Güncel Duyuru: Öğrencilerimizin dikkatine ! Ücretsiz TEMEL ARAPÇA SARF&NAHİV derslerimizi Eklemeye başladık 1-13.Derse kadar Tamam(Elhamdü lillah) Tıkla Ders Sayfasına Git Tags:Online Arapça Dersleri Video,İslami ilimler Video Dersleri,İlahiyat Önlisans Arapça Video Dersleri,İlahiyat Arapça Video Dersleri,İmam Hatip Arapça Dersleri Video,İlitam Arapça Video Dersleri,Tefsir Dersleri Video,Hadis Dersleri Video,Fıkıh Dersleri Video,Arapça Dershaneniz,Kur'an,Sünnet,Arapça dersleri,tefsir oku,hadis,oku,Kuran meali oku,arapça öğreniyorum,arapça dilbilgisi video,arapça nahiv video,arapça sarf dersleri video,islami sohbetler

36-Yasin Suresi Meali Tefsiri Oku: Kuran, Peygamber Ve Kendilerine Peygamber Gönderilenler-İlahi Kudretin, Öldükten Sonra Dirilme Ve Diğer Bazı Konulardaki Delilleri

YASİN SURESİ


Kuran, Peygamber Ve Kendilerine Peygamber Gönderilenler


1- Yâ, sîn.

2-Hikmetle dolu olan Kur'an'a ye- min olsun ki,

3-Hiç şüphesiz sen, peygamberler- densin

4- en aosdoğru bir yol üzerindesin.

5- (Bu Kur'an) Aziz ve Rahim (olan  Allah) tarafından İndirilmiştir.

6- Ataları uyarılmamış, bu yüzden  gafil kalmış bir kavmi uyarman için  (indirilmiştir).

7- Şüphesiz ki bu vaad insanların  çoğuna hak olmuştur. Artık onlar  iman etmezler.

8- Şüphesiz biz kâfirlerinboyunlarıden onların başları yukarıdadır  (Hakk'ı göremezler).

 on^arın nern önlerine, hem de  arkalarına birer set çekerek gözle rini Perdeledik. Artık onlar göre­mezler.

10- Sen onları uyarsan da uyarma-san da birdir. Onlar iman etmezler.

11- Sen ancak Kur'an'a uyan ve görmediği halde Rahman'dan korkan kimseyi uyarırsın. Sen o kimseyi mağfiret ve güzel bir mükâfatla müjdele.

12-  Şüphesiz ölüleri biz diriltiriz ve insanların dünyada yaptıklarını ve (öl­dükten sonra geride bıraktıkları) eserlerini biz kaydederiz. Biz her şeyi apa­çık bir kitapta sayıp tespit etmişizdir. 



Açıklaması:


'Ya, sîn. Hikmetle dolu olan Kur'an'a yemin olsun ki hiç şüphesiz sen peygamberlerdensin. Sen dosdoğru bir yol üzerindesin." Ya, sîn. Sonsuz hikmetli, nazmı ve manasıyla muhkem olan Kur'an'a yemin olsun ki sen ey Muhammed, Allah tarafından kendisinde hiçbir eğrilik bulunmayan dos­doğru ve sağlam bir din, eksiksiz bir metod üzerinde olan bir rasulsün.

Bu ayetlerde Kur'an'm baki bir mucize, Hz. Muhammed'in nübüv­vetinde sadık olan, Rabbi tarafından daimî bir risaletle gönderilen Allah Rasulü olduğuna işarettir.

"(Bu) Aziz ve Rahim (olan Allah) tarafından indirilmiştir." Bu Kur'an, bu din ve senin getirdiğin bu yol mümin kullarına çok merhametli olan iz­zet sahibi Allah nezdinden indirilmiştir. Nitekim Cenab-ı Hak bir ayet-i kerimede şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz ki sen, dosdoğru bir yolu gös­teriyorsun. O yol, göklerin ve yerin sahibi olan Allah'ın yoludur. İyi bilin ki, bütün işler Allah'a döner." (Şûra, 43/52-53).

Bu, Kur'an'ın mertebesine ve Kuranın Rahman'm en büyük nimet­lerinden biri olduğuna delâlet eden açık bir delildir.

"Ataları uyarılmamış, bu yüzden gafil kalmış bir kavmi uyarman için (indirilmiştir)."

Ey Peygamber! Seni kendilerine daha önce hiçbir uyarıcı peygamber gelmeyen ve onların yakın babalarına da kendilerini uyaracak ve Allah Tealâ'nın hükümlerini kendilerine tanıtacak hiçbir peygamber gelmeyen Araplara gönderdik. Bundan dolayı onlar insanlığı iki cihanda saadete er­direcek hükümleri, nur ve hakkı bilmekten gafildirler.

Fakat burada sadece kendilerinin zikredilmesi, önem verilmesi ve hitabın bunlara yöneltilmesi, Rasulullah'm bütün insanlara gönderilmiş ol­masına engel değildir. Bunun delili onun peygamberliğinin umumi oluşu hakkındaki ayetler ve bilinen mütevatir hadislerdir.

Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "De ki: Ey insanlar! Şüphesiz ki ben, Allah'ın hepinize (gönderdiği) elçisiyim." (A'raf, 7/158). Peygam­berimiz (s.a.) Buhari, Müslim ve Neseî'nin Cabir'den rivayet ettikleri hadis-i şerifte şöyle buyuruyor: "Önceki peygamberler, sadece kendi kavmine gönderildi. Ben ise bütün insanlara gönderildim."

"Şüphesiz ki bu vaad insanların çoğuna hak olmuştur. Artık onlar iman etmezler." Yani azap Mekke halkının çoğuna vacip olmuştur. Bu azap Levh-i Mahfuz'da, onlar Kur'an'a ve Hz. Muhammed (s.a.)'e iman etmezler şeklinde tescil edilen husustur. Onlar hayatları boyunca küfür üzerine ısrar edip, küfür üzerine öleceklerini Allah'ın ezelî ilmiyle bildiği kimselerdir.

Ayetteki "kavi "den murad, ezelî kaza ve hükümdür. Bu zorlama ve mecburiyet yoluyla olmayan, bilakis kulların kendi tercihleri ve küfür üzerine ısrar etmeleri sebebiyle meydana gelen ve Allah'ın ezelde ken­dilerinin son durumlarını bilmesi sebebiyle gerçekleşen hükümdür. Bu ayette, telaşlanmaması ve onların iman etmemelerinden dolayı üzül­memesi için Peygamberimiz (s.a.) teselli edilmektedir.

Cenab-ı Hak daha sonra müşriklerin küfür üzerinde kararlı olduk­larına ve onların iman etmelerine hiçbir yol olmadığına bir misal vererek şöyle buyurdu:

"Şüphesiz biz (inkârda ısrar eden) kâfirlerin boyunlarına (çenelerine kadar dayanan) demir halkalar geçirdik. Bu yüzden onların başları yukarıdadır." Yani biz onların bir şey yapmalarına engel olmak üzere ellerini kelepçelerle boyunlarına bağlamışızdır. Böylece onlar gözleri yerde, başları yukarıda olan kimseler oldular.

Bu şu anlama gelmektedir: Allah onları, hakka yönelmemeleri ve bakışlarını hakka doğru yöneltmemeleri hususunda elleri bağlı, başları yukarıda kimseler gibi kılmıştır. Onlar aynı zamanda iki set arasında ayakta duran kimseler gibidir. Ne önlerini, ne de arkalarını görebiliyorlar. Onlar Allah'ın ayetlerine bakmaktan gözleri körelmiş durumdadır. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:

"Biz onların hem önlerine, hem de arkalarına birer set çekerek göz­lerini perdeledik. Artık onlar göremezler." Müşriklerin durumlarının tasviri hususunda daha önce belirtilen misali pekiştirmek üzere onların Allah'ın ayetlerine bakma hususunda böbürlenmeleri sebebiyle tıpkı önünden ve arkasından iki setle kuşatılan kimseler gibi görmekten mahrum bırakıl­mışlardır. Dolayısıyla hiçbir şeyi göremezler. Onlar hiçbir hayırdan istifade edemezler ve hayra yol bulamazlar. Çünkü biz onların gözlerini hakka kar­şı kapattık.

Bu örnek bilgisizlik, geri kalmışlık, ilkelik özelliklerine sahip olan id­rakleri ve gözleri medeniyet, ilerleme ve kalkınmanın verileri hakkında düşünmekten mahrum bırakılan kişiler için isabetli bir örnektir. Bu manevî-ilâhî şeddin gözle görülen maddi engel şeklindeki şedde benzetil­mesi hususunda gayet parlak bir temsildir.

Geçen örneklerin sonucu olarak: "Sen onları uyarsan da, uyarmasan da birdir. Onlar iman etmezler." Senin, küfürleri üzerinde ısrar eden bu kimseleri uyarman ve uyarmaman eşittir. Onlar hakkı kabul etmeye, Al­lah'ın çağrısına boyun eğmeye, Hz. Peygamber (s.a.)'in risaletinin doğ­ruluğuna delâlet eden delilleri incelemeye, Allah Tealâ'nın varlığına ve bir­liğine delâlet eden kâinatın ve görünen âlemin hayret verici delillerini düşünmeye müsait olmadıkları müddetçe uyanda bulunmak bu kimselere yararlı olmayacaktır.

Uyarının faydalı olup olmaması hususuna gelince, Cenab-ı Hak bu konuda şöyle buyurmaktadır: "Sera ancak Kur'an a uyan ve görmediği hal­de Rahman'dan korkan kimseyi uyarırsın. Sen o kimseyi mağfiret ve güzel bir mükâfatla müjdele." Yani senin uyarman sadece Kur'an-ı Azîm'e iman eden, onun hükümlerine ve esaslarına uyan, henüz Allah'ın cezasını gör­mediği halde Allah'ın cezasından korkan ya da Cenab-ı Hakk'ı görmediği halde Ondan korkan kimselere yararlı olabilir. İşte bu kimselere günah­larının mağfireti, Allah'ın rızası, değerli mükâfat ve ebedî nimet -cennet-müjdesini ver. Bu ayetin benzeri şudur: "Görmedikleri halde Rablerinden korkanlar için bir bağışlama ve büyük bir mükâfat vardır." (Mülk, 67/12).

Allah Tealâ daha sonra müminlere ve mümin olmayanlara verilecek mükâfat ve cezanın meydana geleceğini vurgulamak üzere şöyle buyurdu:

"Şüphesiz biz ölüleri diriltiriz ve insanların dünyada yaptıklarını ve (öl­dükten sonra geride bıraktıkları) eserlerini biz kaydederiz."

Yani biz fiilen ölüleri diriltmeye ve kabirlerinden canlı olarak çıkar­maya kadiriz. Onların geçmişte yaptıkları iyi-kötü bütün amellerini, ar­kada bıraktıkları güzel ve çirkin bütün eserlerini tescil edecek olan biziz. Yani onların bizzat yaptıkları amellerini ve kendilerinden sonra arkaların­da bıraktıkları eserlerini kayda alır, yazarız. Bütün bunlara hayırsa hayır, serse şer olarak karşılık veririz. Kim fazileti yaymak için çalışırsa, onunla mükafatlandırılır. Kim de çirkinlik ve kötülüklerin yayılması maksadını güderse bundan dolayı hesaba çekilir.

Müslim'in Cerir b. Abdillah el-Becelî'den rivayet ettiği bir hadis-i şerif şöyledir: "Kim İslâm'da güzel bir çığır açarsa, onun ecrine ve kendisinden sonra onunla amel edenlerin ecrine nail olur. Ancak kendisinden son­rakilerin ecirlerinden hiçbir şey eksilmez. Kim İslâm 'da kötü bir çığır açar­sa, onun günahını ve kendisinden sonra onunla amel edenlerin günahını alır. Ancak kendisinden sonrakilerin günahlarından hiçbir şey eksilmez."

Yine Müslim'in Ebu Hureyre (r.a.)'den rivayet ettiğine göre Peygam­berimiz (s.a.) şöyle buyurmaktadır: "Âdemoğlu öldüğü zaman ameli kesilir. Ancak şu üç amel hariç: Kendisiyle faydalanılan ilim, kendisine dua eden salih evlât, kendisinden sonra devam eden sadaka."

Allah Tealâ daha sonra eserlerin yazılmasının sadece insanlara mah­sus olmadığını, bütün eşyayı içine aldığını bildirmek üzere şöyle buyurdu:

"Biz her şeyi apaçık bir kitapta sayıp tespit etmişizdir." Yani biz kul­ların amellerinden her şeyi ümmü'l-kitapta -varlıklarla ilgili her şeyin tes­cil edildiği Levh-i Mahfuz'da- tespit ve tescil ettik.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Onlar hakkındaki bilgi, Rabbimin nezdinde bir kitaptadır. Rabbim ne şaşırır, ne de unutur." (Taha, 20/52); "İnsanların dünyada yaptıkları her şey amel defterlerinde kayıtlıdır. Küçük-büyük hepsi satır satır yazılmıştır." (Kamer, 54/52-53). [1]



Kasaba (Antakya) Halkının Kıssası:


13-  Sen insanlara o kasaba halkının kıssasını misal ver: Bir zaman onlara elçiler gelmişti.

14- Biz onlara iki elçi göndermiştik e onlar ° elçileri yalanlamışlardı. Bunun üzerine biz de onları bir  üçüncüsüyle desteklemiştik. Elçiler  kasaba halkına: "Şüphesiz bizler  size gönderilen elçileriz." demişler-

 di.

15- OnLara §öyle cevap vermişlerdi: "Siz de ancak bizim gibi bir  beşersiniz. Rahman olan Allah  hiçbir şey indirmemiştir. Siz sadece  yalan söylüyorsunuz." 

16-  Elçiler de şöyle demişlerdi:  "Rabbimiz biliyor ki, gerçekten biz- jer sıze gönderilmiş elçileriz.

17- Bİ2İm Ü zerimize düşen açıkça  tebliğ etmektir."

18- Kasaba halkı şöyle demişlerdi:  BİZ sizinle uğursuzluğa düştük.  Yemin olsun ki eğer vazgeçmez-

sen taşlarız ve bizden size can yakıcı bir azap dokunur."

19" Elçiler de şöyle demişlerdi:  "Uğursuzluk sizin kendinizdedir.z nak hatırlatıldığı için mi bize tehditler savuruyorsunuz? Doğrusu siz haddi aşan bir kavimsiniz."

20- Şehrin öbür ucundan bir adam koşarak gelmiş ve şöyle demişti: "Ey kavmim! Size gönderilen elçilere uyun."

21- "Sizden hiçbir ücret istemeyen ve doğru yolda olanlara uyun."

22- "Ben beni yoktan varedene nasıl ibadet etmeyeyim? Oysa siz de O'na dön­dürüleceksiniz."

23- "Allah'tan başka ilahlar mı edineyim? Rahman olan Allah bana bir zarar vermek dilediğinde o ilahların yardımları bana bir fayda vermez. Onlar beni kurtaramazlar da."

24- "O takdirde ben apaçık bir sapıklık içinde olurum."

25- "Şüphesiz ben Rabbinize iman ettim. Beni dinleyin."

26-27- (Davetinin mükâfatı olarak) Ona: Gir Cennet'e, denildi. O da: "Keşke kavmim Rabbimin beni bağışladığını ve beni ikram edilenlerden kıldığını bil­se." dedi. 



Açıklaması:


"Sen insanlara o kasaba halkının kıssasını misal ver: Bir zaman on­lara elçiler gelmişti."

Ya Muhammed! Seni yalanlayan kavmine aşırılık, inatçılık ve inkar­cılıkta Antakya kasabası halkının kıssasını örnek ver.

Allah, Antakya kasabasında Hz. İsa (a.s.)'m ashabı olan havarilerden üçünü göndermiş, Kureyş'in inat ederek yalanlamaları gibi Antakya halkı bu elçileri yalanlamışlar, bu her iki grup da yalanlamakta ısrar etmişlerdi.

Ayette geçen kasaba (karye) bütün müfessirlerin görüşüne göre An­takya'dır. Elçiler (mürselûn) ise İbni Abbas ve pek çok müfessirin görüşüne göre Hz. İsa (a.s.)'m ashabı olup Cenab-ı Hak onları dini uygulamak üzere göndermiştir.

Cenab-ı Hak daha sonra bu elçilerin sayısını belirtmek üzere şöyle buyurdu: "Biz onlara iki elçi göndermiştik de onlar o elçileri yalanlamışlar­dı. Bunun üzerine biz de onları bir üçüncüsüyle desteklemiştik. Elçiler kasaba halkına: Şüphesiz bizler size gönderilen elçileriz, demişlerdi." Yani biz onlara iki elçi göndermiştik. Onları Hz. İsa (a.s.), Allah Tealâ'nm emriyle göndermişti. Kavmi risalet konusunda bu iki elçiyi derhal yalan­ladılar. Biz de bunları üçüncü bir elçiyle te'yid edip takviye etmiştik. Onlar bu kasaba halkına: Şüphesiz bizler size, sizi yaratan Rabbiniz tarafından, sadece hiçbir ortağı olmayan Allah'a ibadet etmeniz ve putlara tapınmayı terketmeniz için gönderilen elçileriz, dediler.

Bu ilk iki elçi Yuhanna ve Polus olup üçüncü elçi ve Şem'un idi. Bir görüşe göre üçüncü elçinin ismi Polus idi.

Antakya kasabası halkı diğer ümmetler gibi elçilerin beşer oluşu bahanesine sarıldılar. Cenab-ı Hak bu durumu şöyle beyan etmektedir:

"Onlar da şöyle demişlerdi: Siz de, ancak bizim gibi bir beşersiniz. Rahman olan Allah hiçbir şey indirmemiştir. Siz sadece yalan söylüyor­sunuz. "

Kasaba halkı üç elçiye şöyle dediler: Siz de bizim gibi beşersiniz, yemek yiyorsunuz, çarşılarda dolaşıyorsunuz. Sizin bizden farklı bir özel­liğiniz yok. Rahman olan Allah size iddia ettiğiniz gibi ne bir risalet, ne de kitap indirmiştir. Bunu sizden başka rasuller ve onlara tâbi olanlar da id­dia etmektedir. Siz bu iddia ettiğiniz risalette sadece yalancısınız.

Onların "Rahman olan Allah hiçbir şey indirmemiştir." ifadeleri Al­lah'ın varlığını itiraf ettiklerinin delilidir. Fakat onlar risaleti inkâr etmekte ve putlara, Allah'la arasında vasıta -şefaat vesilesi- olarak tapmaktadırlar.

Bu şüphe, Hakk'ı yalanlayan pek çok ümmetin şüphesidir. Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette onların durumunu şöyle bildirmektedir: "Bunun sebebi şudur: Onlara peygamberleri apaçık mucizeler getiriyordu. Onlar da: Bizi bir insan mı doğru yola iletecek? diyorlardı." (Tegabün, 64/6). Yani buna hayret etmiş ve bunu inkâr etmişlerdi. Bu konuda bir baş­ka ayet de şu şekildedir: "Kavimleri peygamberlerine şöyle dediler: Siz de bizim gibi insandan başka bir şey değilsiniz. Davet ettiğiniz şeylerle bizi atalarımızın taptıklarından uzaklaştırmak istiyorsunuz. Bize apaçık bir delil getirin." (İbrahim, 14/10).

Elçiler de: "Rabbimiz biliyor ki, gerçekten bizler size gönderilmiş el­çileriz, dediler." Yani üç elçi kasaba halkına şöyle cevap verdiler: Allah biliyor ki biz Allah'ın size gönderdiği elçileriyiz. Biz onun adına yalan söy­leyen kişiler olsaydık, O bizden son derece şiddetli bir şekilde intikam alır­dı. Halbuki Allah bizi üstün kılacak ve bize destek verecektir. Ve siz en güzel akıbetin kimin olacağını gayet iyi bileceksiniz.

Nitekim bir ayette şöyle buyurulmaktadır: "Sen onlara şöyle de: "Benimle sizin aranızda şahit olarak Allah yeter. O göklerde ve yerdekileri bilir. Batıla inanıp Allah'ı inkâr edenler, işte onlar hüsrana uğrayacakların ta kendileridir." (Ankebut, 29/52).

Elçiler daha sonra görevlerini şöyle belirttiler: "Bizim üzerimize düşen açıkça tebliğ etmektir." Yani bizim üzerimize düşen görev, sizi gönderil­memizin sebebi olan ilahî mesajı tebliğ etmektir. Bizim üzerimize ilahî mesajı açık bir şekilde tebliğ etmek vaciptir. Siz buna icabet ederseniz, iki cihanın saadetine nail olursunuz. Eğer icabet etmezseniz, yalanlamanızın sonucunu öğreneceksiniz.

Bunun üzerine "kasaba halkı şöyle demişlerdi: Biz sizinle uğursuzluğa düştük. Yemin olsun ki eğer vazgeçmezseniz sizi taşlarız ve bizden size can yakıcı bir azap dokunur." Kasaba halkı elçilere: Biz sizin sebebinizle uğur­suzluk bulduk. Hayatımızda sizin yüzünüzden hayır bulamadık. Siz bizi böldünüz ve aramızda ihtilâf çıkardınız. Eğer bu daveti terketmez ve bu sözden yüzçevirmezseniz, sizi taşlarız. Bizden size acıklı bir azap ve şiddet­li bir ceza isabet eder.

"Ve-leyemessenneküm" ifadesi taşlamanın durumunu beyan etmek­tedir. Yani bu taşlama bir-iki taşla yapılan bir taşlama olmayacaktır, bilakis biz öldürünceye kadar buna devam edeceğiz. Bu can yakıcı bir iş­kencedir. Bazıları buradaki "Vav"ın "veyahut" anlamında olduğu görüşün­dedir. Bundan murad şudur: Ya sizi öldüreceğiz, yahut hapsedeceğiz ve hapishanelerde size işkence yapacağız.

"Elçiler de şöyle demişlerdi: Uğursuzluk sizin kendinizdedir. Siz hak hatırlatıldığı için mi bize tehditler savuruyorsunuz? Doğrusu siz haddi aşan bir kavimsiniz."

Yani elçiler kasaba halkına şöyle demişlerdi: Sizin uğursuzluğunuz, kendinizden dolayıdır. Dolayısıyla uğursuzluğun sebebi sizin yalanlamanız ve inkâr etmenizdir, yoksa biz değiliz. Size uyarıda bulunduğumuz ve size Allah'ın birliğini ve sadece Allah'a kullukta bulunmayı emrettiğimiz için mi bizim sizin için uğursuz olduğumuzu iddia ettiniz, bizi tehdit ettiniz. Hayır, gerçek şudur ki siz hakka aykırı davranmakta haddi aşan, sapıklık­ta ileri giden bir kavimsiniz. Sapıklık ve inatçılıkta devam ettiniz.

Bu tavır Firavun kavminin tavrına benzemektedir: "Onlara iyilik ve bolluk geldiği zaman: Bu bize aittir, derler. Bir kötülüğe uğradıkları zaman da, bunu Musa ve beraberindekilerin uğursuzluklarına yorarlar. İyi bilin ki, onların uğursuz saydıkları şey, Allah katındadır." (A'raf, 7/131).

Yine bu tavır Salih (a.s.) kavminin tavrının da benzeridir: "Kavmi -Salih'e-:" Senin ve beraberindekilerin yüzünden uğursuzluğa uğradık." dediler. Salih de: "Uğursuzluğunuzun sebebi Allah nezdindedir." dedi." (Nemi, 27/47).

Cenab-ı Hak daha sonra elçilerini bir yardımcı ile destekledi: "Şehrin öbür ucundan bir adam koşarak gelmiş ve şöyle demişti: Ey kavmim! Size gönderilen elçilere uyun. Sizden hiçbir ücret istemeyen ve doğru yolda olan­lara uyun."

Şehrin en uzak tarafından Habib Neccar adındaki bir davetçi, elçilerin haberini işitince koşarak gelmiş ve kavmine şu nasihatte bulunmuştu: Ey kavmim! Sizi sapıklıktan kurtarmak için gelen Allah'ın elçilerine uyun. Onlar size yaptıkları davetlerinde samimidirler. Onlar bu ilâhî mesajı teb­liğ uğrunda hiçbir maddi karşılık beklememektedirler. Sizi davet ettikleri hiçbir ortağı bulunmayan ve tek olan Allah'a ibadet etme hususunda hak ve hidayet metodu üzerindedirler.

Bu davetçi kendisi için arzu ettiği şeyleri onlar için de arzu ettiğini açıkladı:

"Ben beni yoktan var edene nasıl ibadet etmeyeyim? Oysa siz de O'na döndürüleceksiniz." Sadece, beni yaratana ibadette bulunmaya ne engel olabilir. Kıyamet günü dönüş ve varış yalnız O'nadır. O, amellerinize göre hayırsa hayır, serse şer size karşılık verecektir.

Bu ifadede Allah'a kullukta bulunma teşvik edilmekte ve O'nun azabından sakmdırılmaktadır.

Davetçi, daha sonra kendi yolunun doğruluğunu ve putlara tap­malarından dolayı onların yolunun yanlışlığını bir kez daha vurgulamak üzere şöyle demişti:

"Allah'tan başka ilahlar mı edineyim? Rahman olan Allah bana bir zarar vermek dilediğinde o ilahların yardımları bana bir fayda vermez. On­lar beni kurtaramazlar da."'

Bu inkâr, azarlama ve ihtar şeklindeki bir soru olup bununla şu mana kastedilmektedir: Allah'tan başka asla ilâh edinmeyeceğim. İbadete lâyık olan Allah'a ibadet etmeyi bırakıp sahte tanrılara ibadet etmeyeceğim. Beni yoktan var edip yaratan O'dur. Zira Rahman bana bir kötülük yap­mayı murad etse, bu taptığınız putların şefaati bana fayda vermez ve beni kötülük uçurumundan kurtarmaz. Çünkü onlar hiçbir şeye mâlik değiller­dir. Ne zararı ortadan kaldırabilir, ne de engelleyebilirler. Ne fayda temin edebilir, ne de herhangi bir kimseyi içinde bulunduğu durumdan kur­tarabilirler.

"O takdirde ben apaçık bir sapıklık içinde olurum." Yani ben Allah'ı bırakıp bu putları tanrı edinirsem, şüphesiz ki ben gerçekte ve hakikatte apaçık bir hata, büyük bir bilgisizlik ve haktan sapma içine düşmüş olu­rum.

Bu ifade onlara yapılan bir tarizdir. Cenab-ı Hak daha sonra hiçbir kuşku bulunmayan açık bir ifadeyle onun mümin olduğunu belirtmek üzere peygamberlerine hitap ederek şöyle buyurdu:

"Şüphesiz ben Rabbinize iman ettim. Beni dinleyin." Ben, beni sizi gönderen Rabbinizi tasdik ettim. O'nun nezdinde benim için buna şahid olun.

İbni Abbas, Ka'b ve Vehb (r.a.)'den rivayet olunduğuna göre o elçi bunu söyleyince hep birden onun üzerine saldırıp onu öldürdüler. Ona en­gel olacak hiçbir kimse yoktu. Katade diyor ki: Onu taşlamaya başladık­larında o şöyle diyordu: "Allahım! Kavmime doğru yolu göster, çünkü onlar bilmiyorlar." Onlar elçi ölünceye kadar taşlamaya devam ettiler.

Elçinin onların hidayetini arzu etmesinin alâmeti şu idi: "Ona: "Gir cennete." denildi. O da: "Keşke kavmim Rabbimin beni bağışladığını ve beni ikram edilenlerden kıldığını bilse." dedi." Yani Allah elçi öldürüldük­ten sonra ona değer vermek üzere: Hakk'ı tebliğ etme yolunda şehid ol­duğu için cennete gir, der. O da cennete girip orada rızıklanır. Cennet nimetlerini görünce şöyle der:

Keşke kavmim benim son durumumu, iyi halimi ve güzel akıbetimi bilse, dolayısıyla benim iman ettiğim gibi iman etse ve benim içinde bulun­duğum nimete onlar da nail olsa! Keşke onlar günahlarımın bağışlanması ve beni Rablerinin kendilerine lütfettiği bol sevap ve umumi ihsana lâyık olan Allah'a yakın, değerli şehitler zümresine katması şeklinde Allah'ın bana verdiği lütufları bilseler!

İhlaslı müminin durumu daima böyledir. O bütün insanlar için hayır ister. Katade diyor ki: Mümini daima hayrı isteyen kişi olarak bulursun. Onu hilekâr olarak göremezsin. [2]



"Şehir Halkı" Kıssasının Devamı, Peygamberleri Yalanlayanların Cezalandırılması:


28- Ondan sonra kavminin üzerine gökten hiçbir ordu indirmedik, in­diriciler de değildik.

29- Sadece   bir tek sayha, o kadar. Hemen sönüp gittiler.

30- Ey kulların üzerine çöken bü­yük hasret ve pişmanlık, hazır ol! Onlar kendilerine hangi elçi gelse onu alaya alıyorlardı.

31- Kendilerinden önce nice nesille­ri helak ettiğimizi, onların bir daha kendilerine dönmediklerini gör­mezler mi?

32- Onların hepsi toptan huzurumu­za muhakkak getirileceklerdir.



Açıklaması:


"Ondan sonra kavminin üzerine gökten hiçbir ordu indirmedik, indiri­ciler de değildik." Yani mümin olan Habîbu'n-Neccâr'ın kavmi üzerine onu öldürmelerinden sonra kendilerini Allah'a imana davet için meleklerden bir ordu indirmedik; buna ihtiyacımız da yoktu. Bilakis bizim için bu mese­le, böyle bir ordu indirmekten daha hafif ve basitti; onları orduyla değil, sayha ile helak etmek suretiyle takdirimiz gerçekleşmişti.

Onlann bu şekilde helak edilmesi, kendilerini tahkir içindir. Zira gök­ten melekler indirmek, çok önemli işlere mahsustur. Onları helak etmek için ise gökten indirilecek bir orduya hacet yoktu. Bilakis biz onları bir tek sayha ile helak ettik.

Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Sadece bir tek sayha, o ka­dar. Hemen sönüp gittiler." Yani onların helak edilmesi, sadece Cebrail'in bir sayhası ile oldu. O sayha ile helak oldular. Onlann yakalanması yahut cezası sadece bir tek sayha ile olmuştu.

Buradaki "bir tek" ifadesi tekit içindir. Çünkü söz konusu azap Allah indinde basittir. "Hemen sönüp gittiler" ifadesinde, helakin süratli bir şe­kilde gerçekleştiğine işaret vardır.

"Ey kulların üzerine çöken büyük hasret ve pişmanlık, hazır ol! Onlar kendilerine hangi elçi gelse onu alaya alıyorlardı." Yani Ey peygamberleri yalanlayan kimseler! Tevhide, hakka ve hayra çağıran hiçbir peygamber gelmemiştir ki kendisiyle alay edilmesin, söyledikleri yalanlanmasın ve getirdiği hak din inkâr edilmesin. İşte bu sebeple acıklı bir hasret çekin ve yaptıklarınıza pişman olun!

"Ey kulların üzerine çöken büyük hasret ve pişmanlık, hazır ol!" Yani şimdi peygamberleri yalanlayanlar için hasret vaktidir. Onların hasret çekmelerinin sebebi, kendileriyle aynı tavır içinde olan geçmiş ümmetlerin başına gelenlerden ibret almamalarıdır. Esasen burada gerçek manada hasret çekme söz konusu değildir. Zira burada zamanın, hasreti isteme za­manı olduğu beyan edilmek istenmektedir. Çünkü azapla karşı karşıya kalındığında pişmanlık duygusu ortaya çıkmıştır. Buradaki hasretin, kâfir­ler tarafından peygamberler yalanlandığında meleklerin, kâfirlerin bu du­rumuna hayıflanıp ah-vah etmesi olduğu da söylenmiştir.

Daha sonra Yüce Allah hal-i hazırdaki ve gelecekteki nesilleri uyar­makta ve şöyle buyurmaktadır:

"Kendilerinden önce nice nesilleri helak ettiğimizi, onların bir daha kendilerine dönmediklerini görmezler mi?" Yani kendilerinden önce yaşa­mış olan ve peygamberleri yalanlayan Âd ve Semûd gibi, Allah'ın helak et­tiği kavimlerin durumundan ve onların artık dünyaya dönemeyecek olma­sından ibret almazlar mı? Burada, öldükten sonra dünyaya, daha önce ya­şadıkları gibi tekrar döneceklerine bilgisizce inanan Dehrî (yani tanrıtanı­maz, ateist)'lerin iddiaları da reddedilmektedir. Nitekim Yüce Allah onla­rın şöyle dediklerini hikâye etmektedir: "Dediler ki: Ne varsa dünya haya­tımızdır. Başka birşey yoktur. Ölürüz, yaşarız. Bizi zamandan başkası he­lak etmiyor." (Câsiye, 45/24).

Daha sonra Yüce Allah yine onlara, dünya azabından sonra ahirette de hesap ve ceza olduğunu öğretmekte ve şöyle buyurmaktadır: "Onların hepsi toptan huzurumuza muhakkak getirileceklerdir." Yani geçmiş ve gele­cek ümmetlerin tümü kıyamet günü hesap için Yüce Allah'ın huzuruna ge­tirilecekler ve Yüce Allah onlara, hayrıyla şerriyle bütün amellerinin karşı­lığını verecektir. Bu ayet, Yüce Allah'ın şu kavl-i ilâhisi gibidir: "Şüphesiz Rabbin, herbirinin amellerinin karşılığını tam olarak verecektir." (Hûd, 11/111).

Bu ayet, Allah'ın bu dünyada helak ettiği kimselerin yakasını bırak­mayacağının, dünya hayatından sonra da onların Yüce Allah'ın huzurunda toplanıp hesap vereceklerinin ve cezaya çarptırılacaklarının delilidir. Şayet Yüce Allah bu dünyada helak ettiği kimselerin yakasını bıraksaydı, şairin de dediği gibi ölüm onlar için bir rahatlık ve kurtuluş olurdu:

"Kurtulsaydı yakamız öldüğümüzde şayet Öldüğü an ererdi rahata her zî-hayat. Gel gör ki öleceğiz, tekrar dirileceğiz Ve sonra her şey için bir hesap vereceğiz." [3]



İlahi Kudretin, Öldükten Sonra Dirilme Ve Diğer Bazı Konulardaki Delilleri:


33- Ölü toprak onlar için bir ayettir: Biz onu dirilttik, ondan tane çıkar­dık da ondan yiyorlar.

34- Orada hurma ve üzüm bahçeleri  yarattık. Orada çeşmeler akıttık. onun ürününden ve kendi el- lerinin   emeğinden   yesinler.   Hâlâ şükretmiyorlar mı?

36- Yerin bitirmekte olduğu şeylerden, kendilerinden ve bilmedikleri  daha nice şeylerden bütün çiftleri  yaratan o Allah ne yücedir!

37- Gece de onlar için bir ayettir.  Biz ondan gündüzü sıyırıp çıkarırız Bir de bakarlar ki karanhkta

38- Güneş de kendi karargâhında akıp gitmektedir. Bu, mutlak galip ve her şeyi hakkıyla bilen Allah'ın takdiridir.

39- Aya da konaklar tayin ettik. Ni­hayet o, eski urcun haline döner.

40- Ne aya erişmek güneşe düşer, ne de gece gündüzün önüne geçebilir. Hepsi bir felekte yüzmektedirler.

41- Onlar için bir ayet de, onların zürriyetini o  dopdolu  gemide taşı­mış olmamız

42- ve kendilerine binecekleri bu­nun gibi nice şeyleri yaratmış bu-lunmamızdır.

43- Dilesek onları suda boğarız, ne kendilerine imdat eden bulunur, ne de kur­tarılırlar.

44- Ancak bizden bir rahmet ve bir süreye kadar yaşatma müstesnadır. 



Açıklaması:


"Ölü toprak onlar için bir ayettir: Biz onu dirilttik, ondan tane çıkardık da ondan yiyorlar" Yani Allah'ın varlığına ve ölüleri diriltip onlara hayat verecek kudrete sahip bulunduğuna delâlet eden alâmetlerden biri de üze­rinde bitki bulunmayan kupkuru toprağı, üzerine yağmur yağdırarak yeni­den canlandırması ve onu üzerindeki muhtelif renk ve şekillerdeki bitkiler­le adeta dalgalanıp sallanır hale getirmesi; ondan, kulların ve onların hay­vanlarının rızkı olan taneyi çıkarmasıdır ki, bu tane, yenen şeylerin büyük çoğunluğunun aslı ve hayatın ve geçimin kendisiyle idame ettirildiği temel maddedir. İşte ölüleri de tıpkı ölü toprağa hayat verdiğimiz gibi diriltiriz.

"Orada hurma ve üzüm bahçeleri yarattık. Orada çeşmeler akıttık" Ya­ni canlandırdığımız yeryüzünde, incir, üzüm vs. ağaçlarıyla bezeli bahçeler var ettik; orada çeşitli yerlere dağılıp giden nehirler akıttık.

Diğer meyveler arasında hurma ve üzüm kelimelerinin müzekker (eril) kalıplarla ifade edilmesinin sebebi şudur: Yiyeceklerin en lezzetlileri, tatlı olanlardır ve zikredilen meyveler de en tatlı yiyeceklerdir. Çünkü hur­ma ve üzüm, diğerlerinin aksine hem gıda, hem de meyvedir, ayrıca fayda­ları en çok olan yiyeceklerdir.

"Ki onun ürününden ve kendi ellerinin emeğinden yesinler. Hâlâ şük­retmiyorlar mı?" Yani tanelerin ve bahçelerin yaratılmasıyla amaçlanan, insanların, hem hurma ve üzümlerin mezkûr ürününden yemesi, hem de kendi ellerinin emeğiyle diktikleri fidanlardan, ektikleri ekinlerden, tane ve ürünlerden elde ettikleri içecek ve yiyeceklerden faydalanmasıdır. Bütün bunlar, onların kudret ve kuvvetleriyle olan şeyler olmayıp, sadece Yü­ce Allah'ın onlara bir rahmetidir. Öyleyse onlar, kendilerine ihsan ettiği hadsiz hesapsız bu nimetlere karşılık Yüce Allah'a şükretseler ya! Bu ifa­de, terkini kınama tarzında gelen bir şükür emridir.

Bu ayetteki "ürününden" kelimesi, daha önce zikredilen "hurma ve üzüm bahçeleri"ne aittir. Râzî şöyle demiştir: "Meşhur olan görüşe göre bu kelime Allah'a racidir." "... ve kendi ellerinin emeği" ifadesi ise Râzî'ye göre ziraat ve ticareti kapsar.

Yüce Allah onlara şükretmelerini emir buyurduğuna göre Allah'a şü­kür ibadetle yapılır. Yüce Allah onların, kendisine ibadeti terketmekle kal­mayıp, başkalarına kulluk ettikleri ve şirke düştükleri konusunda uyarıda bulunmakta ve şöyle buyurmaktadır:

"Yerin bitirmekte olduğu şeylerden, kendilerinden ve bilmedikleri daha nice şeylerden bütün çiftleri yaratan o Allah ne yücedir!" Yani muhtelif renk, tat ve şekillerde çeşit çeşit ve sınıf sınıf ekin, ürün ve bitkiyi, "her şeyden iki çift yarattık; olur ki inceden inceye düşünürsünüz diye" (Zâriyât, 51/49) bu­yurduğu gibi nefislerden erkek ve dişiyi, "ve sizin bilmediğiniz daha nice şeyler yaratmaktadır" (Nahl, 16/8) buyurduğu gibi onların bilmediği daha pekçok mahlukâtı yaratan Allah, ortağı bulunmaktan münezzehtir.

Özetle şu insan, hayvan ve bitkilerden oluşan büyük mahlukâtın ve daha bilmediğimiz şeylerin yaratıcısı olan Allah, ortağı ve benzeri bulun­maktan münezzehtir. Daha önceki ayette şükür emredildiği gibi, bu ayette de, Yüce Allah'ın, lâyıkı olmayan şeylerden tenzih edilmesi emir buyurul-maktadır...

Mekân planında öldükten sonra dirilmenin ve hasrın imkân dahilinde olduğuna yeryüzünün ahvali ile delil getirdikten sonra Yüce Allah, zaman­ların ahvalinden de dört delil zikretmektedir:

1- "Gece de onlar için bir ayettir. Biz ondan gündüzü sıyırıp çıkarırız. Bir de bakarlar ki karanlıkta kalıvermişler." Yani Yüce Allah'ın azametli kudretinin delillerinden biri de, gece ile gündüzün yaratılması, bu ikisinin hiç şaşmadan ardarda gelmesi, gündüzü geceden sıyırıp çıkarması ve böy­lece ışığı getirip karanlığı gidermesi, geceyi de gündüzden sıyırıp çıkarması ve bu suretle mahlukâtın karanlıkta kalması ve ışığı gidermesi, bunların birbirini takip etmesi ve birinin gelmesiyle diğerinin gitmesi, keza öbürü­nün gelmesiyle bunun gitmesidir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmakta­dır: "Geceyi, onu durmadan kovalayan gündüze bürüyüp örter." (A'râf, 7/54). Bu, yeryüzünün, kendi ekseni etrafından batıdan doğuya dönmesi­nin sonucudur. Böylece güneş, yerkürenin bir yarısında doğarken, diğer ya­rısında kaybolur. Karanlık ve aydınlığın herbirinde bir fayda ve hayır var­dır. Zira gece olunca iş-güç terkedilir ve insanlar, gündüzün yorgunluğunu atmak için istirahata ve sükûnete çekilir. Aydınlıkta ise rızık kazanmanın verdiği fayda, lezzet, hareket ve iş vardır.

"Bir de bakarlar ki karanlıkta kalıvermişler." Yani karanlığa girmişler. Buradaki "ve izâ" ifadesi, birdenbire olmayı anlatır. Yani onlar ansızın ve birdenbire karanlığa girerler. Artık yapabilecekleri hiçbirşey yoktur, kaçı­nılmaz olarak karanlığa girerler.

2- "Güneş de kendi karargâhında akıp gitmektedir. Bu, mutlak galip ve her şeyi hakkıyla bilen Allah'ın takdiridir." Yani Yüce Allah'ın kudretine delâlet eden müstakil alâmetlerden biri de güneşin, kendi karargâhında, yörüngesinin sonuna kadar dönmesidir. Bu dönüş, her şey üzerine kahir ve galip olan ve ilmi her şeyi kuşatmış bulunan Yüce Allah'ın takdiridir.

Burada geçen "müstekarr"(karargâh) kelimesi hakkında müfessirlere ait iki görüş vardır:

a) Bu kelimeden murat, güneşin mekân olarak karar kıldığı yerdir. Bu­rası, Arş'm altıdır ki, o tarafta dünyadan hemen sonra gelen kısımdır. Nere­de olursa olsun gerek güneş, gerekse bütün mahlukât Arş'ın altındadır.

b) Bu kelimeden murat, güneşin zaman olarak karar kılacağı andır ki, seyrinin sonudur. Bu da kıyamet günüdür.[4]

Astronomi bilginleri, dünyanın, güneş etrafını yılda bir kere dolanma­sı sebebiyle güneşin, yıldızların ortasındaki görünür dönüşüne ilâve bir ha­reket daha olduğunu ispat etmişlerdir.

Güneşin bundan başka iki hareketi daha vardır: Biri, takriben yirmi altı günde bir kendi ekseni etrafında dönmesi, diğeri de gezegen uydularıy­la birlikte saniyede yaklaşık ikiyüz mil hızla yıldız sisteminin merkezi et­rafında dönmesi. Müstekarr, güneşin bu ilk hareketi esas alındığında bil­ginlere göre güneşin sabit ekseni, ikinci hareketi esas alındığında ise bü­tün yıldız sisteminin merkezidir.

3- "Aya da konaklar tayin ettik. Nihayet o, eski urcun haline döner." Yani Allah, ay için de menziller takdir etmiştir ki ay bu menzillerde güne-şinkinden başka bir seyirle seyreder. Bunlar, yukarıda zikrettiğimiz 28 menzildir. Ay, her gece bu menzillerden birine günde 13 derecelik bir sap­mayla varır. Sonra eğer ay 30 gün ise iki gece görünmez. Şayet ay 29 gün ise bir gece görünmez. Ay bu menzillerden sonuncusuna geldiği zaman in­celir, küçülür, sararır ve yay halini alır. Sonra da ilk menzile döner. Niha­yet eski urcun gibi olur. "Urcun", üzerinde hurma bulunan daldır ki sarı ve enli olup, insanlar tarafından bükülür ve üzerindeki hurma salkımları ko-parılır. Kendisi de hurma ağacının gövdesi üzerinde kuru olarak kalır.

Güneşin hareketleri sayesinde gece ve gündüz bilindiği gibi, ayın men-zilleriyle de senenin aylarının gidişatı hakkında fikir yürütülür. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Sana yeni doğan ayları sorarlar. De ki:

Onlar insanlar ve hacc için vakit ölçüleridir" (Bakara, 2/189); "Güneşi ışık, ayı nur yapan, yılların sayısını ve hesabını bilmeniz için ona menziller ta­yin eden O'dur" (Yûnus, 10/5); "Biz geceyi ve gündüzü birer ayet olarak ya­rattık. Nitekim, Rabbinizin nimetlerini araştırmanız, ayrıca, yılların sayı ve kasabını bilmeniz için gecenin karanlığını silip aydınlatan gündüzün aydınlığını getirdik. İşte biz her şeyi açık açık anlattık. " (İsrâ, 17/12).

Güneş hergün doğar ve günün sonunda batar. Fakat doğuş ve batış yerleri yazın ve kışın değişir, bir noktadan diğerine intikal eder. Bu sebeple gündüz uzar, gece kısalır, sonra gece uzar, gündüz kısalır. Aya gelince, ona da menziller tayin buyurmuştur. Ayın ilk gecesinde zayıf ve az ışıklı olarak doğar. Sonra ikinci gece ışığı artar ve gökyüzündeki konumu yükselir. Son­raki her yükselişinde güneşten aldığı ışıkla daha parlak ve aydınlık olur. Nihayet 14. gecede en ışıklı ve yuvarlak haline ulaşır. Sonra ayın sonuna doğru noksanlaşmaya başlar ve nihayet eski urcun gibi olur.

Astronomi bilginleri, ayın yörüngesi çevresindeki yıldızları 28 gruba ayırmışlardır ki bunlara ayın menzilleri denir. Araplar, yağmur yağıp yağ­mayacağını bunlarla anlarlar ve gezegenlerin yerlerini -ki güneş de bun­ lardandır- bunlardan hareketle tespit ederlerdi.

4- "Ne aya erişmek güneşe düşer, ne de gece gündüzün önüne geçebilir. Hepsi bir felekte yüzmektedirler." Yani ne güneş, ne de ay için birbirlerine ka­vuşmak doğru ve kolaydır. Çünkü bunlardan her biri için müstakil bir yö­rünge vardır ve onlardan hiçbiri, bu yörüngesindeyken diğeriyle bir araya gelmez. Güneş, bir günde 1 derece, ay ise günde 13 derece miktarı yol alır.

Gecenin ayeti olan ay, gündüzün ayeti olan güneşi geçemez. Çünkü bunların herbirinin zamanı farklıdır. Güneşin alanı ve zamanı gündüz iken, ayın zamanı gecedir.

Güneş, ay ve dünya, tıpkı balığın suda yüzmesi gibi gökyüzündeki kendi feleklerinde yüzer ve dönerler. Güneş, yarıçapı 93 milyon mil olan kendi yörüngesinde seyreder ve dönüşünü 1 yılda tamamlar. Ay, her ay dünyanın etrafında yarıçapı 24 bin mil olan yörüngesinde döner. Dünya ise güneşin çevresini bir yılda dönerken, kendi etrafında da bir gün ve bir ge­cede döner.

Bu, Yüce Allah'ın, güneş, ay ve dünyanın herbiri için, üzerinde dön­dükleri müstakil bir yörünge tayin ettiğinin delilidir. Güneş ile ayın hiçbiri diğerinin ışığını engellemez. Güneş ve ay tutulmasında meydana gelen na­dir durumlar bunun istisnasıdır.

Böylece mekân ile ilgili -ki o yeryüzüdür- delil ile yukarıda verdiği­miz dört zaman ile ilgili delili zikrettikten sonra Yüce Allah, kudretini gös­teren bir başka delil daha getirmektedir. Bu delil, insanın, tıpkı karada yü­rüdüğü gibi denizde de yürütülmesidir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyuruyor: "... ve onları karada ve denizde taşıdık" (İsrâ, 17/70). Bu manada, üze­rinde durduğumuz surede de şöyle buyurmaktadır:

"Onlar için bir ayet de, onların zürriyetini o dopdolu gemide taşımış ol­mamızdır." Yani Yüce Allah'ın kudret ve rahmetinin delillerinden biri de, denizin, zürriyetin gemi ve taşıtlarını taşımaya amade kılınmasıdır. Bura­daki "zürriyef'ten kasıt, azık ve maişet temin edecek şeyleri çoğaltmak için bir memleketten diğerine naklettikleri mallarla dolu olan gemilerdeki ev­lâtlardır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kudret delillerinden bir kısmını size göstermek için Allah'ın nimetiyle gemilerin denizde akıp gittiğini görmedin mi? Şüphesiz bunda, çok sabreden, çok şükreden herkes için ibretler vardır." (Lokman, 31/31).

Buradaki "zürriyef'in, Hz. Nuh (a.s.)'un gemisinde taşınanlar olduğu söylenmiştir. Bu gemi, çeşitli mal ve eşyalar ile Yüce Allah'ın, mahlukâtm so­yunu korumak amacıyla taşınmasını emir buyurduğu -her türden bir erkek ve bir dişi olmak üzere ikişer eşten oluşan- hayvanlarla dolu bulunuyordu.

Şu halde bu ayetin anlamı şöyle olur: Allah, onların baba ve dedelerini Hz. Nuh'un gemisinde taşıdı.

"ve kendilerine binecekleri bunun gibi nice şeyleri yaratmış bulunma-mızdır." Yani insanlar için, o gemiler misali kara gemileri olan develer ya­rattık. Zira insanlar bu develer üzerine hem yük ve eşya yüklerler, hem de kendileri binerler.

Ancak Razi, ekseri müfessirlerin görüşüne göre bu ayetteki "mislihî: bunun gibi" kelimesindeki zamirin "gemiler" kelimesine raci olduğunu söy­lemiştir. Yani kendilerine, binecekleri o gemiler gibi daha başka çeşit çeşit gemiler yaratmış bulunmamızdır. Bu durumda söz konusu ayet, "Ve daha başka çeşit çeşit azap vardır." (Sâd, 38/58) ayeti gibi olur. Bu görüşün kabul edilmesi halinde buradaki "fülk" kelimesinden maksat, develer değil, onla­rın zamanında mevcut bulunan başka gemilerdir. En açık anlam budur.

Bunu, buradaki "Dilesek onları suda boğarız" kavl-i ilâhisi de tayit et­mektedir. Eğer "fülk" kelimesiyle develer kastedilmiş olsaydı, "ve kendileri­ne binecekleri bunun gibi nice şeyleri yaratmış bulunmamızdır" ayeti, an­lamca birbirine bağlı iki ifadeyi birbirinden ayırmış olurdu.

Bir diğer ihtimal de söz konusu zamirin, malum fakat burada zikredil­memiş olan bir ifadeye raci olmasıdır. Bu durumda da ayetin takdiri anla­mı şöyle olur: Zikrettiğimiz mahlukât gibi.. Nitekim "Ki onun ürününden ... yesinler" ayetinde de aynı durum söz konusudur.[5]

Şu halde bu ayet kara taşıtları, tren ve uçaklar gibi modern her türlü taşıta da şamil olur. Bu ayetin bir benzeri de Yüce Allah'ın şu kavl-i ilâhi-sidir: "Hem binmeniz, hem de süs için atları, katırları, merkepleri yarattı ve sizin bilmediğiniz daha nice şeyler yaratmakadır." (Nahl, 16/8).

Yüce Allah'ın rahmet ve lütfunun bir delili de bu vasıtalara binenleri korumasıdır. Zira ayette "Dilesek onları suda boğarız, ne kendilerine imdat eden bulunur, ne de kurtarılırlar" buyurulmaktadır. Yani eğer onları, yük-leriyle birlikte suda boğmayı isteseydik, o durumda onların imdadına gele­cek veya kendilerini boğulmaktan kurtaracak kimse olmazdı ve onlar, baş­larına gelen o olaydan kurtarılmazlardı.

"Ancak bizden bir rahmet ve bir süreye kadar yaşatma müstesnadır." Bu ayette geçen "illâ rahmeten minnâ" ifadesindeki "illâ" harfi münkatı is­tisnadır. Bu ayetin takdiri anlamı da şöyledir: Ancak sizi, karada ve deniz­de rahmetimizle yürütüyor, boğulmaktan koruyor, belli bir süreye kadar selâmette tutuyor ve Yüce Allah katında malûm olan bir vakte, yani ölüme kadar sizi dünya hayatıyla nimetlendiriyoruz. [6]



Kafirlerin Allah'tan Sakınma, Allah'ın Mahlukâtına Karşı Şefkat Gösterme Ve Allah'ın Ayetleri Konusundaki Tutumları:


45- Onlara, "Sizden önce geçen ve ileride sizi bekleyen olaylardan sakının, umulur ki esirgenirsiniz."

 edendiği zaman (yüz çevirdiler).

46 onlara Rabblerinin ayetlerin- den bir ayet gelmeyedursun, ille de  ondan yuz çevirmişlerdir.

47- Onlara, "Allah'ın size rızık ola- rak verdiklerinden hayra sarfedin."  dendiğinde küfredenler, iman  edenlere şöyle dediler: "Allah'ın, dilediği takdirde yedireceği kimseye  biz mi yedireceğiz? Doğrusu siz apaçık bir sapıklık içindesiniz."



Açıklaması:


Yüce Allah bu ayetlerde, kâfirlerin azgınlık ve sapıklıklarında devam ettiklerini ve ne geçmişte işledikleri günahlardan, ne de kıyamet günü kar­şılaşacakları azaptan dolayı üzüntü ve endişe duyduklarını haber veriyor ve şöyle buyuruyor:

"Onlara, "Sizden önce geçen ve ileride sizi bekleyen olaylardan sakının, umulur ki esirgenirsiniz." dendiği zaman yüz çevirdiler." Yani Allah'ın ayet­lerinden yüz çeviren ve onları yalanlayan o kimselere, "Sizden önceki üm­metlerin başına gelen ve sizden önce yaşanan bela, afet ve dünya azabının benzerlerinin sizin de başınıza gelmesinden sakının ve ölünceye kadar küfiirde ısrar ettiğiniz takdirde, helak olduktan sonra gittiğiniz yerde karşıla­şacağınız ahiret azabından korkun. Umulur ki bundan sakınırsanız Allah da size merhamet eder, sizi azabından korur ve bağışlar." dendiği zaman yüz çevirdiler. Kendilerine "Sakının" dendiğinde sakınmadılar.

Onların yüz çevirmesi bu ayetle sınırlı da değildir. Aksine onlar her ayetten yüz çevirmişlerdir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyuyor:

"Onlara Rablerinin ayetlerinden bir ayet gelmeyedursun, ille de ondan yüz çevirmişlerdir" Yani o müşriklere, Allah'ın birliği ve peygamberlerin doğruluğu konusunda hiçbir ayet gelmemiştir ki, onların işi ondan yüz çe­virmek, onu kaale almamak, hakkında düşünmemek ve onunla menfaat-lenmemek olmasın. Çünkü onların düşünme ve -imana ve Hz. Peygamber (s.a.)'i tasdike götüren- akıl yürütme yeteneği atalete uğramıştır.

Onlar, Allah ve peygamberi hakkındaki kötü itikatları bir yana, Al­lah'ın yarattıklarına karşı şefkati de terketmişlerdir. Yüce Allah şöyle bu­yuruyor:

"Onlara, "Allah'ın size rızık olarak verdiklerinden hayra sarfedin" dendiğinde küfredenler, iman edenlere şöyle dediler: "Allah'ın, dilediği tak­dirde yedireceği kimseye biz mi yedireceğiz?" Yani onlardan sadaka verme­leri ve Allah'ın kendilerine verdiği rızıktan yoksullara ve ihtiyaç sahipleri­ne infak etmekle emrolundukları zaman müminlerle alay ederek ve büyük-lenerek onlara şöyle cevap verdiler: "Eğer Allah isteseydi, kendilerine in-fakta bulunmamızı isteyen şu kimseleri zengin eder ve onları rızkıyla do­yururdu. Dolayısıyla biz, Allah'ın onlar hakkındaki arzu ve iradesine uy­gun hareket ediyoruz."

Onların yürüttükleri bu mantık yanlış ve geçersizdi. Çünkü Yüce Al­lah bir kula bir mal verdiği, sonra da onun üzerine o malda bir hakkı ge­rekli kıldığı zaman, gerekli kıldığı o miktarı o kimseden çekip almış gibi olur. Dolayısıyla kâfirlerin söz konusu itirazının bir anlamı yoktur. Kâfir­ler, "Allah istese onları doyurur." şeklindeki sözleriyle doğruyu dile getir­mişler, ancak onlar bu sözü delil olarak ileri sürmekle yalana ve yanlışa kaymışlardır.

Buradaki, "Allah'ın size rızık olarak verdiklerinden" ifadesi, infaka teşviktir. Zira size rızık veren Allah'tır. Bu itibarla eğer infak ederseniz Al­lah sizi, daha önce rızıklandırdığı gibi ikinci kere de rızıklandırır.

Bu ifade aynı zamanda son derece kötü bir huy olan cimriliği de yer­mektedir. Zira cimrilerin en cimrisi, başkasının malında cimrilik gösteren kimsedir.

Bu ayette, Allah'ın yarattıklarına karşı şefkati terketmek de yerilmek­tedir.

Bütün bunların yanında kâfirler, kendilerine infakı emredenleri ayıp­lamış ve sapıklıkla itham etmişlerdir. Zira onlara verdikleri cevabın sonunda "Doğrusu siz, apaçık bir sapıklık içindesiniz." demişlerdir. Yani siz, bize infakı emreden sözünüzde ancak açık bir hata, doğru ve hak yoldan sapma içindesiniz.

Müşriklerin bu anlayışı yanlış ve hatalıdır. Çünkü Allah'ın hikmeti, insanların rızıkta farklı farklı olmasını gerektirir. Dilediği kimsenin rızkını daraltan, dilediği kimsenin rızkını da yayıp genişleten Odur: "Allah kulla­rına rızkı bollaştırsaydı yeryüzünde azarlardı. Fakat O, rızkı dilediği ölçü­de indiriyor. Çünkü O, kullarının her halinden haberdardır, onları gören­dir." (Şûra, 42/27). O, bir kısım insanları zengin ederken diğerlerini yoksul yapar. Yoksullara sabretmelerini, zenginlere de mallarından yoksullara vermelerini ve şükretmelerini emir buyurur: "Kim elinde bulunandan yok­sullara verir, günahlardan korunursa ve en güzel sözü doğrularsa, onu en kolaya hazırlarız. Fakat kim cimrilik eder, kendini müstağni sayıp en güzel sözü yalanlarsa, biz de onun güçlüğe uğramasını kolaylaştırırız." (Leyi, 92/5-10).

İbni Cerir, "Doğrusu siz, apaçık bir sapıklık içindesiniz." kavl-i ilâhisi hakkında şöyle demiştir: "Bu ifadenin Yüce Allah'a ait olması ve kâfirler müminlerle münakaşa edip, onların sözlerini reddettikleri zaman kâfirle­re, "Doğrusu siz apaçık bir sapıklık içindesiniz." buyurmuş olması ihtimali de vardır." İbni Kesir ise bu görüşün tartışılır olduğunu söylemiştir. En doğrusunu Allah bilir. [7]



Kafirlerin, Öldükten Sonra Dirilme Gününü İnkârı Ve Bu Günün Şüphesiz Bir Gerçek Olduğunun Açıklaması:

48-  "Eğer doğru söylüyorsanız bu vaat ne zaman gerçekleşecek?" der­ler.

49- Onlar sadece korkunç bir sesten başkasını gözetmezler. O, çekişip dururlarken kendilerini ansızın ya­kalar.

50- İşte o zaman onlar bir vasiyette bile bulunamazlar. Hatta o vakit ai­lelerine dahi dönecek halde değil­dirler.

51- Sûr'a üfürüldü. İşte onlar kabir­lerinden kalkıp Rabblerine koşu­yorlar.

52-  O zaman şöyle dediler: "Vah bi­ze. Bizi yattığımız yerden kim kal­dırdı? İşte Rahman'in vaad ettiği şey budur. Demek peygamberler doğru söylemiş."

53-  Sadece bir tek sayha olur. He­men onların hepsi huzurumuza ge­tirilirler.

54- O gün hiç kimseye bir haksızlık yapılmaz. Siz de yaptığınızdan baş­kasıyla mukabele görmezsiniz.



Açıklaması:


Yüce Allah kâfirlerin, şöyle diyerek kıyametin kopmasını uzak gör­düklerini haber vermektedir:

"Eğer doğru söylüyorsanız bu vaat ne zaman gerçekleşecek?" derler." Yani müşrikler, müminlerle alay ederek kibirli bir tarzda öldükten sonra dirilmenin hemen olmasını ister ve şöyle derler: "Eğer söylediğiniz ve vaad ettiğiniz şeyde doğru söylüyorsanız bize olacağını vaad ettiğiniz ve bizi ken­disiyle tehdit ettiğiniz bu dirilmenin ne zaman olacağını söyleyin."

Müşriklerin bu hitabı, onları Allah'a ve ahiret gününe iman etmeye çağıran Hz. Peygamber (s.a.)'e ve müminleredir.

"Onlar sadece korkunç bir sesten başkasını gözetmezler. O, çekişip du­rurlarken kendilerini ansızın yakalar." Yani azap ve kıyamet için sadece Sûra bir kere üfürülmesini beklerler. Bu, yeryüzündeki bütün insanların kendisiyle hemen öleceği ürperten bir sestir. Onlar o anda aralarındaki alış veriş vb. dünya işlerinde çekişmektedirler. Yani onlar, günlük muameleler, konuşmalar, yeme içme vs. dünya işleriyle meşguldürler. Nitekim Yüce Al­lah şöyle buyurmaktadır: "Biz de onları, hiç farkında olmadıkları bir sıra­da ansızın yakaladık" (A'râf, 7/95), "Onlar ille o saatin, hiç farkında olma­dıkları bir sırada başlarına gelmesini mi bekliyorlar?" (Zuhruf, 43/66).

Buradaki "korkunç ses", İkrime'nin de dediği gibi Sûr'a ilk üfürülüş-tür. Bu görüşü İbni Cerir'in İbni Ömer (r.a.)'den aktardığı şu rivayet de te­yit etmektedir: "Sûra, insanlar yollarda, sokaklarda ve meclislerinde iken üfürülecektir. Hatta iki kişi, bir elbise alım satımı konusunda aralarında pazarlık yapacak olsa, daha birisinin onu elinden bırakmasına fırsat kal­madan Sûra üfürülür ve o kişi helak olur. İşte bu ses, hakkında Yüce Al­lah'ın, "Onlar sadece korkunç bir sesten başkasını gözetmezler. O, çekişip dururlarken kendilerini ansızın yakalar" buyurduğu sestir.

Buhari ve Müslim, Ebû Hureyre; (r.a)'den şöyle rivayet etmişlerdir: "Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Kıyamet mutlaka kopacaktır. Öyle bir halde H, alım satım için satıcı ile müşteri aralarında kumaşlarını yaymış olacaklar da ne alım satım yapabilecekler, ne de kumaşlarını dürebilecekler. Kıyamet mutlaka kopacaktır. Öyle ki kişi, su havuzunu sıvayıp[8] tamir ede­cek, fakat havuzun suyunu kullanması nasip olmayacaktır. Kıyamet mutla­ka kopacaktır. Öyle bir çabuklukta ki kişi, sağımlı devesinin sütünü sağıp getirdiği halde onu içemeyecektir. Kıyamet mutlaka kopacaktır. Öyle ansızın kopacaktır ki kişi, yemek yerken lokmasını ağzına kaldıracak, ancak onu yemesine fırsat   kalmayacaktır."

Daha sonra Yüce Allah, umumi ölümün veya sayhanın süratini açıkla­makta ve şöyle buyurmaktadır:

"İşte o zaman bunlar bir vasiyette bile bulunamazlar. Hatta o vakit ai­lelerine dahi dönecek halde değildirler." Yani onlardan bir kısmı diğerine, sahip olduğu mülkü ve borçlarını vasiyet edemeyecek. Aksine onlar sokak­larında ve bulundukları yerlerde ölecekler, çıktıkları evlerine dönme imkâ­nı bulamayacaklar.

Daha sonra Yüce Allah, Sûr'a ikinci kez üfürüleceğini haber vermekte­dir ki bu üfürüş, öldükten sonra dirilme ve kabirlerden kalkma üfürüşüdür:

"Sûr'a üfürüldü. İşte onlar kabirlerinden kalkıp Rabb'lerine koşuyor­lar" Yani öldükten sonra dirilme ve kabirlerden kalkma için Sûr'a ikinci kez üfürüldü. O anda bütün mahlukât, kabirlerinden kalkıp, hesap ve amellerinin karşılığı için Rabb'lerine kavuşmak üzere süratle yürüyorlar. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O gün onlar, sanki dikili birşeye koşar gibi kabirlerinden fırlaya fırlaya çıkarlar." (Me'âric, 70/43).

Daha sonra Yüce Allah, dirilme hadisesinin akabinde onların yaşaya­cakları korku ve ürpertiyi zikretmekte ve şöyle buyurmaktadır:

"O zaman şöyle dediler:" Vah bize. Bizi yattığımız yerden kim kaldır­dı ?" Yani o diriltilenler şöyle dediler: Helak olduk! Bizi, öldükten sonra ka­birlerimizden dirilten kimdir? O kabirler onların, dünya hayatında iken di­riltilip içinden çıkarılacaklarına inanmadıkları yerlerdir. Onlar, o ürperti verici sahneleri ve başlarına gelen korkunç hali müşahede ettikleri zaman, kabirlerinde uyumakta olduklarını zannettiler.

Bu, onların kabirlerinde çekecekleri azabı ortadan kaldırmaz. Çünkü dirüdikleri zaman yaşayacakları ahvale nispetle kabir azabı onlara uyku gibi gelecektir.

"İşte Rahmanın vadettiği şey budur. Demek peygamberler doğru söyle­miş" Yani işte bu, Allah'ın vadettiği ve gönderilen peygamberlerin, yaşana­cağını haber verdikleri şeydir.

İnkarcılar artık kendilerine gelmiş, ölümden diriltildiklerini itiraf ve  tasdikin fayda vermeyeceği o gün peygamberlerin doğruluğunu ikrar et­mişlerdir. Yukarıdaki söz, kâfirlerin söyleyeceği sözdür. Bu, Abdurrahman b. Zeyd'in görüşüdür. Şevkânî ve daha başkalarının tercih ettiği görüş de budur.

İbni Cerir ve İbni Kesir ise bu cümlenin, Yüce Allah'ın şu kavlinde ol­duğu gibi meleklerin veya müminlerin cevabı olduğu görüşünü tercih et­mişlerdir: "Vah bize! Bu, ceza günüdür" dediler. Bu, yalanlamakta olduğu­nuz hüküm günüdür." (Sâffât, 37/20-21).

Daha sonra Yüce Allah, dirilme işleminin süratini açıklamakta ve şöy­le buyurmaktadır:

"Sadece bir tek sayha olur. Hemen onların hepsi huzurumuza getirilir­ler" Yani Sûr'a üfürüş, bir tek sayhadan başka birşey değildir. O zaman on­lar diri olarak hesap vermek ve amellerinin karşılığını görmek için süratle huzurumuza toplanırlar. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Fakat o, ancak bir tek haykırıştır. Ki o zaman onlar hemen diri olarak toprağın yüzündedirler." (Nazi'ât, 79/13-14), "Kıyamet hadisesi de ancak göz kırpma gibidir. Yahut o, daha yakındır." (Nahl, 16/77).

Bundan sonra da, yapılacak olan adil yargılamadan bahdedilmekte ve şöyle buyurulmaktadır:

"O gün hiç kimseye bir haksızlık yapılmaz. Siz de yaptığınızdan başka­sıyla mukabele görmezsiniz" Yani kıyamet gününde, ne kadar az olursa ol­sun hiç kimsenin ameli eksiltümeyecektir ve siz, işlediğiniz hayır ve şerrin karşılığından başka birşey almayacaksınız. [9]



İyilerin Göreceği Karşılık:


55- O gün cennet ehli, bir iş içinde eğlenirler.

56-  Kendileri de eşleri de gölgelerde tahtlar üzerine kurulup yaslanmış-

57- Orada taze meyveler onların, arzu edecekleri her şey onlarındır.

58- Çok esirgeyici Rablerinden bir de selâm vardır.



Açıklaması:


Yüce Allah, cennet ehlinin durumunu haber vermekte ve şöyle buyur­maktadır:

"O gün cennet ehli, bir iş içinde eğlenirler." Yani salih müminler kıya­met günü cennet bahçelerine girdikleri zaman, faydalandıkları ve zevk al­dıkları lezzetler, nimetler ve elde ettikleri büyük kazanç ile -başkalarını görmeyecek şekilde- meşguliyet içinde olurlar. Bu nimetleri ne göz gör­müş, ne kulak işitmiş, ne de bunların mahiyeti beşer aklına gelmiştir.

Bu durumda onlar, cehennem ehlinin çektiği azaba dikkatlerini vere­meyecek bir meşguliyet içindedirler. Onlar, faydalandıkları, zevk aldıkları ve hoşlandıkları nimetler içindedirler.

Onlar sadece bu nimetlerden faydalanmakla kalmazlar, aynı zamanda eşleriyle bir ünsiyet ve mutluluk içindedirler. Zira Yüce Allah şöyle buyu­ruyor:

"Kendileri de eşleri de gölgelerde tahtlar üzerine kurulup yaslanmış­lardır. " Yani onlar ve eşleri cennette ağaçların güneş almayan gölgelerinde-dirler. Çünkü orada insanı rahatsız edecek şekilde güneş sıcaklığı yoktur. Onlar orada kendilerini gölgeleyen ve örten çadır ve zifaf odalarında taht­ları üzerinde mutluluk içindedirler.

Buradaki faydalanma, ruhî değil maddîdir. Zira Yüce Allah şöyle bu­yuruyor:

"Orada taze meyveler onların, arzu edecekleri her şey onlarındır." Yani kendilerine bütün cinsleriyle meyveler sunulmuştur ve bundan başka iste­dikleri ve iştahlarının çektiği her şey onlarındır. İstedikleri zaman her tür­lü lezzeti hazır bulurlar.

Bu ayette "Orada taze meyveler onlarındır." buyurulduğu halde "bu meyvaları yerler" denmemiştir. Bu, onların diledikleri zaman diledikleri şeye sahip olma güç ve kudretinde olacaklarına işarettir.

Onların orada buldukları nimetin en değerlisi ve üstünü ise Allah'ın onlara selâmıdır. Yüce Allah şöyle buyuruyor:

"Çok esirgeyici Rablerinden bir de selâm vardır" Yani onların temenni ettiği şey, Allah'ın onlara selâmı, yani kendilerini çirkin görülen her türlü şeyden emin kılmasıdır ki onlara "Selâm sizin üzerinize olsun ey cennet ehli." buyurur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kendisine kavuş­tukları gün müminlere yapılacak dirlik temennileri "selâm" demek olacak­tır." (Ahzâb, 33/44). Bu selâm, "Melekler de her kapıdan yanlarına varırlar. "Sabretmenize karşılık selâm size. Dünyanın en güzel sonucudur bu." derler." (Ra'd, 13/23-24) ayetinde belirtildiği gibi, melekler vasıtasıyla da olabi­lir. Şu halde anlam şöyle olur: Allah onlara, kendilerini yücelttiğinin bir işareti olarak melekler vasıtasıyla veya vasıtasız olarak selâm eder. Bu, onların temenni ettiği şeydir. [10]



Mücrimlerin Göreceği Karşılık:


59- Ey suçlular! Bu gün siz şöyle ay­rılın!

60- Ey Ademoğulları! Ben size ahd vermedim mi: "Şeytana tapmayın. O sizin için apaçık bir düşmandır.

61- Bana ibadet edin.  Dosdoğru yol budur" diye?

62- "O, sizden birçok halkı saptır­mıştı. O zaman niye akletmiyordu-nuz?"

63- İşte bu, tehdit edilegeldiğiniz cehennemdir.

64- Küfrünüzden dolayı girin oraya.

65- O gün ağızlarını mühürleriz. Ne yapmış idiyseler bize elleri söyler, ayakları da şahitlik eder.

66- Eğer dileseydik gözlerini siler­dik de yola dökülürlerdi.  Ama  na­sıl göreceklerdi?

67- Yine dileseydik, oldukları yerde suratlarını değiştirip, onları bam­başka çirkin bir mahiyete getirir­dik de, ne ileri gitmeye, ne de geri dönüp gelmeye güçleri yeterdi.

68- Kime uzun ömür veriyorsak, onun yaratılışını baş aşağı çeviriyo­ruz. Akıllarını kullanmıyorlar mı?



Açıklaması:


Yüce Allah, kıyamet günü kâfirlerin, durdukları yer itibariyle mümin­lerden ayrılacağını haber veriyor ve şöyle buyuruyor:

"Ey suçlular, bu gün siz şöyle ayrılın!" Yani ahirette mücrim kâfirlere "müminlerden ayrılın ve başka bir yerde durun." denir. Nitekim Yüce Al­lah, başka bir ayette şöyle buyuruyor: "O gün onları hep bir araya toplarız. Sonra şirk koşanlara "Haydi siz ve koştuğunuz ortaklar, yerlerinize!" deriz. Artık onları birbirinden tamamen ayırmışızdır." (Yûnus, 10/28), "Kıyametin kopacağı gün, o gün müminlerle kâfirler birbirinden ayrılırlar." (Rûm, 30/14), "O gün bölük bölük ayrılacaklardır." (Rûm, 30/43). Yani o gün in­sanlar iki fırka halinde bölüneceklerdir.

Ya da bu ifadeden murat, mücrimlerin birbirinden ayrılması ve Yahu­dilerin, Hristiyanların, Mecusilerin, Sabülerin, putlara tapanların, madde­cilerin, mülhitlerin... birer fırka halinde diğerlerinden ayrılmasıdır.

Daha sonra Yüce Allah onların diğerlerinden ayrılmasının sebebini, küfürlerinden ötürü kendilerini azarlayıp paylar bir tarzda açıklıyor ve şöyle buyuruyor:

"Ey Ademoğulları! Ben size ahd vermedim mi: "Şeytana tapmayın. O sizin apaçık düşmanınızdır" Yani Ey Ademoğulları! Ben, bana asi olmanız ve emrime muhalefet etmeniz yolunda şeytanın size verdiği vesveselere uyarak şeytana itaat etmemenizi peygamberler vasıtasıyla emir ve tavsiye etmedim mi? Zira şeytanın size olan düşmanlığı aşikârdır. Onun size olan düşmanlığı babanız Adem (a.s.)'dan başlamıştı.

Yüce Allah, kendisinden başkasına ibadeti yasakladıktan sonra kendi­sine ibadet edilmesini emrederek şöyle buyuruyor:

"Bana ibadet edin. Dosdoğru yol budur" Yani beni birleyin ve size em­rettiğim ve yasakladığım hususlarda bana itaat edin. Bu emir ve yasaklar dosdoğru ve sağlam yoldur, yani İslam dinidir.

Daha sonra Yüce Allah, şöyle buyurarak şeytanın, geçmiş nesilleri saptırma yolundaki çabalarını haber veriyor:

"O, sizden birçok halkı saptırmıştı. O zaman niye akletmiyordunuz?" Ya­ni şeytan, birçok halkı azdırmış, kötülük işlemeyi onlara güzel göstermiş ve onları, Allah'a itaatten ve Onu birlemekden alıkoymuştu. Böyle olduğu hal­de şeytanın size olan düşmanlığını akledip, kendileri gibi azaba çarptırılma­mak için geçmişlerin içine düştüğü dalâletlerden uzaklaşmayacak mısınız?

Ardından Yüce Allah, dalâlet içinde bulunanların sonunu, kendilerini azarlayıp paylayarak şöyle beyan buyuruyor:

"İşte bu, tehdit edilegeldiğiniz cehennemdir" Yani işte bu, size dünyada vaad edilen ve peygamberler vasıtasıyla sizi kendisinden sakındırdığım ateştir. Ama siz o peygamberleri yalanlamıştınız. O esnada cehennem de, onları dehşete düşürmek için kendilerine gösterilir.

"Küfrünüzden dolayı girin oraya." Dünyadayken Allah'ı inkâr etme­niz, cehennemi yalanlamanız, şeytana itaat etmeniz ve putlara tapmanız sebebiyle bugün oraya girin ve ateşini tadın.

Bu sözde, onların pişmanlıklarının şiddetine ve hasretlerine, üç açı­dan işaret edilmektedir:

1- Yüce Allah'ın, "girin oraya" tarzındaki emri, tıpkı Firavun'a "Tad. Zira sen, kendince üstündün, şerefliydin" (Duhân, 44/49) kavl-i ilâhisinde olduğu gibi bir küçümseme ve ibret kılma ihtiva etmektedir.

2- "bugün" kavl-i ilâhisi azabın hazır olduğuna, onların lezzetlerinin geçip gittiği ve bugün ancak azabın kaldığına delâlet eden bir lafızdır.

3- "Küfrünüzden dolayı" kavl-i ilâhisi de, büyük bir nimeti inkârı, küfrân-ı nimeti haber veren bir ifadedir. Küfran-ı nimette bulunanların, o nimeti verenden utanması, en şiddetli elemlerdendir.

Daha sonra Yüce Allah onların, işlediği cürüm ile inkâr edemeyecekle­ri bir şekilde nasıl yüzyüze getirileceklerini açıklamakta ve şöyle buyur­maktadır:

"O gün ağızlarını mühürleriz. Ne yapmış idiyseler bize elleri söyler, ayakları da şahitlik eder" Yani bu dehşetli günde Allah, kâfirlerin ve mü­nafıkların ağzını, konuşamayacakları şekilde mühürler ve işledikleri fiille­ri azaların kendisinin söylemesini ister. Bunun üzerine onların elleri ve ayakları, işledikleri fiilleri söyler. Bu, onların, günah işlerken kendilerine yardımcı olan organlarının şimdi kendileri aleyhine birer şahit olacağını bilmeleri içindir.

Ellerin konuşma, ayakların da şahitlik etme mevkiine getirilmesinin sebebi, ekseri fiillerin, doğrudan ellerle tamamlanmasıdır. Nitekim Yüce Allah, "... ve kendi ellerinin ürünlerinden ..." (Yâ-Sîn, 36/35), "... kendi elle­rinizle kendinizi tehlikeye atmayın" (Bakara, 2/195) buyurmaktadır. Bu son ayetteki "velâ tulkû bi eydîkum" kavl-i ilâhisi, "velâ tulkû bi enfusikum" anlamındadır. Bir amele şahit olanın, o ameli işleyenden başkası olması gerekir. Dolayısıyla -kendilerine fiil izafe etmenin zorluğu sebebiyle-ayaklar ve deriler, şahitler cümlesinden olarak takdir buyurulmuştur.

Müslim, Nesâi, ve İbni Ebî Hatim, Enes b. Mâlik (r.a.)'den şöyle riva­yet etmişlerdir: Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurdu: "Kul kıyamet günü şöyle diyecek: "Ben kendime, benim tarafımdan bir şahit getirilmesinden başka bir şeye razı değilim." Bunun üzerine Yüce Allah, "Bugün muhasebe­ne kefil olarak nefsin, şahitler olarak da Kiramen Kâtibin melekleri kâfi­dir." buyuracak ve o kimsenin ağzına mühür vurulacak. Ardından da or­ganlarına "Konuş" denecek, onlar da o kulun amellerini söyleyecekler. Son­ra konuşma hususunda serbest bırakılacak ve uzuvlarına "Sizler uzak olun, ırak olun! Ben ancak sizin için mücadele ediyordum." diyecek."

Daha sonra Yüce Allah, gözlerini kör etme, suretlerini değiştirme ve kendilerini hareketsiz kılma gibi, kudretinin onlar üzerindeki bazı teza­hürlerini açıklıyor ve şöyle buyuruyor:

"Eğer dileseydik gözlerini silerdik de yola dökülürlerdi. Ama nereden görecekler?" Yani eğer dilersek onların görmelerini gideririz veya onları kör ederiz. Böylece onlar doğru yolu görmez olurlar. Onlar bu durumda yürü­mek için alıştıkları ve bildikleri bir yola dökülseler yürümeye muktedir olamazlar. Yolu nasıl görsünler ki, görmeleri gitmiştir?

"Yine dileseydik, oldukları yerde suratlarını değiştirip, onları bambaş­ka çirkin bir mahiyete getirirdik de, ne ileri gitmeye, ne de geri dönüp gel­meye güçleri yeterdi." Yani dilesek, onlar mekânlarında ve bulundukları yerlerde kötülükler işlerken onların yaratılışlarını değiştirir, suretlerini maymun, domuz gibi daha çirkin başka suretlere çeviririz de, yürüyüp git­meye de arkalarına dönmeye de muktedir olamaz, bir tek durumda kalaka­lırlar. Ne ileri ne de geri gidebilirler.

Akabinde onları, gençlik fırsatını kaçırmaktan sakındırmakta ve şöyle buyurmaktadır:

"Kime uzun ömür veriyorsak, onun yaratılışını baş aşağı çeviriyoruz. Akıllarını kullanmıyorlar mı?" Yani kimin ömrünü uzatırsak, kendisini kuvvetli halinden sonra zayıflığa, faal bir durumdan acze döndürürüz. On­lar, her yeni yaşa girdiklerinde zayıf düştüklerini ve amel işlemekten aciz­liğe doğru gittiklerini düşünüp idrak etmiyorlar mı? Biz onlara, doğru bi­çimde düşünüp akıl yürütmeleri ve araştırmaları için yeterli ömür fırsatı verdik. Artık ömürleri bundan daha fazla uzadığı takdirde uzun ömür on­lara herhangi bir fayda vermeyecektir. Onlara bu şekilde bir fırsat verilme­si, mazeretlerini ortadan kaldırmaktadır. Zira iyice yaşlanınca düşünüp araştırmak için uygun bir fırsat bulamayacaklardır.

Bu ayet, "Allah sizi bir zaaftan yaratan, sonra diğer bir zaafın ardın­dan kuvvet veren, sonra kuvvetin arkasından da zaafa ve ihtiyarlığa geti­rendir. O ne dilerse yaratır. O hakkıyla bilendir, kemâliyle kadirdir." (Rûm, 30/54) ayetine benzemektedir. [11]



Allah'ın Varlığının Ve Birliğinin İspatı, Risaletin Bazı Özelliklerinin Beyanı:


69- Biz ona şiir öğretmedik. Bu ona yakışmaz da. Onun getirdiği kitap bir öğütten ve hükümleri açıklayan

Kur'an'dan başkası değildir.

70- Ki diri olanları uyarsın ve kâfirlere azap sözü hak olsun.

71- Görmediler mi, ellerimizin yap­tıklarından kendilerine nice hay­vanlar yarattık da kendileri onlara malik olmaktadırlar.

72- Onları kendilerine boyun eğdir­dik. İşte binekleri onlardandır ve onlardan yiyorlar.

73- Onlarda kendileri için daha bir­çok faydalar ve içecekler var. Halâ şükretmezler mi? 

74- kendilerine yardım edilir  diye Allah'ı bırakıp başka ilâhlar edindiler.

75- O ilâhlar kendilerine yardım edemezler. Tersine, kendileri o ilâh­lar için hazırlanmış askerlerdir.

76- Onların sözü seni üzmesin. Biz onların gizlediklerini de,   açığa vurduklarını da biliyoruz.



Açıklaması:


Cenab-ı Hak Kur’an’ın şiir, Hz. Peygamber (s.a.)'in de şair olmadığını belirtmekte ve şöyle buyurmaktadır:

"Biz ona şiir öğretmedik. Bu ona yakışmaz da." Yani peygamber bir şa­ir değildir. Onun şiir söylemesi doğru olmaz. İstemiş olsaydı bile kendisine şairlik özelliği verilmez ve şiir söylemesi kolaylaştırılmazdı. Onun yaratılı­şında bu özellik yoktur, o şiiri sevmez. Allah onu, okuma yazma bilmeyen ümmî bir kişi olarak yaratmıştır. Allah ona ancak Kur'an'ı öğretmiştir ki Kur'an şiirden daha üstün ve şiirden başka bir şeydir.

Şiir, kendine has vezni olan sözdür. Her beyti belli bir harfle biter ki buna kafiye denir. Kasidelerin, bir tek kafiye ile başlayıp bitmesi, yani her beytin son harfinin aynı olması zorunludur. Şiir, geniş bir hayal ve yüksek bir tasvir gücüyle gelişmiş canlı bir duygu dünyasına dayanır. Şair şiirdene akıl ve mantığın ölçülerine uyar, ne de methiye, hiciv, ağıt, gazel vb. tür­lerde hassas ölçülere riayeti ve doğruluğu arar; o tasvirde ve özelliklerin dile getirilmesinde mübalağa yapar. Onun için sadece söylediklerinin din-leyenlerce beğenilmesi önemlidir. Bu sebeple Yüce Allah şairleri "Görmü­yor musun onları, nasıl her vadide şaşkın şaşkın dolaşırlar. Ve onlar yap­mayacakları şeyleri söylerler." (Şu'arâ, 26/225-226) şeklinde tavsif buyur­maktadır. Araplar, "Şiirin en güzeli, en yalan olanıdır." derler. Bu konuda Ebû Hayyân da şöyle demiştir: "Şiir ancak vezinli ve kafiyeli bir sözdür. Şairlerin seçtiği anlama delâlet eder ve çok hayal kurma, sözü süsleyip yal­dızlama vs. özelliklere dayanır ki mütedeyyin kimseler, onu yazmak şöyle dursun, başkası tarafından yazılmış şiiri bile okumaktan uzak dururlar.[12]

Kur'an-ı Kerim'e gelince, onun verdiği haberler doğrudur; söyledikleri, vuku bulmuş ibret verici olaylardır; metodu, beşeri saadete erdirecek ka­nunlar koymaktır; maksadı, amellerin faziletli olanlarını işlemeye ve en güzel hasletlere ve ahlâka sahip olmaya teşvik, sapıklık ve çirkinliklerden kaçındırma ve nihayet sahih ibadet ile doğru muamele için gerekli hüküm­leri yerleştirmedir.

Dolayısıyla bu ayet "Biz ona şiir öğretmedik" kavl-i ilâhisiyle Kur'an'ın şiir olmadığına, "Bu ona yakışmaz da." kavl-i ilâhisi de Hz. Peygamber (s.a.)'in şair olmadığına delâlet etmektedir. Allah ona ancak kendine mah­sus özellikleriyle malum şiirden ve alışılmış düzyazı türünden ayrılan Kur'an'ı öğretmiştir.

Bu ayet, Mekke'li Arapların, "Muhakkak Kuran ya bir şiir veya sihir­dir, ya da kâhinlerin işidir. Muhammed de şairdir" şeklindeki sözlerine ke­sin bir reddir. Onlar bu sözlerle Kuranın Allah tarafından vahyedilmiş bir kelâm olması hususiyetini iptal ve risaletin kendine mahsus özelliklerini tekzip etmeyi amaçlıyorlardı.

Hz. Peygamber (s.a.)'in dilinden varit olan kimi vezinli sözlere gelince bunlar, herhangi bir tekellüf, sanat yapma arzusu veya kasıt olmaksızın, sadece sözün tabii seyri içinde şiiri andırır tarzda ifade edilen sözlerdir. Hz. Peygamber (s.a.)'in Huneyn günü beyaz bir katır üzerinde düşman saf­ları arasına daldığı zaman söylediği şu sözler buna örnektir:

"Yalan değil ben nebiyim, İbni Abdulmuttalib'im."

Yine hicret esnasında mağarada ayağını taşa çarpması sonucu ayak parmağının kanaması üzerine söylediği şu sözler de böyledir:

"Sen ancak bir parmaksın ve kanadın Bunu sen Allah yolunda yaşadın."

Hatta Halîl b. Ahmed Ferâhidi, recezden meştûr'u şiir saymamıştır.[13]

Bununla birlikte Hz. Peygamber (s.a.)'in, konuşma esnasında zaman zaman Arap şiiriyle örnek getirdiği de vakidir. Mesela bir defasında Tarafe b. Abd'in meşhur "Muallaka" sından[14] şu beyti temsil getirmişti:

"Günler sana bilmediğin şeyler izhar edecek, Azık vermediğin kişi haberler getirecek."

İbni Ebi Hatim ve İbni Cerir'in Hz. Aişe (r.a.)'den sahih bir senetle ri­vayet ettiklerine göre Hz. Peygamber (s.a.) bu beyti şöyle söylüyordu:

"Günler sana bilmediğin şeyler izhar edecek, Azık vermediğin kişi getirecek haberler."

"Hz. Ebû Bekir (r.a.), Hz. Peygamber (s.a.)'in mezkûr beyti böyle oku­ması üzerine "O beyit öyle değil." dedi, Hz. Peygamber (s.a.) de "Ben şair değilim. Şair olmak bana yakışmaz da." buyurdu."

İbni Sa'd ve İbni Ebî Hatim de Hasan'i-Basrî'den şöyle dediğini riva­yet etmişlerdir: "Hz. Peygamber (s.a.) şu beyti temsil getirirdi:

"Yeterlidir İslâm ve ağaran saç Kötülükten nehyetmeye kişiyi." "Oysa rivayet, bu beytin şöyle olduğu yolundadır: "Yeterlidir ağaran saç ve İslam Kötülükten kişiyi nehyetmeye."

"Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir (r.a.), "Şehadet ederim ki sen Allah'ın resulüsün. Allah sana şiiri öğretmedi. Sana şiir öğrenmek yakışmazdı da." demiştir."

Buhari'nin naklettiğine göre Hendek savaşı öncesi Medine etrafına hendek kazılırken Hz. Peygamber (s.a.), Abdullah b. Revâha (r.a)'nm şi­irini okumuştur. Şu var ki o, recez bahrinden kaside söyleyen ashabının söylediklerine uyarak bunu yapmıştır. Sahabe o esnada hem hendek kazı­yor, hem de şöyle diyorlardı:

"Rabbim olmasa rahmetin hidayet yoktu bize,

Ne sadaka, ne namazda gelmek olurdu dize.

Düşman çıkınca karşıya, sekinet indir bize;

Sabit-kadem eyle bizi, güç ver bileğimize.

Şüphesiz ki ilkin onlar saldırdı üstümüze

Diretiriz fitne yaparlarsa aleyhimize"

Hz. Peygamber (s.a.) bu şiiri söylerken "Ebeynâ (diretiriz)" kelimesine geldiği zaman sesini uzatıyordu."

Hz. Peygamber (s.a.)'e şiir öğretilmemesi meselesine gelince; Yüce Al­lah ona ancak, "Kendisine ne önünden, ne de arkasından hiçbir batılın gele­meyeceği ve yegâne hüküm ve hikmet sahibinden indirilme olan" (Fussilet, 41/42) Kur'an-ı Kerim'i öğretmiştir.

Kur'an ne şiir, ne tahayyülat, ne kehanet, ne düzmece, uydurma bir söz ve ne de etki eden bir sihirdir. O ancak İslamî hayatın düsturudur, na­sihat ve doğru yola iletici prensipler ihtiva eden bir kitaptır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurumaktadır: "Onun getirdiği kitap bir öğütten ve hükümle­ri açıklayan Kur'an'dan başkası değildir." Yani Kur'an, zikirler içinde bir zikirden, nasihatlerden bir nasihatten ve üzerinde hakkını vererek düşü­nenler için açık, zahir ve aşikâr semavî bir kitaptan başka birşey değildir; tilâvet edilir ve hayatın her alanında her konuda kendisine başvurulur.

İşte bu sebeple Yüce Allah, Kur'an'm ve Hz. Peygamber (s.a.)'in en mühim fonksiyonunun çerçevesini şöyle çiziyor:

"Ki diri olanları uyarsın ve kâfirlere azap sözü hak olsun." Yani bu apaçık Kur'an, yeryüzünde yaşayan her canlıyı uyarsın nitekim: "Ki onun­la sizi ve onun ulaştığı herkesi uyarayım." (En'âm, 6/19) kavl-i ilâhisi de böyledir. Ne var ki onun uyarmasından sadece kalbi diri ve basireti açık olanlar istifade edebilir- ve yine bu Kur'an'la kendisine inanmamakta inat eden kâfirler üzerine azap sözü sabit ve gerekli olsun diye. Bu, aynı za­manda müminlerin de söz konusu vasıfların mukabiline sahip olduğunu göstermektedir. Yani müminlerin kalbi diridir. Kâfirlere gelince, küfürleri, delillerinin geçersizliği ve Kur'an üzerinde gereği gibi düşünmemeleri se­bebiyle onlar gerçekte ölülere daha çok benzemektedirler. Çünkü onlar Kur'an'ın nasihatlerinden etkilenmezler, gerçeğe ve hidayete tabi olmak noktasında dikkat ve uyanıklıklarını kaybetmişlerdir.

Özetle bu ayet, Kur'an'ın müminler için bir rahmet ve kâfirler aleyhi­ne bir hüccet olduğuna delâlet etmektedir...

Daha sonra Yüce Allah tekrar vahdaniyet konusuna dönmekte ve bu konu ile ilgili bazı deliller getirmektedir:

"Görmediler mi ellerimizin yaptıklarından kendilerine nice hayvanlar yarattık da kendileri onlara malik olmaktadırlar" Yani Allah'a şirk koşan ve gerek putlara, gerekse başkalarına kulluk eden bu müşrikler, Allah'ın kendileri için, kendilerinin emrine verdiği bu hayvanları yarattığını ve bunları, herhangi bir vasıta veya ortak söz konusu olmaksızın onlar için var ettiğini müşahede etmezler mi? Halbuki onları bu hayvanlara malik kılmıştır; onlar bu hayvanlar üzerine hakimdirler ve onları diledikleri gibi  zabt ve tasarrufları altında bulundururlar, onlar da kendilerine boyun eğerler, itaatsizlik etmezler. Eğer Allah dileseydi bu hayvanları, kendileri­ne isyan edip karşı gelen, vahşi ve kendilerinden nefret eden varlıklar ya­pardı. Bu durumda onlar bu hayvanlardan istifade etme imkânı bulamaz­lardı. Ancak küçük bir çocuğun bile koca bir deveye -ve hatta yüz ya da da­ha fazla deveden oluşan bir kervana- hükmettiğini ve onları sevkü idare­sinde bulundurduğunu görürsünüz...

Sonra Yüce Allah bu hayvanların insanlara verdiği faydaları açıklıyor ve şöyle buyuruyor:

"Onları kendilerine boyun eğdirdik. İşte binekleri onlardandır ve on­lardan yiyorlar." Yani bu hayvanları onlara boyun eğici, emirlerine amade ve itaat edici kıldık; onların isteklerini -hatta bu onları kesmek şeklinde bile olsa- yerine getirmekten imtina etmezler. Yolculuk yaparken üstüne bindikleri ve eşya yükledikleri binekleri de bu hayvanlardandır. Yine etle­rini yedikleri hayvanlar da bunlardandır.

"Onlarda kendileri için daha birçok faydalar ve içecekler var. Halâ şükretmezler mi?" Yani bu hayvanlarda onlar için, üzerlerine binmekten ve etlerini yemekten başka faydalar da vardır. Yünlerinden, kıl ve tüylerin­den eşya ve meta olarak belli bir süreye kadar istifade ederler. Yine bu hayvanlar onlar için içecektirler. Yani onların sütlerinden içerler. Hâlâ bü­tün bunları yaratıp emirlerine verene ve kendileri için bu nimetleri var edene -kendisine ibadet ve itaat ile başkasını Ona ortak koşmayı bırak­mak suretiyle- şükretmezler mi?

Bu, yaratıcı ve nimet verici olan Allah'a -ki O, vefa borcunu yerine ge­tirmek ve nimet ve ihsanı karşısında takdir duymak gereken bu lütufları en geniş şekilde insana sunmaktadır- kendisine ibadet ve itaat etmek su­retiyle şükür vazifesini yerine getirmeye açık bir teşviktir. Karşılığında ve­fa borcu ödemek gereken şeyleri en geniş şekliyle veren ve lütfü ihsanı ile takdir edilmesi gereken nimetler veren Odur.

Ne ki kâfirler bu görevi inkâr ve Allah'ın nimetlerine karşı nankörlük et­mekte, dalâletlerinde devam ile Allah'a ibadeti terketmekte, ne bir zarar, ne de fayda verebilecek olan şeylere kulluğa yönelmekte ve onlardan yardım um­maktadırlar. Onların bu durumu hakkında Yüce Allah şöyle buyuruyor:

"Belki kendilerine yardım edilir diye Allah'ı bırakıp başka ilâhlar edindiler." Yani o müşrikler put ve benzeri şeyleri ilâh edinerek Allah'ı bı­rakıp onlara kulluk ettiler ve böylece onların kendilerine yardım edip nzık vereceğini ve kendilerini Allah'a yaklaştıracağını umdular.

Ancak gerçekte o sahte ilâhlar herhangi birşey yapmaya kadir olma­dıkları gibi, onlara ibadet etmekle hiçbir fayda da sağlanamaz. Bu sebeple Allah onların beklentilerinin boşluğunu açıklayarak şöyle buyuruyor:

"O ilâhlar kendilerine yardım edemezler. Tersine, kendileri o ilâhlar için hazırlanmış askerlerdir." Yani bu ilâhlar kullarına yardıma muktedir değildir. Hatta onlar böyle birşeyi gerçekleştirmekten daha zayıf, zelil ve hakirdirler ve hatta kendi kendilerine bile yardım edemeyecekleri gibi, kendilerine karşı kötülük edenlerden intikam almaya dahi güç yetiremezler. Çünkü onlar duymayan ve düşünmeyen cansız varlıklardır. İşte bu se­beple o müşriklerin bunlardan umduklarının ve menfaat beklentilerinin batıl olduğu sabittir.

Müşrik kâfirler, putlara itaat eden askerlerdir. Onlar bu dünyada put­ları için müminlere gazap ederler. Oysa o sahte ilâhlar kendilerine yardı­ma muktedir değildirler. Ne kendilerine bir hayır verebilir, ne de kendile­rinden bir şerri savabilirler. Onlar ancak birer puttur.

Bu ayetteki "hazırlanmış" kelimesi ya herhangi birşey yapmaya güç yetiremeyen ve yardıma kudreti olmayan bu ilâhlara hizmet eden, onları savunan ve onlara dil uzatanlara gazap eden anlamındadır; yahut da çeke­cekleri azap için hazırlanmış manasınadır. Çünkü o ilâhlar, müşriklerin ce­hennem ateşi için yakıt olmalarına vesiledirler.

Bu ayetin arkasından Yüce Allah, peygamberini müşriklerden gördü­ğü eziyet karşısında teselli etmekte ve şöyle buyurmaktadır:

"Onların sözü seni üzmesin. Biz onların gizlediklerini de açığa vurduk­larını da biliyoruz." Yani onların seni yalanlaması, Allah'a kâfir olmaları, sana verdikleri eziyet ve cefalar ve "İşte bizim ilâhlarımız bunlardır. Bunlar mabud olma vasfında Allah'ın ortaklarıdır." demeleri, ya da "Sen şair veya sihirbaz yahut kâhinsin" vs. demeleri seni kesinlikle kederlendirmesin.

Zira biz onların her şeyini; gizlideki şeylerini, açıktaki şeylerini ve sa­na karşı besledikleri gizli düşmanlığı biliyoruz. Biz onlara bunun karşılığı­nı verecek ve kendilerini bu sebeple azaba duçar edeceğiz. [15]



Öldükten Sonra Dirilmenin İspatı:


77-  İnsan bizim kendisini nasıl bir nutfeden yarattığımızı görmedi mi ki şimdi apaçık bir hasım kesildi?

78- Kendi yaratılışını unutarak bize bir misal getirdi: "Bu çürümüş ke­mikleri kim diriltecekmiş?" dedi.

79-  De ki: "Onları ilk defa yaratan diriltecek. O, her yaratmayı hakkıyla bilendir."

80-  O, yemyeşil ağaçtan sizin için bir ateş çıkarandır. İşte bakın ateşi ondan çakıp alıyorsunuz.

81- Gökleri ve yeri yaratan, onların benzerlerini yaratmaya kadir değil midir? Elbette kadirdir. O, bütün kâinatı yaratandır, her şeyi hakkıy-

82- Onun emri birşeyi dilediği zaman ona ancak "Ol" demesinden ibarettir. O da hemen oluverir.

83- Her şeyin hükümranlığı kendi elinde bulunan Allah'ın şanı ne ka­dar yücedir, münezzehtir. Siz an­cak O'na döndürüleceksiniz.



Açıklaması:


"İnsan bizim kendisini nasıl bir nutfeden yarattığımızı görmedi mi ki şimdi apaçık bir hasım kesildi?" Yani her insan, yaratılışına nutfe (me-ni)den, basit bir sudan -ki o eşyanın en zayıfıdır- başladığımızı, sonra da kendisini mükemmel bir beşer haline getirdiğimizi bilmez mi? Bu mükem­mel hale geldikten sonra onun, konuşan ve bizimle ısrarla cedelleşen apa­çık bir mücadeleci olarak karşımıza çıkıverdiğini görürsün. Bu ayette ge­çen "hasîm" kelimesi "konuşan" anlamındadır. "Mübîn" kelimesi de insanın aklının kuvvetine işarettir.

Burada anlatılmak istenen şudur: Öldükten sonra dirilmeyi inkâr eden kişi, yaratmanın tekrarlanacağına, yoktan var etme ile niye delil ge­tirmez ki? Zira Allah, insanı yaratmaya, basit bir sudan meydana gelen meniden başlamıştır. Yani onu zayıf ve hakir birşeyden yaratmıştır. Nite­kim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Sizi basit bir sudan yaratmadık mı? Onu, belli bir süreye kadar sağlam bir karar yerine koyduk" (Mürselât, 77/20-22), "Doğrusu biz insanı karışık bir nutfeden yarattık" (İnşân, 76/2). Yani değişik şeylerin oluşturduğu bir karışımdan meydana gelen nutfeden yarattık.

Şu halde böyle bir mahlukun yapması gereken şey, büyüklenip azgın­laşmak ve öldükten sonra dirilmek suretiyle yaratılışın tekrarlamasını in­kâr etmek değil, nimete şükretmektir.

"Kendi yaratılışını unutarak bize bir misal getirdi: "Bu çürümüş ke­mikleri kim diriltecekmiş?" dedi" Yani kudret ve azamet sahibi olan Al­lah'ın, çürümüş kemik ve cesetleri tekrar diriltmesi konusunda mesel gibi doğrudan ilgili olmayan garip birşey zikretti ve kendi nefsini unuttu. Zira Yüce Allah onu yokluktan var ederek varlık alemine çıkarmıştır. O ise Al­lah'ın kudretini kulun gücüyle mukayese ederek Allah'ın çürümüş kemik­lere hayat vereceğini -beşere verilen kudretin üstünde bir şey olması hase­biyle- inkâr ediyor.

Yüce Allah buna şöyle cevap veriyor:

"De ki: "Onları ilk defa yaratan diriltecek. O, her yaratmayı hakkıyla bilendir" Yani ey Peygamber! Ölümden sonra dirilmeyi inkâr eden o müşri-ğe de ki: Allah, ilk seferinde yokluktan ve hiçlikten örneksiz olarak yaratıp var ettiği bu kemiklere tekrar hayat verecektir. İnsan zikredilmeye değer bir varlık değildir. İster parçalara ayrılmış ve yeryüzünün dörtbir yanına dağılmış, isterse toplu bir halde bulunsun, varlıkların en gizli yönleri bile Ona gizli değildir. Her ne olursa olsun -ister toprağın, isterse denizlerin derinliklerinde veya insanın ya da hayvanın içinde olsun yahut toprağa ya da bitkilere karışmış bulunsun- hiçbirşey O'nun ilminin dışında değildir. Bilim adamları atomun yok olmadığını söylemektedirler. "Yokluktan birşey var olmaz, var olan birşey de yok olmaz." şeklindeki meşhur teori kabul görmüş durumdadır.

Öldükten sonra dirilme konusunda zikredilen delil şudur:

"O, yemyeşil ağaçtan sizin için bir ateş çıkarandır. İşte bakın ateşi on­dan çakıp alıyorsunuz" Yani bu ağacı yaratmaya sudan başlayan O'dur. Derken bu ağaç yeşil, taze ve olgun meyveli bir hale gelmiştir. Sonra onu, kendisiyle ateş yakılan kuru bir odun haline döndürmüştür. Buna mukte­dir olan, istediği her şeyi yapmaya kadirdir. O'nun, istediğini yapmasına hiçbirşey mani olamaz. Yaş ve rutubet özelliği gösteren bir maddenin, sı­caklık unsuru haline gelmesine sebep olan bu değişim ve dönüşüm, yaşlı­ğın ve nemliliğin, kuruluğa ve eskimişliğe dönüşmesinin imkân dahilinde olduğunu gösterir. Mesela sert (bir nevi selem) ağacının yeşil (taze) haldey­ken ateş tutuşturmada kullanıldığı, tecrübe ve müşahede edilmiş bir hu­sustur.

Burada kastedilenin, Hicaz toprağında yetişen Merh ve Afâr denen ağaçlar olduğu da söylenmiştir. Yanında çakmak (tutuşturucu) bulunma­yan kimse ateş yakmak istediği zaman bu iki ağaçtan birer parça dal keser ve birini diğerine sürter. Bu sürtme sonucu, tıpkı çakmak gibi bu dalların arasından ateş çıkar. Yağmurla yüklü bulutların birbirine sürtünmesi so­nucu şimşek kıvılcımları çıkması da buna benzer.

Üçüncü delil, diğerinden daha etkili ve vurucudur:

"Gökleri ve yeri yaratan, onların benzerlerini yaratmaya kadir değil midir1? Elbette kadirdir. O, bütün kâinatı yaratandır, her şeyi hakkıyla bi­lendir" Yani sabit ve hareketli gezegenleriyle birlikte yedi kat göğü ve dağ­ları, ovaları, denizleri ve çölleriyle yedi kat yeri yaratan -ki bunlar, yaratı­lış bakımından insanın yaratılışından daha azametli ve büyüktür- insan gibi bir mahluku yaratmaya ve cesetlere yeniden hayat vermeye de kadir­dir ki bu cesetler yedi kat göğe ve yedi kat yere kıyasla çok daha küçük ve zayıftır. Evet, elbette O buna kadirdir. O, mahlukâtı çok ve ilmi geniş olan­dır. Buradaki "Hallâk" kelimesi Allah'ın kudretinin kemâline, "Alîm" keli­mesi de ilminin şümulüne işarettir.

Kısacası azametli şeylerin yaratılması, daha küçük şeylerin de yaratı­labileceğinin kesin delilidir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Elbette gökleri ve yeri yaratmak, insanları yaratmaktan daha büyük birşeydir." (Gâfir, 40/57), "Gökleri ve yeri yaratan, bunları yaratmakla yorulmayan Al­lah'ın, ölüleri diriltmeye de kadir olduğunu görmediler mi? Evet O her şeye kadirdir." (Ahkâf, 46/33).

Ardından Yüce Allah, daha önceki ayetlerde geçen açıklamayı tekit ve işlenen konuyu neticelendirmek için şöyle buyuruyor:

"Onun emri, birşeyi dilediği zaman ona ancak "Ol!" demesinden iba­rettir. O da hemen oluverir." Yani Yüce Allah'ın, eşyanın icadı ve bu icadı dilemesi konusundaki işi, birşeye "Ol!" buyurmaktır. O zaman o, kesinlikle herhangi başka birşeye bağlı olmaksızın derhal oluverir.

Yüce Allah için tam bir kudretin sabit olmasının gereği, kâfirlerin Onu tavsif ettiği şeylerden tenzihidir. Bu bağlamda Allah Teala şöyle bu­yuruyor: "Her şeyin hükümranlığı kendi elinde bulunan Allah'ın şanı ne kadar yücedir, münezzehtir. Siz ancak O'na döndürüleceksiniz" Yani Allah, kötülük ve eksiklik gibi kendisine lâyık olmayan sıfatlardan yüce ve mü­nezzehtir. O, eşyanın bütün mülkiyeti kendisine ait olandır. Eşya üzerinde dilediği gibi tasarrufta bulunma kudret-i kâmilesi Onundur. Her şeyin anahtarı Onun elindedir. Ahiret yurdunda ölüm sonrası dirilişin akabinde de kullar hep birlikte -başkasına değil- Ona döneceklerdir. Şu halde mas­lahatlarını gerçekleştirmek için Onu birlesinler ve Ona itaat etsinler. [16]







--------------------------------------------------------------------------------

[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/581-584.

[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/589-593.

[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/8-10.

[4] İbni Kesir, III/571 vd.

[5] Razî, XXVI/81; Alûsî, XXIII/27.

[6] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/15-20.

[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/23-25.

[8] Buradaki "yelîtu havdahû" ifadesi, bir diğer rivayette "yelûtu havdahû" şeklinde gelmiştir. "Bu ifade, "Havuzunu çamurla sıvar" anlamındadır.

[9] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/28-30.

[10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/33-34.

[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/37-40.

[12] el-Bahru'l-Muhît, VII/345.

[13] Arap şiirinin ölçülerinden biri olan ve altı satırdan oluşan "Recez Bahri"nin üç satırının çıkarılmasıyla üç satırdan ibaret kalan beyte "meştûr" denir, (çev.)

[14] Cahiliye döneminin yedi ünlü şairine ait olan ve Kabe'ye asılmış bulunan 7 şiirden (muallakat-ı seb'a) birisi. Diğer şiirler ise İmruu'1-Kays, Züheyr b. Ebî Sulmâ, Lebîd b. Rebî'a, Amr b. Kulsûm, Haris b. Hıllize ve Antara b. Şeddâd'a aittir, (çev.)

[15] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/44-49.

[16] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/55-57.

36-Yasin Suresi Meali Tefsiri Oku: Kuran, Peygamber Ve Kendilerine Peygamber Gönderilenler-İlahi Kudretin, Öldükten Sonra Dirilme Ve Diğer Bazı Konulardaki Delilleri Rating: 4.5 Diposkan Oleh: Blogger

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder