilerini kınadıklarım ve azarladıklarını ifade etmektedir.
Daha sonra Allah Tealâ, kâfirlerin arasında geçen bu suçlama ve karşılıklı çekişmenin gerçekleşeceğini şöyle buyurarak te'kid etmektedir:
"İşte bu, cehennem ehlinin birbiriyle davalaşması, muhakkak ve kat'î bir gerçektir." Yani Allah Tealâ'nın onlardan hikâye ettiği bu münazaa, kaçınılmaz olarak tahakkuk edecek bir gerçektir ve onlar bu sözleri söyleyeceklerdir. Yahut da mana şöyledir: Ey Muhammed (s.a.)! Bizim sana haber verdiğimiz bu olay, kıyamet günü kesinlikle gerçekleşecektir ki o, cehennem ehlinin, cehennemde birbirleriyle olan münakaşası, önderlerin tabile-rine, tabilerin de önderlerine söyleyecekleri sözlerdir. [23]
Hz. Peygamber (S.A.)'in Doğruluğunun Bazı Delilleri:
65- De ki: "Ben ancak bir uyarıcıyım. Tek ve kahredici olan Allah'tan başka ilâh yoktur."
66- "O, göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan şeylerin Rabbidir. Daima üstündür, çok bağışlayıcıdır."
67- De ki: "O, büyük bir haberdir."
68- "Siz ondan yüz çeviriyorsunuz"
69- "Mele-i a'lâ'ya (ait), onlar aralarında münazara ederlerken benim
hiçbir bilgim yoktu.
70- "Ben ancak apaçık bir uyarıcı olduğum içindir ki, bana vahyolunu-yor."
Açıklaması:
"De ki: "Ben ancak bir uyarıcıyım." Yani Ey Rasul! Mekke'lilerden ve diğer insanlardan Allah'ı inkâr edenlere, Ona ortak koşanlara ve O'nun peygamberini yalanlayanlara de ki: Ben ancak sizi Allah Tealâ'nm azap ve cezasından sakındırıcı, tevhidi, nübüvveti ve öbür dünyayı inkâr edenlerin göreceği cezayı -tıpkı daha Önce yaşamış olan Ad ve Semûd gibi ümmetlerin dünyada başına gelenler ve ahirette cehennem azabının ahvali gibi- size tebliğ ediciyim.
"Tek ve kahredici olan Allah'tan başka ilâh yoktur." Yani sadece bir tek ilâh vardır, O'nun ortağı yoktur. O, kendisi dışındaki her şey üzerine de kahredicidir, her şeyi kahr ve her şeye galebe eder.
"O, göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan şeylerin Rabbidir. Daima üstündür, çok bağışlayıcıdır." Yani bütün göklerin, yerin ve bu ikisi arasında bulunan mahlukâtm hakimidir, bunlar üzerinde tasarruf sahibidir. O, galip olan ve kendisine galip gelinemeyendir. İsyan edenleri cezalandırdığı zaman hiçbir direnici O'na karşı direnemez. O aynı zamanda kendisine itaat edenler için, tevbe ettikleri zaman kullarından dilediği kimseler için ve kendisine sığınanlar için günahları çok bağışlayandır.
Daha sonra Yüce Allah, kendisinin ve peygamberinin emirlerine muhalefet eden ve Kur'an'dan yüz çeviren kimseleri tehdit ederek şöyle buyurmaktadır:
"De ki: "O, büyük bir haberdir. Siz ondan yüz çeviriyorsunuz." Yani ey peygamber! Mekke müşriklerine ve başkalarına de ki: Benim bir peygamber olduğum, Allah'ın bir olduğu ve ortağının bulunmadığı, Kur'an'm Allah katından indirilen bir vahiy olduğu ve onun gerçekten büyük ve önemli bir haber olduğu yolunda verdiğim haberlerden ancak derin bir gaflet içinde bulunan kimseler yüz çevirirler. Zira o sizi dalâletten çekip çıkararak nura kavuşturmak suretiyle kurtarmaktadır. Oysa siz benim söylediklerimden yüz çeviriyorsunuz. Kur'an üzerinde düşünmüyorsunuz. Bu ifadelerde, müşrikleri -Kur'an'dan yüz çevirmeleri sebebiyle- azarlama ve serzenişte bulunma vardır. Zira onların yapmaları gereken şey, hatalarından dönmek olmalıdır.
Daha sonra Allah Tealâ, Hz. Muhammed (s.a.)'in peygamberliğine delâlet eden ifadelere yer vermekte ve şöyle buyurmaktadır:
"Mele-i alaya, onlar aralarında münazara ederken benim hiçbir bilgim yoktu." Yani bana vahyolunmadan önce Mele-i a'lâ'nın, Hz. Adem (a.s.)'in durumu hakkındaki ihtilafıyla, İblisin ona secdeden imtina etmesiyle ve Rabb'ine, kendisinin daha üstün olduğunu ileri sürerek itirazda bulunmasıyla ilgili benim herhangi bir bilgim yoktu. Eğer bana gelen vahiy olmasaydı ben bu tarz gayba ait hadiseleri nereden bilecektim?
"Ben ancak apaçık bir uyarıcı olduğum içindir ki, bana vahyolunuyor." Yani bana, herhangi bir hakimiyet veya saltanat elde etmek gibi bir iş için değil, ancak açık bir uyarmada bulunmam ve açıkça tebliğ etmem için vahiy geliyor. [24]
Adem Aleyhisselam Kıssası:
71- Rabbin o zaman meleklere demişti ki: "Ben muhakkak çamurdan bir insan yaratacağım."
72- "Onu biçimlendirip ona ruhumdan üflediğim zaman derhal ona secdeye kapanın."
73- Bunun üzerine bütün melekler toptan secde ettiler.
74- Yalnız İblis etmedi. Büyüklük tasladı ve kâfirlerden oldu.
75- Rabbin ona buyurdu ki: "Ey İblis! İki elimle yarattığıma secde etmekten sani alıkoyan nedir? Büyüklük mü tasladın? Yoksa yücelerden mi oldun?"
76- İblis dedi ki: "Ben ondan hayırlıyım. Beni ateşten, onu ise çamurdan yarattın."
77- Buyurdu ki: "Haydi çık oradan! Sen kovuldun."
78- "Ve şüphesiz ki ceza gününe kadar lanetim senin üzerinedir."
79- Dedi: "Ey Rabbim! O halde insan-ların yeniden dirilecekleri güne kadar bana mühlet ver."
80- Buyurdu: "Haydi sen mühlet verilenlerdensin."
81- "O belli vaktin gününe kadar."
82- (Şeytan) dedi: "Senin izzetine an-dolsun ki, ben de artık onların hepsini muhakkak azdıracağım."
83- 'İçlerinden ihlâsa erdirilmiş kulların müstesna."
84- (Allah Tealâ) buyurdu: 'İşte bu doğru. Ve şu gerçeği söyleyeyim:
85- "Andolsun, cehennemi senden ve onlar içinde sana uyan kimselerden dolduracağım."
Açıklaması:
"Rabbin o zaman meleklere demişti ki: "Ben muhakkak çamurdan bir insan yaratacağım." Yani Ey Muhammed (s.a.)! İnsanlığın babası Adem'in yaratılış kıssasını hatırla. Yüce Allah, meleklere, "Muhakkak ki ben bir beşer yaratacağım ki o, Adem ve onun soyudur." buyurmuştu. Buradaki "çamurdan" ifadesi, suyla karışık toprak demektir. Nitekim bir başka ayette de şöyle buyurulmuştur: "Andolsun biz insanı pişmemiş çamurdan, değişmiş cıvık çamurdan yarattık." (Hicr, 15/26)
"Onu biçimlendirip ona ruhumdan üflediğim zaman derhal ona secdeye kapanın." Yani onu yaratma işini tamamlayıp da ona düzgün bir şekil verip yaratılışını mükemel bir tarzda gerçekleştirdiğim ve onu, hayatı olmayan cansız bir madde iken canlı yaptığım zaman ona secde edin. Buradaki secde "ibadet secdesi" değil, selamlama ve saygı secdesidir. Yüce Allah'ın bu emri, secdeyi gerekli kılan bir emirdir. Yine buradaki "ruh üfleme" de, Hz. Adem'e hayat maddesi verilmesinin temsilî olarak anlatımıdır. Dolayısıyla burada ne üfürme, ne de üfürülen söz konusudur.
"Bunun üzerine bütün melekler toptan secde ettiler." Yani bütün melekler Allah'ın emrini yerine getirdiler ve secde ettiler. Onlardan, secde etmeyen bir tek melek bile kalmadı ve onlar, ayrı ayrı değil, aynı anda topluca secdeye kapandılar.
"Yalnız İblis etmedi. Büyüklük tasladı ve kâfirlerden oldu." Yani İblis dışında bütün melekler secde ettiler. İblis ise büyüklük tasladı ve secde edenlerden olmadı. Şeytan, bu emri yerine getirmenin Allah'a itaat olduğunu bilememişti. Onun bu büyüklenmesi, küfür büyüklenmesi idi. Neticede o, Allah'ın emrine muhalefeti, secde etmekten geri durması ve büyüklenerek Allah'a itaatten kaçınması sebebiyle kâfirlerden oldu. Yahut da o, Allah'ın ilminde kâfirlerden idi.
"Rabbin ona buyurdu ki: "Ey İblis! İki elimle yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan nedir? Büyüklük mü tasladın? Yoksa yücelerden mi oldun?" Yüce Allah ona şöyle buyurdu: Ey İblis! Seni Adem'e secde etmekten alıkoyan, ona secde etmeni engelleyen nedir? O Adem ki, onu yaratmayı, anne baba vasıtası olmaksızın ben üzerime aldım ve onu vasıtasız yarattım. Sen ona secde etmekten kendini şu an için mi büyük görüyorsun, yoksa sen böyle birşey yapmanın yakışmayacağı daha yüce olan kimselerden mi idin? Bu ifadelerden murat, her iki şıkkın da inkârıdır. İblis cevaben şöyle dedi:
"Ben ondan hayırlıyım. Beni ateşten, onu ise çamurdan yarattın." Yani muhakkak ben Adem'den hayırlıyım. Zira ben ateşten yaratılmış bir mahlûkum, Adem ise çamurdan yaratılmıştır. İblis'in iddiasına göre ateş çamurdan daha hayırlı ve şereflidir. Çünkü ateşte yücelik ve yükseklik vasfı vardır. Toprak ise sönük ve ıssızdır; ateşe göre değeri düşüktür.
"Buyurdu ki: "Haydi çık oradan. Sen kovuldun." Allah Tealâ şöyle buyurdu: Cennet'ten -veya göklerden, yahut melekler zümresinden- çık! Zira sen artık yıldızlar vasıtasıyla taşlanmış, Allah'ın rahmetinden kovulmuş ve her türlü hayırdan uzaklaştırılmış birisin.
"Ve şüphesiz ki ceza gününe kadar lanetim senin üzerinedir." Yani seni kovmuşluğum, dünya durdukça, ceza ve kıyamet gününe kadar sürecek ve devam edecektir. Sonra ahirette de İblis, hak ettiği ilâhi gazap ve cezaya çarptırılacaktır.
"Dedi: Ey Rabbim! O halde insanların yeniden diriltilecekleri güne kadar bana mühlet ver." Yani İblis şöyle dedi: Rabbim! Bana, beni canlı tutarak mühlet ver ve beni insanların, yani Adem ve onun soyunun öldükten sonra diriltileceği güne kadar yaşat, hemen öldürme. İblis'in maksadı böylece Allah'ın rahmetinden kovulmasına sebep olan Adem (a.s.)'den intikam almaktır.
"Buyurdu: "Haydi sen mühlet verilenlerdensin." Allah Tealâ şöyle buyurdu: Haydi sen, Allah'ın, mahlukâtın son bulmasını takdir ettiği güne kadar mühlet verilenlerdensin. Mahlukâtın hayatının son bulması, Sur'a ilk üfürüleceği zamandır. İblis, ölümden kurtulmak için öldükten sonra dirilme gününe kadar mühlet istemiştir. Çünkü kendisine dirilme gününe kadar mühlet verilirse ölmeyecektir. Yüce Allah ise ona, dirilme gününe kadar değil, Sur'a ilk üfürüleceği vakte kadar mühlet vermiştir. İblis, kendisine bu süre tanınınca helâktan emin olmuş, şımarıp azgınlaşmış, şöyle diyerek meydan okumuştur:
"Senin izzetine andolsun ki, ben de artık, içlerinden ihlâsa erdirilmiş kulların müstesna, onların hepsini muhakkak azdıracağım." Yani senin izzetine (hakimiyet ve kahrına) yemin ediyorum ki, şehevî arzuları kendilerine süslü ve çekici göstererek ve kendilerini şüphelere sevkederek ademo-ğullarını yoldan saptıracağım. Yalnız sana taat için seçtiğin, dalâletten, he-vâya ve şeytana uymaktan koruduğun kimseler müstesna. Zira ben onları aldatıp saptırmaya muktedir değilim. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Benim halis kullarıma karşı senin bir gücün yoktur. Sen ancak sana uyan azgınları azdırabilirsin." (Hicr, 15/42)
Allah Tealâ İblis'e şöyle karşılık veriyor:
"Buyurdu: İşte bu doğru. Ve şu gerçeği söyleyeyim: Andolsun cehennemi senden ve onlar içinde sana uyan kimselerden dolduracağım." Yani Allah Tealâ şöyle buyurdu: Ben Hakk'ım -veya- cehennemi İblis'ten ve ona uyanlardan doldurmak benden bir haktır. Ve ben hakkı söylüyorum: Muhakkak cehennemi, senin cinsinden olan şeytanlardan ve Adem'in soyundan sana uyan kimselerden dolduracağım. Zira onlar, kendilerini dalâlete ve azgınlığa çağırdığın zaman sana itaat ettiler. Bu, Allah Tealâ'nın İblis hakkındaki yeminidir ve Yüce Allah, İblis ve onun tabilerini cehenneme atacağına ve cehennemi onla'rla dolduracağına yemin etmiştir. Zemahşerî, "Ve şu gerçeği söyleyeyim." kavl-i ilâhisi hakkında şöyle der: Yani ben haktan başka birşey söylemem. Bu ifade, kendisiyle yemin edilen lafzın hikâyesi tarzında gelmiştir. Burada ifadenin tekidi ve güçlendirilmesi vardır. [25]
Hak Dine Davetin Ve Davetçinin Durumu İle Kur'an Mucizesi:
86- De ki: "Ben buna karşı sizden hiçbir ücret istemiyorum ve ben size kendiliğinden birşeyler teklif
ğütten başka
88- "Onun haberlerinin doğruluğunu bir süre sonra gayet iyi anlayacaksınız."
Açıklaması:
"De ki: "Ben buna karşı sizden hiçbir ücret istemiyorum ve ben size kendiliğinden bir şeyler teklif edenlerden de değilim." Yani Ey Rasul! Kavminden olan o müşriklere de ki: Ben sizden, peygamberliğimin, Allah'ın vahyinin, Kur'an'la verdiğim öğüdün ve vahyin ihtiva ettiği diğer hususların tebliği karşılığında bana vereceğiniz herhangi bir karşılık veya mal istemiyorum. Ben, Allah hakkında yalan uyduranlardan da değilim ki size bilmediğim şeyleri söyleyeyim yahut Allah'ın, çağırmamı emir buyurduğu şeyin dışında sizi başka birşeye çağırayım. Burada geçen "tekellüf' kelimesi kendiliğinden düzmek, uydurmak ve iftira atmak anlamındadır.
"O, alemlere bir öğütten haşka birşey değildir." Yani bu Kur'an veya sizi kendisine çağırdığım bu din, yaratıkların tümü için bir öğütten başka birşey değildir. Akıllı kimse, bunun doğruluğuna şahitlik eder. Buradaki "alemlere" ifadesi insanları ve cinleri içine almaktadır. "Bu Kur'an bana, sizi ve onun ulaştığı herkesi uyarayım diye vahyolundu." (En'am, 6/19) ve "Kavimlerden kim onu inkâr ederse, onun yeri ateştir." (Hûd, 11/17) ayetlerinde de bu husus yer almaktadır.
"Onun haberlerinin doğruluğunu bir süre sonra gayet iyi anlayacaksınız." Yani Ey Kâfirler! Onun, Allah'a çağrısının ve Allah'ı birlemeniz için yaptığı davetin, kısa bir süre sonra, yani ya öldükten sonra veya kıyamet gününde cenneti kazanmanızı sağlayacak şeyleri teşvikinin ve ateşe girmenizle sonuçlanacak şeyleri yapmaktan sizi sakmdırmasınm ve bu yolda size getirdiği haberlerin doğru olduğunu mutlaka bileceksiniz. Hasan-ı Basrî bu ayetin anlamının şöyle olduğunu söylemiştir: "Ey Ademoğlu! Ölüm esnasında sana kesin bilgi gelecektir." [26]
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Tirmizî bu rivayet hakkında "Hasen-sahihtir." demiştir.
[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/168-173.
[3] Birinci ve ikinci şüpheler, yukanda geçen 5-8. ayetlerde zikredilmişti.
[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/176-179.
[5] Beyzavi, s. 602.
[6] Razi, XXVT/189.
[7] İbni Abbâs şöyle demiştir: "Hz. Davud vaktini dörde bölmüştü. Bir gün ibadet, bir gün yargı, bir gün özel işleriyle uğraşma ve son gün de İsrailoğulları'nın tümünün umumî işleri için tahsis etmişti. Bu son gün onlara vaaz-u nasihat eder, onları ağlatırdı. Derken yargı için ayırdığı günün dışındaki birgün kendisine geldiler. Mutad olmayan bu geliş sebebiyle Hz. Davud onlardan korkmuştu. Çünkü onlar onun yanına yukarıdan inmişlerdi. O gün, Hz. Davud'un, görevliler tarafından muhafaza edilip beklendiği gündü. Görevliler, onun yanına kimsenin girmesine izin vermezlerdi. Hz. Davud, böyle bir günde yukarıdan inmek suretiyle yanına girenlerin kendisine bir zarar vermelerinden korkmuştu." {el-Bahru'l-Muhît, VII/391).
[8] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/183-185.
[9] Tercümeye esas aldığımız nüshada burada "gündüzün yarısını" denmektedir. Doğrusu çevirideki gibidir (çev).
[10] Eserin Arapçasında burada Ebu Davud şeklinde geçmekle birlikte doğrusu yukarıda da kaydedildiği gibi Ebu'd-Derdâ'dır (çev.).
[11] İbni Kesir, IV/29.
[12] İbni Kesir, IV/32.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/185-189.
[13] Buradaki "em" ifadesi münkatı bir ifadedir ve ıdrâb-ı intikâli için gelen "bel" (yoksa) anlamındadır. Buradaki "hemze-i istifhamiyye" ile de inkâr kastedilmektedir.
[14] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/196-197.
[15] Razî, XXW209.
[16] el-Bahrul-Muhit, VΙΙ/397
[17] İbni Kesir, IV/35 vd.
[18] Zemahşerî, 11/15.
[19] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/202-206.
[20] Bu uzaklaşmanın, mutad olarak her hastalık sebebiyle vuku bulan bir uzaklaşma olarak te'vil edilmesi mümkündür. Böyle bir uzaklaşma ise hastalıktan tiksinilip iğrenildiği için değil, hastaya duyulan şefkat ve acıma hissinden dolayı olur.
[21] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/209-212.
[22] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/217-219.
[23] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/223-225.
[24] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/228-229.
[25] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/233-235.
[26] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/238.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder