SAFFAT SURESİ
Allah'ın Birliğinin İlanı:
1- Andolsun o sıra sıra dizilenlere,
2- Bağırıp sürenlere,
3- Zikir okuyanlara
4- ki şüphesiz sizin ilâhınız gerçekten birdir.
5- Göklerin, yerin ve bunların arasında bulunanların Rabbi, doğuların da Rabbidir.
Açıklaması:
Yüce Allah, ibadet için sıra sıra dizilen, yahut gökte Allah'ın emrini bekleyerek saflar halinde duran ve çeşitli görevlerle vazifeli meleklere yemin etmektedir. Kendilerine emir buyurulan bir idare ve tedbirle bulutları belli bir yere sürmek veya insanları, kendilerine hayırlı düşünceler ilham ederek günah işlemekten alıkoymak ve şeytanları, insanlara vesvese vererek saptırmaktan men etmek o meleklerin görevlerindendir.
Yine onların görevleri arasında, Allah'ın peygamberlerine veya velilerine Allah'ın ayetlerini okumak da bulunmaktadır. Yüce Allah, "Ey kendisine ihlâsla ibadet etmeleri gereken muhataplar! Sizin mabudunuz birdir ve Onun ortağı yoktur. O göklerin, yerin ve bunlar arasında bulunan her çeşit mahlukun yaratıcısı ve hepsinin sahibidir. O, güneşin doğduğu ve battığı yerlerin Rabbidir. O halde nefislerinizde Allah'ın birliğini ilan ve O'na ihlâsla ibadet edin, sadece O'na itaat edin. Zira bu mahlukâtın varlığı, yaratıcının varlığının, kudretinin ve birliğinin en açık delilidir." diye yemin etmektedir. [1]
Gökyüzünün Yıldızlarla Süslenmesi:
6- Şüphesiz biz en yakın göğü bir zinetle, yıldızlarla süsledik.
7- Ve onu itaatten çıkan her şeytandan koruduk.
8-Onlar dinleyemezler.Her yandan kovularak
9- ve uzaklaştırılırlar. Onlar için sürekli bir azap vardır.
10- Yalnız bir söz çalan müstesna, onu da delici bir alev takip eder.
Açıklaması:
"Şüphesiz biz en yakın göğü bir zinetle, yıldızlarla süsledik." Yüce Allah, dünya göğünü ki bu gök, göklerin arza en yakın olanıdır, güzellikte en güzide mevkide olan bir süsle süslemiştir. Bu süs, yıldızlardır. Zira yıldızlar, kendilerine bakanların gözünde parlak kıymetli taşlar gibidir.
"Ve onu itaatten çıkan her şeytandan koruduk" Yani göğü, itaatten çıkan azgın her şeytandan muhafaza ettik. Oraya kulak vermek istedikleri zaman kendilerine delici bir alev gelir ve onları yakar. Bu sebeple Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Onlar mele-i alâ'yı dinleyemezler." Yani şeytanlar, mele-i alâ'nm ki onlar, en yakın göğün ve daha yukarısının sakinleri olan meleklerdir, sözünü dinlemeye muktedir olamazlar. Çünkü kendilerine alev atılır. Şeytanların melekleri dinlemek istemesi, Allah'ın hüküm ve takdirinden vahyettiği birşey hakkında konuştukları zaman olur.
Göklerin bu iki özellik veya yararını takrir eden birçok ayet gelmiştir. Örnek olarak "Andolsun biz dünyaya en yakın göğü kandillerle donattık. Bunları şeytanlara atış taneleri yaptık ve onlara çılgın ateş azabını hazırladık" (Mülk, 67/5) ve "Andolsun biz gökte burçlar yaptık ve onu bakanlar için süsledik. Ve onu her taşlanmış şeytandan koruduk" (Hicr, 15/16-17) ayetlerini zikredebiliriz..
"Her yandan kovularak atılırlar" Yani gökyüzüne yükselip orada konuşulanlara kulak vermek istedikleri zaman kendilerine her yönden delici alev atılır.
"ve uzaklaştırılırlar. Onlar için sürekli bir azap vardır" Yani tardedile-rek uzaklaştırılırlar, oraya ulaşmaktan men edilirler ve onlar için ahirette sürekli devam eden elim bir azap vardır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Ve onlara çılgın ateş azabını hazırladık." (Mülk, 67/5)
"Yalnız bir söz çalan müstesna, onu da delici bir alev takip eder" Yani şeytanlardan birinin bir söz çalması müstesna. Şeytanlar o sözü gökten işitir ve altlarında bulunana, o da kendi altında bulunana iletir. Belki delici alev, o sözü altlarmdakine iletemeden onları yakalar; belki de delici alev kendisine ulaşmadan Allah'ın takdiriyle o sözü altlarmdakilere ulaştırırlar ve alev ondan sonra kendilerine ulaşıp onları yakar. O sözü ilettikleri ise onu kâhinlere götürür. Nitekim bu husus hadiste de varit olmuştur.
Mele-i âlâdan bölük pörçük bir söz kapan şeytanın ardından Allah, delip geçici bir yıldız veya aydınlık bir alev gönderir ve böylece onu yakar. Belki yakmadığı da olur. Bu suretle o şeytan, ezberlediği o sözü, avanesi olan kâhinlere ulaştırır. Buradaki "hatf' kelimesi, birşeyi süratle almak, "sâkıb" kelimesi de "delici" anlamındadır.
Bu ayet üzerinde düşünüldüğünde şu gerçek sabit olarak ortaya çıkmaktadır: Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.) gönderilmeden önce şeytanlar üzerine delip geçici alev bazen atılır, bazen de atılmazdı. Hz. Peygamber (s.a.) gönderildikten sonra ise şeytanlar her yönden bu delip geçici alevlere maruz kalmışlardır ve gök daha fazla korunmaya başlanmıştır. Bunun sonucu olarak şeytanlar, mele-i âlâya kulak verip dinleme imkânı bulamamışlardır. Sadece onlardan bazısının bir kelime kapıvermesi bunun istisnasıdır. Onu da yeryüzüne inmeden önce de delip geçici bir alev izler. O şeytan, kapıverdiği o kelimeyi avanesine iletir. Böylece kehanetin batıl, nübüvvet ve risaletin de sabit olduğu ortaya çıkar[2] ve onların, gizlice kulak verip dinlemeye çalışmaktan men edildikleri hususu, şer'an mukarrer olur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlar, meleklerin sözlerini dinlemekten uzaklaştırılmışlardır." (Şu'arâ, 26/212). Yine Yüce Allah, göğün korunması ve şeytanlara alev atılmasından ibaret her iki merhaleyi vasfederek şöyle buyuruyor: "Biz göğe dokunduk. Fakat onu sert bekçilerle ve alevlerle doldurulmuş bulduk. Halbuki hakikaten biz, haber dinlemek için bundan önce onun bazı kısımlarında oturacak yerler bulup oturuyorduk. Fakat şimdi kim dinleyecek olursa, kendisini gözetip duran bir alev buluyor." (Cinn. 72/8-9)
Razi şöyle der: "Nesilden nesile tevatüren nakledilen tarihî olaylar, Hz. Peygamber (s.a.)'in gönderilişinden önce bu türlü alevler meydana geldiğini göstermektedir. Zira Hz. Peygamber (s.a.)'in gelmesinden uzun zaman önce yaşamış bulunan bilge kimseler bunu zikretmişler ve meydana gelmesinin sebepleri hakkında fikir beyan etmişlerdir. Bu olayların Hz. Peygamber (s.a.)'in gelmesinden önce mevcut bulunduğu sabit olunca, bunların meydana gelmesinin Hz. Peygamber (s.a.)'in gelişine bağlanması doğru olmaz. En yakın ihtimal şudur: Bu olaylar Hz. Peygamber (s.a.)'in gelmesinden önce de mevcuttu. Ancak Hz. Peygamber (s.a.) zamanında çoğalmış ve dolayısıyla mucizelerin de çoğalmasına sebep teşkil etmiştir.[3]
Öbür Dünyanın -Haşir, Neşir Ve Kıyametin- İspatı:
11- Şimdi onlara sor: Yaratılış bakımından kendileri mi daha çetin, yoksa bizim diğer yarattıklarımız mı? Hakikat biz onları bir cıvık ça-murdan yarattık.
12- Hayır, sen şaşırdm. Onlarsa
13- Kendilerine öğüt verilince düş nüp de öğüt kabul etmezler.
14- Bir ayet gördükleri zaman onunla alay ederler.
15- "Bu, apaçık bir büyüden başka birşey değildir." derler.
16- "Yani biz ölüp de toprak ve bir yığın kemik olduğumuz zaman mı, biz mi diriltilecek misiz?"
17- "Evvelki atalarımız da mı?"
18- De ki: "Evet, hem de hor ve hakir olarak."
19- İşte o, bir tek korkunç sesten ibarettir ki, onların birden bire gözleri açılı-verecektir.
20- 'Eyvah bize." derler, "bu, din günüdür."
21- Evet bu sizin yalanlamakta olduğunuz ayırdetme günüdür.
Açıklaması:
"Şimdi onlara sor: Yaratılış bakımından kendileri mi daha çetin, yoksa bizim diğer yarattıklarımız mı?" Yani Ey peygamber! Dirilişi inkâr eden o kimselere kendilerinin mi, yoksa gökler, yer ve bu ikisi arasındaki meleklerin, şeytanların ve büyük mahlukâtın mı yaratılış bakımından daha çetin veya var edilmek bakımından daha zorlu olduğunu sor. Bu ayet, Eşedd b. Kelede ve benzeri kimseler hakkında inmiştir. Bu zata Eşedd denmesinin sebebi oldukça kuvvetli ve zorba biri olmasıdır.
Buradaki soru, azarlama ve serzeniş maksatlıdır. Zira bahse konu kimseler, bu mahlukâtın yaratılış bakımından kendilerinden daha çetin olduğunu kabul ediyorlar. Eğer böyleyse, inkâr ettikleri şeyden (dirilişten) daha zor olan şeylerin varlığını gördükleri halde dirilişi niçin inkâr ediyorlar? Nitekim Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Göklerin ve yerin yaratılışı, insanların yaratılışından elbette daha büyük birşeydir. Fakat insanların çoğu bilmezler." (Gâfir, 40/57), "Gökleri ve yeri yaratan, onların benzerlerini yaratmaya kadir değil midir?" (Yâ-Sîn, 36/81).
Daha sonra Yüce Allah, diğer mahlukâtla insanın yaratılışı arasındaki bu farkın nasıl olduğunu açıklıyor ve şöyle buyuruyor: "Hakikat biz onları bir cıvık çamurdan yarattık." Yani biz onların aslını -ki o Hz. Adem (a.s.)'dir-, ele yapışan yapışkan bir çamurdan yarattık. Onlar bu zayıf maddeden yaratıldıkları halde yaratılışın yine topraktan -veya kişi suda öldüğü zaman toprağa karışan sudan- tekrarlanmasından ibaret olan ahi-reti nasıl uzak görüp inkâr edebiliyorlar? Oysa yaratılış bakımından kendilerinden daha kuvvetli, büyük ve mükemmel olanlar bu hususu inkâr etmiyorlar!..
Daha sonra Kur'anî beyan, bir üslûptan diğerine geçmekte ve Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Hayır, sen şaşırdın. Onlarsa alay ediyorlar." Yani senin onlara bunu sormana hacet yok. Zira onlar inatçı kimselerdir. Ve sen Ey Muhammed (s.a.)! Dirilmeyi inkâr eden bu kimselerin yalanlamasına şaşırıyorsun. Çünkü sen, Allah'ın yaratması, kudreti ve fena bulduktan sonra bedenlerin yeniden diriltileceğim bildiren ilâhi haber konusunda tam bir yakinî imana sahipsin. Onlar ise tam tersine, senin diriliş hakkında söylediklerinle ve kendilerine gösterdiğin delil ve ayetlerle alay edip eğleniyorlar!
Yahut bu ayetin anlatmak istediği şudur: Sen Allah'ın bu azametli varlıklar üzerindeki kudretine şaşırdm, onlarsa tam aksine seninle, senin bu taaccübünle ve kendilerine gösterdiğin, Allah'ın kudretini ispat eden eserlerle alay ediyorlar.
Bu ayetin anlamı şöyle de olabilir: Onlar diriliş konusuyla alay ederken sen de onların bu inkârına şaşırdm.
"Kendilerine öğüt verilince düşünüp de öğüt kabul etmezler." Yani olara Allah ve Rasulünün nasihatleri söylendiği zaman büyüklenmeleri, inatçı ve katı kalpli olmaları yüzünden öğüt almaz ve bu nasihatlerden istifade etmezler. "Bir ayet gördükleri zaman onunla alay ederler." Yani kendilerini tasdik ve imana götürecek olan peygamberi mucizelerinden birini veya açık bir delili gördükleri zaman alay ve eğlenmede aşırı giderler ve eğlenip gülüşmek, hep birlikte alay etmek için birbirlerini çağırırlar.
"Bu, apaçık bir büyüden başka birşey değildir, derler." Yani şöyle derler: Bize getirdiğin bu deliller, açık ve belirgin bir büyüden başka birşey değildir. Bunlara iltifat edilmez ve biz böyle şeylere aldanmayız. Bu, daha önce yaşamış olan büyücülerin miras ve geleneğidir.
Daha sonra bu kimseler, inkârlarını diriliş üzerinde yoğunlaştırıyorlar ve şöyle diyorlar:
"Yani biz ölüp de toprak ve bir kemik yığını olduğumuz zaman mı, biz mi diriltilecek misiz?" Yani senin söylediklerinin en gariplerinden biri de diriliş konusudur. Biz öldükten ve çürümüş kemik ve toprak haline geldikten sonra diriltilecek miyiz?
"Evvelki atalarımız da mı?" Daha önceleri yaşamış bulunan ve ölümleri üzerinden çok uzun yıllar geçmiş olan babalarımız ve dedelerimiz de mi diriltilecek?
Bu soruya Yüce Allah şöyle karşılık veriyor:
"De ki: "Evet, hem de hor ve hakir olarak." Yani Ey peygamber! Onlara de ki: Evet! Toprak haline geldikten sonra bir daha diriltileceksiniz ve sizler bu anda, o azim kudretin hükmü altında hor, hakir ve zelil kimseler olacaksınız. Nitekim Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Hepsi hor ve hakir olarak O'na gelirler" (Nemi, 27/87), "Bana ibadetten büyüklük taslayarak imtina edenler, hor ve hakir olarak cehenneme gireceklerdir." (Gâfir, 40/60)
"İşte o, bir tek korkunç sesten ibarettir ki, onların birden bire gözleri açılıverecektir" Yani Allah'ın kudretine göre iş gerçekten kolaydır. Diriltmek zor ve güç değildir. Zira diriliş, Allah'ın bir emriyle İsrafil (a.s.) tarafından Sûr'a bir kere üflenmesiyle çıkacak bir sayhadan ibarettir. Bu ses, onları yerden çıkmaya çağırır. O zaman insanların tümü, yerdeki kabirlerinden kalkmış, diri olarak Yüce Allah'ın huzuruna toplanmış olurlar ve kıyametin dehşetine bakakalırlar.
Daha sonra Allah Tealâ, o kimselerin, kıyametin dehşetini bizzat yaşadıkları zaman kendi nefislerini kınayacaklarını haber veriyor ve şöyle buyuruyor:
"Eyvah bize" derler, "bu, din günüdür." Yani dünyadayken dirilişi inkâr edip yalanlayanlar, "helak ve veylolsun bize! Dünyadayken işlediğimiz, Allah'ı inkâr ve peygamberleri yalanlama gibi amellerin karşılık ve cezasının görüleceği zaman geldi." derler ve ah vah edip hayıflanarak kendilerine beddua ederler. Çünkü onlar o gün başlarına geleni bilirler.
Bu durumda melekler onlara şöyle mukabele eder:
"Evet bu sizin yalanlamakta olduğunuz ayırdetme günüdür." Yani bu, insanlar arasında hüküm ve kazanın sağlam ve kesin bir şekilde icra edileceği gündür ki bu gün iyiyle kötü birbirinden ayırdedilir, hak ehli, batıldan ayrılır ve biri cennete giderken diğeri ateşi boylar. [4]
Müşriklerin Ahirette Sorumlu Tutulması Ve Bunun Sebepleri:
22- Toplayın o zalimleri, onların yoldaşlarını ve tapmakta olduklarını
23- Allah'ı bırakıp da. Onları cehennemin yoluna götürün.
24- Hapsedin onları. Çünkü onlar sorumludurlar.
25- Size ne oldu da birbirinize yardım etmiyorsunuz?
26- Hayır, bugün onlar zilletle boyun eğmişlerdir.
27- Birbirlerine yönelip, biri diğerini sorumlu tutmaya kalkışır.
28- "Siz bize sağdan gelirdiniz." der-
29- Onlar da "Hayır. Siz zaten inanan kimseler değildiniz." derler.
30- "Ve bizim sizi zorlayacak gücümüz de yoktu. Siz kendiniz azgınlar güruhu idiniz.
31- Artık Rabbimizin sözü bize hak oldu. Şüphesiz azabımızı tadacağız.
32- Sizi azdırdık. Çünkü kendimiz azmıştık."
33- Şüphe yok ki, o gün onlar azap çekmede ortaktırlar.
34- İşte biz suçlulara böyle yaparız.
35- Çünkü onlar, kendilerine "Allah'tan başka ilâh yoktur." dendiği zaman büyüklük taslarlardı.
36- "(Dinlenmiş bir şair için biz tanrılarımızı mı terkedeceğiz?" derlerdi.
37- Hayır o hakkı getirmiş ve peygamberleri de doğrulamıştı.
Açıklaması:
"Toplayın o zalimleri, onların yoldaşlarını ve Allah'ı bırakıp da tapmakta olduklarını." Bu ayette Allah meleklere, şu üç sınıfı -şirk ve günahları sebebiyle ziyadesiyle utandırıp hüsrana uğratmak maksadıyla- hesap görülecek yerde bir araya toplamalarını emir buyurmaktadır:
a) Zalimler ve müşrikler,
b) Onların yoldaşları, emsal ve benzerleri,
c) Allah'ı bırakıp da tapmakta oldukları put vs.
Buradaki "zulüm", şirk anlamındadır. Zira Yüce Allah "Çünkü şirk büyük bir zulümdür." (Lokman, 31/13) buyurmuştur.
Bu, ya Yüce Allah'ın meleklere, ya da meleklerden bir kısmının diğer bir kısmına hitabıdır. Yani zalimleri, onların kâfir eşlerini, yoldaş ve emsalini toplayın.
Müşrikler, şirkte onlarla benzer tutum içinde olanlar, küfürde onlara uyanlar, peygamberleri yalanlama konusunda onlara taraftarlık edenler ve onlara dostluk gösteren şeytanlar haşredilirken her kâfir, şeytanıyla birlikte, aynı şekilde günahkârlar da kısım kısım birlikte haşredileceklerdir. Zina ehli olanlar bir arada, faizciler bir arada, içki içenler bir arada...
"Onları cehennemin yoluna götürün." Yani daha fazla alay ve tahkire maruz kalmaları için, hasredilen bu kimselere cehennemin yolunu gösterin ve tanıtın.
"Hapsedin onları. Çünkü onlar sorumludurlar." Yani onları dünyadaki inançları, kendilerinden sadır olan sözleri ve amelleri konusunda hesaba çekilmek üzere durak yerinde hapsedin.
Tirmizî'nin İbni Mesud (r.a.)'dan rivayet ettiği bir hadiste şöyle buyu-rulmuştur:"Ac?emoğZu, şu beş şeyden hesaba çekilmedikçe Rabb'inin huzurundan ayrılamaz: Ömrünü nerede tükettiği, gençliğini nerede harcadığı, malını nerede kazanıp nereye sarfettiği ve öğrendikleriyle ne amel işlediği."
"Size ne oldu da birbirinize yardım etmiyorsunuz?" Yani onlara, başa kakma ve azarlama yollu şöyle denir: Size ne oldu ki dünyada olduğu gibi burada da birbirinize yardım etmiyorsunuz? Zira Ebû Cehil Bedir savaşı
esnasında "Bizler bugün yek vücut, yenilmez bir topluluğuz. Muham-med'den ve arkadaşlarından intikam alacağız." demişti. İşte kıyamet günü de onlara "Size ne oldu da birbirinize yardım etmiyorsunuz?" denecek.
"Hayır, bugün onlar zilletle boyun eğmişlerdir" Yani aksine onlar bugün Allah'ın emrine boyun eğmişlerdir. Bu emre muhalefet edemez, ondan yüz çeviremezler. Çünkü başka bir çıkar yol bulmaktan acizdirler. Onun için de herhangi bir hususta asla münakaşa edip çekişemezler.
Kıyamet meydanları içindeki bu durak yerinde aralarındaki meselede birbirlerini kınarlar, uyanlarla onların önderleri hasımlaşır. Zira Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Birbirlerine yönelip, biri diğerini sorumlu tutmaya kalkışırlar." Yani bu kâfirlerden uyanlar ve kendilerine önderlik yapanlar öne çıkarak tıpkı cehennemin aşağı tabakalarında hasımlaştıkları gibi kıyamet durağında da birbirlerine azarlama, serzeniş ve çekişme yollu soru sorarlar. Nitekim bir ayette şöyle buyurulmaktadır: "Zayıflar, büyüklük taslayan önderlerine, "Biz size tabi idik. Şimdi siz Allah 'm azabından en ufak birşeyi bizden savabilir misiniz?" dediler. Büyüklük taslayanlar da, "... Şimdi bizler sızlan-sak da katlansak da birdir. Bizim için sığınacak hiçbir yer yoktur" dediler." (İbrahim, 14/21)
"Siz bize sağdan gelirdiniz, derler." Yani uyanlar, kendilerine önderlik edenlere şöyle dediler: Sizler bize iyilik maskesi altında gelirdiniz. Bu suretle bizi doğru yola girmekten alıkoydunuz.
Buradaki "sağ" kelimesinin, kuvvet ve galebe anlamında kullanılmış olduğu da söylenmiştir. Yani sizler bize kuvvet ve galebe kullanarak ve dünyadayken bize karşı sahip olduğunuz egemenlik ve liderlik otoritesiyle gelirdiniz. Bu suretle bizi dalâlete sürüklediniz ve dalâleti bize zorla dayattınız.
Bu ifadenin anlamının şöyle olduğu da söylenmiştir: Sizler bize din konusunda çeşitli görüşler telkin ederdiniz. Bu suretle dini hafife almamıza sebep oldunuz ve bizi ondan soğuttunuz. Nitekim günümüz liderlerinin ve dostlarının yaptığı da budur! Buradaki "derler" kelimesi, mukadder bir sorunun cevabıdır, dolayısıyla bu ifade isti'naf-ı bey anîdir (konuyu açıklamak için başlanan yeni bir sözdür).
Onların bu sözlerine, başı çeken liderler iki şekilde cevap verirler:
1- "Onlar da "Hayır. Siz zaten inanan kimseler değildiniz." derler." Yani hayır, siz kendiniz iman etmeye razı olmamıştınız ve iman edebileceğiniz halde küfrü seçerek imandandan yüz çevirmiştiniz. Sizin kalpleriniz küfür ve isyanı kabul etmişti ve sizler zaten küfür üzereydiniz.
Buradaki "derler" kelimesi de muhatapları, yani küfrün önderlerini ya da cinleri ifade etmektedir.
2- "Ve bizim sizi zorlayacak gücümüz de yoktu. Siz kendiniz azgınlar güruhu idiniz." Yani bizim size karşı bir hüccetimiz veya iman etme konusundaki seçim ve isteğinizi engelleyecek bir egemenliğimiz yoktu. Aksine azgınlık, küfürde haddi aşma ve peygamberlerin size getirdiği hakka karşı ifrata düşme tavrı sizin içinizde vardı. Biz sizi küfre sadece çağırdık, siz de zorla değil, kendi seçiminizle bu çağrıya icabet ettiniz.
"Artık Rabbimizin sözü bize hak oldu. Şüphesiz azabımızı tadacağız." Yani Rabbimizin hükmü hem bizim, hem de sizin üzerinize gerekli ve Rabbimizin kavli kaçınılmaz oldu. Bu, Yüce Allah'ın şu kavlidir: "Senden ve onlar içinde sana uyan kimselerden cehennemi dolduracağım." (Sâd, 38/85) O halde bize vaat edilen azabı mutlaka tadacağız ve bizler kıyamet günü kaçınılmaz olarak azabı tadıcılanz.
Ebû Hayyân şöyle emiştir: Zahire göre buradaki "Şüphesiz ... tadacağız, kavli, küfrün önderleri ve onlara uyanlar olarak hepsinin azabı tadacakları konusunda liderlerin verdiği bir haberdir.
"Sizi azdırdık. Çünkü kendimiz azmıştık." Yani biz sizi saptırdık ve dalâlete, içinde bulunduğumuz azgınlığa çağırdık; siz de bize icabet ettiniz.
Uyanlar ve kendilerine uydukları önderleri arasındaki bu münakaşa ve çekişmeden sonra Yüce Allah, her iki sınıfın da duçar olacağı azabı şöyle vasfediyor:
"Şüphe yok ki o gün onlar azap çekmede ortaktırlar." Yani hem uyanlar, hem de kendilerine uydukları kimseler, veya hem tabi olanlar, hem de liderler -tıpkı dalâlet ve küfürde müşterek oldukları gibi- o zaman kaçınılmaz olarak azapta da topluca müşterektirler. Hepsi kendi ameli dolayısıyla cehennemdedir.
Onların azapta ortak oluşu, her suçlu kâfir konusunda olduğu gibi adil bir karşılıktır. Bu sebeple Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"İşte biz suçlulara böyle yaparız." Yani müşriklere buna benzer bir cezayla karşılık veririz ve herkes, işlediği amelin karşılığını bulur.
Bu azabın sebebi şu ayette ifadesini bulmaktadır:
"Çünkü onlar, kendilerine "Allah'tan başka ilâh yoktur." dendiği zaman büyüklük taslarlardı." Yani onlar, Allah'tan başka ilâh yoktur, demek olan kelime-i tevhide çağırıldıklarında, büyüklenerek bu çağrıyı kabullenmez, müminlerin söylediği gibi bu kelimeyi söylemekten yüz çevirirlerdi.
"Cinlenmiş bir şair için biz tanrılarımızı mı terkedeceğiz?" derlerdi." Yani hayal dünyasında yaşayan ve sözleri bozup karıştıran cinlenmiş bir şairin söyledikleri için mi bizler ilâhlarımıza ve babalarımızın ilâhlarına kulluğu terkedeceğiz? Bu sözleriyle onlar Hz. Peygamber (s.a.)'i kastediyorlardı. Böyle demekle önceki ayette bildirildiği gibi vahdaniyeti, bu ayette bildirildiği şekliyle de peygamberliği inkâr ediyorlardı.
Yüce Allah da onlara, kendilerini şu kavliyle yalanlayarak mukabelede bulunmaktadır:
"Hayır o hakkı getirmiş ve peygamberleri de doğrulamıştı." Yani Hz. Peygamber (s.a.), Allah'ın kendisine emir buyurduğu bütün hususlarda hak bir dinle gelmiştir. Bu hususların ilki tevhiddir. Böylelikle Hz. Peygamber (s.a.), diğer bütün peygamberlerin getirdiği tevhid, cennet vaadi, cehennem tehdidi ve ahiretin ispatı gibi hususlarda onları tasdik etmiştir. O, bu temel esaslarda onlara muhalefet etmediği gibi, daha önce onların getirdiği hiçbir esası da değiştirmemiştir. Şu halde onun şair veya cinlen-miş diye nitelenmesi nasıl doğru olabilir? Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Sana söylenen, senden önceki elçilere söylenmiş olandan başka birşey değildir" (Fussilet, 41/43), "... kendinden öncekini doğrulayan..." (Fâtır, 35/31). [5]
Kafirlerin Ve İhlaslı Mü'minlerin Görecekleri Karşılık:
38- Elbette siz o acıklı azabı tadıcı-smız.
39- Yapmakta olduğunuz şeylerden başkasıyla da cezalandırılmayacak-
40- Ancak Allah'ın halis kulları bu cezanın dışındadır.
41. onlar için bilinen bir rızık var
42-Türlü meyvelerle ağırlanırlar.
43- Naîm cennetlerinde.
44- Tahtlar üzerinde, karşılıklı otururlar-
45-Onara kaynaklardan doldurulmuş türlü kadehler dolaştırılır.
46- Berrak' i?enlere lezzet veren bir IÇKi
47' ffi onda ne sersemletme var, ne de onunla sarhoş olurlar.
48" Yanlarında da yaln kendileri- ne Söz dikmiş iri gözlü eşler vardır.
49- Saklı yumurta gibi eşler.
50- Bunlar birbirine dönüp sorarlar:
51-Onlardan bir sözcü: "Benim" de di ılbir arkadaım vartü'
52- Alay ederek derdi ki: "Sen doğrulayanlardan mısın?"
53- Biz ölüp toprak ve bir yığın kemik olduğumuz zaman mı, biz mi cezalandırılacağız?"
54- Sonra yanındakilere: "Bakar mısınız?" dedi.
55- Baktı, onu cehennemin ortasında gördü.
56- Ve ona dedi ki: "Allah'a yemin olsun. Sen az daha beni de mahvedecektin.
57- Eğer Rabbimin nimeti olmasaydı şimdi ben de oraya getirilenlerden olurdum.
58, 59- "(Bak) biz ilk ölümümüzden başka bir daha ölmeyecek, biz azaba da uğ-ratılmayacaktık değil mi?
60- Muhakkak ki bu, büyük kurtuluşun ta kendisidir.
61- Çalışanlar, bunun için çalışmalıdır.
Açıklaması:
Yüce Allah, dalâlet içinde bulunan yalanlayıcıların durumunu beyan etmekte -ki bu hitap aynı zamanda insanları da hedef almaktadır ve şöyle buyurmaktadır:
"Elbette siz o acıklı azabı tadıcısınız." Yani siz ey kâfirler! Hiç bitmeyen ve sürekli devam eden cehennem ateşinde elem verici azabı tadacaksınız!
"Yapmakta olduğunuz şeylerden başkasıyla da cezalandırılmayacaksınız." Yani sizin göreceğiniz karşılık, içinde zulüm bulunmayan adil ve hak bir uygulama ile verilecektir ki o karşılık, küfür ve isyandan ibaret olan amelleriniz dolayısıyla azap görmenizdir. Dolayısıyla ceza görmenizin sebebi bu kötü amellerinizdir. "Rabbin, kullara zulmedici değildir" (Fussilet, 41/46), "Rabbin kimseye zulmetmez" (Kehf, 18/49).
Kelime-i tevhid'i kabul etmeyerek büyüklenen ve peygamberleri inkârda ısrar gösteren suçlulularm durumunun beyanından sonra Yüce Allah, ihlâs sahibi kulların nasıl bir mükâfat göreceğini zikretmekte ve şöyle buyurmaktadır:
"Ancak Allah'ın halis kulları bu cezanın dışındadır. Onlar için bilinen bir rızık vardır. Türlü meyvelerle ağırlanırlar." Yani Allah'ın kendilerini itaat ve tevhid için seçtiği, ameli yalnızca Allah için işleyen kullar ise kurtulmuşlardır, onlar azabı tatmazlar ve hesabı tartışmazlar. Onların günahları müsamaha edilerek bağışlanmıştır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Andolsun asra ki, muhakkak insan kesin bir ziyandadır. Ancak iman edenlerle güzel amellerde bulunanlar, bir de birbirine hakkı ve sabrı tavsiye edenler böyle değildir. " (Asr, 103/1-3), "Her nefis, kazandığı şey mukabilinde bir rehindir. Ancak defteri sağdan verilenler müstesna..." (Müd-dessir, 74/38-39).
Buradaki "muhlisin" kelimesi bir övgü sıfatıdır. Çünkü onlar Allah'ın kullarıdır ve bu da onların seçilmiş kimseler olmasını gerektirir.
İşte bu seçkin kullara cennette Allah katından güzelliği, hoşluğu ve kesintisiz devamlılığı malûm olan bir rızık vardır ki sabah akşam, yani diledikleri her zaman kendilerine ikram edilir. Onlar, türlü leziz meyvelerden, yani meyvelerin her çeşidinden faydalanırlar. Bu meyveler, onların yediği şeylerin en güzelidir. Bu yeme, kendilerine yapılan ikram ve tazim ile birlikte olur. Zira onlar orada hizmet ve ikram görür, refah ve rahata kavuşturulurlar. Aynı şekilde onlar için büyük bir ikram daha vardır ki o da cennette, Rabblerinin katındaki derecelerinin yükseltilmesidir. Onlar orada Rabblerinin sözünü duyar ve geniş cennet bahçelerinde O'nunla karşı karşıya olurlar...
Bu ayette cennet meyvelerinin gıdalanmak ve kuvvet almak için değil, lezzet almak için yendiğine delâlet vardır. Çünkü cennet ehli gıdalanmak ve kuvvetlenmek gibi şeylere ihtiyaç duymazlar; sonsuz bir hayat için yaratılmış sağlam bedenlere sahiptirler.
Bu ayette rızkın "bilinen" şeklinde tavsif edilmesi, sözkonusu rızkın cennet ehli nazarında bilinen şeyler olduğunu ifade eder.Yüce Allah, onların yiyeceklerini açıkladıktan sonra, meskenlerini vasfetmekte ve şöyle buyurmaktadır:
"Naîm cennetlerinde. Tahtlar üzerinde karşılıklı otururlar." Yani bu rı-zık, nimetlerle dolu, kurulu ve sürekli bir faydalanma yeri olan cennetlerde, tahtlar üzerine kurulmuş oturur vaziyette oldukları halde kendilerine gelir. Onlar neşe ve sevinçle birbirlerinin yüzüne bakarlar. Hiçbiri diğerinin arkasından bakmaz. Bu durumda onlar maddî ve bedenî fayda ve nimetlerle ruhî ve insanî fayda ve nimetleri bir arada görürler.
Yiyecek ve meskenlerini vasfettikten sonra Yüce Allah cennetliklerin içeceklerini de şöyle zikretmektedir:
"Onlara kaynaklardan doldurulmuş türlü kadehler dolaştırılır." Buradaki "ma'în" kelimesi akarsu demektir. Şu halde bu ırmaklar, suyun kesintisiz bir şekilde çıkması gibi kaynaktan çıkarlar. Bu şekilde çıktığı için ona "ma'în" denmiştir...
Daha sonra Yüce Allah, dünya içkisinin afetlerinden uzak olan cennet içkisini şöyle vasfediyor:
"Berrak, içenlere lezzet veren[6] bir içki ki, onda ne sersemletme var, ne de onunla sarhoş olurlar." Yani bembeyaz renkli, tadı leziz ve kokusu hoş olan, ağızda rahatsız edici bir koku bırakan acı dünya içkisi gibi olmayan bir içki. Bu içki, dünya içkisi gibi içeni sersemletip aklını götürmez, baş ağrısı, karın ağrısı yapmaz ve diğer hastalıklara yol açmaz. Zira bütün bu özelliklerinde o, dünya içkisinden tamamen ayrıdır. Ne nefse, ne akla ve mala, ne de şahsiyete zarar verir. Çünkü ondan aklı gideren helak edici madde olan alkol çıkarılmıştır. Bu ayette, dünya içkisinin yol açtığı ağrılar, sıhhî arızalar ve sorhoşluk, insanlara rahatsızlık verme ve hezeyan, kanın ve sindirim organlarının bozulması gibi kötülükler de ima edilmektedir...
Cennet ehlinin içecekleri de böylece açıklandıktan sonra Yüce Allah, onların eşlerinin özelliklerini şöyle beyan buyurmaktadır:
"Yanlarında da yalnız kendilerine göz dikmiş iri gözlü eşler vardır." Yani yanlarında iffetli eşler vardır. Bunlar, kendi eşlerinden başkasına bakmazlar ve onlardan başkasını istemezler. Büyük güzel gözleri vardır. Buradaki '"ayn" kelimesi, '"ayna" kelimesinin çoğuludur, iri ve güzel gözlü, görünüşü güzel kadın demektir. Buradan da anlaşılmaktadır ki Yüce Allah onların gözlerini güzellik ve iffetle vasfetmektedir. Nitekim Allah Tealâ, Hûru'1-Iyn hakkında da "güzel huylu, güzel yüzlü kadınlar" (Rahman, 55/70) buyurmaktadır.
"Saklı yumurta gibi eşler" Ten renkleri hafif sarı beyaz karışımı, devekuşlarının yumurtaları gibi gizlenmiş, eşleri için saklanmış kusursuz kadınlar demektir.
Cennet ehlinin faydalanacağı yiyecek, içecek, mesken ve eş gibi maddî hususları beyan buyurduktan sonra Yüce Allah, manevî olarak faydalanılacak şeyleri de şöyle zikretmektedir:
"Bunlar birbirine dönüp sorarlar." Yani onlar içkilerini yudumlarken ve meclislerinde toplu halde sohbet ederken bir kısmı diğer bazılarına yönelerek dünyadayken içinde bulundukları durumları ve nelere göğüs gerdiklerini sorar. Bu, cennet nimetlerinin mükemmelliğinin ifadesidir.
Cennet ehlinin burada birbirlerine sordukları şeylerden birisini de Yüce Allah şöyle açıklıyor:
"Onlardan bir sözcü: "Benim" dedi "bir arkadaşım vardı, alay ederek derdi ki: " Sen doğrulayanlardan mısın?" Biz ölüp toprak ve bir yığın kemik olduğumuz zaman, biz mi cezalandırılacağız?" Yani cennet ehli müminlerden birisi şöyle der: Dünyadayken benim, öldükten sonra dirilmeyi inkâr eden kâfir bir arkadaşım vardı. "Bizler mi? Ölüp, ufalanmış toprak ve çürümüş kemik haline geldikten sonra amellerimizden dolayı hesaba çekilecek ve dünyada yaşadıklarımızdan dolayı diriltilip karşılık görecek kimseler mi olacağız? Bu, imkânsız, makul olmayan ve hiçkimse için takdir edilmiş bulunmayan birşeydir. Sen de böylesi hurafeleri doğrulayan birisi misin? derdi.
"Sonra yanındakilere: "Bakar mısınız" dedi." O mümin kul, birlikte oturduğu arkadaşlarına şöyle dedi: Benimle birlikte cehennemliklere bakın da size, bana bu sözleri söyleyen o dostu, onun nasıl azap çektiğini göstereyim.
"Baktı, onu cehennemin ortasında gördü" Yani o mümin, cehennem ehline baktı ve onu, cehennemin ortasında ateşin sıcaklığından alev alev yanarken gördü.
"Ve ona dedi ki: "Allah'a yemin olsun. Sen az daha beni de mahvedecektin. Eğer Rabbimin nimeti olmasaydı şimdi ben de oraya getirilenlerden olurdum" Yani mümin kul, kâfir arkadaşına, azarlama yollu şöyle dedi: Az kalmıştı ki sen beni de azdırmak suretiyle helak ve mahvoluşa sürükleyecektin. Beni, dirilişi ve kıyameti inkâra çağırmak suretiyle beni de helak edecektin. Eğer Rabbimin rahmeti, beni dalâletten koruması, yardımı, hakka irşad ve İslâm'a hidayet etmesi olmasaydı şüphesiz ben de seninle birlikte azap çekmek üzere ateşe getirilenlerden olurdum.
Daha sonra o mümin, birlikte oturduğu cennet ehli arkadaşlarına dönerek şöyle der:
"Biz, ilk ölümümüzden başka bir daha ölmeyecek, biz azaba da uğratıl-mayacaktık değil mi?" Yani cennetin kendilerine bahşedilen sürekli nimetleri sebebiyle sevinç ve mutluluk içinde bulunan o mümin kul, birlikte otur-
duğu arkadaşlarına şöyle der: Biz şimdi ebedî olarak nimetler içinde olacak mıyız? Dünyada vukua gelen ilk ölüm dışında ölmeyecek miyiz? Cehennem ehli olan kâfirler azap gördüğü gibi bizler de azap görmeyecek miyiz?
Müminlerin durumu ve özellikleri böyledir ve Allah onlar için sadece ilk ölümü takdir buyurmuştur. Oysa kâfirler, içinde bulundukları azap sebebiyle her saat ölümü temenni ederler. Mümin, Allah'ın nimetini dile getirmek için, kendi durumuna gıpta ederek ve cehennemdeki arkadaşının işiteceği şekilde onu azarlayarak yukarıdaki sözleri söyler. Bu durumda onun da azabı artar. Mümine gelince, mutlu olur ve zahmetsiz, ölümsüz bir hayatla cennette ebedî kalacağı, nimetler içinde bulunacağı için kendi kendisine gıpta eder.
"Muhakkak ki bu, büyük kurtuluşun ta kendisidir. Çalışanlar, bunun için çalışmalıdır." Yani bu sürekli ve sonsuz nimetler ve içinde bulunduğumuz sonsuz hayır ve lütuf, göz kamaştırıcı hedef ve gayenin, tarif edilemeyecek en büyük kazancın ta kendisidir. Dünyada çalışanlar, kendisinden pay almak için işte böyle bir nimet ve kurtuluş için çalışsınlar; çeşitli risk ve acılarla ve pek çok yorgunlukla birlikte gelen fani dünya nasipleri için değil!
Özetle bizden istenilen, çalışmayı sadece dünyevi kazanca hasretmemek, ahiret ve ebedî cennet için çalışmaktır. [7]
Zalimlerin Göreceği Karşılık Ve Cehennemdeki Azabın Çeşitleri:
62- Ağırlanmak için böylesi mi hayırlı, yoksa Zakkum ağacı mı?
63- Biz onu zalimler için bir fitne yaptık.
64- O, çılgın ateşin dibinde çıkan bir ağaçtır.
65- Tomurcukları şeytanların başları gibidir.
66- Onlar bundan yiyecekler ve karınlarını bununla dolduracaklar.
67- Sonra üzerine de onlar için, çok sıcak bir su ile karıştırılmış bir içecek vardır.
68- Sonra dönüp gidecekleri yer, şüphesiz yine cehennemdir.
69- Çünkü onlar atalarını sapık kimseler bulmuşlardı da,
70- kendileri de onların izleri üzerinde koşturuyorlardı.
71- Andolsun ki onlardan önce geçenlerin çoğu da sapmıştı.
72- Andolsun ki biz onlar için de uyarıcılar göndermiştik.
73- Bak o uyarılanların sonu nice oldu!
74- Ancak Allah'ın halis kulları o azabın dışında kaldılar.
Açıklaması:
"Ağırlanmak için böylesi mi hayırlı, yoksa Zakkum ağacı mı?" Önceki ayetlerde zikredilen cennet nimetleri ve cennette bulunan yiyecekler, içecekler ve türlü lezzetlerle diğer şeyler mi ikram ve ziyafet olarak daha hayırlı, yoksa cehennemde bulunan kötü ve acı meyveli Zakkum ağacı mı? Bu, onlarla bir çeşit eğlenme ve alay etmedir. Zakkum ağacı, cehennem ehlinin yiyeceğidir ki onu zorlanarak ve yutkunarak yerler; onların ziyafet ve ikramları budur.
"Biz onu zalimler için bir fitne yaptık" Yani biz bu ağacı kâfirler için bir deneme vesilesi yaptık. Zira onlar onunla imtihana çekilmiş ve onun varlığını yalanlamışlar ve "Ateş, içinde bulunan şeyleri yaktığı halde onun içinde ağaç nasıl olurmuş?" demişlerdi.
Bu, onların, yakılması mümkün olmayan şeyler bulunduğu konusundaki bilgisizliklerini göstermektedir ve onlar, ateşin içinde yaşayan insan (cehennem ehli) yaratmaya kadir olanın, ateşin içinde yanmayan ağaç yaratmaya ziyadesiyle kadir olduğunu düşünüp akıl edememektedirler. Sözkonusu ağacın özelliklerini Yüce Allah şöyle anlatıyor:
1- "O, çılgın ateşin dibinde çıkan bir ağaçtır." Yani o, ateşin dibinde ve cehennemin en aşağı tabakasında yetişen bir ağaçtır. Dalları, cehennemin tabakalarına yükselir.
2- "Tomurcukları şeytanların başları gibidir." Yani o ağacın tomurcukları ve meyvesi son derece kötü ve çirkin görünüşlü olması bakımından şeytanların başları gibidir. Bu benzetme, o ağacın meyvelerinin tiksindiri-ciliğini anlatmak ve onu çirkin bir ifadeyle zikretmek içindir. Dolayısıyla burada elle tutulup gözle görülen birşey, görünmeyen birşeye benzetilmiş olmaktadır. Araplar, çirkin yüzü şeytana, güzel yüzü de meleğe benzetirler. Nitekim Hz. Yusuf (a.s.) kıssasındaki kadınların dilinden Yüce Allah şöyle hikâye etmektedir: "Bu insan değildir; bu ancak üstün bir melektir." (Yusuf, 12/31)
Daha sonra Yüce Allah bu ağacın, cehennem ehli olan kâfirlerin yiyeceği olduğunu zikretmekte ve şöyle buyurmaktadır:
"Onlar bundan yiyecekler ve karınlarını bununla dolduracaklar." Yani onlar, kokusu, yiyeceği ve yaratılışı kötü olan bu ağacın meyvesini yiyecekler ve karınlarını zorla ve istemeye istemeye onunla dolduracaklar. Çünkü onlar bu ağaçtan ve buna benzer yiyeceklerden başka birşey bulamayacaklar. Nitekim Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Onlar için kuru dikenden başka yiyecek yoktur. Ne semirtir o, ne de açlığı giderir." (Gâşiye, 88/6-7) Cennet ehlinin rızkına mukabil, cehennem ehlinin yiyeceği ve meyvesi de işte budur.
İbni Ebî Hatim, Tirmizî, Nesâî ve İbni Mâce, İbni Abbas (r.a.)'dan şöyle rivayet etmişlerir: "Rasulullah (s.a.) bu ayeti okudu ve "Allah'tan hakkıyla sakının. Zira zakkumdan bir tek katre dünya denizlerine damlayacak olsaydı, yeryüzünde yaşayanların dirlik ve düzeni bozulurdu. Böyleyken yiyeceği sırf Zakkum'dan ibaret olanların durumu nasıl olur?"[8]
Cehennem ehlinin yiyeceğini böylece vasfettikten sonra Yüce Allah, onların içeceğini de daha çirkin bir surette şöyle tavsif buyurmaktadır:
"Sonra üzerine de onlar için, çok sıcak bir su ile karıştırılmış bir içecek vardır." Yani onlar için, o ağacın meyvelerinden yedikten sonra, yediklerine karışan çok sıcak bir sudan bir içecek vardır.
Burada "sümme (sonra)" kelimesinin kullanılmasından maksat, onların içeceği şeyin, çirkinlik ve tiksindiricilikte yediklerinden daha ileri olmasını anlatmaktır. Bu suyun bulunduğu yer, cehennemin dışındadır. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Sonra dönüp gidecekleri yer, şüphesiz yine cehennemdir." Yani Hamîm şarabını içtikten ve zakkumu yedikten sonra onların döneceği yer yine cehennem yurdudur. Bu ayet, cehennem ehlinin, hamîm'i içerken cehennemde bulunmadıklarına delâlet etmektedir. Bu da, hamîm'in cehennem dışında bir yerde oduğunu gösterir. Şu halde onlar, içmeleri için -tıpkı develerin suya sürüldüğü gibi- Hamîm'e, ardından da tekrar cehenneme sürüleceklerdir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "İşte bu, suçluların yalanladığı cehennemdir. Onunla Hamım arasında dolaşıp dururlar." (Rahman, 55/43-44)
Cehennem ehlinin, yiyecek ve içeceklerinde nasıl bir azaba duçar olduğu anlatıldıktan sonra Yüce Allah, bu azabın gerekçesini şöyle açıklamaktadır:
"Çünkü onlar atalarını sapık kimseler bulmuşlardı da, kendileri de onların izleri üzerinde koşturuyorlardı." Yani onlar, atalarının dalâlet üzere yaşamış kimseler olduğunu gördükleri halde düşünüp iyice değerlendirmeden ve delilsiz dayanaksız olarak onlara uyarak kendilerini taklit etmişlerdi. Zira onlar atalarına -adeta teşvik edilmişler gibi- hemen tabi olmuşlar ve onlara adeta kovalarcasına uymuşlardı.
Daha sonra Yüce Allah, Hz. Peygamber (s.a.)'i, kavminin küfrü ve kendisini yalanlaması üzerine teselli ederek, küfrün açık ve çok öncelere dayanan birşey olduğunu ve küfre tabi olanların çokluğunu şöyle beyan buyurmaktadır:
"Andolsun ki onlardan önce geçenlerin çoğu da sapmıştı." Yani geçmiş ümmetlerin ekseriyetti dalâlet içindeydi, Allah'ın yanında başka ilâhlara da inanırlardı.
Bununla birlikte Allah'ın rahmeti onları uyarmadan bırakmamıştır. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Andolsun ki biz onlar için de uyarıcılar göndermiştik." Yani Allah, geçmiş ümmetlere de, kendilerini Allah'ın azabıyla uyaran ve Ona karşı kâfir olup başkasına kullukta bulunanları mağlup edip kendilerinden intikam almasıyla sakındıran peygamberler göndermiştir. Ne ki onlar, peygamberlere muhalefete ve onları yalanlamaya devam etmişlerdir. Allah da onları helak etmiştir. Nitekim şöyle buyurmaktadır:
"Bak o uyarılanların sonu nice oldu." Ey rasul ve muhatap! Yalanlayı-cı kâfirlerin sonu bak nasıl oldu! Allah kendilerini helak etti ve onlar cehenneme gittiler. Hz. Nuh, Ad, Semûd kavimleri ve daha başkalarının akıbeti böyle oldu.
Daha sonra Yüce Allah, şöyle buyurarak müminleri bundan istisna etmektedir:
"Ancak Allah 'm halis kulları o azabın dışında kaldılar." Yani bununla birlikte Allah, kendine itaat için seçtiği, kendilerini imana, tevhide ve Allah'ın emirlerini yerine getirmeye muvaffak kıldığı kullarını kurtarmıştır.
Dolayısıyla onlar ebedî cennetlere girmek suretiyle kurtuluşa erdikleri gibi dünyada da Allah kendilerine yardım etmiştir.
Hz. Peygamber (s.a.)'in bu şekilde teselli edilmesinden anlaşılmaktadır ki, daha önce gelen rasuller içinde Hz. Peygamber (s.a.)'e örnek teşkil edecek kimselerin bulunması gerekir. Böylelikle O da onların yaptığı gibi sabır gösterecek ve davetine devam edecektir. Kendilerine elçi olarak gönderildiği kimseler azgınlıkta ısrar ve inat gösterseler de ona düşen sadece tebliğ etmektir. [9]
Nuh Aleyhisselam Kıssası:
75- Andolsun Nuh bize niyaz etmişti de ne güzel kabul buyurmuştuk.
76- Onu ve ehlini büyük bir sıkıntıdan kurtarmıştık.
77- Yalnızca onun soyunu kalıcı kıldık.
78- Sonradan gelenler arasında on bir bıraktık.
79- Alemler içinde Nuh'a selâm ol sun
80- İşte biz iyileri böyle mükâfatlandınnz.
81- Çünkü o bizim mümin kullarımızdandı.
82- Sonra ötekileri suda boğduk.
Açıklaması:
"Andolsun Nuh bize niyaz etmişti de ne güzel kabul buyurmuştuk." Yani yemin olsun ki Nuh (a.s.), kavmini uzun süre imana davet ettikten sonra şöyle diyerek bize dua etmiş, bizden yardım istemiş, kavmine de helak olmaları için beddua etmişti: "Rabbim! Yeryüzünde kâfirlerden yurt tutan tek kişi bırakma." (Nuh, 71/26) Zira onlar kendisini yalanlamış, türlü eziyetlere maruz bırakmış ve öldürmeye azmetmişlerdi. İçlerinde uzun bir süre -950 yıl- kaldığı halde ona az sayıdaki insan dışında kimse iman etmemişti. Hz. Nuh (a.s.)'un çağrısı onların sadece daha çok reddedip davete icabete yanaşmamalarına yol açıyordu.
Bunun üzerine Yüce Allah Hz. Nuh (a.s.)'un duasına en güzel şekilde icabet buyurdu ve kavmini tufan ile helak etti.
İbni Merdüvey Hz. Aişe (r.a.)'den şöyle rivayet etmiştir: "Hz. Peygamber (s.a.) benim hücremde namaz kıldığında "Andolsun Nuh bize niyaz etmisti de ne güzel kabul buyurmuştuk." ayetine geldiği zaman "Rabbimiz doğru buyurdun. Sen, kendisine dilekte bulunulanların en yakınısın. Ne güzel dua edilensin, ne güzel ihsan edensin, ne güzel istenensin, ne güzel mevlâsın ya Rabbi, ve ne güzel yardım edensin!" buyurdu."
Yüce Allah'ın, duayı ne güzel kabul buyurduğu icmalen, kısaca açıklandıktan sonra, duaya icabetten hasıl olan yardımın, nimet ve ihsanın şu üç noktada olduğu beyan edilmektedir:
1- "Onu ve ehlini büyük bir sıkıntıdan kurtarmıştık." Yani Nuh'u ve onun dinine inananları -ki bunlar onunla birlikte iman etmiş olan 80 kişidir- büyük bir sıkıntıdan, yani suda boğulmaktan kurtardık.
2- "Yalnızca onun soyunu kalıcı kıldık." Yani başkalarını değil sadece onun zürriyetini yaşar halde bıraktık ve kâfirleri onun duasıyla helak ettik. Kâfirlerden geriye hiçkimse bırakmadık.
Hz. Nuh (a.s.) ile birlikte gemide bulunan müminler de -rivayet edildiği gibi- ölmüşlerdir. Geriye Hz. Nuh (a.s.)'un çocuklarından ve soyundan başka kimse kalmamıştır.
Bu ayet hasr ifade etmekte ve soyu hariç Hz. Nuh (a.s.) dışındakilerin hepsinin yok olduğunu göstermektedir. İbni Abbas (r.a.) şöyle demiştir: "Hz. Nuh (a.s.)'un soyu, üç evlâdıdır ki onlar Sâm, Hâm ve Yâfes'dir. Sâm Arap, Fars ve Rumların, Hâm zencilerin, Yâfes de Türklerin atasıdır."
3- "Sonradan gelenler arasında ona iyi bir ün bıraktık." Yani kendisinden sonra kıyamete kadar gelecek olan peygamber ve ümmetler arasında kendisi için güzel bir övgü bıraktık.
"Alemler içinde Nuh'a selâm olsun" Yani ve dedik ki: Ey Nuh! Melekler ve insanlar ile cinler arasında bizden sana selâm vardır.
Yahut bu ayetin anlamı şöyledir: Yüce Allah'ın, daha sonra gelenler arasında Hz. Nuh (a.s.) için bıraktığı güzel övgü, kendisine bütün ümmetler içinde selâm edilmesidir.
Yukarıdaki ilk tefsir şeklini "Ey Nuh denildi, sana ve seninle beraber olanlardan türeyecek ümmetlere bizden selâm ve bereketlerle gemiden in." (Hûd, 11/48) ayeti teyit etmektedir.
Yukarıda zikredilen üç ihsan ve nimetin sebebini Yüce Allah şöyle ifade buyurmaktadır:
"İşte biz iyileri böyle mükâfatlandırırız" Yani biz, Allah'a itaati güzelce yerine getiren kulları böyle mükâfatlandırırız. Yahut bütün alemlerin dilinde güzel bir şekilde ünlenmesi de dahil olmak üzere o nimet ve ihsanları, iyi bir kul olduğu için Nuh (a.s.)'a mahsus kıldık.
Bu ihsanın gerekçesini de Yüce Allah şöyle beyan buyuruyor:
"Çünkü o bizim mümin kullanmızdandı" Yani Hz. Nuh (a.s.)'un iyi bir
insan olmasının sebebi, onun Allah'a kul ve mümin olmasıdır. Bu da, Allah Tealâ'ya iman ve itaatin en büyük derece ve en şerefli makam olduğunu gösterir.
"Sonra ötekileri suda boğduk." Yani onun kavminin kâfir olanlarını tufan ile suda boğduk ve helak ettik; onlardan geriye hiç kimseyi bırakmadık. Bu da bir nasihat ve ibrettir: "Muhakkak ki bunda kalbi olan, yahut şahit olarak kulak veren kimse için bir öğüt vardır." (Kaf, 50/37) [10]
İbrahim Aleyhisselâm Kıssası:
83- Şüphesiz İbrahim de onun fırka-sındandı.
84- Çünkü o, Rabbine tertemiz bir kalp getirmişti.
85- O zaman babasına ve kavmine "Siz neye tapıyorsunuz?" demişti.
86- Yalancılık için mi Allah'ı bırakıp uydurma tanrılar ediniyorsunuz?
87- Alemlerin Rabbi hakkında zan-nınız nedir?
88- Derken yıldızlara bir nazar atfetti de,
89- Ben hastay dedi.
90-Bunun üzerine arkalarını dönüP ondan uzaklaştılar.
91- Siz ce onların tanrılarına sokuldu, 'Yemez misiniz?' dedi.
92- Ne oluyor size konuşmuyorsunuz
93- Ve gizlice üzerlerine yürüyüp sağ eliyle onlara kuvvetli bir darbe indirdi.
94- Derken kavmi koşarak ona geldiler.
95- İbrahim dedi ki: "Kendi elinizle yontmakta olduğunuz şeylere mi tapıyorsunuz?
96- Halbuki sizi de, yapageldiğiniz şeyleri de Allah yaratmıştır."
97- "Onun için bir bina yapın da onu ateşe atın." dediler.
98- Ona bir tuzak kurmak istediler. Biz de onları alçak düşürdük.
99- İbrahim dedi ki: "Ben Rabbime gideceğim. O beni doğru yola iletecek."
100- "Rabbim bana iyilerden bir çocuk lütfet!"
101- Biz de ona halîm bir oğul müjdeledik.
Açıklaması:
"Şüphesiz İbrahim de onun fırkasındandı" Yani şüphesiz İbrahim (a.s.) de, Nuh'un (a.s.) dini ve yolu üzere bulunanlardan ve insanları Allah'ı birlemeye, O'na ve öldükten sonra dirilmeye imana ve dinin temel esasları olan diğer hususlara inanmaya çağırmada onun yolunda yürüyen kimselerdendi. Bu iki peygamberin tebliğ ettiği din kurallarının ihtiva ettiği fer'î konular arasında farklılıklar bulunsa da onlar, temel esaslar noktasında birbirlerini doğrulamaktaydı.
"Çünkü o, Rabbine tertemiz bir kalp getirmişti." Yani Rabbine yöneldiği zaman Onu imanda sadık ve ihlâslı; şirk, şüphe ve riya şaibelerinden arınmış, hilkatinde Rabbine ihlâsla bağlı bir kalple anmıştı. Yani sanki kalbini, kendisinden Rabbine bir hediye olarak sunmuş ve böylelikle kurtuluşu ve Rabbinin rızasını hak etmişti.
Onun hasletlerinden ve övgüye değer amellerinden birkaçı şunlardır:
"O zaman babasına ve kavmine "Siz neye tapıyorsunuz?" demişti" Yani kavmine, "Allah'ı bırakıp da kendilerine kulluk ettiğiniz bu putlar nedir?" dediği zamanki tavrı, onun Rabbine olan ihlâsının göstergelerinden biriydi. Bu, onların putlara kulluğunu protesto edip eleştirmek, tuttukları yol ve hareket tarzları sebebiyle onları azarlamak ve putlara kulluğu açık bir dille kınamaktır. Bunun için Hz. İbrahim (a.s.) onlara şöyle demiştir:
"Yalancılık için mi Allah'ı bırakıp uydurma tanrılar ediniyorsunuz? Alemlerin Rabbi hakkında zannınız nedir?" Yani yalana saparak Allah'ı bırakip da, herhangi bir delil ve hüccetiniz bulunmadan başka ilâhlar edinmek mi istiyorsunuz? Rabbinize kavuştuğunuz zaman O'nun size ne yapacağım zannediyorsunuz? Bu bir azarlama, sakındırma ve tehdit sorusudur. Yani kendisine ibadet etmenize müstehak olan zata -ki O alemlerin Rabbi-dir- karşı nasıl bir kanaat besliyorsunuz ki Ona kulluğu terkedip, Onu putlarla değiştiriyorsunuz?
"Derken yıldızlara bir nazar atfetti de" Yani İbrahim (a.s.), kavminin yaptığı gibi yıldızları tazim ve takdis maksadıyla onlara bakmadı; yıldız ilimlerine ve yıldızların anlamlarına baktı. Maksadı kavmini, onların bildiğini kendisinin de bildiği düşüncesine sevketmekti.
Bu ayetten murat, Hz. İbrahim (a.s.)'in, evren ve gök hakkında düşünceye daldığını ve uzun süre tefekkür ettiğini ifade etmek de olabilir. Katâ-de şöyle demiştir: "Araplar, tefekküre dalıp da bu hali uzun süre devam ettiren kimseye "yıldızlara baktı" derler ki, "bulunduğu hal içinde uzun süre düşündü" demektir."
"Ben hastayım." dedi" Yani keyifsiz ve rahatsızım dedi. Hz. İbrahim (a.s.) bu sözüyle kavminin küfründen, şirkinden ve putlara kulluk etmesinden dolayı kalben rahatsızlık duyduğunu söylemek istemiştir.
Kısacası Hz. İbrahim (a.s.)'in yıldızlara bakması ve "Ben hastayım" demesi tevriye (gizleme) kabilinden bir sözdür.[11] Zira o bu sözüyle başka bir-şey kastetmişken kavmi onun sözünden daha farklı bir anlam çıkarmıştır. Maksadı o gece bir plan yapmak ve ertesi gün kavmi kendisinden ayrılıp bayram kutlamaya gidecekleri zaman onların putlarına karşı bir hile düşünme fırsatı elde etmekti. Bu da ancak -gece plan kuracağını onlara hissettirmeden- onlarla birlikte bayram yerine gitmeyip geri kalmakla olacaktı. Bu da gösteriyor ki Hz. İbrahim (a.s.) yıldızlara, onlara kulluk edenlerin yaptığı gibi, bir şeyi neticelendirmek ve atacağı adımı belirlemek niyetiyle bakmamıştır. Zira bu bir peygamber için caiz değildir.
Bu sebeple Hz. İbrahim (a.s.), "Ben hastayım" demekle yalan söylememiştir.
"Bunun üzerine arkalarını dönüp ondan uzaklaştılar." Yani onu terkederek bayramlarına ve ibadet yerlerine gittiler.
"O da gizlice onların tanrılarına sokuldu, yemez misiniz, dedi" Yani gizlice, öteye beriye saklanarak ve çömelerek süratle kavminin taptığı putların yanma gitti. Kavmi, bereketlensin diye bayram günü putların yanına yemek koymuştu. Hz. İbrahim (a.s.), putlarla alay edip eğlenerek "Size takdim edilen bu yemekten yemez misiniz?" dedi.
"Ne oluyor size, konuşmuyorsunuz?" Yani konuşmaktan ve soruma cevap vermekten sizi alıkoyan nedir? Hz. İbrahim (a.s.)'in kastı, putlarla eğlenip onları tahkir etmekti. Çünkü o, putların konuşması sözkonusu olmayan cansız varlıklar olduğunun bilincindeydi.
"Ve gizlice üzerlerine yürüyüp sağ eliyle onlara kuvvetli bir darbe indirdi." Gizlice onlara doğru ilerledi ve onlara kuvvet ve şiddetle vurarark -Enbiyâ suresinde de zikredildiği gibi- büyükleri hariç hepsini kırdı.
"Derken kavmi koşarak ona geldiler." Yani bayram kutlamalarından döndükten sonra kavmi süratle ona geldi ve putları kimin kırdığını sordu. Onları kıranın İbrahim (a.s.) olduğu söylenmişti ve onlar, bunu yapanın o olduğunu öğrenmişlerdi. Ona şöyle dediler: "Biz onlara ibadet ediyoruz. Sense onları kırıyorsun?!"
Kavmi Hz. İbrahim (a.s.)'e eziyet etmek üzere geldiği zaman onları azarlamaya ve paylamaya başladı ve şöyle dedi:
"Kendi elinizle yontmakta olduğunuz şeylere mi tapıyorsunuz?" Yani Allah'ı bırakıp da kendi ellerinizle yonttuğunuz ve yaptığınız putlara mı kulluk ediyorsunuz?
"Halbuki sizi de, yapageldiğiniz şeyleri de Allah yaratmıştır" Yani ibadete lâyık olan yalnızca Allah'tır. Çünkü yaratan O'dur ve gerek sizi, gerekse ellerinizle yaptığınız o putları O yaratmıştır. Bu ifadede, hem insanı, hem de insanın fiillerini yaratanın Allah olduğuna delâlet vardır. Buhari, Hz. Huzeyfe (r.a.)'den merfu olarak şöyle rivayet etmiştir: "Muhakkak ki Allah her sanatkârı (faili) ve sanatını (fiilini) yaratmıştır."
Kavmi, Hz. İbrahim (a.s.)'in getirdiği hüccet karşısında, ona eziyet etmeye ve kaba kuvvete başvurarak kendisinden intikam almaya sığındılar ve şöyle dediler:
"Onun için bir bina yapın da onu ateşe atın" Yani onun için geniş bir bina yapıp içini çok miktarda odunla doldurun. Sonra da o odunları tutuşturup yakın ve İbrahim (a.s.)'i o alevli ateşe atın.
"Ona bir tuzak kurmak istediler. Biz de onları alçak düşürdük." Yani onu hile ve kötülükle tuzağa düşürmek ve ateşte yakmak istediler. Biz de onu ateşten kurtardık ve ateşi ona serin ve esenlikli bir ortam yaptık. Bu sayede ateş ona en küçük bir etki bile yapmadı. İbrahim (a.s.)'e yardım ve galibiyet nasip ederken onları da -tuzaklarını bozmak suretiyle- mağlup, hezimete uğramış ve zelil olmuş kimseler yaptık.
Allah Tealâ kendisini ateşten kurtarıp, kavmine karşı kendisine yardım ettiği ve kavminin iman etmeyi kabullenmesinden ümit kestiği zaman Hz. İbrahim (a.s.), hicret etmeye ve onlardan ayrılmaya karar verdi. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"İbrahim dedi ki: "Ben Rabbime gideceğim. O beni doğru yola iletecek." Yani ben, putlara taassupla bağlanıp Allah'ı inkâr ederek ve peygamberlerini yalanlayarak bana eziyet eden kavmimin yaşadığı yerden, Rabbimin hicret etmemi emir buyurduğu, kendisine ibadet imkânı bulacağım yere hicret ediyorum. Rabbim bana, dinim ve dünyam konusunda salâh ve selâmet bulacağım yeri gösterecektir. Burası Şam'daki "arz-ı mukaddese"dir.
Bu ayet, müminin, dininin emirlerini yaşama, İslâm'ın şiarlarını ikame etme imkânı bulamadığı bir yerden başka bir yere hicret etmesinin vacip olduğunun delilidir.
Hz. İbrahim (a.s.), hicret esnasında kendisine bir çocuk ihsan etmesi için Rabbine duada bulunmuş ve şöyle demişti:
"Rabbim bana iyilerden bir çocuk lütfet!" Yani Rabbim! Sana taatimde bana yardım edecek ve gurbette yoldaşım olacak salih bir erkek çocuk ver.
"Biz de ona halîm bir oğul müjdeledik" Yani ona, büyüyüp çok hilm sahibi olacak bir erkek çocuk müjdeledik. Bu çocuk, -İbni Kesîr'in de dediği gibi- Hz. İsmail (a.s.)'dir. Zira o, Hz. İbrahim'e müjdelenen oğuldur ve hem müslümanlarm, hem de Ehl-i Kitabın ittifakıyla İsmail (a.s.), İshak (a.s.)'dan büyüktür. Hatta Ehl-i Kitab'ın kitaplarında Hz. İsmail doğduğu zaman Hz. İbrahim'in 86 yaşında olduğu, İshak (a.s.) doğduğu zaman ise Hz. İbrahim'in yaşının 99 olduğu belirtilmektedir. [12]
Kurbanlık Kıssası:
102- Çocuk İbrahim'in yanında koşma çağına erişince babası ona "Yavrum! Ben uykuda görüyorum ki, seni kesiyorum. Düşün bak, ne dersin." dedi. Çocuk: "Babacığım! Sana emredileni yap. İnşaallah beni sabredenlerden bulacaksın." dedi.
103- İkisi de bu suretle Allah'ın emrine teslim olunca İbrahim onu alnının üzerine yıktı.
104- Biz ona: 'Ya İbrahim!" diye nida ettik,
105- "Rüyana sadakat gösterdin. Şüphesiz ki biz, iyi hareket edenleri böyle mükâfatlandırırız."
106- Gerçekten bu, apaçık ve kesin bir imtihandı.
107- Ve fidye olarak ona büyük bir kurbanlık verdik.
108- Sonra gelenler arasında ona iyi bir ün bıraktık.
109- İbrahim'e selâm olsun!
110- Biz, iyi hareket edenleri işte böyle mükâfatlandırırız.
111- Gerçekten o, bizim mümin kul-larımızdandı.
112- Ona iyilerden bir peygamber olacak İshak'ı müjdeledik.
113- Hem ona, hem İshak'a bereketler verdik. Her ikisinin neslinden, iyi hareket eden de var, açıkça kendisine zulmeden de.
Kurbanlık Kimdir?
Beyzâvî şöyle demiştir: En zahir olan görüş, Hz. İbrahim'in "Yavrum! Ben uykuda görüyorum ki, seni kesiyorum. Düşün bak, ne dersin." şeklindeki hitabının muhatabının Hz. İsmail (a.s.) olduğudur. Çünkü;
a) Hicretinin hemen arkasından Hz. İbrahim'e ihsan edilen çocuk odur ve Hz. İshak (a.s.)'m doğumunun müjdelenmesi, bu çocuğun müjdelenmesi-fie mâtüftUf.
b) Ayrıca Hâkim'in Menâkıb'da rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber (s.a.) "Ben iki kurbanlığın oğluyum." buyurmuştur. Bu kurbanlıkların ilki, atası Hz. İsmail, ikincisi de babası Abdullah'dır. Zira Abdulmuttalib, Allah'ın kendisine Zemzem kuyusunun kazılmasını kolaylaştırması veya oğullarının sayısının lQ'u bulması halinde bir erkek çocuk kurban etmeyi adamıştı. Allah ona bu isteğine nail olmayı kolaylaştırmca kur'a çekmiş, kur'a Abdullah'a çıkmış, o da Abdullah'ın diyeti olarak 100 deve kurban etmişti. Diyet bu sebeple 100 deve olarak yerleşmiştir.
c) Bu olay Mekke'de meydana gelmiştir. Hz. İsmail'in yerine kurban edilen koçun boynuzları Kabe'de asılı idi. İbnu'z-Zübeyr (r.a) döneminde Kabe'yle birlikte yanıncaya kadar bu boynuzlar orada durmaktaydı. Hz. İs-hak (a.s.) ise Mekke'ye gelmemişti.
d) Hz. İshak (a.s.)'ın dünyaya geleceğinin müjdelenmesi, ondan olacak Hz. Yakub (a.s.)'un müjdelenmesiyle birliktedir. Şu halde Hz. İshak (a.s.)'ın henüz buluğ çağına gelmeden kurban edilmesinin emir buyurulması bu müjdelemeye uygun değildir.
"Hz. Peygamber (s.a.)'e hangi nesebin daha üstün olduğu sorulduğunda "Allah'ın dostu İbrahim'in oğlu, Allah'a kurban olarak adanmış İshak'm oğlu, Allah'ın İsrail'i[13] Yakub'un oğlu, Allah'ın sıddîkı Yusuf un oğlu..." şeklinde cevap verdiği yolunda rivayet edilen habere gelince, sahih rivayete göre Hz. Peygamber bu soruya şöyle cevap vermiştir: "İbrahim'in oğlu İshak'm oğlu Yakub'un oğlu Yusuf..." Yukarıda yer alan rivayetteki fazlalıklar ise ravi tarafından eklenmiştir. Hz. Yakub'un Hz. Yusuf a bu şekilde yazdığını bildiren rivayet ise sübut bulmamıştır.[14]
İbni Kesîr de şöyle der: "İlim ehlinden bir grup, buradaki kurbanlığın Hz. İshak (a.s.) olduğu görüşünü benimsemiştir. Bu görüş, seleften bir cemaatten de hikâye edilmiştir. Hatta sahabenin bazısından da bu görüşü benimsediği nakledilmiştir. Oysa bu, ne Kitab'ta, ne de Sünnette vardır. Bu doğrultudaki rivayetlerin, Ehl-i Kitabın bilginlerinden başkasından alındığını zannetmiyorum. Bu rivayetler, herhangi bir delile dayanmaksızın kabul edilerek alınmıştır. İşte Allah'ın Kitabı, onun -yani kurbanlığın-Hz. İsmail olduğuna şahitlik etmekte ve bizi bu görüşe götürmektedir. Zira Kur'an, Hz. İbrahim'e hilm sahibi bir çocuk müjdelendiğini ve kurbanlığın da bu çocuk olduğunu zikretmekte, ardından da şöyle demektedir: "Ona iyilerden bir peygamber olacak İshak 'ı müjdeledik.[15]
"Düşün bak, ne dersin" Görüşün ne olur. Hz. İbrahim, boğazlanmaya hazırlansın, bu konudaki emre boyun eğsin ve Allah tarafından bir imtihan olarak ona indirilen vahyi bilsin diye kendisiyle müşavere etmiştir. O da bu konuda sebat göstermiş ve Allah'ın emrini kabul etmiştir.
"Babacığım! Sana emredileni yap!" Sana emredilen şeyi yap. Buradaki "tu'meru" (sana emredileni) fiilinin muzari kalıbıyla gelmesinin sebebi, Hz. İbrahim'in gördüğü rüyanın birkaç kez tekrarlandığını gösteriyor.
"ikisi de bu suretle Allah'ın emrine teslim olunca" Allah'ın emrine boyun eğince ve itaat edip teslimiyet gösterince "İbrahim onu alnının üzerine yıktı" Onda meydana gelecek bir değişikliği görüp de babalık hisleri ağır bastığı için kesmezlik etmemek için yüzünün üstüne yere yıktı veya yan üstü yatırmca yüzünün bir tarafı yere geldi.
Bu hadise, Mina'daki kayanın yanında meydana gelmiştir.
Bu ayette geçen "cebîn" kelimesi, alnın iki tarafından herbirisidir. Alın, iki "cebîn" arasıdır, "li'1-cebîn" kelimesinin başındaki "lam" harfi, üzerine yıkıldığı uzvu beyan etmek için kullanılmıştır.
"Rüyana sadakat gösterdin." Senden istenen azmi gösterdin ve oğlunu kurban etmek için gerekli bütün hazırlıkları yaptın.
"Şüphesiz ki biz, iyi hareket edenleri böyle mükâfatlandırırız." Yani seni nasıl mükâfatlandırdıysak, emrimize uymak suretiyle nefislerine iyilik edenleri de öylece mükâfatlandırırız. Bu ifade, o ikisinin yaşadığı sıkıntının üzerlerinden kaldırılmasının gerekçesini açıklamaktadır ki bu gerekçe, onların "iyi hareket etmesi"dir.
"Gerçekten bu" kendilerine emredilen boğazlama işi, "apaçık ve kesin bir imtihandı." samimi olanı, samimi olmayandan ayıran açık bir denemeydi.
"Ve fidye olarak ona" Yani boğazlanması emredilen kişiye ki o, tercihe daha lâyık olan görüş uyarınca Hz. İsmail (a.s.)'dir. Onun Hz. İshak (a.s.) olduğu da söylenmiştir. "Büyük bir kurbanlık verdik." Onun yerine boğazlanması için semiz, iri yapılı bir koç verdik. Hanefîler bu ayeti delil göstererek, oğlunu kurban etmeyi adayan kimsenin, bir koyun kesmesi gerektiğini söylemişlerdir.
"Sonra gelenler arasında ona iyi bir ün bıraktık." Daha sonra gelen nesiller içinde ona gözel bir övgü bıraktık.
"İbrahim'e selâm olsun!" Yani bizden ona selâm olsun. "Biz, iyi hareket edenleri işte böyle mükâfatlandırırız" Yani Allah Tealâ'ya itaat etmek suretiyle kendi nefislerine iyilik edenleri işte böyle mükâfatlandırırız. "Gerçekten o, bizim mümin kullarımızdandı!" Bu cümle, Hz. İbrahim'in niçin "iyi hareket eden" birisi olarak tavsif edildiğini anlatmaktadır.
"Ona ... İshak'ı müjdeledik." İshak (a.s.)'ın dünyaya geleceğini haber vermek suretiyle ona bir diğer çocuk daha müjdeledik. Bu ayet, kurban olarak boğazlanacak çocuğun Hz. İshak (a.s.) değil, Hz. İsmail (a.s.) olduğunun delilidir, "...iyilerden bir peygamber olacak..." Onun nübüvvetini ve iyilerden olacağını takdir etmiş olarak.
"Hem ona" evlâtları "konusunda İbrahim (a.s.)'e "hem" de oğlu "Is-hak'a" İsrailoğullarının peygamberlerini onun soyundan göndermek suretiyle "bereketler verdik." Yani -Eyyûb (a.s.) ve Şu'ayb (a.s.) gibi- peygamberlerin ekserisi onun neslindendir.
"Her ikisinin neslinden iyi hareket eden" müminler "açıkça kendisine zulmeden" Küfrü açık, zulmü ortada olan isyancı kâfirler de "var."
Beyzavi şöyle demiştir: "Bu ifadede, kişinin hidayete ermesinde veya dalâlete düşmesinde soyun hiçbir etkisi olmadığı ve Hz. İbrahim ile Hz. İs-hak'ın soyundan gelenlerin bir kısmının işlediği zulmün, bu ikisi için bir noksanlık ve ayıp teşkil etmeyeceği konusunda uyarı bulunmaktadır. [16]
Açıklaması:
"Çocuk İbrahim'in yanında koşma çağına erişince babası ona "Yavrum! Ben uykuda görüyorum ki, seni kesiyorum. Düşün bak, ne dersin." dedi." Yani İsmail (a.s.) büyüyüp delikanlı olduğu ve çalışıp iş görebilme çağına geldiği zaman -ki Ferrâ Hz. İsmail (a.s.)'in o zaman 13 yaşında olduğunu söylemiştir- İbrahim (a.s.), boğazlanması emir buyurulan oğlu İsmail (a.s.)'e -zira Hz. İbrahim (a.s.)'e halîm bir çocuk müjdelendiği ve onun, boğazlanacak çocuk olduğu zikredildikten sonra "Ona, iyilerden bir peygamber olacak İshak'ı müjdeledik." buyurulmaktadır- "Yavrum! Rüyada seni boğazladığımı gördüm. Ne dersin?" dedi. Hz. İbrahim'in çocuğa böyle bir haber vermesi, onu, Allah'ın emrinin yerine getirilmesine hazırlamak, Allah'ın emrine boyun eğmek suretiyle ecir ve sevap kazanmasını temin ve Allah'ın emri karşısındaki sabrını öğrenmek içindi. Yoksa peygamberlerin rüyası vahiydir ve vahiyle bildirilenlerin yerine getirilmesi lâzımdır.
Tevrat'ta zikredilen, "İlk ve tek oğlun olan İshak'ı boğazla" şeklindeki ifadeye gelince, burada Hz. İshak'ın isminin zikredilmesi, onların Allah'ın kitabına yaptığı ilâve ve tahrifler cümlesindendir. Yoksa Hz. İshak (a.s.) Hz. İbrahim (a.s.)'in ilk çocuğu olmadığı gibi tek çocuğu da değildir. Bu özellikler Hz. İsmail (a.s.)'e aittir. Daha sonra Hz. İbrahim (a.s.) oğlunu kurban etme konusunda elinden gelen gayreti gösterip böylece Allah'ın emrine itaat edince Yüce Allah da ona diğer bir çocuk ihsan etmiştir ki işte bu çocuk Hz. İshak (a.s.)'dır!
"Çocuk: "Babacığım! Sana emredileni yap. İnşaallah beni sabredenlerden bulacaksın." dedi." Yani Hz. İsmail (a.s.) şöyle dedi: "Allah'ın beni bogazlaman konusundaki buyruğunu yerine getir ve sana vahyedileni yap. Ben ilâhi kaza ve takdire sabredecek ve bunun sevap ve karşılığını Allah'tan bekleyeceğim. Bu ifade, Hz. İsmail hakkında daha önce zikredilen "halîm" sıfatını ve Allah Tealâ'nm onun hakkında "Kitab'da İsmail'i de an. Çünkü o vadinde sadıktı, rasul bir peygamberdi. Kavmine namaz kılmayı, zekât vermeyi emrederdi. Rabbi nezdinde rızaya ermişti." (Meryem, 19/25-26) şeklinde verdiği haberi doğrulamaktadır.
Bunun üzerine Hz. İbrahim, Allah'ın enirini yerine getirmeye koyuldu. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"İkisi de bu suretle Allah'ın emrine teslim olunca İbrahim onu alnının üzerine yıktı." Yani ikisi de Allah'ın emrine karşı teslimiyet gösterip boyun eğdiği, Allah'a itaat edip işlerini Allah'a havale ettiği ve İbrahim (a.s.), kendisini merhamet ve acıma hissi kaplayıp da boğazlamada tereddüt göstermesin diye oğlunu yüz üstü yere yıktığı veya onu bir yanı üzerine yere attığı ve böylece Hz. İsmail'in "cebin"i (yüzünün bir yanı) yere geldiği zaman... Hz. İbrahim'in oğlunu kesmek istediği yer, Mina'da şeytan taşlama işleminin yapıldığı mevkinin yanında bulunan "kurban kesme yeri"dir.
Mücâhid şöyle demiştir: "Hz. İsmail babasına şöyle demişti: "Beni, yüzüme bakar vaziyette boğazlama. Böyle yaparsan belki seni bana karşı merhamet hisleri kaplar da beni hemen öldüremezsin. Ellerimi boynuma bağla, sonra da yüzümü yere koy ve yapman gerekeni yap!"
İmam Ahmed, İbn Abbas (r.a.)'m şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Hz. İbrahim (bizim peygamberimize ve ona salât ve selâm olsun) hac menasi-kiyle emrolunduğu zaman say esnasında şeytan ona geldi ve onunla yarıştı. Hz. İbrahim onu geçti. Sonra Cebrail (a.s.) Hz. İbrahim'i Akabe Cemre-si'ne götürdü. Şeytan burada da ona musallat oldu. Hz. İbrahim de ona, gidene kadar yedi çakıl taşı attı. Sonra Orta Cemre'de şeytan yine ona musallat oldu. O da şeytana yedi çakıl taşı daha attı. Sonra Hz. İsmail'i alnı üzere yere yıktı. Hz. İsmail'in (bizim peygamberimize ve ona salât ve selâm olsun) üzerinde beyaz bir gömlek vardı. Babasına "Babacığım. Beni kefenleyeceğin bundan başka bir elbisem yok. Bunu çıkarayım da beni onunla kefenle." dedi. Hz. İbrahim de gömleği çıkarması için ona yardım ederken arkasından "Ya İbrahim! Rüyana sadakat gösterdin." diye nida edildi. Hz. İbrahim döndü ve bir de baktı ki beyaz, boynuzlu ve iri gözlü bir koç!" İbni Abbas (r.a.) şöyle demiştir: "Bizler, bu çeşit koçları kurban etmek suretiyle ona uymaktayız."
"Biz ona: "Ya İbrahim!'" diye nida ettik, "Rüyana sadakat gösterdin." Boğazlamak için oğlunu yatırınca arkasındaki dağdan bir melek kendisine, "Gördüğün rüyadan maksat hasıl olmuş ve senden beklenen şey tahakkuk etmiştir. Sen, oğlunu boğazlamasan dahi sadece bu işe azmetmekle bile rüyayı doğrulayıcı oldun ve yapabileceğini yaptın." dedi...
Daha sonra Allah Tealâ, Hz. İbrahim (a.s.)'e ihsan ettiği nimetleri saymakta ve şöyle buyurmaktadır:
1- "Şüphesiz ki biz, iyi hareket edenleri böyle mükâfatlandırırız." Yani oğlunu boğazlamaktan affedilmen ve sıkıntı ve imtihandan kurtulman gibi sana karşılık olarak verdiğimiz mükâfatın benzerini, Allah'a itaat etmek suretiyle iyi davranan herkese verir ve ona, yaptığı işin karşılığı olan sevabı bahşederiz. Bu ifade, Allah Tealâ'nın Hz. İbrahim'e ve oğluna, sıkıntı ve imtihandan kurtuluştan sonra ihsan ettiği nimetlerin veriliş sebebini anlatmaktadır.
Daha sonra Yüce Allah, bunun sıradan bir hadise olmayıp, büyük bir imtihan olduğunu belirtmekte ve şöyle buyurmaktadır:
"Gerçekten bu, apaçık ve kesin bir imtihandı." Yani bu deneme, zorluğu açık bir deneme ve daha zoru bulunmayan bir imtihandır. Zira Allah onu, oğlunu kurban etme konusunda ne denli itaatkâr olduğu noktasında denemiş, o da ecrini Allah'tan bekleyerek buna sabretmiştir.
Bu ayetin anlamının, "Gerçekten bu, apaçık bir nimettir" anlamında olduğu, zira burada kullanılan "belâ" kelimesinin nimet anlamına geldiği de söylenmiştir. Buna göre Allah'ın bir kimseye nimet verdiği anlatılmak istendiği zaman "Eblâhullâhu" denir.
2- "Ve fidye olarak ona büyük bir kurbanlık verdik." Yani onun için oğlunun fidyesi olarak cüsseli ve semiz veya kadrü kıymeti büyük bir koç verdik. Hasan'i-Basrî şöyle demiştir: "Hz. İsmail'e fidye olarak verilen hayvan, erkek bir dağ keçisinden başka birşey değildir. Bu keçi Hz. İbrahim'e, Se-bîr'den inmiş, Hz. İbrahim de onu oğlunun fidyesi olarak boğazlamıştır. Bu, Hz. Ali (r.a.)'nin görüşüdür."
Bu ayette, kurban olarak koyun kesmenin, deve ve sığır kesmekten daha efdal olduğuna delâlet vardır. Mâlikîlerin görüşü de bu doğrultudadır. Çünkü koyunun eti daha lezzetli ve güzeldir.
3- "Sonra gelenler arasında ona iyi bir ün bıraktık. İbrahim'e selâm olsun!" Yani gelecek ümmetler arasında İbrahim (a.s.) için güzel bir övgü ve iyi bir anılma bıraktık. Bu itibarla bütün semavi din mensupları -Yahudiler, Hristiyanlar ve Müslümanlar- ve keza müşrikler onu sevmektedirler. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Benden sonrakiler içinde benim için bir lisan-ı sıdk ver. Beni naim cennetinin varislerinden kıl." (Şu'arâ, 26/84-85)
Bizden, meleklerden, insanlardan ve cinlerden İbrahim üzerine selâm olsun. Buradaki "selâm"ın, güzel övgü olduğu da söylenmiştir.
"Biz, iyi hareket edenleri işte böyle mükâfatlandırırız." Yani bütün iyi (muhsin) insanları, sıkıntı ve şiddetten sonra feraha kavuşturmak suretiyle işte böyle mükâfatlandırırız. Burada ayetin başında -diğer emsallerinde
olduğu gibi- "İnnâ (Muhakkak biz)" ifadesi, birinci kez (105. ayette) zikre-dilmesiyle yetinildiği için burada ikinci kez zikredilmemiştir.
4- "Ona iyilerden bir peygamber olacak İshak 'ı müjdeledik." Yani ona bir diğer çocuk daha ihsan ettik -ki o İshak (a.s.)'dır- ve onu salihler zümresinden olan salih bir peygamber kıldık. Bu, Hz. İbrahim'e verilen dördüncü nimettir.
5- "Hem ona, hem İshak'a bereketler verdik." Yani o ikisine, çeşitli dünya ve ahiret bereketi ve nimetleri ihsan etmek suretiyle yardım ve imdat eyledik. Soy ve evlât çokluğu ile peygamberlerin ekserisinin o ikisinin ve Hz. İsmail'in neslinden kılınması da bu nimetler cümlesindendir.
"Her ikisinin neslinden, iyi hareket eden de var, açıkça kendisine zulmeden de" Yani o ikisinin soyundan gelenlerin kimisi, hayırlı ameller işleyen muhsin kimseler iken, kimisi de küfür ve çeşitli masiyetler işlemek suretiyle nefsine zulmeden kimselerdir.
Bu ayet, hidayet ve dalâlette soyun herhangi bir etkisi bulunmadığının ve kişi için yararın, veraset ve nesep yahut aidiyete bağlı olmadığının delilidir. Kişiye fayda verecek olan şey ancak onun kendi amelleridir.
Yine bu ayet, zürriyetlerinden gelenlerin kötülüğü sebebiyle geçmiş nesillerin kınanmayacağını da göstermektedir. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Günahkâr hiçbir nefis, diğerinin günah yükünü taşımaz." (Enam, 6/164) [17]
Hz. Musa Ve Hz. Harun Kıssası:
114- Andolsun biz Musa'ya da, Harun'a da nimetler verdik.
115- Hem onları, hem de kavimlerini o büyük sıkıntıdan kurtardık.
116- Kendilerine yardım ettik de üstün gelenler onlar oldular.
117- Onlara açık ifadeli kitabı verdik.
118- Onlara doğru yolu gösterdik.
119- Ve sonra gelenler arasında onlara ait iyi bir ün bıraktık.
120- Musa'ya da Harun'a da selâm olsun.
121- Şüphesiz ki biz, iyi hareket edenleri böyle mükâfatlandırırız.
122- Çünkü onların ikisi de bizim mümin kullarımızdandı.
Açıklaması:
"Andolsun biz Musa'ya da Harun'a da nimetler verdik." Yani Allah'a yemin olsun ki biz o ikisine peygamberlik ve daha başka dinî ve dünyevî nimetler bahşettik.
Onlara bahşedilen dünya menfaatleri -Razi'nin de zikrettiği gibi- var edilmeleri, hayat sahnesine çıkarılmaları, kendilerine akıl, terbiye ve sıhhat verilmesi ve her ikisinde de kemal sıfatlarının toplanması; dinî menfaatlere gelince, o ikisinin ilim ve itaat sahibi kılınmalarıdır. Bu derecelerin en üstünde de, görenleri hayretlere düşüren, düşmanları kahr ve mağlup eden mucizelerle desteklenmiş yüce peygamberlik mevkii gelir.
Bu nimetlerin ayrıntılı zikri ise şu ayetlerde geçmektedir:
1- "Hem onları, hem de kavimlerini o büyük sıkıntıdan kurtardık." Yani hem o ikisini, hem de kavimleri olan İsrailoğulları'm, Firavun'un -babalan öldürmek, kadınları hayatta bırakmak, kendilerini hakir iş ve mesleklerde çalıştırmak suretiyle- kendisine kul edinme emelinden kurtardık. Aynı şekilde o iki peygamberi de kavimleri ile birlikte Firavun ve Mısır Kıptîlerinin helak olduğu suda boğulmaktan kurtardık.
2- "Kendilerine yardım ettik de üstün gelenler onlar oldular." Yani onlara düşmanları karşısında yardım ettik. Böylece onlar düşmanlarına galip geldiler, düşmanlarının topraklarını ve bütün hayatları boyunca uğraşarak biriktirdikleri mallarını ele geçirdiler. Bu suretle onlar, zelil tebaa durumunda iken devlet sahibi oldular.
3- "Onlara açık ifadeli kitabı verdik." Yani o iki peygambere yüce, açık ve anlaşılır olan, hem dünyaya, hem de ahirete ilişkin hususlar ihtiva eden kitabı indirdik, ki o Tevrat'tır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz ki Tevrat'ı biz indirdik. Onda bir yol gösterme ve nur vardır. Kendilerini Allah'a vermiş peygamberler Yahudilere onunla hükmederlerdi." (Mâide, 5/44), "Andolsun biz Musa'ya ve Harun'a, bir ışık ve takva sahipleri için de bir öğüt olan Furkan'ı verdik." (Enbiyâ, 21/48).
4- "Onlara doğru yolu gösterdik." Onları gerek fiillerinde, gerekse sözlerinde hak ve doğru yola, İslâm'a ve Allah'ın hükümlerine irşad ettik.
5- "Ve sonra gelenler arasında onlara ait iyi bir ün bıraktık." O iki peygamber için kendilerinden sonra gelen ümmetler içinde güzel bir övgü ve tatlı bir anılma bıraktık.
İbni Kesîr, Şevkânî ve daha başkaları şöyle demişlerdir: "Bu ayet, Yüce Allah tarafından, daha sonra gelen "...selâm olsun" ayetiyle tefsir olunmuştur." Diğer müfessirler ise "...selâm olsun" ayetinin müstakil bir söz olduğunu söylemişlerdir ki, birçok sebepten ötürü benim tercih ettiğim görüş de budur.
6- "Musa'ya da Harun'a da selâm olsun." Yani Musa'ya da Harun'a da dünya durdukça bizden, meleklerden, insanlardan ve cinlerden selâm olsun.
Bu iki peygambere bütün bu nimetlerin verilmesinin sebebini ise Yüce Allah şöyle beyan buyuruyor:
"Şüphesiz ki biz, iyi hareket edenleri böyle mükâfatlandırırız. Çünkü onların ikisi de bizim mümin kullarımızdandı." Yani Allah'a itaat edip Onun emirlerine boyun eğerek iyi amel işleyen herkesi sıkıntı ve zorluklardan kurtarmak suretiyle bu şekilde mükâfatlandırırız. Buradaki ihsanın sebebi o iki peygamberin, Allah'a sahih ve kâmil bir şekilde iman etmiş mümin kullar zümresinden olmasıdır. [18]
İlyas Aleyhisselam Kıssası:
123- İlyas da şüphe yok ki gönderilmiş peygamberlerdendi.
124- O zaman kavmine şöyle demişti: "Siz Allah'tan korkmaz mısınız?
125- Yaratıcıların en güzelini bıra-
kıp Ba’le mi tapıvorsunuz?
126- Sizin de evvelki atalarınızın da rabbi olan Mlah'a kullu terk mi ediyorsunuz?'
127- Fakat onu yalanladılar. Bundan dolayı onlar azaba
128-Yalnız Allah'ın halis kulları azap dışındadır.
129- Biz, sonra gelenler arasında onada iyibirünbıraktık.
130- İlyas'a selâm olsun.
131- Şüphesiz ki biz, iyi hareket edenleri böyle mükâfatlandırırız.
132- Çünkü o bizim mümin kullarımızdandı.
Açıklaması:
"İlyas da şüphe yok ki gönderilmiş peygamberlerdendi." Hz. İlyas (a.s.), Yâsîn b. Finhâs b. Ayzâr b. Harun b. İmran'ın oğludur. Harun b. İm-ran, Hz. Musa'nın kardeşidir. Yüce Allah Hz. İlyas (a.s.)'ı, Hızkîl (a.s.)'den sonra İsrailoğulları'na peygamber olarak göndermiştir. O zaman İsrailoğulları, "Bal" denen bir puta tapıyorlardı. Hz. İlyas onları, Allah'ı birlemeye davet etti ve kendilerini, başkasına kulluk etmekten sakındırdı.
"O zaman kavmine şöyle demişti: "Siz Allah'tan korkmaz mısınız?" Yani hatırla ki İlyas (a.s.) kavmine, "Başkasına kulluk ederken Allah Te-alâ'dan korkup, sizi sakındırdığı şirk ve isyanı terketseniz ya!" demişti.
"Yaratıcıların en güzelini bırakıp BaTe mi tapıyorsunuz? Sizin de evvelki atalarınızın da rabbi olan Allah'a kulluğu terk mi ediyorsunuz?" Yani kendi yaptığınız bir puta mı tapıyor, sadece kendisi ibadete lâyık olan ve eşi bulunmayan Allah'a kulluğu terk mi ediyorsunuz? Size şekil veren ve sizi var eden O'dur ve O, yaratıcıların ve şekil vericilerin en güzelidir. Ondan başka yaratıcı yoktur. Sizi yokluktan varlık alemine çıkardıktan sonra nimetleriyle gıdalandırıp besleyen Odur. Bu, hem siz, hem de atalarınız için böyledir.
Bu ifadelerden yola çıkılarak, Hz. İlyas'm, kavmini Allah'tan başkasına kulluk ettikleri için ayıpladığı zaman tevhidi de açıkladığı ve koştukları ortakları nefyettiği -bu tertibe uygun hareket ettiği- düşünülebilir.
"Fakat onu yalanladılar. Bundan dolayı onlar azaba getirileceklerdir. Yalnız Allah'ın halis kulları azap dışındadır." Yani Hz. İlyas'm davetini ve peygamberliğini yalanladılar. Onu yalanladıkları için de kıyamet günü azaba getirilecekler ve dünyada yaptıkları kötü işlerin karşılığı kendilerine verilecektir.
Daha sonra Yüce Allah, onun kavminden Allah'ı samimi olarak birleyen, Ona kulluk eden ve ameli yalnızca Allah'a has kılan mümin kimseleri istisna tutmaktadır. Dolayısıyla bu kimseler azaptan kurtulmuşlar ve salih amelleri dolayısıyla güzel bir karşılıkla ödüllendirilmişlerdir. Bunlar, müşrikler için hazırlanmış olan azaba getirilmeyecek, duçar edilmeyeceklerdir.
Ardından Allah Tealâ, Hz. İlyas (a.s.)'a bahşettiği nimeti zikretmekte ve şöyle buyurmaktadır:
"Biz, sonra gelenler arasında ona da iyi bir ün bıraktık." Yani daha sonra gelen ümmetler içinde ona güzel bir övgü bıraktık.
"İlyas'a selâm olsun." Yani Allah'ın, O'nun meleklerinin insanlarının ve cinlerinin selâmı, Allah'ın kitabına iman etmiş olan, şirke ve putperestliğe direnen İlyas üzerine olsun.
Buradaki "İlyâsîn" kelimesi, bir kıraate göre de "Al Yâsîn" şeklinde okunur ki bu takdirde anlam, "Selâm onun ve peygamberliğine inanan ve hakka tabi olanların üzerine olsun." şeklinde olur.
"Şüphesiz ki biz, iyi hareket edenleri böyle mükâfatlandırırız. Çünkü o bizim mümin kullarımızdandı." Yani tıpkı onu sıkıntı ve zorluklardan kurtardığımız gibi, Amelini Allah'a has kılan ve halisane bir şekilde yapan herkesi de mükâfatlandırırız.
Buradaki güzel karşılığın ve mükâfatın sebebi, Hz. İlyas (a.s.)'ın, Allah'ın varlığını, birliğini ve en güzel sıfatlarla muttasıf olduğunu kabul ve tasdik edenlerden olmasıdır. [19]
Lût Aleyhisselâm Kıssası
133- Lût da gerçek ve şüphesiz gönderilmiş peygamberlerdendi.
134- Hani biz hem onu, hem de ehlini toptan kurtarmıştık.
135- Azapta kalanlar içinde ihtiyar bir kadın hariç.
136- Sonra biz diğerlerini kökünden helâk ettik.
137- Siz onların yanlarından geçip gidiyorsunuz; sabahleyin
138- ve geceleyin. Düşünmüyor musunuz?
Açıklaması:
"Lût da gerçek ve şüphesiz gönderilmiş peygamberlerdendi" Yani şüphesiz Lût (a.s.) da Allah'ın, kavmi olan Sedumlular'a gönderdiği peygamberlerdendi. Çünkü onlar türlü fuhşiyat işliyorlardı. Hz. Lût onlara nasihat etti. Ancak onun nasihatlerine karşı direttiler. Bunun üzerine Allah Tealâ onları zelzelelerle veya korkunç bir sayha ve yakıcı taşlarla helak etti; memleketlerinin altını üstüne çevirdi. Hz. Lût'u ve hanımı dışında kendisine iman eden ehlini de kurtardı. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Hani biz hem onu, hem de ehlini toptan kurtarmıştık. Azapta kalanlar içinde ihtiyar bir kadın hariç." Yani Lût'u ve kendisine inanan ehlini topyekün kurtardık. Yalnız hanımı hariç. Zira o, Lût kavminin yaptıklarına rıza gösterdiği ve Hz. Lût'a gelenler aleyhine onlarla anlaşıp, onların fiillerine muvafakat ettiği için helak oldu ve azapta kaldı.
"Sonra biz diğerlerini kökünden helak ettik." Yani sonra onun peygamberliğini yalanlayan kavmini -ki onlar fuhuş işleyen (homoseksüel) kimselerdi- helak ettik. Sadece kurtardığımız kimseler hariç kaldı. -
Burada Yüce Allah, müşrik Arapları, o isyankâr yalanlayıcıların sonunu göstererek uyarmakta ve şöyle buyurmaktadır:
"Siz onların yanlarından geçip gidiyorsunuz; sabahleyin ve geceleyin. Düşünmüyor musunuz?" Yani siz ey Mekke'liler! Onların, başlarına gelen azabın izlerini taşıyan konaklarına sabahleyin -yani sabah vakti Şam'a giderken- ve geceleyin -Şam'dan dönerken- uğruyorsunuz da diri bir akılla düşünmüyor musunuz ve Allah'ın kendilerine gönderdiği helak ve azabın izlerini onların ülkelerinde müşahede ettiğiniz halde ibret almıyor musunuz? Aynı azabın size de gelmesinden ve sonunuzun onlar gibi olmasından korkmuyor musunuz? Çünkü onlar da peygamberlerine muhalefet etmişlerdi.
Burada Yüce Allah'ın sabah ve gece vakitlerine işaret buyurmasının sebebi, çöl hayatında yolcuların çoğunlukla gece ve sabah erken vakitte yürümeleridir. [20]
Yunus Aleyhisselâm Kıssası:
139- Yunus da gerçek ve şüphesiz gönderilmiş peygamberlerdendi.
140- Hani o, dolu bir gemiye kaçmıştı.
141- Derken kur'a çekmişlerdi de, kaybedenlerden olmuştu.
142- Kendini kınayıp dururken onu bir balık yuttu.
143- Eğer çok teşbih edenlerden olmasaydı,
144- insanların tekrar diriltileceği güne kadar onun karnında kalırdı.
145. jşte biz onu hasta bir halde ağaçsız çıplak bir yere çıkarıp bıraktık.
146- Üzerine gölge yapması için kabak türünden bir ağaç bitirdik.
147- Onu yüz bin insana peygamber olarak gönderdik. Hatta artıyorlar-dı da.
148- Nihayet ona iman ettiler de kendilerini bir zamana kadar geçindirdik.
Açıklaması:
Yüce Allah Kur'an'da Hz. Yunus'u (a.s.) dört kere ismiyle[21], iki kere de vasfıyla anmıştır. Bunlardan ilki Enbiya suresinin, "Zünnun'u da an. Zira o, kavmine kızarak gitmişti." mealindeki ayeti, ikincisi de Kalem suresinin, "Balık sahibi gibi olma. Hatırla ki o, gamla dolu olarak Rabbine dua etmişti." mealindeki 48. ayetidir.
"Yunus da gerçek ve şüphesiz gönderilmiş peygamerlerdendi." Yunus b. Metta -ki o Zünnun'dur- Mavsıl (Musul) civarındaki kavmi Ninava (Nino-va)'lılara gönderilmiş nebilerden birisidir.
Müfessirler şöyle demişlerdir: Yunus (a.s.), kavmine azap vaad etmişti. Azap onlara gelmekte geç kalınca aralarından ayrılıp denize gitti ve gemiye bindi. Bu tutumuyla o, efendisinden firar eden köle gibi hareket etmişti. Bu sebeple "ibâk: efendisinden kaçmak"la vasfedilmiştir.
"Hani o, dolu bir gemiye kaçmıştı. Derken kur'a çekmişlerdi de kaybedenlerden olmuştu." Yani hatırla ki Hz. Yunus (a.s.) kavmine kızarak, Rab-b'inin izni olmadan onlardan ayrılıp dolu bir gemiye kaçtığı zaman gemide-kiler kur'a çekmişlerdi de, gemidekilerin, yükü ağır olan o geminin batmasından korktukları için aralarından bazılarını denize atmak maksadıyla çektikleri kur'ada yenik düşenlerden olmuştu. Üç kere kur'a kendisine isabet edince de onu denize atmışlardı.
"Kendini kınayıp dururken onu bir balık yuttu." Yunus'u (a.s.) midesine indirdi. O sırada'Yunus (a.s.) elinden kaçırdığı şeylerden ötürü kendi kendisini kınar haldeydi veya Rabb'inin izni olmaksızın kavmini terket-mek gibi kınanacak şeyler yapmış birisi durumundaydı. Allah Tealâ'nın izni olmadan kavminin arasından ayrılıp çıkmak, peygamberler için büyük bir sorumluluktur. Çünkü iyi kulların (ebrâr) iyilik ve sevapları, Allah'a daha yakın olan mukarrebûn için kusur ve seyyiedir.
"Eğer çok teşbih edenlerden olmasaydı, insanların tekrar diriltileceği güne kadar onun karnında kalırdı." Yani o hayatında Allah'ı çokça zikredenlerden, O'nu hamd ile teşbih edenlerden ve namaz kılanlardan olmasaydı, balığın karnında ölü olarak kalırdı ve balığın karnı onun için kıyamet gününe kadar mezar olurdu. Çünkü normal şartlar altında onun da diğer gıdalar gibi balık tarafından midesinde sindirilmesi gerekirdi.
Nevevî'nin el-Erba'în en-Neveviyye'de Tirmizî'den başkasından naklen[22] zikrettiği İbni Abbas (r.a.)'dan gelen sahih bir hadiste zikredüdiğine göre Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Allah'a, genişlikte ve rahatlıkta ibadete devam et ki Allah da sıkıntılı ve zorda olduğun zaman senin sıkıntı ve ihtiyacını gidersin."
Hz. Yunus (a.s.), normal hayatında Rabbi'ni teşbih ettiği gibi, balığın karnında da Allah'ı teşbih etmiştir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Derken o, karanlıklar içinde kalıp, "Lâ ilahe illâ ente sübhâneke innî kün-tü mine'z-zâlimln: Ya Rabbi! Senden başka ilâh yoktur. Sen bütün noksan sıfatlardan münezzehsin. Muhakkak ki ben zalimlerden oldum." diye niyaz etmişti. Bunun üzerine "Biz de onun duasını kabul ettik, kendisini tasadan kurtardık. İşte biz iman edenleri böyle kurtarırız" (Enbiyâ, 21/87-88).
"İşte biz onu hasta bir halde ağaçsız çıplak bir yere çıkarıp bıraktık." Biz onu, balığın kendisini ağzından atması şeklinde Dicle kıyısında ağaçsız, bitkisiz ve binasız olan bomboş bir yere attık. Bu sırada o yaralı ve zayıf düşmüş bir haldeydi ve yeni doğmuş bir çocuk görünümündeydi.
"Üzerine (gölge yapması için) gövdesi olmayan bir ağaç bitirdik." Yani onun üzerine, gölgesinden istifade edeceği bir ağaç bitirdik. Bu ağaç kabak ağacıdır ki çok çabuk yetişip gelişir. Allah Tealâ'nın kudreti bir şeye "Ol" buyurmasıyladır. O şey de hemen oluverir.
Bazı müfessirler kabak ağacının birtakım faydalarını zikretmişlerdir. Süratli büyüyüp gelişmesi, yapraklarının büyük ve yumuşak olması, sineklerin yaklaşmadığı bir bitki olması, meyvesinin güzel bir gıda olması, hem çiğ olarak hem de pişirilerek yenebilmesi ve hem içinin hem de kabuğunun yenebilir olması bu faydalardandır. Hz. Peygamber (s.a.)'in kabağı sevdiği ve tabağın kenarlarında kalmış kırıntılarını bile yediği sabittir.
Yunus (a.s.), kasları gelişip saçı bitene kadar orada bu halde kalmıştır. Daha sonra kendisine ilâhi emir geldi:
"Onu yüzbin insana peygamber olarak gönderdik. Hatta artıyorlardı da. Nihayet Ona iman ettiler de kendilerini bir zamana kadar geçindirdik. " Yani onu, kendilerinden kaçıp denize gittiği kavme tekrar gönderdik. Bu kavim, Mavsıl (Musul) civarındaki Ninava (Ninova)'lılardı ki sayıları yüzbin veya daha fazlaydı. Hatta onların adedi artarak bu sayının da üzerine çıkıyordu.
Yunus (a.s.) onları tekrar Rabb'inin hükümlerini kabul etmeye çağırdı. Onlar da, onun peygamberliğinin alâmetlerini ve kendilerine gelecek azabın belirtilerini gördükten sonra toptan kendisini tasdik ettiler ve ona inandılar. Yüce Allah da, tıpkı "Keşke bir kasaba olsaydı da inansaydı ve inanması kendisine fayda verseydi. Ancak Yunus'un kavmi müstesnadır ki, bunlar iman edince kendilerinden dünya hayatındaki rüsvalık azabını uzaklaştırıp giderdik ve onları daha bir zamana kadar yaşatıp faydalandırdık." (Yunus, 10/98) ayetinde belirtildiği gibi onları, ecelleri gelene ve ömürleri tükenene kadar bu dünyada nimetlendirip geçindirdi. [23]
Müşriklerin İnancının Çürütülmesi:
149- (Ya Muhammed!) Şimdi sor onlara: Rabbine kızlar, onlara da oğul-
150- Yoksa biz melekleri dişi yarattık da onlar buna şahit mi oldular?
151- İyi bilin, onlar iftiraları yüzünden diyorlar ki:
152- "Allah doğurdu." Onlar elbette yalancıdırlar.
153- Allah kızları seçip oğullara tercih mi etmiş?
154- Ne oluyor size? Buna nasıl hükmediyorsunuz?
155- Hiç mi düşünmüyorsunuz?
156- Yoksa elinizde açık bir hüccetiniz mi var?
157- Eğer doğru söyleyenlerseniz, getirin kitabınızı. bir hısımlık uydurdular. Halbuki
158-Cİnler de onla"n yakaianıp getirile- çeklerini bilmiştir.
159- Allah, onların isnad edegeldiklerinden yücedir, münezzehtir.
160- Allah'ın ihlâsa erdirilmiş kulları bunlar gibi değil.
161- Ne siz, ne de tapmakta olduklarınız
162- Kimseyi O'na karşı kandırıp yoldan çıkaramazsınız.
163- Ancak cehenneme girecek olanı kandırabilirsiniz.
164- Bizim içimizden (meleklerden) herkesin belli bir makamı vardır.
165- Biziz o saf saf dizilenler, mutlak biz.
166- Biziz o teşbih edenler, mutlak biz.
167- Hakikat müşrikler önceden şöyle diyorlardı:
168- "Eğer yanımızda evvelki ümmetlere inenlerden bir kitap olsaydı
169- Elbet biz de Allah'ın ihlâsa erdirilmiş kullarından olurduk."
170- Şimdi ise ona inanmayıp kâfir oldular. Yakında bileceklerdir.
Açıklaması:
Yüce Allah bu ayetleri, bu surenin başındaki, "Şimdi onlara sor: Yara-. tılış bakımından kendileri mi daha çetin, yoksa bizim diğer yarattıklarımız mı?" ayetine atfetmekte ve şöyle buyurmaktadır: "Şimdi sor onlara: Rabbi-ne kızlar, onlara da oğullar mı?" Yani ey Muhammedi Bu taksimatı yapan müşriklere, başlarına kakarak ve yaptıklarını kınayarak oğulları kendilerine, kötü ve tiksindirici gördükleri kız evlâtları ise Allah'a taksim etmelerinin sebebini sor. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlardan birine kız çocuğu olduğu müjdelendiği zaman içi öfkeyle dolarak yüzü kapkara kesilir." (Nahl, 16/58).Yani kız evlâdı kötüler ve kendisi için erkek evlâttan başkasını lâyık görmez. Hâl böyleyken onlar nasıl bu iki cinsin (kendilerine göre) daha değersiz olanını Allah için taksim ederken daha iyi olanını, yani erkek evlâtları kendilerine alıyorlar?
Bu ayette söz konusu taksimatın haksızlığı açıklanmak ve bunun son derece büyük bir garabet olduğu ortaya konmak istenmektedir. Onlar, kendileri için tercih etmedikleri cinsi Allah Tealâ'ya nasıl nispet etmektedirler? Nitekim şu ayette de bu durum zikredilmektedir: "Demek erkek size, dişi Allah'a mı? O halde bu insafsızca bir taksim." (Necm, 53/21-22).
"Yoksa biz melekleri dişi yarattık da onlar buna şahit midirler?" Bilakis onlar, meleklerin nasıl yaratıldığını şahit olmadıkları halde meleklerin dişi olduğuna nasıl hükmediyorlar? Burada, önceki sözden, daha şiddetlisine intikal vardır. Onlar, meleklerin yaratılışı esnasında hazır değilken, onları nasıl dişi varlıklar yapıyorlar? Bu, bizzat müşahede dışında bilinmesi mümkün olmayan birşeydir ve onlar da bunu müşahede etmiş değildirler. Onların sözlerinin doğruluğunu gösteren ne doğru bir rivayet, haber hakle-dilmiş ne de akıl bunu gerekli görmüştür.
Bu ayetin bir benzeri de Yüce Allah'ın şu kavl-i ilâhisidir: "Rahman'ın kulları olan melekleri dişi saydılar. Onların yaratılışlarına mı şahit oldular ki böyle hüküm veriyorlar? Şahitlikleri yazılacak ve sorulacaklardır." (Zuhruf, 43/19). Yani kıyamet günü bu iddialarından sorulacaklardır.
"iyi bilin, onlar iftiraları yüzünden diyorlar ki: "Allah doğurdu." Onlar elbette yalancılardır." Yani onların bu sözü, ne bir delili, ne de delile benzer bir şeyi olan bir yalan ve iftiradır. Durum böyle olduğu halde nasıl oluyor da "Ondan çocuk oldu." diyebiliyorlar! Bu söylediklerinde onlar yalancıların en yalancısıdırlar!
Bu ayetler göstermektedir ki müşrikler, melekler hakkında küfür ve yalanın en koyusu içinde üç özellik ileri sürmektedirler: Onlar, meleklerin Allah'ın kızları olduğunu iddia etmekte, Allah'a çocuk isnad etmekte ve bu çocuğu da kız olarak kabul etmekte, sonra da Allah'tan gayri rabbler olarak meleklere ibadet etmektedirler.
Daha sonra Yüce Allah onların bu haksız hükümlerini kınamakta ve şöyle buyurmaktadır:
"Allah kızları seçip oğullara tercih mi etmiş? Ne oluyor size? Buna nasıl hükmediyorsunuz? Hiç mi düşünmüyorsunuz?" Bunun anlamı şudur: Yüce Allah'ı, kızları seçip oğullara tercih etmeye sevkeden ne olabilir? Nitekim Allah Tealâ şöyle buyurmaktadır: "Yoksa Rabbiniz size oğulları beğenip seçti de kendisine meleklerden dişiler mi edindi? Hakikaten siz büyük söz söylüyorsunuz." (İsrâ, 17/40) Yani sizin anlayışınıza göre erkekler daha üstün olduğu halde Yüce Allah'ın, dişileri erkeklere tercih ettiği nasıl düşünülebilir?
Sizin, ne söylediğinizi düşünecek aklınız yok mu? Bu durumdan ibret alıp, sözünüzün butlanını düşünmez ve tefekkür etmez misiniz?
"Yoksa elinizde açık bir hüccetiniz mi var? Eğer doğru söyleyenlerseniz getirin kitabınızı." Bunun anlamı şudur: Yoksa sizin bu söylediğinizi destekleyecek açık bir hüccetiniz mi var? Eğer bir burhan ve deliliniz varsa, gökten, Yüce Allah tarafından indirilmiş bir kitaba dayanarak sizin iddia ettiğiniz gibi Ona meleklerle ilgili olarak isnad ettiğiniz şeyin doğruluğu konusuna delil olarak getirin! Tabii eğer iddianızda doğru söyleyenler iseniz!
Bu ayetlerin soru cümleleri tarzında ardarda tekrar edilmesi, onların bu sözlerinin nasıl bir azarlama, kahredici delillerle susturup sindirme ve şiddetli kınama ile karşılandığını ve aynı zamanda onların ahlâklarının nasıl çürümüş olduğunu, yozlaştığını göstermektedir. Zira onların bu söylediklerinin akıl sahibi birisinden sadır olması mümkün değildir; bilakis akıl bunu kesinlikle kabul etmez.
Daha sonra Yüce Allah müşriklerin, melekler ile Allah Tealâ arasında bir nesep ilişkisi uydurma tarzındaki iddialarının iftiradan ibaret olduğunu tekid etmekte ve şöyle buyurmaktadır:
"Bir de Allah ile cinler arasında bir hısımlık uydurdular." Yani müşrikler, Allah Tealâ ile cinler -burada cinlerden kasıt meleklerdir- arasında bir nesep ilişkisi uydurdular ve "Melekler Allah'ın kızlarıdır." dediler. Meleklerin gözle görülmeyen gizli varlıklar olması sebebiyle müşrikler burada onlardan cinler olarak bahsetmişlerdir.
Bu iddiayı ileri sürenler, Kinâne ve Huzâ'a kabileleridir ki şöyle demişlerdir: "Allah cinlerin ileri gelenlerine evlilik teklifinde bulunmuş, onlar da Onu asil kızlarıyla evlendirmişlerdir." Allah Tealâ onların söylediklerinden çok yüce, büyük ve münezzehtir. Bu, onların kıssacılarının uydurması ve vehminden başka birşey değildir.
Yüce Allah hakkında bu iftirada bulunan kabilelerin Yahudiler olduğu da söylenmiştir. Allah Tealâ'nın laneti üzerlerine olsun, onlar şöyle demişlerdir: "Allah cinlere yaklaştı, onlardan melekler oldu."
Bütün bunlar yaratıcının beşere benzetilmesinden ve O'nun, maddî-bedensel özelliklerle vasfedilmesinden ileri gelmektedir ki bu küfürdür.
Bundan sonra Yüce Allah onların azaplarından haber vermekte ve şöyle buyurmaktadır:
"Halbuki cinler de onların yakalanıp getirileceklerini bilmiştir." Yani yemin olsun ki müşriklerin, Allah Tealâ ile aralarında bir nesep ilişkisi olduğunu iddia ettikleri melekler mutlaka bilmişlerdir ki o müşrikler hesaba çekilmek, yukarıda geçen yalan sözleri ve iftiraları sebebiyle cehennem azabına çarptırılmak için yakalanıp getirileceklerdir.
Daha sonra Yüce Allah şöyle buyurarak kendi zatını, kendisine lâyık olmayan noksan beşer sıfatlarından tenzih etmektedir:
"Allah onların isnad edegeldiklerinden yücedir, münezzehtir." Yani Allah Tealâ oğul sahibi olmaktan ve zalim mülhidlerin kendisini tavsif ettiği eksikliklerden çok yüce, büyük ve münezzehtir.
"Allah'ın ihlâsa erdirilmiş kulları bunlar gibi değil." Fakat Allah'ın muhlis kulları -ki onlar, gönderilmiş her peygambere indirilen hakka iman etmiş kimselerdir- kurtulmuşlardır. Dolayısıyla onlar cehennem azabına atılmayacaklardır. Bu ayetteki ifade, münkatı bir istisnadır.
Bundan sonra Yüce Allah müşriklere meydan okumakta ve onların, hiç kimseyi dalâlete düşüremeyeceklerini veya yoldan çıkaramayacaklarını ispat etmektedir. Allah Tealâ bu meyanda müşriklere şöyle hitap etmektedir:
"Ne siz, ne de tapmakta olduklarınız, kimseyi O'na karşı kandırıp yoldan çıkaramazsınız. Ancak cehenneme girecek olanı[24] kandırabilirsiniz." Yani ne siz, ne de Allah'ı bırakıp taptığınız tanrılarınız, hiçkimseyi dininden ayırıp fitneye düşürmeye ve dalâlete saptırmaya kadir değilsiniz. Ancak cehennem ehli olan ve dalâlete sizden daha çok sapmış bulunan kimseleri bu şekilde kandırabilirsiniz. Onlar ki, Allah Tealâ'nm, sonsuz ve sınırsız ilmiyle kötü amel işleyeceklerini ve cehenneme girip yaslanacaklarını bildiği kimselerdir. Onlar, küfürde ısrar edenlerdir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onların kalpleri vardır, anlamazlar; gözleri vardır, görmezler; kulakları vardır, duymazlar. Onlar hayvanlar gibidirler, hatta daha da sapıktırlar. İşte onlar gafillerin ta kendileridirler." (A'râf, 7/179). Şu halde insanların bu sınıfı şirk ve dalâlete boyun eğmiş kimselerdir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurur: "Şüphesiz siz ihtilaflı bir söz içindesiniz. Ondan döndürülen kimseler döndürülür." (Zâriyât, 51/8-9). Yani ancak imandan döndürülen ve batıla saptırılan kimse bu ihtilaflı söz ile dalâlete sevkedilir.
Daha sonra Allah Tealâ melekleri de kendilerine küfür isnadından ve kendilerinin Allah'ın kızları olduğu yolunda uydurulan yalanlara nisbetten tenzih etmektedir:
"Bizim içimizden herkesin belli bir makamı vardır." Bu, Allah Te-alâ'nın, meleklerin söylediği bir sözü hikâye etmesi tarzında gelmiş bir ayettir. Buna göre melekler şöyle demişlerdir: "Bizden hiçbir melek yoktur ki onun marifet, ibadet ve mekân olarak malum olan ve sınırlarını aşamadığı bir makamı bulunmasın." Bu ifadeden murad, meleklerin, Allah Tealâ'ya nasıl son derece büyük bir itaat ile kulluk ettiklerine ve ibadet ve ta-atteki derecelerine işarette bulunmaktır. Hz. Aişe (r.a.) şöyle demiştir: "Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurdu: "Dünya semasında hiçbir yer yoktur ki, orada secdede veya kıyamda bir melek bulunmasın."[25]
"Biziz o saf saf dizilenler, mutlak biz. Biziz o teşbih edenler, mutlak biz." Yani yine melekler şöyle dediler: İbadet yerlerinde saflar halinde dizilenler elbette biziz; Yüce Allah'ı, şanına lâyık olmayan şeylerden tenzih edenler olarak gerek dil ile, gerekse namaz kılmak suretiyle teşbih edenler elbette biziz. Dolayısıyla biz, Allah Tealâ'ya, O'na muhtaç olan kullarıyız. Burada meleklerin bu ifadeleri ile kastedilen, meleklerin sıfatlarının boyun eğiş, itaat Allah Tealâ'ya ibadet olduğunu beyan etmek ve onların, kâfirlerin ileri sürdükleri gibi Allah Tealâ'nın kızları olmadığını açıklamaktır. Nasıl önceki ayetin ifadesi meleklerin taatteki derecelerine işaret ise, bu ayetlerin ifadesi de onların bilgi sahibi olmadaki derecelerine işarettir.
Sahih-i Müslim'de Câbir b. Semure (r.a.)'den şöyle bir hadis bulunmaktadır: "(Birgün) bizler mescitteyken Hz. Peygamber (s.a.) (hücresinden) yanımıza çıktı ve "Meleklerin Rabblerinin huzurunda saflar bağlaması gibi saf bağlasanız ya!" buyurdu. Biz "Ey Allah'ın Resulü! Melekler Rabblerinin huzurunda nasıl saf bağlarlar?" diye sorduk; "İlk safları tamamlarlar ve safta sıkışık dururlar." buyurdu."
Yine Sahih-i Müslim'de Hz. Huzeyfe (r.a.)'den rivayet edilen şöyle bir hadis mevcuttur: "Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurdu: "Bizler (şu) üç şeyle insanlardan üstün kılındık: Bizim saflarımız meleklerin safları gibi kılındı, yeryüzü bize mescid ve toprağı da temizleyici kılındı."
Hz. Ömer (r.a.) namaz kıldırmaya kalktığı zaman "Saflarınızı sağlam ve düzgün tutun. Zira Allah Tealâ sizin ancak meleklerin sünnetine uymanızı istiyor." der, "Biziz o saf saf dizilenler, mutlak biz." ayetini okur ve "Ey filan, geriye çık; ey filan, ilerle" der, sonra da öne geçip namaz için tekbir alırdı."
Daha sonra Yüce Allah, peygamberlik gelmeden önce müşriklerin söylediklerini zikrediyor: "Hakikat müşrikler önceden şöyle diyorlardı: "Eğer yanımızda evvelki ümmetlere inenlerden bir kitap olsaydı, elbet biz de Allah'ın ihlâsa erdirilmiş kullarından olurduk. Şimdi ise ona inanmayıp kâfir oldular. Yakında bileceklerdir." Yani müşrikler Hz. Peygamber (s.a.) gönderilmeden önce cehaletle ayıplandıkları zaman "Şayet bizim yanımızda da evvelkilerin kitaplarından Tevrat, İncil gibi bir kitap olsaydı elbette biz de kulluğumuzu Allah Tealâ'ya has kılar ve Onu inkâr etmezdik" derlerdi. Hz. Muhammed (s.a.) onlara apaçık bir zikir olan Kur'an'ı getirdiği zaman ise onu inkâr ettiler. Onlar yakında küfürlerinin akıbetini bileceklerdir. Bu, o müşriklerin Rabblerini, Kur'an'ı ve Hz. Peygamber (s.a.)'i yalanlamalarının karşılığı olarak zikredilen oldukça şiddetli ve vurgulu bir tehdittir.
Yüce Allah'ın şu ayet-i kerimesinde de aynı durum söz konusudur: "Yeminlerinin bütün gücüyle "Andolsun eğer kendilerine bir uyarıcı gelirse herhangi bir milletten daha çok doğru yolda olacaklar." diye Allah 'a yemin ettiler. Fakat kendilerine uyarıcı gelince bunun onlara, haktan uzaklaşmak-
tan başka bir katkısı olmadı." (Fâtır, 35/42). Oysa şu ayetlerde de aynı şey bahis konusudur: "Onu size indirdik ki "Kitap yalnız bizden önceki iki topluluğa (Yahudilere ve Hristiyanlara) indirildi, biz ise onların okumasından habersizdik (o kitapları okuyamıyor, dillerini anlayamıyor) demeyesiniz. Yahut "Eğer bize kitap indirilseydi biz onlardan daha çok doğru yolda olurduk. " demeyesiniz. İşte size Rabbinizden açık delil, hidayet ve rahmet geldi. Allah'ın ayetlerini yalanlayıp onlardan yüz çevirenlerden daha zalim kim olabilir? Ayetlerimizden yüz çevirenleri, yüz çevirmeleri yüzünden azabın en kötüsüyle cezalandıracağız." (En'âm, 6/156-157). [26]
Allah Teala'nın Ordusunun Zaferi:
171- Andolsun ki gönderilen elçi kullarımıza şu sözümüz geçmişti:
172- "Muhakkak onlar, mansurdurlar
173- ve galip gelecek olanlar mutlaka bizim ordumuzdur."
174- Onun için bir süreye kadar onlardan yüz çevir.
175- Gözetle onları. Kendileri de yakında görecektir.
176- Şimdi onlar çarçabuk bizim azabımızı mı istiyorlar?
177- Fakat o azap yurtlarına indiği zaman uyarılmış olanların sabahı ne kötü olur!
178- Bir süreye kadar onlardan yüzçevir
179- Onların halini gör. Kendileri de yakında görecektir.
180- İzzet sahibi Rabbin, onların is-nad etmekte oldukları sıfatlardan yücedir, münezzehtir.
181- Selâm gönderilen elçilere!
182- Hamd, alemlerin Rabbi Allah'a!
Açıklaması:
"Andolsun ki gönderilen elçi kullarımıza şu sözümüz geçmişti: "Muhakkak onlar mansurdurlar ve galip gelecek olanlar mutlaka bizim ordumuzdur." Yani andolsun ki kendilerini, kâfirleri korkutmak, müminleri de müjdelemek üzere gönderdiğimiz elçi kullarımıza, dünya ve ahirette yardım ve zafer verileceğine dair vaadimiz şu olmuştur. Dünyaya ilişkin vaad şudur: Dünyada onlara, kâfirleri esir almak ve öldürmek yahut kovup sürmek veya yerlerinden yurtlarından sürüp çıkarmak şeklindeki veyahut da hüccet, burhan ve saireyle sağlayacakları galebe ve üstünlük olacaktır. Ahirete ilişkin vaad ise cennete kavuşmak suretiyle elde edilecek zafer ve cehennem azabından kurtuluş kendilerinin olacaktır. Bu husus, genel itibariyle böyle olacaktır. Buradaki "cündullah" tabiri Allah'ın hizbi anlamındadır ki bunlar peygamberler ve onların tabileridir.
Şu ayet-i kerimeler de bu kavl-i ilâhinin benzerleridir: "Allah, "Elbette ben ve elçilerim galip geleceğiz." diye yazmıştır." (Mücadile, 58/21), "Elbette biz elçilerimize ve inananlara hem dünya hayatında, hem şahitlerin şahitliğe duracakları günde yardım ederiz." (Gâfir, 40/51).
Yardımın şartı malûmdur ki, Allah Tealâ'ya sahih bir şekilde iman, Kur'an ve Nebevi Sünnetle amel, bir de ölçü ve hayat metodu olarak Allah'ın dinini kabul etme. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "müminlere yardım etmek üzerimize borç idi." (Rûm, 30/47), "Eğer siz Allah 'm dinine yardım ederseniz, Allah da size yardım eder, ayaklarınızı sabit kılar." (Mu-hammed, Alil), "Sonuç, fenalıklardan sakınanlarındır." (A'râf, 7/127).
"Onun için bir süreye kadar onlardan yüz çevir." Yani onlara aldırış etme ve onların sana yaptıkları eziyete, Allah Tealâ indinde malum olan bir süreye kadar sabret. Zira biz güzel akıbeti, yardım ve zaferi sana nasip edeceğiz.
"Gözetle onları. Kendileri de yakında görecektir." Yani onlara bak ve sana muhalefet edip seni yalanladıkları için başlarına gelecek olan esir alınmak, öldürülmek gibi azap ve ibret dolu felâketi gözetle. Onlar, yakında senin kendilerine kötü akıbet ve azap türünden vaad ettiğin şeylerin hepsini ve de bizim sana vaad ettiğimiz yardımı ve dininin dörtbir tarafa yayılmasını göreceklerdir. Bu, onları görmenin kendilerine hiçbir fayda sağlamayacağı bir zamanda olacaktır. Yüce Allah bu ifadeyi te'kid maksadıyla tekrarlamaktadır.
Burada onları beklenen ve vadedilen hal içinde gözetleme emrinden murad, onlara vadedilen şeylerin şüphesiz bir şekilde mevcut ve vaki, meydana gelmesinin de yakın olduğunu anlatmak içindir. Bu ifadelerle Hz. Peygamber (s.a.)'i, kavmi olan Kureyş kâfirlerinin kendisine yaptıkları eziyetlere karşı teselli edilmekte ve rahatlatılmaktadır.
Daha sonra Yüce Allah kâfirleri azarlamakta ve şöyle buyurarak azabın hemen gelmesi yolundaki talepleri üzerine kendilerini tehdit etmektedir:
"Şimdi onlar çarçabuk bizim azabımızı mı istiyorlar?" Yani onlar bizim şiddetli azabımızın hemen gelmesini istemeye nasıl cür'et ediyorlar? Vakıa onlar, "Bu azap ne zaman gelecek?" diyerek azabın hemen gelmesini, seni yalanlamaları ve inkâr etmeleri sebebiyle istiyorlar. Oysa azap, herhangi bir şüpheye mahal bulunmayacak biçimde kesin olarak onların üzerine inecektir.
"Fakat o azap yurtlarına indiği zaman uyarılmış olanların sabahı ne kötü olur!" Yani azap kendilerine veya bulundukları mahalle indiği zaman bu onlar için ne kötü bir gündür! Çünkü onlar o günde helak ve mahvedilirler. "Sahîhân"-da Enes b. Mâlik (r.a.)'den gelen şöyle bir rivayet bulunmaktadır: " Hz. Peygamber (s.a.) Hayber'e sabahleyin baskın yaptı. Hayber ehli baltaları ve ziraat aletleriyle şehir dışına çıktılar da orduyu görünce "Mu-hammed vallahi! Muhammed ve ordusu!" diye bağırarak geri döndüler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.), "Allâhu Ekber! Hayber harap oldu! Biz bir kavmin yurduna indiğimiz zaman korkutulan kimselerin sabahı ne kötü olur!" buyurdu." Bunu İmam Ahmed de değişik bir lafızla rivayet etmiştir. Bu rivayet Buhari ve Müslim şartları doğrultusunda sahih bir rivayettir.
"Bir süreye kadar onlardan yüz çevir. Onların halini gör. Kendileri de yakında görecektir." Yani ey peygamber! Helak olacakları bir başka vakte kadar o müşriklere aldırma! Onlara ve işledikleri günahlara bak ki onlar kendilerine gelecek olan azabı yakında göreceklerdir.
Bu, yukarıda geçen ve Hz. Peygamber (s.a.)'in müşriklerden yüz çevirmesinin ve onların eziyetlerine sabretmesinin istendiği ayetteki emrin te'kididir.
Bundan sonra bu sure, azametli bir hatime, sonuç ile tamamlanmaktadır. Bu hatime kısmında Yüce Allah'ın, şanına lâyık olmayan şeylerden tenzihi ve peygamberlerin methi yer almaktadır. Burada Allah Tealâ şöyle buyurmaktadır:
"İzzet sahibi Rabbin onların isnad etmekte oldukları sıfatlardan yücedir, münezzehtir. Selâm gönderilen elçilere! Hamd alemlerin Rabbi Allah'a!" Yani ey rasul! İzzet sahibi Rabbin, haddi aşan müfteri ve yalancı zalimlerin söylediklerinden bütünüyle son derece uzaktır. Zira O Rabb, za-tıyla kaim olan kuvvet, galebe ve izzet sahibidir. Dünyada ve ahirette Allah'ın selâmı, kendilerini kavimlerine gönderdiği yüce peygamberlere olsun. Çünkü onların Rabbleri hakkında söyledikleri sağlıklı, doğru ve hakikattir. Hamd ve şükür, dünyada ve ahirette, her halükârda Allah Tealâ'ya mahsustur. Zira başkası değil, sadece O sakaleyn'in, yani insanların ve cinlerin Rabbidir. Bu ifadeler, Yüce Allah'ın, söylemeleri için müminlere öğrettiği bir sözdür.
İbni Ebî Hâtim'in -Şa'bî kanalıyla- ve Bağavî'nin Hz. Ali (r.a.)'den rivayet ettiklerine göre Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Kıyamet günü ecrinin en bol ölçekle ölçülüp verilmesi kimi sevindirirse, meclisinin sonunda kalkmak istediği zaman, "Sübhâne Rabbike Rabbi'l-izzeti amma yesıfûn ve selâmun ale'l-mürselin ve'l-hamdu lillâhi Rabbi'l-âlemîn: izzet sahibi Rabbin onların isnad etmekte olduklarından yücedir, münezzehtir. Selâm gönderilen elçilere. Hamd alemlerin Rabbi Allah'a" desin." Mecliste işlenmiş olan günahların keffareti için tavsiye edilen şu dua da birçok hadiste varid olmuştur: "Sübhâneke 'llâhumme ve bi hamdike lâ ilahe illâ en-te estağfiruke ve etûbu ileyk: Allah'ım! Seni bütün noksan sıfatlardan tenzih ederim. Hamd sana mahsustur. Günahlarımdan dolayı senden bağışlanma diler, sana tevbe ederim." [27]
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/63.
[2] Kurtubî, XV/66.
[3] Razî, XXVI/121.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/67-68.
[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/72-74.
[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/79-82.
[6] Buradaki "lezzet" kelimesi mübalağa tarzında masdar olarak gelmiş bir sıfattır, yahut "zâte lezzetin (lezzetli)" anlamındadır; ancak "zâte" kelimesi hazfedildiği için böyle gelmiştir. Ya da "leziz" anlamındaki "lezzun" kelimesinin dişil halidir.
[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/88-92.
[8] Tirmizî bu hadis hakkında "Hasen-sahih'tir." demiştir
[9] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/97-100.
[10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/103-105.
[11] Edebî bir sanat olarak tevriye, birkaç anlamı olan bir sözün uzak anlamını kasdetmektir. (çev.)
[12] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/109-112.
[13] Taberi ve İbnu'l-Esir'in bildirdiğine göre kardeşi Ays tarafından öldürülmek korkusuyla dayısının yanına gitmek üzere gündüzleri saklanıp geceleri yürüdüğü için Hz. Yakub (a.s.)'a İsrail denmiştir, (çev.)
[14] Beyzavi, s. 595.
[15] İbni Kesir, IV/14.
[16] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/116-119.
[17] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/119-122.
[18] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/129-130.
[19] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/133-134.
[20] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/136-137.
[21] Nisa; 163; Enam, 86; Yunus, 98; Saffat 139.
[22] Burada Nevevi bu hadisi önce Tirmizi'den naklen farkh lafızlarla vermiş, ardından da "Tirmizi'den başkasının rivayetinde de şöyle gelmiştir.... " diyerek müellifin verdiği lafızları zikretmiştir. Burada kastedilen İmam Ahmed'dir. Bkz. Müsned (Ahmed Muhammed Şakir şerhiyle Daru'l-Hadis, Kahire 1416/1996, III/244 vd. Hadis no: 2804 (çev.)
[23] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/142-143.
[24] Kurtubî, XV/123.
[25] Bu ifade "cehenneme girecek olan k'Tise" anlamına yorulur. Kastedilen ise cehenneme girecek olan topluluktur. Dolayısıyla buradaki "sal" kelimesi takdiri olarak "Salun" şeklindedir. Kelimenin aslı böyleyken kendisinden sonra gelen kelimeyle izafet terkibi oluşturduğu için salun kelimesinde "nun'harfi ve keza iki sakin harekeli harf bir araya geldiği için de "vav" harfi hazfedilmiş ve sonuçta bu kelime "sal" olarak kalmıştır.
[26] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/150-155.
[27] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/159-161.
Allah'ın Birliğinin İlanı:
1- Andolsun o sıra sıra dizilenlere,
2- Bağırıp sürenlere,
3- Zikir okuyanlara
4- ki şüphesiz sizin ilâhınız gerçekten birdir.
5- Göklerin, yerin ve bunların arasında bulunanların Rabbi, doğuların da Rabbidir.
Açıklaması:
Yüce Allah, ibadet için sıra sıra dizilen, yahut gökte Allah'ın emrini bekleyerek saflar halinde duran ve çeşitli görevlerle vazifeli meleklere yemin etmektedir. Kendilerine emir buyurulan bir idare ve tedbirle bulutları belli bir yere sürmek veya insanları, kendilerine hayırlı düşünceler ilham ederek günah işlemekten alıkoymak ve şeytanları, insanlara vesvese vererek saptırmaktan men etmek o meleklerin görevlerindendir.
Yine onların görevleri arasında, Allah'ın peygamberlerine veya velilerine Allah'ın ayetlerini okumak da bulunmaktadır. Yüce Allah, "Ey kendisine ihlâsla ibadet etmeleri gereken muhataplar! Sizin mabudunuz birdir ve Onun ortağı yoktur. O göklerin, yerin ve bunlar arasında bulunan her çeşit mahlukun yaratıcısı ve hepsinin sahibidir. O, güneşin doğduğu ve battığı yerlerin Rabbidir. O halde nefislerinizde Allah'ın birliğini ilan ve O'na ihlâsla ibadet edin, sadece O'na itaat edin. Zira bu mahlukâtın varlığı, yaratıcının varlığının, kudretinin ve birliğinin en açık delilidir." diye yemin etmektedir. [1]
Gökyüzünün Yıldızlarla Süslenmesi:
6- Şüphesiz biz en yakın göğü bir zinetle, yıldızlarla süsledik.
7- Ve onu itaatten çıkan her şeytandan koruduk.
8-Onlar dinleyemezler.Her yandan kovularak
9- ve uzaklaştırılırlar. Onlar için sürekli bir azap vardır.
10- Yalnız bir söz çalan müstesna, onu da delici bir alev takip eder.
Açıklaması:
"Şüphesiz biz en yakın göğü bir zinetle, yıldızlarla süsledik." Yüce Allah, dünya göğünü ki bu gök, göklerin arza en yakın olanıdır, güzellikte en güzide mevkide olan bir süsle süslemiştir. Bu süs, yıldızlardır. Zira yıldızlar, kendilerine bakanların gözünde parlak kıymetli taşlar gibidir.
"Ve onu itaatten çıkan her şeytandan koruduk" Yani göğü, itaatten çıkan azgın her şeytandan muhafaza ettik. Oraya kulak vermek istedikleri zaman kendilerine delici bir alev gelir ve onları yakar. Bu sebeple Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Onlar mele-i alâ'yı dinleyemezler." Yani şeytanlar, mele-i alâ'nm ki onlar, en yakın göğün ve daha yukarısının sakinleri olan meleklerdir, sözünü dinlemeye muktedir olamazlar. Çünkü kendilerine alev atılır. Şeytanların melekleri dinlemek istemesi, Allah'ın hüküm ve takdirinden vahyettiği birşey hakkında konuştukları zaman olur.
Göklerin bu iki özellik veya yararını takrir eden birçok ayet gelmiştir. Örnek olarak "Andolsun biz dünyaya en yakın göğü kandillerle donattık. Bunları şeytanlara atış taneleri yaptık ve onlara çılgın ateş azabını hazırladık" (Mülk, 67/5) ve "Andolsun biz gökte burçlar yaptık ve onu bakanlar için süsledik. Ve onu her taşlanmış şeytandan koruduk" (Hicr, 15/16-17) ayetlerini zikredebiliriz..
"Her yandan kovularak atılırlar" Yani gökyüzüne yükselip orada konuşulanlara kulak vermek istedikleri zaman kendilerine her yönden delici alev atılır.
"ve uzaklaştırılırlar. Onlar için sürekli bir azap vardır" Yani tardedile-rek uzaklaştırılırlar, oraya ulaşmaktan men edilirler ve onlar için ahirette sürekli devam eden elim bir azap vardır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Ve onlara çılgın ateş azabını hazırladık." (Mülk, 67/5)
"Yalnız bir söz çalan müstesna, onu da delici bir alev takip eder" Yani şeytanlardan birinin bir söz çalması müstesna. Şeytanlar o sözü gökten işitir ve altlarında bulunana, o da kendi altında bulunana iletir. Belki delici alev, o sözü altlarmdakine iletemeden onları yakalar; belki de delici alev kendisine ulaşmadan Allah'ın takdiriyle o sözü altlarmdakilere ulaştırırlar ve alev ondan sonra kendilerine ulaşıp onları yakar. O sözü ilettikleri ise onu kâhinlere götürür. Nitekim bu husus hadiste de varit olmuştur.
Mele-i âlâdan bölük pörçük bir söz kapan şeytanın ardından Allah, delip geçici bir yıldız veya aydınlık bir alev gönderir ve böylece onu yakar. Belki yakmadığı da olur. Bu suretle o şeytan, ezberlediği o sözü, avanesi olan kâhinlere ulaştırır. Buradaki "hatf' kelimesi, birşeyi süratle almak, "sâkıb" kelimesi de "delici" anlamındadır.
Bu ayet üzerinde düşünüldüğünde şu gerçek sabit olarak ortaya çıkmaktadır: Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.) gönderilmeden önce şeytanlar üzerine delip geçici alev bazen atılır, bazen de atılmazdı. Hz. Peygamber (s.a.) gönderildikten sonra ise şeytanlar her yönden bu delip geçici alevlere maruz kalmışlardır ve gök daha fazla korunmaya başlanmıştır. Bunun sonucu olarak şeytanlar, mele-i âlâya kulak verip dinleme imkânı bulamamışlardır. Sadece onlardan bazısının bir kelime kapıvermesi bunun istisnasıdır. Onu da yeryüzüne inmeden önce de delip geçici bir alev izler. O şeytan, kapıverdiği o kelimeyi avanesine iletir. Böylece kehanetin batıl, nübüvvet ve risaletin de sabit olduğu ortaya çıkar[2] ve onların, gizlice kulak verip dinlemeye çalışmaktan men edildikleri hususu, şer'an mukarrer olur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlar, meleklerin sözlerini dinlemekten uzaklaştırılmışlardır." (Şu'arâ, 26/212). Yine Yüce Allah, göğün korunması ve şeytanlara alev atılmasından ibaret her iki merhaleyi vasfederek şöyle buyuruyor: "Biz göğe dokunduk. Fakat onu sert bekçilerle ve alevlerle doldurulmuş bulduk. Halbuki hakikaten biz, haber dinlemek için bundan önce onun bazı kısımlarında oturacak yerler bulup oturuyorduk. Fakat şimdi kim dinleyecek olursa, kendisini gözetip duran bir alev buluyor." (Cinn. 72/8-9)
Razi şöyle der: "Nesilden nesile tevatüren nakledilen tarihî olaylar, Hz. Peygamber (s.a.)'in gönderilişinden önce bu türlü alevler meydana geldiğini göstermektedir. Zira Hz. Peygamber (s.a.)'in gelmesinden uzun zaman önce yaşamış bulunan bilge kimseler bunu zikretmişler ve meydana gelmesinin sebepleri hakkında fikir beyan etmişlerdir. Bu olayların Hz. Peygamber (s.a.)'in gelmesinden önce mevcut bulunduğu sabit olunca, bunların meydana gelmesinin Hz. Peygamber (s.a.)'in gelişine bağlanması doğru olmaz. En yakın ihtimal şudur: Bu olaylar Hz. Peygamber (s.a.)'in gelmesinden önce de mevcuttu. Ancak Hz. Peygamber (s.a.) zamanında çoğalmış ve dolayısıyla mucizelerin de çoğalmasına sebep teşkil etmiştir.[3]
Öbür Dünyanın -Haşir, Neşir Ve Kıyametin- İspatı:
11- Şimdi onlara sor: Yaratılış bakımından kendileri mi daha çetin, yoksa bizim diğer yarattıklarımız mı? Hakikat biz onları bir cıvık ça-murdan yarattık.
12- Hayır, sen şaşırdm. Onlarsa
13- Kendilerine öğüt verilince düş nüp de öğüt kabul etmezler.
14- Bir ayet gördükleri zaman onunla alay ederler.
15- "Bu, apaçık bir büyüden başka birşey değildir." derler.
16- "Yani biz ölüp de toprak ve bir yığın kemik olduğumuz zaman mı, biz mi diriltilecek misiz?"
17- "Evvelki atalarımız da mı?"
18- De ki: "Evet, hem de hor ve hakir olarak."
19- İşte o, bir tek korkunç sesten ibarettir ki, onların birden bire gözleri açılı-verecektir.
20- 'Eyvah bize." derler, "bu, din günüdür."
21- Evet bu sizin yalanlamakta olduğunuz ayırdetme günüdür.
Açıklaması:
"Şimdi onlara sor: Yaratılış bakımından kendileri mi daha çetin, yoksa bizim diğer yarattıklarımız mı?" Yani Ey peygamber! Dirilişi inkâr eden o kimselere kendilerinin mi, yoksa gökler, yer ve bu ikisi arasındaki meleklerin, şeytanların ve büyük mahlukâtın mı yaratılış bakımından daha çetin veya var edilmek bakımından daha zorlu olduğunu sor. Bu ayet, Eşedd b. Kelede ve benzeri kimseler hakkında inmiştir. Bu zata Eşedd denmesinin sebebi oldukça kuvvetli ve zorba biri olmasıdır.
Buradaki soru, azarlama ve serzeniş maksatlıdır. Zira bahse konu kimseler, bu mahlukâtın yaratılış bakımından kendilerinden daha çetin olduğunu kabul ediyorlar. Eğer böyleyse, inkâr ettikleri şeyden (dirilişten) daha zor olan şeylerin varlığını gördükleri halde dirilişi niçin inkâr ediyorlar? Nitekim Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Göklerin ve yerin yaratılışı, insanların yaratılışından elbette daha büyük birşeydir. Fakat insanların çoğu bilmezler." (Gâfir, 40/57), "Gökleri ve yeri yaratan, onların benzerlerini yaratmaya kadir değil midir?" (Yâ-Sîn, 36/81).
Daha sonra Yüce Allah, diğer mahlukâtla insanın yaratılışı arasındaki bu farkın nasıl olduğunu açıklıyor ve şöyle buyuruyor: "Hakikat biz onları bir cıvık çamurdan yarattık." Yani biz onların aslını -ki o Hz. Adem (a.s.)'dir-, ele yapışan yapışkan bir çamurdan yarattık. Onlar bu zayıf maddeden yaratıldıkları halde yaratılışın yine topraktan -veya kişi suda öldüğü zaman toprağa karışan sudan- tekrarlanmasından ibaret olan ahi-reti nasıl uzak görüp inkâr edebiliyorlar? Oysa yaratılış bakımından kendilerinden daha kuvvetli, büyük ve mükemmel olanlar bu hususu inkâr etmiyorlar!..
Daha sonra Kur'anî beyan, bir üslûptan diğerine geçmekte ve Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Hayır, sen şaşırdın. Onlarsa alay ediyorlar." Yani senin onlara bunu sormana hacet yok. Zira onlar inatçı kimselerdir. Ve sen Ey Muhammed (s.a.)! Dirilmeyi inkâr eden bu kimselerin yalanlamasına şaşırıyorsun. Çünkü sen, Allah'ın yaratması, kudreti ve fena bulduktan sonra bedenlerin yeniden diriltileceğim bildiren ilâhi haber konusunda tam bir yakinî imana sahipsin. Onlar ise tam tersine, senin diriliş hakkında söylediklerinle ve kendilerine gösterdiğin delil ve ayetlerle alay edip eğleniyorlar!
Yahut bu ayetin anlatmak istediği şudur: Sen Allah'ın bu azametli varlıklar üzerindeki kudretine şaşırdm, onlarsa tam aksine seninle, senin bu taaccübünle ve kendilerine gösterdiğin, Allah'ın kudretini ispat eden eserlerle alay ediyorlar.
Bu ayetin anlamı şöyle de olabilir: Onlar diriliş konusuyla alay ederken sen de onların bu inkârına şaşırdm.
"Kendilerine öğüt verilince düşünüp de öğüt kabul etmezler." Yani olara Allah ve Rasulünün nasihatleri söylendiği zaman büyüklenmeleri, inatçı ve katı kalpli olmaları yüzünden öğüt almaz ve bu nasihatlerden istifade etmezler. "Bir ayet gördükleri zaman onunla alay ederler." Yani kendilerini tasdik ve imana götürecek olan peygamberi mucizelerinden birini veya açık bir delili gördükleri zaman alay ve eğlenmede aşırı giderler ve eğlenip gülüşmek, hep birlikte alay etmek için birbirlerini çağırırlar.
"Bu, apaçık bir büyüden başka birşey değildir, derler." Yani şöyle derler: Bize getirdiğin bu deliller, açık ve belirgin bir büyüden başka birşey değildir. Bunlara iltifat edilmez ve biz böyle şeylere aldanmayız. Bu, daha önce yaşamış olan büyücülerin miras ve geleneğidir.
Daha sonra bu kimseler, inkârlarını diriliş üzerinde yoğunlaştırıyorlar ve şöyle diyorlar:
"Yani biz ölüp de toprak ve bir kemik yığını olduğumuz zaman mı, biz mi diriltilecek misiz?" Yani senin söylediklerinin en gariplerinden biri de diriliş konusudur. Biz öldükten ve çürümüş kemik ve toprak haline geldikten sonra diriltilecek miyiz?
"Evvelki atalarımız da mı?" Daha önceleri yaşamış bulunan ve ölümleri üzerinden çok uzun yıllar geçmiş olan babalarımız ve dedelerimiz de mi diriltilecek?
Bu soruya Yüce Allah şöyle karşılık veriyor:
"De ki: "Evet, hem de hor ve hakir olarak." Yani Ey peygamber! Onlara de ki: Evet! Toprak haline geldikten sonra bir daha diriltileceksiniz ve sizler bu anda, o azim kudretin hükmü altında hor, hakir ve zelil kimseler olacaksınız. Nitekim Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Hepsi hor ve hakir olarak O'na gelirler" (Nemi, 27/87), "Bana ibadetten büyüklük taslayarak imtina edenler, hor ve hakir olarak cehenneme gireceklerdir." (Gâfir, 40/60)
"İşte o, bir tek korkunç sesten ibarettir ki, onların birden bire gözleri açılıverecektir" Yani Allah'ın kudretine göre iş gerçekten kolaydır. Diriltmek zor ve güç değildir. Zira diriliş, Allah'ın bir emriyle İsrafil (a.s.) tarafından Sûr'a bir kere üflenmesiyle çıkacak bir sayhadan ibarettir. Bu ses, onları yerden çıkmaya çağırır. O zaman insanların tümü, yerdeki kabirlerinden kalkmış, diri olarak Yüce Allah'ın huzuruna toplanmış olurlar ve kıyametin dehşetine bakakalırlar.
Daha sonra Allah Tealâ, o kimselerin, kıyametin dehşetini bizzat yaşadıkları zaman kendi nefislerini kınayacaklarını haber veriyor ve şöyle buyuruyor:
"Eyvah bize" derler, "bu, din günüdür." Yani dünyadayken dirilişi inkâr edip yalanlayanlar, "helak ve veylolsun bize! Dünyadayken işlediğimiz, Allah'ı inkâr ve peygamberleri yalanlama gibi amellerin karşılık ve cezasının görüleceği zaman geldi." derler ve ah vah edip hayıflanarak kendilerine beddua ederler. Çünkü onlar o gün başlarına geleni bilirler.
Bu durumda melekler onlara şöyle mukabele eder:
"Evet bu sizin yalanlamakta olduğunuz ayırdetme günüdür." Yani bu, insanlar arasında hüküm ve kazanın sağlam ve kesin bir şekilde icra edileceği gündür ki bu gün iyiyle kötü birbirinden ayırdedilir, hak ehli, batıldan ayrılır ve biri cennete giderken diğeri ateşi boylar. [4]
Müşriklerin Ahirette Sorumlu Tutulması Ve Bunun Sebepleri:
22- Toplayın o zalimleri, onların yoldaşlarını ve tapmakta olduklarını
23- Allah'ı bırakıp da. Onları cehennemin yoluna götürün.
24- Hapsedin onları. Çünkü onlar sorumludurlar.
25- Size ne oldu da birbirinize yardım etmiyorsunuz?
26- Hayır, bugün onlar zilletle boyun eğmişlerdir.
27- Birbirlerine yönelip, biri diğerini sorumlu tutmaya kalkışır.
28- "Siz bize sağdan gelirdiniz." der-
29- Onlar da "Hayır. Siz zaten inanan kimseler değildiniz." derler.
30- "Ve bizim sizi zorlayacak gücümüz de yoktu. Siz kendiniz azgınlar güruhu idiniz.
31- Artık Rabbimizin sözü bize hak oldu. Şüphesiz azabımızı tadacağız.
32- Sizi azdırdık. Çünkü kendimiz azmıştık."
33- Şüphe yok ki, o gün onlar azap çekmede ortaktırlar.
34- İşte biz suçlulara böyle yaparız.
35- Çünkü onlar, kendilerine "Allah'tan başka ilâh yoktur." dendiği zaman büyüklük taslarlardı.
36- "(Dinlenmiş bir şair için biz tanrılarımızı mı terkedeceğiz?" derlerdi.
37- Hayır o hakkı getirmiş ve peygamberleri de doğrulamıştı.
Açıklaması:
"Toplayın o zalimleri, onların yoldaşlarını ve Allah'ı bırakıp da tapmakta olduklarını." Bu ayette Allah meleklere, şu üç sınıfı -şirk ve günahları sebebiyle ziyadesiyle utandırıp hüsrana uğratmak maksadıyla- hesap görülecek yerde bir araya toplamalarını emir buyurmaktadır:
a) Zalimler ve müşrikler,
b) Onların yoldaşları, emsal ve benzerleri,
c) Allah'ı bırakıp da tapmakta oldukları put vs.
Buradaki "zulüm", şirk anlamındadır. Zira Yüce Allah "Çünkü şirk büyük bir zulümdür." (Lokman, 31/13) buyurmuştur.
Bu, ya Yüce Allah'ın meleklere, ya da meleklerden bir kısmının diğer bir kısmına hitabıdır. Yani zalimleri, onların kâfir eşlerini, yoldaş ve emsalini toplayın.
Müşrikler, şirkte onlarla benzer tutum içinde olanlar, küfürde onlara uyanlar, peygamberleri yalanlama konusunda onlara taraftarlık edenler ve onlara dostluk gösteren şeytanlar haşredilirken her kâfir, şeytanıyla birlikte, aynı şekilde günahkârlar da kısım kısım birlikte haşredileceklerdir. Zina ehli olanlar bir arada, faizciler bir arada, içki içenler bir arada...
"Onları cehennemin yoluna götürün." Yani daha fazla alay ve tahkire maruz kalmaları için, hasredilen bu kimselere cehennemin yolunu gösterin ve tanıtın.
"Hapsedin onları. Çünkü onlar sorumludurlar." Yani onları dünyadaki inançları, kendilerinden sadır olan sözleri ve amelleri konusunda hesaba çekilmek üzere durak yerinde hapsedin.
Tirmizî'nin İbni Mesud (r.a.)'dan rivayet ettiği bir hadiste şöyle buyu-rulmuştur:"Ac?emoğZu, şu beş şeyden hesaba çekilmedikçe Rabb'inin huzurundan ayrılamaz: Ömrünü nerede tükettiği, gençliğini nerede harcadığı, malını nerede kazanıp nereye sarfettiği ve öğrendikleriyle ne amel işlediği."
"Size ne oldu da birbirinize yardım etmiyorsunuz?" Yani onlara, başa kakma ve azarlama yollu şöyle denir: Size ne oldu ki dünyada olduğu gibi burada da birbirinize yardım etmiyorsunuz? Zira Ebû Cehil Bedir savaşı
esnasında "Bizler bugün yek vücut, yenilmez bir topluluğuz. Muham-med'den ve arkadaşlarından intikam alacağız." demişti. İşte kıyamet günü de onlara "Size ne oldu da birbirinize yardım etmiyorsunuz?" denecek.
"Hayır, bugün onlar zilletle boyun eğmişlerdir" Yani aksine onlar bugün Allah'ın emrine boyun eğmişlerdir. Bu emre muhalefet edemez, ondan yüz çeviremezler. Çünkü başka bir çıkar yol bulmaktan acizdirler. Onun için de herhangi bir hususta asla münakaşa edip çekişemezler.
Kıyamet meydanları içindeki bu durak yerinde aralarındaki meselede birbirlerini kınarlar, uyanlarla onların önderleri hasımlaşır. Zira Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Birbirlerine yönelip, biri diğerini sorumlu tutmaya kalkışırlar." Yani bu kâfirlerden uyanlar ve kendilerine önderlik yapanlar öne çıkarak tıpkı cehennemin aşağı tabakalarında hasımlaştıkları gibi kıyamet durağında da birbirlerine azarlama, serzeniş ve çekişme yollu soru sorarlar. Nitekim bir ayette şöyle buyurulmaktadır: "Zayıflar, büyüklük taslayan önderlerine, "Biz size tabi idik. Şimdi siz Allah 'm azabından en ufak birşeyi bizden savabilir misiniz?" dediler. Büyüklük taslayanlar da, "... Şimdi bizler sızlan-sak da katlansak da birdir. Bizim için sığınacak hiçbir yer yoktur" dediler." (İbrahim, 14/21)
"Siz bize sağdan gelirdiniz, derler." Yani uyanlar, kendilerine önderlik edenlere şöyle dediler: Sizler bize iyilik maskesi altında gelirdiniz. Bu suretle bizi doğru yola girmekten alıkoydunuz.
Buradaki "sağ" kelimesinin, kuvvet ve galebe anlamında kullanılmış olduğu da söylenmiştir. Yani sizler bize kuvvet ve galebe kullanarak ve dünyadayken bize karşı sahip olduğunuz egemenlik ve liderlik otoritesiyle gelirdiniz. Bu suretle bizi dalâlete sürüklediniz ve dalâleti bize zorla dayattınız.
Bu ifadenin anlamının şöyle olduğu da söylenmiştir: Sizler bize din konusunda çeşitli görüşler telkin ederdiniz. Bu suretle dini hafife almamıza sebep oldunuz ve bizi ondan soğuttunuz. Nitekim günümüz liderlerinin ve dostlarının yaptığı da budur! Buradaki "derler" kelimesi, mukadder bir sorunun cevabıdır, dolayısıyla bu ifade isti'naf-ı bey anîdir (konuyu açıklamak için başlanan yeni bir sözdür).
Onların bu sözlerine, başı çeken liderler iki şekilde cevap verirler:
1- "Onlar da "Hayır. Siz zaten inanan kimseler değildiniz." derler." Yani hayır, siz kendiniz iman etmeye razı olmamıştınız ve iman edebileceğiniz halde küfrü seçerek imandandan yüz çevirmiştiniz. Sizin kalpleriniz küfür ve isyanı kabul etmişti ve sizler zaten küfür üzereydiniz.
Buradaki "derler" kelimesi de muhatapları, yani küfrün önderlerini ya da cinleri ifade etmektedir.
2- "Ve bizim sizi zorlayacak gücümüz de yoktu. Siz kendiniz azgınlar güruhu idiniz." Yani bizim size karşı bir hüccetimiz veya iman etme konusundaki seçim ve isteğinizi engelleyecek bir egemenliğimiz yoktu. Aksine azgınlık, küfürde haddi aşma ve peygamberlerin size getirdiği hakka karşı ifrata düşme tavrı sizin içinizde vardı. Biz sizi küfre sadece çağırdık, siz de zorla değil, kendi seçiminizle bu çağrıya icabet ettiniz.
"Artık Rabbimizin sözü bize hak oldu. Şüphesiz azabımızı tadacağız." Yani Rabbimizin hükmü hem bizim, hem de sizin üzerinize gerekli ve Rabbimizin kavli kaçınılmaz oldu. Bu, Yüce Allah'ın şu kavlidir: "Senden ve onlar içinde sana uyan kimselerden cehennemi dolduracağım." (Sâd, 38/85) O halde bize vaat edilen azabı mutlaka tadacağız ve bizler kıyamet günü kaçınılmaz olarak azabı tadıcılanz.
Ebû Hayyân şöyle emiştir: Zahire göre buradaki "Şüphesiz ... tadacağız, kavli, küfrün önderleri ve onlara uyanlar olarak hepsinin azabı tadacakları konusunda liderlerin verdiği bir haberdir.
"Sizi azdırdık. Çünkü kendimiz azmıştık." Yani biz sizi saptırdık ve dalâlete, içinde bulunduğumuz azgınlığa çağırdık; siz de bize icabet ettiniz.
Uyanlar ve kendilerine uydukları önderleri arasındaki bu münakaşa ve çekişmeden sonra Yüce Allah, her iki sınıfın da duçar olacağı azabı şöyle vasfediyor:
"Şüphe yok ki o gün onlar azap çekmede ortaktırlar." Yani hem uyanlar, hem de kendilerine uydukları kimseler, veya hem tabi olanlar, hem de liderler -tıpkı dalâlet ve küfürde müşterek oldukları gibi- o zaman kaçınılmaz olarak azapta da topluca müşterektirler. Hepsi kendi ameli dolayısıyla cehennemdedir.
Onların azapta ortak oluşu, her suçlu kâfir konusunda olduğu gibi adil bir karşılıktır. Bu sebeple Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"İşte biz suçlulara böyle yaparız." Yani müşriklere buna benzer bir cezayla karşılık veririz ve herkes, işlediği amelin karşılığını bulur.
Bu azabın sebebi şu ayette ifadesini bulmaktadır:
"Çünkü onlar, kendilerine "Allah'tan başka ilâh yoktur." dendiği zaman büyüklük taslarlardı." Yani onlar, Allah'tan başka ilâh yoktur, demek olan kelime-i tevhide çağırıldıklarında, büyüklenerek bu çağrıyı kabullenmez, müminlerin söylediği gibi bu kelimeyi söylemekten yüz çevirirlerdi.
"Cinlenmiş bir şair için biz tanrılarımızı mı terkedeceğiz?" derlerdi." Yani hayal dünyasında yaşayan ve sözleri bozup karıştıran cinlenmiş bir şairin söyledikleri için mi bizler ilâhlarımıza ve babalarımızın ilâhlarına kulluğu terkedeceğiz? Bu sözleriyle onlar Hz. Peygamber (s.a.)'i kastediyorlardı. Böyle demekle önceki ayette bildirildiği gibi vahdaniyeti, bu ayette bildirildiği şekliyle de peygamberliği inkâr ediyorlardı.
Yüce Allah da onlara, kendilerini şu kavliyle yalanlayarak mukabelede bulunmaktadır:
"Hayır o hakkı getirmiş ve peygamberleri de doğrulamıştı." Yani Hz. Peygamber (s.a.), Allah'ın kendisine emir buyurduğu bütün hususlarda hak bir dinle gelmiştir. Bu hususların ilki tevhiddir. Böylelikle Hz. Peygamber (s.a.), diğer bütün peygamberlerin getirdiği tevhid, cennet vaadi, cehennem tehdidi ve ahiretin ispatı gibi hususlarda onları tasdik etmiştir. O, bu temel esaslarda onlara muhalefet etmediği gibi, daha önce onların getirdiği hiçbir esası da değiştirmemiştir. Şu halde onun şair veya cinlen-miş diye nitelenmesi nasıl doğru olabilir? Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Sana söylenen, senden önceki elçilere söylenmiş olandan başka birşey değildir" (Fussilet, 41/43), "... kendinden öncekini doğrulayan..." (Fâtır, 35/31). [5]
Kafirlerin Ve İhlaslı Mü'minlerin Görecekleri Karşılık:
38- Elbette siz o acıklı azabı tadıcı-smız.
39- Yapmakta olduğunuz şeylerden başkasıyla da cezalandırılmayacak-
40- Ancak Allah'ın halis kulları bu cezanın dışındadır.
41. onlar için bilinen bir rızık var
42-Türlü meyvelerle ağırlanırlar.
43- Naîm cennetlerinde.
44- Tahtlar üzerinde, karşılıklı otururlar-
45-Onara kaynaklardan doldurulmuş türlü kadehler dolaştırılır.
46- Berrak' i?enlere lezzet veren bir IÇKi
47' ffi onda ne sersemletme var, ne de onunla sarhoş olurlar.
48" Yanlarında da yaln kendileri- ne Söz dikmiş iri gözlü eşler vardır.
49- Saklı yumurta gibi eşler.
50- Bunlar birbirine dönüp sorarlar:
51-Onlardan bir sözcü: "Benim" de di ılbir arkadaım vartü'
52- Alay ederek derdi ki: "Sen doğrulayanlardan mısın?"
53- Biz ölüp toprak ve bir yığın kemik olduğumuz zaman mı, biz mi cezalandırılacağız?"
54- Sonra yanındakilere: "Bakar mısınız?" dedi.
55- Baktı, onu cehennemin ortasında gördü.
56- Ve ona dedi ki: "Allah'a yemin olsun. Sen az daha beni de mahvedecektin.
57- Eğer Rabbimin nimeti olmasaydı şimdi ben de oraya getirilenlerden olurdum.
58, 59- "(Bak) biz ilk ölümümüzden başka bir daha ölmeyecek, biz azaba da uğ-ratılmayacaktık değil mi?
60- Muhakkak ki bu, büyük kurtuluşun ta kendisidir.
61- Çalışanlar, bunun için çalışmalıdır.
Açıklaması:
Yüce Allah, dalâlet içinde bulunan yalanlayıcıların durumunu beyan etmekte -ki bu hitap aynı zamanda insanları da hedef almaktadır ve şöyle buyurmaktadır:
"Elbette siz o acıklı azabı tadıcısınız." Yani siz ey kâfirler! Hiç bitmeyen ve sürekli devam eden cehennem ateşinde elem verici azabı tadacaksınız!
"Yapmakta olduğunuz şeylerden başkasıyla da cezalandırılmayacaksınız." Yani sizin göreceğiniz karşılık, içinde zulüm bulunmayan adil ve hak bir uygulama ile verilecektir ki o karşılık, küfür ve isyandan ibaret olan amelleriniz dolayısıyla azap görmenizdir. Dolayısıyla ceza görmenizin sebebi bu kötü amellerinizdir. "Rabbin, kullara zulmedici değildir" (Fussilet, 41/46), "Rabbin kimseye zulmetmez" (Kehf, 18/49).
Kelime-i tevhid'i kabul etmeyerek büyüklenen ve peygamberleri inkârda ısrar gösteren suçlulularm durumunun beyanından sonra Yüce Allah, ihlâs sahibi kulların nasıl bir mükâfat göreceğini zikretmekte ve şöyle buyurmaktadır:
"Ancak Allah'ın halis kulları bu cezanın dışındadır. Onlar için bilinen bir rızık vardır. Türlü meyvelerle ağırlanırlar." Yani Allah'ın kendilerini itaat ve tevhid için seçtiği, ameli yalnızca Allah için işleyen kullar ise kurtulmuşlardır, onlar azabı tatmazlar ve hesabı tartışmazlar. Onların günahları müsamaha edilerek bağışlanmıştır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Andolsun asra ki, muhakkak insan kesin bir ziyandadır. Ancak iman edenlerle güzel amellerde bulunanlar, bir de birbirine hakkı ve sabrı tavsiye edenler böyle değildir. " (Asr, 103/1-3), "Her nefis, kazandığı şey mukabilinde bir rehindir. Ancak defteri sağdan verilenler müstesna..." (Müd-dessir, 74/38-39).
Buradaki "muhlisin" kelimesi bir övgü sıfatıdır. Çünkü onlar Allah'ın kullarıdır ve bu da onların seçilmiş kimseler olmasını gerektirir.
İşte bu seçkin kullara cennette Allah katından güzelliği, hoşluğu ve kesintisiz devamlılığı malûm olan bir rızık vardır ki sabah akşam, yani diledikleri her zaman kendilerine ikram edilir. Onlar, türlü leziz meyvelerden, yani meyvelerin her çeşidinden faydalanırlar. Bu meyveler, onların yediği şeylerin en güzelidir. Bu yeme, kendilerine yapılan ikram ve tazim ile birlikte olur. Zira onlar orada hizmet ve ikram görür, refah ve rahata kavuşturulurlar. Aynı şekilde onlar için büyük bir ikram daha vardır ki o da cennette, Rabblerinin katındaki derecelerinin yükseltilmesidir. Onlar orada Rabblerinin sözünü duyar ve geniş cennet bahçelerinde O'nunla karşı karşıya olurlar...
Bu ayette cennet meyvelerinin gıdalanmak ve kuvvet almak için değil, lezzet almak için yendiğine delâlet vardır. Çünkü cennet ehli gıdalanmak ve kuvvetlenmek gibi şeylere ihtiyaç duymazlar; sonsuz bir hayat için yaratılmış sağlam bedenlere sahiptirler.
Bu ayette rızkın "bilinen" şeklinde tavsif edilmesi, sözkonusu rızkın cennet ehli nazarında bilinen şeyler olduğunu ifade eder.Yüce Allah, onların yiyeceklerini açıkladıktan sonra, meskenlerini vasfetmekte ve şöyle buyurmaktadır:
"Naîm cennetlerinde. Tahtlar üzerinde karşılıklı otururlar." Yani bu rı-zık, nimetlerle dolu, kurulu ve sürekli bir faydalanma yeri olan cennetlerde, tahtlar üzerine kurulmuş oturur vaziyette oldukları halde kendilerine gelir. Onlar neşe ve sevinçle birbirlerinin yüzüne bakarlar. Hiçbiri diğerinin arkasından bakmaz. Bu durumda onlar maddî ve bedenî fayda ve nimetlerle ruhî ve insanî fayda ve nimetleri bir arada görürler.
Yiyecek ve meskenlerini vasfettikten sonra Yüce Allah cennetliklerin içeceklerini de şöyle zikretmektedir:
"Onlara kaynaklardan doldurulmuş türlü kadehler dolaştırılır." Buradaki "ma'în" kelimesi akarsu demektir. Şu halde bu ırmaklar, suyun kesintisiz bir şekilde çıkması gibi kaynaktan çıkarlar. Bu şekilde çıktığı için ona "ma'în" denmiştir...
Daha sonra Yüce Allah, dünya içkisinin afetlerinden uzak olan cennet içkisini şöyle vasfediyor:
"Berrak, içenlere lezzet veren[6] bir içki ki, onda ne sersemletme var, ne de onunla sarhoş olurlar." Yani bembeyaz renkli, tadı leziz ve kokusu hoş olan, ağızda rahatsız edici bir koku bırakan acı dünya içkisi gibi olmayan bir içki. Bu içki, dünya içkisi gibi içeni sersemletip aklını götürmez, baş ağrısı, karın ağrısı yapmaz ve diğer hastalıklara yol açmaz. Zira bütün bu özelliklerinde o, dünya içkisinden tamamen ayrıdır. Ne nefse, ne akla ve mala, ne de şahsiyete zarar verir. Çünkü ondan aklı gideren helak edici madde olan alkol çıkarılmıştır. Bu ayette, dünya içkisinin yol açtığı ağrılar, sıhhî arızalar ve sorhoşluk, insanlara rahatsızlık verme ve hezeyan, kanın ve sindirim organlarının bozulması gibi kötülükler de ima edilmektedir...
Cennet ehlinin içecekleri de böylece açıklandıktan sonra Yüce Allah, onların eşlerinin özelliklerini şöyle beyan buyurmaktadır:
"Yanlarında da yalnız kendilerine göz dikmiş iri gözlü eşler vardır." Yani yanlarında iffetli eşler vardır. Bunlar, kendi eşlerinden başkasına bakmazlar ve onlardan başkasını istemezler. Büyük güzel gözleri vardır. Buradaki '"ayn" kelimesi, '"ayna" kelimesinin çoğuludur, iri ve güzel gözlü, görünüşü güzel kadın demektir. Buradan da anlaşılmaktadır ki Yüce Allah onların gözlerini güzellik ve iffetle vasfetmektedir. Nitekim Allah Tealâ, Hûru'1-Iyn hakkında da "güzel huylu, güzel yüzlü kadınlar" (Rahman, 55/70) buyurmaktadır.
"Saklı yumurta gibi eşler" Ten renkleri hafif sarı beyaz karışımı, devekuşlarının yumurtaları gibi gizlenmiş, eşleri için saklanmış kusursuz kadınlar demektir.
Cennet ehlinin faydalanacağı yiyecek, içecek, mesken ve eş gibi maddî hususları beyan buyurduktan sonra Yüce Allah, manevî olarak faydalanılacak şeyleri de şöyle zikretmektedir:
"Bunlar birbirine dönüp sorarlar." Yani onlar içkilerini yudumlarken ve meclislerinde toplu halde sohbet ederken bir kısmı diğer bazılarına yönelerek dünyadayken içinde bulundukları durumları ve nelere göğüs gerdiklerini sorar. Bu, cennet nimetlerinin mükemmelliğinin ifadesidir.
Cennet ehlinin burada birbirlerine sordukları şeylerden birisini de Yüce Allah şöyle açıklıyor:
"Onlardan bir sözcü: "Benim" dedi "bir arkadaşım vardı, alay ederek derdi ki: " Sen doğrulayanlardan mısın?" Biz ölüp toprak ve bir yığın kemik olduğumuz zaman, biz mi cezalandırılacağız?" Yani cennet ehli müminlerden birisi şöyle der: Dünyadayken benim, öldükten sonra dirilmeyi inkâr eden kâfir bir arkadaşım vardı. "Bizler mi? Ölüp, ufalanmış toprak ve çürümüş kemik haline geldikten sonra amellerimizden dolayı hesaba çekilecek ve dünyada yaşadıklarımızdan dolayı diriltilip karşılık görecek kimseler mi olacağız? Bu, imkânsız, makul olmayan ve hiçkimse için takdir edilmiş bulunmayan birşeydir. Sen de böylesi hurafeleri doğrulayan birisi misin? derdi.
"Sonra yanındakilere: "Bakar mısınız" dedi." O mümin kul, birlikte oturduğu arkadaşlarına şöyle dedi: Benimle birlikte cehennemliklere bakın da size, bana bu sözleri söyleyen o dostu, onun nasıl azap çektiğini göstereyim.
"Baktı, onu cehennemin ortasında gördü" Yani o mümin, cehennem ehline baktı ve onu, cehennemin ortasında ateşin sıcaklığından alev alev yanarken gördü.
"Ve ona dedi ki: "Allah'a yemin olsun. Sen az daha beni de mahvedecektin. Eğer Rabbimin nimeti olmasaydı şimdi ben de oraya getirilenlerden olurdum" Yani mümin kul, kâfir arkadaşına, azarlama yollu şöyle dedi: Az kalmıştı ki sen beni de azdırmak suretiyle helak ve mahvoluşa sürükleyecektin. Beni, dirilişi ve kıyameti inkâra çağırmak suretiyle beni de helak edecektin. Eğer Rabbimin rahmeti, beni dalâletten koruması, yardımı, hakka irşad ve İslâm'a hidayet etmesi olmasaydı şüphesiz ben de seninle birlikte azap çekmek üzere ateşe getirilenlerden olurdum.
Daha sonra o mümin, birlikte oturduğu cennet ehli arkadaşlarına dönerek şöyle der:
"Biz, ilk ölümümüzden başka bir daha ölmeyecek, biz azaba da uğratıl-mayacaktık değil mi?" Yani cennetin kendilerine bahşedilen sürekli nimetleri sebebiyle sevinç ve mutluluk içinde bulunan o mümin kul, birlikte otur-
duğu arkadaşlarına şöyle der: Biz şimdi ebedî olarak nimetler içinde olacak mıyız? Dünyada vukua gelen ilk ölüm dışında ölmeyecek miyiz? Cehennem ehli olan kâfirler azap gördüğü gibi bizler de azap görmeyecek miyiz?
Müminlerin durumu ve özellikleri böyledir ve Allah onlar için sadece ilk ölümü takdir buyurmuştur. Oysa kâfirler, içinde bulundukları azap sebebiyle her saat ölümü temenni ederler. Mümin, Allah'ın nimetini dile getirmek için, kendi durumuna gıpta ederek ve cehennemdeki arkadaşının işiteceği şekilde onu azarlayarak yukarıdaki sözleri söyler. Bu durumda onun da azabı artar. Mümine gelince, mutlu olur ve zahmetsiz, ölümsüz bir hayatla cennette ebedî kalacağı, nimetler içinde bulunacağı için kendi kendisine gıpta eder.
"Muhakkak ki bu, büyük kurtuluşun ta kendisidir. Çalışanlar, bunun için çalışmalıdır." Yani bu sürekli ve sonsuz nimetler ve içinde bulunduğumuz sonsuz hayır ve lütuf, göz kamaştırıcı hedef ve gayenin, tarif edilemeyecek en büyük kazancın ta kendisidir. Dünyada çalışanlar, kendisinden pay almak için işte böyle bir nimet ve kurtuluş için çalışsınlar; çeşitli risk ve acılarla ve pek çok yorgunlukla birlikte gelen fani dünya nasipleri için değil!
Özetle bizden istenilen, çalışmayı sadece dünyevi kazanca hasretmemek, ahiret ve ebedî cennet için çalışmaktır. [7]
Zalimlerin Göreceği Karşılık Ve Cehennemdeki Azabın Çeşitleri:
62- Ağırlanmak için böylesi mi hayırlı, yoksa Zakkum ağacı mı?
63- Biz onu zalimler için bir fitne yaptık.
64- O, çılgın ateşin dibinde çıkan bir ağaçtır.
65- Tomurcukları şeytanların başları gibidir.
66- Onlar bundan yiyecekler ve karınlarını bununla dolduracaklar.
67- Sonra üzerine de onlar için, çok sıcak bir su ile karıştırılmış bir içecek vardır.
68- Sonra dönüp gidecekleri yer, şüphesiz yine cehennemdir.
69- Çünkü onlar atalarını sapık kimseler bulmuşlardı da,
70- kendileri de onların izleri üzerinde koşturuyorlardı.
71- Andolsun ki onlardan önce geçenlerin çoğu da sapmıştı.
72- Andolsun ki biz onlar için de uyarıcılar göndermiştik.
73- Bak o uyarılanların sonu nice oldu!
74- Ancak Allah'ın halis kulları o azabın dışında kaldılar.
Açıklaması:
"Ağırlanmak için böylesi mi hayırlı, yoksa Zakkum ağacı mı?" Önceki ayetlerde zikredilen cennet nimetleri ve cennette bulunan yiyecekler, içecekler ve türlü lezzetlerle diğer şeyler mi ikram ve ziyafet olarak daha hayırlı, yoksa cehennemde bulunan kötü ve acı meyveli Zakkum ağacı mı? Bu, onlarla bir çeşit eğlenme ve alay etmedir. Zakkum ağacı, cehennem ehlinin yiyeceğidir ki onu zorlanarak ve yutkunarak yerler; onların ziyafet ve ikramları budur.
"Biz onu zalimler için bir fitne yaptık" Yani biz bu ağacı kâfirler için bir deneme vesilesi yaptık. Zira onlar onunla imtihana çekilmiş ve onun varlığını yalanlamışlar ve "Ateş, içinde bulunan şeyleri yaktığı halde onun içinde ağaç nasıl olurmuş?" demişlerdi.
Bu, onların, yakılması mümkün olmayan şeyler bulunduğu konusundaki bilgisizliklerini göstermektedir ve onlar, ateşin içinde yaşayan insan (cehennem ehli) yaratmaya kadir olanın, ateşin içinde yanmayan ağaç yaratmaya ziyadesiyle kadir olduğunu düşünüp akıl edememektedirler. Sözkonusu ağacın özelliklerini Yüce Allah şöyle anlatıyor:
1- "O, çılgın ateşin dibinde çıkan bir ağaçtır." Yani o, ateşin dibinde ve cehennemin en aşağı tabakasında yetişen bir ağaçtır. Dalları, cehennemin tabakalarına yükselir.
2- "Tomurcukları şeytanların başları gibidir." Yani o ağacın tomurcukları ve meyvesi son derece kötü ve çirkin görünüşlü olması bakımından şeytanların başları gibidir. Bu benzetme, o ağacın meyvelerinin tiksindiri-ciliğini anlatmak ve onu çirkin bir ifadeyle zikretmek içindir. Dolayısıyla burada elle tutulup gözle görülen birşey, görünmeyen birşeye benzetilmiş olmaktadır. Araplar, çirkin yüzü şeytana, güzel yüzü de meleğe benzetirler. Nitekim Hz. Yusuf (a.s.) kıssasındaki kadınların dilinden Yüce Allah şöyle hikâye etmektedir: "Bu insan değildir; bu ancak üstün bir melektir." (Yusuf, 12/31)
Daha sonra Yüce Allah bu ağacın, cehennem ehli olan kâfirlerin yiyeceği olduğunu zikretmekte ve şöyle buyurmaktadır:
"Onlar bundan yiyecekler ve karınlarını bununla dolduracaklar." Yani onlar, kokusu, yiyeceği ve yaratılışı kötü olan bu ağacın meyvesini yiyecekler ve karınlarını zorla ve istemeye istemeye onunla dolduracaklar. Çünkü onlar bu ağaçtan ve buna benzer yiyeceklerden başka birşey bulamayacaklar. Nitekim Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Onlar için kuru dikenden başka yiyecek yoktur. Ne semirtir o, ne de açlığı giderir." (Gâşiye, 88/6-7) Cennet ehlinin rızkına mukabil, cehennem ehlinin yiyeceği ve meyvesi de işte budur.
İbni Ebî Hatim, Tirmizî, Nesâî ve İbni Mâce, İbni Abbas (r.a.)'dan şöyle rivayet etmişlerir: "Rasulullah (s.a.) bu ayeti okudu ve "Allah'tan hakkıyla sakının. Zira zakkumdan bir tek katre dünya denizlerine damlayacak olsaydı, yeryüzünde yaşayanların dirlik ve düzeni bozulurdu. Böyleyken yiyeceği sırf Zakkum'dan ibaret olanların durumu nasıl olur?"[8]
Cehennem ehlinin yiyeceğini böylece vasfettikten sonra Yüce Allah, onların içeceğini de daha çirkin bir surette şöyle tavsif buyurmaktadır:
"Sonra üzerine de onlar için, çok sıcak bir su ile karıştırılmış bir içecek vardır." Yani onlar için, o ağacın meyvelerinden yedikten sonra, yediklerine karışan çok sıcak bir sudan bir içecek vardır.
Burada "sümme (sonra)" kelimesinin kullanılmasından maksat, onların içeceği şeyin, çirkinlik ve tiksindiricilikte yediklerinden daha ileri olmasını anlatmaktır. Bu suyun bulunduğu yer, cehennemin dışındadır. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Sonra dönüp gidecekleri yer, şüphesiz yine cehennemdir." Yani Hamîm şarabını içtikten ve zakkumu yedikten sonra onların döneceği yer yine cehennem yurdudur. Bu ayet, cehennem ehlinin, hamîm'i içerken cehennemde bulunmadıklarına delâlet etmektedir. Bu da, hamîm'in cehennem dışında bir yerde oduğunu gösterir. Şu halde onlar, içmeleri için -tıpkı develerin suya sürüldüğü gibi- Hamîm'e, ardından da tekrar cehenneme sürüleceklerdir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "İşte bu, suçluların yalanladığı cehennemdir. Onunla Hamım arasında dolaşıp dururlar." (Rahman, 55/43-44)
Cehennem ehlinin, yiyecek ve içeceklerinde nasıl bir azaba duçar olduğu anlatıldıktan sonra Yüce Allah, bu azabın gerekçesini şöyle açıklamaktadır:
"Çünkü onlar atalarını sapık kimseler bulmuşlardı da, kendileri de onların izleri üzerinde koşturuyorlardı." Yani onlar, atalarının dalâlet üzere yaşamış kimseler olduğunu gördükleri halde düşünüp iyice değerlendirmeden ve delilsiz dayanaksız olarak onlara uyarak kendilerini taklit etmişlerdi. Zira onlar atalarına -adeta teşvik edilmişler gibi- hemen tabi olmuşlar ve onlara adeta kovalarcasına uymuşlardı.
Daha sonra Yüce Allah, Hz. Peygamber (s.a.)'i, kavminin küfrü ve kendisini yalanlaması üzerine teselli ederek, küfrün açık ve çok öncelere dayanan birşey olduğunu ve küfre tabi olanların çokluğunu şöyle beyan buyurmaktadır:
"Andolsun ki onlardan önce geçenlerin çoğu da sapmıştı." Yani geçmiş ümmetlerin ekseriyetti dalâlet içindeydi, Allah'ın yanında başka ilâhlara da inanırlardı.
Bununla birlikte Allah'ın rahmeti onları uyarmadan bırakmamıştır. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Andolsun ki biz onlar için de uyarıcılar göndermiştik." Yani Allah, geçmiş ümmetlere de, kendilerini Allah'ın azabıyla uyaran ve Ona karşı kâfir olup başkasına kullukta bulunanları mağlup edip kendilerinden intikam almasıyla sakındıran peygamberler göndermiştir. Ne ki onlar, peygamberlere muhalefete ve onları yalanlamaya devam etmişlerdir. Allah da onları helak etmiştir. Nitekim şöyle buyurmaktadır:
"Bak o uyarılanların sonu nice oldu." Ey rasul ve muhatap! Yalanlayı-cı kâfirlerin sonu bak nasıl oldu! Allah kendilerini helak etti ve onlar cehenneme gittiler. Hz. Nuh, Ad, Semûd kavimleri ve daha başkalarının akıbeti böyle oldu.
Daha sonra Yüce Allah, şöyle buyurarak müminleri bundan istisna etmektedir:
"Ancak Allah 'm halis kulları o azabın dışında kaldılar." Yani bununla birlikte Allah, kendine itaat için seçtiği, kendilerini imana, tevhide ve Allah'ın emirlerini yerine getirmeye muvaffak kıldığı kullarını kurtarmıştır.
Dolayısıyla onlar ebedî cennetlere girmek suretiyle kurtuluşa erdikleri gibi dünyada da Allah kendilerine yardım etmiştir.
Hz. Peygamber (s.a.)'in bu şekilde teselli edilmesinden anlaşılmaktadır ki, daha önce gelen rasuller içinde Hz. Peygamber (s.a.)'e örnek teşkil edecek kimselerin bulunması gerekir. Böylelikle O da onların yaptığı gibi sabır gösterecek ve davetine devam edecektir. Kendilerine elçi olarak gönderildiği kimseler azgınlıkta ısrar ve inat gösterseler de ona düşen sadece tebliğ etmektir. [9]
Nuh Aleyhisselam Kıssası:
75- Andolsun Nuh bize niyaz etmişti de ne güzel kabul buyurmuştuk.
76- Onu ve ehlini büyük bir sıkıntıdan kurtarmıştık.
77- Yalnızca onun soyunu kalıcı kıldık.
78- Sonradan gelenler arasında on bir bıraktık.
79- Alemler içinde Nuh'a selâm ol sun
80- İşte biz iyileri böyle mükâfatlandınnz.
81- Çünkü o bizim mümin kullarımızdandı.
82- Sonra ötekileri suda boğduk.
Açıklaması:
"Andolsun Nuh bize niyaz etmişti de ne güzel kabul buyurmuştuk." Yani yemin olsun ki Nuh (a.s.), kavmini uzun süre imana davet ettikten sonra şöyle diyerek bize dua etmiş, bizden yardım istemiş, kavmine de helak olmaları için beddua etmişti: "Rabbim! Yeryüzünde kâfirlerden yurt tutan tek kişi bırakma." (Nuh, 71/26) Zira onlar kendisini yalanlamış, türlü eziyetlere maruz bırakmış ve öldürmeye azmetmişlerdi. İçlerinde uzun bir süre -950 yıl- kaldığı halde ona az sayıdaki insan dışında kimse iman etmemişti. Hz. Nuh (a.s.)'un çağrısı onların sadece daha çok reddedip davete icabete yanaşmamalarına yol açıyordu.
Bunun üzerine Yüce Allah Hz. Nuh (a.s.)'un duasına en güzel şekilde icabet buyurdu ve kavmini tufan ile helak etti.
İbni Merdüvey Hz. Aişe (r.a.)'den şöyle rivayet etmiştir: "Hz. Peygamber (s.a.) benim hücremde namaz kıldığında "Andolsun Nuh bize niyaz etmisti de ne güzel kabul buyurmuştuk." ayetine geldiği zaman "Rabbimiz doğru buyurdun. Sen, kendisine dilekte bulunulanların en yakınısın. Ne güzel dua edilensin, ne güzel ihsan edensin, ne güzel istenensin, ne güzel mevlâsın ya Rabbi, ve ne güzel yardım edensin!" buyurdu."
Yüce Allah'ın, duayı ne güzel kabul buyurduğu icmalen, kısaca açıklandıktan sonra, duaya icabetten hasıl olan yardımın, nimet ve ihsanın şu üç noktada olduğu beyan edilmektedir:
1- "Onu ve ehlini büyük bir sıkıntıdan kurtarmıştık." Yani Nuh'u ve onun dinine inananları -ki bunlar onunla birlikte iman etmiş olan 80 kişidir- büyük bir sıkıntıdan, yani suda boğulmaktan kurtardık.
2- "Yalnızca onun soyunu kalıcı kıldık." Yani başkalarını değil sadece onun zürriyetini yaşar halde bıraktık ve kâfirleri onun duasıyla helak ettik. Kâfirlerden geriye hiçkimse bırakmadık.
Hz. Nuh (a.s.) ile birlikte gemide bulunan müminler de -rivayet edildiği gibi- ölmüşlerdir. Geriye Hz. Nuh (a.s.)'un çocuklarından ve soyundan başka kimse kalmamıştır.
Bu ayet hasr ifade etmekte ve soyu hariç Hz. Nuh (a.s.) dışındakilerin hepsinin yok olduğunu göstermektedir. İbni Abbas (r.a.) şöyle demiştir: "Hz. Nuh (a.s.)'un soyu, üç evlâdıdır ki onlar Sâm, Hâm ve Yâfes'dir. Sâm Arap, Fars ve Rumların, Hâm zencilerin, Yâfes de Türklerin atasıdır."
3- "Sonradan gelenler arasında ona iyi bir ün bıraktık." Yani kendisinden sonra kıyamete kadar gelecek olan peygamber ve ümmetler arasında kendisi için güzel bir övgü bıraktık.
"Alemler içinde Nuh'a selâm olsun" Yani ve dedik ki: Ey Nuh! Melekler ve insanlar ile cinler arasında bizden sana selâm vardır.
Yahut bu ayetin anlamı şöyledir: Yüce Allah'ın, daha sonra gelenler arasında Hz. Nuh (a.s.) için bıraktığı güzel övgü, kendisine bütün ümmetler içinde selâm edilmesidir.
Yukarıdaki ilk tefsir şeklini "Ey Nuh denildi, sana ve seninle beraber olanlardan türeyecek ümmetlere bizden selâm ve bereketlerle gemiden in." (Hûd, 11/48) ayeti teyit etmektedir.
Yukarıda zikredilen üç ihsan ve nimetin sebebini Yüce Allah şöyle ifade buyurmaktadır:
"İşte biz iyileri böyle mükâfatlandırırız" Yani biz, Allah'a itaati güzelce yerine getiren kulları böyle mükâfatlandırırız. Yahut bütün alemlerin dilinde güzel bir şekilde ünlenmesi de dahil olmak üzere o nimet ve ihsanları, iyi bir kul olduğu için Nuh (a.s.)'a mahsus kıldık.
Bu ihsanın gerekçesini de Yüce Allah şöyle beyan buyuruyor:
"Çünkü o bizim mümin kullanmızdandı" Yani Hz. Nuh (a.s.)'un iyi bir
insan olmasının sebebi, onun Allah'a kul ve mümin olmasıdır. Bu da, Allah Tealâ'ya iman ve itaatin en büyük derece ve en şerefli makam olduğunu gösterir.
"Sonra ötekileri suda boğduk." Yani onun kavminin kâfir olanlarını tufan ile suda boğduk ve helak ettik; onlardan geriye hiç kimseyi bırakmadık. Bu da bir nasihat ve ibrettir: "Muhakkak ki bunda kalbi olan, yahut şahit olarak kulak veren kimse için bir öğüt vardır." (Kaf, 50/37) [10]
İbrahim Aleyhisselâm Kıssası:
83- Şüphesiz İbrahim de onun fırka-sındandı.
84- Çünkü o, Rabbine tertemiz bir kalp getirmişti.
85- O zaman babasına ve kavmine "Siz neye tapıyorsunuz?" demişti.
86- Yalancılık için mi Allah'ı bırakıp uydurma tanrılar ediniyorsunuz?
87- Alemlerin Rabbi hakkında zan-nınız nedir?
88- Derken yıldızlara bir nazar atfetti de,
89- Ben hastay dedi.
90-Bunun üzerine arkalarını dönüP ondan uzaklaştılar.
91- Siz ce onların tanrılarına sokuldu, 'Yemez misiniz?' dedi.
92- Ne oluyor size konuşmuyorsunuz
93- Ve gizlice üzerlerine yürüyüp sağ eliyle onlara kuvvetli bir darbe indirdi.
94- Derken kavmi koşarak ona geldiler.
95- İbrahim dedi ki: "Kendi elinizle yontmakta olduğunuz şeylere mi tapıyorsunuz?
96- Halbuki sizi de, yapageldiğiniz şeyleri de Allah yaratmıştır."
97- "Onun için bir bina yapın da onu ateşe atın." dediler.
98- Ona bir tuzak kurmak istediler. Biz de onları alçak düşürdük.
99- İbrahim dedi ki: "Ben Rabbime gideceğim. O beni doğru yola iletecek."
100- "Rabbim bana iyilerden bir çocuk lütfet!"
101- Biz de ona halîm bir oğul müjdeledik.
Açıklaması:
"Şüphesiz İbrahim de onun fırkasındandı" Yani şüphesiz İbrahim (a.s.) de, Nuh'un (a.s.) dini ve yolu üzere bulunanlardan ve insanları Allah'ı birlemeye, O'na ve öldükten sonra dirilmeye imana ve dinin temel esasları olan diğer hususlara inanmaya çağırmada onun yolunda yürüyen kimselerdendi. Bu iki peygamberin tebliğ ettiği din kurallarının ihtiva ettiği fer'î konular arasında farklılıklar bulunsa da onlar, temel esaslar noktasında birbirlerini doğrulamaktaydı.
"Çünkü o, Rabbine tertemiz bir kalp getirmişti." Yani Rabbine yöneldiği zaman Onu imanda sadık ve ihlâslı; şirk, şüphe ve riya şaibelerinden arınmış, hilkatinde Rabbine ihlâsla bağlı bir kalple anmıştı. Yani sanki kalbini, kendisinden Rabbine bir hediye olarak sunmuş ve böylelikle kurtuluşu ve Rabbinin rızasını hak etmişti.
Onun hasletlerinden ve övgüye değer amellerinden birkaçı şunlardır:
"O zaman babasına ve kavmine "Siz neye tapıyorsunuz?" demişti" Yani kavmine, "Allah'ı bırakıp da kendilerine kulluk ettiğiniz bu putlar nedir?" dediği zamanki tavrı, onun Rabbine olan ihlâsının göstergelerinden biriydi. Bu, onların putlara kulluğunu protesto edip eleştirmek, tuttukları yol ve hareket tarzları sebebiyle onları azarlamak ve putlara kulluğu açık bir dille kınamaktır. Bunun için Hz. İbrahim (a.s.) onlara şöyle demiştir:
"Yalancılık için mi Allah'ı bırakıp uydurma tanrılar ediniyorsunuz? Alemlerin Rabbi hakkında zannınız nedir?" Yani yalana saparak Allah'ı bırakip da, herhangi bir delil ve hüccetiniz bulunmadan başka ilâhlar edinmek mi istiyorsunuz? Rabbinize kavuştuğunuz zaman O'nun size ne yapacağım zannediyorsunuz? Bu bir azarlama, sakındırma ve tehdit sorusudur. Yani kendisine ibadet etmenize müstehak olan zata -ki O alemlerin Rabbi-dir- karşı nasıl bir kanaat besliyorsunuz ki Ona kulluğu terkedip, Onu putlarla değiştiriyorsunuz?
"Derken yıldızlara bir nazar atfetti de" Yani İbrahim (a.s.), kavminin yaptığı gibi yıldızları tazim ve takdis maksadıyla onlara bakmadı; yıldız ilimlerine ve yıldızların anlamlarına baktı. Maksadı kavmini, onların bildiğini kendisinin de bildiği düşüncesine sevketmekti.
Bu ayetten murat, Hz. İbrahim (a.s.)'in, evren ve gök hakkında düşünceye daldığını ve uzun süre tefekkür ettiğini ifade etmek de olabilir. Katâ-de şöyle demiştir: "Araplar, tefekküre dalıp da bu hali uzun süre devam ettiren kimseye "yıldızlara baktı" derler ki, "bulunduğu hal içinde uzun süre düşündü" demektir."
"Ben hastayım." dedi" Yani keyifsiz ve rahatsızım dedi. Hz. İbrahim (a.s.) bu sözüyle kavminin küfründen, şirkinden ve putlara kulluk etmesinden dolayı kalben rahatsızlık duyduğunu söylemek istemiştir.
Kısacası Hz. İbrahim (a.s.)'in yıldızlara bakması ve "Ben hastayım" demesi tevriye (gizleme) kabilinden bir sözdür.[11] Zira o bu sözüyle başka bir-şey kastetmişken kavmi onun sözünden daha farklı bir anlam çıkarmıştır. Maksadı o gece bir plan yapmak ve ertesi gün kavmi kendisinden ayrılıp bayram kutlamaya gidecekleri zaman onların putlarına karşı bir hile düşünme fırsatı elde etmekti. Bu da ancak -gece plan kuracağını onlara hissettirmeden- onlarla birlikte bayram yerine gitmeyip geri kalmakla olacaktı. Bu da gösteriyor ki Hz. İbrahim (a.s.) yıldızlara, onlara kulluk edenlerin yaptığı gibi, bir şeyi neticelendirmek ve atacağı adımı belirlemek niyetiyle bakmamıştır. Zira bu bir peygamber için caiz değildir.
Bu sebeple Hz. İbrahim (a.s.), "Ben hastayım" demekle yalan söylememiştir.
"Bunun üzerine arkalarını dönüp ondan uzaklaştılar." Yani onu terkederek bayramlarına ve ibadet yerlerine gittiler.
"O da gizlice onların tanrılarına sokuldu, yemez misiniz, dedi" Yani gizlice, öteye beriye saklanarak ve çömelerek süratle kavminin taptığı putların yanma gitti. Kavmi, bereketlensin diye bayram günü putların yanına yemek koymuştu. Hz. İbrahim (a.s.), putlarla alay edip eğlenerek "Size takdim edilen bu yemekten yemez misiniz?" dedi.
"Ne oluyor size, konuşmuyorsunuz?" Yani konuşmaktan ve soruma cevap vermekten sizi alıkoyan nedir? Hz. İbrahim (a.s.)'in kastı, putlarla eğlenip onları tahkir etmekti. Çünkü o, putların konuşması sözkonusu olmayan cansız varlıklar olduğunun bilincindeydi.
"Ve gizlice üzerlerine yürüyüp sağ eliyle onlara kuvvetli bir darbe indirdi." Gizlice onlara doğru ilerledi ve onlara kuvvet ve şiddetle vurarark -Enbiyâ suresinde de zikredildiği gibi- büyükleri hariç hepsini kırdı.
"Derken kavmi koşarak ona geldiler." Yani bayram kutlamalarından döndükten sonra kavmi süratle ona geldi ve putları kimin kırdığını sordu. Onları kıranın İbrahim (a.s.) olduğu söylenmişti ve onlar, bunu yapanın o olduğunu öğrenmişlerdi. Ona şöyle dediler: "Biz onlara ibadet ediyoruz. Sense onları kırıyorsun?!"
Kavmi Hz. İbrahim (a.s.)'e eziyet etmek üzere geldiği zaman onları azarlamaya ve paylamaya başladı ve şöyle dedi:
"Kendi elinizle yontmakta olduğunuz şeylere mi tapıyorsunuz?" Yani Allah'ı bırakıp da kendi ellerinizle yonttuğunuz ve yaptığınız putlara mı kulluk ediyorsunuz?
"Halbuki sizi de, yapageldiğiniz şeyleri de Allah yaratmıştır" Yani ibadete lâyık olan yalnızca Allah'tır. Çünkü yaratan O'dur ve gerek sizi, gerekse ellerinizle yaptığınız o putları O yaratmıştır. Bu ifadede, hem insanı, hem de insanın fiillerini yaratanın Allah olduğuna delâlet vardır. Buhari, Hz. Huzeyfe (r.a.)'den merfu olarak şöyle rivayet etmiştir: "Muhakkak ki Allah her sanatkârı (faili) ve sanatını (fiilini) yaratmıştır."
Kavmi, Hz. İbrahim (a.s.)'in getirdiği hüccet karşısında, ona eziyet etmeye ve kaba kuvvete başvurarak kendisinden intikam almaya sığındılar ve şöyle dediler:
"Onun için bir bina yapın da onu ateşe atın" Yani onun için geniş bir bina yapıp içini çok miktarda odunla doldurun. Sonra da o odunları tutuşturup yakın ve İbrahim (a.s.)'i o alevli ateşe atın.
"Ona bir tuzak kurmak istediler. Biz de onları alçak düşürdük." Yani onu hile ve kötülükle tuzağa düşürmek ve ateşte yakmak istediler. Biz de onu ateşten kurtardık ve ateşi ona serin ve esenlikli bir ortam yaptık. Bu sayede ateş ona en küçük bir etki bile yapmadı. İbrahim (a.s.)'e yardım ve galibiyet nasip ederken onları da -tuzaklarını bozmak suretiyle- mağlup, hezimete uğramış ve zelil olmuş kimseler yaptık.
Allah Tealâ kendisini ateşten kurtarıp, kavmine karşı kendisine yardım ettiği ve kavminin iman etmeyi kabullenmesinden ümit kestiği zaman Hz. İbrahim (a.s.), hicret etmeye ve onlardan ayrılmaya karar verdi. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"İbrahim dedi ki: "Ben Rabbime gideceğim. O beni doğru yola iletecek." Yani ben, putlara taassupla bağlanıp Allah'ı inkâr ederek ve peygamberlerini yalanlayarak bana eziyet eden kavmimin yaşadığı yerden, Rabbimin hicret etmemi emir buyurduğu, kendisine ibadet imkânı bulacağım yere hicret ediyorum. Rabbim bana, dinim ve dünyam konusunda salâh ve selâmet bulacağım yeri gösterecektir. Burası Şam'daki "arz-ı mukaddese"dir.
Bu ayet, müminin, dininin emirlerini yaşama, İslâm'ın şiarlarını ikame etme imkânı bulamadığı bir yerden başka bir yere hicret etmesinin vacip olduğunun delilidir.
Hz. İbrahim (a.s.), hicret esnasında kendisine bir çocuk ihsan etmesi için Rabbine duada bulunmuş ve şöyle demişti:
"Rabbim bana iyilerden bir çocuk lütfet!" Yani Rabbim! Sana taatimde bana yardım edecek ve gurbette yoldaşım olacak salih bir erkek çocuk ver.
"Biz de ona halîm bir oğul müjdeledik" Yani ona, büyüyüp çok hilm sahibi olacak bir erkek çocuk müjdeledik. Bu çocuk, -İbni Kesîr'in de dediği gibi- Hz. İsmail (a.s.)'dir. Zira o, Hz. İbrahim'e müjdelenen oğuldur ve hem müslümanlarm, hem de Ehl-i Kitabın ittifakıyla İsmail (a.s.), İshak (a.s.)'dan büyüktür. Hatta Ehl-i Kitab'ın kitaplarında Hz. İsmail doğduğu zaman Hz. İbrahim'in 86 yaşında olduğu, İshak (a.s.) doğduğu zaman ise Hz. İbrahim'in yaşının 99 olduğu belirtilmektedir. [12]
Kurbanlık Kıssası:
102- Çocuk İbrahim'in yanında koşma çağına erişince babası ona "Yavrum! Ben uykuda görüyorum ki, seni kesiyorum. Düşün bak, ne dersin." dedi. Çocuk: "Babacığım! Sana emredileni yap. İnşaallah beni sabredenlerden bulacaksın." dedi.
103- İkisi de bu suretle Allah'ın emrine teslim olunca İbrahim onu alnının üzerine yıktı.
104- Biz ona: 'Ya İbrahim!" diye nida ettik,
105- "Rüyana sadakat gösterdin. Şüphesiz ki biz, iyi hareket edenleri böyle mükâfatlandırırız."
106- Gerçekten bu, apaçık ve kesin bir imtihandı.
107- Ve fidye olarak ona büyük bir kurbanlık verdik.
108- Sonra gelenler arasında ona iyi bir ün bıraktık.
109- İbrahim'e selâm olsun!
110- Biz, iyi hareket edenleri işte böyle mükâfatlandırırız.
111- Gerçekten o, bizim mümin kul-larımızdandı.
112- Ona iyilerden bir peygamber olacak İshak'ı müjdeledik.
113- Hem ona, hem İshak'a bereketler verdik. Her ikisinin neslinden, iyi hareket eden de var, açıkça kendisine zulmeden de.
Kurbanlık Kimdir?
Beyzâvî şöyle demiştir: En zahir olan görüş, Hz. İbrahim'in "Yavrum! Ben uykuda görüyorum ki, seni kesiyorum. Düşün bak, ne dersin." şeklindeki hitabının muhatabının Hz. İsmail (a.s.) olduğudur. Çünkü;
a) Hicretinin hemen arkasından Hz. İbrahim'e ihsan edilen çocuk odur ve Hz. İshak (a.s.)'m doğumunun müjdelenmesi, bu çocuğun müjdelenmesi-fie mâtüftUf.
b) Ayrıca Hâkim'in Menâkıb'da rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber (s.a.) "Ben iki kurbanlığın oğluyum." buyurmuştur. Bu kurbanlıkların ilki, atası Hz. İsmail, ikincisi de babası Abdullah'dır. Zira Abdulmuttalib, Allah'ın kendisine Zemzem kuyusunun kazılmasını kolaylaştırması veya oğullarının sayısının lQ'u bulması halinde bir erkek çocuk kurban etmeyi adamıştı. Allah ona bu isteğine nail olmayı kolaylaştırmca kur'a çekmiş, kur'a Abdullah'a çıkmış, o da Abdullah'ın diyeti olarak 100 deve kurban etmişti. Diyet bu sebeple 100 deve olarak yerleşmiştir.
c) Bu olay Mekke'de meydana gelmiştir. Hz. İsmail'in yerine kurban edilen koçun boynuzları Kabe'de asılı idi. İbnu'z-Zübeyr (r.a) döneminde Kabe'yle birlikte yanıncaya kadar bu boynuzlar orada durmaktaydı. Hz. İs-hak (a.s.) ise Mekke'ye gelmemişti.
d) Hz. İshak (a.s.)'ın dünyaya geleceğinin müjdelenmesi, ondan olacak Hz. Yakub (a.s.)'un müjdelenmesiyle birliktedir. Şu halde Hz. İshak (a.s.)'ın henüz buluğ çağına gelmeden kurban edilmesinin emir buyurulması bu müjdelemeye uygun değildir.
"Hz. Peygamber (s.a.)'e hangi nesebin daha üstün olduğu sorulduğunda "Allah'ın dostu İbrahim'in oğlu, Allah'a kurban olarak adanmış İshak'm oğlu, Allah'ın İsrail'i[13] Yakub'un oğlu, Allah'ın sıddîkı Yusuf un oğlu..." şeklinde cevap verdiği yolunda rivayet edilen habere gelince, sahih rivayete göre Hz. Peygamber bu soruya şöyle cevap vermiştir: "İbrahim'in oğlu İshak'm oğlu Yakub'un oğlu Yusuf..." Yukarıda yer alan rivayetteki fazlalıklar ise ravi tarafından eklenmiştir. Hz. Yakub'un Hz. Yusuf a bu şekilde yazdığını bildiren rivayet ise sübut bulmamıştır.[14]
İbni Kesîr de şöyle der: "İlim ehlinden bir grup, buradaki kurbanlığın Hz. İshak (a.s.) olduğu görüşünü benimsemiştir. Bu görüş, seleften bir cemaatten de hikâye edilmiştir. Hatta sahabenin bazısından da bu görüşü benimsediği nakledilmiştir. Oysa bu, ne Kitab'ta, ne de Sünnette vardır. Bu doğrultudaki rivayetlerin, Ehl-i Kitabın bilginlerinden başkasından alındığını zannetmiyorum. Bu rivayetler, herhangi bir delile dayanmaksızın kabul edilerek alınmıştır. İşte Allah'ın Kitabı, onun -yani kurbanlığın-Hz. İsmail olduğuna şahitlik etmekte ve bizi bu görüşe götürmektedir. Zira Kur'an, Hz. İbrahim'e hilm sahibi bir çocuk müjdelendiğini ve kurbanlığın da bu çocuk olduğunu zikretmekte, ardından da şöyle demektedir: "Ona iyilerden bir peygamber olacak İshak 'ı müjdeledik.[15]
"Düşün bak, ne dersin" Görüşün ne olur. Hz. İbrahim, boğazlanmaya hazırlansın, bu konudaki emre boyun eğsin ve Allah tarafından bir imtihan olarak ona indirilen vahyi bilsin diye kendisiyle müşavere etmiştir. O da bu konuda sebat göstermiş ve Allah'ın emrini kabul etmiştir.
"Babacığım! Sana emredileni yap!" Sana emredilen şeyi yap. Buradaki "tu'meru" (sana emredileni) fiilinin muzari kalıbıyla gelmesinin sebebi, Hz. İbrahim'in gördüğü rüyanın birkaç kez tekrarlandığını gösteriyor.
"ikisi de bu suretle Allah'ın emrine teslim olunca" Allah'ın emrine boyun eğince ve itaat edip teslimiyet gösterince "İbrahim onu alnının üzerine yıktı" Onda meydana gelecek bir değişikliği görüp de babalık hisleri ağır bastığı için kesmezlik etmemek için yüzünün üstüne yere yıktı veya yan üstü yatırmca yüzünün bir tarafı yere geldi.
Bu hadise, Mina'daki kayanın yanında meydana gelmiştir.
Bu ayette geçen "cebîn" kelimesi, alnın iki tarafından herbirisidir. Alın, iki "cebîn" arasıdır, "li'1-cebîn" kelimesinin başındaki "lam" harfi, üzerine yıkıldığı uzvu beyan etmek için kullanılmıştır.
"Rüyana sadakat gösterdin." Senden istenen azmi gösterdin ve oğlunu kurban etmek için gerekli bütün hazırlıkları yaptın.
"Şüphesiz ki biz, iyi hareket edenleri böyle mükâfatlandırırız." Yani seni nasıl mükâfatlandırdıysak, emrimize uymak suretiyle nefislerine iyilik edenleri de öylece mükâfatlandırırız. Bu ifade, o ikisinin yaşadığı sıkıntının üzerlerinden kaldırılmasının gerekçesini açıklamaktadır ki bu gerekçe, onların "iyi hareket etmesi"dir.
"Gerçekten bu" kendilerine emredilen boğazlama işi, "apaçık ve kesin bir imtihandı." samimi olanı, samimi olmayandan ayıran açık bir denemeydi.
"Ve fidye olarak ona" Yani boğazlanması emredilen kişiye ki o, tercihe daha lâyık olan görüş uyarınca Hz. İsmail (a.s.)'dir. Onun Hz. İshak (a.s.) olduğu da söylenmiştir. "Büyük bir kurbanlık verdik." Onun yerine boğazlanması için semiz, iri yapılı bir koç verdik. Hanefîler bu ayeti delil göstererek, oğlunu kurban etmeyi adayan kimsenin, bir koyun kesmesi gerektiğini söylemişlerdir.
"Sonra gelenler arasında ona iyi bir ün bıraktık." Daha sonra gelen nesiller içinde ona gözel bir övgü bıraktık.
"İbrahim'e selâm olsun!" Yani bizden ona selâm olsun. "Biz, iyi hareket edenleri işte böyle mükâfatlandırırız" Yani Allah Tealâ'ya itaat etmek suretiyle kendi nefislerine iyilik edenleri işte böyle mükâfatlandırırız. "Gerçekten o, bizim mümin kullarımızdandı!" Bu cümle, Hz. İbrahim'in niçin "iyi hareket eden" birisi olarak tavsif edildiğini anlatmaktadır.
"Ona ... İshak'ı müjdeledik." İshak (a.s.)'ın dünyaya geleceğini haber vermek suretiyle ona bir diğer çocuk daha müjdeledik. Bu ayet, kurban olarak boğazlanacak çocuğun Hz. İshak (a.s.) değil, Hz. İsmail (a.s.) olduğunun delilidir, "...iyilerden bir peygamber olacak..." Onun nübüvvetini ve iyilerden olacağını takdir etmiş olarak.
"Hem ona" evlâtları "konusunda İbrahim (a.s.)'e "hem" de oğlu "Is-hak'a" İsrailoğullarının peygamberlerini onun soyundan göndermek suretiyle "bereketler verdik." Yani -Eyyûb (a.s.) ve Şu'ayb (a.s.) gibi- peygamberlerin ekserisi onun neslindendir.
"Her ikisinin neslinden iyi hareket eden" müminler "açıkça kendisine zulmeden" Küfrü açık, zulmü ortada olan isyancı kâfirler de "var."
Beyzavi şöyle demiştir: "Bu ifadede, kişinin hidayete ermesinde veya dalâlete düşmesinde soyun hiçbir etkisi olmadığı ve Hz. İbrahim ile Hz. İs-hak'ın soyundan gelenlerin bir kısmının işlediği zulmün, bu ikisi için bir noksanlık ve ayıp teşkil etmeyeceği konusunda uyarı bulunmaktadır. [16]
Açıklaması:
"Çocuk İbrahim'in yanında koşma çağına erişince babası ona "Yavrum! Ben uykuda görüyorum ki, seni kesiyorum. Düşün bak, ne dersin." dedi." Yani İsmail (a.s.) büyüyüp delikanlı olduğu ve çalışıp iş görebilme çağına geldiği zaman -ki Ferrâ Hz. İsmail (a.s.)'in o zaman 13 yaşında olduğunu söylemiştir- İbrahim (a.s.), boğazlanması emir buyurulan oğlu İsmail (a.s.)'e -zira Hz. İbrahim (a.s.)'e halîm bir çocuk müjdelendiği ve onun, boğazlanacak çocuk olduğu zikredildikten sonra "Ona, iyilerden bir peygamber olacak İshak'ı müjdeledik." buyurulmaktadır- "Yavrum! Rüyada seni boğazladığımı gördüm. Ne dersin?" dedi. Hz. İbrahim'in çocuğa böyle bir haber vermesi, onu, Allah'ın emrinin yerine getirilmesine hazırlamak, Allah'ın emrine boyun eğmek suretiyle ecir ve sevap kazanmasını temin ve Allah'ın emri karşısındaki sabrını öğrenmek içindi. Yoksa peygamberlerin rüyası vahiydir ve vahiyle bildirilenlerin yerine getirilmesi lâzımdır.
Tevrat'ta zikredilen, "İlk ve tek oğlun olan İshak'ı boğazla" şeklindeki ifadeye gelince, burada Hz. İshak'ın isminin zikredilmesi, onların Allah'ın kitabına yaptığı ilâve ve tahrifler cümlesindendir. Yoksa Hz. İshak (a.s.) Hz. İbrahim (a.s.)'in ilk çocuğu olmadığı gibi tek çocuğu da değildir. Bu özellikler Hz. İsmail (a.s.)'e aittir. Daha sonra Hz. İbrahim (a.s.) oğlunu kurban etme konusunda elinden gelen gayreti gösterip böylece Allah'ın emrine itaat edince Yüce Allah da ona diğer bir çocuk ihsan etmiştir ki işte bu çocuk Hz. İshak (a.s.)'dır!
"Çocuk: "Babacığım! Sana emredileni yap. İnşaallah beni sabredenlerden bulacaksın." dedi." Yani Hz. İsmail (a.s.) şöyle dedi: "Allah'ın beni bogazlaman konusundaki buyruğunu yerine getir ve sana vahyedileni yap. Ben ilâhi kaza ve takdire sabredecek ve bunun sevap ve karşılığını Allah'tan bekleyeceğim. Bu ifade, Hz. İsmail hakkında daha önce zikredilen "halîm" sıfatını ve Allah Tealâ'nm onun hakkında "Kitab'da İsmail'i de an. Çünkü o vadinde sadıktı, rasul bir peygamberdi. Kavmine namaz kılmayı, zekât vermeyi emrederdi. Rabbi nezdinde rızaya ermişti." (Meryem, 19/25-26) şeklinde verdiği haberi doğrulamaktadır.
Bunun üzerine Hz. İbrahim, Allah'ın enirini yerine getirmeye koyuldu. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"İkisi de bu suretle Allah'ın emrine teslim olunca İbrahim onu alnının üzerine yıktı." Yani ikisi de Allah'ın emrine karşı teslimiyet gösterip boyun eğdiği, Allah'a itaat edip işlerini Allah'a havale ettiği ve İbrahim (a.s.), kendisini merhamet ve acıma hissi kaplayıp da boğazlamada tereddüt göstermesin diye oğlunu yüz üstü yere yıktığı veya onu bir yanı üzerine yere attığı ve böylece Hz. İsmail'in "cebin"i (yüzünün bir yanı) yere geldiği zaman... Hz. İbrahim'in oğlunu kesmek istediği yer, Mina'da şeytan taşlama işleminin yapıldığı mevkinin yanında bulunan "kurban kesme yeri"dir.
Mücâhid şöyle demiştir: "Hz. İsmail babasına şöyle demişti: "Beni, yüzüme bakar vaziyette boğazlama. Böyle yaparsan belki seni bana karşı merhamet hisleri kaplar da beni hemen öldüremezsin. Ellerimi boynuma bağla, sonra da yüzümü yere koy ve yapman gerekeni yap!"
İmam Ahmed, İbn Abbas (r.a.)'m şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Hz. İbrahim (bizim peygamberimize ve ona salât ve selâm olsun) hac menasi-kiyle emrolunduğu zaman say esnasında şeytan ona geldi ve onunla yarıştı. Hz. İbrahim onu geçti. Sonra Cebrail (a.s.) Hz. İbrahim'i Akabe Cemre-si'ne götürdü. Şeytan burada da ona musallat oldu. Hz. İbrahim de ona, gidene kadar yedi çakıl taşı attı. Sonra Orta Cemre'de şeytan yine ona musallat oldu. O da şeytana yedi çakıl taşı daha attı. Sonra Hz. İsmail'i alnı üzere yere yıktı. Hz. İsmail'in (bizim peygamberimize ve ona salât ve selâm olsun) üzerinde beyaz bir gömlek vardı. Babasına "Babacığım. Beni kefenleyeceğin bundan başka bir elbisem yok. Bunu çıkarayım da beni onunla kefenle." dedi. Hz. İbrahim de gömleği çıkarması için ona yardım ederken arkasından "Ya İbrahim! Rüyana sadakat gösterdin." diye nida edildi. Hz. İbrahim döndü ve bir de baktı ki beyaz, boynuzlu ve iri gözlü bir koç!" İbni Abbas (r.a.) şöyle demiştir: "Bizler, bu çeşit koçları kurban etmek suretiyle ona uymaktayız."
"Biz ona: "Ya İbrahim!'" diye nida ettik, "Rüyana sadakat gösterdin." Boğazlamak için oğlunu yatırınca arkasındaki dağdan bir melek kendisine, "Gördüğün rüyadan maksat hasıl olmuş ve senden beklenen şey tahakkuk etmiştir. Sen, oğlunu boğazlamasan dahi sadece bu işe azmetmekle bile rüyayı doğrulayıcı oldun ve yapabileceğini yaptın." dedi...
Daha sonra Allah Tealâ, Hz. İbrahim (a.s.)'e ihsan ettiği nimetleri saymakta ve şöyle buyurmaktadır:
1- "Şüphesiz ki biz, iyi hareket edenleri böyle mükâfatlandırırız." Yani oğlunu boğazlamaktan affedilmen ve sıkıntı ve imtihandan kurtulman gibi sana karşılık olarak verdiğimiz mükâfatın benzerini, Allah'a itaat etmek suretiyle iyi davranan herkese verir ve ona, yaptığı işin karşılığı olan sevabı bahşederiz. Bu ifade, Allah Tealâ'nın Hz. İbrahim'e ve oğluna, sıkıntı ve imtihandan kurtuluştan sonra ihsan ettiği nimetlerin veriliş sebebini anlatmaktadır.
Daha sonra Yüce Allah, bunun sıradan bir hadise olmayıp, büyük bir imtihan olduğunu belirtmekte ve şöyle buyurmaktadır:
"Gerçekten bu, apaçık ve kesin bir imtihandı." Yani bu deneme, zorluğu açık bir deneme ve daha zoru bulunmayan bir imtihandır. Zira Allah onu, oğlunu kurban etme konusunda ne denli itaatkâr olduğu noktasında denemiş, o da ecrini Allah'tan bekleyerek buna sabretmiştir.
Bu ayetin anlamının, "Gerçekten bu, apaçık bir nimettir" anlamında olduğu, zira burada kullanılan "belâ" kelimesinin nimet anlamına geldiği de söylenmiştir. Buna göre Allah'ın bir kimseye nimet verdiği anlatılmak istendiği zaman "Eblâhullâhu" denir.
2- "Ve fidye olarak ona büyük bir kurbanlık verdik." Yani onun için oğlunun fidyesi olarak cüsseli ve semiz veya kadrü kıymeti büyük bir koç verdik. Hasan'i-Basrî şöyle demiştir: "Hz. İsmail'e fidye olarak verilen hayvan, erkek bir dağ keçisinden başka birşey değildir. Bu keçi Hz. İbrahim'e, Se-bîr'den inmiş, Hz. İbrahim de onu oğlunun fidyesi olarak boğazlamıştır. Bu, Hz. Ali (r.a.)'nin görüşüdür."
Bu ayette, kurban olarak koyun kesmenin, deve ve sığır kesmekten daha efdal olduğuna delâlet vardır. Mâlikîlerin görüşü de bu doğrultudadır. Çünkü koyunun eti daha lezzetli ve güzeldir.
3- "Sonra gelenler arasında ona iyi bir ün bıraktık. İbrahim'e selâm olsun!" Yani gelecek ümmetler arasında İbrahim (a.s.) için güzel bir övgü ve iyi bir anılma bıraktık. Bu itibarla bütün semavi din mensupları -Yahudiler, Hristiyanlar ve Müslümanlar- ve keza müşrikler onu sevmektedirler. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Benden sonrakiler içinde benim için bir lisan-ı sıdk ver. Beni naim cennetinin varislerinden kıl." (Şu'arâ, 26/84-85)
Bizden, meleklerden, insanlardan ve cinlerden İbrahim üzerine selâm olsun. Buradaki "selâm"ın, güzel övgü olduğu da söylenmiştir.
"Biz, iyi hareket edenleri işte böyle mükâfatlandırırız." Yani bütün iyi (muhsin) insanları, sıkıntı ve şiddetten sonra feraha kavuşturmak suretiyle işte böyle mükâfatlandırırız. Burada ayetin başında -diğer emsallerinde
olduğu gibi- "İnnâ (Muhakkak biz)" ifadesi, birinci kez (105. ayette) zikre-dilmesiyle yetinildiği için burada ikinci kez zikredilmemiştir.
4- "Ona iyilerden bir peygamber olacak İshak 'ı müjdeledik." Yani ona bir diğer çocuk daha ihsan ettik -ki o İshak (a.s.)'dır- ve onu salihler zümresinden olan salih bir peygamber kıldık. Bu, Hz. İbrahim'e verilen dördüncü nimettir.
5- "Hem ona, hem İshak'a bereketler verdik." Yani o ikisine, çeşitli dünya ve ahiret bereketi ve nimetleri ihsan etmek suretiyle yardım ve imdat eyledik. Soy ve evlât çokluğu ile peygamberlerin ekserisinin o ikisinin ve Hz. İsmail'in neslinden kılınması da bu nimetler cümlesindendir.
"Her ikisinin neslinden, iyi hareket eden de var, açıkça kendisine zulmeden de" Yani o ikisinin soyundan gelenlerin kimisi, hayırlı ameller işleyen muhsin kimseler iken, kimisi de küfür ve çeşitli masiyetler işlemek suretiyle nefsine zulmeden kimselerdir.
Bu ayet, hidayet ve dalâlette soyun herhangi bir etkisi bulunmadığının ve kişi için yararın, veraset ve nesep yahut aidiyete bağlı olmadığının delilidir. Kişiye fayda verecek olan şey ancak onun kendi amelleridir.
Yine bu ayet, zürriyetlerinden gelenlerin kötülüğü sebebiyle geçmiş nesillerin kınanmayacağını da göstermektedir. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Günahkâr hiçbir nefis, diğerinin günah yükünü taşımaz." (Enam, 6/164) [17]
Hz. Musa Ve Hz. Harun Kıssası:
114- Andolsun biz Musa'ya da, Harun'a da nimetler verdik.
115- Hem onları, hem de kavimlerini o büyük sıkıntıdan kurtardık.
116- Kendilerine yardım ettik de üstün gelenler onlar oldular.
117- Onlara açık ifadeli kitabı verdik.
118- Onlara doğru yolu gösterdik.
119- Ve sonra gelenler arasında onlara ait iyi bir ün bıraktık.
120- Musa'ya da Harun'a da selâm olsun.
121- Şüphesiz ki biz, iyi hareket edenleri böyle mükâfatlandırırız.
122- Çünkü onların ikisi de bizim mümin kullarımızdandı.
Açıklaması:
"Andolsun biz Musa'ya da Harun'a da nimetler verdik." Yani Allah'a yemin olsun ki biz o ikisine peygamberlik ve daha başka dinî ve dünyevî nimetler bahşettik.
Onlara bahşedilen dünya menfaatleri -Razi'nin de zikrettiği gibi- var edilmeleri, hayat sahnesine çıkarılmaları, kendilerine akıl, terbiye ve sıhhat verilmesi ve her ikisinde de kemal sıfatlarının toplanması; dinî menfaatlere gelince, o ikisinin ilim ve itaat sahibi kılınmalarıdır. Bu derecelerin en üstünde de, görenleri hayretlere düşüren, düşmanları kahr ve mağlup eden mucizelerle desteklenmiş yüce peygamberlik mevkii gelir.
Bu nimetlerin ayrıntılı zikri ise şu ayetlerde geçmektedir:
1- "Hem onları, hem de kavimlerini o büyük sıkıntıdan kurtardık." Yani hem o ikisini, hem de kavimleri olan İsrailoğulları'm, Firavun'un -babalan öldürmek, kadınları hayatta bırakmak, kendilerini hakir iş ve mesleklerde çalıştırmak suretiyle- kendisine kul edinme emelinden kurtardık. Aynı şekilde o iki peygamberi de kavimleri ile birlikte Firavun ve Mısır Kıptîlerinin helak olduğu suda boğulmaktan kurtardık.
2- "Kendilerine yardım ettik de üstün gelenler onlar oldular." Yani onlara düşmanları karşısında yardım ettik. Böylece onlar düşmanlarına galip geldiler, düşmanlarının topraklarını ve bütün hayatları boyunca uğraşarak biriktirdikleri mallarını ele geçirdiler. Bu suretle onlar, zelil tebaa durumunda iken devlet sahibi oldular.
3- "Onlara açık ifadeli kitabı verdik." Yani o iki peygambere yüce, açık ve anlaşılır olan, hem dünyaya, hem de ahirete ilişkin hususlar ihtiva eden kitabı indirdik, ki o Tevrat'tır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz ki Tevrat'ı biz indirdik. Onda bir yol gösterme ve nur vardır. Kendilerini Allah'a vermiş peygamberler Yahudilere onunla hükmederlerdi." (Mâide, 5/44), "Andolsun biz Musa'ya ve Harun'a, bir ışık ve takva sahipleri için de bir öğüt olan Furkan'ı verdik." (Enbiyâ, 21/48).
4- "Onlara doğru yolu gösterdik." Onları gerek fiillerinde, gerekse sözlerinde hak ve doğru yola, İslâm'a ve Allah'ın hükümlerine irşad ettik.
5- "Ve sonra gelenler arasında onlara ait iyi bir ün bıraktık." O iki peygamber için kendilerinden sonra gelen ümmetler içinde güzel bir övgü ve tatlı bir anılma bıraktık.
İbni Kesîr, Şevkânî ve daha başkaları şöyle demişlerdir: "Bu ayet, Yüce Allah tarafından, daha sonra gelen "...selâm olsun" ayetiyle tefsir olunmuştur." Diğer müfessirler ise "...selâm olsun" ayetinin müstakil bir söz olduğunu söylemişlerdir ki, birçok sebepten ötürü benim tercih ettiğim görüş de budur.
6- "Musa'ya da Harun'a da selâm olsun." Yani Musa'ya da Harun'a da dünya durdukça bizden, meleklerden, insanlardan ve cinlerden selâm olsun.
Bu iki peygambere bütün bu nimetlerin verilmesinin sebebini ise Yüce Allah şöyle beyan buyuruyor:
"Şüphesiz ki biz, iyi hareket edenleri böyle mükâfatlandırırız. Çünkü onların ikisi de bizim mümin kullarımızdandı." Yani Allah'a itaat edip Onun emirlerine boyun eğerek iyi amel işleyen herkesi sıkıntı ve zorluklardan kurtarmak suretiyle bu şekilde mükâfatlandırırız. Buradaki ihsanın sebebi o iki peygamberin, Allah'a sahih ve kâmil bir şekilde iman etmiş mümin kullar zümresinden olmasıdır. [18]
İlyas Aleyhisselam Kıssası:
123- İlyas da şüphe yok ki gönderilmiş peygamberlerdendi.
124- O zaman kavmine şöyle demişti: "Siz Allah'tan korkmaz mısınız?
125- Yaratıcıların en güzelini bıra-
kıp Ba’le mi tapıvorsunuz?
126- Sizin de evvelki atalarınızın da rabbi olan Mlah'a kullu terk mi ediyorsunuz?'
127- Fakat onu yalanladılar. Bundan dolayı onlar azaba
128-Yalnız Allah'ın halis kulları azap dışındadır.
129- Biz, sonra gelenler arasında onada iyibirünbıraktık.
130- İlyas'a selâm olsun.
131- Şüphesiz ki biz, iyi hareket edenleri böyle mükâfatlandırırız.
132- Çünkü o bizim mümin kullarımızdandı.
Açıklaması:
"İlyas da şüphe yok ki gönderilmiş peygamberlerdendi." Hz. İlyas (a.s.), Yâsîn b. Finhâs b. Ayzâr b. Harun b. İmran'ın oğludur. Harun b. İm-ran, Hz. Musa'nın kardeşidir. Yüce Allah Hz. İlyas (a.s.)'ı, Hızkîl (a.s.)'den sonra İsrailoğulları'na peygamber olarak göndermiştir. O zaman İsrailoğulları, "Bal" denen bir puta tapıyorlardı. Hz. İlyas onları, Allah'ı birlemeye davet etti ve kendilerini, başkasına kulluk etmekten sakındırdı.
"O zaman kavmine şöyle demişti: "Siz Allah'tan korkmaz mısınız?" Yani hatırla ki İlyas (a.s.) kavmine, "Başkasına kulluk ederken Allah Te-alâ'dan korkup, sizi sakındırdığı şirk ve isyanı terketseniz ya!" demişti.
"Yaratıcıların en güzelini bırakıp BaTe mi tapıyorsunuz? Sizin de evvelki atalarınızın da rabbi olan Allah'a kulluğu terk mi ediyorsunuz?" Yani kendi yaptığınız bir puta mı tapıyor, sadece kendisi ibadete lâyık olan ve eşi bulunmayan Allah'a kulluğu terk mi ediyorsunuz? Size şekil veren ve sizi var eden O'dur ve O, yaratıcıların ve şekil vericilerin en güzelidir. Ondan başka yaratıcı yoktur. Sizi yokluktan varlık alemine çıkardıktan sonra nimetleriyle gıdalandırıp besleyen Odur. Bu, hem siz, hem de atalarınız için böyledir.
Bu ifadelerden yola çıkılarak, Hz. İlyas'm, kavmini Allah'tan başkasına kulluk ettikleri için ayıpladığı zaman tevhidi de açıkladığı ve koştukları ortakları nefyettiği -bu tertibe uygun hareket ettiği- düşünülebilir.
"Fakat onu yalanladılar. Bundan dolayı onlar azaba getirileceklerdir. Yalnız Allah'ın halis kulları azap dışındadır." Yani Hz. İlyas'm davetini ve peygamberliğini yalanladılar. Onu yalanladıkları için de kıyamet günü azaba getirilecekler ve dünyada yaptıkları kötü işlerin karşılığı kendilerine verilecektir.
Daha sonra Yüce Allah, onun kavminden Allah'ı samimi olarak birleyen, Ona kulluk eden ve ameli yalnızca Allah'a has kılan mümin kimseleri istisna tutmaktadır. Dolayısıyla bu kimseler azaptan kurtulmuşlar ve salih amelleri dolayısıyla güzel bir karşılıkla ödüllendirilmişlerdir. Bunlar, müşrikler için hazırlanmış olan azaba getirilmeyecek, duçar edilmeyeceklerdir.
Ardından Allah Tealâ, Hz. İlyas (a.s.)'a bahşettiği nimeti zikretmekte ve şöyle buyurmaktadır:
"Biz, sonra gelenler arasında ona da iyi bir ün bıraktık." Yani daha sonra gelen ümmetler içinde ona güzel bir övgü bıraktık.
"İlyas'a selâm olsun." Yani Allah'ın, O'nun meleklerinin insanlarının ve cinlerinin selâmı, Allah'ın kitabına iman etmiş olan, şirke ve putperestliğe direnen İlyas üzerine olsun.
Buradaki "İlyâsîn" kelimesi, bir kıraate göre de "Al Yâsîn" şeklinde okunur ki bu takdirde anlam, "Selâm onun ve peygamberliğine inanan ve hakka tabi olanların üzerine olsun." şeklinde olur.
"Şüphesiz ki biz, iyi hareket edenleri böyle mükâfatlandırırız. Çünkü o bizim mümin kullarımızdandı." Yani tıpkı onu sıkıntı ve zorluklardan kurtardığımız gibi, Amelini Allah'a has kılan ve halisane bir şekilde yapan herkesi de mükâfatlandırırız.
Buradaki güzel karşılığın ve mükâfatın sebebi, Hz. İlyas (a.s.)'ın, Allah'ın varlığını, birliğini ve en güzel sıfatlarla muttasıf olduğunu kabul ve tasdik edenlerden olmasıdır. [19]
Lût Aleyhisselâm Kıssası
133- Lût da gerçek ve şüphesiz gönderilmiş peygamberlerdendi.
134- Hani biz hem onu, hem de ehlini toptan kurtarmıştık.
135- Azapta kalanlar içinde ihtiyar bir kadın hariç.
136- Sonra biz diğerlerini kökünden helâk ettik.
137- Siz onların yanlarından geçip gidiyorsunuz; sabahleyin
138- ve geceleyin. Düşünmüyor musunuz?
Açıklaması:
"Lût da gerçek ve şüphesiz gönderilmiş peygamberlerdendi" Yani şüphesiz Lût (a.s.) da Allah'ın, kavmi olan Sedumlular'a gönderdiği peygamberlerdendi. Çünkü onlar türlü fuhşiyat işliyorlardı. Hz. Lût onlara nasihat etti. Ancak onun nasihatlerine karşı direttiler. Bunun üzerine Allah Tealâ onları zelzelelerle veya korkunç bir sayha ve yakıcı taşlarla helak etti; memleketlerinin altını üstüne çevirdi. Hz. Lût'u ve hanımı dışında kendisine iman eden ehlini de kurtardı. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Hani biz hem onu, hem de ehlini toptan kurtarmıştık. Azapta kalanlar içinde ihtiyar bir kadın hariç." Yani Lût'u ve kendisine inanan ehlini topyekün kurtardık. Yalnız hanımı hariç. Zira o, Lût kavminin yaptıklarına rıza gösterdiği ve Hz. Lût'a gelenler aleyhine onlarla anlaşıp, onların fiillerine muvafakat ettiği için helak oldu ve azapta kaldı.
"Sonra biz diğerlerini kökünden helak ettik." Yani sonra onun peygamberliğini yalanlayan kavmini -ki onlar fuhuş işleyen (homoseksüel) kimselerdi- helak ettik. Sadece kurtardığımız kimseler hariç kaldı. -
Burada Yüce Allah, müşrik Arapları, o isyankâr yalanlayıcıların sonunu göstererek uyarmakta ve şöyle buyurmaktadır:
"Siz onların yanlarından geçip gidiyorsunuz; sabahleyin ve geceleyin. Düşünmüyor musunuz?" Yani siz ey Mekke'liler! Onların, başlarına gelen azabın izlerini taşıyan konaklarına sabahleyin -yani sabah vakti Şam'a giderken- ve geceleyin -Şam'dan dönerken- uğruyorsunuz da diri bir akılla düşünmüyor musunuz ve Allah'ın kendilerine gönderdiği helak ve azabın izlerini onların ülkelerinde müşahede ettiğiniz halde ibret almıyor musunuz? Aynı azabın size de gelmesinden ve sonunuzun onlar gibi olmasından korkmuyor musunuz? Çünkü onlar da peygamberlerine muhalefet etmişlerdi.
Burada Yüce Allah'ın sabah ve gece vakitlerine işaret buyurmasının sebebi, çöl hayatında yolcuların çoğunlukla gece ve sabah erken vakitte yürümeleridir. [20]
Yunus Aleyhisselâm Kıssası:
139- Yunus da gerçek ve şüphesiz gönderilmiş peygamberlerdendi.
140- Hani o, dolu bir gemiye kaçmıştı.
141- Derken kur'a çekmişlerdi de, kaybedenlerden olmuştu.
142- Kendini kınayıp dururken onu bir balık yuttu.
143- Eğer çok teşbih edenlerden olmasaydı,
144- insanların tekrar diriltileceği güne kadar onun karnında kalırdı.
145. jşte biz onu hasta bir halde ağaçsız çıplak bir yere çıkarıp bıraktık.
146- Üzerine gölge yapması için kabak türünden bir ağaç bitirdik.
147- Onu yüz bin insana peygamber olarak gönderdik. Hatta artıyorlar-dı da.
148- Nihayet ona iman ettiler de kendilerini bir zamana kadar geçindirdik.
Açıklaması:
Yüce Allah Kur'an'da Hz. Yunus'u (a.s.) dört kere ismiyle[21], iki kere de vasfıyla anmıştır. Bunlardan ilki Enbiya suresinin, "Zünnun'u da an. Zira o, kavmine kızarak gitmişti." mealindeki ayeti, ikincisi de Kalem suresinin, "Balık sahibi gibi olma. Hatırla ki o, gamla dolu olarak Rabbine dua etmişti." mealindeki 48. ayetidir.
"Yunus da gerçek ve şüphesiz gönderilmiş peygamerlerdendi." Yunus b. Metta -ki o Zünnun'dur- Mavsıl (Musul) civarındaki kavmi Ninava (Nino-va)'lılara gönderilmiş nebilerden birisidir.
Müfessirler şöyle demişlerdir: Yunus (a.s.), kavmine azap vaad etmişti. Azap onlara gelmekte geç kalınca aralarından ayrılıp denize gitti ve gemiye bindi. Bu tutumuyla o, efendisinden firar eden köle gibi hareket etmişti. Bu sebeple "ibâk: efendisinden kaçmak"la vasfedilmiştir.
"Hani o, dolu bir gemiye kaçmıştı. Derken kur'a çekmişlerdi de kaybedenlerden olmuştu." Yani hatırla ki Hz. Yunus (a.s.) kavmine kızarak, Rab-b'inin izni olmadan onlardan ayrılıp dolu bir gemiye kaçtığı zaman gemide-kiler kur'a çekmişlerdi de, gemidekilerin, yükü ağır olan o geminin batmasından korktukları için aralarından bazılarını denize atmak maksadıyla çektikleri kur'ada yenik düşenlerden olmuştu. Üç kere kur'a kendisine isabet edince de onu denize atmışlardı.
"Kendini kınayıp dururken onu bir balık yuttu." Yunus'u (a.s.) midesine indirdi. O sırada'Yunus (a.s.) elinden kaçırdığı şeylerden ötürü kendi kendisini kınar haldeydi veya Rabb'inin izni olmaksızın kavmini terket-mek gibi kınanacak şeyler yapmış birisi durumundaydı. Allah Tealâ'nın izni olmadan kavminin arasından ayrılıp çıkmak, peygamberler için büyük bir sorumluluktur. Çünkü iyi kulların (ebrâr) iyilik ve sevapları, Allah'a daha yakın olan mukarrebûn için kusur ve seyyiedir.
"Eğer çok teşbih edenlerden olmasaydı, insanların tekrar diriltileceği güne kadar onun karnında kalırdı." Yani o hayatında Allah'ı çokça zikredenlerden, O'nu hamd ile teşbih edenlerden ve namaz kılanlardan olmasaydı, balığın karnında ölü olarak kalırdı ve balığın karnı onun için kıyamet gününe kadar mezar olurdu. Çünkü normal şartlar altında onun da diğer gıdalar gibi balık tarafından midesinde sindirilmesi gerekirdi.
Nevevî'nin el-Erba'în en-Neveviyye'de Tirmizî'den başkasından naklen[22] zikrettiği İbni Abbas (r.a.)'dan gelen sahih bir hadiste zikredüdiğine göre Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Allah'a, genişlikte ve rahatlıkta ibadete devam et ki Allah da sıkıntılı ve zorda olduğun zaman senin sıkıntı ve ihtiyacını gidersin."
Hz. Yunus (a.s.), normal hayatında Rabbi'ni teşbih ettiği gibi, balığın karnında da Allah'ı teşbih etmiştir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Derken o, karanlıklar içinde kalıp, "Lâ ilahe illâ ente sübhâneke innî kün-tü mine'z-zâlimln: Ya Rabbi! Senden başka ilâh yoktur. Sen bütün noksan sıfatlardan münezzehsin. Muhakkak ki ben zalimlerden oldum." diye niyaz etmişti. Bunun üzerine "Biz de onun duasını kabul ettik, kendisini tasadan kurtardık. İşte biz iman edenleri böyle kurtarırız" (Enbiyâ, 21/87-88).
"İşte biz onu hasta bir halde ağaçsız çıplak bir yere çıkarıp bıraktık." Biz onu, balığın kendisini ağzından atması şeklinde Dicle kıyısında ağaçsız, bitkisiz ve binasız olan bomboş bir yere attık. Bu sırada o yaralı ve zayıf düşmüş bir haldeydi ve yeni doğmuş bir çocuk görünümündeydi.
"Üzerine (gölge yapması için) gövdesi olmayan bir ağaç bitirdik." Yani onun üzerine, gölgesinden istifade edeceği bir ağaç bitirdik. Bu ağaç kabak ağacıdır ki çok çabuk yetişip gelişir. Allah Tealâ'nın kudreti bir şeye "Ol" buyurmasıyladır. O şey de hemen oluverir.
Bazı müfessirler kabak ağacının birtakım faydalarını zikretmişlerdir. Süratli büyüyüp gelişmesi, yapraklarının büyük ve yumuşak olması, sineklerin yaklaşmadığı bir bitki olması, meyvesinin güzel bir gıda olması, hem çiğ olarak hem de pişirilerek yenebilmesi ve hem içinin hem de kabuğunun yenebilir olması bu faydalardandır. Hz. Peygamber (s.a.)'in kabağı sevdiği ve tabağın kenarlarında kalmış kırıntılarını bile yediği sabittir.
Yunus (a.s.), kasları gelişip saçı bitene kadar orada bu halde kalmıştır. Daha sonra kendisine ilâhi emir geldi:
"Onu yüzbin insana peygamber olarak gönderdik. Hatta artıyorlardı da. Nihayet Ona iman ettiler de kendilerini bir zamana kadar geçindirdik. " Yani onu, kendilerinden kaçıp denize gittiği kavme tekrar gönderdik. Bu kavim, Mavsıl (Musul) civarındaki Ninava (Ninova)'lılardı ki sayıları yüzbin veya daha fazlaydı. Hatta onların adedi artarak bu sayının da üzerine çıkıyordu.
Yunus (a.s.) onları tekrar Rabb'inin hükümlerini kabul etmeye çağırdı. Onlar da, onun peygamberliğinin alâmetlerini ve kendilerine gelecek azabın belirtilerini gördükten sonra toptan kendisini tasdik ettiler ve ona inandılar. Yüce Allah da, tıpkı "Keşke bir kasaba olsaydı da inansaydı ve inanması kendisine fayda verseydi. Ancak Yunus'un kavmi müstesnadır ki, bunlar iman edince kendilerinden dünya hayatındaki rüsvalık azabını uzaklaştırıp giderdik ve onları daha bir zamana kadar yaşatıp faydalandırdık." (Yunus, 10/98) ayetinde belirtildiği gibi onları, ecelleri gelene ve ömürleri tükenene kadar bu dünyada nimetlendirip geçindirdi. [23]
Müşriklerin İnancının Çürütülmesi:
149- (Ya Muhammed!) Şimdi sor onlara: Rabbine kızlar, onlara da oğul-
150- Yoksa biz melekleri dişi yarattık da onlar buna şahit mi oldular?
151- İyi bilin, onlar iftiraları yüzünden diyorlar ki:
152- "Allah doğurdu." Onlar elbette yalancıdırlar.
153- Allah kızları seçip oğullara tercih mi etmiş?
154- Ne oluyor size? Buna nasıl hükmediyorsunuz?
155- Hiç mi düşünmüyorsunuz?
156- Yoksa elinizde açık bir hüccetiniz mi var?
157- Eğer doğru söyleyenlerseniz, getirin kitabınızı. bir hısımlık uydurdular. Halbuki
158-Cİnler de onla"n yakaianıp getirile- çeklerini bilmiştir.
159- Allah, onların isnad edegeldiklerinden yücedir, münezzehtir.
160- Allah'ın ihlâsa erdirilmiş kulları bunlar gibi değil.
161- Ne siz, ne de tapmakta olduklarınız
162- Kimseyi O'na karşı kandırıp yoldan çıkaramazsınız.
163- Ancak cehenneme girecek olanı kandırabilirsiniz.
164- Bizim içimizden (meleklerden) herkesin belli bir makamı vardır.
165- Biziz o saf saf dizilenler, mutlak biz.
166- Biziz o teşbih edenler, mutlak biz.
167- Hakikat müşrikler önceden şöyle diyorlardı:
168- "Eğer yanımızda evvelki ümmetlere inenlerden bir kitap olsaydı
169- Elbet biz de Allah'ın ihlâsa erdirilmiş kullarından olurduk."
170- Şimdi ise ona inanmayıp kâfir oldular. Yakında bileceklerdir.
Açıklaması:
Yüce Allah bu ayetleri, bu surenin başındaki, "Şimdi onlara sor: Yara-. tılış bakımından kendileri mi daha çetin, yoksa bizim diğer yarattıklarımız mı?" ayetine atfetmekte ve şöyle buyurmaktadır: "Şimdi sor onlara: Rabbi-ne kızlar, onlara da oğullar mı?" Yani ey Muhammedi Bu taksimatı yapan müşriklere, başlarına kakarak ve yaptıklarını kınayarak oğulları kendilerine, kötü ve tiksindirici gördükleri kız evlâtları ise Allah'a taksim etmelerinin sebebini sor. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlardan birine kız çocuğu olduğu müjdelendiği zaman içi öfkeyle dolarak yüzü kapkara kesilir." (Nahl, 16/58).Yani kız evlâdı kötüler ve kendisi için erkek evlâttan başkasını lâyık görmez. Hâl böyleyken onlar nasıl bu iki cinsin (kendilerine göre) daha değersiz olanını Allah için taksim ederken daha iyi olanını, yani erkek evlâtları kendilerine alıyorlar?
Bu ayette söz konusu taksimatın haksızlığı açıklanmak ve bunun son derece büyük bir garabet olduğu ortaya konmak istenmektedir. Onlar, kendileri için tercih etmedikleri cinsi Allah Tealâ'ya nasıl nispet etmektedirler? Nitekim şu ayette de bu durum zikredilmektedir: "Demek erkek size, dişi Allah'a mı? O halde bu insafsızca bir taksim." (Necm, 53/21-22).
"Yoksa biz melekleri dişi yarattık da onlar buna şahit midirler?" Bilakis onlar, meleklerin nasıl yaratıldığını şahit olmadıkları halde meleklerin dişi olduğuna nasıl hükmediyorlar? Burada, önceki sözden, daha şiddetlisine intikal vardır. Onlar, meleklerin yaratılışı esnasında hazır değilken, onları nasıl dişi varlıklar yapıyorlar? Bu, bizzat müşahede dışında bilinmesi mümkün olmayan birşeydir ve onlar da bunu müşahede etmiş değildirler. Onların sözlerinin doğruluğunu gösteren ne doğru bir rivayet, haber hakle-dilmiş ne de akıl bunu gerekli görmüştür.
Bu ayetin bir benzeri de Yüce Allah'ın şu kavl-i ilâhisidir: "Rahman'ın kulları olan melekleri dişi saydılar. Onların yaratılışlarına mı şahit oldular ki böyle hüküm veriyorlar? Şahitlikleri yazılacak ve sorulacaklardır." (Zuhruf, 43/19). Yani kıyamet günü bu iddialarından sorulacaklardır.
"iyi bilin, onlar iftiraları yüzünden diyorlar ki: "Allah doğurdu." Onlar elbette yalancılardır." Yani onların bu sözü, ne bir delili, ne de delile benzer bir şeyi olan bir yalan ve iftiradır. Durum böyle olduğu halde nasıl oluyor da "Ondan çocuk oldu." diyebiliyorlar! Bu söylediklerinde onlar yalancıların en yalancısıdırlar!
Bu ayetler göstermektedir ki müşrikler, melekler hakkında küfür ve yalanın en koyusu içinde üç özellik ileri sürmektedirler: Onlar, meleklerin Allah'ın kızları olduğunu iddia etmekte, Allah'a çocuk isnad etmekte ve bu çocuğu da kız olarak kabul etmekte, sonra da Allah'tan gayri rabbler olarak meleklere ibadet etmektedirler.
Daha sonra Yüce Allah onların bu haksız hükümlerini kınamakta ve şöyle buyurmaktadır:
"Allah kızları seçip oğullara tercih mi etmiş? Ne oluyor size? Buna nasıl hükmediyorsunuz? Hiç mi düşünmüyorsunuz?" Bunun anlamı şudur: Yüce Allah'ı, kızları seçip oğullara tercih etmeye sevkeden ne olabilir? Nitekim Allah Tealâ şöyle buyurmaktadır: "Yoksa Rabbiniz size oğulları beğenip seçti de kendisine meleklerden dişiler mi edindi? Hakikaten siz büyük söz söylüyorsunuz." (İsrâ, 17/40) Yani sizin anlayışınıza göre erkekler daha üstün olduğu halde Yüce Allah'ın, dişileri erkeklere tercih ettiği nasıl düşünülebilir?
Sizin, ne söylediğinizi düşünecek aklınız yok mu? Bu durumdan ibret alıp, sözünüzün butlanını düşünmez ve tefekkür etmez misiniz?
"Yoksa elinizde açık bir hüccetiniz mi var? Eğer doğru söyleyenlerseniz getirin kitabınızı." Bunun anlamı şudur: Yoksa sizin bu söylediğinizi destekleyecek açık bir hüccetiniz mi var? Eğer bir burhan ve deliliniz varsa, gökten, Yüce Allah tarafından indirilmiş bir kitaba dayanarak sizin iddia ettiğiniz gibi Ona meleklerle ilgili olarak isnad ettiğiniz şeyin doğruluğu konusuna delil olarak getirin! Tabii eğer iddianızda doğru söyleyenler iseniz!
Bu ayetlerin soru cümleleri tarzında ardarda tekrar edilmesi, onların bu sözlerinin nasıl bir azarlama, kahredici delillerle susturup sindirme ve şiddetli kınama ile karşılandığını ve aynı zamanda onların ahlâklarının nasıl çürümüş olduğunu, yozlaştığını göstermektedir. Zira onların bu söylediklerinin akıl sahibi birisinden sadır olması mümkün değildir; bilakis akıl bunu kesinlikle kabul etmez.
Daha sonra Yüce Allah müşriklerin, melekler ile Allah Tealâ arasında bir nesep ilişkisi uydurma tarzındaki iddialarının iftiradan ibaret olduğunu tekid etmekte ve şöyle buyurmaktadır:
"Bir de Allah ile cinler arasında bir hısımlık uydurdular." Yani müşrikler, Allah Tealâ ile cinler -burada cinlerden kasıt meleklerdir- arasında bir nesep ilişkisi uydurdular ve "Melekler Allah'ın kızlarıdır." dediler. Meleklerin gözle görülmeyen gizli varlıklar olması sebebiyle müşrikler burada onlardan cinler olarak bahsetmişlerdir.
Bu iddiayı ileri sürenler, Kinâne ve Huzâ'a kabileleridir ki şöyle demişlerdir: "Allah cinlerin ileri gelenlerine evlilik teklifinde bulunmuş, onlar da Onu asil kızlarıyla evlendirmişlerdir." Allah Tealâ onların söylediklerinden çok yüce, büyük ve münezzehtir. Bu, onların kıssacılarının uydurması ve vehminden başka birşey değildir.
Yüce Allah hakkında bu iftirada bulunan kabilelerin Yahudiler olduğu da söylenmiştir. Allah Tealâ'nın laneti üzerlerine olsun, onlar şöyle demişlerdir: "Allah cinlere yaklaştı, onlardan melekler oldu."
Bütün bunlar yaratıcının beşere benzetilmesinden ve O'nun, maddî-bedensel özelliklerle vasfedilmesinden ileri gelmektedir ki bu küfürdür.
Bundan sonra Yüce Allah onların azaplarından haber vermekte ve şöyle buyurmaktadır:
"Halbuki cinler de onların yakalanıp getirileceklerini bilmiştir." Yani yemin olsun ki müşriklerin, Allah Tealâ ile aralarında bir nesep ilişkisi olduğunu iddia ettikleri melekler mutlaka bilmişlerdir ki o müşrikler hesaba çekilmek, yukarıda geçen yalan sözleri ve iftiraları sebebiyle cehennem azabına çarptırılmak için yakalanıp getirileceklerdir.
Daha sonra Yüce Allah şöyle buyurarak kendi zatını, kendisine lâyık olmayan noksan beşer sıfatlarından tenzih etmektedir:
"Allah onların isnad edegeldiklerinden yücedir, münezzehtir." Yani Allah Tealâ oğul sahibi olmaktan ve zalim mülhidlerin kendisini tavsif ettiği eksikliklerden çok yüce, büyük ve münezzehtir.
"Allah'ın ihlâsa erdirilmiş kulları bunlar gibi değil." Fakat Allah'ın muhlis kulları -ki onlar, gönderilmiş her peygambere indirilen hakka iman etmiş kimselerdir- kurtulmuşlardır. Dolayısıyla onlar cehennem azabına atılmayacaklardır. Bu ayetteki ifade, münkatı bir istisnadır.
Bundan sonra Yüce Allah müşriklere meydan okumakta ve onların, hiç kimseyi dalâlete düşüremeyeceklerini veya yoldan çıkaramayacaklarını ispat etmektedir. Allah Tealâ bu meyanda müşriklere şöyle hitap etmektedir:
"Ne siz, ne de tapmakta olduklarınız, kimseyi O'na karşı kandırıp yoldan çıkaramazsınız. Ancak cehenneme girecek olanı[24] kandırabilirsiniz." Yani ne siz, ne de Allah'ı bırakıp taptığınız tanrılarınız, hiçkimseyi dininden ayırıp fitneye düşürmeye ve dalâlete saptırmaya kadir değilsiniz. Ancak cehennem ehli olan ve dalâlete sizden daha çok sapmış bulunan kimseleri bu şekilde kandırabilirsiniz. Onlar ki, Allah Tealâ'nm, sonsuz ve sınırsız ilmiyle kötü amel işleyeceklerini ve cehenneme girip yaslanacaklarını bildiği kimselerdir. Onlar, küfürde ısrar edenlerdir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onların kalpleri vardır, anlamazlar; gözleri vardır, görmezler; kulakları vardır, duymazlar. Onlar hayvanlar gibidirler, hatta daha da sapıktırlar. İşte onlar gafillerin ta kendileridirler." (A'râf, 7/179). Şu halde insanların bu sınıfı şirk ve dalâlete boyun eğmiş kimselerdir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurur: "Şüphesiz siz ihtilaflı bir söz içindesiniz. Ondan döndürülen kimseler döndürülür." (Zâriyât, 51/8-9). Yani ancak imandan döndürülen ve batıla saptırılan kimse bu ihtilaflı söz ile dalâlete sevkedilir.
Daha sonra Allah Tealâ melekleri de kendilerine küfür isnadından ve kendilerinin Allah'ın kızları olduğu yolunda uydurulan yalanlara nisbetten tenzih etmektedir:
"Bizim içimizden herkesin belli bir makamı vardır." Bu, Allah Te-alâ'nın, meleklerin söylediği bir sözü hikâye etmesi tarzında gelmiş bir ayettir. Buna göre melekler şöyle demişlerdir: "Bizden hiçbir melek yoktur ki onun marifet, ibadet ve mekân olarak malum olan ve sınırlarını aşamadığı bir makamı bulunmasın." Bu ifadeden murad, meleklerin, Allah Tealâ'ya nasıl son derece büyük bir itaat ile kulluk ettiklerine ve ibadet ve ta-atteki derecelerine işarette bulunmaktır. Hz. Aişe (r.a.) şöyle demiştir: "Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurdu: "Dünya semasında hiçbir yer yoktur ki, orada secdede veya kıyamda bir melek bulunmasın."[25]
"Biziz o saf saf dizilenler, mutlak biz. Biziz o teşbih edenler, mutlak biz." Yani yine melekler şöyle dediler: İbadet yerlerinde saflar halinde dizilenler elbette biziz; Yüce Allah'ı, şanına lâyık olmayan şeylerden tenzih edenler olarak gerek dil ile, gerekse namaz kılmak suretiyle teşbih edenler elbette biziz. Dolayısıyla biz, Allah Tealâ'ya, O'na muhtaç olan kullarıyız. Burada meleklerin bu ifadeleri ile kastedilen, meleklerin sıfatlarının boyun eğiş, itaat Allah Tealâ'ya ibadet olduğunu beyan etmek ve onların, kâfirlerin ileri sürdükleri gibi Allah Tealâ'nın kızları olmadığını açıklamaktır. Nasıl önceki ayetin ifadesi meleklerin taatteki derecelerine işaret ise, bu ayetlerin ifadesi de onların bilgi sahibi olmadaki derecelerine işarettir.
Sahih-i Müslim'de Câbir b. Semure (r.a.)'den şöyle bir hadis bulunmaktadır: "(Birgün) bizler mescitteyken Hz. Peygamber (s.a.) (hücresinden) yanımıza çıktı ve "Meleklerin Rabblerinin huzurunda saflar bağlaması gibi saf bağlasanız ya!" buyurdu. Biz "Ey Allah'ın Resulü! Melekler Rabblerinin huzurunda nasıl saf bağlarlar?" diye sorduk; "İlk safları tamamlarlar ve safta sıkışık dururlar." buyurdu."
Yine Sahih-i Müslim'de Hz. Huzeyfe (r.a.)'den rivayet edilen şöyle bir hadis mevcuttur: "Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurdu: "Bizler (şu) üç şeyle insanlardan üstün kılındık: Bizim saflarımız meleklerin safları gibi kılındı, yeryüzü bize mescid ve toprağı da temizleyici kılındı."
Hz. Ömer (r.a.) namaz kıldırmaya kalktığı zaman "Saflarınızı sağlam ve düzgün tutun. Zira Allah Tealâ sizin ancak meleklerin sünnetine uymanızı istiyor." der, "Biziz o saf saf dizilenler, mutlak biz." ayetini okur ve "Ey filan, geriye çık; ey filan, ilerle" der, sonra da öne geçip namaz için tekbir alırdı."
Daha sonra Yüce Allah, peygamberlik gelmeden önce müşriklerin söylediklerini zikrediyor: "Hakikat müşrikler önceden şöyle diyorlardı: "Eğer yanımızda evvelki ümmetlere inenlerden bir kitap olsaydı, elbet biz de Allah'ın ihlâsa erdirilmiş kullarından olurduk. Şimdi ise ona inanmayıp kâfir oldular. Yakında bileceklerdir." Yani müşrikler Hz. Peygamber (s.a.) gönderilmeden önce cehaletle ayıplandıkları zaman "Şayet bizim yanımızda da evvelkilerin kitaplarından Tevrat, İncil gibi bir kitap olsaydı elbette biz de kulluğumuzu Allah Tealâ'ya has kılar ve Onu inkâr etmezdik" derlerdi. Hz. Muhammed (s.a.) onlara apaçık bir zikir olan Kur'an'ı getirdiği zaman ise onu inkâr ettiler. Onlar yakında küfürlerinin akıbetini bileceklerdir. Bu, o müşriklerin Rabblerini, Kur'an'ı ve Hz. Peygamber (s.a.)'i yalanlamalarının karşılığı olarak zikredilen oldukça şiddetli ve vurgulu bir tehdittir.
Yüce Allah'ın şu ayet-i kerimesinde de aynı durum söz konusudur: "Yeminlerinin bütün gücüyle "Andolsun eğer kendilerine bir uyarıcı gelirse herhangi bir milletten daha çok doğru yolda olacaklar." diye Allah 'a yemin ettiler. Fakat kendilerine uyarıcı gelince bunun onlara, haktan uzaklaşmak-
tan başka bir katkısı olmadı." (Fâtır, 35/42). Oysa şu ayetlerde de aynı şey bahis konusudur: "Onu size indirdik ki "Kitap yalnız bizden önceki iki topluluğa (Yahudilere ve Hristiyanlara) indirildi, biz ise onların okumasından habersizdik (o kitapları okuyamıyor, dillerini anlayamıyor) demeyesiniz. Yahut "Eğer bize kitap indirilseydi biz onlardan daha çok doğru yolda olurduk. " demeyesiniz. İşte size Rabbinizden açık delil, hidayet ve rahmet geldi. Allah'ın ayetlerini yalanlayıp onlardan yüz çevirenlerden daha zalim kim olabilir? Ayetlerimizden yüz çevirenleri, yüz çevirmeleri yüzünden azabın en kötüsüyle cezalandıracağız." (En'âm, 6/156-157). [26]
Allah Teala'nın Ordusunun Zaferi:
171- Andolsun ki gönderilen elçi kullarımıza şu sözümüz geçmişti:
172- "Muhakkak onlar, mansurdurlar
173- ve galip gelecek olanlar mutlaka bizim ordumuzdur."
174- Onun için bir süreye kadar onlardan yüz çevir.
175- Gözetle onları. Kendileri de yakında görecektir.
176- Şimdi onlar çarçabuk bizim azabımızı mı istiyorlar?
177- Fakat o azap yurtlarına indiği zaman uyarılmış olanların sabahı ne kötü olur!
178- Bir süreye kadar onlardan yüzçevir
179- Onların halini gör. Kendileri de yakında görecektir.
180- İzzet sahibi Rabbin, onların is-nad etmekte oldukları sıfatlardan yücedir, münezzehtir.
181- Selâm gönderilen elçilere!
182- Hamd, alemlerin Rabbi Allah'a!
Açıklaması:
"Andolsun ki gönderilen elçi kullarımıza şu sözümüz geçmişti: "Muhakkak onlar mansurdurlar ve galip gelecek olanlar mutlaka bizim ordumuzdur." Yani andolsun ki kendilerini, kâfirleri korkutmak, müminleri de müjdelemek üzere gönderdiğimiz elçi kullarımıza, dünya ve ahirette yardım ve zafer verileceğine dair vaadimiz şu olmuştur. Dünyaya ilişkin vaad şudur: Dünyada onlara, kâfirleri esir almak ve öldürmek yahut kovup sürmek veya yerlerinden yurtlarından sürüp çıkarmak şeklindeki veyahut da hüccet, burhan ve saireyle sağlayacakları galebe ve üstünlük olacaktır. Ahirete ilişkin vaad ise cennete kavuşmak suretiyle elde edilecek zafer ve cehennem azabından kurtuluş kendilerinin olacaktır. Bu husus, genel itibariyle böyle olacaktır. Buradaki "cündullah" tabiri Allah'ın hizbi anlamındadır ki bunlar peygamberler ve onların tabileridir.
Şu ayet-i kerimeler de bu kavl-i ilâhinin benzerleridir: "Allah, "Elbette ben ve elçilerim galip geleceğiz." diye yazmıştır." (Mücadile, 58/21), "Elbette biz elçilerimize ve inananlara hem dünya hayatında, hem şahitlerin şahitliğe duracakları günde yardım ederiz." (Gâfir, 40/51).
Yardımın şartı malûmdur ki, Allah Tealâ'ya sahih bir şekilde iman, Kur'an ve Nebevi Sünnetle amel, bir de ölçü ve hayat metodu olarak Allah'ın dinini kabul etme. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "müminlere yardım etmek üzerimize borç idi." (Rûm, 30/47), "Eğer siz Allah 'm dinine yardım ederseniz, Allah da size yardım eder, ayaklarınızı sabit kılar." (Mu-hammed, Alil), "Sonuç, fenalıklardan sakınanlarındır." (A'râf, 7/127).
"Onun için bir süreye kadar onlardan yüz çevir." Yani onlara aldırış etme ve onların sana yaptıkları eziyete, Allah Tealâ indinde malum olan bir süreye kadar sabret. Zira biz güzel akıbeti, yardım ve zaferi sana nasip edeceğiz.
"Gözetle onları. Kendileri de yakında görecektir." Yani onlara bak ve sana muhalefet edip seni yalanladıkları için başlarına gelecek olan esir alınmak, öldürülmek gibi azap ve ibret dolu felâketi gözetle. Onlar, yakında senin kendilerine kötü akıbet ve azap türünden vaad ettiğin şeylerin hepsini ve de bizim sana vaad ettiğimiz yardımı ve dininin dörtbir tarafa yayılmasını göreceklerdir. Bu, onları görmenin kendilerine hiçbir fayda sağlamayacağı bir zamanda olacaktır. Yüce Allah bu ifadeyi te'kid maksadıyla tekrarlamaktadır.
Burada onları beklenen ve vadedilen hal içinde gözetleme emrinden murad, onlara vadedilen şeylerin şüphesiz bir şekilde mevcut ve vaki, meydana gelmesinin de yakın olduğunu anlatmak içindir. Bu ifadelerle Hz. Peygamber (s.a.)'i, kavmi olan Kureyş kâfirlerinin kendisine yaptıkları eziyetlere karşı teselli edilmekte ve rahatlatılmaktadır.
Daha sonra Yüce Allah kâfirleri azarlamakta ve şöyle buyurarak azabın hemen gelmesi yolundaki talepleri üzerine kendilerini tehdit etmektedir:
"Şimdi onlar çarçabuk bizim azabımızı mı istiyorlar?" Yani onlar bizim şiddetli azabımızın hemen gelmesini istemeye nasıl cür'et ediyorlar? Vakıa onlar, "Bu azap ne zaman gelecek?" diyerek azabın hemen gelmesini, seni yalanlamaları ve inkâr etmeleri sebebiyle istiyorlar. Oysa azap, herhangi bir şüpheye mahal bulunmayacak biçimde kesin olarak onların üzerine inecektir.
"Fakat o azap yurtlarına indiği zaman uyarılmış olanların sabahı ne kötü olur!" Yani azap kendilerine veya bulundukları mahalle indiği zaman bu onlar için ne kötü bir gündür! Çünkü onlar o günde helak ve mahvedilirler. "Sahîhân"-da Enes b. Mâlik (r.a.)'den gelen şöyle bir rivayet bulunmaktadır: " Hz. Peygamber (s.a.) Hayber'e sabahleyin baskın yaptı. Hayber ehli baltaları ve ziraat aletleriyle şehir dışına çıktılar da orduyu görünce "Mu-hammed vallahi! Muhammed ve ordusu!" diye bağırarak geri döndüler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.), "Allâhu Ekber! Hayber harap oldu! Biz bir kavmin yurduna indiğimiz zaman korkutulan kimselerin sabahı ne kötü olur!" buyurdu." Bunu İmam Ahmed de değişik bir lafızla rivayet etmiştir. Bu rivayet Buhari ve Müslim şartları doğrultusunda sahih bir rivayettir.
"Bir süreye kadar onlardan yüz çevir. Onların halini gör. Kendileri de yakında görecektir." Yani ey peygamber! Helak olacakları bir başka vakte kadar o müşriklere aldırma! Onlara ve işledikleri günahlara bak ki onlar kendilerine gelecek olan azabı yakında göreceklerdir.
Bu, yukarıda geçen ve Hz. Peygamber (s.a.)'in müşriklerden yüz çevirmesinin ve onların eziyetlerine sabretmesinin istendiği ayetteki emrin te'kididir.
Bundan sonra bu sure, azametli bir hatime, sonuç ile tamamlanmaktadır. Bu hatime kısmında Yüce Allah'ın, şanına lâyık olmayan şeylerden tenzihi ve peygamberlerin methi yer almaktadır. Burada Allah Tealâ şöyle buyurmaktadır:
"İzzet sahibi Rabbin onların isnad etmekte oldukları sıfatlardan yücedir, münezzehtir. Selâm gönderilen elçilere! Hamd alemlerin Rabbi Allah'a!" Yani ey rasul! İzzet sahibi Rabbin, haddi aşan müfteri ve yalancı zalimlerin söylediklerinden bütünüyle son derece uzaktır. Zira O Rabb, za-tıyla kaim olan kuvvet, galebe ve izzet sahibidir. Dünyada ve ahirette Allah'ın selâmı, kendilerini kavimlerine gönderdiği yüce peygamberlere olsun. Çünkü onların Rabbleri hakkında söyledikleri sağlıklı, doğru ve hakikattir. Hamd ve şükür, dünyada ve ahirette, her halükârda Allah Tealâ'ya mahsustur. Zira başkası değil, sadece O sakaleyn'in, yani insanların ve cinlerin Rabbidir. Bu ifadeler, Yüce Allah'ın, söylemeleri için müminlere öğrettiği bir sözdür.
İbni Ebî Hâtim'in -Şa'bî kanalıyla- ve Bağavî'nin Hz. Ali (r.a.)'den rivayet ettiklerine göre Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Kıyamet günü ecrinin en bol ölçekle ölçülüp verilmesi kimi sevindirirse, meclisinin sonunda kalkmak istediği zaman, "Sübhâne Rabbike Rabbi'l-izzeti amma yesıfûn ve selâmun ale'l-mürselin ve'l-hamdu lillâhi Rabbi'l-âlemîn: izzet sahibi Rabbin onların isnad etmekte olduklarından yücedir, münezzehtir. Selâm gönderilen elçilere. Hamd alemlerin Rabbi Allah'a" desin." Mecliste işlenmiş olan günahların keffareti için tavsiye edilen şu dua da birçok hadiste varid olmuştur: "Sübhâneke 'llâhumme ve bi hamdike lâ ilahe illâ en-te estağfiruke ve etûbu ileyk: Allah'ım! Seni bütün noksan sıfatlardan tenzih ederim. Hamd sana mahsustur. Günahlarımdan dolayı senden bağışlanma diler, sana tevbe ederim." [27]
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/63.
[2] Kurtubî, XV/66.
[3] Razî, XXVI/121.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/67-68.
[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/72-74.
[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/79-82.
[6] Buradaki "lezzet" kelimesi mübalağa tarzında masdar olarak gelmiş bir sıfattır, yahut "zâte lezzetin (lezzetli)" anlamındadır; ancak "zâte" kelimesi hazfedildiği için böyle gelmiştir. Ya da "leziz" anlamındaki "lezzun" kelimesinin dişil halidir.
[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/88-92.
[8] Tirmizî bu hadis hakkında "Hasen-sahih'tir." demiştir
[9] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/97-100.
[10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/103-105.
[11] Edebî bir sanat olarak tevriye, birkaç anlamı olan bir sözün uzak anlamını kasdetmektir. (çev.)
[12] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/109-112.
[13] Taberi ve İbnu'l-Esir'in bildirdiğine göre kardeşi Ays tarafından öldürülmek korkusuyla dayısının yanına gitmek üzere gündüzleri saklanıp geceleri yürüdüğü için Hz. Yakub (a.s.)'a İsrail denmiştir, (çev.)
[14] Beyzavi, s. 595.
[15] İbni Kesir, IV/14.
[16] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/116-119.
[17] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/119-122.
[18] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/129-130.
[19] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/133-134.
[20] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/136-137.
[21] Nisa; 163; Enam, 86; Yunus, 98; Saffat 139.
[22] Burada Nevevi bu hadisi önce Tirmizi'den naklen farkh lafızlarla vermiş, ardından da "Tirmizi'den başkasının rivayetinde de şöyle gelmiştir.... " diyerek müellifin verdiği lafızları zikretmiştir. Burada kastedilen İmam Ahmed'dir. Bkz. Müsned (Ahmed Muhammed Şakir şerhiyle Daru'l-Hadis, Kahire 1416/1996, III/244 vd. Hadis no: 2804 (çev.)
[23] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/142-143.
[24] Kurtubî, XV/123.
[25] Bu ifade "cehenneme girecek olan k'Tise" anlamına yorulur. Kastedilen ise cehenneme girecek olan topluluktur. Dolayısıyla buradaki "sal" kelimesi takdiri olarak "Salun" şeklindedir. Kelimenin aslı böyleyken kendisinden sonra gelen kelimeyle izafet terkibi oluşturduğu için salun kelimesinde "nun'harfi ve keza iki sakin harekeli harf bir araya geldiği için de "vav" harfi hazfedilmiş ve sonuçta bu kelime "sal" olarak kalmıştır.
[26] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/150-155.
[27] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/159-161.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder