Güncel Duyuru: Öğrencilerimizin dikkatine ! Ücretsiz TEMEL ARAPÇA SARF&NAHİV derslerimizi Eklemeye başladık 1-13.Derse kadar Tamam(Elhamdü lillah) Tıkla Ders Sayfasına Git Tags:Online Arapça Dersleri Video,İslami ilimler Video Dersleri,İlahiyat Önlisans Arapça Video Dersleri,İlahiyat Arapça Video Dersleri,İmam Hatip Arapça Dersleri Video,İlitam Arapça Video Dersleri,Tefsir Dersleri Video,Hadis Dersleri Video,Fıkıh Dersleri Video,Arapça Dershaneniz,Kur'an,Sünnet,Arapça dersleri,tefsir oku,hadis,oku,Kuran meali oku,arapça öğreniyorum,arapça dilbilgisi video,arapça nahiv video,arapça sarf dersleri video,islami sohbetler

34-Sebe Suresi Meali Tefsiri Oku: Sebe Melikesi Belkıs'ın kıssası-Allah Tealâ'nın Mülk, Kudret Ve İlim Sıfatları-Kâfirlerin Kıyameti İnkâr Etmeleri, İnsanların Allah'ın Ayetlerine Karşı Tavırları Ve Görecekleri Cezalar

SEBE SURESİ


Allah Tealâ'nın Mülk, Kudret Ve İlim Sıfatları


1- Hamd göklerde ve yerde bulunan  her şeyin sahibi olan Allah'a mah- sustur. Hamd ahirette de, O'na  mahsustur. O Hakimdir (sonsuz  hikmet sahibidir) ve Habîr'dir (her  ^yden haberdardır).

2- "O yerin içine gireni yerden çıkan, gökten inen ve göğe çıkan her şeyi  bilir. O çok merhamet eden ve çok  bağışlayandır.



Açıklaması


"Hamd göklerde ve yerde bulunan her şeyin sahibi olan Allah'a mah­sustur. " Yani mutlak ve mükemmel hamd göklerin ve yerin, göklerde ve yerde bulunan her şeyin gerçek sahibi, göklerin ve yerin işlerini gören Al­lah'a mahsustur. O dilediğini yapar, dilediği hükmü verir. O'na yapılan hamd mahlûkata karşı verdiği nimetler için yapılmaktadır. Ayetin manası şudur: Hamd, sena ve şükre lâyık olan mülk, yaratık ve dilediği tasarruf olarak göklerde ve yerde bulunan her şeyin sahibi olan Allah'tır. O mükem­mel kudretin ve tam nimetin sahibidir.

"Hamd ahirette de, O'na mahsustur." Dünyada hamd O'na mahsus ol­duğu gibi ahirette de hamd O'na mahsustur. Çünkü dünya ve ahiret ehline lütufta bulunan ve nimet veren O'dur. Nitekim bir başka ayette de şöyle buyuruyor: "O kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah'tır. Dünya­da da, ahirette de, hamd O'na mahsustur. Hüküm yalnız O'nundur. Siz an­cak O'na döndürüleceksiniz." (Kasas, 28/70). Allah Tealâ cennet ehlinin hamdetmesini anlatmak üzere şöyle buyurmaktadır: "Onlar: "Bize verdiği vaadinde duran ve bizi bu yere varis kılan Allah'a hamd olsun. Cennette is­tediğimiz yeri yurt edinebiliyoruz." dediler." (Zümer, 39/74); "Orada şöyle derler: Hamd bizden üzüntüyü gideren Allah'a mahsustur. Şüphesiz ki Rabbimiz çok affedendir, şükrün karşılığını bol verendir. O bizi lutfuyla içinde ebedî kalacağımız cennete yerleştirdi." (Fatır, 35/34-35).

Devamlı olarak hamd edilen Cenab-ı Hak olunca, ebedî olarak ibadete lâyık olan da O'dur.

"O Hakim ve Habîr'dir." Allah sözleri ve fiillerinde, dininde ve takdir­lerinde sonsuz hikmet sahibidir. Mahlukatının işlerini hikmetiyle idare eder. O işlerin gizli yönlerini gayet iyi bilir. O, kendisine hiçbir şey gizli kalmayan ve kendisinden hiçbir şey uzak kalmayandır. İmam Malik diyor ki: O mahlukatından gayet haberdardır. Onların işlerinde hikmet sahibi­dir.

"O, yerin içine giren ve yerden çıkanı bilir," O, bir yerde toprağa giren, diğer bir yerden fışkıran yağmur suyu gibi, hazineler, defineler ve ölüler gi­bi yerin içine girenleri; hayvanlar, bitkiler, sular ve maden filizleri gibi yer­den çıkanları bilir.

"gökten inen ve göğe çıkan her şeyi bilir." O, melekler, kitaplar, rızıklar, yağmurlar ve şimşekler gibi gökten inenleri; melekler, kulların amelleri, gazlar, dumanlar, hava taşımacılık vasıtaları ve kuşlar gibi göğe çıkanları bilir.

"O çok merhamet eden ve çok bağışlayandır." Allah kullarına çok mer­hametlidir. Dolayısıyla kullarının isyanına derhal ceza vermez. Kendisine yönelen ve kendisine güvenen kullarının günahlarını çok bağışlayandır. [1]



Kâfirlerin Kıyameti İnkâr Etmeleri, İnsanların Allah'ın Ayetlerine Karşı Tavırları Ve Görecekleri Cezalar


3- Kâfirler: "Kıyamet saati bize gelmeyecektir." dediler. De ki: "Ha­yır, gaybı bilen Rabbime yemin olsun ki kıyamet saati size mutiaka gelecektir." Göklerde ve yerde zerre mlktarı bir şey °'nun ilmi dışında  değildir. Bundan daha küçük ve daha büyük hiçbir şey yoktur ki apaçık bir kitapta yazılmış olmasın.  

4- "Böylece Allah, İman edip salih  ameUer işleyenleri mükâfatlandıracaktır. İşte onlar için mağfiret ve değerli bir rızık vardır-

5-  Ayetlerimiz hakkında bizi âciz  bırakmaya yeltenenlere gelince, on- lar için çok kötü ve can yakıcı bir  azap vardır.

6-  Kendilerine ilim verilenler Rabbinden sana indirilen Kur'an'ın hak olduğunu, Azîz ve Hamîd olan Al­lah'ın yoluna sevkettiğini bilirler.



Açıklaması


"Kâfirler: "Kıyamet saati bize gelmeyecektir." dediler." Semavî risalete inanmayanlar, inkâr ederek ya da bu vaadle alay etme tarzında: Ne kıya­met, ne diriliş, ne de hesap görme olacaktır, dediler. Onlar böylece kıyame­tin meydana gelmesi ile ilgili olarak Rablerinden gelen ve ilâhî kitapların ihtiva ettiği haberleri ve bu kitaplardaki hüccet ve delilleri inkâr etmiş ol­dular. Allah da bunların inançlarının batıl ve asılsız olduğunu vurgulamak üzere onlara şöyle cevap verdi:

"De ki: Hayır, Rabbime yemin olsun ki, kıyamet saati mutlaka gelecek­tir. " Yani, ey Peygamber onlara de ki: Hayır, Allah'a yemin olsun ki kıya­met hiç şüphesiz gelecektir.

Dikkat edilirse, burada kıyametin varlığı ve onların iddialarının ge­çersizliği Allah'a kasem ile te'kid lamı ve te'kid nûnuyla yapılan, fiildeki te'kid ile bir kez daha vurgulanarak isbat edilmektedir.

Bu ayet -İbni Kesir'in zikrettiği gibi- şirk, nifak ve inat ehlinden olan inkarcılara red olmak üzere Allah Tealâ'nın kıyametin meydana geleceğine dair Rasulünün yüce Rabbine kasemde bulunmasını emrettiği üç ayetten biridir.

Bu ayetlerden biri Yunus suresindedir: Bu (anlattığın) gerçek mi diye senden haber almak isterler. De ki: Evet, Rabbime yemin olsun ki bu elbette gerçektir. Siz Allah'ı âciz bırakamazsınız." (Yunus, 10/53).

İkincisi bu ayettir: "Kâfirler: Kıyamet saati bize gelmeyecektir, dediler. De ki: Hayır, gaybı bilen Rabbime yenim olsun ki kıyamet saati size mutla­ka gelecektir." (Sebe, 34/3).

Üçüncü ayet ise Tegabün suresindedir: "İnkâr edenler, öldükten sonra hiç dirilmeyeceklerini iddia ederler. De ki: Hayır, Rabbime yemin ederim ki, öldükten sonra mutlaka diriltileceksiniz. Sonra da yaptıklarınız size bildi­rilecektir. Bu, Allah'a çok kolaydır." (Tegabün, 64/7).

Cenab-ı Hak daha sonra, öldükten sonra dirilişin mümkün olduğuna delâlet eden kâmil ilim sahibi olma sıfatıyla kendi zatını tavsif ederek şöy­le buyurdu:

"Göklerde ve yerde zerre miktarı bir şey O'nun ilmi dışında değildir. Bundan daha küçük ve daha büyük hiçbir şey yoktur ki apaçık bir kitapta yazılmış olmasın."

Öldükten sonra diriltmeye kadir olan Allah'tan hiçbir şey uzak değil­dir. En küçük karınca kadar bile olsa varlıklardan hiçbir şey Ona gizli de­ğildir. Bu zerreden daha küçük veya daha büyük herşey apaçık bir kitapta yani Levh-i Mahfuz'da tesbit edilip kaydedilmiştir.

Allah Tealâ bundan sonra cesetleri tekrar yaratma ve kıyametin kop­ması hakkındaki hikmetini şu ayetle beyan etmiştir:

"Böylece Allah iman edip salih amel işleyenleri mükâfatlandıracaktır. İşte onlar için mağfiret ve değerli bir rızık vardır."

O, mahlûkatı kıyamet günü kara, deniz veya her nerede iseler Allah'a, Rasulüne ve ahiret gününe iman eden, salih amelleri -yani emredildikleri şeyleri- işleyen ve nehyolundukları şeylerden kaçınan müminleri mükâfat­landırmak için kabirlerinden çıkarıp diriltecektir. Onlar için mağfiret -yani günahların silinmesi- ve çenette hiçbir yorgunluk ve minnet bulunmayan nimetler vardır. Bundan maksat müminlere mükâfat verilmesinin hak ve adalet olmasıdır.

Bu müminler grubudur. İkinci grup şudur:

"Ayetlerimiz hakkında bizi âciz bırakmaya yeltenenlere gelince, onlar için çok kötü ve can yakıcı bir azap vardır." Bizim kendilerine erişemeyece­ğimizi ve muktedir olamayacağımızı sanarak Kur'an ayetlerini ve öldükten sonra dirilmeyi isbat eden delilleri geçersiz saymaya teşebbüs eden inatçı kâfirler için cehennem ateşinde en şiddetli bir azap vardır. Bu, azabın en kötüsü ve en acıklısıdır. Bu azap verme, hakkaniyet ve adalet gereğidir. Böylece kötülük edenle iyilik edene eşit muamele yapılmış olacaktır. Nite­kim Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle buyurmaktadır: "Yoksa biz iman edip salih amel işleyenleri, yeryüzünde bozgunculuk çıkaranlar gibi mi tu­tacağız"? Yoksa Allah'tan hakkıyla korkanları, günahkârlar gibi mi tutaca­ğız?" (Sad, 38/28). Yine şöyle buyurmaktadır: "Cehennemliklerle cennetlik­ler bir değildir. Kurtuluşa erenler sadece cennetliklerdir." (Haşr, 59/21).

Kısaca; kıyametin gayesi saadete eren müminlerin cennetle mükâfat-landırılması ve bedbaht kâfirlerin cehennemle azap edilmesidir.

Cenab-ı Hak bundan sonra daha öncekilere atfedilen bir başka nimet zikrederek şöyle buyurdu:

"Kendilerine ilim verilenler Rabbinden sana indirilen Kur'an m hak olduğunu, Aziz ve Hamîd olan Allah 'm yoluna sevkettiğini bilirler."

Peygamberlere indirilen kitaplara iman eden müslümanlar ile Abdul­lah b. Selâm, Ka'b ile arkadaşları ve başkaları kıyametin koptuğunu, iyi­lerle kötülere amellerinin karşılığının verildiğini gördüklerinde ve Allah'ın kitaplarından öğrendiklerinin dünyada gerçekleştiğini anladıklarında o za­man bunun hakkın ta kendisi olduğunu görürler ve Kur'an'm hak olduğu­nu yakînen anlarlar. O gün şöyle derler: Allah'ın peygamberlerinin getirdi­ği din elbette haktır, sabittir, kendisinde asla şüphe bulunmayan doğrudur. Kuran kendisine tâbi olanları, mağlup olmayan, engellemeyen, izzet sahi­bi olan Allah'ın yoluna irşad eder. O, her şeyi yoketme gücüne sahip olan­dır. O, bütün sözlerinde, fiillerinde, hükmünde ve kaderinde hanide lâyık olandır. Acizlik sıfatı Ona lâyık değildir.

Bu ayetin benzeri şu ayetlerdir: "Bu, Rahman olan Allah 'm vaadettiği kıyamet günüdür. Peygamberler doğru söylemişlerdir." (Yasin, 36/52); "Şüp­hesiz sizler Allah 'm takdir ettiği dirilme gününe kadar kaldınız. İşte yeni­den dirilme günü." (Rum, 30/56). [2]



Kafirlerin Kıyametin Kopmasını Uzak Bir İhtimal Olarak Görmeleri Ve Rasulullah (S.A.) İle Alay Etmeleri, Dirilişe Delil Getirilmesi


7- Kâfirler (birbirlerine) şöyle dedi­ler: "Vücudunuz parça parça ayrı­lıp toprak olduktan sonra, yeniden yaratılışla dirileceğinizi haber ve­ren bir adam gösterelim mi size!

8-  Acaba o Allah'a karşı yalan mı uyduruyor? Yoksa onda bir delilik mi var?" Hayır, âhirete inanmayan­lar azap içinde ve büyük bir sapık­lık içindedirler.

9-  Onlar gökten ve yerden önlerin­de ve arkalarında olanı görmüyor­lar mı? Eğer dilersek onları yere geçirir veya üzerlerine gökten par­çalar düşürürüz. Şüphesiz ki bun­da, Rabbine yönelen her kul için el­bet bir ibret vardır.



Açıklaması


"Kâfirler şöyle dediler: Vücudunuz parça parça olduktan sonra yeni­den yaratılış içinde olacağınızı bildiren bir adam gösterelim mi size!"

İnkâr edenler hayret etme, hiçe sayma ve alaya alma tarzında birbir­lerine şöyle dediler: Çürüyüp toprak olduktan ve topraktaki cesetleriniz parça parça ayrıldıktan sonra önceden olduğunuz gibi aynı şekilde dirilece­ğiniz şeklinde size garip bir haber veren, ismi Muhammed olan bir şahsı gösterelim mi?

Bu ayetin bir benzeri şu ayettir: "Yaradılışını unutarak bize misal ge­tirir ve çürümüş kemikleri kim diriltecekmiş?! der." (Yasin, 36/78).

"Acaba o Allah'a karşı yalan mı uyduruyor? Yoksa onda bir delilik mi var?" derler. Yani onun durumu şu iki şekilden uzak değildir: Ya o bu ayetle­rin kendisine vahyedildiği şeklinde yalan olarak Allah'a kasden iftirada bu­lunmaktadır. O söylediklerinde yalancıdır. Yahut o şahısta, söylediğini dü­şünemeyecek ve öldükten sonra dirilişi hayal edecek şekilde cinnet vardır.

Bunun üzererine Allah, bu iki durumdan daha tehlikeli ve daha feci olmak üzere kâfirlerin başına gelecek olanı onlara haber vererek şöyle bu­yurdu:

"Hayır, âhirete inanmayanlar azap ve büyük bir sapıklık içindedirler." Yani durum onların iddia ettikleri ya da onların ileri sürdükleri gibi değil­dir. Bilakis Muhammed (s.a.) Hakkı getiren, sözünde sâdık olan ve Hak yolda olan zattır. Küfredenler ise, âhireti inkâr eden aptal, cahil ve yalancı kişilerdir. Onlar bu sebeple ahirette daimî azap içinde olacaklardır. Onlar bugün dünyada Hak'tan tamamen uzak derin bir sapıklık içindedirler.

Allah Tealâ daha sonra gökler ve yerin yaratılmasında muktedir oldu­ğuna, dolayısıyla Onun öldükten sonra dirilişe de muktedir olduğuna dik­kat çekerek şöyle buyurdu:

"Onlar, gökten ve yerden önlerinde ve arkalarında olanı görmüyorlar mı? Eğer dilersek onları yere geçirir veya üzerlerine gökten parçalar düşü­rürüz. " Yani Allah gök ve yerin yaradılışında tefekkür edip düşünmemeleri sebebiyle onlara tekdirde bulunarak şöyle buyurdu: Onlar önlerine ve ar­kalarına, Allah Tealâ'nın kudretine ve birliğine delâlet eden şaşırtıcı olay­lara bakmıyorlar mı? Çünkü onlar, kudret sahibi olan Allah'ın varlığını ifa­de eden gökyüzünü görmüyorlar mı? Yeryüzü de gökyüzünün delâlet ettiği hususlara aynı şekilde işaret etmektedir. Onlar göklere ve yere bakarlarsa, gök ve yerleri yaratanın onlara derhal azap vermeye de muktedir olduğunu görürler. Biz dilersek, Karun'u yerin dibine geçirdiğimiz gibi onları yere ge­çiririz, yahut Eyke ashabının üzerine taşlar düşürdüğümüz gibi gökyüzün­den parçalar düşürürüz.

Bununla anlatılmak istenen mana şudur: Eğer biz dilersek onların za­lim olmaları ve bizim onlar üzerinde muktedir olmamız sebebiyle onlara böyle davranabilirdik. Fakat biz halîm ve affedici olmamız sebebiyle, onla­ra verilecek cezayı erteliyoruz.

"Şüphesiz ki bunda Rabbi'ne yönelen her kul için elbet bir ibret var­dır. " Yani göklerin ve yerin yaradılışının incelenmesinde Allah'a çok yöne­len akıllı, zeki her kul için elbette Allah Tealâ'nın cesetleri diriltmesine ve âhiretin meydana gelişine delâlet eden bir ibret vardır. Zira yükseklik ve genişliğiyle gökleri; alçaklık, uzunluk ve genişliğiyle bu yeryüzünü yarat­maya muktedir olan Allah, bu cisimleri eskiden olduğu gibi tekrar dirilt­meye de kadirdir.

Nitekim Cenab-ı Hak bir ayette şöyle buyuruyor: "Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılması insanların yaratılmasından daha büyük bir iştir. Fa­kat insanların çoğu bunu bilmezler." (Gafir, 40/57). Yine şöyle buyuruyor: "Gökleri ve yeri yaratan Allah onların benzerini yaratmaya kadir değil mi­dir? Elbette kadirdir." (Yasin, 36/81). [3]



Allah'ın Davud Aleyhısselama Verdiği Nimetleri


10- Şüphesiz ki biz Davud'a nezdi- mizden bir üstünlük verdik. Ey  dağlar ve kuşlar! Davud'la birlikte  teşbih edin. Biz ona demiri yumuşak kıldık.

Davud'a: "Geniş zırhlar imal et  Dokumasını öiçüıü ve sağlam yap-" diye vahyettik. (Ey Davud ailesi!) Salih amel işleyin. Zira ben sizin yaptıklarınızı görüyorum.



Açıklaması


"Şüphesiz ki biz Davud'a nezdimizden bir üstünlük verdik. Ey dağlar ve kuşlar! Onunla birlikte teşbih edin."

Allah Tealâ, Rasulü Davud aleyhisselâma verdiği apaçık nimetleri zik­retti. Ona hem nübüvvet, hem de büyük ve kudretli bir saltanat ve askeri güç verdi. Ayrıca ona nağmeli, kuvvetli ve etkili bir ses lütfetti. O teşbih et­tiği zaman ulu dağlar, uçan kuşlar onunla birlikte teşbih ediyorlardı. Deği­şik dillerde ona cevap veriyorlardı.

Ayetin manası şudur: Andolsun ki biz Davud'a büyük bir lütuf ve de­ğerli nimetler verdik. Dağlara ve kuşlara, o teşbih ettiği zaman, onunla birlikte teşbih edin, dedik.

Sahih-i Buhari'deki bir hadis-i şerif şöyledir: Rasulullah (s.a.) gece Kur'an okuyan Ebû Musa el-Eş'arî'yi ayakta durarak dinledi, onun kıraati­ne kulak verdi. Sonra da şöyle buyurdu: "Buna, Davud ailesinin mizmarla-rından bir mizmar (musikî nağmesi) verilmiştir."

"Biz ona demiri yumuşak kıldık. Biz Davud'a: Geniş zırhlar imal et. Dokumasını ölçülü ve sağlam yap, diye vahyettik."

Yani biz demiri Davud'un elinde ateş ve çekice ihtiyaç duymadan dile­diği şeyi yapmak üzere yumuşak kıldık. Hatta o, savaşın acılarından koru­yacak mükemmel zırhları yapabilmek için demiri elinde iplik gibi inceltebi­liyordu. Cenab-ı Hak ona, amacı gerçekleştirmeyecek kadar küçük ve dar olmaya ve de giyen kimseye büyük ve ağır gelip de giyilmeyecek durumda olmayan; ihtiyaca uygun, halkaları birbirleriyle uyumlu zırhlar dokuma şeklini öğretti.

Ateş ve çekiçle vurma olmaksızın demirin yumuşatılması hiç şüphesiz Hz. Davud'un mucizesidir, başkası için mümkün değildir. Hz. Davud (a.s.) ilk defa zırh imal edendir.

Katade: Ondan önce zırhlar ağır demir parçaları şeklindeydi, demiştir. Bunun için Hz. Davud'a hafiflik ve sağlamlığı birarada bulundurarak ölçü­lü olarak zırh yapması emredilmiştir. Yani bu iki manadan aldığını ölçüyle takdir et. Sadece sağlamlığı dikkate alırsan, zırh ağır olur; hafifliği dikkate alırsan, sağlamlığı ortadan kaldırırsın.

"Salih amel işleyin. Zira ben yaptıklarınızı görüyorum." Ey Davud ai­lesi! Allah Tealâ'nm size verdiği nimetlere karşı salih amel işleyin. Zira ben sizi gözetliyorum. Sizin sözlerinizi ve amellerinizi gayet iyi görüyorum. Bana onlardan hiçbir şey gizli kalmaz.

Bu ayette, nimete şükretmek için salih amel işlemeye teşvik vardır. Salih amel gönülleri sağlamlaştırır, ruhu parlatır ve ruhu ayak kaymaları ve sapmalardan korur. [4]



Allah'ın Süleyman (A.S.)'a Verdiği Nimetler


12- Süleyman'a da (onun enirine) rüzgârı (verdik) ki onun gidişi bir ay, gelişi bir aydır. Süleyman için erimiş bakırı kaynağından (su akar gibi) akıttık. Rabbinin izniyle cinlerden bir kısmı onun emrinde çalışırdı. Onlardan kim emrimizden  çıktıysa, ona alev alev yanan ateşin azabım tattıracağız.

13" Cinler Süleyman'ın dilediği gibi saraylar, heykeller, havuzlar gibiçanaklar ve sabit kazanlaryaparlardı. Ey Davud ailesi! (Alnimetlerine) şükretmek için çalışın. Kullarımdan hakkıyla şük reden pek azdır.

14. Onun ölümüne hükmettiğimiz zaman öldüğünü cinlere ancak âsâsını yiyen bir haşere gösterdi. O yere düşünce cinler gayet iyi anladı­lar ki eğer onlar gaybı bilmiş olsa­lardı, kendilerini küçük düşüren bir azap içinde kalmayacaklardı.



Açıklaması


Allah Tealâ bu ayetlerde Hz. Süleyman'a verdiği üç büyük nimeti zik­retmektedir:

1- Rüzgârın Hz. Süleyman'ın emrine verilmesi.

"Süleyman'a da rüzgârı verdik ki onun gidişi bir ay, gelişi bir aydır." Biz Süleyman'a gidişi yani gündüzün ilk saatlerinden gündüz ortasına ka­dar seyri bir aylık mesafedir, gelişi yani gündüzün ortasından gün batımı-na kadar seyri bir aylık mesafedir.

Hasan el-Basrî diyor ki: Hz. Süleyman, Şam'dan hah üzerinde sabah­leyin yola çıkar, öğle yemeği yemek üzere Istahr'da konaklar, dönüşte ise Istahr'dan yola çıkar Kabil'de (Afganistan'da) gecelerdi. Şam ile Istahr ara­sı sür'atle giden bir kimse için bir aylık mesafedir. Istahr ile Kabil arası da süratli bir kimse için bir aylık mesafedir.

2- Bakırın eritilmesi: "Süleyman için erimiş bakırı kaynağından akıt­tık."   Hz. Süleyman'a bakırı yumuşattık. Hz. Süleyman ateş ve çekiç ol­maksızın dilediği şeyleri bu madenden imal ediyordu. Buna kaynak ismi verilmiştir. Zira bu madde, kaynağından su akar gibi akıyordu.

3- Cinlerin Hz. Süleyman'ın emrine verilmesi: "Rabbinin izniyle cin­lerden bir kısmı onun emrinde çalışırdı. Onlardan kim emrimizden çıktıy­sa, ona alev alev yanan ateşin azabını tattıracağız."

Biz Rabbinin emri, kudreti, kolaylaştırması ve Süleyman'ın emrine tahsis etmesi suretiyle cinlerden bir kısmını onun huzurunda saraylar vb. bina etmek üzere onun emrine verdik. Onlardan kim Süleyman'a itaatten çıkıp yüzçevirirse, ona dünyada acıklı bir yangın azabı, ahirette ise cehen­nem azabı tattıracağız.

"Cinler Süleyman'ın istediği gibi saraylar, heykeller, havuzlar kadar büyük çanaklar ve sabit kazanlar yaparlardı."

Yani cinler Hz. Süleyman için, dilediği yüksek binalar, yüksek saray­lar, mescidler, bakır, cam veya mermerden mücessem suretler, deve havuz­larına benzeyen ve pek çok insan için yetecek büyük çanaklar, ağırlığı ve büyüklüğü sebebiyle yerlerinden kımıldatılamayan, yer değiştirmeyen, bu­lundukları yerde sabit kazanlar yapıyorlardı.

"Ey Davud ailesi! Şükretmek için çalışın. Kullarımdan hakkıyla şükre­den pek azdır."

Yani Biz şöyle dedik: Ey Davud ailesi! Allah'ın size din ve dünya husu­sunda verdiği nimetlere karşı şükretmek için Allah'a taatle amel edin. Kul­larımdan bana şükreden, bütün azalarını yarattığım mubah menfaatlerde kullanan kimse pek azdır. Şekûr; hayır ve musibet şeklindeki bütün du­rumlarında şükreden kimsedir. Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette şöy­le buyurmaktadır: "Ancak iman edip salih amel işleyenler müstesna. Bun­lar da pek azdır." (Sad, 38/24). Bu varolan durumu haber vermektedir.

Buhari ve Müslim'in Salih'lerinde Peygamberimiz (s.a.)'in şöyle bu­yurduğu rivayet edilmektedir: "Allah Tealaya en sevimli olan namaz Da­vud'un namazıdır. Davud gecenin ilk yarısında uyurdu. Üçte birini namaz­la geçirir. Geriye kalan altıda birinde de uyurdu. Allah'a oruçların en se­vimlisi de Davud'un orucu idi. Bir gün oruç tutar, bir gün iftar ederdi. O düşmanla karşılaştığı zaman kaçmazdı."

Müslim, Sahih'inde Hz. Âişe (r.a.)'den rivayet ediyor: Rasulullah (s.a.) geceleyin ayakları şişinceye kadar namaz kılıyordu. Ona:

- Allah senin gelmiş, geçmiş ve gelecek günahlarını mağfiret ettiği hal­de bu şekilde mi hareket ediyorsun? dedim. Peygamberimiz (s.a.):

- Hakkıyla şükreden kul olmayayım mı? dedi.

Tirmizî'nin Ebû Hureyre'den rivayet ettiğine göre Peygamberimiz (s.a.) minbere çıktı, bu ayeti okudu. Sonra da şöyle buyurdu: "Üç şey vardır ki kime bu üç şey verilmişse Davud ailesine verilen nimetlerin benzeri veri­lir." Biz:

- Bunlar nelerdir? dedik. Peygamberimiz (s.a.):

- Rıza ve gazap halinde itidal... Fakirlik ve zenginlik halinde orta yolu tutmak... Gizli ve açık her yerde Allah'tan korkmak...

Bu nimetlerle birlikte ve Hz. Süleyman aleyhisselâmm azametine rağ­men Allah Tealâ Hz. Süleyman'ın ölüm şeklini, zor işlerde kullanılan cinle­re ölümünün gizli kaldığını zikrederek şöyle buyurdu:

"Onun ölümüne hükmettiğimiz zaman öldüğünü cinlere ancak asasını yiyen bir haşere gösterdi. O yere düşünce cinler gayet iyi anladılar ki eğer onlar gaybı bilmiş olsalardı, kendilerini küçük düşüren bir azap içinde kal­mayacaklardı. "

Süleyman'ın ölüm hükmünü verip de bu hükmü gerçekleştirdiğimizde Süleyman asasına yaslandığı halde ayakta iken öldü, cinler de onun öldü­ğünü anlayamadılar. Ondan korktukları için çalışmaya devam ettiler. Onun öldüğünü cinlere ancak asasını içten yiyen bir ağaç kurdu gösterdi. Asası düşüp de Hz. Süleyman yere düşünce, cinlerin iddia ettikleri gibi gaybı bilmedikleri ortaya çıktı. Eğer onların gaybı bildikleri şeklindeki iddiaları doğru olsaydı, Hz. Süleyman önlerinde iken onun ölmüş olduğunu anlarlar, onun hayatta olduğunu zannederek görevlendirdiği ağır işte, onun ölümünden sonra uzun müddet devam etmezlerdi.

Hz. Süleyman'ın asasına dayanarak beklediği müddet hakkında sahih bir haber varid olmamıştır. Biz de bunun takdirini Cenab-ı Hakk'a bırakı­yoruz. Belki de bu konuda İbrahim b. Tahman'ın İbni Abbas'dan rivayet et­tiği merfû hadisten istifade edilebilir. Bu hadiste şu ifade yer almaktadır: "Süleyman Harnûbe asasını oydu. Bu âsâya cinlerin bilmedikleri uzun bir müddet dayandı. Nihayet yere düştü. Böylece insanlar cinlerin gaybı bilme­diklerini öğrendiler. Bunun miktarına baktılar. Bu müddetin bir sene oldu­ğunu gördüler. "[5]

Razî şöyle demiştir: "... Onlar kendilerini küçük düşüren bir azap için­de kalmayacaklardı." ifadesi mümin cinlerin bu hizmette bulunmadıkları­na delildir. Zira mümin, peygamber zamanında küçümseyici bir azap için­de bulunmaz.[6]



Sebe Kavmi Ve Arim Seli Kıssası:


15- Şüphesiz ki Sebe kavminin otur­duğu yerde büyük bir delil vardı. Sebelilerin oturduğu yerler sağın­dan ve solundan iki bahçeyle çevri­liydi. Onlara: "Rabbinizin rızkından  yiyin ve O'na şükredin. İşte güzel bir belde ve bağışlayan bir Rab!" denildi.

16- fakat onlar nun üzerine biz de onların üstüne Arim Seli'ni gönderdik. Onların bahçelerini acı meyveli, ılgınlık ve içinde biraz da sedir ağacı bulunan  iki bahçeye çevirdik.

17- Nankörlüklerinden dolayı onla­rı işte böyle cezalandırdık. Biz hiç nankörden başkasını cezalandırır mıyız?

18- Sebelilerle mübarek kıldığımız beldeler arasında birbirinden görünen şehirler var etmiştik. Oralarda-

eliş-gidişi ölçüler içinde tanzim etmiştik. "Geceleri ve gündüzleri  oralarda emiyet içinde gezin." de­miştik.

19- Fakat onlar: "Ey Rabbimiz! Se­ferlerimizin mesafelerini uzat." de­diler ve kendi kendilerine zulmetti­ler. Bunun üzerine biz de onları söylenegelen misaller yaptık. Onla­rı darmadağın ettik. Şüphesiz ki

bunda çok sabreden ve çok şükreden herkes için nice ibretler vardır.

20- Gerçekten iblis onlara kendi kuruntusunu tasdik ettirdi. Müminlerden bir grup hariç hepsi İblis'e uydular.

21- Halbuki Iblis'in onların üzerinde hiçbir nüfuzu yoktu. Ancak biz ahiret gü­nüne iman eden kimse ile ahiretten şüphe edeni ortaya çıkarmak için ona ves­vese verme fırsatı verdik. Senin Rabbin her şeyi koruyandır. 



Sebe Kavmi Ve Me'rib Seddine Bakış:


Sebe kabilesi, Yemen kralları ve Yemen ahalisi idiler. "Tebâbia'hlar bun­lardandı. Hz. Süleyman'la kıssası geçen kraliçe Belkıs da bunlardan biriydi.

Sebeliler beldelerinde, hayatlarında, rızıklannın ve meyvelerinin bol­luğuyla nimet ve lütuf içinde idiler. Allah Tealâ onlara rızkından yemeleri­ni, O'nun birliğini tanımak ve O'na ibadet etmekle kendisine şükretmeleri­ni emreden peygamberler göndermişti.

Sebeliler Allah Tealâ'nın dilediği müddet kadar bu şekilde devam etti­ler. Daha sonra emrolundukları şeylerden yüz çevirdiler. Bundan dolayı üzerlerine Arim Seli'nin gönderilmesiyle ve çeşitli memleketlere dağılıp parçalanmakla cezalandırıldılar.[7]

İmam Ahmed, İbni Ebî Hatim, İbni Cerir ve Tirmizî, İbni Abbas'ın şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Bir zât Rasulullah (s.a.)'e Sebe'nin ne olduğunu, erkek mi, kadın mı, yoksa yer ismi mi olduğunu sordu. Peygam­berimiz (s.a.):

- "Hayır, o bir adam ismidir. Onun on tane evlâdı vardı. Evlâdından altısı Yemen'e, dördü Şam diyarına yerleşti. Yemene yerleşenler: Müzhıc, Kinde, Ezd, Eşarîler, Enmâr ve Hımyer'dir. Şam'a yerleşenler ise Lahm, Cüzam, Amile ve Gassan'dır." Hadisin senedi "hasen'dir.

Muhammed b. İshak gibi neseb âlimleri şöyle demirlerdir: Sebe'nin is­mi Abdü'ş-Şems b. Yeşcüb b. Ya'rüb b. Kahtan'dır. Araplar arasında ilk de­fa sebe' olan (parçalanan) kabile olduğu için Sebe adıyla adlandırılmıştır. Ona "Raiş" de deniyordu. Zira savaşta ilk defa ganimet alıp kavmine dağı­tan kimse olup bundan dolayı "Raiş" diye adlandırılmıştı. Araplar mala "rîş" ve "riyaş" adı veriyorlardı.

Sebe diyarı, ürünleri ve havası hoş, hayırları ve bereketleri bol bir di­yar idi. Allah bu diyara tevhid ehli olup kullukta bulunmaları için çok ni­metler vermişti. Seben'ler Yemen'e yerleşen muhteşem köşkler, kaleler ve sarayları olan büyük şehirler kurmuşlardı.

Kahtan hakkında üç görüş ileri sürülmüştür.

1- İrem b. Sam b. Nuh sülâlesindendir.

2- Abir -yani Hud -aleyhisselam- sülâlesindendir.

3- İsmail b. İbrahim (a.s.) sülâlesindendir.

Me'rib Şeddi'ne gelince; sanki su onlara iki dağ arasından gelmekte ve yağmur sulan ve vadi suları bir arada birikmekte idi. Yemen'deki eski me­likler bu konuya eğildiler ve bu iki dağ arasında sağlam ve muazzam bir baraj inşa ettiler. Nihayet su yükseldi ve iki dağın kenarına ulaştı. Yemen­liler de bu suyla fidanları diktiler, meyvelerden yararlandılar.

Bu baraj San'a ile arasında üç merhalelik mesafe bulunan Me'rib'de olup Me'rib Şeddi diye bilinen bir barajdır. [8]



Açıklaması:


"Şüphesiz ki Sebe kavminin oturduğu yerde büyük bir delil vardı. Se-belilerin oturduğu yerler sağından ve solundan iki bahçeyle çevriliydi. On­lara: "Rabbinizin rızıklarından yiyin ve O'na şükredin. İşte güzel bir belde ve bağışlayan bir Rab!" denildi."

Kendilerinden Yemen meliklerinin çıktığı, Yemen'deki Sebe kabilesinin[9] oturduğu Me'rib denilen yerde büyük bir delil vardı. Sebelilerin otur­duğu yerler vadinin sağından ve solundan iki bahçe ile çevriliydi. Oturduk­ları yer vadi içinde idi. Bu iki bahçede bütün meyveler bulunuyordu.

Onlara, "Rabbinizin rızkından, yani bu iki bahçenin meyvelerinden yi­yin." denildi. Onlara bunu söyleyen peygamberleriydi. Yahut bu söz lisan-ı hal ile ya da delâletle anlaşılan bir sözdü. Zira onlar kendilerine bu sözün söylenilmesine lâyık kimselerdi.

Yine onlara, "Rabbinizin size verdiği nimetlerden dolayı Rabbinize şükredin. Onun birliğini kabul edin. O'na kulluk edin. O'na itaat edin. Ona isyan etmekten sakının." denildi.

Bu belde ağaçlarının çokluğu, meyvelerinin güzelliği, havasının ılımlı oluşu ve ikliminin sağlıklı oluşuyla güzel bir beldedir. Size bu nimetleri ih­san eden Allah, tevhid ve taat üzerine devam ederseniz, günahlarınızı çok bağışlayan bir Rabdir.

"Fakat onlar yüzçevirdiler. Bunun üzerine biz de onların üstüne Arim Seli'ni gönderdik. Onların bahçelerini acı meyveli, ılgınlık ve içinde biraz da sedir ağacı bulunan iki bahçeye çevirdik."

Onlar Allah'ın birliğini tanımaktan, O'na ibadet ve taatten, verdiği ni­metlere karşı Ona şükretmekten yüz çevirdiler, Allah'ı bırakıp güneşe tap­maya yöneldiler.

Nitekim Kur'an, Hüdhüdün Hz. Süleyman (a.s.)'a söylediği şu sözü nakletmektedir: "Size Sebe'den kesin bir haber getirdim. Ben Sebe halkına hükümdarlık eden bir kadın buldum. Herşey onun emrine verilmiş, kendi­sinin büyük bir tahtı da var. Kendisini, de kavmini de Allah'ı bırakıp güne­şe secde eder buldum. Şeytan yaptıkları amelleri süsleyip kendilerine güzel göstermiş ve onları doğru yoldan alıkoymuş, bu yüzden hidayete eremiyor-lar." (Nemi, 27/22-24).

Allah, bunların üzerine Arim Seli'ni, çok bol suları gönderdi, Me'rib Sedd'i yıkıldı, su vadiyi doldurdu. Yeşil bahçeleri suya boğdu, sonra da ku­ruttu. Evleri suya gömdü. Bu kabileden değişik beldelere dağılan küçük bir grubu geriye bıraktı. Onlara bu meyveli, gayet güzel, parlak bahçeler ve cennetler yerine, içinde hiçbir hayır ve hiçbir fayda bulunmayan bahçelere çevirdi. Bu bahçelerde acı meyveli ağaçlar, acı ılgın ağaçları, az meyveli çok dikenli sedir ağacı bulunmaktadır.

Kuşeyrî diyorki: Badiye ağaçlarına cennet veya bostan denilmez. An­cak ilk bahçelerin karşılığı olarak yer alınca "cennet" lafzı kullanıldı. Bu ifade aynen "Kötülüğün cezası onun gibi bir kötülüktür." (Şura, 42/40) ayetindeki gibidir.

Bu cezanın sebebi Cenab-ı Hakk'm buyurduğu gibi nankörlük idi: "Nankörlüklerinden dolayı onları işte böyle cezalandırdık. Biz hiç nankör­den başkasını cezalandırır mıyız1?" Bu, olgun meyveler, güzel manzaralar, serin gölgeler ve akan nehirlerin acı meyveli, dikenli ağaçlara çevirilmesi, onların küfürleri ve Allah'a şirk koşmaları, Hakk'ı yalanlamaları, onu bıra­kıp batıla dönmeleri dolayısıyla idi. Biz de inkarcılıkları sebebiyle onları cezalandırdık. Allah, nimetlere nankörlükte ve peygamberleri inkâr etmek­te aşırı gidenlerden başkalarını cezalandırmaz.

Allah Tealâ, Sebelilere kendi oturdukları yerde verdiği nimetleri bir bir saydıktan sonra onların çeşitli beldelerde dolaşmaları, Şam beldelerin­deki ticaretleri esnasında verdiği nimetlerden bir demet zikrederek şöyle buyurdu:

"Sebelilerle mübarek kıldığımız beldeler arasında birbirinden görünen şehirler var etmiştik." Yani Sebelilerin kasabaları ile sular, ağaçlar ve bol hayırlarla mübarek kıldığımız Şam kasabaları arasında ağaçlarının, ekin­lerinin ve meyvelerinin bolluğu yanında birbirine yakın, peşpeşe, herkesçe bilinen yüksek kasabalar varettik. Bu sebeple onların yolcuları su veya azık taşıma ihtiyacı duymaz, konakladığı her yerde su ve meyve bulurdu. Bu kasabalar yüksek tepeler üzerine bina edildiği için yolcuların gayet iyi bildikleri, herkesin rahatça gördüğü kasabalar idi.

"Oralardaki geliş-gidişi ölçüler içinde tanzim etmiştik." Biz bu kasaba­ları Şam'a ulaşıncaya kadar bir beldede gündüz istirahat edip diğerinde geceleyecek şekilde yolcuların ihtiyaçlarına göre uygun mesafelerde bulu­nan peşpeşe duraklama merkezleri kıldık.

"Geceleri ve gündüzleri oralarda emniyet içinde gezin." Onlara sözle ve­ya lisan-ı hal ile şöyle denildi: Bu kasabalarda sizi tehdit edecek düşman­dan, açlık ve susuzluktan korkmadan, gece-gündüz yolculukta endişe ettiği­niz şeylerden emin olarak geceleri ve gündüzleri yolculuk yapabilirsiniz.

Ama onlar bu nimetten dolayı sunardılar. Cenab-ı Hakk'm buyurduğu gibi:

"Fakat onlar: "Ey Rabbimiz! Seferlerimizin mesafelerini uzat." dediler ve kendi kendilerine zulmettiler." Yani nimetten bıktılar ve yolculukların uzun olmasını, diyarların birbirlerinden mesafeli olmasını temenni ettiler. Sebeliler şöyle diyorlardı:

- Ey Rabbimiz! Bizimle, yolculuk yaptığımız beldeler arasında çöller, ku­rak topraklar kıl. Böylece binek develerine binecekler, yanlarına su ve azık alacaklar, toplumdaki tabakalar arası farklılıklar ortaya konacak, fakirlere ve muhtaçlara karşı böbürlenme ve kibirlenmeleri mümkün olacaktı.

Nitekim, İsrailoğulları da kudret helvası, bıldırcın kuşu ve benzeri hoşlarına giden yiyecekler, içecekler ve giyeceklerle dolu, bolluk içinde ya­şadıkları halde Hz. Musa'dan Allah'ın kendileri için topraktan yetişen bak­la, acur, sarımsak, mercimek ve soğan çıkartmasını talep etmişlerdi.

Sebeliler ayrıca savaşma amacıyla bu kasabalar arasında çöller, kurak araziler olmasını talep etmişlerdi. Bu da fıtrata son derece aykırı bir dav­ranış, medeniyet, uygarlık ve refah görüntülerinin tamamen yok edilmesi arzusu idi.

Bundan dolayı kendi nefislerini azap ve gazaba arzettikleri için Allah onları "kendi kendilerine zulmettiler" diye niteledi ve nimete karşı şımarmaları, Allah'ı inkâr etmeleri sebebiyle cezalandırdı. Cenab-ı Hak bu duru­mu şöyle beyan ediyor:

"Bunun üzerine biz de onları söylenegelen misaller yaptık. Onları dar­madağın ettik." Onları, ibret alacak kimselere bir ibret, insanların meclis­lerinde konuştukları bir misal kıldık. Birlik, ülfet ve refah içindeki hayat­tan sonra onların topluluğunu dağıttık. Onları çeşitli beldelerde yaşayan parça parça gruplar kıldık. Hatta Araplar arasında bu durum atasözü hali­ne geldi: "Kabile, Sebe'nin kolları gibi dağıldı." Sebe'nin kolları; Sebe'nin yolları, Sebe'nin kabileleri demektir. Sebelilerden Evs ve Hazrec, Yesrib'e yerleşti. Cefne b. Amr ailesi olan Gassan, Şam'a yerleşti. Ezd ise, Uman ve es-Serat'a; Huzâa, Tihame'ye yerleşti. Allah da onları paramparça etti. Sel de onların beldelerini yıktı.

"Şüphesiz ki bunda çok sabreden ve çok şükreden herkes için nice ibret­ler vardır." Yani Sebelilerin başına gelen bu ceza ve azap, nimetin ve afiye­tin işledikleri küfür ve günahlara karşı bir cezaya dönüşmesinde musibet­lere karşı çok çok sabırlı, nimetlere karşı çok çok şükredici herkes için bir ibret ve delil vardır.

Bu ayette sabrın önemine işaret edilmektedir. İmam Ahmed, Sa'd b. Ebî Vakkas'tan Peygamberimiz (s.a.)'in şöyle buyurduğunu rivayet ediyor: "Allah Tealanın mümin için takdir ettiğine hayret ederim: Eğer mümine bir hayır isabet ederse, Rabbine hamd eder ve şükr eder. Eğer mümine bir musibet isabet ederse, Rabbine hamd eder ve sabr eder. Mümin herşeyde ecir kazanır, hatta hanımının ağzına koyduğu lokmada bile..."

Buhari ve Müslim'in Sahih 'lerinde Ebu Hureyre'den rivayet ediliyor ki: "Mümine hayret edilir. Allah Tealâ onun için neyi takdir etmişse, o mü­min için hayırlıdır. Ona bir nimet isabet ederse, şükreder, bu onun için ha­yırlı olur. Ona bir musibet ederse, sabreder; bu onun için hayırlı olur. Bu sadece mümin içindir."

Mutarrif b. Şıhhîr şöyle diyordu: "Verildiğinde şükreden, belâya uğra­dığında ise, sabreden çok sabırlı ve çok şükredici kul ne güzel kuldur!"

Cenab-ı Hak, Sebe kıssasını ve Sebelilerin nefsî arzulara ve şeytana uymalarını beyan ettikten sonra onların ve benzerlerinin İblis'e ve nefsî ar­zulara uyduklarını, doğru yol ve hidayete aykırı davrandıklarını bildirdi:

"Gerçekten İblis onlara kendi kuruntusunu tasdik ettirdi. Müminler­den bir grup hariç hepsi İblis'e uydular."

İblis, bu Sebeliler hakkında, onları saptırdığında kendisine uyacakları kuruntusuna kapıldı. Durum aynen İblis'in kuruntusuna uygun olarak gerçekleşti. Sebeliler onun şaşırtıcı, saptırıcı yoluna uyup Rablerine isyan ettiler. Allah'ı bırakıp güneşe taptılar. Ancak müminlerden bir grup Şey-tan'm vesvesesine karşı koyup onun emrine isyan ettiler, Allah Tealâ'ya itaat üzerine sebat ettiler.

"Halbuki İblis'in onların üzerinde hiçbir nüfuzu yoktu. Ancak biz ahiret gününe iman eden kimse ile ahiretten şüphe edeni ortaya çıkarmak için ona vesvese verme fırsatı verdik. Senin Rabbin her şeyi koruyandır."

İblis'in Sebeliler üzerinde onları saptırmak için hiçbir hüccet ve bur­hanı yoktu. İblis onları küfre zorlamadı. Onun yaptığı sadece vesvese ver­mek ve bu kuruntusunu süslü, güzel göstermektir.

Hasan el-Basrî diyor ki: Allah'a yemin olsun ki İblis, onlara âsâ ile vurmadı. Onları hiçbir şeye zorlamadı. Onun yaptığı sadece aldatma ve ile­ri sürdüğü birtakım temennilerden ibaretti. Onlar da bunları kabul ettiler.

Fakat biz İblis'in vesvesesi ve onlar üzerinde nüfuz kurmasıyla onları denedik. Ahirete ve ahiretin meydana geleceğine, ahirette hesap görülece­ğine, sevap ve ceza ile amellerin karşılığının verileceğine iman eden ile bu konuda şüphe içinde olan, dolayısıyla ahiretin meydana geleceğine ve ahi-retteki sevap ve cezaya inanmayan kimseleri iyice bilmek için -yani ortaya çıkarmak için- böyle yaptık. Zira Allah herşeyi gayet iyi bilmektedir.

Ey Rasul! Rabbin herşeyi koruyup gözetendir. Kâfirlerin yaptıkları iş­ler de, buna dahildir. Allah ahiret gününde onların karşılığını verecektir. [10]



Tanrılarının Müşriklere Şefaat Edememeleri:


22- De ki: "Allah'ı bırakıp da O'nun ortağı olduğunu iddia ettiğiniz şey­leri yardıma çağırın. Onlar gökler­de ve yerde zerre ağırlığınca bir şe­ye sahip değildir. Onların göklerde ve yerde (Allah'la) hiçbir ortaklık­ları yoktur. Allah'ın da onlardan hiçbir yardımcısı yoktur."

23- Allah'ın nezdinde kendisinin izin verdiği kimselerden başkasının şefaati fayda vermez. Nihayet onla­rın kalplerindeki korku giderilince şefaat olunanlar şefaat edecek olanlara: "Rabbiniz ne buyurdu?" derler. Şefaat edecek olanlar: "Hak­kı söyledi. O her şeyden yücedir, her şeyden büyüktür." derler. 



Açıklaması:


"De ki: Allah'ı bırakıp da, O'nun ortağı olduğunu iddia ettiğiniz şeyle­ri yardıma çağırın." Yani ey Peygamber! Kureyşli bu müşriklere şöyle de: Kıtlık yıllarında başınıza gelen felaketi sizin üzerinizden kaldırmaları ve­ya size fayda temin etmeleri için Allah'tan başka tapınılan varlıklar ve putlar gibi sahte ilahları çağırın.

Cenab-ı Hak onların hatalarını beyan ederek hiçbir itiraza yer verme­yecek derecede kesin bir cevapla cevap vermek üzere şöyle buyurdu:

"Onlar göklerde ve yerde zerre ağırlığınca bir şeye sahip değildir." Yani bu sahte tanrılar asla hiçbir şeye sahip değildir. İsterse göklerde ve yerde zerre ağırlığınca olsun... Bu tanrılar herhangi bir işte ne hayır, ne de şerre muktedir değildir. Nitekim Cenab-ı Hak bir ayette şöyle buyurmaktır: "O'nu bırakıp taptığınız ilâhlar bir hurma çekirdeğinin zarına bile sahip değillerdir." (Fatır, 35/13).

Allah Tealâ daha sonra kendisinin ortağı ve yardımcısı olmasını red­dederek şöyle buyurdu:

"Onların göklerde ve yerde (Allah'la) hiçbir ortaklıkları yoktur. Al­lah'ın da onlardan hiçbir yardımcısı yoktur." Yani putlar ne aslında, ne de bağımsız olarak, ne de yaratma ve mülkiyet açısından hiçbir ortaklığa sa­hip değildir. Bir şeyi yaratma ve koruma hususunda Allah'ın hiçbir ortağı ve hiçbir yardımcısı yoktur. Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle buyurmaktadır: "Ben, onları ne göklerin, ne yerin yaratılmasında, ne de kendilerinin yaratılmasında hazır bulundurdum. Ben insanları saptıranla­rı hiçbir zaman kendime yardımcı edinmedim." (Kehf, 18/51). Bilakis bü­tün mahlukat Ona muhtaçtır, Onun nezdindeki kullarıdır.

Cenab-ı Hak bu tanrıların şefaat etmeleri imkânını reddederek şöyle buyurdu:

"Allah'ın nezdinde kendisinin izin verdiği kimselerden başkasının şe­faati fayda vermez." Bu putların şefaati onlara fayda vermeyecektir. Zira hiçbir durumda Allah'ın kendilerine şefaat etmeye izin verdiği melekler, peygamberler, ilim ve amel ehli dışında hiçbir kimsenin şefaati fayda ver­meyecektir. O, kâfirlere izin vermez. Kendilerine şefaat etme izni verilen kimseler, ancak şefaate hak kazanan kimselere şefaat edebilirler, kâfirlere şefaat edemezler.

Nitekim Cenab-ı Hak diğer ayetlerde şöyle buyurmaktadır: "O'nun iz­ni olmadan, O'nun katında kim şefaat edebilir?" (Bakara, 2/255); "Göklerde nice melekler vardır ki Allah dilediğine ve razı olduğuna izin vermedikçe şefaatleri hiçbir fayda vermez." (Necm, 53/26); "Onlar ancak Allah'ın razı olduğu kimseye şefaat edebilirler. Onlar Allah'ın korkusundan titrerler." (Enbiya, 21/28); "Rahman olan Allah'ın izin verdiği ve doğru konuşan kim­seler hariç, O'nun huzurunda hiçbir kimse konuşamaz." (Nebe, 78/38).

Bu ayetlerin manası şudur: Şefaat, Allah Tealâ'nın iznine bağlıdır. Al­lah'ın razı olduğu kimseler dışındaki kimselerin şefaat etme hakkı yoktur. Şefaat sebepleri hak, doğru ve makbul olmalıdır. Bunun için mahlukata şe­faat etmek için Rablerinin hüküm verme zamanı geldiğinde, Makam-ı Mahmud'da, Allah Tealâ'nın huzurunda en büyük şefaatçi olan Âdemoğul-larınm Efendisi Hz. Peygamber (s.a.) Buhari ve Müslim'in Sahihlerindeki çeşitli rivayetlerde şöyle buyurmaktadır: "Ben Allah Tealaya secde ederim. O da bana dilediği kadar müsaade eder. Şu anda bir bir sayamayacağım övgülerde bulunur. Sonra da şöyle denilir: Ey Muhammedi Başını kaldır, söyle ki kabul edilsin. İste ki verilsin. Şefaat et ki, şefaatin kabul edilsin."

Bu dehşetli makamda ilâhî azamet yüce bir şekilde tecelli eder. Ce­nab-ı Hak vahiyle konuşup da göklerde bulunanlar O'nu kelâmını işitince heybetten tir tir titrerler, İbni Mes'ud, Mesruk ve başkalarının dedikleri gi­bi kendilerine baygınlık gibi bir durum arız olur.

Burada Allah Tealâ şefaat iznini beklemekten sonra meydana gelecek durumu zikrederek şöyle buyuruyor:

"Nihayet onların kalplerindeki korku giderilince şefaat olunanlar şefa­at edecek olanlara: Rabbiniz ne buyurdu? derler. Şefaat edecek olanlar: Hakkı söyledi. O her şeyden yücedir, her şeyden büyüktür, derler."

Yani insanlar ve melekler şefaat iznini bekleyerek korku ve dehşet içinde ayakta dururlar. Nihayet şefaat edecek olanlara izin verilip de kor­ku ve ürperti giderilince şefaat edecek olanlara şöyle derler:

- Rabbiniz şefaat hususunda size ne dedi? Onlar da:

- Rabbimiz hak sözü söyledi, derler. Bu hak söz, Cenab-ı Hakk'ın razı olduğu kimselere şefaat izninin verilmesidir. Allah yücelik, büyüklük ve azamette tek varlıktır. Mahlukatından hiçbiri bu hususta Ona ortak ola­maz. Hiçbir melek veya peygamber Allah Tealâ'nın izni olmaksızın o günde konuşma hakkına sahip değildir. [11]



Müşriklerin, Allah'ın Rızık Verici Olduğunuİkrar Etmeleri, Onlara Hüküm Verenin Allah Olduğunun Ve Hüküm Vaktinin Bildirilmesi:

24- Onlara: "Göklerden ve yerden si­zi rızıklandıran kimdir?" de. "Sizi rızıklandıran Allah'tır. O halde bir hidayet ve apaçık bir sapıklık üze­rinde olan ya biziz, yahut sizsiniz." de.

25- Onlara şöyle de: "Ne siz bizim iş­lediğimiz suçlardan sorumlu ola­caksınız, ne de biz sizin işledikleri­nizden sorumlu olacağız."

26- Onlara şöyle de: "Rabbimiz kıya­met günü hepimizi biraraya topla-

ve sonra aramızda hakla hükmedecektir. O Fettah'tır (en güşe-met gu hükmedecektir. U Fettan tır enzel hükmedicidir), Alîm'dir (her

 27-  Onlara şöyle de: "Allah'a nispet  ettiğiniz ortakları bana gösterin ba- kalım." Hayır! Bilakis O Azîz'dir

er şeye ip)t Hakîm'dir (sonsuz  hikmet sahibidir).

28- (Ey Muhammedi) Biz seni ancak bütün insanlara bir müjdeci ve uya­rıcı olarak gönderdik. Fakat insan­ların çoğu bilmezler.

29- Onlar: "Eğer siz doğru sözlü iseniz, bu vaad ettiğiniz (kıyamet) ne zaman?" derler.

30- De ki: "Sizin için vaad edilen belirli bir gün vardır. Bundan ne bir an geri kalabilirsiniz, ne de ileri geçebilirsiniz." 



Açıklaması:


"Onlara: "Göklerden ve yerden sizi rızıklandıran kimdir1?" de. Sizi rı-zıklandıran Allah'tır."

Ey Rasul! Putlara, heykellere tapan o müşriklere azarlama ve sustur­ma tarzında, "Yağmuru indirmek suretiyle göklerden; bitkiler, madenler v.s. çıkarmak suretiyle yerden size rızık veren kimdir, söyleyin bakalım." de.

Cevap veremezlerse, sizi rızıklandıran Allah'tır, de. Zaten onların bun­dan başka bir cevapları da yoktur. Diğer ayetlerde ise rızık verenin Allah olduğu şeklinde fiilen cevap verdikleri açıklanmıştır.

Meselâ, Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Onlara şöyle de: "Size gökten ve yerden rızık veren kimdir? Size kulak ve gözleri bahşeden kimdir? Ölü­den diriyi çıkaran, diriden de ölüyü çıkaran kimdir? Bütün işleri düzene koyan kimdir?" "Allahtır", diyeceklerdir. De ki: O halde Allah'tan korkmaz mısınız?" (Yunus, 10/31).

Rızık verici olanın Allah olduğunu itiraf ettiğinize göre, Ondan başka rızık vermeye muktedir olmayan şeylere niçin tapıyorsunuz? Nitekim Ce­nab-ı Hak onları susturmak ve tekdir etmek üzere şöyle buyurmaktadır: "Onlara: "Göklerin ve yerin Rabbi kimdir?" de. "O Allah'tır." de. Allah'ı bı­rakıp kendilerine hiçbir fayda ve zarar veremeyen şeyleri mi dost edindi­niz?" (Ra'd, 13/16).

Allah Tealâ daha sonra müşrikleri itiraz edemeyecek hale koyduktan sonra onları gayet hoş bir tarzda Allah'a iman etmeye çağırarak şöyle bu­yurdu:

"O halde bir hidayet ve apaçık bir sapıklık üzerinde olan ya biziz, ya­hut sizsiniz, de."

Yani -isterse yaratıcı ve rızık verici olan Allah'ın birliğini kabul eden, sadece Allah'a ibadet eden müminler grubu olsun, isterse yaratmak, rızık vermek, fayda temin etmek ve zarar vermekten aciz olan cansız varlıklara tapan müşrikler olsun- bu iki gruptan her biri hidayet yolu, ya da apaçık bir dalalet üzerindedir. Bu iki gruptan her ikisini de doğrulama imkanı yoktur. Ya biz, ya da siz hidayet, yahut sapıklık üzerindeyiz. Kısaca içimiz­den biri isabetli ve haklı, diğeri ise hatalı ve batıl yoldadır. Bu üslûp hasmı kendi durumu ile başkasının durumunu incelemeye teşvik etmek için kul­lanılan lâtif ve edebî bir üslûptur.

Burada "hidayet" kelimesiyle birlikte "alâ" harfinin, "dalalet" kelime­siyle birlikte "fî" harfinin kullanıldığına dikkat edilmelidir. Çünkü hidaye­te eren sanki yükseklere çıkmış, tırmanmış gibidir. Sapıklığa düşen zulme­te dalmış, zulmet içinde boğulmuş gibidir. Sapıklığın apaçık sıfatıyla tavsif edilip hidayetin tavsif edilmemesi ise, hidayetin hakka ulaştıran dosdoğru ve tek yol olması, bunun dışındakilerin tamamının sapıklık olması, bu sapik yollardan bazılarının diğerlerinden daha açık şekilde sapık olması se­bebiyledir. Ayette ilk olarak kullanılan "innâ" kelimesiyle başlayan mümin­lerin vasıflarıyla irtibatlı olması sebebiyle hidayet, dalâletten önce zikre­dilmiştir.

Allah Tealâ daha sonra iki grup arasındaki ayrımın varlığını, bu her iki grubun diğerinden bağımsız olduğunu suç işleme farazi olarak mümin­lere nisbet edilmek, müşriklere de yaptıkları nisbet edilmek suretiyle iki defa gayet hoş ifade kullanma yoluyla şöyle buyurdu: "Onlara şöyle de: Ne siz bizim işlediğimiz suçlardan sorumlu olacaksınız, ne de biz sizin işledik­lerinizden sorumlu olacağız." Ey Rasul, aynı zamanda müşriklere şöyle de: ibadetimiz ve taatimiz Allah için bir suç ise, siz bizden sorumlu değilsiniz. Biz de hayır veya şer olarak işlediklerinizden sorumlu değiliz. Bunun ma­nası, onlardan berî olduğunu ifade etmektir. Ne siz bizdensiniz, ne de biz sizdeniz. Bilakis biz sizi Allah'ın birliğine ve sadece O'na ibadet etmeye ça­ğırıyoruz. Bu çağrıya icabet ederseniz; siz bizdensiniz, biz de sizdeniz. Eğer yüzçevirirseniz ve Hakk'ı yalanlarsanız; o durumda biz sizden beriyiz, siz de bizden berisiniz. Nitekim bu manada Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "(Ey Muhammedi) Onlar seni yalanlarlarsa, onlara şöyle de: Benim yaptı­ğım bana, sizin yaptığınız da sizedir. Siz benim yaptıklarımdan uzaksınız. Ben de sizin yaptıklarınızdan uzağım." (Yunus, 10/41).

Bundan sonra Cenab-ı Hak hesap görme, sevap ve azap hususunda in­celeme ve tefekkürü vurgulamak için vereceği karar ve hükümle müşrikle­ri uyararak şöyle buyurdu:

"Onlara şöyle de: Rabbimiz kıyamet günü hepimizi biraraya toplaya­cak ve sonra aramızda hakla hükmedecektir. O Fettah'tır (en güzel hükme-dicidir), Alîm 'dir (her şeyi hakkıyla bilendir)."

Ey Rasul! Yine onlara de ki: Şüphesiz ki Rabbimiz bizi hesab günü bir sahada hepimizi toplayacak, sonra da aramızıda hak ve adaletle hükmede­cektir. Allah hakla hükmeden âdil bir hakimdir, bütün durumların ve işle­rin hakiki yönlerini ve maslahat gibi hikmetlerini de en iyi bilendir. O her­kese amelinin karşılığını hayırsa hayır, serse şer olarak verecektir. İşte o gün izzet, nusret ve ebedî saadetin kimin olduğunu bileceksiniz.

Nitekim Cenab-ı Hak bir ayette şöyle buyurmaktadır: "Kıyamet koptu­ğu gün, işte o gün müminlerle kâfirler birbirlerinden ayrılırlar. İman edip salih ameller işleyenler, işte onlar cennette nimetlendirilip mesrur olurlar. İnkâr edip ayetlerimizi ve ahirette benim huzuruma çıkmayı yalanlayanlar, işte onlar cehennem azabına getirilirler." (Rum, 30/14-16).

Cenab-ı Hak, daha sonra Allah'a ortak koşulan şeylerin açıkça göste­rilmesi talebiyle ve bunların kudret sahibi olmadıkları gerçeğiyle müşrikle­re karşı meydan okuyarak şöyle buyurdu:

"Onlara şöyle de: Allah'a nisbet ettiğiniz ortakları bana gösterin bakahm. Hayır! Bilakis O, Azizdir (her şeye galiptir), Hakimdir (sonsuz hikmet sahibidir)."

Ey Peygamber! O müşriklere gerçekleri apaçık ortaya koyacak bir söz olarak şöyle de: Allah'a ortak koştuğunuz, Allah'ın dengi, benzeri ve ortağı kıldığınız bu tanrıları bana gösterin de, onları ve neye güçlerinin yeteceği­ni göreyim. Hak açıktır ve durum hiç de sizin iddia ettiğiniz gibi değildir. Hayır, bu ortaklık iddiasından vazgeçin. Allah'ın hiçbir benzeri, ortağı ve dengi yoktur. O bir olan, tek olan, uluhiyette yegâne olan, hiçbir ortağı bu­lunmayan, her şeyi ezici güce sahip ve her şeye galip olan izzet sahibidir. Fiillerinde, sözlerinde, dininde ve kaderinde sonsuz hikmet sahibi olup bundan üstün hiçbir şey olamaz.

Bu sorgulama ile mabuda sadece zararları gidermek ya da fayda te­min etmek için tapan sıradan insanların hedeflerine uygun olarak "De ki: Göklerden ve yerden sizi kim rızıklandırır?" ayetiyle, ortak kılınan şeylerin fayda temin etme kabiliyetlerinin olmadığını beyan ettikten sonra, bu or­takların zararları engellemedeki faydasızlıklarınm da beyan edilmesi istenmiştir. Üstün seviyedeki kimselere gelince, bunlar Allah'a, sadece iba­dete lâyık tek varlık olduğu için ibadet ederler. Böyleleri için fayda temin etme, yahut zararları engelleme arzu ve hedefi ana hedef değildir.

Allah Tealâ tevhidi isbat ettikten sonra İslâm'ın ırkçı bir eğilimi bulunmayan ve sadece Araplara mahsus olmayan, bütün insanlara ait umumi bir risalet olduğunu açıklamak üzere şöyle buyurdu:

"Biz seni ancak bütün insanlara bir müjdeci ve uyarıcı olarak gönder­dik. Fakat insanların çoğu bilmezler."

Yani ey Peygamber! Biz seni sadece kavmin olan Araplara gönderme­dik; bilakis Arabi, Acemi, siyahı, beyazı ile bütün insanlara, Allah'a itaat edene cenneti müjdeleyici ve Ona isyan edeni cehennemle uyarıcı olarak gönderdik.

Nitekim Cenab-ı Hak başka bir ayette şöyle buyuruyor: "De ki: Ey in­sanlar! Ben Allah'ın sizin hepinize -gönderdiği- elçisiyim." (A'raf, 7/158). Yine şöyle buyuruyor: "Alemlere uyarıcı olsun diye kulu Muhammed'e hak­kı batıldan ayıran Kur'an 'ı indiren Allah yüceler yücesidir." (Furkan, 25/1).

Buhari ve Müslim'in Sahih'lerinde Cabir (r.a.)'den merfû olarak riva­yet ediliyor ki: "Bana benden önceki hiçbir peygambere verilmeyen beş şey verildi. Bunlardan biri: Peygamberler sadece kavimlerine has olarak gön­derilirlerdi. Ben ise bütün insanlara gönderildim." Yine sahih hadiste buyuruluyor ki: "Ben hem esmerlere, hem de kızıl renklilere gönderildim."

Ancak insanların çoğu ne bu risaletin umumi olduğunu, ne de müjde­leme ve uyarma görevini, ne de içinde bulundukları sapıklık ve bilgisizliğin tehlikesini, ne peygamberlerin gönderilmesinin faydasını, ne de Allah nez-dindeki mükâfatı bilmektedirler.

Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle buyurmaktadır: "Sen ne kadar yürekten dilesen de, insanların çoğu iman etmezler." (Yusuf, 12/116); "Eğer yeryüzündekilerin çoğunluğuna uyarsan, seni Allah'ın yolundan sap­tırırlar." (Enam, 6/116).

Tevhidi ve risaleti beyan ettikten sonra Cenab-ı Hak haşri zikretti. Kâfirlerin kıyametin kopmasını uzak bir ihtimal olarak gördüklerini bildir­di ve bunlara şu ayetle cevap verdi:

"Onlar, "Eğer siz doğru sözlü iseniz, bu vaad ettiğiniz (kıyamet) ne za­man?" derler." Yani müşrikler alaylı bir tarzda, inatla ve bilgisizce: Ey Mu-hammed! Ey müminler! Bize vaadde bulunduğunuz bu kıyamet kopma va­adi ne zaman? Eğer siz sözünüzde sadık kimselerseniz, bize bunu bildirin.

Bu ayet tıpkı şu ayet gibidir: "Kıyamet gününe iman etmeyenler, kıya­metin acele olarak kopmasını isterler. İman edenler ise, ondan korkarlar ve onun bir gerçek olduğunu bilirler." (Şûra, 42/18).

Bunun cevabı ise şudur: "De ki: Sizin için vaad edilen belirli bir gün vardır. Bundan ne bir an geri kalabilirsiniz, ne de ileri geçebilirsiniz."

Ey Rasul! Onlara şöyle de: Sizin için belirli bir vadesi olan, hiçbir şüp­he bulunmayan bir vaad günü vardır. Bu, diriliş ve kıyamet günüdür. Bu günden bir an geri kalamazsınız, ileri de geçemezsiniz. Ne artırılır, ne de eksiltilir. Bilakis bu vaad Allah'ın meydana gelmesini takdir ettiği vakitte hiç şüphesiz olacaktır. Bu ifadede yeterli uyarı yapılmaktadır. [12]



Müşriklerin Kur'an'ı İnkar Etmeleri, Kıyamet Günü Sapıklarla Onları Saptıranlar Arasındaki Konuşma


31- İnkâr edenler: "Biz bu Kur'an'a ve ondan önceki kitaplara asla inanmayacağız." dediler. Sen o za­limlerin, Rablerinin huzurunda du­rurken birbirlerini suçlayarak söz attıklarını bir görmelisin! Zayıflar büyüklük taslayanlara: "Siz olma­saydınız, biz mutlaka iman etmiş kimseler olacaktık." derler.

32- Büyüklük taslayanlar da zayıf­lara: "Size hidayet gelince sizi on­dan biz mi alıkoyduk? Hayır, siz suçlu kimselerdiniz." derler.

33- Zayıflar büyüklük taslayanlara: "Bilakis sizin gece gündüz tuzaklar kurmanız (bizi alıkoydu). Çünkü siz bize Allah'ı inkâr etmemizi ve O'na ortaklar koşmamızı emrediyordu­nuz." derler. Onlar azabı görünce pişmanlıklarını gizlerler. Biz de in­kâr edenlerin boyunlarına demir halkaları takarız. Onlar yaptıkla­rından başka bir şeyin mi cezasını çekerler? 



Açıklaması:


Kâfirlerin tuğyan ve inatçılıklarında devam etmelerinin bir örneği Kur'an-ı Kerime ve onun haber verdiği ahiret hayatına inanmamakta ıs­rar etmeleridir. Cenab-ı Hak buyuruyor ki:

"İnkâr edenler: "Biz bu Kur'an'a ve ondan önceki kitaplara asla inan­mayacağız." dediler." Yani Mekke ve Mekke dışındaki müşrik Araplardan bir grup: Biz ne bu Kurana, ne bundan önceki Tevrat ve İncil gibi semavî kitaplara, ne de bu kitapların ihtiva ettiği diriliş, haşr, hesap ve ceza görme gibi ahiret meselelerine asla inanmayacağız, dediler. Ayetin manası şudur: Kâfirler Kur'an'ın Allah Tealâ tarafından indirildiğini ve Kur'an'ın dirilişe ve hakikaten ceza verileceğine delâlet etmiş olmasını inkâr etmektedirler.

Allah Tealâ daha sonra inkarcıların ahiretteki son durumlarını ve va­racakları yeri ve aralarındaki konuşmaları haber vermek üzere Rasulüne veya muhatabına hitaben şöyle buyurdu:

"Sen o zalimlerin, Rablerinin huzurunda dururken birbirlerini suçla­yarak söz attıklarını bir görmelisin!" Yani ey Rasulüm! Kâfirlerin hesap makamında zelil, hor ve perişan vaziyette dururken birbirleriyle tartıştık­larını, birbiriyle mücadele ettiklerini ve kendi aralarında kınama ve azar­lamayla birbirlerine sataştıklarını görsen, gayet acaip ve korkunç bir duru­mu görmüş olursun.

Karşılıklı konuşma şekli ise şöyle idi:

"Zayıflar büyüklük taslayanlara: "Siz olmasaydınız, biz mutlaka iman etmiş kimseler olacaktık." derler." Yani ezilen zayıf kimseler dünyada iken büyüklük taslayan yöneticilere: Sizin bizi Allah'a iman ve Rasulüne uy­maktan alıkoymanız olmasaydı, biz Allah'a iman eden, Rasulünü ve kitabı­nı tasdik eden kimseler olurduk, derler.

Kibirli yöneticilerin onlara cevabı ise şu şekilde idi. "Büyüklük tasla-yanlar da zayıflara: "Size hidayet gelince sizi ondan biz mi alıkoyduk? Ha­yır, siz suçlu kimselerdiniz." derler." Yani dünyadaki kibirli yöneticiler zayıf bırakılan ezilen halka, bu söylediklerini reddederek şöyle derler: Size Allah nezdinden hidayet geldikten sonra sizi imandan ve hidayet yoluna tâbi ol­maktan biz mi alıkoyduk? Hayır, bilakis siz küfür üzerine ısrar etmeniz, cürüm ve günaha dalmanız sebebiyle kendi kendinize engel oldunuz.

Zayıflar onlara cevap verir. "Ezilenler büyüklük taslayanlara: "Bilakis sizin gece gündüz tuzaklar kurmanız (bizi alıkoydu). Çünkü siz bize Allah'ı inkâr etmemizi ve O'na ortaklar koşmamızı emrediyordunuz." derler." Yani halk kendilerini saptıran idarecilere ve liderlerine: Bilakis bizi iman et­mekten alıkoyan şey sizin gece-gündüz tuzaklar kurmanızdır. O zaman siz bizden Allah'ı inkâr üzerine devam etmemizi, ulûhiyet ve ibadet hususun­da eş ve benzerleri ortak kılmamızı istiyordunuz.

Cenab-ı Hak daha sonra iki tarafın akıbetini zikrederek şöyle buyur­du: "Onlar azabı görünce pişmanlıklarını gizlerler. Biz de inkâr edenlerin boyunlarına demir halkaları takarız." Yani yöneticiler ve halktan her biri geçen inkarcılık sebebiyle pişmanlıklarını gizlerler. Kınanma korkusuyla bunu başkalarından saklarlar. Kendilerini kuşatan azapla karşılaştıkları zaman hepsinin yüzlerinde pişmanlık belirmektedir. O zaman da biz elleri­ni boyunlarına bağlayan zincirlerle onları cehenneme atarız.

Bundan sonra Allah Tealâ bu cezanın âdil olduğunu bildirerek şöyle buyurdu: "Onlar yaptıklarından başka bir şeyin mi cezasını çekerler?" Yani biz onlara ve benzerlerine amelleriyle ceza veririz. Herkes durumuna göre ve işlediği Allah'a şirk koşma ve günah sebebiyle cezalandırılır. Zalim yö­neticilere kendilerine uygun azap verilecek, onlara tâbi olanlara da durum­larına uygun azap verilecektir. "Rabbin kullarına zulmedici değildir." (Fus-sılet, 41/46). [13]



Hz. Peygamber (S.A.)'İn Teselli Edilmesi, Zenginler  Arasındaki İnkarcılık Olayı, Mal Ve Evlât  Sebebiyle Kendilerini İtibarlı Saymaları:


34- Biz herhangi bir ülkeye bir uya­rıcı göndermişsek, oranın zengin ve şımarık ileri gelenleri mutlaka: "Biz sizin getirdiklerinizi inkâr ediyo­ruz." demişlerdir.

35- "Mal ve evlâdı çok olan bizleriz. Biz azap görmeyiz." demişlerdir.

36- Sen onlara şöyle de: "Şüphesiz benim rabbim dilediğinin rızkını genişletir, dilediğinin rızkını daral­tır. Fakat insanların çoğu bunu bil­mezler."

37- (Ey insanlar!) Sizi bize yaklaştı­racak olan ne mallarınız, ne de evlâtlarınızdır. Ancak iman edip sa-lih amel işleyen bunun dışındadır. İşte onlar için yaptıklarına karşılık kat kat mükâfat vardır. Onlar cen­netin yüksek köşklerinde emniyet ve huzur içindedirler.

38- Ayetlerimiz hususunda bizi âciz v. bırakmaya çalışanlar, işte onlar azaba celbedilirler.

39- Sen onlara şöyle de: "Şüphesiz ki Rabbim kullarından dilediğinin rız­kını genişletir ve dilediğinin rızkını daraltır. Allah rızası için ne harcar­sanız Allah onun karşılığını verir. O, rızık verenlerin en hayırlısıdır." 



Açıklaması:


Allah kavminin davetinden yüz çevirmesinden dolayı Peygamber'ine tesellide bulunmakta, ona önceki peygamberleri örnek almasını emretmek­te ve kendisine herhangi bir ülkeye bir peygamber göndermişse oranın şı­marık zenginlerinin onu yalanladığını, zayıfların ona uyduğunu bildirmek­te ve şöyle buyarmaktadır:

"Biz herhangi bir ülkeye bir uyarıcı göndermişsek, oranın zengin ve şımarık ileri gelenleri mutlaka: "Biz sizin getirdiklerinizi inkâr ediyoruz." demişlerdir." Yani biz bir ülke halkına onları uyaracak ve onları Allah'ın azabından korkutacak bir rasul veya nebi göndermişsek oranın zenginleri, büyükleri, nimet sahipleri ve oradaki şer liderleri: Biz sizinle gönderilen Allah'ın birliği, Allah'a iman, çok tanrıları reddetme esaslarını yalanlıyo­ruz. Biz size iman etmiyoruz, size uymuyoruz, demişledir.

Bu ayetin benzerleri çoktur. Bunlardan biri "Böylece biz her ülkenin ileri gelenlerini suçlular yaptık ki orada tuzaklar kursunlar..." (En'am, 6/123) ayeti, bir diğeri de "Biz bir ülkeyi yok etmeyi dilediğimizde oranın zevk düşkünlerine hakka uymalarını emrederiz. Fakat onlar dinlemeyip yoldan çıkarlar. Artık o ülke yok olmayı hak eder. Biz de orayı tamamen he­lak ederiz." (İsra, 17/16) ayetidir.

Onların inkârlarının delilleri de mallan ve çocuklarıyla övünmeleridir. Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:

"Mal ve evlâdı çok olan bizleriz. Biz azap görmeyiz, demişlerdir." Yani kâfir zenginler peygamberler ve onlara tâbi olan müminlere şöyle dediler: Allah dünyada mal ve evlâtlarla bizi sizden üstün kıldı. Halbuki sizler fakir ve zayıfsınız. Bu bizim ayrıcalığımızın ve övünmemizin delilidir. Bu Allah Tealâ'nın bizi sevdiğinin ve bizden razı olduğunun, bizim üzerinde bulundu­ğumuz dinî hayattan razı olduğunun delilidir. Allah bize dünyada bunları vererek ihsanda bulunup sonra da ahirette bize azap edecek değildir.

Fakat bu bakış son derece hatalıdır, batıl bir kıyastır. Zira malla des­teklenme genellikle "istidrac" şeklinde olmaktadır. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Onlar kendilerine mal ve oğullar lütfederken iyilik­lerine koştuğumuzu mu zannediyorlar1? Hayır, onlar işin farkında değiller." (Müminûn, 23/55-56). Bir başka ayette şöyle buyurmaktadır: "Onların  malları ve çocukları seni imrendirmesin. Allah bunlarla dünya hayatında onlara azap etmeyi ve canlarının kâfir olarak çıkmasını diler." (Tevbe, 9/55).

Burada Allah onlara cevap verip hatalarını beyan ederek şöyle buyur­du: "Sen onlara şöyle de: Şüphesiz benim Rabbim dilediğinin rızkını geniş­letir, dilediğinin rızkını daraltır." Yani ey Rasulüm! Onlara şöyle de: Şüp­hesiz ki Allah malı sevdiğine de, sevmediğine de verir. Dilediğini zengin kı­lar, dilediğini fakir kılar. Bu durum ne genişlettiği kimseyi sevdiği için, ne de daralttığı kimseye buğzettiği içindir. Sadece bu konuda O'nun sonsuz tam hikmeti bulunmaktadır. Zira dünya Allah'ın terazisinde hiç hükmün­dedir. Nitekim Peygamberimiz (s.a.) Tirmizî'nin Sehl b. Sa'd'den rivayet et­tiği bir hadis-i şerifte şöyle buyurmaktır: "Dünya Allah nezdinde bir sivri­sineğin kanadına denk olsaydı, ondan kâfire bir yudum su bile içirmezdi."

"Fakat insanların çoğu bunu bilmezler." Yani insanların çoğu Allah'ın kâinattaki kanunlarının gerçek yönünü bilmezler. Dolayısıyla rızık mesele­sinde ahiret hayatının dünya hayatına kıyas edilmesi açık bir yanlışlık, ya da açık bir polemiktir. Zira Allah istidrac olmak üzere isyankâra da, kâfire de verebilir, imtihan ve deneme için, sabredip de Allah nezdindeki hasena­tının artması için itaatkârı ve mümini mahrum bırakabilir.

Böylece şımarık zenginlerin, imkân ve nimetin ölçüsünün şeref ve iti­bar olduğu, fakirliğin sebebinin de Allah nezdindeki değersizlik ve zillet ol­duğu şeklinde iddia ettikleri hususun Allah Tealâ'nm takdirinde asla ger­çek yönü olmadığı ve aslı bulunmadığı ortaya çıkmaktadır.

Allah Tealâ daha sonra kendi nezdindeki yakınlığın ölçüsünü beyan etti. Buna çok mal ve evlât sahibi olmakla değil, ancak iman ve salih amel­le erişmenin mümkün olduğunu açıklayarak şöyle buyurdu:

"Sizi bize yaklaştıracak olan ne mallarınız, ne de evlâtlarınızdır. An­cak iman edip salih amel işleyen bunun dışındadır. İşte onlar için yaptıkla­rına karşılık kat kat mükâfat vardır. Onlar cennetin yüksek köşklerinde em­niyet ve huzur içindedirler."

Mallarınızın ve evlâdınızın çokluğu bizim sizi sevdiğimizin ve sizden razı olduğumuzun delili değildir. Bu sizi bizim rahmetimize ve lutfumuza yaklaştıran şeylerden de değildir. Mallarınız ve evlâdınız bunları Allah'a itaat yolunda kullanacak kimselerle bu hususta Allah'a isyan edecek kim­seleri ayırdetmemiz için bir imtihan ve deneme vesilesidir.

Ancak Allah'a, peygamberlerine, kitaplarına ve ahiret gününe iman eden, salih ameller işleyen kimse farzları eda eder ve mallarını Allah'a ita­atte kullanır. Zira iman ve ameli onu bize yaklaştırır ve bizim nezdimizde razı olunan bir kimse olur. Onlar için hasenelere karşı kat kat mükâfat vardır. Onlara bir haseneye on misliyle karşılık, hatta daha fazlasıyla yedi yüz kata varan karşılık vererek mükâfat vereceğiz. Onlar cennetin yüksek köşklerinde her türlü sıkıntıdan emindirler.

İmam Ahmed, Müslim ve İbni Mace'nin Ebu Hureyre (r.a.)'den rivayet ettikleri hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmaktadır: "Allah Tealâ sizin suretlerinize ve mallarınıza bakmaz. Ancak sizin kalplerinize ve amellerinize bakar."

İbni Ebî Hatim, Hz. Ali (r.a.)'den Peygamberimiz (s.a.)'in şöyle buyur­duğunu rivayet etmektedir: "Cennette dışı içeriden, içerisi dışarıdan görü­len köşkler vardır." Bir Arabî:

- Bu köşkler kimin? diye sordu. Peygamberimiz (s.a.):

- "Güzel konuşan, yemek yediren, oruca devam eden ve insanlar uyur­ken gece namaz kılan kimse içindir." buyurdu.

Allah Tealâ kâfirleri tehdit edip kötü amel işleleyenlerin durumunu beyan etmek üzere şöyle buyurdu:

"Ayetlerimiz hususunda bizi âciz bırakmaya çalışanlar, işte onlar aza­ba celbedilirler." Yani bizim Kur'an'daki ayetlerimizi reddetmeye, bu ayet­lerimizi iptal etmek için ayetlerimize dil uzatmaya çalışanlar, ayrıca bizim kendilerine erişemeyeceğimizi, kendilerine muktedir olamayacağımızı id­dia ederek Allah'ın yolundan, Onun peygamberlerine tâbi olmaktan ve ayetlerimizi tasdikten alıkoymaya gayret edenler, işte onlar tamamen amelleriyle cezalandırılırlar. Zebaniler onları cehennem azabına getirirler. Onlar cehennemden kurtuluş ve kaçma imkânı bulamazlar.

Cenab-ı Hak daha sonra rızık meselesinde bütün mahlûkatı rahatlat­makta ve sadece kendisinin rızık kaynağı olduğunu şöyle beyan et­mektedir:

"Sen onlara şöyle de: Şüphesiz ki Rabbim kullarından dilediğinin rız­kını genişletir ve daraltır." Ey Peygamber! Sen onlara şöyle de: Şüphesiz kullarından dilediğinin rızkını genişleten sadece Rabbimdir. O'ndan başka­sının idrak etmeyeceği ilâhî hikmete göre dilediğine rızkı daraltan da sade­ce O'dur.

"Allah rızası için ne harcarsanız Allah onun karşılığını verir. O, rızık verenlerin en hayırlısıdır." Yani Allah'ın lutfu daima yenilenmektedir. Al­lah'ın kitabında emrettiği ve Rasulünün (s.a.) beyan ettiği hayırları işle­mekte harcadığınız her şeyin dünyada bedelini, ahirette ise mükâfat ve se­vabını size verir. Gerçekte rızık verici olan Allah'tır, kullar ise sadece vası­ta ve sebeplerden ibarettir.

Bu ifadede dünya sevgisinden uzaklaştırma ve hayır için harcamada bulunmaya teşvik etme amacı bulunmaktadır.

Müslim'in rivayet ettiği hadis-i kudsîde şöyle buyurulmaktadır: "Allah Tealâ şöyle buyuruyor: Sen infakta bulun ki, ben de sana infakta bulunayım."

Buhari ve Müslim'in Ebu Hureyre (r.a.)'den rivayet ettikleri hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmaktadır: "Kulların sabahladıkla­rı hiçbir gün yoktur ki o günde iki melek inmesin. Bu iki melekten biri: Al-lahım! İnfak edene sen karşılığını ver, diye dua eder. Diğer melek ise: Alla-hım! Sen cimrilik yapanın malına telef ver, der."

Yine Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyuruyor: "İnfakta bulun. Arşın sa­hibinin azaltacağından korkma." [14]



Kafirlerin Kıyamet Günü Tanrılarının Önünde Azarlanıp Kınanmaları:


40- O gün Allah onların hepsini bi­raraya toplayacak, sonra da melek­lere: "Bunlar mıydı size tapanlar?" diyecektir.

41- Melekler de: "Seni lâyık olmadı­ğın   sıfatlardan  tenzih   ederiz. Sensin bizim dostumuz, onlar değil. Doğrusu onlar cinlere tapıyordu. Onların çoğu cinlere inanıyordu." derler.

42-  Bugün ne birbirinize fayda ve­rebilir, ne de zarar verebilirsiniz. Zalimlere: "Şu yalanladığınız ateşin azabını tadın!" diyeceğiz. 



Açıklaması:


"O gün Allah onların hepsini biraraya toplayacak, sonra da meleklere: "Bunlar mıydı size tapanlar?" diyecektir." Kıyamet gününde Allah Tealâ kendisinden başkasına tapanlarla kendisine tapılan varlıkları, gurura ka­pılanlarla hor görülenleri hepsini biraraya toplayacak, sonra da müşrikle­rin kendilerini Allah'a daha çok yaklaştırmak için meleklerin suretleri ol­duğunu iddia ettikleri putlara tapmalarından dolayı meleklere şöyle sora­cak: Siz mi onlara, size tapmalarını emrettiniz?

Bu soruyla aslında "Kızım sana söylüyorum, gelinim sen işit." üslubuyla müşriklerin kıyamet günü bütün mahlukatın önünde kınanması murad edilmektedir.

Bu ayet Cenab-ı Hakk'm: "Bu kullarımı siz mi saptırdınız? Yoksa ken­di kendilerine mi doğru yoldan saptılar?" (Furkan, 25/17) mealindeki ayetine ve Hz. İsa'ya: "Sera mi insanlara Allah'ı bırakıp da beni ve annemi iki ilâh edinin, dedin?" (Maide, 5/116) şeklinde sual sormasına benzemektedir. "Hz. İsa şöyle cevap vermişti: Seni tenzih ederim. Hakkım olmayan şeyleri söylemek bana yakışmaz..." (Maide, 5/116).

Cenab-ı Hak meleklerin ve Hz. İsa'nın bu töhmetten masum oldukla­rını elbette biliyordu. Ancak bu soru ve cevap müşrikleri kınamak, azarla­mak ve ayıplamak içindir.

"Melekler de: "Seni lâyık olmadığın sıfatlardan tenzih ederiz. Sensin bizim dostumuz, onlar değil. Doğrusu onlar cinlere tapıyordu. Onların çoğu cinlere inanıyordu." derler."

Melekler şöyle derler: Ya Rabbi seni ortaktan tenzih ederiz. Biz senin kullarınız. Onlardan sana iltica ediyoruz. Dost edindiğimiz, itaat ettiğimiz ve kendisine ibadet ettiğimiz varlık sadece sensin. Biz onları, bize ibadet eder kılmadık. Bizimle onlar arasında hiçbir yakınlık, dostluk yoktur. Doğ­rusu onlar şeytanlara, İblis ve İblis'in ordularına tapıyorlardı. Putlara tap­mayı kendilerine şirin gösteren ve onları saptıranlar da şeytanlar idi. Müş­riklerin çoğu cinlerin kendilerine verdikleri vesvese ve yalanları tasdik et­mektedirler. Putlara tapmayı emretmeleri de bu vesveselerden biridir.

Nitekim Cenab-ı Hak bir ayette şöyle buyurmaktadır: "Onlar Allah'ı bırakıp da sadece birtakım dişi varlıklara taparlar. Böylece sadece inatçı şeytana tapmış olurlar." (Maide, 4/117).

Allah Tealâ daha sonra onlara verilen acıyı ve hasreti artırmak için onların bütün umutlarının iflas ettiğini ve sahte ilahların şefaat edecekleri şeklindeki ümitlerinin de yok olduğunu ilan ederek şöyle buyurdu:

"Bugün ne birbirinize fayda verebilir, ne de zarar verebilirsiniz." Yani bu kıyamet gününde sizin fayda vereceklerini umduğunuz, kendilerine zor­luk ve sıkıntılarınızda yardım etmeleri için tapınmaya devam ettiğiniz put­lardan ve heykellerden asla hiçbir fayda temin edilemeyecektir. Sizin için asla şefaat ve kurtuluş imkânı olmayacak, azap ve helak olma da asla sizin elinizde olmayacaktır. Ceza verecek olan sadece Allah'tır.

"Zalimlere: Yalanladığınız ateşin azabını tadın, diyeceğiz." Yani Al­lah'tan başkasına tapmak suretiyle kendi nefislerine zulmeden müşriklere azarlama ve kınama şeklinde: Meydana geleceğini dünyada yalanladığınız cehennem azabını tadın. Şu anda siz ateşin derinlikleri içerisindesiniz, di­yeceğiz.

Bu ifade onların zulüm içerisindeki durumlarını ve günahlarına karşı­lık görecekleri cezayı beyan etmek üzere yapılan bir te'kid ifadesidir. [15]



Kafirlerin Azap Görme Sebepleri:


43- Kâfirlere, ayetlerimiz açık açık okunduğu zaman: "Bu adam sadece sizi, babalarınızın taptığı şeylerden alıkoymak isteyen bir kimsedir." derler. "Bu (Kur'an) uydurulmuş bir yalandan başka bir şey değildir." derler. Kâfirler, hak kendilerine

 den başka bir şey değildir." demış- lerdi.

 44- Biz, o müşriklere okuyup ders  alacakları kitaplar vermedik ve  senden önce kendilerine uyarıcı bir  peygamber de göndermedik.

 45-Kendilerinden önce gelenler de  (peygamberlerini) yalanlamışlardı.  Oysa bunlar, onlara verdiğimiz ni- metlerin onda birine bile erişeme- mislerdir. Buna rağmen onlar pey- gamberlerimi yalanlamışlardı. Beni  inkâr etmek nasılmış, bir bak!

 46- De ki: "Size tek bir öğüdüm var:  İkişer ikişer ve teker teker Allah'a  yönelin. Sonra düşünün. Arkadaşı- nızda delilikten hiçbir eser yoktur.  O, şiddetli bir azabın öncesinde sizi  uyaran bir peygamberden başka birşey değildir."

47- De ki: "Sizden herhangi bir ücret istemişsem o sizin olsun! Benim ücret ve mükâfatım yalnız Allah'a aittir. O her şeye şahittir."

48- De ki: "Şüphesiz benim Rabbim hakkı ortaya koyar. O, bütün gaybları en iyi bilendir."

49- De ki: "Hak geldi, batıl artık ne yeniden başlar, ne de bir daha geri gelir."

50- De ki: "Eğer ben haktan saparsam, kendi aleyhime sapmış olurum. Eğer doğru yolu bulmuşsam, bu da Rabbimin bana vahyettiği şey sayesindedir. Şüphesiz O, çok iyi işitendir, çok yakındır." 



Açıklaması:


Allah Tealâ kâfirlerin cezayı ve acıklı azabı hak etmelerinin sebepleri­ni bildirmekte ve burada bu sebeplerin en önemlilerinden üç tanesini:

- Hz. Peygamber (s.a.)'e dil uzatma,

- Kur'an-ı Kerim'e dil uzatma,

-  Dine ve İslâm'ın tamamına dil uzatma sebeplerini belirtmekte ve şöyle buyurmaktadır:

1- "Kâfirlere ayetlerimiz açık açık okunduğu zaman: "Bu adam sadece sizi, babalarınızın taptığı şeylerden alıkoymak isteyen bir kimsedir", der­ler. " Yani Allah'ın birliğini isbat etmeye ve şirki hükümsüz saymaya açıkça delâlet eden manaları gayet berrak olan Kur'an ayetleri okunduğu zaman müşriklere: Bu -yani Muhammed (s.a.)- sizi babaların ve ataların dini olan putlara tapmaktan hiçbir hücceti ve burhanı olmaksızın alıkoymak iste­yen, getirdiği batıl olan bir adamdan başka bir kimse değildir, derler.

2- "Bu (Kur'an) uydurulmuş yalandan başka bir şey değildir, derler." Yani kâfirler ikinci defa olarak şöyle derler: Bu -Kur'an- kendi adamlarını sapıtmak maksadıyla, onun kendi kendine uydurduğu, Allah'a isnat ettiği bir yalandan ibarettir.

3- "Kâfirler, hak kendilerine geldiği zaman: "Bu apaçık bir büyüden başka bir şey değildir." demişlerdi." Yani kâfirler üçüncü defa olarak: Bu din, sosyal hayatı düzenlemek için hükümleri, dinî esasları ve mucizeleri ihtiva eden İslâm açık bir sihirden ibarettir, demişlerdir.

Bunun üzerine Cenab-ı Hak müşriklerin dinlerinin gerçek olduğu fik­rinin asılsız olduğu, ona tâbi olan -müslümanlar- hakkındaki hüccetlerinin yok hükmünde olduğu cevabını vermek üzere şöyle buyurdu:

"Biz müşriklere okuyup ders alacakları (semavî) kitaplar vermedik ve senden önce kendilerine hiçbir uyarıcı bir peygamber de göndermedik."

Allah Araplara Kur'an'dan önce kendilerine bir dini anlatan hiçbir ki­tap indirmemiş, Hz. Muhammed (s.a.)'den önce kendilerini Hakk'a çağıra­cak ve azapla uyaracak hiçbir peygamber göndermemiştir. Halbuki onlar şöyle diyorlardı: Bize bir uyarıcı gelseydi, ya da bize bir kitap indirilseydi, biz başkalarından daha çok doğru yola tâbi olurduk. Allah kendilerine bu lütufta bulununca da, o peygamberi yalanladılar, inkâr ettiler ve ona inatla karşı koydular.

Sahih din sadece Allah tarafından gelen bir vahiyle ve bir rasule indi­rilen kitapla bildirildiğine göre müşriklerin Allah'a ortak koşmanın ve ata­ları taklit etmenin Hak din olduğunu iddia etmeleri, hiçbir esasa ve hiçbir hüccete dayanmayan batıl, asılsız bir iddiadan ibarettir.

Bu ayetin benzerleri çoktur. Bu ayetlerden birkaçı şöyledir: "Yoksa biz onlara bir rehber indirdik de, onlara Rablerine şirk koşmalarını o mu söy­lüyor?" (Rum, 30/35). "Yoksa onlara Kur'an dan önce bir kitap indirdik de onlar o kitaba mı sarılıyorlar1?" (Zuhruf, 43/21); "Yoksa içinde, neyi seçerse­niz o sizin olacak diyen bir kitabınız var da, siz onu mu okuyorsunuz?" (Ka­lem, 68/37-38).

Allah Tealâ daha sonra onları kendilerinden önceki zalim ümmetlerin azabına benzer bir azapla tehdit ederek şöyle buyurdu:

"Kendilerinden önce gelenler de (peygamberlerini) yalanlamışlardı. Oysa bunlar onlara verdiğimiz nimetlerin onda birine bile erişememişler­dir. Buna rağmen onlar peygamberlerimi yalanlamışlardı. Beni inkâr et­mek nasılmış, bir bak!"

Nuh, Ad ve Semud kavimleri gibi önceki ümmetler peygamberleri ve vahyi yalanladılar. Bu kavimler Araplardan daha güçlü ve kuvvetli idiler. Hatta Mekke halkı olan Kureyş müşrikleri kuvvetleri ve mallarının çoklu­ğuyla önceki ümmetlere verdiğimiz güç, kuvvet ve zenginliğin onda birine bile ulaşamadılar. Bu durum onları Allah'ın azabından kurtaramadı ve bu azabı engelleyemedi. Bilakis Allah onları helak etti ve tamamen yoketti.

Nitekim Cenab-ı Hak bir ayette şöyle buyurmaktadır: "Yeryüzünde do­laşıp kendilerinden önce geçmiş ümmetlerin akıbetleri nasıl olmuş, görmü­yorlar mı? Onlar sayıca onlardan çok, kuvvetçe ve yeryüzündeki eserleri ba­kımından onlardan çok daha güçlü idiler..." (Gafir, 40/82).

İkisinin de ceza sebebinde eşit olmaları sebebiyle bir şey için verilen ceza, benzeri için de aynen verilir, dolayısıyla benzer iki şey hükümde de eşit olurlar.

Kuran daha sonra Mekke müşriklerine düşünmelerini ve Hz. Pey­gamber (s.a.) hakkında karar vermede acele etmemeleri tavsiyesinde bu­lundu. Cenab-ı Hak şöyle buyurdu:

"De ki: Size tek bir öğüdüm var: İkişer ikişer ve teker teker Allah 'a yö­nelin. Sonra düşünün. Arkadaşınızda delilikten hiçbir eser yoktur."

Yani içinizde bulunduğunuz kötü akıbete karşı sizi sakındırıyor ve uyarıyorum. Size tek bir nasihatte bulunuyorum: Bu öğüt samimî düşünce ile hakkı talep etmek suretiyle hareket etmek; hiçbir nefsî arzu ve taassup­tan etkilenmeksizin ikişer ikişer ya da birer birer samimî ve tarafsız şahsî düşünmektir.

Daha sonra Hz. Peygamber (s.a.)'in ve ona gelen kitabın durumu hak­kında düşünmeniz ve bunu incelemeniz için birbirinize ihlâsla nasihatte bulunursunuz. Zira o durumda siz arkadaşınızın -Hz. Peygamber (s.a.)'in-sihirbaz veya mecnun olmadığını gayet iyi bileceksiniz. Onun hiçbir duru­munda ve hiçbir tasarrufunda buna delâlet edecek hiçbir işaret yoktur. O sadece Allah tarafından doğruluğuna delâlet eden mucizelerle te'yid edilen bir peygamberdir.

"O, şiddetli bir azabın öncesinde sizi uyaran bir peygamberden başka bir şey değildir." Yani bu rasul kıyamet günü başınıza gelecek olan gönülle­re şiddetli olan bir azaptan sizi korkutan ve sizi uyaran bir kimseden baş­ka bir şey değildir. Azabın öncesinde onun uyarıcı azabın yakınlığına işa­rettir. Zira o, kıyamete yakın gönderilmiştir.

İmam Ahmed bir hadis-i şerif rivayet etmektedir: "Ben ve kıyamet bir­likte gönderildik. Neredeyse kıyamet beni geçecekti."

Buhari'nin İbni Abbas (r.a.)'den rivayet ettiğine göre: Peygamberimiz (s.a.) bir gün Safa tepesine çıkıp:

- Yetişin, dedi. Bunun üzerine Kureyşliler onun etrafında toplandılar. Kureyşliler,

- Ne oluyor? dediler. Peygamberimiz (s.a.):

-  Ne dersiniz? Size düşman şimdi hücum edecek, diye haber versem, siz beni tasdik eder misiniz? deyince Kureyşliler:

- Evet, dediler. Peygamberimiz (s.a.) de:

-  Ben size şiddetli bir azabın öncesinde bir uyarıcıyım, buyurdu. Ebu Leheb:

- Elin kurusun. Sen bizi bunun için mi topladın? dedi. Bunun üzerine Cenab-ı Hak: "Ebu Leheb'in iki eli kurusun. Zaten kurudu ya!..." (Mesed, 111/1) ayetini indirdi.

Razî diyor ki: Bu ayette daha önce delillerle isbat edilen üç temel akî-de esası zikredilmektedir:

-  "Allah'a yönelin." ifadesi Tevhid'e işarettir,

-  "Arkadaşınızda delilikten hiçbir eser yoktur. O, sizi uyaran bir kimse­den başka bir şey değildir." cümlesi Risalet'e, yani peygamberliğe işarettir.

- "Şiddetli bir azabın öncesinde..." ifadesi Âhiret Günü'ne işarettir.

Allah Tealâ, peygamber olmasını gerekli kılan Hz. Muhammed (s.a.)'de delilikten hiçbir eser olmamasını zikrettikten sonra kendisinin peygamberliğini gerekli kılan bir başka sebep zikretti. Bu da onun bu davetinde derhal elde edeceği dünyevî bir maksatla değil de, sadece uhrevî sevap kasdıyla bu kadar şiddetli sıkıntılara göğüs germesidir. Cenab-ı Hak şöyle buyuruyordu:

"De ki: Sizden herhangi bir ücret istemişsem, o sizin olsun. Benim üc­ret ve mükâfatım yalnız Allah'a aittir. O her şeye şahittir."

Yani ey Rasulüm! Müşriklere şöyle de: Ben Allah Tealâ'nm risaletini eda etmem, size nasihatte bulunmam ve Allah'a kulluğu emretmem karşı­lığında sizden herhangi bir ücret ve bağış istemiyorum. Bunun sevabını Al­lah Tealâ'dan talep ediyorum. Allah risaleti tebliğ etme hususundaki doğ­ruluğum ve sizin içinde bulunduğunuz durum gibi her şeyi en iyi bilen Al­lah'tır.

Allah Tealâ daha sonra bu Rasulün (s.a.) getirdiği kitabın Allah nez-dinden gelen bir vahiy olduğunu açıkça ifade ederek şöyle buyurdu:

"De ki: Şüphesiz benim Rabbim hakkı ortaya koyar. O, bütün gaybları en iyi bilendir."

Müşriklere şöyle de: Allah kullarından dilediği kimseye, risaleti için seçtiği kimseye, meleği vahiyle gönderir. O gaybları en iyi bilendir. Ne gök­lerde, ne de yerde hiçbir şey O'na gizli kalmaz.

Bu durum Cenab-ı Hakk'ın şu ayette buyurduğu şekildedir: "Allah in­sanları biraraya gelip buluşacakları kıyamet günüyle uyarmak için kulla­rından dilediğine emriyle vahyi indirir." (Gafir, 40/15). Yine Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "Allah, peygamberliğini nereye vereceğini daha iyi bi­lir." (Enam, 6/124).

Allah Tealâ, hakkı ortaya koyacağını gelecek zaman sîgasıyla zikret­tikten sonra bu hakkın geldiğini haber vererek şöyle buyurdu:

"De ki: Hak geldi, batıl artık ne yeniden başlar, ne de bir daha geri ge­lir. " Yani müşriklere şöyle de: Hak din, yani İslâm, Kur'an ve tevhid, geldi. Bütün dinlerden üstün olan budur. Allah batılı yok eder ve eserini giderir. Dolayısıyla bundan hiçbir şey kalmaz.

Bir başka ayette ise Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Bilakis biz hakkı batıla çarparız da hak, batılın beynini parçalar. Böylece batılın canı çıkar." (Enbiya, 21/18).

Buhari, Müslim, Tirmizî ve Neseî'nin rivayet ettiklerine göre Rasulul-lah (s.a.) fetih günü Mescid-i Haram'a girip Kabe etrafında putların dikil­miş olduğunu görünce, putlara yayının ucuyla dürtüyor ve şu ayeti okuyor­du: "De ki: Hak geldi, batıl zail oldu. Hiç şüphesiz batıl yok olmaya mah­kûmdur." (İsra, 17/81); "De ki: Hak geldi. Batıldan hiçbir eser kalmadı, bir daha geri dönmez."

Allah Tealâ daha sonra risâletin isbatmı vurguladı. Hz. Peygamber (s.a.) ile müşrikler arasındaki kesin hükmü ilan etti:

"De ki: Eğer ben haktan saparsam, kendi aleyhime sapmış olurum. Eğer doğru yolu bulmuşsam, bu da Rabbimin bana vahyettiği şey sayesin­dedir. Şüphesiz O, çok iyi işitendir, çok yakındır." Yani ey Peygamber, o müşriklere şöyle de: Eğer ben hidayetten ve hak yoldan sapmışsam, benim sapıklığımın günahı ve zararı benim nefsime aittir. Eğer hidayet yolunu bulmuşsam, bu Rabbimin bana vahyettiği hayır, hak ve istikametten dola­yıdır. Şüphesiz ki O benim sözümü de, sizin sözlerinizi de gayet iyi işitmek­tedir. Bana da size de yakındır. O hidayeti de, sapıklığı da gayet iyi bilir. Her insana hakettiği şeyle karşılık verecektir.

Hayrın tamamı Allah'tandır ve Allah'ın indirdiği vahiy ve apaçık hak-tadır. Ki hidayet, beyan ve doğru yol da bu vahiydendir. Kim sapıklığa düş­müşse, ancak kendi tarafından sapıklığa düşmüştür. [16]



Kafirlerin Şiddetli Azap İle Tehdit Edilmeleri Ve Azabı Gördükleri Anda İman Etmeleri:


51- Sen o kâfirleri, korkup dehşete düştükleri zaman bir görmelisin. Artık kaçacak yerleri de yoktur. Onlar yakın bir yerden yakalanmışlardır.

52- O zaman onlar: Allah a iman ettik derler Fakat ahiret uzak  bir yerden imana nasıl ulaşabilirler!

53- Halbuki onlar daha önce onu in- etmişleı"di. Uzak bir yerden  (dünyadan) gayba atıp tutuyorlardı.

54- Artık kendileriyle arzuladıkları şeyler arasına engel konur. Nitekim daha önce benzerlerine de aynı şey yapılmıştı. Çünkü onlar şüphe ve endişe içindeydiler. 



Açıklaması:


"Sen o kâfirleri, korkup dehşete düştükleri zaman bir görmelisin. Artık kaçacak yerleri de yoktur. Onlar yakın bir yerden yakalanmışlardır."

Yani ey Muhammedi Öldükten sonra dirildikleri, kabirlerinden çıktık­ları ve şiddetli azabı gördükleri zaman, o kâfirleri hayret verici bir du­rumda görürsün. Onlar artık kaçıp kurtulamazlar. Yani onların azaptan kaçacakları veya sığınacakları hiçbir yer yoktur. Onlar kabirlerinden ve hesap makamından cehenneme ilk anda alınıp yakalanmışlardır.

Nitekim bir başka ayette Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Suçlula­rın Rablerinin huzurunda başlarını eğerek: "Ey Rabbimiz! Gördük, işittik. Bizi tekrar dünyaya gönder de, salih ameller işleyelim. Artık kesin olarak iman ettik." dediklerini bir görsen!" (Secde, 32/12).

"O zaman onlar: "Allah'a iman ettik." derler. Fakat (ahiret gibi) uzak bir yerden imana nasıl ulaşabilirler?" Yani kâfirler o gün şöyle derler: Biz Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman ettik, Kur'an'a ve Peygamber'e iman ettik...

Onlar imanın kabul edildiği yerden uzaklaştıkları halde nasjl iman edebilirler? Zira ahiret yurdu amellere karşılık verilecek yerdir. Mükellefi­yet yurdu, ya da imtihan yeri değildir. Ancak dünya iman ve amel-i salih gibi yükümlülüklerin bulunduğu yerdir.

Nasıl istenen şeyi elde edebilirler? Oysa iman etmeleri ancak dünyada mümkündür. Onlar ise ahirettedirler. Dünya ahiretten uzaktır.

"Halbuki onlar daha önce onu inkâr etmişlerdi. Uzak bir yerden (dün­yadan) gayba atıp tutuyorlardı." Yani onlar dünyada iken hakkı inkâr edip peygamberleri yalanladıklarına göre onların ahirette iman etmeleri nasıl mümkün olur? Onlar kuruntuyla atıp tutuyorlar ve bu hususta hiçbir da­yanağı olmayan şeyler konuşuyorlardı. Bazan Peygamberimiz (s.a.) hak­kında şair, kâhin, sihirbaz, mecnun veya bu gibi asılsız ifadeler söylüyor­lardı. Bazan Kur'an hakkında sihir, şiir, kehânet düpedüz iftira diyorlar; bazan da ne diriliş, ne cennet, ne cehennem, ne hesap, ne de ceza vardır; bize azap edilmeyecek, diyorlardı.

"Artık kendileriyle arzuladıkları şeyler arasına engel konur." Yani on­larla dünyada arzuları arasına, kendileriyle ahirette talep ettikleri şeyler arasına engel konur ve dolayısıyla iman etmelerinin kabul edilmesi, azap­tan kaçmaları, dünyaya dönmeleri ya da mal ve ailelerini beraberlerinde götürmeleri gibi arzularına engel olunur.

Nitekim bir başka ayette şöyle buyurulmaktadır: "Onlar azabımızın şiddetini gördükleri zaman: "Biz sadece iman ettik. O'na ortak koştuğumuz şeyleri inkâr ettik." dediler. Azabımınız şiddetini görünce imana gelmeleri onlara hiçbir fayda sağlamadı..." (Gafir, 40/84-85).

"Nitekim daha önce benzerlerine de aynı şey yapılmıştı. Çünkü onlar şüphe ve endişe içindeydiler."

Bu ayet onların benzerleri hakkında Allah'ın sünnetini, onların azaba uğramalarının ve imanlarının kabul edilmesinin sebebini beyan etmektedir.

Ayetin manası şudur: Biz bu müşriklere, bunların emsali ve benzerleri olan geçmiş ümmetlerin kâfirlerine davrandığımız gibi davrandık. Zira bunların hepsi dünyada peygamberler hakkında ve onların getirdikleri tev-hid, diriliş ve cezanın isbatı, şer'i esaslar ve hükümler hakkında kuşkuya boğulmuş bir şüphe içindeydiler. [17]





--------------------------------------------------------------------------------

[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/428.

[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/433-435.

[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/438-439.

[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/442-443.

[5] Kurtubî, XIV/279.

[6] Razî, XXV7250.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/447-449.

[7] İbni Kesir, III/530.

[8] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/456-457.

[9] Kabile ismi olarak munsarıftır. Bu kelime daha önce geçtiği gibi aslında bir şahıs is­midir.

[10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/457-461.

[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/465-467.

[12] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/471-475.

[13] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/479-480.

[14] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/485-488.

[15] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/492-493.

[16] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/498-502.

[17] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/506-507.

34-Sebe Suresi Meali Tefsiri Oku: Sebe Melikesi Belkıs'ın kıssası-Allah Tealâ'nın Mülk, Kudret Ve İlim Sıfatları-Kâfirlerin Kıyameti İnkâr Etmeleri, İnsanların Allah'ın Ayetlerine Karşı Tavırları Ve Görecekleri Cezalar Rating: 4.5 Diposkan Oleh: Blogger

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder