AHZAB
SURESİ
Allah'tan
Korkmanın, Vahye Tabi Olmanın Ve Allah'a Tevekkül Etmenin
Emredilmesi:
1- Ey Peygamber! Allah'tan kork. Kâfirlere ve münafıklara itaat
etme. Şüphesiz ki Allah her şeyi gayet iyi bilir, son derece hikmet
sahibidir.
2- Rabbinden sana vahyolunana uy. Muhakkak ki Allah
yaptıklarınızdan haberdardır.
3- Allah'a güvenip dayan. Koruyucu olarak Allah yeter.
Açıklaması:
"Ey Peygamber! Allah 'tan kork. Kâfirlere ve münafıklara itaat
etme. Şüphesiz ki Allah her şeyi gayet iyi bilir, son derece hikmet
sahibidir."
Ey Rasulüm! Allah'tan korkmaya devam et. O'nun emirlerine itaat
edip haramlarından sakınmak suretiyle O'nun cezasından sakın. Kâfir ve
münafıkları dinleme. Hiçbir şeyde onlarla istişare etme. Onlardan sakın. Bazı
meclisleri ve bazı vakitleri onlara tahsis edip de zayıfları kovmak suretiyle
onların arzularına uyma. Şüphesiz ki Allah işlerin neticelerini gayet iyi
bilir. Sözlerinde ve davranışlarında son derece hikmet sahibidir. O emirlerine
tâbi olmaya ve itaat edilmeye en layık olandır. Zira o kâfirler, senin helak
olmanı isteyen düşmanlarındır.
"Kâfirlere ve münafıklara itaat etme." ifadesi geçen emrin
muhtevasını tekid eden bir nehiydir. Yani Allah'tan onlara itaat etmene engel
olacak bir takva ile kork.
Rivayet edildiğine göre Rasulullah (s.a.) Medine'ye gelince
Yahudilerden bir grup münafıklık yaparak ona tâbi oldular. Peygamberimiz (s.a.)
onlara yumuşaklıkla davranıyordu. Onlar da Peygamberimiz (s.a.)'e karşı onu
kandırmak için saygılı davranıyorlardı. Bunun üzerine Cenab-ı Hak Peygamberimiz
(s.a.)'in onlardan sakınmasını emretti. Onların düşmanlıklarına dikkat
çekti.
Talk b. Habib diyor ki: Takva Allah'a itaat etmek suretiyle
Allah'ın sevabını umarak Allah tarafından bir nûr üzerinde amel etmen, Allah'ın
azabından korkarak Allah tarafından bir nur üzerinde Allah'a isyanı
terket-mendir.
Cenab-ı Hak daha sonra Allah'ın emirlerine uymanın vacip
olduğunu tekid ederek şöyle buyurdu:
"Rabbinden sana vahyolunana uy. Muhakkak ki Allah
yaptıklarınızdan haberdardır." Yani Rabbinden sana indirilen Kur'an ve sünnet
şeklindeki vahyin gereğiyle amel et. Çünkü Allah'a hiçbir şey gizli kalmaz. O
her şeyin dışını ve içini gayet dikkatle bilir. Sonra buna karşı sizi
mükâfatlandırır.
"İnnallahe kâne..." cümlesi vahye tâbi olma emrinin illetidir ve
takvanın kalbin derinliğinden olması gerektiğine işarettir. Gönlünde Allah'tan
başkasının korkusunu gizleme.
Daha sonra Cenab-ı Hak emirlere uymasından sonra bütün işlerin
sadece Allah'a havale etmesini emrederek şöyle buyurdu.
"Allah'a güvenip dayan. Koruyucu olarak Allah yeter." Yani bütün
işlerini ve durumlarını Allah'a havale et. Kendisine güvenen ve yönelen kimse
için Allah vekil olarak yeter. Allah seni korur ve sana yeter. Sana fayda temin
edecek olan ve senden zararı giderecek olan sadece O'dur. [1]
Birden Fazla
Kalp Taşıma, Zıhar Ve Evlât Edinme:
4- Allah bir kişinin
içinde iki kalp yaratmadı. Kendilerinden "zıhar" yaptığınız hanımlarınızı sizin
analarınız kılmadı. Evlâtlıklarınızı da öz oğullarınız saymadı. Bu sizin
ağızlarınızdaki (boş) lafınızdır. Allah hakkı söyler ve O doğru yolu
gösterir.
5- Onları
(evlâtlıkları) babalarına nisbetle çağırın. Bu, Allah nezdin-de daha doğrudur.
Eğer onların babalarını bilmiyorsanız, o halde dinde kardeşleriniz ve
dostlarınız-dır. Hata ettiğiniz şeylerde size hiçbir vebal yoktur. Fakat
kalplerinizin bilerek kastettiği şeylerde vardır. Allah çok bağışlayıcı, çok
merhametlidir.
Açıklaması:
"Allah bir kişinin içinde iki kalp yaratmadı." Yani insanlık özü
ve organik oluşum birimi her insanda aynıdır. Hak hiçbir kimse için iki kalp
yaratmamıştır. Dolayısıyla hiçbir kişinin göğsünde iki kalp yoktur, sadece bir
kalp vardır. Zira kalp yönelme, irade ve azmin merkezidir. Dolayısıyla insan
Allah'a ve Rasulü'ne iman etmiş ise asla kâfir veya münafık olamaz. Yani bir
kalpte iki inanç birleşmez; biri emreden, diğeri ise öbürünün isteğinin zıddı
ile nehiyde bulunan birbirine zıt iki yöneliş bir arada toplanmaz.
Ayet, nüzul sebebinde açıklandığı gibi zeki ve akıllı bir
kişinin iki kalbi olduğunu iddia eden eski Araplara cevap niteliğindedir.
Anlaşılan odur ki bu kişi hafızasının kuvvetli olması sebebiyle Mekkeliler
arasında "iki kalpli" diye meşhur olan Ebu Ma'mer el-Fihrî Cümeyl b.
Ma'mer'dir.
Ayette "cevf' kelimesinin zikredilmesi "Göğüslerde olan kalpler"
(Hacc, 22/46) ayetindeki "sadr" kelimesi gibi dinleyenin daha ziyade tasavvur
edebilmesi ve derhal inkâr anlamındadır.
"(Allah) kendilerinden "zıhar" yaptığınız hanımlarınızı sizin
analarınız kılmadı." Yani Cenab-ı Hak kişinin hanımına: "Sen bana anamın sırtı
gibisin" demek suretiyle kendilerinden zıhar yaptığı hanımları, haram olma
hususunda, anne gibi kabul etmedi. Bu cezayı gerektiren bir yalandır. Nitekim
Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle buyurmaktadır: "O hanımlar onların anneleri
değildir. Onların anneleri sadece kendilerini doğuran kadınlardır. Onlar pek
çirkin ve yalan söz söylemektedirler." (Mücadile, 58/2).
Cahiliye devrinde zıhar'ın hükmü ebedî haramlığı ifade eden
boşama idi. İslâm ise Allah'ın helâl kıldığının haram kılınmaması için Mücadile
suresinin başlarında geldiği gibi bu haramlığı kefaretle (köle azad etmek, peş
peşe iki ay oruç tutmak ya da cimadan önce altmış fakiri doyurmak suretiyle)
ortadan kalkan geçici bir haram kıldı.
"(Allah) evlâtlıklarınızı da oğullarınız saymadı." Yani Allah
evlât edinme sebebiyle evlât oldukları iddia edilenleri gerçek evlâtlar kabul
etmedi. Onlar hakiki babalarının evlâtlarıdır. Evlât edinme ise haramdır.
Bu ayette Arapların cahiliyede ve İslâm'ın başında evlât edinme
yoluyla edinilen çocuğun nesep yoluyla edilen hakiki evlât gibi sayılması
şeklindeki âdetlerini iptal etmiştir.
Peygamberimiz (s.a.), kölesi Zeyd b. Harise'yi peygamberlikten
önce evlât edinmişti. Bu sebeple Zeyd'e "Muhammed'in oğlu Zeyd" deniyordu.
Ayrıca Hattab, Amir b. Rabia'yı; Ebu Huzeyfe, Salim'i ve pek çok kimse
başkasının oğlunu evlât edinmişti.
Kısaca, tefsir âlimleri bu ayetin Zeyd b. Harise hakkında nazil
olduğunda ittifak etmişlerdir.
Cenab-ı Hak bu ayetle ve yine bu surede daha sonra gelecek olan
"Mu-hammed sizin adamlarınızdan birinin babası değildir." (Ahzab, 33/40)
aye-tiyle bu hayalî ilhakı ve bu sahte nesebi iptal etmiştir.
İşte ayetteki nehiyden maksat budur. Allah bundan önce bilinen
maddî birşeyi (bir insanda iki kalp bulunabileceği iddiasını) reddetti. Sonra
da bunun ardından iki manevi meseleyi:
- Hanımlara zıhar yapılmasını,
- Evlât edinmenin
neseble bir sayılmasını reddetti. Dolayısıyla bu üç husus da batıldır, hiçbir
gerçek ve geçerli yönü yoktur.
Bunun için Cenab-ı Hak bu reddi vurgulayarak şöyle buyurdu:
Bu, sizin ağızlarınızdaki boş lafınızdır." Yani bütün bu üç
cümlede zikredilen hususlar bir göğüste iki kalbin bulunması iddiası, zıharla
birlikte evliliğin birleşmesi, evlât edinmenin neseble birlikte bir arada
bulunması gerçekle hiçbir irtibatı bulunmayan sadece dille söylenen bir sözden
ibarettir. Hanım zıhar sebebiyle anne, evlât edinilen kimse de gerçek evlât
olmaz.
Cenab-ı Hakk'ın ayetteki "ağızlarınızdaki: fi efvahihim" ifadesi
bunun gerçekte hiçbir hakikati olmayan, sadece ağızlardan sadır olan bir laf
olduğuna dikkat çekmek içindir. Nitekim ayette geçen "fi cevfihi: O'nun karın
boşluğundaki" ifadesi inkârı vurgulamak ve bunun gönüllerde daha iyi tasavvur
edilmesini temin etmek içindir.
"Allah hakkı söyler. O doğru yolu gösterir." Yani doğruluğu ve
adaleti hakim kılan, gerçeği söyleyen, en sağlam olan yola, doğru yola ileten
Allah'tır. O halde siz kendi sözünüzü terkedin, Allah kelâmını alın.
Cenâb-ı Hak daha sonra ayette asıl kastedilen hakkı tafsilatıyla
açıklayarak şöyle buyurdu:
"Onları babalarına nisbetle çağırın." Yani evlât edindiğiniz ve
neseble-rini kendi üzerinize geçirdiğiniz evlâtlıklarınızı hakiki babalarına
nisbet edin. Bu, Allah'ın hükmü olup daha adildir, çocuğun babasından başkasına
nisbet edilmesinden daha isabetlidir.
"Eksatu" kelimesi ism-i tafdil olup kendi babında
kullanılmamıştır. Yani bununla iki şey arasındaki üstünlük murad edilmemiş,
bilakis mutlak ziyadelik kastedilmiştir. Bu, asıl babından alay manasında
kullanılmış da olabilir.
"Eğer onların babalarını bilmiyorsanız, o halde onlar dinde
kardeşleriniz ve dostlarınızdır." Yani bu evlâtlıkların babaları bilinmiyorsa,
müslüman oldukları takdirde onlar sizin din kardeşlerinizdir. Onlar eğer azad
edilmiş hür köleler iseler, onlar sizin dostlarınız ve yardımcılannızdır. Buna
göre onlardan birine kardeşim veya mevlâm diye hitap edebilirsin. Bu sebeple bu
ayetin inmesinden sonra Salim'e "Huzeyfe'nin mevlâsı" denilmiştir.
İmam Ahmed ile Buhari ve Müslim'in Ebu Zer'den rivayet ettikleri
bir hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur: "Asıl durumu bildiği halde babasından
başkasına nispet edilen kimse kâfir olur."
İbni Kesir diyor ki: Bu belirli bir nesebten beri olduğunu ilan
etme hususunda bir benzetme, tehdit ve şiddetli bir vaîddir.
"Hata ettiğiniz şeylerde size hiçbir vebal yoktur. Fakat
kalplerinizin bilerek kastettiği şeylerde vebal vardır." Yani bazılarının bu
yasaklama gelmeden önce nisbet edilmeleri, ya da bu nehyden sonra unutkanlıkla
yahud dil sürçmesiyle, ya da ictihad ve bütün gayret sarfedildikten sonra nisbet
edilmeleri sebebiyle sizin üzerinize hiçbir günah yoktur. Çünkü Allah hatalı
işlerde vebali kaldırmış ve bunu günah saymamıştır. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle
buyurmaktadır: "Ey Rabbimiz! Unutursak ya da hata edersek, bizi sorumlu tutma!"
(Bakara, 2/286).
Müslim'in Sahih'inde Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyuruyor: Bu
dua üzerine Cenab-ı Hakk: "Sizi sorumlu tutmadım" buyurdu.
Buhari'nin Sahih'inde Amr b. Âs (r.a.)'den rivayet edildiğine
göre Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyuruyor: "Hakim ictihad edip de isabet
ederse, onun için iki ecir vardır. İctihad edip de hata ederse, bir ecir
vardır."
İbni Mâce'nin Ebu Zer'den rivayet ettiği diğer bir hadis-i
şerifte şöyle buyrulmuştur: "Allah Tealâ benim için benim ümmetimden hata,
unutma ve zorlanma (suretiyle yapılan amellerin) vebalini kaldırmıştır."
Hatada hiçbir günah yoktur. Fakat günah, batılı kastededen kimse
üzerinedir. Dolayısıyla çocuğun ya da kızın bilinen babasından başkasına nisbet
edilmesi cezayı gerektiren bir masiyettir. Mikdad b. Amr için olduğu gibi
evlâtlık isminin asıl isminden daha çok kullanılmasında hiçbir günah veya
haramlılık yoktur. Zira Mikdad için evlâtlık ismi daha çok kullanılmakta, ona
Mikdad b. Esved denilmektedir. Esved b. Abdi-Yegüs Mikdad'm babalığı olup
cahiliyede Mikdad'ı evlât edinmişti. Bu ayet inince Mikdad, ben Amr'ın oğluyum,
dedi. Buna rağmen eski kullanılış (Mikdad b. Esved) devam etti.
İbni Cerir ve İbni Münzir Katade'nin bu ayet hakkında şöyle
dediğini naklediyorlar: "Sen bir adama babası zannederek birine nisbetle hitapta
bulunursan, sana hiçbir mahzur yoktur. Ancak bilirek veya kastederek babasından
başkasına nisbet edersen hariç..."
İmam Ahmed, Hz. Ömer (r.a.)'in şu sözünü naklediyor: "Allah
Tealâ Hz. Muhammed (s.a.)'i hakla gönderdi. Onunla beraber kitabı indirdi. Ona
indirdiği ayetler içinde "Recm ayeti" de vardı. Bunun üzerine Rasulullah (s.a.)
recm yaptı. Ondan sonra biz de recm yaptık."
Hz. Ömer (r.a.) sözüne şöyle devam etti: Biz Kur'an'da şöyle bir
ayet okuyorduk: "Asıl babalarınızdan yüzçevirmeyin. Çünkü babanızdan
yüzçe-virmeniz küfürdür."
Peygameberimiz (s.a.) şöyle buyurmaktadır: "Meryem oğlu isa'nın
aşırı övüldüğü gibi beni aşırı derecede övmeyin. Ben sadece Allah'ın kuluyum.
Benim için: Allah 'm kulu ve Rasulü deyin." Hadisi rivayet eden Ma'mer bir
rivayette şöyle dedi: "Hristiyanların Meryem oğlunu aşırı derecede övdüğü gibi
beni aşırı derecede övmeyin."
İmam Ahmed bir başka hadisi şöyle rivayet ediyor: "İnsanlar
içerisinde şu üç şey küfürdür: Neseb hususunda tenkitte bulunmak, ölüye saç-baş
yolarak ağıt yakmak ve yıldızlardan yağmur beklemek."
"Allah çok bağışlayıcı, çok merhametlidir." Allah hatalı
davranan kimsenin günahını ve tövbe etmesi şartıyla bilerek günah işleyen
kimsenin günahını örtücüdür. Bunlara çok merhametlidir. Dolayısıyla bunlara
ceza vermez. Rahmetinin gereği olarak O, hata eden kimsenin günahını kaldırır.
Bilerek günah işleyen kimsenin tövbesini kabul eder. [2]
Siyer-i Nebî'de
Zeyd b. Harise Kıssası:
Buhari, Müslim, Tirmizî, Neseî ve başka âlimlerin Abdullah b.
Ömer (r.a.)'den rivayet ettiklerine göre: "Evlâtlıkları babalarına nisbetle
çağırın." şeklindeki Kur'an ayeti ininceye kadar Peygamberimiz (s.a.)'in azatlı
kölesi Zeyd b. Harise'yi Zeyd b. Muhammed (Muhammed oğlu Zeyd) diye
çağırıyorduk. Bu ayet inince Peygamberimiz (s.a.) Zeyd'e: Sen Zeyd b. Harise b.
Şerahil'sin, demişti. Zeyd küçük çocuk iken kabilesi olan Kelboğluları'ndan esir
alınmıştı.
Zeyd'in durumu ile ilgili olarak İbni Merdüveyh, İbni Abbas'dan
şu hadisi naklediyor: Zeyd dayıları okn (Tay kabilesinden Sual sülalesinden)
Ma'noğulları arasında bulunuyordu. Tay kabilesine yapılan bir soygunda esir
alınıp Ukaz panayırına getirildi. Hakim b. Hizam b. Huveylid alışveriş yapmak
üzere Ukaz panayırına gidiyordu. Halası Hz. Hadice kendisine, bulabilirse gayet
iyi bir uşak satın almasını tavsiye etti. Hakîm, panayırda Zeyd'in satıldığını
gördü. Zeyd'in zerafeti hoşuna gitti ve onu satın alıp Hz. Hadice'ye getirdi ve
ona: Ben sana pek zarif bir Arap uşağı satın aldım. Hoşuna giderse onu al, aksi
takdirde bırak. Zira bu benim hoşuma gitti, dedi. Hz. Hadice Zeyd'i görünce
beğenip aldı.
Peygamberimiz (s.a.) Hz. Hadice ile evlendiğinde Zeyd onun
yanında idi. Zeyd'in zerafeti Peygamberimiz (s.a.)'in hoşuna gitmiş, Zeyd'i
kendisine hibe etmesini istemişti. Hz. Hadice:
- Onu sana hibe edeyim.
Eğer onu azad etmek istersen velâsı benimdir, dedi.
Peygamberimiz (s.a.) bunu kabul etmeyince Hz. Hadice, dilerse
azad etmek, dilerse elinde tutmak üzere Zeyd'i Peygamberimiz (s.a.)'e hibe
etti.
İbni Abbas sözüne devam etti: Zeyd Peygamberimiz (s.a.) yanında
yetişti. Sonra Ebû Talib'e ait develerle Şam diyarına gitti. Oraya giderken
kavminin diyarına uğradı. Amcası onu tanımıştı. Ayağa kalktı. Zeyd'e
hitaben:
- Delikanlı sen kimsin? deki. Zeyd:
- Mekke halkından bir uşak, dedi. Amcası:
- Mekkelilerin bizzat kendilerinden mi? diye sordu. Zeyd:
- Hayır, dedi. Amcası:
- Sen hür müsün, köle misin? dedi. Zeyd:
- Hayır, köleyim, dedi. Amcası:
- Kimin kölesisin? dedi. Zeyd:
- Muhammed b. Abdülmuttalib'in kölesiyim, dedi. Amcası:
- Sen Arap mısın, Acem mi? dedi. Zeyd:
- Arabım, dedi. Amcası:
- Aslın kimlerdendir? dedi. Zeyd:
- Kelb kabilesinden, dedi. Amcası:
- Kelb'in hangi kolundan? dedi. Zeyd:
- Abdi Vüdd oğullarından, dedi. Amcası:
- Yazık, sen kimin oğlusun? dedi. Zeyd.
- Şerahil oğlu Harise'nin oğluyum, dedi. Amcası:
- Nerede esir alındın? diye sordu. Zeyd:
- Dayılarım arasında, dedi. Amcası:
- Senin dayıların kim? dedi. Zeyd:
- Tayyoğulları, dedi. Amcası:
- Annenin adı nedir? dedi. Zeyd:
- Sadî, diye cevap verdi. Bunun üzerine amcası onu kucakladı
ve:
- Harise'nin oğlu! dedi.
Amcası Zeyd'in babasını çağırdı. Ona:
- Ya Harise! Bu senin
oğlun, dedi. Harise oğlunun yanına geldi. Ona bakınca tanıdı. Zeyd'e:
- Efendin sana nasıl muamele etti? dedi. Zeyd:
- O beni kendi ailesi ve evlâdına karşı tercih ediyor, dedi.
Zeyd'le birlikte babası, amcası ve kadeşi de Mekke'ye geldiler.
Peygamberimiz (s.a.) ile buluştular. Harise ona:
- Ya Muhammed! Sizler Allah'ın hareminin sakinleri,
komşularısınız, Onun beytinin civarındasınız, sıkıntıda olanları
kurtarıyorsunuz, esirleri doyuruyorsunuz. Oğlum senin yanındadır. Bize iyilikte
bulun, onun fidyesini kabul etmek suretiyle bize ihsan eyle. Zira sen kavminin
reisinin oğlusun. Biz sana arzu ettiğin fidyeyi vereceğiz, dedi. Rasulullah
(s.a.):
- Sana bundan daha hayırlısını vereyim, dedi. Zeyd'in
yakınları:
- Bu nedir? dediler.
- Onu serbest
bırakıyorum. Eğer o sizi tercih ederse, fidyesiz olarak onu alın. Eğer beni
tercih ederse, ondan vazgeçin, dedi. Zeyd'in yakınları:
- Allah sana mükâfat
versin. Sen gerçekten ihsanda bulundun, dediler. Bunun üzerine Rasulullah
(s.a.) Zeyd'i çağırdı. Ona:
- Ya Zeyd! Bunları tanıyor musun? dedi. Zeyd:
- Evet, bunlar benim babam, amcam ve kadreşimdir, dedi.
Peygamberimiz (s.a.):
- Bunlar senin tanıdığın kimselerdir. Sen onları tercih edersen,
onlarla birlikte git. Ama beni tercih edersen, ben de senin tanıdığın kimseyim,
dedi. Zeyd:
- Ben sana karşı asla
hiçbir kimseyi tercih edemem. Sen bana karşı baba ve amca yerindesin, dedi.
Babası ve amcası Zeyd'e:
- Ya Zeyd! Köleliği mi tercih ediyorsun, dediler. Zeyd:
- Ben bu adamdan ayrılamam, dedi. Rasulullah (s.a.) Zeyd'in
kendisine olan bağlılığını görünce Zeyd'in yakınlarına:
- Siz şahid olun ki o
hürdür. O benim oğlumdur. O bana mirasçı olacak, ben de ona mirasçı olacağım,
buyurdu.
Bunun üzerine babası ve amcası Zeyd'in onun nezdindeki değerini
görmelerinden dolayı memnun olmuştu. Cahiliyede ona Zeyd b. Muham-med
deniliyordu. Nihayet "Onları babalarına nisbetle çağırın" ayeti indi. Bunun
üzerine Zeyd b. Harise diye anılmaya başladı.
[3]
Hz. Peygamber
(S.A.)'in Makamı, Vazifesi Ve Mirasın Akrabalık Sebebiyle Meşru
Kılınması:
6- Peygamber müminlere kendi öz nefislerinden daha yakındır.
Onun hanımları da müminlerin anneleridir. Allah'ın kitabında akraba olan (miras
hususunda) birbirlerine (diğer)
müminlerden ve muhacirlerden daha yakındırlar. Ancak dostlarınıza yapacağınız iyilik bunun
dışındadır. Bu hüküm kitapta
yazılıdır.
7- Bir zaman biz peygamberlerden, senden, Nuh'tan, İbrahim’den,
Musa'dan ve Meryem'in oğlu İsa'dan söz almıştık. Onlardan sağlam bir söz
almıştık.
8- Allah doğru olanlara
samimiyetlerinden sormak için böyle yaptı. O, kâfirlere acıklı bir azap
hazırlamıştır.[4]
Açıklaması:
"Peygamber müminlere kendi öz nefislerinden daha yakındır." Hz.
Peygamber (s.a.) ümmetinden mümin cemaate kendi öz nefislerinden daha
merhametli ve daha şefkatlidir. Zira o kurtuluşa davet etmekte, nefisleri ise
onları helâka çağırmaktadır.
Nitekim Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyuruyor: "Ben ateşe
düşmeyesi-niz diye sizin kemerinizden tutuyorum. Siz ise yatağa girer gibi ateşe
giriyorsunuz".[5]
Zira Hz. Peygamber (s.a.) ümmet için baba mertebesindedir. Nefis
ba-zan kötülüğü emredebilir, Hz. Muhammed (s.a.)'e gelince; o sadece hayrı
emreder ve sadece vahyi konuşur.
Zeyd Muhammed'in oğlu diye anılmakla dünya ve ahirette büyük bir
makam kazandığı için iftihar ederse, bütün müminler kendileri için umumi olan
Hz. Muhammed (s.a.)'in babalığı ile iftihar etmektedirler. Ayet, Zeyd'i teselli
etmek için ve Zeyd'e ait hususi babalıktan umumi babalığa geçişi ve bütün
müslümanları kapsayan şefkati beyan etmek için nazil oldu. Burada sulbden gelen
oğul ile diğeri arasında fark yoktur. Peygamberimiz (s.a.) müminleri gözetmekte
ve onlara doğru yolu göstermektedir.
Veli olma dini-dünyevî bütün işleri içine alması için mutlak
kılınmıştır.
Hz. Muhammed (s.a.) nefislerden daha evla ise, o bütün insanlara
elbette daha evlâdır. Onun hükmü onların kendi nefislerini tercih etmekten önce
gelir. Onun sevgisi, insanın içindeki nefsi sevmekten önce gelir. Nitekim
Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Hayır, asla, Rabbine yemin olsun ki, onlar
aralarında geçen problemlerde seni hakem kılmadıkça, sonra da senin verdiğin
hükme karşı gönüllerinde bir sıkıntı duydukça ve tam manasıyla teslim olmadıkça
gerçek mümin olamazlar." (Nisa, 4/64).
Buhari'nin Sahih'inde ve diğer eserlerdeki sahih hadiste
buyruluyor ki: "Nefsimi elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, sizden biriniz
beni kendi nefsinden, malından, evlâdından ve bütün insanlardan daha çok
sevmedikçe gerçek mümin olamaz."
Buhari'nin Sahih'inde Ebu Hüreyre'den rivayet ettiği hadiste
Peygamberimiz (s.a.) buyuruyor ki: "Hiçbir mümin yoktur ki ben ona dünya ve
ahi-rette insanların en yakını olmayayım. Dilerseniz şu ayeti okuyun:
"Peygamber, müminlere kendi öz nefislerinden daha yakındır." Hangi mümin bir
mal bırakırsa, onun asebesi kim olursa olsun ona mirasçı olsunlar. Kim de borç
veya çoluk çocuk bırakırsa bana gelsin ben onun mevlâsıyım."
Yine Sahih'te Hz. Ömer (r.a.)'den rivayet ediliyor. Hz.
Ömer:
- Ya Rasulallah! Allah'a yemin olsun ki sen bana herşeyden daha
sevimlisin. Ancak nefsim hariç. Peygamberimiz (s.a.):
- Hayır, ya Ömer! Ben
sana kendi nefsinden daha sevimli olmadıkça gerçek mümin olamazsın, buyurdu.
Bunun üzerine Hz. Ömer:
- Ya Rasulallah! Sen bana herşeyden, hatta kendi nefsimden de
daha sevimlisin, dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.):
- Şimdi tamam, ya Ömer! buyurdu.
Bunun sebebi Allah Tealâ'nm bildirdiği gibi Hz. Peygamber
(s.a.)'in ümmetine tam anlamıyla şefkatli, iyiliksever oluşu ve peygamberini
müminlere kendi nefislerinden daha yakın kılmış olmasıdır.
"Onun hanımları mümiminlerin anneleridir." Yani Hz. Peygamber
(s.a.)'in hanımları haramlık ve saygı hususunda, yani Hz. Peygamber (s.a.)'den
sonra kendileriyle evlenilmesinin haram olması, ikram, ta'zim ve saygıya layık
olmaları hususunda anne mertebesinde kılınmışlardır. Bunun dışında Hz.
Peygamber (s.a.)'in hanımları yabancı kadınlar gibidirler. Onların kızlarına
müminlerin kızkardeşleri denilmez ve kızları müminlere mahrem olmazlar. Onlara
bakmak, ya da onlarla halvette bulunmak ve onlara mirasçı olmak v.s. helâl
olmaz.
Bu durum erkekler açısındandır. Onlar erkeklerin anneleridir
gibidir. Mümin kadınlara gelince, bazılarına göre onlara: Mümine kadınların
anneleri denilmez. Bunun için Hz. Âişe (r.a.): Kendine "Anneceğim" diyen bir
kadına:
- Ben sizin erkeklerinizin annesiyim. Sizin anneniz (kadınların
annesi) değilim, demişti. Bu konudaki ihtilaf gelecektir.
Bu vasıf Hz. Peygamber (s.a.)'in bütün hanımları, hatta boşamış
olduğu hanımları için de sabittir. Fakat İmamü'l-Haremeyn ve başkaları haram
olmayı sadece duhûl vâki olan hanımlara tahsis etmenin doğru olduğunu beyan
etmiştir. Razî ve Gazzalî ise aşağıda gelecek tahyir ayetinin (Ahzab, 33/29)
inmesinden sonra Peygamberimiz (s.a.)'in hanımlarından olup dünyayı tercih eden
kadınların mahrem olmayacağı görüşünü tercih etmişlerdir.
Cenab-ı Hak daha sonra Hz. Peygamber (s.a.)'in müminlere olan
velayeti ile müminlerin birbirlerine olan velayet arasındaki farkı açıklamak
üzere, "ulü'l-erham" (rahim yoluyla akraba olanlar) ifadesiyle mirasın hükmünü
"Ancak dostlarınıza yapacağınız iyilik bunun dışındadır." ifadesiyle vasiyetin
hükmünü beyan etti. Hz. Peygamber (s.a.) miras bırakmaz. Onun umumi velayeti
sebebiyle onunla akrabaları arasında miras ilişkisi yoktur. Müminler ise yakın
akraba iseler birbirlerine mirasçı olurlar. Onlar miras v.b. konularda
birbirlerine daha yakındırlar. Ancak arkadaşa veya muhtaç olana vasiyet etme
durumu hariçtir. Bu durumda o yakın akrabasından daha evlâ olmaktadır. Vasiyet,
mirası kaldırmaktadır.
Bundan dolayı Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Allah'ın kitabında
akraba olanlar (miras hususunda) birbirlerine (diğer) müminlerden ve
muhacirlerden daha yakındırlar." Mutlak manada akrabalar ister ashab-ı ferâiz
(miras hisseleri önceden belli), ister asabe (ikinci derecede hisse sahipleri),
isterse zevi'l-erhâm (rahim yoluyla akraba) olsunlar birbirlerine miras ve diğer
konularda fayda vermede, din hakkı olan diğer müminlerden ve hicret hakkı olan
muhacirlerden ve ensardan daha evlâdır. Bu, Allah'ın farzı, şeriatı ve
kullarına yazdığı, Kur'an'da ya da Levh-i Mahfuz'daki hükümdür.
"Müminlerden ve muhacirlerden" ifadesi Zemahşerî'nin belirttiği
gibi ulü'l-erhama raci olan bir açıklama olup mümin ve muhacirlerden
birbirlerine akraba olanlar birbirlerine faydalı olma ya da miras hususunda
yabancılardan daha evlâdır, manasındadır. Yahud buradaki "min", başlangıç
anlamında olup zevi'l-erham akrabalık hakkı sebebiyle miras hususunda dinde
velayet hakkı olan diğer müminlerden ve hicret hakkı olan muhacirlerden daha
evlâdır.[6]
Bu meşhur ikinci manaya göre ayet İslâm'ın ilk devrinde bulunan
hılf (kabile ittifakı) ve müslümanlar arası kardeşlik sebebiyle mirasçı olmayı
kaldırmaktadır. İslâm'ın ilk devrinde Rasulullah (s.a.)'in muhacirlerle en-sar
arasında gerçekleştirdiği kardeşlik sebebiyle muhacir kendi akrabaları ve
zevi'l-erhamdan ayrı olarak ensarî kardeşine mirasçı oluyordu. Hz. Ebu-bekir
(r.a.) ile Harice b. Zeyd kardeş olmuştu. Hz. Ömer (r.a.) ile bir başkası
kardeş olmuştu. Hz. Osman (r.a.) ile Züreykoğulları'ndan bir kişi kardeş
olmuştu. Zübeyr ile Ka'b b. Malik kardeş olmuştu.[7]
Peygamberimiz (s.a.)'in Buhari ve Müslim'in İbni Abbas'dan
rivayet ettikleri şu hadis-i şerif bu manayı tekid etmektedir: "Fetihten sonra
hicret yoktur. Sadece hicret ve niyet vardır." Bundan murad şudur: Hicret hükmü
batıl olmuş, hicret sebebiyle mirasçı olma gibi bundan doğan hükümler de ortadan
kalkmıştır.
"Ancak dostlarınıza yapacağınız iyilik bunun dışındadır." Yani
kardeşlik ilanı sebebiyle mirasçı olma kaldırılmış; vasiyette bulunma, destek
olma, iyilik, ziyaret ve ihsanda bulunma hükmü devam etmiştir. Yani ancak
müminlerden ve muhacirlerden dost saydığınız ve sevdiğiniz arkadaşlarınıza
vasiyet etmeniz bundan müstesnadır. Burada geçen maruf (iyilik) kelimesi
vasiyet manasmdadır. Bilindiği gibi borç ve vasiyet şer'an mirastan önce gelir.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "(Miras), yapılan vasiyetten veya
borçtan sonradır..." (Nisa, 4/12).
Ayetin manası şöyledir: Siz vasiyette bulunmuşsanız, varis
olmayanlar daha evlâdır. Vasiyette bulunmamışsanız, varisler geride
bıraktığınız mallara ve mirasınıza daha evlâdır.
"Bu kitapta yazılıdır." Yani bu hüküm (zevi'l-erhamın
birbirlerine daha evlâ oldukları hükmü) Allah tarafından takdir edilen ve
değiştirilmeyen ve bozulmayan ilk kitapta yazılan bir hükümdür.
Allah Tealâ geçici bir maslahatla ve sonsuz hikmetle herhangi
bir vakitte bunun hilafını ortaya koymuştur. Halbuki O bunu değiştirerek ezelî
kaderinde ve takdir ettiği teşri esasında câri olan hükmü
gerçekleştirecektir.
Cenab-ı Hak Hz. Peygamber (s.a.)'in müminler arasındaki durumunu
beyan ettikten sonra peygamberlerin Allah'ın risaletini tebliğ etmeleri
hususunda verdikleri sözün gereğini yerine getirmek üzere bu görevin yerine
getirilmesi, Allah'ın dinine ve Rabbinin risaletine davet etme ve şeriatlerin
tebliğ edilmesi hususunda Hz. Peygamberin ulvî mertebesini ve yüce görevini
beyan etti.
Allah Tealâ surenin başlangıcından buraya kadar ümmetine
öğretmek için Peygamberine sanki şöyle buyuruyordu: Allah'tan kork, başka hiç
kimseden korkma. Allah'ın peygamberlerden dini tebliğ etmek hususunda söz
aldığım, hiçbir korku ve ümidin bu hususta onlara engel olmayacağını
zikret.
Cenab-ı Hak buyuruyor ki: "Bir zaman biz peygamberlerden,
senden, Nuh'tan, İbrahim'den, Musa'dan ve Meryem'in oğlu İsa'dan söz almıştık.
Onlardan sağlam bir söz almıştık." Yani ey Rasul şunu zikret: Biz bütün
peygamberlerden ve özellikle ulü'1-azm peygamberlerden yani ayette adı geçen beş
peygamberden Allah'ın ilâhî mesajını kavimlerine tebliğ etmeleri, Allah
Tealâ'mn dinini hakim kılmaları hususunda ve bazılarının kendilerinden önceki
peygamberin risaletini tamamlamak suretiyle aralarında yardımlaşmaları ve
birbirlerine destek olmaları hususunda kesin ahit ve söz aldık.
Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle buyurmaktadır:
"Hani Allah peygamberlerden: Size kitap ve hikmet verdikten
sonra nezdimizdekileri tasdik eden bir peygamber geldiğinde ona mutlaka inanıp
yardım edeceksiniz, diye söz almış ve "Kabul ettiniz mi?" dediğinde "Kabul
ettik." cevabını vermişler, bunun üzerine Allah: O halde siz şahit olun, ben de
sizinle birlikte şahidlik edenlerdenim." buyurmuştur." (Âl-i İmran, 3/81).
Yani Cenab-ı Hak onlardan Muhammed (s.a.)'in Allah'ın rasulü
olduğunu, Muhammed (s.a.)'in de kendisinden sonra hiçbir peygamber olmadığını
ilan etmesi sözünü almıştır.
Allah Tealâ daha sonra bizzat bu sözü tekid etmektedir. Bu ahid
ve sözün hürmeti, azameti ve sorumluluğunun ağırlığı hususunda mübalâğa yapmak
üzere şiddet ve sağlamlıkla tavsif etti. Buna göre mana şudur: Biz onlardan bu
söz ile kesin sağlam bir söz aldık. İkinci misak, birinci misakla aynı olup
yeminle tekid edilmiştir. Ya da birinci misakın vasfını beyan etmek için tekrar
edilmiştir. Bu misakın hürmetini, büyüklüğünü ve önemini mübalâğa ile beyan
etmek için maddi cisimlerin sıfatı olan "sertlik" kelimesi manevi şeyler için
kullanılarak "istiare" yapılmıştır.
Cenab-ı Hak özelin genele atfedilmesi babında bütün
peygamberlerden sonra ulü'1-azm olan beş peygamberin değerlerini ifade etmek,
risalet-lerinin önemini beyan etmek üzere bu peygamberleri özellikle zikretti.
Bu aynen şu ayet gibidir: "Allah, dini doğru tutun ve onda ayrılığa düşmeyin,
diye din olarak Nuh'a tavsiye ettiğini, sonra vahyettiğimizi, İbrahim'e,
Musa'ya ve İsa'ya tavsiye ettiğimizi sizin için hukuk düzeni yaptı." (Şûra,
42/13).
Allah Tealâ daha sonra peygamberlere tebliğ etmelerinden,
müminleri icabet etmelerinden, hakkı yalanlayanları yalanlamalarından dolayı
sorguya çekeceğini bildirerek şöyle buyurdu:
"Allah doğru olanlara samimiyetlerinden sormak için böyle yaptı.
O kâfirlere acıklı bir azap hazırlamıştır."
"Li-yes'ele" kelimesindeki lâm bir görüşe göre "lâm-ı
sayrûref'tir. Yani O peygamberlerden nitecede yaptıklarından sorulmak üzere söz
almıştır. Nitekim Cenab-ı Hak bir ayette şöyle buyurmuştur: "Biz peygamberleri
mutlaka sorguya çekeceğiz." (A'raf, 7/6).
Razî diyor ki: Yani O, rasulleri gönderdi. Mükelleflerin akıbeti
ise ya hesap, ya da azap görmedir. Çünkü sadık olan hesap görecek, kâfir ise
azap görecektir.[8]
Tercih edilen görüş Ebu Hayyan'm dediği gibi bu lam "ta'lîl
lamı, lâm-ı key'dir. Yani rasulleri gönderdik ve Allah'ın mahlûkatını iki gruba
ayırması için tebliğ hususunda rasullerden söz aldık.
Bu iki gruptan biri hüccet ikame etme manasında Allah'ın
kendilerini samimiyetleri konusunda sorgulayacağı grup. Bu grup kendilerinin
iman etmeleri ve bütün fiillerinde Allah'a sadık kaldıkları şeklinde cevap
verecek, Allah da bu amellerine karşı bu gruba mükâfat verecektir.
Küfre düşen ikinci grup ise Allah'ın kendileri için hazırladığı
şeye maruz kalacaklar.
Bu manaya göre sorguya tâbi olacak "sadık kimseler" müminlerdir.
"Sıdkıhim" kelimesindeki zamir onlara racidir. Bununla peygamberlere sormak
için, yahut onlardan aldığı söze olan vefakârlıkları hakkında sormak için,
yahut peygamberlere risaleti kavimlererine tebliğ etmelerinden sormak için
manasının murad edilmesi de caizdir.[9]
Buna göre mana
şöyledir: Biz Allah'ın dinine daveti tebliğ etme hususunda peygamberlere
tebliğ görevini yerine getirip getirmediklerini sormak, ümmetlerinin
kendilerine ne şekilde icabet ettiklerini bilmek, müminlere iman ve samimiyet
hususunda ecir vermek ve bu peygamberlerin ümmetlerinden kendilerini
yalanlayan kâfirlere Allah'ın hazırladığı şiddetli, acıklı, elem verici
cehennem azabıyla kâfirleri cezalandırmak için, peygamberlerden söz aldık.
"O, kâfirlere acıklı bir azap hazırlamıştır." ayeti
"Peygamberlerden ... söz aldık" ayetine atfedilmiştir. [10]
Ahzab -Veya
Hendek- Gazvesi, Kureyzaoğulları Gazvesi:
9- Ey iman edenler! Allah'ın size olan nimetini hatırlayın. Hani
bir zaman size düşman orduları saldırmıştı da biz onların üzerine bir rüzgâr
ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik. Allah yaptıklarınızı çok iyi
görür.
10- O vakit onlar size yukarı ve aşağı tarafınızdan gelmişlerdi. O 2aman
gözier kavmı yürekler ağızlara gelmişti.
Sizler, Allah hakkında türlü zanlarda
bulunuyordunuz.
11- İşte orada müminler, imtihan edümişler ve şiddetli bir sarsıntı ile sarsılmışlardı.
12- O vakit münafıklar ve kalplerin- de hastalık bulunanlar:
"Allah ve peygamberi bize ancak aldatıcı
bir vaadde bulundu" diyorlardı.
13- Hani o zaman münafıklardan bir topluluk: "Ey Medineliler! Burası sizin için durulacak bir yer değildir.
Hemen Seri dönün."
demişti. Münafıklardan başka bir
topluluk da Peygamber'den izin
isteyerek: "Ev- lerimiz (düşman tehlikesine) açıktır." demi§lerdi- Halbuki evleri (düşman tehlikesine) açık değildi. Sadece savastan kaçmak istiyorlardı.
14-Eğer ordular Medine'nin çeşitli taraflarından içeri girseydi
ve o münafıklardan fitne çıkarmaları is-tenseydi, hemen ona girişirlerdi. Bu
hususta pek fazla gecikmezlerdi.
15- Halbuki onlar daha önce savaş meydanından kaçmayacaklarına
dair Allah'a söz vermişlerdi. Allah'a verilen sözden mutlaka hesap
sorulacaktır.
16- De ki: "Eğer siz ölmekten veya öldürülmekten kaçıyorsanız,
kaçmak size hiçbir fayda sağlamayacaktır. Kaçsanız bile ancak az bir zaman
yaşatılırsınız."
17- De ki: "Allah size bir kötülük yapmak istese, sizi O'ndan
kim koruyabilecektir? Veya size bir rahmet (iyilik) dilerse, O'nun
rahmetine (iyiliğine) kim
engel olabilecektir?" Onlar kendilerine Allah'tan başka ne bir dost ne de
bir yardımcı bulabilirler.
18- Allah, içinizden müminleri savaştan alıkoyanları ve
kardeşlerine: "Bize gelin." diyenleri çok iyi bilir. Zaten onlar savaşa çok az
gelirler.
19- Yardımlarını sizden esirgerler. Kalplerine düşman korkusu
düştüğü zaman, üzerine ölüm baygınlığı çökmüş bir insan gibi gözlerini
döndürerek sana baktıklarını görürsün. Korku gittiğinde ise, mala düşkün olarak
iğneli dilleriyle sizi tenkit ederler. İşte bunlar aslında iman etmemişlerdir.
Allah da amellerini boşa çıkarmıştır. Bu Allah'a çok kolaydır.
20- Münafıklar düşman ordularının çekilmediklerini
sanıyorlardı. Eğer düşman orduları tekrar saldırıya geçecek olsa, onlar
çöllerde bedeviler arasında bulunup haberlerinizi oradan sormak isterlerdi.
Şayet aranızda olsalardı, ancak pek az savaşırlardı.
21- Gerçekten Allah'ın Rasulü'nde sizin için; Allah'ı ve ahiret
gününü arzulayanlar ve Allah'ı çokça zikredenler için güzel bir numune
vardır.
22- Müminler düşman ordularını görünce: "İşte Allah'ın ve
Rasu-lü'nün bize vaadettiği budur. Allah ve Rasulü doğru söylemiş." dediler.Bu,
ancak onların imanlarını ve teslimiyetlerini artırdı.
23- Müminler içinde öyle yiğitler vardır ki, Allah'a vermiş
oldukları ahde sadakat göstermişlerdir. Onlardan kimi bu uğurda canlarını feda
etmiş, kimi de beklemektedir-
dakatlarıyla mükâfatlandırması, münafıklara ise dilerse azap
vermesi veya tevbelerini kabul etmesi için (böyle oldu.) Şüphesiz ki Allah çok
mağfiret edici ve çok merhametlidir.
25- Allah kâfirleri öfkeleriyle geri çevirdi. Onlar hiçbir şey
elde edemediler. Savaşta müminlere Allah yardım etti. Allah çok güçlüdür.
Herşeye galiptir.
26- Allah, Kitap Ehlinden kâfirlere yardım edenleri
(sığındıkları) kalelerinden indirmiş ve kalplerine korku salmıştı. Siz onların
bir kısmını öldürüyor, bir kısmını ise esir alıyordunuz.
27- Allah onların yerlerini, yurtlarını, mallarını ve henüz
ayak basmadığınız bir toprağı size miras olarak verdi. Allah herşeye
kadirdir.
Siyerden Ahzab
(Hendek) Gazvesine Dair Notlar:
Hicretin beşinci yılı Şevval ayında Medine etrafında Hz.
Peygamber (s.a.)'i yoketmek için putperest kâfirler ve Ehl-i Kitap'tan on bin,
yahut on iki bin, veyahut on beş bin kişi toplandı.
Kureyşli ve Habeşistanlı müşrikler Ebu Süfyan'ın komutasında
dört bin kişiydiler. Esedoğulları Tuleyha'nın komutasında, altı bin kişilik
Gatafan da Uyeyne b. Hısn liderliğinde idi. Âmiroğulları'na Âmir b. Tufeyl
komuta ediyordu. Süleymanoğulları'na ise Ebu'l-A'ved komuta ediyordu. Benî Nadir
Yahudileri Huyeyy b. Ahtab ile Ebu'l-Hukayk'ın iki oğlunun başkanlığında idiler.
Benî Kureyza Yahudilerinin reisi Ka'b b. Esed olup onunla Rasulullah (s.a.)
arasında ahid vardı. Huyey b. Ahtab'ın gayretiyle Ka'b bu ahdi bozdu.
Bu savaşın sebebi Yahudiler idi. Nadir ve Kureyzaoğulları'ndan
bir grub yola çıkıp Mekke'de Kureyşlilere gelmişler, onları Rasulullah (s.a.)
ile savaşa davet etmişler ve Kureyşlilere:
- Sizin dininiz onun
dininden daha üstündür, demişlerdi. Sonra da Gatafan, Kay, Aylan, Mürre ve
Eşca'oğullan'na gidip onları da Medine'de savaşa davet etmişlerdi. Bunun üzerine
biri putperest, diğeri kitabî olan her iki grup Ebu Süfyan komutasında birleşmiş
bir ordu meydana getirmekte anlaşmışlar ve Medine önlerinde karargâh
kurmuşlardı.
Rasulullah (s.a.) ve müminler üç bin kişi halinde savaşa
çıkmışlar ve Sel' sırtlarında karargâh kurmuşlardı.
Rasulullah (s.a.) Ahzab gruplarının hareketini duyunca Selman-ı
Farisî'nin görüşüne uyarak Medine etrafında hendek kazılmasını emretti.
Medine'nin kuzey batısında düşen meydandaki hendeğin kazılmasında bizzat
Peygamberimiz (s.a.) müminlerle beraber çalıştılar. Bu taraf düşmanın
girmesinden korkulduğu önü açık taraf idi. Diğer taraflar ise dağlarla
korunmuştu. Hendeğin uzunluğu yaklaşık olarak beş bin zira' (3000 m.), derinliği
7-10 zira' (4-6 m.), genişliği 9 zira' (5,5 m.)'den fazla idi.
Müşrikler ve beraberindeki gruplar hendeği görünce:
- Allah'a yemin olsun ki, bu Arapların daha önce bilmediği bir
tuzaktır, dediler.
Karşılıklı çarpışmalar oldu. Bazı müşrikler hendeği geçmeye
çalıştılar. Bunlara taş atıldı. Bazıları da atlarıyla hendeği geçip ya helak
oldular, ya da öldürüldüler. Bunlardan biri de meşhur süvari Amr b. Vüdd
el-Âmiri idi. Amr, Hz. Ali ile mübareze etti. Hz. Ali onu öldürdü. Amr'ın iki
arkadaşı İkrime b. Ebî Cehil ile Dırar b. Hattab kaçtı. Yine onların
süvarilerinden Nevfel b. Mugîre de hendeği geçenlerden biriydi. Sa'd b. Muaz
(r.a.) Benî
Kureyza Gazvesinde şehid oldu.
Daha sonra düşman grupları arasında sağlam bir komplo
hazırlandı. Rasulullah (s.a.) ve ashabı şiddetli bir korku içindeyken Nuaym b.
Mes'ud el-Gatafanî Peygamberimiz (s.a.)'e gelerek:
- Ya Rasulullah! Ben
müslüman oldum. Kavmim benim müslüman olduğumu bilmiyorlar. Bana dilediğin şeyi
emret, dedi. Rasulullah (s.a.):
- Sen içimizde sadece
bir kişisin. Gücün yeterse, bizim adımıza bir plan kur. Zira harp hiledir,
buyurdu.
Nuaym, Benî Kureyza'ya gelerek onlara:
- Kureyş ve Gatafan'ın eşrafından bazılarını rehin olarak
almadan ve sizinle birlikte Muhammed'le savaşmaları için bu rehin kimseleri
elinizde tutmadan Kureyş ve Gatafan'la beraber savaşmayın. Çünkü onlar
Muhammed'le savaşmaktan usandılar, geri dönecekler. Siz ise yalnız başınıza
onlara karşı muktedir olamazsınız, dedi. Bunun üzerine Kureyzaoğulları:
- Sen iyi bir görüşe işaret ettin, dediler.
Nuaym daha sonra Kureyş ve Gatafanlılara gelip onlara:
- Yahudiler Muhammed'e verip, boyunlarını vurması için sizden
rehin almak istiyorlar. Sizinle savaşmak üzere onunla birleşiyorlar. Zira
Yahudiler onunla yaptıkları ahdi bozduklarına pişman oldular, dedi.
Ebu Süfyan ile Gatafan liderleri müslümanlarla kesin bir
çarpışmaya girmek istediklerinde Yahudiler ağır davrandılar ve onların
adamlarından rehin istediler. Kureyş ve Gatafanlılar bunu kabul etmediler ve
Nuaym b. Mesud'un sözünü doğruladılar. Yahudiler de Nuaym'ın sözünün
doğruluğundan emin oldular. Böylece Yahudilerle müşrikler birbirine düştüler ve
birlik dağıldı.
Düşman grupları içinde zafiyet başgösterdi. Cenab-ı Hakk'ın
onların üzerine bir kış gecesi çok soğuk bir rüzgâr göndermek suretiyle endişe
ve korkularını artırdı. Rüzgâr onların kazanlarını dökmüş ve kaplarını sağa-sola
dağıtmıştı.
Ebu Süfyan Kureyş'le birlikte beldelerine döndü. Bunu Gatafan
izledi. Rasulullah (s.a.) haberlerini getirmek üzere Huzeyfe b. Yeman'ı
gönderdi. Peygamberimiz (s.a.) namaza durarak bekledi. Huzeyfe dönünceye kadar
Allah'a dua edip yakardı. Ellerini kaldırarak şöyle dua etmişti: "Ey sıkıntıya
düşenlerin imdadına koşan, ey zorluk içinde olanlara icabet eden (Al-lahım)!
Endişemi, üzüntümü ve sıkıntımı kaldır. Sen benim durumumu ve ashabımın durumunu
görüyorsun."
Cebrail indi ve şöyle dedi: "Allah, duanı işitti. Düşman
korkusuna karşı, O sana kâfidir." Bunun üzerine Rasulullah (s.a.) dizleri
üzerine çöktü, ellerini açtı, gözlerini indirdi. Şöyle diyordu: "Şükürler
olsun. Şükürler olsun. Bana da rahmetle muamele ettin. Ashabıma da rahmetle
muamele ettin."
Cenab-ı Hak şu ayetiyle ne doğru söylemiştir: "Ey iman edenler!
Allah 'm size olan nimetini hatırlayın. Hani bir zaman size düşman orduları
saldırmıştı da biz onların üzerine bir rüzgâr ve sizin görmediğiniz ordular
göndermiştik. Allah yaptıklarınızı çok iyi görür." (Ahzab, 33/9); "Allah
kâfirleri öfkeleriyle geri çevirdi. Onlar hiçbir şey elde edemediler. Savaşta
Allah müminlere yardım etti. Allah çok güçlüdür. Herşeye galiptir." (Ahzab,
33/25).
Böylece müslümanlarla müşrikler arasındaki savaş sona erdi.
Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Kureyş bu yıldan sonra size savaş açamaz.
Fakat siz onlara savaş açarsınız."
Hendek günü müslümanlardan yedi kişi şehid oldu. Müşriklerden
ise dört kişi öldürüldü. [11]
Açıklaması:
Bu ayetler Allah'ın müslümanları Hendek Gazvesinde muzaffer
kılmak suretiyle Allah'ın nimetini ve mümin kullarına ihsanını hatırlatma
hususunda beş konuyu ihtiva etmektedir:
- Gazvenin özelliklerinin bildirilmesi (9-11- ayet),
- Münafıkların ve Yahudilerin müslümanlara karşı tutumları
(12-21-ayet)
- Müminlerin kendilerini feda etmeleri (22-24. ayet),
- Müminlerin zaferi ve kâfirlerin yenilgiye uğramaları (25.
ayet),
- Benî Kureyza Yahudilerinin cezalandırılmaları (26-27.
ayet). [12]
1- Gazvenin
Özelliklerinin Bildirilmesi:
"Ey iman edenler! Allah'ın size olan nimetini hatırlayın. Hani
bir zaman size düşman orduları saldırmıştı da biz onların üzerine bir rüzgâr ve
sizin görmediğiniz ordular göndermiştik. Allah yaptıklarınızı çok iyi
görür."
Ey Allah'a ve Rasulü'ne iman edenler! Sizi yoketmek ve gücünüzü
kökünden söküp atmak ve varlığınızı sona erdirmek için sizin üzerinize gelen
Kureyş, Gatafan ve Yahudilerden meydana gelen büyük orduların ve muazzam
kalabalıkların kuşatması altında kaldığınızda Allah'ın size ihsan ettiği
nimetleri hamd ve şükürle hatırlayın. Biz onların üzerine bir kış gecesi soğuk
bir rüzgâr, düşmanları sarsan, kalplerine korku veren, kazan-
larını döken, çadırlarını ve eşyalarını ters yüz eden hatta her
kabile reisinin kabilesine:
- Ey falanoğulları! Kendinizi kurtarın. Kendinizi kurtarın, diye
duyuruda bulunmasına sebep olan sizin görmediğiniz melek orduları
gönderdik.
Tuleyha b. Huveylid el-Esedî:
- Muhammed size yeni bir sihirbazlık yapmaya başladı. Kendinizi
kurtarın, kendinizi kurtarın, diyordu.
Ebu Süfyan ise:
- Ey Kureyş topluluğu! Allah'a yemin olsun ki siz artık
kalınamayacak bir yerdesiniz. Atlar, develer helak oldu. Benî Kureyza bize
verdiği sözden caydı. Onlardan hoşumuza gitmeyecek haberler bize ulaştı. Bu
rüzgârdan da, gördüğünüz manzara ile karşılaştık. Vallahi ne kazanımız yerinde
durabiliyor, ne ateşimiz yanıyor, ne de çadırlarımız ayakta kalabiliyor. Haydi
buradan ayrılalım. Ben buradan ayrılıyorum, dedi. Sonra devesine doğru yürüdü.
Devesi bağlı idi. Devesinin üzerine oturdu. Sonra deveye vurdu. Deve ile üç defa
sıçradı. Devenin bağlarım ayakta iken çözdü.
Allah hendeğin kazılması, zorluklarla karşılaşılması, savaşa
hazırlık ve düşmandan sakınma gibi sizin bütün amellerinize muttali olup gayet
iyi bilir. O buna karşılık size mükâfat verecek ve bu mükâfattan hiçbir şeyi
eksiltmeyecektir.
Cenab-ı Hak daha sonra düşman gruplarının kuşatmalarının
sağlamlığını belirterek şöyle buyurdu:
"O vakit onlar size yukarı ve aşağı tarafınızdan gelmişlerdi."
Yani düşman grupları size vadinin üst tarafından doğu cihetinden ve vadinin alt
tarafından batı cihetinden saldırdıkları vakti hatırlayın. Huzeyfe'nin
zikrettiğine göre ilk grup Kureyş, Habeşliler, Kinaneoğulları ve Tihame halkı
idi. Diğerleri ise Benî Kureyza idi. Bir başka görüşe göre ilk zikredilenler:
Necid halkı ile Esedoğulları ve Nasroğullan idiler. Diğerleri Kureyşliler idi.
Benî Kureyza Yahudileri ise hendek tarafında idi.
"O zaman gözler kaymış, yürekler ağızlara gelmişti. Sizler,
Allah hakkında türlü zanlarda bulunuyordunuz." Yani o zaman gözler yerinden
fırlamıştı, düşmanın çokluğu sebebiyle düşmana yönelmiyordu. -Korku ve
endişeden kinaye olarak- yürekler ağızlara gelmişti. Sizler Allah hakkında
çeşitli zanlar ileri sürüyordunuz. İçinizden kimileri Allah'ın yardımına ve
vaadine güvenen, tavrında asla sarsılmayan, imanı sabit müminler idi. Kimi de
Muhammed ve ashabının tamamen yokolacağını, müşriklerin zafere ulaşacaklarını ve
Medine'ye hakim olacaklarını zanneden inancı zayıf münafık kimseler idi.
Hasan-ı Basrî diyor ki: Münafıklar müslümanlann tamamen helak
olacaklarım zannediyorlar, müminler ise zafere eriştirileceklerini
bekliyorlardı.
"İşte orada müminler imtihan edilmişler ve şiddetli bir sarsıntı
ile sarsılmışlardı. " O zaman Allah müminleri tecrübe etti. İhlash olan,
münafıktan ayrıldı. Korkudan ve düşmanın tehdidinden dolayı müminler şiddetli
bir şekilde sarsıldılar. İçlerinden sebatkâr olanlar gerçek mümindirler.
Kendilerinde köklü endişe bulunanlar da münafıktırlar.
Allah tarafından yapılan imtihan durumun kendisi açısından
ortaya çıkması için değil, bilakis bir başka hikmete binâen idi. Bu da şudur:
Allah onların içinde bulunduğu durumu gayet iyi bilmektedir. Fakat O, bu durumu
diğer peygamberlere ve meleklere göstermeyi murad etmektedir. [13]
2- Yahudilerin
ve Münafıkların Müslümanlara Karşı
Tutumları:
Cenab-ı Hak daha sonra münafıkların ve onları destekleyenlerin
durumunu ilan ederek şöyle buyurdu:
"O vakit münafıklar ve kalplerinde hastalık bulunanlar: Allah ve
peygamberi bize ancak aldatıcı bir vaadde bulundu, diyorlardı." Yani dış
görünüşleriyle İslâm'ı kabul eden, ama kalpleri iman etmemiş olan münafıklar ile
İslâm'ı henüz yeni kabul etmeleri sebebiyle inançları zayıf olanlar: Allah ve
Rasulü'nün düşmana karşı muzaffer olma şeklinde bize vaad ettiği şey, hiçbir
varlığı ve hakikati olmayan boş bir vaattir, dedikleri zamanı hatırla.
Bunu diyenler: Yahudilerden ve münafıklardan Muattib b. Kuşeyr
ve Tu'me b. Ubeyrık gibi 70 kişi idiler. Muattib ittifak gruplarını görünce:
- Muhammed bize İran'ın ve Rum diyarının fethedileceği vaadinde
bulunuyor. Halbuki bizden biri korkudan abdest bozmaya gidemiyor. Bu sadece bir
aldatıcı gruptan ibarettir.[14]
İnancı hasta olanlara gelince, onların hastalığı olan iman
zayıflığı, içinde bulunduğu şiddetli darlık sebebiyle gönlünün yaptığı
vesveseden dolayı meydana gelir.
"Hani o zaman münafıklardan bir topluluk: Ey Medineliler! Burası
sizin için durulacak bir yer değildir. Hemen geri dönün, demişti."
Yine şunu hatırlayın: Hani münafıklardan Evs b. Kayzî ile onun
görüşünü destekleyen bir grup ya da Abdullah b. Übeyy ile arkadaşları şöyle
demişlerdi: Ey Medine halkı! Sizin Muhammed ve askerleriyle birlikte ikamet
etmenizin hiçbir sebebi yoktur. Bu zillet ve horlanma durumunu normal gösterecek hiçbir neden yoktur. Burada
sizin için hiçbir istikrar imkânı ya da ikamet edeceğiniz hiçbir mekân yoktur.
Öldürülmekten ve helak olmaktan kurtulmak için hemen evinize ve yurtlarınıza
dönün. Yes-rib, belde ismi olup Medine, Taybe ya da Tabe şeklinde
adlandırılmıştır. Taife, bir veya daha fazla kişi için kullanılır.
"Münafıklardan başka bir topluluk da Peygamber'den izin
isteyerek: Evlerimiz (düşman tehlikesine) açıktır, demişlerdi. Halbuki evleri
(düşman tehlikesine) açık değildi. Sadece savaştan kaçmak istiyorladı." Yani
fitne çıkarma ve zaafiyet ruhunu yayma sebebiyle Harise b. Haris oğullarından
olan münafıklar grubu dönmeye teşebbüs ettiler ve Peygamberimiz (s.a.)'den
evlerine dönme ve savaşı terketme hususunda izin isteyerek şöyle dediler: Bizim
evlerimiz terkedilmiş, zayi edilmiş durumda olup koruma altında değildir. Yani
evlerimizde açıklık bulunup buradan eşya almak ve kadınlarla çocukları tedirgin
etmek için hırsızın ve düşmanın girmesinden korkulur. "Halbuki evleri (düşman
tehlikesine) açık değildi" yani bu evlerde hiçbir açıklık ve gedik yoktu.
Bilakis evleri korunma altında olup iddia ettikleri gibi değildir. Onların
amaçları sadece korku sebebiyle kaçmak ve sadık müminler ordusuyla birlikte
hareket etmekten uzaklaşmaktır.
Cenab-ı Hak daha sonra münafıkların kalplerindeki imanın
zaafiyet derecesini ve basitliğini ve bu kaçışın evlerini korumak için
olmadığını beyan ederek şöyle buyurdu:
"Eğer ordular Medine'nin çeşitli taraflarından içeri girseydi ve
o münafıklardan fitne çıkarmaları istenseydi, hemen ona girişirlerdi. Bu hususta
pek fazla gecikmezlerdi."
Yani düşman orduları Medine'nin her tarafından münafıkların
üzerine gelselerdi; sonra da onlardan dinden vazgeçmeleri, ya da açıkça küfre
dönmeleri ve müslümanlarla savaşmaları istense, buna girişirler, bunu kendi
gönülleriyle kabul ederler ve bunu derhal yaparlardı. İmanı korumazlar ve imana
sarılmazlardı. İcabet ederken ve kendilerinden istenilen şeyi verirken pek az
korku ve endişe taşıdıklarından fazla beklemezlerdi. Bu da duraklamaksızın soru
ve cevabın meydana geldiği zaman miktarıdır. Yahut onlar küfrü kabul ettikten
sonra Medine'de pek az beklerler, nihayet helak olurlardı.
Bu durum, münafıkların gönüllerindeki imanın zayıflığına açık
bir delildir. Dolayısıyla onların savaştan sıyrılmaya ve geri dönmeye teşebbüs
etmelerinde şaşılacak bir durum yoktur. Bu, karşı koyma ve yiğitlerle
karşılaşma sahnelerinden kaçmaya alışmış korkak ve mütereddit kimselerin
özelliğidir. Bunun için Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:
"Halbuki onlar daha önce savaş meydanından kaçmayacaklarına dair
Allah'a söz vermişlerdi. Allah'a verilen sözden mutlaka hesap sorulacaktır."
O münafıklar -Hariseoğulları- bu korkudan önce Uhud günü
arkalarım dönmeyeceklerine ve savaştan kaçmayacaklarına dair söz vermişlerdi.
Onlar tevbe etmişler ve bir daha böyle bir şey yapmayacaklarına dair Allah'a söz
vermişlerdi.
Cenab-ı Hak daha sonra onları şu ayetle tehdit edip uyardı:
"Allah'a verilen sözden mutlaka hesap sorulacaktır." Yani Alah bu ahidden ve
kıyamet günü bunu yerine getirmekten dolayı onlara soru soracak, bu ahdi
bozmaktan ve Rasulullah (s.a.)'e ihanetten dolayı onları cezalandıracaktır. Bu
mutlaka meydana gelecek bir durumdur. "Mes'ulen" kelimesinin manası, yerine
getirilmesi gerekli, yapılması istenen şey, demektir.
Allah Tealâ daha sonra onların yaptıklarının faydasız olduğunu
beyan edip onları azarlamak üzere şöyle buyurdu:
"De ki : Eğer siz ölmekten veya öldürülmekten kaçıyorsanız,
kaçmak size hiçbir fayda sağlamayacaktır. Kaçsanız bile ancak az bir zaman
yaşatılırsınız."
Ey Rasulüm! Bu kaçışlarının kendilerinin ecellerini tehir
etmeyeceğini ve ömürlerini uzatmayacağını dolayısıyla ölümle buluşmaktan ya da
savaş meydanında öldürülmekten kaçmanın kendilerine hiçbir fayda vermeyeceğini
bildir. Zira takdir edilen şey hiç şüphesiz olacaktır. Belki de onların kaçışı,
onların ansızın cezalandırılmasına sebep olacaktır. Sağ kalsalar, kaçmak onlara
fayda verse ve zannettikleri gibi ölümden kurtulsalar bile, bu kaçışlarından ve
uzaklaşmalarından sonra bu gecikme sebebiyle dünya nimetlerinden yararlanmaları
pek az bir miktar, ya da pek az bir zaman yararlanmadır. "De ki: Dünya zevki
azdır. Âhiret ise gerçekten Allah'tan korkanlar için daha hayırlıdır." (Nisa,
44/77). _
Rabi b. Hayseme diyor ki: Şartın cevabı önceki cümlenin delâleti
sebebiyle mahzufdur. Yani siz ölümden veya öldürülmekten kaçarsanız, bu kaçma
size fayda sağlamayacaktır. Zira ecelin gelişi muhakaktır.
Allah Tealâ daha sonra onların üzerlerindeki mükemmel kudretini
bildirmek için daha önce geçen hususları beyan ederek şöyle buyurdu:
"De ki: Allah size bir kötülük yapmak istese, sizi O'ndan kim
koruyabilecektir? Veya size bir rahmet dilese, O'nun rahmetine kim engel
olabilecektir?" Yani ey Rasulüm! Allah'ın size olan muradına engel olabilecek
veya Allah takdir etmişse kötülüğü sizden giderebilecek, yahut Allah dilemişse
sizin için fayda ve hayrı gerçekleştirebilecek hiçbir kimse yoktur.
'Yahut size bir rahmet dilese" ifadesinin manası: Size bir
rahmet dilese, size kim kötülük yapabilecektir? demektir. Yani cümle kısa
kesilmiştir. "Sûen" kötülük, helak olmak demektir. "Rahmeten" kelimesi de zafer,
hayır ve afiyet demektir.
Cenab-ı Hak bu manayı şu ifade ile tekid etmektedir: "Onlar
kendileri için Allah 'tan başka ne bir dost, ne de bir yardımcı bulabilirler."
Yani bu münafıklar ve onları destekleyen inancı zayıf kişiler ve diğerleri,
kendilerine yardım edecek bir yardımcı ve onlara şefaat edecek bir koruyucu ve
destekleyici bulamazlar.
Allah Tealâ sonra da hainleri daima iyi bildiğini ifade ederek
ve onları uyararak şöyle buyurdu:
"Allah, içinizden müminleri savaştan alıkoyanları ve
kardeşlerine: "Bize gelin" diyenleri çok iyi bilir." Buradaki "kad" azlık için
değil, tahkik içindir. Ayetin manası şudur: Şüphesiz ki Allah küçümseyerek ve
münafıklık yaparak müslümanları savaşta bulunmaktan alıkoyanları gayet geniş ve
her şeyi kapsayan ilimle gayet iyi bilir. Cenab-ı Hak Medinelilerden
arkadaşları ve dostlarına: Bizimle birlikte gölgeler ve meyveler altında
oturmaya gelin. Kendinizi bize yaklaştırın. Muhammed'i ve onunla birlikte
savaşmayı terkedin, diyenleri gayet iyi bilir.
"Helümme" kelimesi Hicazlıların lügatidir. Hicazlılar bu
kelimeyi hem tek kişi, hem de topluluk için eşit olarak kullanmaktadırlar. Temim
kabilesi ise müfred müzekker için "helümme", cemi müzekker için "helümmü", cemi
müennes için "helümmenne" şeklinde kullanmaktadırlar. Nahiv-cilerin ittifakına
göre "helümme" ses değildir, terkibinin aslında farklı görüşler bulunan mürekkep
bir kelimedir. Bir görüşe göre "helümme" ten-bih edatı olan "hâ" ile "lem"
kelimesinden birleşmiştir. Bu, Basralıların görüşüdür. Bir başka görüşe göre ise
"hel" ve "ümm" kelimelerinden birleşmiştir. Hem müteaddi, hem lazımdır.
Müteaddi olan, şu ayetteki gibidir: "De ki : Şahitlerinizi getirin." (En'am,
6/150). Lazım olan da şu ayetteki gibidir: "Bize gelin." (Ahzap, 33/18).
"Kardeşlerine......diyenler"
a) Ya müslümanlara
Muhammed ve ashabı küçük bir gruptur. O ve onunla birlikte olanlar helak
olacaklardır. O halde bize gelin, diyen münafıklardır.
b) Ya da Benî
Kureyza Yahudileri olup münafık kardeşlerine: Bize gelin. Muhammed'den ayrılın.
Zira o helak olacaktır. Ebu Süfyan zafer elde ederse, sizden hiçbir kimseyi geri
bırakmayacaktır, demişlerdir.
c) Yahut
Peygamberimiz (s.a.)'in ashabından bir adam olup öz kardeşine savaşın
ortasında: Bana gel. Sen ve arkadaşın takip olunmakta. Sen ve arkadaşın
kuşatılmıştır, demiştir.
"Zaten onlar savaşa az gelirler." Yani münafıklar savaşa az
bir zaman, ya da mecbur kalırlarsa, ölümden korktukları için bir parça
katılırlar. Bu ayet aynen şu ayet gibidir: "Onlar pek az savaşırlar." (Ahzap,
33/20).
Cenab-ı Hak daha sonra münafıkların diğer sıfatlarını zikrederek
şöyle buyurdu:
a) "Size
yardımlarını esirgerler." Bu cimrilik vasfıdır. Yani onlar kendi nefislerine,
kendi durumlarına ve mallarına karşı cimridirler. Onlar savaşta size ne can, ne
mal, ne sevgi ne de şefkatle destek verirler. Aynı şekilde ganimet taksiminde de
cimridirler. "Eşihha" kelimesi "şahıyh" kelimesinin gayri kıyasî çoğuludur.
Kıyasî çoğulu "eşıhhâü" şeklindedir. Tıpkı "halîl" ve "ehıllâü" kelimeleri gibi.
Doğrusu münafıkların cimriliği müminlerin yararına olan her şeyi
kaplamaktadır.
b) "Kalplerine düşman korkusu düştüğü zaman
üzerine ölüm baygınlığı çökmüş insan gibi gözlerini döndürerek sana
baktıklarını görürsün."
Bu korkaklık sıfatıdır. Cimrilik korkaklığın benzeridir.
Cimirilik zikredildiği zaman onun sebebi olan korkaklık da belirtilir.
Ayetin manası savaşın ve çarpışmanın başlamasıyla birlikte korku
meydana gelmeye başladığında onların sana -ey Peygamber- bu durumda endişe,
düşkünlük ve zayıflık içinde ölüm sarhoşluğunu yaşamaktan dolayı baygın olan
kimsenin baktığı gibi baktıklarını görürsün. Savaştan korkan bu kimselerin
korkusu da aynı şekildedir.
c) "Korku gittiğinde
ise mala düşkün olarak iğneli dilleriyle sizi tenkit ederler." Bu münafıkların
iğneli dil sahibi olma, sözle rahatsız etme ve yalancı övünme sıfatlarıdır.
Ayetin manası:
Güvenlik gerçekleştiği zaman size dille galip gelirler ve size sözle eziyet
ederler. Kendilerinin yardım ve cesaret ehli oldukları şeklinde böbürlenirler.
Onlar bu konuda yalancıdırlar.
Bu sıfatın sebebi ise Cenab-ı Hakkın buyurduğu şekildedir:
"Mala karşı aşırı düşkünlük ..." Yani bununla birlikte bu kimselerde hayır
yoktur. Bu kimseler korkaklık, yalancılık ve hayırsızlık vasıflarını birarada
topladılar. Onlar her iki durumda da hayrı az, şerri çok kimselerdir. Onlar
başta ve sonda cimrilik yaparlar. Yani onlar şiddet durumunda korkak, ganimet
zamanında cimri kimselerdir.
Katade diyor ki: Münafıklar ganimet anında toplumun en aç
gözlüleri ve paylaşmaları en kötü kimseler olup, "Bize verin, bize verin. Biz de
sizinle birlikte savaşta bulunduk", derler. Şiddet anında ise onlar toplumun en
korkakları ve hakka karşı en düşük kimselerdir.
Allah Tealâ münafıkların hastalıklarının ve bütün kötü
vasıflarının sebebinin Allah'a duyulan güvenin zayıflaması olduğunu
zikretti:
"Onlar aslında iman etmemişlerdir. Allah da onların amellerini
boşa çıkarmıştır. Bu Allah'a çok kolaydır." Yani bunlar Allah ve Rasulü'nü
tasdik eden kimseler değildirler. Onlar lafzan imanı ortaya koysalar da,
hakikaten iman etmemişlerdir. Allah da onların müslümanlarla birlikte yapmış
oldukları amellerini iptal etmiştir. Bu iptal etme Allah'ın adaletinin ve
hikmetinin gereği olarak Allah'ın nezdinde gayet basit ve kolaydır.
Zemahşerî şöyle bir soru ortaya koydu: "Münafığın sabit bir
ameli var mıdır ki, iptale uğrasın?" Daha sonra şu cevabı verdi: "Hayır, fakat
bu ifade kalp iştirak etmese de, dille iman etmenin iman olduğunu, münafığın
işlediği amellerden dolayı mükâfat göreceğini zanneden kimseye bir ders
niteliğinde olup Cenab-ı Hak münafığın imanının iman olmadığını ve onda bulunan
her amelin batıl olduğunu beyan etmiştir.[15]
Allah Tealâ münafıkların korkaklık, cimrilik ve düşman korkusu
gibi çirkin sıfatların onların devamlı sıfatları olduğunu; geçici, arızî,
mücerret bir durum olmadığını zikretmektedir.
"Münafıklar düşman ordularının gitmediklerini zannediyorlardı."
Yani onlar korku ve endişelerinin şiddetinden dolayı Kureyş, Gatafan ve
Kureyzaoğulları'ndan meydana gelen küfür topluluklarının çekilmediklerini ve
mağlup olmadıklarını ve onların kuşatma ve savaşa döneceklerini sanıyorlardı.
Düşman ordularının çekilmelerine, yenilgiye uğramalarına ve kesinlikle
dönmeyecekleri gerçeğine rağmen münafıklar savaşta bulundukları halde savaş
meydanından uzakta dururlar. Zira onlar orada savaş-mayacaklardır.
"Eğer düşman orduları tekrar saldırıya geçecek olsa, onlar
çöllerde bedeviler arasında bulunup haberlerinizi oradan sormak isterlerdi."
Yani düşman grupları tekrar sizinle çarpışmaya dönerlerse, onlar
sizinle Medine'de ve savaşçılar arasında birlikte bulunmayı temenni ederlerdi.
Hatta çölde bedeviler arasında bulunmayı ve sizin üzüntünüzden dolayı sevinmek,
size kötülük dokunmasını beklemek, korkaklık ve azimet-lerdeki zafiyet sebebiyle
sizin haberlerinizi sormak isterlerdi.
"Şayet onlar aranızda olsalardı, ancak pek az savaşırlardı."
Yani o münafıklar savaş meydanında sizinle beraber olsalardı, kendilerini
korkaklık ve zafiyetin kuşatması sebebiyle az bir çarpışma ile ya da az bir
zaman çarpışırlardı.
Cenab-ı Hak daha sonra üstün lider Rasulullah (s.a.)'e tâbi
olmanın zaruri olduğuna, onların ve başkalarının dikkatini çekerek şöyle
buyurdu:
"Gerçekten Allah'ın Rasulü'nde sizin için; Allah'ı ve ahiret
gününü arzulayanlar ve Allah'ı çokça zikredenler için güzel bir numune
vardır."
Bu, Allah Tealâ tarafından Ahzab savaşında ve diğer zamanlarda
Hz. Peygamber (s.a.)'in sözleri, davranışları, durumları, sabrı, tahammülü,
cihadı ve Rabbinden yardım beklemesi hususunda Hz. Peygamber (s.a.)'i örnek alma
emridir.
Ayetin manası şudur: Ey müminler! Sizin için güzel bir nümûne ve
izinden gidilecek üstün örnek vardır. Haydi ona uyun, onun şemailini izleyin.
Allah'ı sevme, O'na tazim gösterme, Onun cezasından korkma, O'nun sevabını ve
mükâfatını arzu etme sebebiyle siz Allah'ın sevabını ve lütfunu istiyorsanız,
Allah'tan ve Onun hesabından korkuyorsanız, gece-gündüz Onu çok zikrederseniz;
Rasulullah (s.a.) kahramanlık, atılganlık, sabır ve tahammül hususunda üstün bir
örnektir. Zira Allah'ı zikretme, O'na itaat etmeye ve Rasulü'nü örnek almaya
sevketmektedir.
Bu, savaştan geri kalanlar için bir ihtar. Bütün insanları
rahatlık ve darlıkta, şiddet anında kahramanlarla buluşma ve yiğitlerle
karşılaşma zamanında Rasulullah (s.a.)'e uymayı irşad etmektedir. [16]
3- Müminlerin
Tutumu:
Allah Tealâ münafıkların durumunu beyan ettikten sonra
müminlerin düşmanlarla karşılaşma anındaki durumunu beyan etmek üzere şöyle
buyurdu:
"Müminler düşman ordularını görünce: "İşte Allah'ın ve
Rasulü'nün bize vaadettiği budur. Allah ve Rasulü doğru söylemiş." dediler. Bu,
ancak onların imanlarını ve teslimiyetlerini artırdı."
Allah'ın kendilerine yaptığı vaadi tasdik eden, söz ve amelinde
ihlaslı olan müminler Medine etrafında toplanan düşman gruplarını
gördüklerinde: imtihan edilme, düşmanlarla karşılaşma denemesine tâbi tutulma
ve yakın zafer şeklinde Allah ve Rasulü'nün bize vaadettiği budur." dediler.
Allah ve Rasulü zafer vaadinde sadık kaldı. Düşmanların biraraya
gelmeleri, bu sıkıntı ve darlık durumu onların Allah'a imanlarını, Rasulullah
(s.a.)'i tasdik etmelerini, Allah'ın kaza ve kaderine teslimiyetlerini, O'nun
emirlerine boyun eğmelerini, Rasulü (s.a.)'e itaat etmelerini ve kulların
sebeplere sarılmaları, savaşa hazırlanmaları ve gerçekten çarpışmalarından
sonra zaferin Allah Tealâ nezdinde olduğuna dair kesin imanlarını artırdı. Zira
cihad Allah tarafından kullarına bir yükümlülüktür. Bu yükümlülüğü yok kabul
etmek bir masiyettir. Kulların hiçbir çalışma yapmaksızın sadece Allah'ın
kudretine ve Onun yardım ve destekle imdada erişeceğine dayanmak kötü bir
anlayış, bilgisizlik ve aldatıcı şeytan temennileridir.
Bu hatalı anlayışlara karşı dikkat çekme, Kur'an'da tekrar
tekrar belirtilmiştir. Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "Sizden önce gelenlerin
durumu sizin başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi zannettiniz? Peygamber
ve onunla beraber olan müminler "Allah'ın yardımı ne zaman?" diyecek kadar
darlığa ve zorluğa uğramışlar ve sarsılmışlardı. İyi bilin ki Allah'ın yardımı
elbette yakındır." (Bakara, 2/214). Yine Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "Yemin
olsun ki biz kendilerinden öncekileri denemişken, insanlar inandık demekle,
denenmeden bırakılacaklarını mı sanıyorlar?" (Ankebût, 29/2).
İbni Abbas'tan rivayet edildiğine göre Peygamberimiz (s.a.)
ashabına: "Düşman kabileler dokuz-on gün içinde yani dokuz veya on gün sonunda
üzerinize gelecekler." buyurdu. Yine Peygamberimiz (s.a.): "Düşman kabilelerin
sizin aleyhinize toplanmaları ile durum şiddetlenecek. Hayırlı sonuç sizin
lehinize, onların aleyhine olacak."
Ayette Allah'ın ve Rasulü'nün vaadine güvenmenin vacip olduğuna
delil vardır. Allah Tealâ'nm "Bu ancak onların imanlarını ve teslimiyetlerini
artırdı." kavli iman artar ve eksilir diyen imamların ekseriyetinin ifade
ettikleri gibi imanın insanların durumlarına göre artacağına ve güçleneceğine
delildir.
Cenab-ı Hak, münafıkların savaştan kaçmayacaklarına dair Allah'a
verdikleri sözü bozdukları şeklinde durumlarını belirttikten sonra, ahid ve
misakları üzerinde devam eden, Allah'ın peygamberinden ancak ölümle
ayrılacaklarına dair Allah'a verdikleri sözde vefakârlık gösteren müminlerin
durumunu tavsif ederek şöyle buyurdu:
"Müminler içinde öyle yiğitler vardır ki Allah'a vermiş
oldukları ahde sadakat göstermişlerdir. Onlardan kimi bu uğurda canlarını feda
etmiş, kimi de (bu şerefi) beklemektedirler. Onlar (Allah'a) verdikleri sözü
asla değiştirmediler." Yani münafıkların karşısında ihlaslı ve sadık
müminlerden bir grup vardır. Onlar Allah'a verdikleri söze sadık kaldılar.
Sıkıntı ve darlık durumunda sabredecekleri şeklinde verdikleri sözde vefakârlık
gösterdiler. Onlardan kimi eceli sona eren, Bedir ve Uhud günündeki gibi şehid
olan kimselerdir. Kimi de ahde vefakârlık gösterek şehitliği ve Allah'ın
kaderini beklemektedirler. Biz savaştan kaçmayacağız, deyip de bu sözlerini
değiştiren, savaştan kaçan münafıklardan farklı olarak müminler ahidlerini
bozmadılar, değiştirmediler. "Adağını yerine getirdi." ifadesinin manası
çarpıştı ve adak olan canını feda etti, demektir. "Nahb", adak demektir.
Buhari, Enes b. Malik (r.a.)'den naklediyor: "Biz, "Müminler
içinde öyle yiğitler vardır ki..." ayetinin Enes b. Nadr hakkında nazil olduğu
görüşünde idik."
İmam Ahmed, Müslim, Tirmizî ve Neseî, Enes b. Malik'ten rivayet
ediyor: Amcam Enes b. Nadr Bedir'de bulunamadı. Bu durum ona ağır geldi. Şöyle
dedi:
- "Rasulullah (s.a.)'in
katıldığı ilk gazvede bulunamadım. Allah bana bundan sonra Rasulullah (s.a.) ile
beraber bir gazvede bulunmayı gösterirse, Allah, ne yapacağımı mutlaka
görecektir."
Enes b. Malik anlatmaya devam etti: Başka bir şey söylemeyi
büyüklük saydı. Sonra da Uhud günü Rasulullah (s.a.) ile birlikte savaşa
katıldı. Sa'd b. Muaz'la karşılaştı. Amcam Enes b. Nadr, Sa'd'e:
- Ya Eba Amr nereye? Ah cennetin kokusu! Ben onu Uhud'un hemen
ardından duyuyorum, demiş, sonra da şehid oluncaya kadar çarpışmıştı. Savaş
sonunda vücudunda seksen küsur kılıç, mızrak ve ok yarası bulunmuştu. Bunun
üzerine şu ayet nazil oldu: "Müminler içinde öyle yiğitler vardır ki Allah'a
vermiş oldukları ahde sadakat göstermişlerdir."
Keşşaf tefsirinde zikredildiğine göre sahabeden bazı kimseler
Rasulullah (s.a.) ile birlikte bir savaşta bulunurlarsa, sebat edip şehid
oluncaya kadar çarpışma adağında bulundular. Bunlar Osman b. Affan, Talha b.
Ubeydillah, Said b. Zeyd b. Amr b. Nüfeyl, Mus'ab b. Umeyr ve başkaları idi.
Allah Tealâ daha sonra müminlerin ve başkalarının belâya
uğramalarının ve savaşta acı çekmelerinin sebebini zikrederek şöyle
buyurdu:
"Allah'ın sözünde duranları, sadakatlarıyla mükâfatlandırması,
münafıklara ise, dilerse azap vermesi veya tevbelerini kabul etmesi için (böyle
oldu)."
Yani Allah kirli olanı temizden ayırması için kullarını korku ve
düşmanla karşılaşmakla imtihan eder ve bu iki grubu açıkça ortaya çıkarır.
Allah'a verdikleri ahidlerinde sabretmek, bu ahidlerini yerine getirmek ve
bunları korumak suretiyle imanlarında sadık olanları mükâfatlandırır.
Onlar vaadlerinde sadık olduğu gibi Allah da dünya ve ahirette
onlara verdiği vaadinde sadıktır. Ayrıca Hakk'ı yalanlayan, ahdi bozan, Allah'ın
emirlerinden yüzçeviren; böylece Allah'ın cezasına ve azabına müstahak olan
münafıklara azab edecektir.
Herşey dünyada Allah'ın iradesi altındadır. O dilerse onlar aynı
durumda kalır, nihayet Allah'a kavuşurlar. Allah da onlara azab eder. O dilerse
onları nifaktan vazgeçip imana, fısk ve isyandan sonra salih amele irşad etmek
suretiyle onların tevbelerini kabul eder. Yani iman ve tevbe yolunu bulabilmek
Allah'ın muradı ve iradesiyledir.
Allah'ın mahlûkatına şefkat ve rahmeti gazabına galip geldiğine
göre Cenab-ı Hak şöyle buyaracaktır:
"Şüphesiz ki Allah çok mağfiret edicidir ve çok merhametlidir."
Zira onların günahlarını örtmüş, onlara rahmetiyle muamele etmiş, onları imanla
nzıklandırmış ve tevbeye muvaffak kılmıştır. Tevbeden sonra geçen şeylerden
dolayı onları cezalandırmamıştır. Bu ifade vakit geçirmeden iman ve tevbeye
özendirme ifadesidir.
Bu ayetin benzerleri çoktur. Bunlardan iki ayet şunlardır:
"Yemin olsun ki sizi, içinizden cihada çıkanları ve sabredenleri meydana
çıkarana ve haberlerinizi açıklayana kadar deneyeceğiz." (Muhammed, 47/31);
"Allah (siz) müminleri, içinde bulunduğunuz durumda bırakacak değildir. Nihayet
kirli olanı temizden ayırcaktır." (Al-i Imran, 3/179). [17]
4- Savaşın
Sonu:
"Allah kâfirleri öfkeleriyle geri çevirdi. Onlar hiçbir şey elde
edemediler. Savaşta müminlere Allah'ın yardımı yetti. Allah çok güçlüdür,
herşeye galiptir."
Allah Tealâ bu düşman gruplarını Medine'den uzaklaştırdı. Onları
öfkeleriyle perişan ve eli boş olarak geri çevirdi. Onlar hiçbir gönüle şifa
veremediler. Hiçbir şey gerçekleştiremediler. Cenab-ı Hakk'ın gönderdiği soğuk
rüzgâr ve ilâhî ordular sebebiyle ganimet, esir ya da kesin zafer gibi hiçbir
hayır elde edemediler. Onların toplulukları dağıldı, grupları parçalandı.
Kendileri için ne dünyada zafer ve ganimet, ne de ahirette hiçbir hayır
gerçekleştiremediler. Sadece Rasulullah (s.a.)'e düşmanlıklarını ilân etmek, ona
karşı çıkmak ve onu öldürmeye, onun cemaatini ve ordusunu kökünden kazımaya
yönelme günahını aldılar. Kim birşeye yönelir ve bu amacını gerçekten uygulamaya
başlarsa, bu hakikatte o şeyi yapan kimse gibidir.
Allah savaşta müminlere yetti. Yani onları savaşma ve karşılaşıp
düşmanları ülkelerinden kovmaya bırakmadı. Bilakis onların serlerine, yalnız
Allah karşı koydu. Kuluna yardım etti. Ordusuna izzet verdi. Bizzat kendisi
düşman gruplarını mağlup etti. Bunun için -Buhari ve Müslim'in rivayetine göre-
Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurdu: "Allah'tan başka ilâh yoktur. O vaadinde
durdu. Kuluna yardım etti. Ordusunu aziz kıldı. Düşmanları mağlup etti. Ondan
sonra hiçbir şey yoktur." Yine Buhari ve Müslim'in Sa/ıi/ı'lerinde Abdullah b.
Ebî Evfa'dan naklediliyor ki: Rasulullah (s.a.) düşman kabilelere beddua ederek
şöyle buyurdu:
"Ey kitabı indiren, hesap görmesi süratli olan, Allahım! Bu
kabileleri yenilgiye uğrat. Allahım! Onları yenilgiye uğrat ve onları sarsıntıya
uğrat."
Muhammed b. İshak diyor ki: Hendek başında toplananlar oradan
ayrılınca -bize ulaşan haberlere göre- Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu:
"Bu yıldan sonra Kureyş sizinle savaşmaya kalkışmayacak. Siz
onlarla savaşmaya teşebbüs edeceksiniz." Gerçekten Kureyş bundan sonra savaşa
kalkışmadı. Rasulullah (s.a.) onlara savaş açtı. Nihayet Allah Mekke'nin fethini
ihsan etti.
Allah çok güçlü ve hükmünde son derece üstündür. Yani onlarla
çarpışmaya muhtaç değildir. Kâfirleri kökten yoketmeye ve onları zelil etmeye,
gücü ve kuvvetiyle onları hiçbir fayda elde etmeden eli boş olarak geri
çevirmeye, İslâm'ı ve müslümanları izzetli kılmaya kadirdir. [18]
5-
Kureyzaoğulları Kuşatması:
"Allah kitap ehlinden kâfirlere yardım edenleri (sığındıkları)
kalelerinden indirmişti."
Allah Ehl-i Kitap'tan olan ve düşman gruplarına yardım eden Benî
Kureyza Yahudilerini kalelerinden indirdi. Zira onlar Nadîroğulları'ndan Huyeyy
b. Ahtab'ın gayretiyle kendileriyle Rasulullah (s.a.) arasındaki ahitlerini
bozmuşlardı. Zira Huyeyy, Kureyzaoğulları reisi Ka'b b. Esed'den ayrılmamış,
nihayet Ka'b ahdi bozmuştu. Huyeyy, Ka'b'a:
- Yazık, ben sana zamanın en şereflilerini getirdim. Kureyş ve
civar kabileleri, Gatafan ve ona tâbi olan kabileleri getirdim. Onlar şurada
Muhammed ve ashabını tamamen yokedinceye kadar yerleşecekler, dedi. Ka'b
ise:
- Hayır, Allah'a yemin olsun ki sen zamanın zilletini getirdin.
Yazık sana ya Huyeyy! Sen uğursuzsun. Bizden uzak dur, dedi.
Huyeyy onu kandırmaya devam etti. Nihayet Ka'b onun sözünü kabul
etti. Huyeyy, Ka'b'a toplanan kabileler giderse ve onların gayretleri boşa
çıkarsa, Ka'b'ın da kendileriyle beraber kaleye girmesi ve böylece kendilerine
örnek olmasını şart koştu.
Allah Tealâ Rasulü'nü ve müslümanları teyid ettiği, düşmanlarını
bozguna uğratıp onları en büyük zararla eli boş geri çevirdiği ve
müslüman-ların da Medine'ye döndükleri sırada Cebrail aleyhisselâmı gönderdi ve
Rasulü (s.a.)'e şunu vahyetti:
- Allah sana Kureyzaoğulları üzerine gitmeni emrediyor.
Bunun üzerine Rasulullah (s.a.) derhal kalktı ve halka
Kureyzaoğul-ları'nın üstüne yürümelerini emretti. Kureyzaoğulları Medine'ye
birkaç mil mesafede idiler. Bu emir öğleden sonra verilmişti.
Buhari ve Müslim'in rivayetine göre Peygamberimiz (s.a.):
"Sizden hiçbiriniz ikindi namazını Kureyzaoğulları'ndan başka bir yerde
kılmasın. " dedi. Halk yürüdü. İkindi vakti onlara yolda erişti. Bazıları yolda
namazı kıldılar. Bunlar:
- Rasulullah (s.a.)
bizden sadece acele olarak yola çıkmamızı istedi, dediler. Diğerleri de:
- Biz ikindi namazını
Kureyzaoğulları diyarında kılacağız, dediler. Peygamberimiz (s.a.) bu iki
gruptan hiçbirine sert davranmadı.
Rasulullah (s.a.) müslümanların peşinden gitti. Medine'ye vekil
olarak İbni Ümmi Mektum'u bıraktı. Sancağı Hz. Ali'ye verdi. Peygamberimiz
(s.a.) daha sonra onları kaleden inmeye davet etti. Onları 25 gece kuşatma
altında tuttu. Bu durum uzayınca kendileri hakkında Evs kabilesi reisi Sa'd b.
Muaz'ın hüküm vermesi şartıyla kaleden indiler. Zira Evs kabilesi cahiliyyede
Kureyzaoğulları'mn müttefiki idi.
Sa'd gelince Peygamberimiz (s.a.):
- Büyüğünüze ayağa
kalkın, buyurdu. Müslümanlar Sa'd'ın Kureyzaoğulları hakkındaki hükmünün
geçerli olması için onun hüküm mevkiinde, ona hürmeten ve değer vererek ayağa
kalktılar.
Peygamberimiz (s.a.) işaret ederek:
- Şunlar senin hükmüne razı oldular. Onlar hakkında dilediğin
şekilde hüküm ver, buyurdu.
Sa'd (r.a.):
- Benim hükmüm onlar
üzerinde geçerli olacak mı? dedi. Peygamberimiz (s.a.):
- Evet, dedi. Sa'd (r.a.):
- Peki, bu çadırda olanlar üzerinde de geçerli olacak mı? dedi.
Peygamberimiz (s.a.):
- Evet, dedi. Sa'd
(r.a.) Rasulullah (s.a.)'in de içinde bulunduğu tarafı işaret ederek:
- Burada olanlar
üzerinde de geçerli olacak mı? dedi. Bu sırada Rasulullah (s.a.)'e hürmet etmek,
değer vermek ve büyüklüğünü ifade etmek için Rasulullah (s.a.)'den yüzünü
çevirmişti. Peygamberimiz (s.a.):
- Evet, buyurdu. Sa'd (r.a.):
- Ben Yahudilerin
savaşçılarının öldürülmesi, çoluk-çocuklarına ve mallarına el konulması hükmünü
veriyorum, dedi. Rasulullah (s.a.):
- Yedi kat semanın
üzerinden Allah Tealâ'nm verdiği hükümle hükmettin. Ya da onlar hakkında Allah
Tealâ'nm hükmü ve Rasulu nün hükmü ile hüküm verdin, buyurdu.
Rasulullah (s.a.) daha sonra çukurlar kazılmasını emretti. Yerde
çukurlar kazıldı. Yahudiler elleri omuzlarına bağlı getirildiler. Boğazları
vuruldu. Sayıları 700 ila 800 arasında idi. Bunların hanımları, malları ve
çocukları esir alındı.
"Allah onların kalplerine korku salmıştı. Siz onların bir
kısmını öldürüyor, bir kısmını ise esir alıyordunuz." Yani Hz. Peygamberle
savaşmak hususunda müşrikleri kışkırtmaları, müslümanları korkutmaları ve
öldürme maksadı taşımaları sebebiyle Allah onların gönüllerine şiddetli korku
verdi. Durum onların beklediklerinin aksi oldu. Kendilerini, ölüme, çocuklarını
ve kadınların esirliğe teslim ettiler. Siz onlardan bir kısmını yani savaşan
erkekleri öldürüyordunuz. Diğer bir kısmını yani kadınlarını ve çocuklarını esir
alıyordunuz.
"Allah onların yerlerini, yurtlarını, mallarını ve henüz ayak
basmadığınız bir toprağı size miras olarak verdi. Allah her şeye kadirdir."
Yani Allah size onların ekili arazilerini, mamur evlerini,
biriktirilen mallarını ve ayrıca henüz ayaklarınızın basmadığı, gelecekte
Kureyzaoğul-ları'ndan sonra fethedeceğiniz Hayber, Mekke, Fars ve Rum diyarı
gibi başka toprakları size miras olarak verdi.
Allah herşeyde mutlak kudret sahibidir. O Kureyzaoğulları'nın
topraklarına sizi varis kıldığı ve onlara karşı sizi muzaffer kıldığı gibi
başka yerlere de sizi varis kılmaya ve başka kavimlere karşı sizi muzaffer
kılmaya kadirdir.[19]
Hz. Peygamber
(S.A.)'in Hanımlarının Dünya Ve Ahiret Arasında Muhayyer Kılınmaları, Onların
Sevaplarının Ve Cezalarının Miktarı:
28- Ey Peygamber! Hanımlarına şöyle de: Eğer siz dünya hayatını
ve süsünü istiyorsanız, gelin size boşanma bedellerinizi vereyim ve hepinizi
güzellikle salıvereyim.
29- Eğer Allah'ı, peygamberini ve ahiret yurdunu işitiyorsanız,
iyi bilin ki Allah içinizden iyilikte bulunanlar için büyük bir mükâfat
hazırlamıştır.
30- Ey Peygamber'in hanımları! Sizden kim apaçık bir
hayasızlıkta bulunursa, azabı iki kat artırılır. Bu, Allah'a çok kolaydır.
Açıklaması:
"Ey Peygamber! Hanımlarına şöyle de: Eğer siz dünya hayatını ve'
süsünü istiyorsanız, gelin, boşanma bedellerinizi verip hepinizi güzellikle
salıvereyim."
Allah Tealâ, Rasulü'ne hanımlarından dünya mülkü ile ahiret
nimetleri arasında tercihte bulunmalarını istemesini emretti.
Ayetin manası şudur: Ey Rasulüm! Hanımlarına de ki: Kendi
nefisleriniz için şu iki durumdan birini tercih edin:
Şayet sizin en büyük dileğiniz dünya hayatının lezzetlerine,
ziynetine, malına ve nimetlerine dalmak ise ayrılığı tercih edin. O takdirde
size layık olduğunuz boşanma bedellerini vereyim. Bu boşanma bedeli, boşanan
hanımın hatırını hoş tutmak için hediye edilen maldır. O zaman hiçbir zarar ve
bid'at bulunmayan boşama ile boşayayım.
- Yahut benim nezdimdeki darlık durumuna sabredin. Gelecek
ayette zikredilen husus budur.
Boşanma bedeli: Kocanın zenginlik-fakirlik durumuna göre
-boşadığı hanımına vereceği- elbise, hediye veya maldır. Nitekim Cenab-ı Hak bir
ayette şöyle buyuruyor: "Onlara boşanma bedellerini verin. Zengin, durumuna
göre vermelidir. Eli darda olan da durumuna göre vermelidir. Bu örfe uygun bir
ikramdır. İyilikseverlerin üzerine borçtur." (Bakara, 2/236).
Hiçbir zararın ve bid'atin bulunmadığı boşanmaya gelince, bu
çeşit boşama, iddetin başlamasıyla birlikte hayız halinde olmayıp temizlik
halinde verilen boşamadır. Bunun dedili: "Kadınları boşadığınız zaman id-detini
gözeterek boşayın." (Talak, 65/1).
"Eğer siz Allah'ı peygamberini ve ahiret yurdunu istiyorsanız,
iyi bilin ki Allah içinizden iyilikte bulunanlar için büyük bir mükâfat
hazırlamıştır."
Yani siz şayet Allah'ın rızasını, Rasulü'nü ve ahiret sevabını
-yani cenneti- arzu ederseniz; şüphesiz ki Allah içinizden iyiliksever olan
hanımlar için, yanında dünya zinetini küçümseyeceğiniz kadar büyük bir sevap
hazırlamıştır. Bu ifade Allah'ı, Rasulü'nü ve ahiret yurdunu isteyen kimsenin
salih ve iyiliksever olduğuna delildir. "Allah'ı, peygamberini ve ahiret yurdunu
istiyorsanız." ifadesinde iman manası vardır.
Rasulullah (s.a.) hanımlarını dünya ve ahiret arasında muhayyer
bırakınca, hepsi ahireti tercih ettiler. Rasulullah (s.a.) bundan memnun
oldular. Allah da güzel tercihlerinden dolayı onları takdir etti, onlara değer
verdi ve şöyle buyurdu: "Bundan sonra artık başka kadınlarla evlenmen, elinin
altında bulunan cariyeler hariç güzellikleri hoşuna gitse bile, bunların yerine
başka hanımlar alman, sana helâl değildir." (Ahzab, 33/52); "Sizin Allah'ın
Rasulü'nü üzmeniz ve kendisinden sonra onun hanımlarını nikahlamanız, asla caiz
olmaz." (Ahzab, 33/53).
Peygamberimiz (s.a.)'in hanımları onikidir. Bunlar müminlerin
anneleridir. Peygamberimiz (s.a.) Hz. Âişe'den başka bakire bir kızla
evlenmedi. Onun diğer hanımlarıyla evliliği kalpleri İslâm'a ısındırmak, İslâm
davetini yaymak, devleti kurmak ve birliği temin etmek için yapılmıştı.
Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımları şunlardı:
1- Hadice bt.
Huveylid: Efendimiz'in ilk hanımıdır. Peygamberimiz (s.a.) onunla Mekke'de
evlendi. Hz. Hadice Peygamberimiz (s.a.) ile birlikte; peygamberlik öncesi 15
yıl, peygamberlik sonrası yedi yıl yaşadı. Peygamberimiz 54 yaşında iken Hz.
Hadice vefat edinceye kadar başkasıyla evlenmedi. Hz. Hadice kadınlardan ilk
iman eden kişidir. Peygamberimiz (s.a.)'in İbrahim dışındaki bütün çocukları Hz.
Hadice'dendir.
2- Şevde bt. Zem'a bt. Abdişems
el-Âmiriyye: Peygamberimiz (s.a.) Şevde ile Mekke'de zifafa girdi. Şevde,
Medine'de vefat etti.
3- Âişe bt. Ebîbekir es-Sıddîk: Sıddîk
kızı Sıddîka olup Peygamberimiz (s.a.)'den çok hadis rivayet eden âlime ve
fakîhe bir hanım idi. Peygamberimiz (s.a.) kendisiyle Medine'de henüz dokuz
yaşında iken evlendi. Hz. Âişe Efendimizle birlikte dokuz yıl kaldı. Hz. Âişe
(r.a.) onsekiz yaşında iken Rasulullah (s.a.) vefat etti. Rasulullah (s.a.)
ondan başka bakire ile evlenmedi.
4- Hafsa bt. Ömer b. Hattab el-Kuraşiyye
el-Adeviyye: Peygamberimiz (s.a.) kendisiyle evlendi, daha sonra onu boşadı.
Bunun üzerine Cebrail: "Allah sana Hafsa'ya dönmeni emrediyor. Zira o çok oruç
tutan ve çok namaz kılan bir hanımdır." dedi. Efendimiz de tekrar ona döndü.
5- Ümmü
Seleme: Sahih olan görüşe göre Rasulullah (s.a.) onu oğlu Seleme'den
isteyerek nikahladı. İsmi Hind bt. Ebî Ümeyye el-Mahzumiy-ye'dir.
6- Ümmü Habibe Remle bt. Ebî Süfyan:
Rasulullah (s.a.) onunla, kocası vefat edince, hicretin yedinci yılında evlendi.
Hicretin sekizinci yılında onunla zifafa girdi. Onunla evliliğinde Peygamberimiz
(s.a.)'in vekili Anır b. Ümeyye ed-Damrî idi. Necaşi, Rasulullah (s.a.) namına
Ümmü Habibe'ye 400 dinar irihir verdi.
7- Zeyneb bt. Cahş: Rasulullah (s.a.)
evlâd edinmeyi ve etkilerini ortadan kaldırmak için, kocası Zeyd b. Harise'den
boşandıktan sonra Allah'ın emriyle onunla evlendi. İsmi Berre idi, Rasulullah
(s.a.) ona Zeyneb ismini verdi.
8- Zeyneb bt. Huzeyme b. Haris:
Peygamberimiz (s.a.) onunla evlendikten sekiz ay sonra, Zeyneb vefat etti.
Zeyneb cahiliye devrinde yoksullara yemek yedirdiği için "Ümmü'l-Mesakîn"
(Yoksulların Annesi) diye adlandırılırdı.
9- Safiyye bt. Huyeyy b. Ahtab
el-Harûniyye: Peygamberimiz (s.a.) azad ettikten sonra onunla evlendi.
Safiyye, Hayber esirlerindendi. Rasulullah (s.a.) onu yedi baş karşılığında
Dıhyetü'l-Kelbî'den satın almıştı.
10- Rayhane bt. Zeyd: Rasulullah (s.a.)
onunla hicretin 6. yılında evlendi. Rayhane veda haccı ardından vefat etti.
Kocası savaşta öldürülmüş, Peygamberimiz (s.a.) ona ve evlâdına ikramda bulunmak
için onunla evlenmişti.
11- Cüveyriye bt. Haris
b. Ebî Dırar el-Mustalikıyye el-Huzaıyye: Mus-talıkoğulları esirlerindendir.
Peygamberimiz (s.a.) onunla hicretin altıncı yılı Şaban ayında evlendi. İsmi
Berre idi, Peygamberimiz (s.a.) kendisine Cüveyriye adını verdi.
12- Meymune bt.
Haris el-Hüâliyye: Peygamberimiz (s.a.)'in en son evlendiği hanımıdır.
Bunlar Peygamberimiz (s.a.)'in kendileriyle zifafa girdiği
meşhur hanımlarıdır.
Peygamberimiz (s.a.)'in evlenip de kendileriyle zifafa girmediği
hanımları da vardır.
- İsmi Fatıma ya da Amre olan Kilâbiyye diye bilinen hanım.
Peygamberimiz (s.a.)'den istiâze eden hanım budur.
- Esma bt. Nu'man b. Cevn
- Kuteyle bt. Kays (Eş'As b. Kays'm kızkardeşidir.)
Bunların sayılan on tanedir, Peygamberimiz (s.a.)'in iki
cariyesi vardı: Bunlar Mariye el-Kıbtıyye ve Reyhane'dir. Peygamberimiz
(s.a.)'in nişanlayıp da henüz nikahlamadığı ve kendi nefsini Peygamberimiz
(s.a.)'e hibe eden kadınlar dokuz tanedir. Bunlardan biri Ümmü Hani bt. Ebî
Talib'tir.
Cenab-ı Hak Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımlarını muhayyer kılıp
da onlar da Allah'ı, Rasulü'nü ve ahiret yurdunu tercih ettiklerinde Allah
onlara öğütte bulundu ve onları masiyete karşı kat kat azapla tehdit ederek
şöyle buyurdu:
"Ey Peygamber'in hanımları! Sizden kim apaçık bir hayasızlıkta
bulunursa, azabı iki kat artırılır. Bu Allah'a çok kolaydır."
Ey Peygamber'in hanımları! Ey müminlerin anneleri! İçinizden kim
geçimsizlik, kocaya isyan ve kötü ahlak gibi çirkinliği açık büyük bir masiyet
işlerse mertebelerinizin şerefli, derecelerinizin faziletli oluşu ve diğer
kadınların önüne geçmeniz sebebiyle ceza iki kat olmaktadır. Zira siz
Peygamberin aile halkısınız.
Azabın onlara kat kat verilmesi bir kimsenin hatırı için diğer
kimseye farklı muamele yapmayan Allah'a çok basit ve çok kolaydır.
Ebu Hayyan diyor ki: Rasulullah (s.a.)'in ismeti sebebiyle,
"fahişe: hayasızlık" denilince zina anlaşılmaz. Ayrıca Allah Tealâ hayasızlığı
açıkça vasfıyla nitelendirmiştir. Zina ise gizli ve örtülü hayasızlıktır.
Buradaki hayasızlık kocaya isyan ve kötü geçim manasına alınmalıdır. Bu
hanımların yeri emir ve nehiy şeklindeki vahyin indiği yer olunca bu sebeple ve
Rasulullah (s.a.)'in nikâhı altında olmaları sebebiyle başkaları için gerekli
olan şeylerden daha fazlası bu hanımlar için gerekli olmaktadır. Dolayısıyla
onlara verilecek ecir ve azab kat kat olmaktadır. [20]
Hz. Peygamberin
Ehl-i Beytinin Özellikleri:
31- Sizden kim de
Allah'a ve Rasulüne itaat etmeye
devam eder ve salih amel işlerse, ona da mükâfatını iki kat veririz. Ayrıca biz
böyle kimseler için değerli bir rızık hazırladık.
32- Ey Peygamber'in hanımları! Sizler kadınlardan herhangi biri
gibi değilsiniz. Eğer gerçekten Allah'tan korkuyorsanız (yabancı erkeklerle
konuşurken) çekici bir eda ile konuşmayın. Yoksa kalbinde hastalık bulunan
kimse arzu duyar. Siz ciddi söz söyleyin.
33- Evlerinizde oturun. Önceki cahiliye devri kadınlarının
açılıp saçılması gibi açılıp saçılmayın. Namaz kılın, zekât verin. Allah'a ve
Peygamber'ine itaat edin. Ey Peygamber ailesi! Şüphesiz Allah sizi günah ve
kötülüklerden arındırıp tertemiz kılmak ister.
34- Evlerinizde okunan Allah'ın ayetlerini ve hikmeti
hatırlayın. Şüphesiz Allah Latiftir (herşeyin inceliğini bilir), Habîr'dir
(herşeyden haberdardır).
Açıklaması:
1- Kat kat sevap
verilmesi: "Sizden kim Allah'a ve Rasulüne itaat etmeye devam eder ve salih
amel işlerse ona mükâfatını iki kat veririz. Ayrıca biz böyle kimseler için
değerli bir rızık hazırladık."
Yani içinizden kim Allah ve Rasulüne itaat eder, bütün azaları
Allah için ürperir, Rabbinin emrine icabet eder, salih amel işlerse;
Peygamber'in Ehl-i Beyt'inden ve hane halkından olması sebebiyle ecir ve sevabı
iki defa
veririz. Buna ilâve olarak böyle kimseler için ayıplar,
noksanlıklar bulunan dünya rızıklarının aksine ahirette ve cennette hiçbir aybı
ve kusuru olmayan, hiçbir kimsenin minneti olmayan ve kendi kendine gelen
değerli bir rızık vardır. Bundan dolayı dünyada "kerîm: çok ikram sever" vasfı
ile hakiki ve mükemmel bir vasıf olarak sadece Rezzak olan Cenab-ı Hak tavsif
olunabilir. Ahirette de rızkın bizzat kendisi "kerîm: değerli" vasfıyla tavsif
olunmaktadır.
Dikkat edilirse Cenab-ı Hak ecir verilmesi durumunda bu ecri
verenin (Allah'ın) açıkça ifade edilmesi için "nü'tihî: veririz" ifadesi
kullanılmıştır. Bir önceki ayette azap verilmesi durumunda mükemmel rahmete ve
kereme işaret olması için azap veren, açıkça ifade edilmemiş "yüdâaf' kelimesi
kullanılmıştır. Çünkü kerîm: iyikliksever kimse fayda verme durumunda kendisini
ve fiilini ortaya koyar. Sıkıntı ve zarar verme durumunda kendisini
zikretmez.[21]
2- Peygamberimiz
(s.a.)'in hanımlarının diğer bütün hanımlardan farklı oluşu: "Ey Peygamberin
hanımları! Sizler kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz."
Ey Peygamber'in eşleri! Sizin bütün müminlerin anneleri olmanız,
peygamberlerden en hayırlısının eşleri olmanız, sizin evinizde ve sizin
hakkınızda Kur'an'm inmesi sebebiyle fazilet, mertebe, şeref ve itibar
konusunda kadınlar topluluğu içinde sizin hiçbir benzeriniz yoktur. Bu ifade
aynen Arapların, falan, insanlardan (sıradan) biri gibi değildir, sözüne
benzemektedir. Bunun manası bu kimsede başkasında bulunmayan daha hususî bir
vasıf, meziyet ve fazilet vardır, demektir. Hz. Peygamber'in hanımları da
böyledir. Onların şerefi Buhari-Müslim hadisinde: "Ben onlardan biri gibi
değilim." diyen Hz. Peygamber (s.a.)'in yüce mertebesinden
kaynaklanmaktadır.
3- Yumuşak söz
söylemelerinin yasaklanması: "Eğer takva sahibi olmak istiyorsanız, çekici bir
eda ile konuşmayın. Yoksa kalbinde hastalık bulunan kimse arzu duyar. Siz ciddi
söz söyleyin."
Yani siz takvayı isterseniz, yahut Allah'ın hükmüne ve Rasulünün
(s.a.) rızasına aykırı davranmaktan sakınan kimseler iseniz[22]
erkeklerle konuşurken yumuşak ve ince konuşmayın. Sözleriniz ciddi, ihtiyatlı ve
güçlü olsun. Böylece kalbinde kuşkuya, fasıklığa ve hayasızlığa meyil olan kimse
ihaneti arzu etmemiş olur. Siz sesinde eğme bükülme olmayan, kuşkudan uzak
kocalarınıza hitap ettiğinizden farklı olarak normal, alışılagelen ciddi söz
söyleyin.
Bu yasaklama Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımları için böyle bir
durumun ihtimal dahilinde olduğu manasına gelmez. Bundan murad onların en yüce
faziletlere ve bu faziletli amelleri uygulamaya teşvik etmektir.
Cenab-ı Hak, Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımlarını hayasızlıktan,
yani çirkin fiillerden menedince bunun ilk adımı olan, kalbinde hayasızlık,
fa-sıklık ve münafıklığa meyil olan kimsenin kötü anlayışına sebep olacak
şekilde kuşkulu ve karşı tarafa arzu verici tarzda yabancı erkeklerle
konuşmaktan da menetti.
Ümmetin hanımları Allah Tealâ'nın emrettiği bu edeplerde Hz.
Peygamber (s.a.)'in hanımlarına tabidirler. Kısaca; kadın yabancı erkeklerle
kocasıyla konuşur gibi konuşmayacaktır.
"Eğer gerçekten Allah'tan korkuyorsanız" ifadesi,
a) Ya "Siz gerçekten
Allah'tan korkuyorsanız, kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz" manasında bu
cümleden önceki cümleye bağlıdır. Zira Allah katında en üstün olanlar Allah'tan
en çok korkanlardır.
b) Yahut "Gerçekten
Allah'tan korkuyorsanız (yabancı erkeklerle konuşurken) çekici bir eda ile
konuşmayın" manasında kendisinden sonraki cümleye bağlıdır.
c) "İn ittekaytünne"
kelimesinin "yabancı erkeklerden biriyle karşılaştığınız zaman" manasında
olması da doğrudur. Zira "itteka" kelimesinin karşılaştı manasında kullanılması
Arap dilinde bilinen bir kullanış tarzıdır.
Ebu Hayyan şöyle diyor: Bu mana Hz. Peygamber (s.a.)'in
hanımlarını medhetme hususunda daha beliğdir. Zira bu durumda onların ne
faziletli oluşları, ne de yabancı erkeklerle çekici eda ile konuşmalarının
yasaklanması takvaya bağlanmamaktadır. Çünkü onlar kendi nefislerinde
gerçekten Allah'tan korkan (müttekî) hanımlardır. Yapılan nehyin takvaya
bağlanması zahiri itibariyle kendilerinin takva ile muttasıf olmamalarını
gerektirmektedir.[23]
"Maraz: hastalık" kelimesiyle anlatılmak istenen husus
hayasızlık arzusu veya meyli demektir. Bu da fasıklık ve kötü sözdür. En doğru
olan mana da budur. Bu ayette münafıklığın yeri ve ilgisi yoktur.
4- Evlerde oturmanın
emredilmesi ve açık-saçıklığın yasaklanması: "Evlerinizde oturun. Önceki
cahiliye devri kadınlarının açılıp-saçılması gibi açılıp-saçılmayın."
Yani evlerinizden ayrılmayın. İhtiyaç olmaksızın dışarı
çıkmayın. Tir-mizî ve Bezzar'ın Abdullah b. Mes'ud'dan rivayet ettikleri bir
hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmaktadır: "Kadın avrettir.
Evinden dışarı çıktığı zaman şeytan onu izler. Rabbinin rahmetine en yakın
olduğu yer evinin dip köşesidir."
Yine Ebu Davud'un naklettiği bir hadis-i şerifte Peygamberimiz
(s.a.)
şöyle buyurmuştur: "Kadının gizli bir yerde kıldığı namazı, özel
odasında kıldığı namazından daha efdaldir. Özel odasında kıldığı namazı, evinde
açıktan kıldığı namazından daha efdaldir."
Kadınların mescidlere çıkması genç kızlar için caiz olmasa da
yaşlı kadınlar için caizdir. Bunun delili İmam Ahmed ve Müslim'in İbni Ömer'den
rivayet ettiği Peygamberimiz (s.a.)'in: "Allah'ın kadın kullarını Allah'ın
mescidlerinden alıkoymayın. Kadınlar -mescide giderken- tanınmayacak şekilde
çıksınlar."
İslâm'dan önceki eski cahiliye dönemindeki kadınların açılıp
saçılması gibi açılıp saçılmayın. Cahiliye: İslâm'dan önceki kâfirlerin yoludur.
Teber-rüc: Kadının başındaki başörtüsünü bağlamadan atması, boynunu, küpelerini
ve gerdanlıklarını ortaya koymak suretiyle göğüs ve gerdan gibi vücudunun güzel
yerlerini ve ziynetlerini yabancı erkeklerin bakışına sunmasıdır.
5- Allah ve Rasulüne
taatın devam etmesi: "Namaz kılın, zekât verin. Allah'a ve Peygamber'ine itaat
edin."
Cenab-ı Hak, Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımlarına ciddi söz
(hayırlı, alışılagelen güzel iyi söz) söylemelerini emrettikten sonra evlerinde
oturmaları gibi kadınlara uygun davranışları beyan etti. Cenab-ı Hak daha sonra
şerli davranışları yasakladı. Onlara namazı dosdoğru kılmalarını (namazı huşu
içerisinde, rükün ve şartlarını tam anlamıyla yerine getirmek suretiyle şer'an
istenen şekilde eda etmelerini), zekât vermelerini (şer'an farz olan miktarda
-zenginlerden fakirlere- yapılan iyilik şeklindeki bu emri yerine
getirmelerini), emrettiği ve nehyettiği her konuda Allah'a ve Rasulüne itaat
etmelerini emretti.
Allah Tealâ namaz ve zekâtın önemi, değeri ve büyük sonuçları
sebebiyle bu iki ibadeti özellikle zikretti. Birincisi, gönül temizliği ve
dinin direğidir. İkincisi, mal temizliği ve fakirliğe karşı koyma yoludur. Bu
iki ibadet bedeni ve malî taatin temel iki direğidir.
"Allah'a ve Rasulüne itaat edin." ifadesi umumi olanın hususî
olana atfı babındandır. Zira mükellefiyet sadece namaz ve zekâta ait değildir.
Mükellefiyet Allah Tealâ'nın emrettiği ve nehyettiği her şeyi içine almaktadır.
Allah'ın emriyle Rasulünün emri birdir.
6- Yüksek itibarın
gerçekleşmesi: "Ey Peygamber ailesi! Şüphesiz Allah, sizi günah ve
kötülüklerden arındırıp tertemiz kılmak ister."
Yani bu emir, nehiy ve öğütlerin sebebi sadece sizden günahı
gidermek, sizi masiyet ve günahların kirinden arındırmak için kalplerinizi iman
nuruyla imar etmektir.
Ayetteki "rics: kirlilik" kelimesi günahlar için, "tuhr:
temizlik" kelimesi takva içindir. Zira masiyetleri işleyenin benliği, kişiliği,
kalbi bu masiyetlerle, maddî pisliklerle bedenin pislendiği gibi kirlenmekte, bu
taatlerle birlikte de temiz elbise gibi tertemiz olarak kalmaktadır. Bu
istiarede Allah'ın nehyettiği şeylerden nefret ettirme, Allah'ın emrettiği
şeylere teşvik etme vardır. "Rics: kirlilik" kelimesi günah, azab, necaset ve
noksanlıklar için kullanılmaktadır. Allah bütün bunları Ehl-i Beyt'ten
gidermektedir.
Ehl-i Beyit: Hz.
Peygamber (s.a.)'le sıkı irtibat içinde bulunan eşler ve akrabaların tamamıdır.
Emirlerin bunlara tevcih edilmesi, bunların ümmetin önderleri olması
dolayısıyladır. İmam Ahmed ve Tirmizî, Enes b. Malik (r.a.)'den naklettiğine
göre Rasulullah (s.a.) altı ay boyunca sabah namazına çıktığı zaman Hz. Fatıma
(r.a.)'mn kapısına uğrar ve şöyle derdi: "Namaz ey Ehl-i Beyti Şüphesiz Allah
sizi günah ve kötülüklerden arındırıp tertemiz kılmak ister."
7- Kur'an ve
sünnetin öğretilmesinin emredilmesi ve nimetlerin hatırlatılması: "Evlerinizde
okunan Allah'ın ayetlerini ve hikmeti hatırlayın. Şüphesiz Allah Latiftir,
Habîr'dir."
Yani evlerinizin vahiy beşiği kılınması gibi Allah'ın
üzerinizdeki nimetlerini hatırlayın. Burada okunan Allah'ın Kur'an'ındaki
ayetlerini ve Rasulullah (s.a.)'e inen sonsuz hikmet, hükümler, ilimler ve şer'î
esasları sakın unutmayın. Bununla amel edin ve bunu öğretin. Şüphesiz ki O
Latiftir (her şeyin inceliğini bilir). Size faydalı olan ve sizin dininizde
size yararlı olacak şeylerden gayet haberdardır. Bunu sizin üzerinize indirdi.
Ayetleri ve şer'î esasları sizin evlerinizde kıldı. Sizi Rasulullah (s.a.)'in
hanımları olarak seçti. Onun, fiili gayet hassas ve ince olup bilgisi her şeye
ulaşır.
Burada taatte bulunmaya ve şer'î mükellefiyetlere sarılmaya
teşvik etme; isyanda bulunmak, aykırı davranmak ve masiyetleri işlemekten
nefret ettirme amacı bulunmaktadır. [24]
Ahiret Sevabı
Hususunda Erkeklerle Kadınlar Arasındaki
Eşitlik:
35- Müslüman erkeklerle müslüman kadınlara, mümin erkeklerle
mümin kadınlara, ibadete devam eden erkeklerle ibadete devam eden kadınlara,
sadık erkeklerle sadık kadınlara, sabırlı erkeklerle sabırlı kadınlara,
Allah'tan hakkıyla korkan erkeklerle Allah'tan hakkıyla korkan kadınlara,
sadaka veren erkeklerle sadaka veren kadınlara, oruç tutan erkeklerle oruç
tutan kadınlara, iffetlerini koruyan erkeklerle iffetlerini koruyan kadınlara,
Allah'ı çok zikreden erkeklerle (Allah'ı) çok zikreden kadınlara şüphesiz ki
Allah mağfiret ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır.
Açıklaması:
Bu ayet taat üzere bulunan ve bu hasletlere sahip olan erkek ve
kadınlara bir vaaddir. Allah Tealâ burada Peygamber hanımlarının onunla olan
beraberliklerine, onunla olan sıkı irtibatlarına, ona olan yakınlıklarına
güvenmeden bütün erkek ve kadınların taşımaları gereken sıfatlara işaret etmek
üzere on ayrı mertebeyi zikretti:
1- Allah'ın emrine
boyun eğip teslim olmak (İslâm) ve dinin hükümlerine uygun söz ve davranışta
bulunmak,
2- Allah tarafından
gelen dinî esaslar, hükümler ve edepleri tam manasıyla tasdik edip inanmak
(iman). Bu, imanın İslâm'dan farklı olduğuna, birincisinin -yani imanın-
ikinciden -İslâm'dan- daha hususî bir ifade olduğuna delildir.
İman salih amel işlemekle beraber kâmil bir tasdik ve inançtır.
İslâm ise hem söz, hem de bilfiil amel işlemektir.
Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Bedevi Araplar, biz iman
ettik, derler. De ki: Siz iman etmediniz. Sadece müslüman olduk, deyin. İman
henüz sizin kalplerinize girmedi." (Hucurat, 49/14)
Buhari ve Müslim'in Sahih'lerinde buyuruluyor ki: "Zina eden
zina ettiğinde mümin olarak zina etmez." Zina fiili ondan imanı soyar alır.
Bütün müslümanların icmaı ile bu fiilden dolayı kâfir olması gerekmez.
Dolayısıyla bu, imanın İslâm'dan daha hususî olduğuna delâlet etmektedir.
3- Kunût: Salih
amele devam etmek, huzur ve sükûnet içerisinde taat-te bulunmaktır. Nitekim
Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Geceleyin secde ederek ve ayakta durarak
boyun büken, ahiretten korkan, Rabbinin rahmetini dileyen kimse inkâr eden
kimse gibi olur mu?" (Zümer, 39/9); "Göklerde ve yerde olan herşey onundur.
Hepsi ona boyun eğmiştir." (Rum, 30/26); "Ey Meryem! Rabbine boyun eğ, secde et
ve rükû edenlerle birlikte rukûda bulun." (Âl-i İmran, 3/43).
Bu mertebeler arasında derece derece ilerleme görülmektedir.
Zira İslâm kelime-i şehadeti söyleme, namazı dosdoğru kılma, zekât verme,
Ramazan orucu tutma, yol bulmaya gücü yetenin Beytullah'ı haccetmesi şeklinde
dış görünüş itibariyle İslâm'ın yaşanmasıdır.
Sonra bir üst mertebe olan "iman" mertebesi gelmektedir ki, iman
Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe ve kadere,
hayrına ve şerrine inanma şeklinde kalpte bulunan, içten tasdik ve
teslimiyetten ibarettir.
Daha sonra da bunların toplamından taatte ve ibadeti eda etmede
sükûnet ve gönül huzuru meydana gelir.
4- Söz ve
davranışlarda sâdık olmak. Bu övülen bir haslettir ve imanın alâmetidir.
Nitekim yalancılık da münafıklığın bir emaresidir. Dolayısıyla kim sadık, doğru
sözlü olursa kurtulur.
İmam Ahmed, Buhari (el-Edebü'l-Müfred kitabında), Müslim ve
Tirmizî'nin İbni Mes'ud'dan rivayet ettikleri "sahih" hadis-i şerifte şöyle
buyu-ruluyor: "Doğru sözlülüğe sarılın. Çünkü doğru sözlülük iyiliğe, iyilik de
cennete iletir. Kişi doğru konuşmaya ve doğruluğu izlemeye devam ede ede nihayet
Allah nezdinde "sıddîk" (son derece sâdık) olarak yazılır. Yalan söylemekten
sakının. Zira yalan söz fücura (açıktan günah işlemeye), o da cehenneme iletir.
Kişi yalan söylemeye, yalancılığı izlemeye devam ede ede nihayet Allah katında
yalancı olarak yazılır."
Bu sebeple bazı sahabiler -Allah kendilerinden razı olsun- ne
cahiliye-de, ne de İslâm'da bir defa olsun yalan söylemeyi denememişlerdir.
Bu mertebe (sadık olma), kunût (gönülden huzurla taatte bulunma)
mertebesinden sonra gelir. Kim iman eder, salih amel işlerse, kâmil olur, sonra
da başkalarını kemale erdirir, iyiliği emreder ve kardeşine doğrulukla
nasihatte bulunur.
5- Musibetlere karşı
sabretmek, ibadetleri eda etmede ve masiyetleri terketmede sıkıntılara
katlanmak, takdir edilen şeyin hiç şüphesiz olacağını bilmek ve bunu sabır ve
sebatla karşılamak.
Sabır ancak ilk darbe anındadır. Yani sabrın en zorlu ve en
gerekli olanı hadisenin ilk anında olan sabırdır. Sabır güvenilir ve derin
âlimlerin se-ciyesidir. Sabır, geçen dört mertebeden sonra gelir. Zira iyiliği
emredip kötülüğe engel olan kimse eziyete maruz kalacak, o da buna
sabredecektir.
6- Huşu (Allah için
gönülden ürperme), Allah Tealâ'nm cezasından korkarak, O'nu düşünerek, kalben ve
davranışlarla Allah Tealâ'ya karşı alçakgönüllü olmak; huzur, itminan, olgunluk
ve ağırbaşlılıktır. Tıpkı Müslim'in Hz. Ömer (r.a.)'den naklettiği "sahih"
hadiste olduğu gibi "Allah'a O'nu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Her ne
kadar sen onu görmüyorsan da, O seni görüyor."
Bu mertebe, güzel amellere karşı bir murakabe (kontrol)
mesabesinde gelir. Zira insan güzel amel işleyince, nefsiyle böbürlenebilir ve
ibadetiyle gururlanabilir. Allah Tealâ da alçakgönüllü olmayı emrediyor ki nefsî
arzular ve nefsî şehvetler onu esir alıp da kendisini alçaltacak durumlara
düşürmesin. Kendisinden sadır olan bütün bu amellerin meyvelerini esip
savurmasın.
7- Mal ile
tasaddukta bulunmak. Bu kendilerinin kazancı veya bakıcısı olmayan muhtaç ve
güçsüz kimselere ihsanda bulunmak, demektir. Bu çeşit kimselere Allah'a itaat ve
yarattıklarına iyilik olmak üzere farz veya nafile olarak sadaka verilir.
Buhari ve Müslim'in Sahih 'lerinde sabit olan hadis-i
şerifte buyurulu-yor ki: 'Yedi grup insan vardır ki Allah hiçbir gölgenin
bulunmadığı o günde bu yedi grubu arşının gölgesinde gölgelendirecektir... Bu
yedi gruptan biri; bir sadaka verip de sağ elinin verdiğini sol eli bilemeyecek
derecede sadakayı gizleyen kimsedir."
Bir başka hadis-i şerifte ise şöyle buyurulmuştur: "Ateşin suyu
söndürdüğü gibi sadaka günahı söndürür."
Bu mertebe, bundan önceki mertebelerin pratik bir ifadesidir.
Çünkü malı (Allah yolunda) harcamak, nefsin ona duyduğu sevgi sebebiyle nefse
ağır gelir. Bu insanın kardeşini sevmesinin delili olup, kardeşini fakirlik ve
yoksulluk âfetlerinden korumak için yardım eder. Ayrıca sadaka temizlemektedir
ve kirlerden arındırma vesilesidir.
8- Farz veya nafile
olarak oruç tutmak. Oruçta maddî şeylere bağlılıktan uzaklaşıp ruhî bir yüceliş
ve Allah'a kulluğa yöneliş vardır. Oruç şehvetin hiddetini kırmaya en çok
yardımcı olan ibadetlerdendir.
Nitekim Abdullah b. Mes'ud'dan rivayet edilen Buhari-Müslim'in
sahih hadisinde Efendimiz (s.a.) şöyle buyurmaktadır: "Ey gençler topluluğu!
İçinizden kimin evlenmeye gücü yetiyorsa evlensin. Zira evlilik gözü daha fazla
(haramdan) saklar, iffeti daha çok korur. Kimin de gücü yetmezse, oruç tutsun.
Çünkü oruç ona kalkandır."
Oruç ayrıca vücut temizliğidir. İbni Mace'nin rivayet ettiği bir
hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.): "Oruç bedenin temizliğidir." buyurmuştur.
Yani bedeni, gerek tabiat açısından gerekse şer1 an seviyesiz sayılan
davranışlardan uzak tutar, vücudu manevi kirlerden arındırır, temizler.
Nitekim Said b. Cübeyr şöyle demektedir: "Kim Ramazan orucunu
tutar, ayrıca her ay üç gün oruç tutarsa, ayette geçen "oruç tutan erkekler ve
oruç tutan kadınlar" ifadesi içine girer."
9- İffetli olmak,
namusu (mubah şeyler dışında) haramlardan ve günahlardan korumak. Nitekim
Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Onlar eşleri ve cariyeleri dışında mahrem
yerlerini herkesten korurlar. Zira bunlar kınanmazlar. Bu sınırları aşmak
isteyenler aşırı gidenlerin ta kendileridir. " (Müminûn, 23/5-6).
Kim mahrem yerlerin hürmetini çiğneyip zina ederse, bütün
haramları çiğnemek ona basit gelir. Kim mahrem yerini haramdan korur ve
nefsinin iffetini muhafaza ederse, Allah Tealâ'nm rızasına lâyık olan temiz ve
saf kimselerden olur.
Dikkat edilirse son iki mertebe arasında uyum bulunmaktadır.
Oruçlu olanlarla yeme-içme şehvetinin kendilerini Allah'a ibadetten alıkoymayan
kimselere işaret edilmiştir. Mahrem yerlerini koruyan iffetli kimselerle, cinsî
şehvetin kendilerini ibadetten alıkoymadığı kimselere işaret edilmiştir.
10- Allah Tealâ'yı
çok zikretme: Bu kalpte Allah Tealâ'nın azametini düşünmek, O'nu dille bütün
noksanlıklardan tenzih etmek, Allah için sadık bir niyetle bütün durumlarda tam
bir kemalle muttasıf olduğunu ifade etmektir.
Görülüyor ki insanın ayakta, oturarak ve yatarak zikre
devam etmedikçe zikreden kimse olamayacağına işaret etmek için -ki bu
Mücahid'den rivayet edilmiştir- Allah Tealâ "zikir" konusunu ifade ettiği pek
çok yerde "çok"lukla beraber zikretti. İnsan geceleyin teheccüd namazı kılmakla
da zikir erbabı olabilir. Nitekim Ebu Davud, Neseî ve İbni Mace'nin Ebu Said
el-Hudrî (r.a.)'den rivayet ettiği hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) şöyle
buyurmaktadır: "Kişi geceleyin hanımını uyandırıp da iki rekat namaz
kılarlarsa, bu gece Allah'ı çok zikreden erkekler ve çok zikreden kadınlardan
olurlar."
Zikir aynı zamanda namazda, yemek yerken, su içerken, yürürken,
alış veriş ederken, binerken ve inerken bunlar dışında pis yerler dışındaki her
yerde olur. Cenab-ı Hak bir ayette şöyle buyurdu: "Onlar Allah 'ı ayakta,
otururken ve yanları üzerinde iken (yatarken) Allah'ı zikrederler." (Al-i İmran,
3/191).
Yine Cenab-ı Hak şöyle buyurdu: "Ey iman edenler! Allah'ı çok
zikredin ve O'nu sabah-akşam teşbih edin." (Ahzab, 33/41-42).
Ayette geçen bu edepler "zikir" ile sona erdi. Zira İslâm, iman,
kunût, sıdk, sabır, huşu, sadaka ve oruç gibi bütün dini amellerin sıhhati Allah
Tealâ'nın zikrine -yani niyete- bağlıdır.
İmam Ahmed, Ebu Hureyre (r.a.)'den Peygamberimiz (s.a.)'in şöyle
buyurduğunu rivayet etmektedir:
- Tevhid ehli olanlar öne geçti. Ashab-ı kiram:
- Tevhid ehli olanlar kimlerdir? diye sordular. Peygamberimiz
(s.a.):
-Allah'ı çok zikreden erkeklerle çok zikreden kadınlar, buyurdu.
Yine İmam Ahmed, Muaz el-Cühenî'den Peygamberimiz (s.a.)'in şöyle buyurduğunu
rivayet etmektedir: Bir zat Peygamberimiz (s.a.)'e:
- Mücahidlerin hangisi
daha büyük ecre sahiptir ya Rasulallah? diye sordu. Rasulullah (s.a.):
- Allah Tealâ'yi daha çok zikredenler, dedi. Aynı zat:
- Peki, oruçluların hangisi daha çok ecre sahiptir? diye sordu.
Peygamberimiz (s.a.):
- Allah'ı daha çok zikredenler, dedi. Aynı şahıs namaz, zekât,
hac ve sadakayı zikretti. Bütün bunlara Rasulullah (s.a.):
-Allah'ı daha çok zikredenler, dedi. Bunun üzerine Hz. Ebubekir
(r.a.):
- Zikredenler bütün hayırları alıp götürdüler, dedi. Efendimiz
(s.a.) de:
- Evet, dedi.
Allah Tealâ daha sonra hepsinin mükâfatını zikrederek şöyle
buyurdu: "Allah (onlar için) mağfiret ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır."
Yani Allah Tealâ onlara günahlarım silecek mağfiret ve büyük bir
mükâfat, yani cennet hazırlamıştır. [25]
Zeyd b. Harise
Ve Zeyneb bt. Cahş Kıssası:
36- Allah ve Rasulü herhangi bir hususta hüküm verdiği zaman
mümin erkeğin ve mümin kadının artık işlerinde başka yolu seçme hakkı yoktur.
Kim Allah'a ve Rasulüne isyan ederse şüphesiz ki o
açıkça sapıklığa düşmüş olur.
37- Hani bir zaman Allah'ın kendisine lütufta bulunduğu, senin
de kendisine lütufta bulunduğun kimseye: "Hanımını bırakma, Allah'tan kork."
diyordun. Fakat Allah'ın açığa vuracağı şeyi içinde saklıyor, insanlardan
korkuyordun. Halbuki Allah kendisinden korkmana daha lâyıktı. Zeyd hanımından
ilişiğini kesince, biz onu sana nikahladık ki evlâtlıkların (ilişkilerini
kestikleri) eşleriyle evlenmekte müminlere hiç güçlük olmasın. Allah'ın emri
mutlaka yerine gelecektir.
38- Allah'ın kendisine takdir ettiği bir şeyi yerine getirmede
peygambere hiçbir güçlük yoktur. Nitekim
daha önce geçmiş peygamberlere de Allah bu kanunu koymuştu.
Allah'ın emri, takdir edilmiş bir kaderdir.
39- Onlar Allah'ın emirlerini insanlara tebliğ ederler.
Allah'tan korkarlar ve O'ndan başka kimseden korkmazlardı. Hesap görücü olarak
Allah yeter.
40- Muhammed adamlarınızdan hiçbirinin babası değildir. O
sadece Allah'ın Rasulü ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah her şeyi çok iyi
bilir.
Açıklaması:
"Allah ve Rasulü herhangi bir hususta hüküm verdiği zaman mümin
erkek ve mümin kadına artık işlerinde başka yolu seçme hakkı yoktur."
Herhangi bir mümin erkek veya mümin kadın Allah ve Rasulü bir
konuda hüküm verdiği zaman başka bir şeyi seçemezler. Onların üzerine düşen
Allah ve Rasulünün emrine uymak ve ona isyan etmekten kaçınmaktır. Bu emri
tebliğ eden Rasulullah (s.a.)'dir. Ayette "Allah"ın adının zikredilmesi
Rasulünün emrinin büyüklüğünü ifade etmek içindir. Böylece Allah'ın ve
Rasulünün hükmü olmaktadır. Dolayısıyla Rasulullah (s.a.) bir hususta hüküm
verdiği zaman hiçbir beşerin başka bir şeyi tercih etme hakkı yoktur. Bu ayet
"Peygamber müminlere kendi nefislerinden daha yakındır. " (Ahzab, 33/6) ayet-i
kerimesi muhtevasına dahildir.
Allah Tealâ daha sonra bu emre isyan etmekten sakındırarak şöyle
buyurdu:
"Kim Allah'a ve Rasulüne isyan ederse, şüphesiz o açıkça
sapıklığa düşmüş olur." Yani kim Allah'ın emrine, ya da Rasulünün emrine aykırı
davranırsa, ya da nehyettikleri şeylerde başkaldırırlarsa hidayet yolundan
sapmış, hak ve hayırlı yoldan uzak olan, faydalı şeyleri kaybetmeye ve
kötülüklere dalmaya sebep olan apaçık sapıklık uçurumlarına düşmüş olur.
Nitekim Cenab-ı Hak bir ayette şöyle buyurmaktadır: "Onun emrine aykırı hareket
edenler başlarına bir belânın gelmesinden veya can yakıcı bir azaba uğramaktan
sakınsınlar." (Nur, 24/63).
Bu kesin ilahî hüküm üzerine ve isyandan sakındınlması
karşısında kendisi sebebiyle ayetin indiği Zeyneb bt. Cahş Kureyş'in en
seçkinlerinden ve kavmin şereflilerinden olduğu, Peygamberimiz (s.a.)'in halası
Ümeyme bt. Abdilmuttalib'in kızı olduğu halde Peygamberimiz (s.a.)'in azadlı
kölesi Zeyd b. Harise ile evliliği kabul etme emrine uyarak:
- "O halde ben
Rasulullah (s.a.)'e isyan etmiyorum. Oysa ben kendimi ona nikahlamak
istemiştim." dedi. Halbuki Zeyneb, önce Zeyd'le nikâhlan-mayı kabul etmemiş
ve:
- "Ben soy bakımından
ondan daha üstünüm." demişti. Zira Zeyneb hiddetli bir kadındı.
Zeyneb'in Zeyd ile evlenmesinde gayet önemli bir hikmet vardır.
Bu hikmet ise insanlar arasında eşitliğin ilan edilmesi ve aralarındaki
haseb-neseb farklarının ortadan kaldırılması idi. İslâm şemsiyesi tek olarak
devam ettiği müddetçe herkes bu şemsiye altında eşit idi. Bu konudaki üstünlük
ancak takva ve amel-i salih ile mümkündü.
Ancak bu evliliğe zahiren muvafakat etmesine rağmen Zeyneb'deki
gizli psikolojik problemler ve sıkıntılar devam etti. Zeyneb, Zeyd'e karşı
büyüklük taslayarak ondan hoşlanmamaya devam etti. Zeyd ise bu durumu
Rasulullah (s.a.)'e defalarca şikâyette bulundu. Peygamberimiz (s.a.) ise Zeyd'e
nasihatte bulunarak:
- Hammını bırakma,
Allah'tan kork, diyordu. Nihayet Allah'ın hükmü gerçekleşti ve boşanma meydana
geldi. Aşağıdaki ayetin de ifade ettiği bu idi:
"Hani bir zaman Allah 'in kendisine lütufta bulunduğu, senin de
kendişine lütufta bulunduğun kimseye: "Hanımını bırakma, Allah'tan kork."
diyordun."
Yani Ey Muhammedi Allah'ın kendisine İslâm'la lütufta bulunduğu,
senin de azad etmek, hürriyete kavuşturmak, terbiye etmek ve kendine yakın
kılmak suretiyle kendisine lütufta bulunduğun kimseye:
- Zeyneb'le olan evliliğin üzerine devam et. Onun tabiatına ve
ahlakına karşı sabret. Onun durumu hakkında ve onu boşama hususunda Allah'tan
kork. Onun büyüklenmesi, yükseklik ve şereflilik hissetmesi sebebiyle onu
boşama, diyordun. Bu tenzih, ta'lim ve terbiye şeklinde nehiy olup haram kılma
ve yasaklama manasında nehiy değildir. Zira her durumda evlâ olan Zeyneb'i
boşamamasıdır.
"Allah'ın açığa vuracağı şeyi içinde saklıyor, insanlardan
korkuyordun. Halbuki Allah kendisinden korkmana daha lâyıktı." Ey Rasulüm! Sen
Allah'ın ortaya çıkaracağı hükmü gönlünde gizliyordun. Allah sana Zeyd'in
Zeynep'i boşayacağını ve senin onu nikahlayacağını sana bildirdi. Sen
insanların ayıplamalarından, tenkit etmelerinden ve cahiliye mantığından
kaynaklanan itirazlarından korkuyordun. Allah sana cahiliye örflerini ve
geleneklerini düzelten, ya da bunları ortadan kaldıran vahyini sana indirdikten
sonra kendisinden korkmaya, emrine uymaya, başkasının şeriatle-rine aldırış
etmeksizin onun hükmünü gerçekleştirmeye sadece kendisi lâyıktır.
Cenab-ı Hakkın "Allah'tan kork" ifadesi Zeyneb'i boşamak
hususunda Allah'tan kork yani onu boşama, demektir. Bununla tenzih manasında
nehy murad edilmiştir, haram kılma manasında nehy murad edilmemiştir. Zira evlâ
olan boşamamaktır.
Hz. Âişe (r.a.)'den, şu söz nakledilmektedir: "Rasulullah (s.a.)
eğer kendisine vahyedilen bir şeyi gizlemiş olsaydı, bu ayeti gizlerdi."
Peygamberimiz (s.a.)'e yapılan bu yöneltmeden murad edilen mana
Zeyd kendisine,
- Ben hanımımdan
ayrılmak istiyorum, dediği zaman susmasıdır. Yahut gizli yönlerinin açık
yönleriyle çelişki teşkil etmemesi için, peygamberlerin içiyle dışının aynı
olması için, hakkında ilahî vahiy inen ciddi meseleler hakkında ısrarlı olma
meselesinin açıkça ortaya çıkması için Peygamberimiz (s.a.)'in Zeyd'e:
- Sen işini daha iyi bilirsin, demesidir.
Cenab-ı Hak daha sonra Hz. Zeyneb'in boşanıp iddeti bittikten
sonra Allah'ın Nebisi (s.a.) ile evlenmesinin hükmünü duyurarak şöyle
buyurdu:
"Zeyd hanımından ilişiğini kesince, biz onu sana nikahladık ki
evlâtlıkların (ilişkilerini kestikleri) eşleriyle evlenmekte müminlere hiç
güçlük olmasın. Allah'ın emri mutlaka yerine gelecektir." Yani Zeyd, Zeyneb'i
boşa-yıp hanımının da iddeti bitince; müminler cahiliyede âdet edindikleri,
sonra da İslâm'ın bütün izlerini ortadan kaldırdığı, bütün neticelerini tasfiye
ettiği evlât edinme esasına göre evlâtlıkların boşadıkları hammlarıyla evlenmek
istedikleri zaman müminler arasında mahzur ve sıkıntıyı kaldırmak için; biz
evlâtlığının hanımını sana zevce kıldık. Allah'ın kaza ve kaderi hiç şüphesiz
geçerli olacak ve meydana gelecektir. Onun hükmü her zaman yürürlükte olacak ve
şeriatı daimî kalacaktır. Allah'ın ezelî ilminde-ki hükümlerinden biri Zeyneb'in
Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımı olacağı gerçeğidir.
Burada Peygamberimiz (s.a.)'in Zeyneb'le evlenmesi şehveti
tatmin etmek için değil, bilakis Peygamberimiz (s.a.)'in fiiliyle şeriatı beyan
etmek içindir. Zira fiil te'kidlidir. Şer'î hüküm Peygamberimiz (s.a.)'in
fiilinden kesin bir şekilde anlaşılmaktadır.
Bu evlilikten, çocuklarıyla hanımları arasında evlilik ilişkisi
sona erdikten sonra, çocuklarının hanımlarının kendilerine haram olmasından
farklı olarak, evlâtlıkların hammlarıyla evlenmelerinin kendilerine haram
olmadığı esası murad edilmektedir.
Buhari ve Tirmizî, Enes b. Malik (r.a.)'den rivayet ediyorlar:
Zeyneb bt. Cahş Peygamberimiz (s.a.)'in hanımlarına karşı kendi durumuyla
iftihar ederek:
- Sizi aileleriniz evlendirdi. Beni ise Allah Tealâ yedi kat
sema üzerinden evlendirdi, diyordu.
Muhammed b. Abdillah b. Cahş diyorki: Hz. Zeyneb ve Hz. Âişe
(r.a.) birbirlerine karşı iftiharla konuştular. Hz. Zeyneb:
- Ben evliliği semadan inen ayetle yapılan kişiyim, dedi. Hz.
Âişe:
- Ben mazereti semadan
inen ayetle takdim edilen kişiyim, dedi. Hz. Zeyneb de bunu kabul etti.
İbni Cerir, Şa'bî'den naklediyor: Zeyneb (r.a.) Peygamberimiz
(s.a.)'e:
- Sana üç şeyde
nazlanmaya hakkım vardır ki hanımlarından hiç biri bu özelliklere sahip
değildir:
Benim dedemle senin deden birdir. Beni sana Allah semadan
nikahladı. Bu konuda elçi, Cebrail (a.s.) idi.
Daha sonra Cenab-ı Hak, rasul ve nebiler hakkındaki sünneti ve
hükmünü bildirerek şöyle buyurdu:
"Allah'ın kendisine takdir ettiği bir şeyi yerine getirmede
peygambere hiçbir güçlük yoktur. Nitekim daha önce geçmiş peygamberlere de Allah
bu kanunu koymuştu. Allah'ın emri, takdir edilmiş bir kaderdir." Yani Allah'ın
kendisine helâl kıldığı ve emrettiği, eskiden evlât edindiği evlâtlığı Zeyd b.
Harise'nin boşadığı hanımı Zeyneb'le evlenmesi hususunda Peygamber'e herhangi
bir güçlük ve kusur yoktur. Bu, Allah Tealâ'nm ondan önceki peygamberler
hakkındaki hükmüdür. Onlara emrettiği hiçbir şeyde kendilerine güçlük ve
sıkıntı olan herhangi bir şey yoktur. Allah'ın takdir ettiği emri hiç şüphesiz
meydana gelecek, kaçınılması mümkün olmayan bir gerçek olacaktır. Onun dilediği
şey olur ve dilemediği şey olmaz.
Bu ayet Rasulullah (s.a.)'in evlât edindiği azatlı kölesi ve
evlâtlığı Zey-d'in boşadığı hanımı ile evlenmesini ayıplayan münafıklara bir
cevaptır. Aynı zamanda çok hanımla evlenmesini ayıplayan Yahudilere de bir
cevaptır. Zira Davud ve Süleyman (a.s.)'m da pek çok hanımları vardı.
Cenab-ı Hak daha sonra peygamberlerini överek şöyle buyurdu:
"Onlar Allah'ın emirlerini insanlara tebliğ ederler. Allah'tan korkarlar ve
O'n-dan başka kimseden korkmazlardı. Hesap görücü olarak Allah yeter."
Allah'ın kendilerine helâl kıldığı hususlarda kendilerinden
güçlüğü kaldırdığı ve sonuncuları Hz. Muhammed (s.a.) olan rasullerin görevleri
Allah'ın emirlerini ve şer'î hükümlerini insanlara tebliğ etmek ve bunu emanetle
eda etmektir. Onlar vahiyden bir şeyi tebliğ etmemek hususunda sadece Allah'tan
korkarlar, O'ndan başka hiçbir kimseden korkmazlar. Hiçbir kimsenin gücü veya
tenkidi onların Allah Tealâ'nın ilâhî mesajlarını tebliğ etmelerine engel
olamaz. Yardımcı ve destekleyici olarak kullarının amellerini tesbit edici ve
bundan dolayı kullarının hesabını görmek üzere Allah yeter.
Allah Tealâ sonra da "Muhammed oğlunun hanımıyla evlendi"
diyenlere cevap vermek üzere şöyle buyurdu:
"Muhammed, adamlarınızdan hiçbirinin babası değildir. O sadece
Allah 'in Rasulü ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah herşeyi çok iyi
bilir."
Bilfiil nesebden meydana gelen evlâdın hanımıyla evlenmek caiz
değildir. Ama sun'î evlâtlık edinme yoluyla meydana gelen evlâtlığın hanımıyla
evlenmek cahiliye usulüne aykırı olarak İslâm'da caizdir. Zira her ne kadar
Peygamberimiz (s.a.) Zeyd'i evlât edinmiş olsa da, Zeyd Hz. Muhammed (s.a.)'in
gerçekte oğlu değildir. O gerçekten hiçbir adamın babası değildir. O sadece
Allah'ın dinini insanlara tebliğ etmek için Allah'ın elçisidir. O Allah'ın
nebilerinin ve rasullerinin kendisiyle mühürlendiği kişidir. Allah herşeye
muttali olan, herşeyi gayet iyi bilen idi, böyle olmaya devam etmektedir. O
peygamberliğin kendisiyle başladığı kimseyi de, peygamberliğin kendisiyle
noktalanacağı kimseyi de gayet iyi bilir. O sadece en faydalı olanı yapar. O
sadece en lâyık olanı tercih eder. Nitekim Cenab-ı Hak bir ayette şöyle
buyurmaktadır: "Allah risaletini nereye vereceğini en iyi bilendir." (En1am,
6/124).
Hz. Muhammed (s.a.) ile insanlardan herhangi biri arasında
kendisine yakın akrabayla evlilik yasağını gerekecek şer'î bir babalık yoktur.
Ancak o kendisine saygı ve hürmet gösterilmesi gereken, müminlere son derece
şefkatli olan, bütün müminlerin manevi babasıdır. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle
buyurmaktadır: "Peygamber müminlere kendi nefislerinden daha evlâdır." (Ahzab,
33/6). Bu daha toplu ve daha umumi bir emirdir.
Peygamberimiz (s.a.)'in hususî manada babalığına gelince, o dört
erkek ve dört kız babasıdır. Onun Hz. Hadice (r.a.)'den Kasım, Tayyib ve Ta-hir
adında üç çocuğu dünyaya gelmiş, sonra küçük yaşta ölmüşlerdi. Ayrıca Mariye
el-Kıbtıyye'den İbrahim adında bir çocuğu dünyaya gelmiş, henüz süt emme çağında
iken ölmüştü. Efendimizin Hz. Hadice'den Zeynep, Ru-kayye, Ümmü Gülsüm ve Fatıma
adında dört kızı vardı. Bunlardan ilk üçü Peygamberimiz (s.a.) hayatta iken
vefat etmiş, Hz. Fatıma da kendisinden altı ay sonra vefat etmişti
Bu ayet Allah'ın Nebisi Muhammed (s.a.)'den sonra hiçbir nebi ve
hiçbir rasul gelmeyeceği hususunda gayet açık bir beyandır. Zira nübüvvet
ri-saletten daha umumidir. Risalet, nübüvvet makamından daha hususidir. Çünkü
her rasul nebidir, ama aksi doğru değildir. Ayetin açık ifadesiyle artık
"nebi"nin gelmeyeceği bildirilince "rasul"ün de gelmeyeceği bildirilmiş
olur. [26]
Zikirler Ve Çok
Teşbihlerle Allah Teala'ya Ta'zim Ve
Hürmet:
41- Ey iman edenler! Allah'ı çok zikredin.
42- O'nu sabah-akşam teşbih edin.
43- Sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için Allah size
rahmet bahşeder. Melekler de dua eder. Allah müminlere çok merhametlidir.
44- Onların Allah'a kavuştukları gün selamlaşmaları "selâm"
şeklindedir. Allah onlara güzel bir mükâfat hazırlamıştır.
Açıklaması:
Allah Tealâ müminlerin bol sevaba ve güzel neticeye nail
olmaları için kendilerine çeşitli nimetlerle lütufta bulunan Rablerini çok
zikretmelerini müminlere emrederek şöyle buyuruyor:
"Ey iman edenler! Allah'ı çok zikredin. O'nu sabah-akşam teşbih
edin."
Ey Allah ve Rasulünü tasdik edip yakinen iman edenler! Allah'ı
dillerinizle ve kalplerinizle bütün hissiyatınızı dolduracak ve gönlünüzde
Rab-binizin korkusunu gerçekleştirecek şekilde bütün durumlarınızda çok
zikredin. O'nu gündüzün başında ve sonunda (yani bir şeyin başlangıcı ve sonu
aynı zamanda devamlılık hükmüyle ortasını da ihtiva ettiği için vakitlerin
çoğunda) Allah'ı kendisine lâyık olmayan her şeyden tenzih edin.
Zemahşerî, "bükraten ve esıylâ'yı, bütün vakitlerde diye tefsir
etmektedir. Bu iki vakit, gece ve gündüz meleklerinin hazır bulundukları
vakitler olduğu için özellikle zikredilmiştir.
Peygamberimiz (s.a.) buyuruyor ki: "Allah'ın zikri her
müslümanın ağzındadır." Bir başka rivayete göre "Her müslümanın
kalbindedir."
Katade'den rivayet ediliyor ki Peygamberimiz (s.a.):
"Sübhanallah vel-hamdülillah ve lâilâhe illallah vallahu ekber velâ havle velâ
kuvvete illâ billahi'l-aliyy i'l-azîm. deyin ".buyurmuştur.
İmam Ahmed, Tirmizî ve İbni Mace'nin Ebu'd-Derdâ'dan
rivayetlerinde Peygamberimiz (s.a.):
- Size amellerinizin en hayırlısını ve melikiniz nezdinde en
temizini ve derecelerinizde en yükseğini, sizin için altın ve gümüş vermekten
daha hayırlı olanı, sizin için düşmanlarınızla karşılaşıp onların boyunlarını
vurmanızdan ve onların sizin boyunlarınızı vurmalarından daha hayırlı olanı
size haber vereyim mi? dedi. Sahabe-i kiram:
- Bu nedir, ya Rasulallah? dediler. Peygamberimiz:
- Allah'ı zikretmektir, buyurdu.
Müminlerin vasfını beyan etmede bu ayetin bir benzeri şudur:
"Onlar Allah'ı ayakta, oturarak ve yanları üzerinde (yatarak) zikrederler."
(Âl-i İm-ran, 3/191).
Teşbihin zikirle birlikte manası şudur: Allah Tealâ'yı
zikrettiğiniz zaman bu zikriniz O'nu her kötü şeyden tenzih etme ve ta'zimde
bulunma şeklinde olmalıdır. Teşbihten murad budur.
Cenab-ı Hak daha sonra zikir ve teşbihe teşvik etti ve bunun
sebebini bildirdi:
"Sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için Allah size rahmet
bahşeder. Melekler de dua eder. Allah müminlere çok merhametlidir."
Zikrettiğiniz ve teşbih ettiğiniz Rabbiniz size rahmetle muamele
eden Allah'tır. Melekleri de sizin için istiğfar ederler. O bu rahmetle sizin
hidayette devam etmenizi, sizi küfür, cehalet ve sapıklık karanlıklarından hak,
hidayet ve iman nuruna çıkmanızı murad eder. Rabbinizin mümin kullarına dünya
ve ahirette rahmeti tamdır, çok merhametlidir. Dünyada O, başkalarının
bilemediği hakka onları iletti. Müminlerin dışındaki küfür ve bid'at
davetçileriyle onlara tâbi olanların bulamadıkları hak yolu müminlere gösterdi.
Ahirette ise müminleri büyük korkudan emin kıldı. Meleklerine, müminleri
cenneti kazandıkları ve cehennemden kurtuldukları şeklinde müjde ile
karşılamalarını emretti. Bu sadece müminlere olan sevgisinden ve onlara karşı
şefkatinden dolayıdır.
Allah Tealâ'nın rahmetinin tecellilerinden biri İmam Buhari'nin
Sahihinde müminlerin emiri Hz. Ömer (r.a.)'den nakledilen şu hadis-i şerifte
yer alan husustur: Rasulullah (s.a.) esirlerden bir kadının çocuğunu alıp onu
göğsüne iyice yapıştırıp emzirdiğini gördü. Peygamberimiz (s.a.) ashaba:
- Zorlansa, darda kalsa bile bu kadın çocuğunu ateşe atar mı, ne
dersiniz? Ashab:
- Hayır, dediler. Peygamberimiz (s.a.):
- Allah'a yemin olsun ki, Allah kullarına bu kadının çocuğuna
olan merhametinden daha merhametlidir.
Cenab-ı Hak daha sonra dünyadaki itinasını beyan ettikten sonra
ahiretteki sonsuz rahmetinin delilini zikretmek üzere şöyle buyurdu:
"Onların, Allah'a kavuştukları gün selamlaşmaları "selâm"
şeklindedir. Allah onlara güzel bir mükâfat hazırlanmıştır." Yani onların
ahirette Allah Tealâ tarafından melekleri vasıtasıyla selâmlanmaları "selâm"
şeklindedir. Nitekim bu selâm bir başka âyette şöyle ifade edilmiştir: "Rahim
olan Rablerinden onlara söz olarak "Selâm" vardır." (Yasin, 36/58).
"Melekler her kapıdan onların yanlarına girecekler ve
"Sabretmenizin karşılığı olarak selâm size! Ahiretin en güzel mükâfatı ne
hoştur!" diyeceklerdir." (Ra d, 13/23-24).
Cenab-ı Hak ahirette güzel sevap yani cennet ve cennette hiçbir
gözün görmediği, hiçbir kulağın duymadığı ve hiçbir insanın kalbine doğmayan
yiyecekler, içecekler, giyecekler, meskenler, lezzetler ve manzaralar
hazırladı.[27]
Hz. Peygamber
(S.A.)'in Davetinin Önemi:
45- Ey Peygamber! Biz seni bir şahit, bir müjdeleyici, bir
uyarıcı olarak gönderdik.
46- Allah'ın izniyle Allah'a davet eden (bir davetçi) ve nur
saçan bir kandil olarak (gönderdik).
47- Allah'tan kendilerine büyük bir lütuf (verilecek) olduğunu
müminlere müjdele.
48- Kâfirlere ve münafıklara itaat etme. Onların eziyetlerine
aldırma. Allah'a tevekkül et. Vekil olarak Allah yeter.
49- Ey iman edenler! Mümin kadın nikahlarsanız, sonra da
kendilerine dokunmadan boşarsanız, artık sizin onların üzerinde iddet sayma
hakkınız yoktur. Derhal onlara boşanma bedellerini verin. Onları güzellikle
salıverin.
Açıklaması:
Allah Tealâ bu ayetlerde Hz. Peygamber (s.a.)'in yedi önemli
görevini beyan etti.
1, 2, 3- "Ey
Peygamber! Biz seni bir şahit, bir müjdeleyici, bir uyarıcı olarak
gönderdik."
Ey kendisine vahiy indirilen Rasul! Kendilerine
gönderildiğin kimselerin seni tasdik edip etmediklerine, senin hidayetine tâbi
olup olmadıklarına bir şahit olarak, yani dünyada şahitliği taşıyan bir kimse
olarak ahiret-te Rabbinin huzurunda taşıdığın bu görevi eda etmek üzere biz seni
gönderdik. Seni, sana itaat edeni cennetle müjdelemek ve sana isyan edeni
cehennemle uyarmak için gönderdik. Bu üç görev bütün insanlığa duyurul-masıyla
mükellef olunan davet görevlerindendir. Şahitlik hususunda bu ayetin benzeri
Cenab-ı Hakk'ın şu ayetidir: "Böylece biz sizin insanlara karşı şahitler
olmanız, Peygamber'in de size karşı şahit olması için sizi orta yolu tutan bir
ümmet kıldık." (Bakara, 2/143).
İmam Ahmed, Buhari ve İbni Ebî Hatim, Ata b. Yesar'dan
naklediyor: Abdullah b. Amr. b. Âs (r.a.) ile karşılaştım.
- Bana Rasulullah (s.a.)'in Tevrat'taki sıfatını bildir, dedim.
Abdullah b. Amr b. Âs:
- Peki, Allah'a yemin olsun ki o Tevrat'ta Kur'an'daki
sıfatlarından bazılarıyla tavsif olunmuştur: "Ey Peygamber! Biz seni bir şahit,
bir müjdele-yici ve uyarıcı olarak gönderdik, ümmîlere koruma vesilesi olsun
diye gönderdik. Sen benim kulum ve Rasulümsün. Seni mütevekkil (Allah'a
güvenip dayanan) olarak adlandırdım. Sert, katı kalpli, çarşılarda bağıran,
kötülüğü kötülükle gideren değil; affeden, müsamaha gösteren ve bağışlayan
kimsedir. Allah eğri milleti La ilahe illallah demeleri suretiyle kendisiyle
doğrultmadıkça Onun ruhunu almayacak. O, kör gözleri, sağır kulakları ve kapalı
kalpleri La ilahe illallah ile açacaktır."
4, 5- "Allah'ın
izniyle Allah'a davet eden bir davetçi ve nur saçan bir kandil olarak
gönderdik."
Yani insanları Rablerine kulluk etmeye, O'na taatte bulunmaya,
gizli ve açık O'nun murakabesi altında olduğunu bilmeye, O'nu ikrar etmeye ve
O'nun için vacip olan kemal sıfatlarına iman etmeye davet eden bir davetçi
olarak seni gönderdik. İnsanların seninle hidayet bulmaları için, dünya ve
ahiret saadetini gerçekleştirme hususunda senin dininle aydınlanmaları için seni
nurlu kandil sahibi olarak, ya da karanlıklarda kendisiyle aydınlanan ışık
saçan bir kandil gibi kıldık.
Cenab-ı Hakk'ın "O'nun izniyle" ifadesinin manası, O'nun sana
emret-mesiyle ve bunu vaktinde ve zamanında takdir etmesiyle, demektir.
"Bir kandil olarak" kelimesinin manası, nur sahibi olarak
demektir. Ya da bir kimsenin "onu arslan olarak gördüm" demesi gibidir. Bunun
manası kahraman olarak gördüm, demektir. Buna göre "sirâcen" kelimesi, kandil
gibi apaçık beyan eden, yolu gösteren, durumu açıklayan, insanları Hakk'a ve
doğru yola ileten, demektir.
Peygamberimiz (s.a.)'in kandile benzetilmesinin gereği olarak
onun dini ya da emri hiçbir kapalılık veya eğrilik olmayan, hiçbir gizlilik ve
perde bulunmayan, hücceti açık, burhanı zahir bir dindir.
Peygamberimiz (s.a.) kandilden çok fazla ışık veren güneşe değil
de, kandile benzetilmiştir. Çünkü güneş ışığı gözü kamaştırır, kandil ışığı
gözlere rahatsızlık vermez. Kandil nur vermekle tavsif edilmiştir. Zira bazı
kandiller zayıflığı ve fitilinin inceliği sebebiyle ışık vermez.
6- "Allah'tan
kendilerine büyük bir lütuf verilecek olduğunu müminlere müjdele."
Risaletine iman eden ve şeriatına itaat eden herkese
kendilerinin diğer ümmetlerden daha büyük bir üstünlüğe sahip oldukları, ahiret
yurdunda, tavsif edilemeyecek ölçüde büyük bir ecre sahip oldukları müjdesini
ilan et. Müjdeden sonra uyarı geldi ve Cenab-ı Hak şöyle buyurdu:
7- "Kâfirlere ve
münafıklara itaat etme. Onların eziyetlerine aldırma. Allah'a tevekkül et. Vekil
olarak Allah yeter." Yani senin risaletini inkâr eden, ya da nifak çıkaran;
içinde küfrü gizleyen, ama dışında müslüman görünen bu kimselere itaat etme.
Davet meselesinde onlardan hiçbir itiraz ve tenkit dinleme. Onlara aldırış etme.
Rabbinin risaletini bütün insanlara tebliğ et. Onların eziyetlerine aldırma,
onlara müsamaha ile davran. Onların günahlarından vazgeç. Rabbinin sana
emrettiği şeyi yerine getir. İşlediğin ve terkettigin her şeyde işini Allah
Tealâ'ya havale et ve O'na güven. Zira O, onlara karşı sana yeter. O seni korur
ve gözetir. Kuluna vekil olarak Allah yeter. Vekil: Bir işi üstlenen, koruyan
kimsedir. Bu güçlü sözde zafer vaadi vardır.
Hz. Peygamber (s.a.)'in vazifelerini beyan ettikten sonra söz
hanımların meselelerine geldi. Cenab-ı Hak Zeyd ve Zeyneb'in kıssasını ve
Zeyd'in Zeyneb'i boşamasını zikretti. Zeyneb evlilik tam anlamıyla gerçekleştiği
için iddet bekledi. İddeti sona erdikten sonra Zeyneb'i Peygamberimiz (s.a.)
talep etmişti. Cenab-ı Hak bundan sonra duhûlden önce boşanan hanımın durumunu
ve bu hanımın iddet beklememesi gerektiğini beyan etmek üzere şöyle
buyurdu:
"Ey iman edenler! Mümin kadınları nikahlarsanız, sonra da
kendilerine dokunmadan boşarsanız, artık sizin onların üzerinde iddet sayma
hakkınız yoktur. Derhal onlara boşanma bedellerini verin. Onları güzellikle
salıverin. "
Ey Allah'ı ve Rasulünü tasdik edenler! Mümin hanımlara nikâh
akdi yaptığınız, sonra da kendilerini duhûlden önce boşadığınız zaman sizin
onların üzerinde tamamlayacağınız günlerle iddet sayma hakkınız yoktur. Ancak
boşadıktan sonra onların hatırlarını hoş tutmak için kendilerine müt'a (boşanma
bedeli) takdim edin. Boşanma bedeli zaman ve yere göre size ve boşadığınız
kadınlara lâyık elbise şeklindedir. Hanımları zarar bulunmayan boşama ile
boşayın. Zira sizin onların üzerinde iddet sayma hakkınız yoktur.
Salıvermekteki güzellik, erkeğin hanımına verdiği bir şeyi geri
istememesidir.
Ayette mümin hanımların özellikle zikredilmesi mümin erkeğin
mümin hanımı nikahlaması gerektiğine irşad edilmektedir. Zira mümin hanım
erkeğin dinini daha çok koruyucudur.
"Onlara boşanma bedellerini verin." ifadesine gelince: Bir
görüşe göre boşanma bedeli, duhûlden önce boşandığı zaman mehir belirlenmeyen
(mu-favvada) kadına has olup, vaciptir. Bir başka görüşe göre boşanma bedeli
verilmesi mufavvada olan olmayan her kadın için genel bir hükümdür. Buradaki
emir âlimlerin ihtilaflarına göre ya vacip, ya da mendup bir emirdir. Alimlerden
bir kısmı vacip olduğu kanaatinde olup bunlara göre mehrin yarısıyla birlikte
aynı zamanda boşanma bedeli vaciptir. Diğer bir kısım âlimler ise müstehap
olduğu kanaatinde olup bunlara göre mehirle birlikte bir miktar boşanma bedeli
verilmesi de müstehaptır. [28]
Allah'ın Hz.
Peygamber (S.A.)'le Evlenmelerini Helâl Kıldığı Hanımlar
50- Ey Peygamber! Mehirlerini verdiğin hanımlarını, Allah'ın
sana ganimet olarak verdiği cariyeleri, seninle beraber hicret eden amcanın
kızlarını, halalarının kızlarını, dayının kızlarını, teyzelerinin kızlarını,
sana helâl kıldık. Eğer mümin bir kadın, kendisini Peygamber'e bağışlar ve
Peygamber de onu nikahlamak isterse, bunu da sana helâl kıldık. Bu (hüküm)
müminlerden ayrı olarak sadece, sana mahsustur. Sen sıkıntıya düşmeyesin diye,
Biz, müminlere eşleri ve sahip oldukları cariyeleri hakkında neleri farz
kıldığımızı bilmekteyiz. Allah, Gafûr'dur, Rahim'dir (çok affeden ve çok
bağışlayandır).
51- Hanımlarından
dilediğini geri bırakır, dilediğini yanına alabilirsin. Kendilerinden
uzaklaştıklarından birini istemende, sana bir günah yoktur. Bu sevinmeleri,
üzül-memeleri ve hepsinin verdiğin şeylere razı olmaları için en elverişli
yoldur. Allah kalplerinizde olanı bilir. Allah Alim'dir, Halim'dir.
52- Artık bundan sonra senin için başka kadınlar helâl değildir.
Güzellikleri hoşuna gitse de, onları başkalarıyla değiştirmen caiz değildir.
Ancak sahip olduğun cariyeler hariç. Allah her şeyi murakabe etmektedir.
Açıklaması
1- "Ey Peygamber!
Mehirlerini verdiğin hanımlarını... sana helâl kıldık."
Allah Tealâ bu ayette peygamberinin kendileriyle evlenmelerini
mubah kıldığı hanımlardan dört grubu zikretti. Bu dört gruptan ilk grup
me-hirleri verilen hanımlardır.
Ayetin manası şudur: Ey Rasulüm! Biz ücretlerini -yani
mehirlerini-verdiğin hanımları sana helâl kıldık. Mehri verilen kadın, mehrini
almayan kadından daha üstündür. Bu nassm ilk olarak zikrettiği mükemmel
durumdur. En kâmil olan mehrin hiçbir geciktirme olmaksızın tam olarak
verilmesidir. İnsanların mehri geciktirmeleri hususuna gelince bu ihtiyat
maksadıyla, mehirlerde çok aşın gidilmesi ve mehrin tam olarak ödenmesinin
imkânsızlığı sebebiyle örfte sonradan icad edilen şeylerdendir.
Peygamberimiz (s.a.)'in hanımlarına verdiği mehri on iki buçuk
ukıy-ye, yani beş yüz dirhem gümüş idi. Ancak Ümmü Habibe bt. Ebî Süfyan bundan
müstesna. Çünkü onun mehrini Peygamberimiz (s.a.) adına Necaşî dört yüz dinar
olarak verdi. Yine Safiyye bt. Huyeyy bundan müstesnadır. Çünkü Peygamberimiz
(s.a.) onu Hayber esirleri arasından seçti, sonra onu azad etti. Onun azad
edilmesini, mehri saydı. Ayrıca Cüveyriye bt. Haris el-Mustalikıyye adına
mükâtebe hisselerini Peygamberimiz (s.a.) Sabit b. Kays b. Şemmas'a ödedi ve
onunla evlendi.
2- "Allah'ın sana
ganimet olarak verdiği cariyeleri" sana helâl kıldık: Yani Allah, ganimet
mallarından aldığın cariyeleri sana mubah kıldı. Bu, kadınlardan ikinci gruptur.
Bunlar memlûk cariyelerdir. Peygamberimiz (s.a.) daha önce beyan ettiğimiz gibi
Safiyye, Cüveyriye, Reyhane bt. Şem'ûn en-Nadriyye, İbrahim'in annesi Mariye
el-Kıbtiyye'yi memlûk olarak aldı. Son iki cariye Peygamberimiz (s.a.)'in
normal ilişki kurduğu se-rîreleri idi.
3- "Seninle beraber
hicret eden amcanın kızlarını, halalarının kızlarını, dayının kızlarını,
teyzelerinin kızlarını" sana helâl kıldık.
Seninle birlikte muhacir olan amca kızları, hala kızları, dayı
kızları ve teyze kızlarını sana helâl kıldık. Ancak bunlardan hicret etmeyenler
müstesna.
Bu üçüncü grup kadının muhacir olmasının şart koşulduğu ve -daha
önce geçtiği gibi- Ümmü Hanî gibi muhacir olmayan hanımların helâl olmadığı
müstesna.
Amca ve hala kızlarından murad Kureyşli kadınlardır. Zira uzak
olsun, yakın olsun Kureyşlilere "Peygamberimiz (s.a.)'in amcaları" ve Kureyşli
kadınlara "Peygamberimiz (s.a.)'in halaları" denilmektedir. Dayı ve teyze
kızlarından murad Benî Zühre kızlarıdır. Peygamberimiz (s.a.)'in nikâhı altında
altı Kureyşli kadın olup Zühreli hiçbir kadın yoktu.
Ayette "amca" kelimesinin müfret olarak kullanılmasındaki
hikmet, Arapların "ibn" ve "bint" kelimelerinin, "el-Amm" kelimesine izafe
edilmesi durumunda alışılagelmiş âdetlerine uyulmasıdır, "hâl" kelimesindeki söz
de aynı misale göre kullanılmıştır.
4- "Eğer mümin bir
kadın kendisini Peygambere bağışlar ve Peygamber de onu nikahlamak isterse"
bunu da sana helâl kıldık.
Ey Peygamber! Eğer dilersen mehirsiz olarak kendisini nikahlamak
üzere sana kendisini bağışlayan mümin kadın sana helâldir.
Bu dördüncü gruptur. Bu gruptaki kadınların Hz. Peygamber
(s.a.)'e mubah kılınması iki şarta bağlıdır:
a) Kadının nefsini
Hz. Peygamber (s.a.)'e hibe etmesi,
b) Hz. Peygamber
(s.a.)'in bu kadını nikâhlamayı arzu etmesi.
Hibe lafzıyla evlilik Hz. Peygamber (s.a.)'in hususiyetlerinden
olup diğer müminlere caiz değildir. Peygamberimiz (s.a.)'in kendisini hibe eden
kadınla mehirsiz, velisiz ve şahidsiz evlenme hakkı vardır.
Allah'ın Peygamber'ine helâl kıldığı dört sınıf: Mehri verilen
kadınlar, memlûk cariyeler, akraba kadınlar ve kendilerini mehirsiz hibe eden
kadınlardır.
"Helâl kılınmak"tan murad umumi nikâh iznidir. Dikkat edilirse
İbni Abbas ve Mücahid'in dediği gibi: "Hz. Peygamber (s.a.)'in yanında hibe
edilmiş hiçbir kadın yoktu."
Kendi nefsini Hz. Peygamber (s.a.)'e hibe eden kadın olan Ümm
Şerîk ed-Devsiyye, Peygamberimiz (s.a.)'e:
- Nefsimi sana
bağışladım, deyince Peygamberimiz (s.a.) buna karşı sustu. Bunun üzerine bir
adam kalktı ve:
- Ya Rasulallah! Senin ona ihtiyacın yoksa, beni onunla
evlendir, dedi. (Peygamberimiz de onu ona nikahladı.)
Aynı şekilde kendilerine Hz. Peygamber (s.a.)'e hibe eden diğer
kadınlar da böyle idi. Ancak Peygamberimiz (s.a.)'in yanında kendini ona hibe
eden hiçbir kadın yoktu.
İbni Sa'd rivayet ediyor ki: Leyla bt. Hatim kendini
Peygamberimiz (s.a.)'e hibe etmiş, başka kadınlar da kendilerini Peygamberimiz
(s.a.)'e hibe etmişlerdi. Ancak biz Peygamberimiz (s.a.)'in bunlardan herhangi
birini kabul ettiğini işitmedik.
Eğer kendisini hibe eden kâfir ise bu kadın Hz. Peygamber
(s.a.)'e helâl olmaz. İbnü'l-Arabî diyor ki: Bana göre sahih olan, bu çeşit
kadının ona haram olmasıdır. Böylece bizden farklı olmaktadır. Zira fazilet ve
ikram açısından onun nasibi daha çoktur. Noksanlık açısından onun bundan
uzaklığı açıktır. Bize Kitap Ehli hür kadınları nikahlamak caiz kılındı.
Yüceliği sebebiyle ona mümin hanımlar tahsis edildi. Hicret faziletinin
noksanlığı sebebiyle hicret etmeyen kadınlar ona helâl olmazsa, küfür vasfı
sebebiyle hür kitabî kadının ona helâl olmaması daha lâyıktır.[29]
Mufavvada bir kadın kendisini Hz. Peygamber (s.a.)'den başka bir
adama hibe ederse, duhûl veya ölüm sebebiyle bu kadına mehr-i misil verilmesi
vacip olur. Berva' bt. Vasık kendi nefsini ortaya koyup kocası vefat edince
Rasulullah (s.a.) bu kadına mehr-i misil verilmesine hükmetti.
Cenab-ı Hak "sana has olarak..." cümlesinin muhtevasını Hz.
Peygamber (s.a.)'in hükümlerinin bazan müminlerin hükümlerinden farklı
olduğunu beyan ederek te'kid etti ve şöyle buyurdu:
"Sen sıkıntıya düşmeyesin diye, Biz, müminlere eşleri ve sahip
oldukları cariyeleri hakkında neleri farz kıldığımızı bilmekteyiz. Allah
Gafurdur, Rahim'dir." Yani ey Rasulüm, zikredilen hususlar seninle hanımların
hakkındaki hükümdür. Senin ümmetinin hanımlanyla olan hükmüne gelince, bunun
bilgisi bizim nezdimizde olup hikmet ve maslahat gereğine göre bunu kendilerine
beyan edeceğiz.
Ayetin manası şudur: Müminlerin sadece dört hür kadınla
evlenmeleri, putperestler ve mecusîler dışında mümine ve kitabî cariyelerden
dile-dikleriyle evlenmeleri, bunlarla hibe lafzıyla evlenmelerinin mubah
olmaması; veli, mehir ve şahitlerin şart kılınması şeklinde kendilerinin
maslahatlarının bulunduğu hükümleri ve bu hükümlerde Hz. Peygamber (s.a.)'den
farklı kılınması gibi müminlerin hanımları ve cariyelerin durumu hakkında farz
kılman hükümler, şartlar ve kayıtları Allah gayet iyi bilir.
Bu, daha önceki durumu te'kid eden ve bunu açıklayan bir ara
cümledir. Cenab-ı Hak -daha önce geçtiği gibi- bazı hükümlerin Hz. Peygamber
(s.a.)'e mahsus olmasının illetini zikretti. Bu illet şudur: Biz senden darlığı
ve meşakkati kaldırmamız için, kendini tamamen risaleti tebliğ etmeye vermen
için zikredilen kadınları, cariyeleri, akrabaları ve kendi nefsini hibe eden
kadınları sana mubah ve helâl kıldık.
Allah kendisinden sakınılması mümkün olmayan şeylerde seni ve
müminleri çok mağfiret edicidir; sıkıntıyı ve meşakkati ortadan kaldırmak ve
tevbe ettikleri günaha ceza vermemek suretiyle sana ve onlara çok
merhametlidir. Kısaca, "Allah Gafûr'dur, Rahim'dir." ifadesi ile Cenab-ı Hak
bütün müminlere mağfiret ve rahmetiyle ünsiyet vermektedir.
Allah Tealâ daha sonra Peygamberimizin Hz. Âişe gibi bazı
hanımlarının kendi nefislerini Peygamberimiz'e hibe eden kadınlara duydukları
kıskançlıklarına karşı ve onların geceleri hanımlar arasında taksim etme işini
Rasulullah (s.a.)'e havale etmelerine karşı cevap vermek üzere şöyle
buyurdu:
"Hanımlarından dilediğini geri bırakır, dilediğini yanına
alabilirsin." Yani ey Allah'ın Rasulü, hanımların arasında geceleri taksim etme
hususunda sen mutlak hürriyete sahipsin. Senin hanımlarından dilediğinle
yatmayı erteleme ve dilediğinle beraber geceleme hakkın vardır. Onlar
arasındaki taksimi terketmende senin için hiçbir mahzur yoktur. Bu taksimi
yapmak sana vacip değildir. Bilakis bu mesele sana aittir. Dolayısıyla
dilediğin kimseyi takdim eder, dilediğini ertelersin. Bununla birlikte
Peygamberimiz (s.a.) hanımları arasında geceleri taksim ederdi.
"Kendilerinden uzaklaştıklarından birini istemende sana bir
günah yoktur." Yani ayrıldığın ve kendileriyle birlikte gecelemeyi terkettiğin
hanımlardan birinin seninle beraber gecelemesini talep etmende senin üzerine
hiçbir günah, hiçbir mahzur ve darlık yoktur. Yine onlardan boşadığın kimseye
tekrar dönmekte sana hiçbir sorumluluk yoktur.
Allah Tealâ daha sonra geceleme ve tehir etmeyi Rasulullah
(s.a.)'e bırakmanın sebebini -bunun hanımlarının maslahatı ve menfaati için
olduğunu- beyan etmek üzere şöyle buyurdu:
"Bu, sevinmeleri, üzülmemeleri ve hepsinin verdiğin şeylere razı
olmaları için en elverişli yoldur." Yani onlar, Allah'ın senden hanımların
arasında geceleri taksim etme hususundaki sorumluluğu kaldırdığını, bunun sana
vacip olmadığını, dilersen eşit şekilde taksim yapabileceğini, dilersen
yapmayabileceğim, buna rağmen senin hiçbir zorlama olmaksızın kendi tercihinle
hanımların arasında geceleri eşit olarak taksim ettiğini bildikleri zaman buna
sevinecekler, bundan memnun olacak, senin iyiliğini takdir edecekler. Senin
taksim hususunda onlara verdiğin değeri, onların arasında eşitlik yapmanı,
onlara insaflı olmanı ve adaletle davranmam itiraf edecekler, bu yaptığından
hiçbir endişe ve kargaşaya düşmeden hepsi memnun olacaklardır.
Cenab-ı Hak sonra Hz. Peygamber (s.a.)'e ve hanımlarına tağlib
yoluyla müzekker sîgasını kullanarak şöyle buyurdu:
"Allah kalplerinizde olanı bilir. Allah, Alîm'dir, Halım'dir."
Yani Allah reddedilmesi mümkün olmayan şekilde hiçbir tercih yapmadan
kalplerinizin hanımlarınızdan bazılarına meyledip, bazılarına meyletmediğini
tam bir ilimle bilir. Allah gönüllerin gizlediği, vicdanların sakladığı şeyleri
gayet iyi bilendir, çok yumuşak davranan, bağışlayan günahkârların tevbe edip
Allah'a yönelme imkânı bulabilmeleri için onlara ceza vermede acele etmeyen, son
derece hilim sahibidir. Burada güzel niyetlere, gönül temizliğine ve kıskançlık
izlerine hakim olmak için kadınlara güzel muamelede bulunmaya teşvik vardır.
İmam Ahmed ve dört Sünen sahibi, Hz. Aişe (r.a.)'den
naklediyorlar: "Rasulullah (s.a.) geceleri hanımları arasında taksim eder,
adaletle davranırdı. Sonra da:
- "Allahım! Bu benim sahip olduğum şeydeki davranışımdır. Senin
sahip olup da benim sahip olmadığım şey hususunda beni kınama." diye dua
ederdi. Ebu Davud şunu ilave etti: (Rasulullah) kalbi kastetmektedir.
Allah Tealâ daha sonra Allah'ı ve Rasulünü tercih eden Hz.
Peygamber (s.a.)'in hanımlarının mükâfatlandırıldığını zikretti. Onları
boşamayı menetti ve başka hanımları ona haram kıldı ve şöyle buyurdu:
"Artık bundan sonra senin için başka kadınlar helâl değildir."
Yani ey Rasulüm! Şu anda senin yanında bulunan şu dokuz hanımın Allah'ı ve
Rasulünü tercih etmelerine karşılık olarak bunların dışmdakilerle evlenmek sana
haramdır.
Ebu Davud Nasih kitabında, Merdüveyh ve Beyhakî Sünen'inde
Enes'in şu sözünü rivayet etmektedirler: "Rasulullah (s.a.) hanımlarını muhayyer
bırakıp da onlar Allah ve Rasulünü tercih edince Cenab-ı Hak Rasulüne sadece
onlarla evlenmesini emretti."
Diğer hanımların ona haram kılınması şeklindeki bu hüküm ilk
hükümdür.
"Güzellikleri hoşuna gitse de, onları başkalarıyla değiştirmen
caiz değildir. Ancak sahip olduğun cariyeler hariç." Hanımların değiştirilmesi
ve boşamalarının haram kılınması, şeklindeki bu hüküm ikinci hükümdür.
Yani, ey Rasulüm! Senin ismetinde bulunan bu hanımlardan
başkalarıyla evlenmen ve onlardan birini boşayıp onun yerine başkasıyla
evlenmen suretiyle onları güzellikleri hoşuna giden başkalarıyla değiştirmen
sana helâl değildir. Ancak Mukavkıs'ın Rasulullah (s.a.)'e hediye edip onun
cariye olarak aldığı ve ondan henüz emzikli iken vefat eden ibrahim adlı çocuğun
dünyaya geldiği Mariye el-Kıbtiyye gibi elinin altında bulunan cariyeler
hariç.
"Güzellikleri hoşuna gitse de" sözü evlenme talebinde bulunulan
kıza bakmanın caiz olduğuna delildir.
Ebu Davud, Peygamberimiz (s.a.)'in şöyle buyurduğunu rivayet
etmektedir: "Sizden biriniz bir kadına talip olursa, onunla evlenmeye sebep
olacak şeye bakmaya imkân bulursa, bunu yapsın."
Mugîre b. Şu'be anlatıyor: Bir kadına talip oldum. Peygamberimiz
(s.a.) bana:
- Ona baktın mı? diye sordu. Ben:
- Hayır, dedim. Peygamberimiz (s.a.):
- Ona bak. Zira bu aranızda sevgi doğması için daha
uygundur.
"Allah her şeyi murakabe etmektedir." Allah herşeye muttali
olan, her-şeyi bilen, herhangi bir kişiden olan ve kâinatta meydana gelen
herşeyi murakabe etmektedir. O halde Onun emirlerine muhalefet etmekten
sakının. Zira Allah herkese yaptığının karşılığını verecektir. [30]
Hz. Peygamberin
Evine Giriş Edepleri Ve Hz. Peygamberin Hanımlarının Perde
Kullanmaları
53- Ey iman edenler!
Peygamber'in evlerine yemeğe davet edilmeksizin girip de yemek vaktini
beklemeyin. Ancak davet edildiğiniz zaman girin. Yemeği yiyince de hemen
dağı-lın. Orada sohbete dalmayın. Çünkü bu hareketiniz Peygamber'e eziyet
veriyor, o size birşey söylemekten utanıyordu. Ama Allah hakkı söylemekten
çekinmez. Peygamber'in hanımlarından birşey isteyece- zaman perde arkasından
iste-Böyle davranmak gerek sizin kalbiniz, gerekse onların kalpleri için daha
temizdir. Sizin Peygamber'e eziyet etmeniz ve onun ölümünden sonra hanımlarını
nikahlamanız ebediyen caiz değildir. Şüphesiz ki bu, Allah nezdinde büyük bir
günahtır.
54- Siz birşeyi açığa
vursanız da, gizleseniz de şüphesiz ki Allah her-
55- Mümin hanımların babalarına, oğuUanna, kardeşlerine, erkek kar- deşlerinin
oğuUanna, kızkardeşle- rinin oğullarına, müminlerin ha- nımlarına ve sahip
oldukları cariyelere görünmelerinde hiçbir günah yoktur. Ey mümin hanımlar!
Allah'tan korkun. Şüphesiz ki Allah herşeye şahittir.
Açıklaması
Bu ayetler evlere girip çıkma hususunda umumi edepler, perde
konulması, kadın ve erkeklerin birbirleriyle karışmamaları, Hz. Peygamber
(s.a.)'e eziyet etmenin ve onun vefatından sonra onun hanımlarıyla evlenmenin
haram olmasını ihtiva etmektedir.
Bu ayetler Hz. Ömer (r.a.)'in sözünün vahye uygun olduğu
ayetlerdendir. Nitekim Buhari ve Müslim'in Sa/ıi/ı'lerinde Hz. Ömer (r.a.)'in
şu sözü rivayet edilmektedir: Benim üç konudaki görüşüm Rabbimin buyruklarına
uygun düştü:
a) Ben: Ya Rasulallah! Makam-ı İbrahim'i namaz
kılma yeri edinsey-din, dedim. Bunun üzerine Cenab-ı Hak "Makam-ı İbrahim'i
namaz kılma yeri edinin." (Bakara, 2/125) ayetini indirdi.
b) Ben: Ya
Rasulallah! Senin hanımlarının yanına iyi-kötü herkes giriyor. Onlara perde
koysan! dedim. Bunun üzerine Cenab-ı Hak hicab ayetini indirdi.
c) Ben Hz. Peygamber
(s.a.)'in hanımları onun aleyhine ittifak ettiklerinde: "Peygamber sizi
boşarsa, umulur ki Rabbi ona sizden daha hayırlı eşler verir." dedim. Ayet de
aynı şekilde nazil oldu.
Bu hicap ayeti -Katade ve Vakıdî'nin ifade ettikleri gibi-
Zeyneb bt. Cahş ile Rasulullah (s.a.)'in evlendiği sabah nazil oldu. Bu evlilik
hicretin beşinci yılı Zilka'de ayında idi. Ayet Hz. Peygamber (s.a.)'in
sıkıntısını kaldıran içtimaî bir edeple başladı.
Cenab-ı Hak buyuruyor ki:
1- "Ey iman edenler! Peygamber'in evlerine
yemeğe davet edilmeksizin girip de yemek vaktini beklemeyin."
Ey Allah'ı Rab olarak, Muhammedi rasul olarak tasdik edenler!
Yemeğe davet edilmek suretiyle izin verilmeksizin her durumda Hz. Peygamber
(s.a.)'in evlerine girmeyin. Yemeğin pişmesini ve hazırlanmasını beklemeyin.
Yemek pişirilip hazırlık tamamlanınca o zaman içeri girin.
2- "Ancak davet edildiğiniz zaman girin. Yemeği
yiyince de hemen dağdın. Orada sohbete dalmayın."
Rasullullah sizi davet edince girmeye izin verdiği evine girin.
Davet edildiğiniz yemeği yedikten sonra dağılın, çeşitli konuları görüşmek ve
dünya işlerini konuşmak için orada beklemeyin.
Bu müminlerin Hz. Peygamber (s.a.)'in evlerine izinsiz
girmemesine, yemeğin pişmesini beklememesine, onu oyalamanın haram olduğuna,
birbirleriyle veya aile halkıyla lüzumsuz konuşma ile meşgul olarak yemekten
sonra Hz. Peygamber (s.a.)'in evlerinde kalmamasına delildir. Bu arzu edilmeyen
bir durumdur. Bir çeşit istenmeyen yük olma durumudur. Zira aile halkı kapları
temizleme ve yemek hazırlama yorgunluğundan dinlenmeye de ihtiyaç
duymaktadır.
Bunun için Peygamberimiz (s.a.), İmam Ahmed, Buhari, Müslim ve
Tirmizî'nin Ukbe b. Umre'den rivayet ettikleri hadis-i şeriflerinde şöyle
buyurmuştur: "Kadınların yanına girmekten sakının."
Cenab-ı Hak yemekten sonra Hz. Peygamber (s.a.)'in evlerinden
ayrılmanın talep edilmesinin sebebini şu ayetle açıklamaktadır:
"Çünkü bu hareketiniz Peygamber'e eziyet veriyordu. O da size
birşey söylemekten utanıyordu. Ama Allah hakkı söylemekten çekinmez."
Yani sizin Rasulullah'ın evinde kalıp sözle meşgul olmanız ve
yemeğin hazırlanmasından önce eve girmeniz Peygamber'e eziyet oluyordu. Halbuki
ona eziyette bulunmak haramdır. Bu durum onun bazı ihtiyaçlarını görmesine
engel olduğu ve aile halkına darlık verdiği için ona ağır geliyordu. Fakat Hz.
Peygamber (s.a.) son derece haya sahibi olduğu için onları bu durumdan
nehyetmekten hoşlanmıyordu. Nihayet Allah ona bunu nehyettiğine dair ayetleri
indirdi. Allah, hakkı beyan etmekten -onların Hz. Peygamberin evinde kalıp
beklememelerini ve evden çıkmalarını emretmekten- çekinmez. Bu, Hz. Peygamber
(s.a.)'e ait özel bir edep olmayıp bütün müminleri içine alan umumi bir
edeptir. Zira ev sahibine eziyet olduğu zaman o evde beklemek haramdır.
Nur suresinin 27-31. ayetleri, müminlerin evlerini; Ahzab
suresinin "Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve müminlerin hanımlarına söyle,
örtülerine bürünsünler." şeklindeki 59. ayeti müminlerin hanımlarının hicabını
açıkça anlatmaktadır.
3- "Peygamber'in
hanımlarından birşey isteyeceğiniz zaman perde arkasından isteyin."
Yani sizi Hz. Peygamber (s.a.)'in evlerine izinsiz girmekten ve
yemekte bulunmak için beklemekten nehy ettiğim gibi aynı şekilde Hz. Peygamber
(s.a.)'in hanımlarına bakmaktan da nehyettim. Siz onlardan yiyecek v.b.
faydalanılacak bir «şey istediğiniz zaman görmeyi engelleyecek bir engel ve
örtecek bir perde gerisinden isteyin.
Bundan nehyedilmesinin ve hicabın emredilmesinin sebebi Allah
Te-alâ'nın buyurduğu gibi: "Böyle davranmak gerek sizin kalpleriniz, gerekse
onların kalpleri için daha temizdir."
Bu eve izinle girme, yemekten sonra söze dalmadan hemen çıkma ve
perde kullanma gönül için daha temiz ve daha hoştur; şüphe, töhmet ve fitneden
daha uzak, kalplerin şeytanî vesvese ve fısıltılarından daha emindir.
Allah müminlere evlere girme edebini, kulağı ve gözü haramdan
korumayı öğretince bunu koruma çarelerini vurgulayarak şöyle buyurdu:
4- "Sizin
Peygamber'e eziyet etmeniz ve onun ölümünden sonra hanımlarını nikahlamanız
ebediyen caiz değildir."
Sizin Rasulullah (s.a.)'in evinde oturup onu oyalamanız,
Rasulullah (s.a.)'e eziyette bulunmaya sebep olmanız, ya da fiilen onu
daraltacak ve onun hoşlanmayacağı bir şeyi yapmanız sizin için doğru değildir,
uygun da değildir. Size yasaklanan herşey eziyet vericidir. Bundan sakının. Zira
Rasulullah (s.a.) sizi mutlu kılacak, dünya ve ahirette sizin hayrınıza olacak
şeylere karşı çok itina göstermektedir. Eziyet çeşitlerinin en şiddetlisi ve
size haram olan şeylerden biri Rasulullah (s.a.)'in ölümü veya boşanması
sebebiyle hanımlarından ayrıldıktan sonra onun hanımlarıyla evlenmek
istemenizdir. Çünkü bu hanımlar müminlerin anneleridir.
"Şüphesiz ki bu, Allah nezdinde büyük bir günahtır." Yani
Rasulullah (s.a.)'e eziyette bulunmanız ve onun vefatından sonra hanımlarıyla
nikah-lanılması büyük bir günahtır. Bu ayet ile durumun büyüklüğü ortaya
konulmuştur. Bu hususta şiddetli ifade ve tehdit yapılmıştır. Sonra açık ve
gizli her hususta eziyette bulunmaktan uzak kalma vurgulanmaktadır:
"Siz bir şeyi açığa vursanız da, gizleseniz de, şüphesiz ki
Allah her şeyi çok iyi bilir." Yani bu eziyetten bir şeyi ortaya koysanız da
gizleseniz de, muhakkak ki Allah herşeyi tam ve hassas bir ilimle gayet iyi
bilir. Gönüllerinizin gizlediği, vicdanlarınızın sakladığı şeyleri bilir.
Hiçbir şey ona gizli kalmaz: "O gözlerinizin hain bakışlarını ve gönüllerinizin
gizlediği şeyleri gayet iyi bilir." (Gafir, 40/19). O, her insana bu ilim
sebebiyle amellerinin karşılığını verir.
Allah Tealâ daha sonra Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımlarının
yabancı erkeklere görünmemesinden, mahrem akrabalarını, müminlerin hanımlarını
ve köleleri istisna ederek şöyle buyurdu:
"Mümin hanımların babalarına, oğullarına, kardeşlerine, erkek
kardeşlerinin oğullarına, kız kardeşlerinin oğullarına, müminlerin hanımlarına
ve sahip oldukları cariyelere görünmelerinde hiçbir günah yoktur. Ey mümin
hanımlar! Allah'tan korkun. Şüphesiz ki Allah herşeye şahittir."
Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımlarının nesep yönünden, ya da süt
yönünden olsun, babaları ve dedeleri, nesep veya süt babaları, özkardeşleri,
baba bir ya da ana bir kardeşleri, kardeşlerinin oğulları veya kız
kardeşlerinin oğulları önünde; yahut uzak-yakm mümin hanımların önünde veyahut
köleleri önünde hicabı, örtünmeyi terketme hususunda hizmet sebebiyle meydana
gelecek meşakkat ve sıkıntıyı kaldırmak bakımından hiçbir günah yoktur.
Ayet daha sonra daha fazla ihtiyat ve takva sahibi olma
uyarısıyla sona erdi. Cenab-ı Hak -mealen- şöyle buyurdu:
Gizli ve açık herşeyde Allah'tan korkun. O herşeye şahittir.
Hiçbir şey O'na gizli kalmaz. Dolayısıyla O'nu gözetin. O hayır-şer her amelin
karşılığını verir. Zira O görünen-görünmeyen âlemin ilmini bilir. Bu ifade de
emir ve nehiylere muhalefet etmekten sakındırma manası bulunmaktadır.
Müminlerin hanımları bu konuda Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımları
gibidir. Bunun delili Nur suresinin 31. ayetidir: "Mümin kadınlara söyle:
Gözlerini bakılması yasak olandan çevirsinler, iffetlerini korusunlar.
Süslerini, kendiliğinden görünen kısmı müstesna, açmasınlar. Başörtülerini
yakalarının üzerine salsınlar. Süslerini kocaları veya babaları veya
kayınpederleri veya oğulları veya kocalarının oğulları, kardeşleri, erkek
kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, müslüman kadınları,
cariyeleri, erkekliği kalmamış hizmetçiler ya da kadınların mahrem yerlerini
henüz anlamayan çocuklardan başkasına göstermesinler. Gizledikleri ziynetlerin
bilinmesi için ayaklarını yere vurmasınlar. Ey müminler! Kurtuluşa ermeniz için
hepiniz tevbe ederek Allah'a dönün."
Bu iki ayette amca ve dayının zikredilmemesinin sebebi İkrime ve
Şa'bi'nin zikrettiği gibi gördüklerini çocuklarına anlatabilecek olmaları veya
amca ve dayının zaten ana-baba makamında olmaları ve Allah Te-alâ'nın: "Biz
senin ilahına ve babaların İbrahim ve İsmail'in babalarına ibadet ederiz."
(Bakara, 2/133) ayetinde buyurduğu gibi amcanın bazan "baba" adıyla
adlandırılmasıdır. [31]
Peygamberimiz
(S.A.)'e Son Derece Saygılı Olma; Ona Ve Müminlere Eziyette Bulunmanın
Cezası
56- Şüphesiz ki Allah ve melekleri Peygamber'e salât ederler. Ey
iman edenler! Siz de ona salât edin ve tam bir teslimiyetle selâm verin.
57- Allah ve Rasulunu incitenlere
Allah dünyada ve ahirette lanet etmiş ve onlar için horlayıcı
bir azap hazırlamıştır.
58- Mümin erkeklere ve mümin kadınlara yapmadıkları bir şeyden
dolayı eziyet edenler, şüphesiz bir iftira ve apaçık bir günah
yüklenmişlerdir.
Açıklaması
"Şüphesiz ki Allah ve melekleri Peygamber'e salât ederler. Ey
iman edenler! Siz de ona salât edin ve tam bir teslimiyetle selâm verin."
Allah, Peygamber'ine rahmet ve rıza ile salât eder. Melekler de
mağfiret ve şanının yüceliği için ona dua eder. Bunun için, ey Allah'a ve
Rasulüne iman edenler, siz de: "Allahümme salli ve sellim alâ Muhammed" deyin.
Yani, onun için rahmet, daha ziyade şereflilik ve yüksek derece için dua
edin.
Bu ayetin "inne" ile te'kidli gelmesi ve süreklilik ifade etmesi
için isim cümlesi ile gelmesi bu hükme verilen önemi göstermektedir. Bu
cümlenin, başında "innallahe" şeklinde isim cümlesi şeklinde gelip, sonunda
"yusallû-ne" şeklinde fiil cümlesi olarak gelmesi, Allah'ın Rasulüne senasının
sürekli olarak yenilendiğini göstermek içindir.
Bu ayet daha önce zikredilen Rasulullah (s.a.)'i incitmemek
müminlerin şanındandır, şeklindeki hükmün sebebi yerindedir. Sanki şöyle
denilmektedir: Onu incitmeniz size yaraşan bir davranış değildir. Zira Allah
da, melekler de ona salât eder. Durum böyle olunca o sadece saygı ve ikrama
lâyıktır, demektir. Ayet devamlılık ifade etmek için isim cümlesiyle
başlamakta, bu ikram ve ta'zimin zamanla birlikte devamlı bir şekilde
yenilendiğine işaret etmek için isim cümlesiyle sona ermektedir.
Ayette anlatılmak istenen mana şudur: Allah Tealâ mukarrabîn
melekleri nezdinde Peygamber'ine sena ettiğini ve meleklerin de ona salâtta
bulunduğunu ifade etmek suretiyle kullarına, kulu ve Peygamber'inin me-le-i
a'lâdaki makamını bildirmektedir.
"Salât" daha önce açıkladığımız gibi, Allah tarafından olursa
rahmet, meleklerden olursa istiğfar, müminlerden olursa mağfiret ve Hz.
Peygamber (s.a.)'in şanının yüceltilmesi niyazında bulunmak manasındadır.
Bunun için Allah Tealâ hem ulvî, hem de süflî her iki âlemde bulunanların onun
için yaptıkları senalarının birleşmesi için dünyevî âlemde bulunanların da ona
salât ve selâmda bulunmalarını emretti.
Ona salâtta bulunmak mütevatir hadislerle bilinmektedir. Bu
hadislerden biri; Buhari, Müslim ve Ahmed'in Ka'b b. Ücra (r.a.)'den rivayet
ettikleri şu hadis-i şeriftir: Bir adam:
- Ya Rasulallah! Sana selâm vermeyi öğrendik. Peki, sana salâtta
bulunmak nasıldır? dedi. Peygamberimiz (s.a.):
- Şöyle de: Allahümme
salli alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammed kema salleyte alâ İbrahim. İnneke
Hamîdün Mecid. Allahümme barik alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammed kema bârekte
alâ İbrahim. İnneke Hamîdün Mecld." buyurdu.
İmam Malik, Ahmed, Buhari ve Müslim'in Ebu Humeyd es-Sâidî'den
rivayet ettiklerine göre sahabe-i kiram:
- Ya Rasulallah! Sana
nasıl salât edelim, diye sordular. Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurdu:
- Şöyle deyin: "Allahümme salli alâ Muhammedin ve ezvâcihi ve
zürri-yetihi kemâ salleyte alâ âli İbrahim. Ve bârik alâ Muhammedin ve ezvâcihi
ve zürriyyetihi kemâ bârekte alâ âli İbrahim. İnneke Hamîdün Mecid."
Kütüb-i Sitte müelliflerinin Ebu Said el-Hudrî'den rivayet
ettikleri bir hadis-i şerif şöyledir: Biz dedik ki:
- Ya Rasulallah! Biz sana selâm vermeyi öğrendik. Peki sana
salâtta bulunmak nasıldır? Peygamberimiz (s.a.):
- Şöyle deyin:
"Allahümme salli alâ Muhammedin abdike ve rasûlike kemâ salleyte alâ İbrahim. Ve
bârik alâ Muhammedin ve alâ âli Muham-med kemâ bârekte alâ âli İbrahim."
buyurdu.
Selâm verme: Es-selâmü aleyke ya Rasulallah, şeklindedir.
"Es-selâ-mü aleyke" ifadesinin manası, onun afetlerden ve noksanlıklardan
selâmette olması için Allah'a niyazda bulunmaktır.
Rasulullah (s.a.)'e salât ve selâm vermenin fazileti hakkında
pek çok hadis-i şerif varid olmuştur. Bunlardan biri İmam Ahmed ve İbni Mace'nin
Amir b. Rabia'dan rivayet ettikleri Peygamberimiz (s.a.)'in şu hadis-i
şerifidir: "Kim bana salâtta bulunursa, bana salâtta bulunduğu müddetçe
melekler ona dua etmeye devam ederler. Kul isterse az salât getirsin, isterse
çok salât getirsin."
Bir diğeri İmam Ahmed ve Neseî'nin Abdullah b. Ebî Talha'mn
babasından rivayet ettiği şu hadis-i şeriftir: Rasulullah (s.a.) bir gün
yüzünde sevinç alâmeti görüldüğü halde geldi. Sahabe-i Kiram:
- Ya Rasulallah! Biz senin yüzünde sevinç alâmeti görüyoruz,
dediler. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurdu:
- Bana melek geldi ve şöyle dedi: Ya Muhammedi Rabbin buyuruyor
ki: Ümmetinden bir kimse sana salat ederse, ben ona on misliyle karşılık
veririm. Ümmetinden biri sana selâm ederse, ben ona on defa selâm ederim.
Rabbinin böyle buyurması seni memnun etmiyor mu? Ben de: Evet, dedim."
Bir diğeri Müslim, Ebu Davud, Tirmizî ve Neseî'nin Ebu
Hureyre'den rivayet ettikleri şu hadis-i şeriftir: "Kim bana bir defa salât
getirirse Allah ona on misliyle karşılık verir."
Bunun için Şafiî, Rasulullah (s.a.)'e salat getirmeyi "vacib"
kabul etmiş, namazın son teşehhüdündeki salâtı "rükün" saymıştır. Şafiî'ye göre
birinci teşehhüddeki salât "müstehap"tır.
Âlimler "Sallû aleyhi ve sellimû" ayetindeki emrin vücûb ifade
ettiği, kaidesiyle amel ederek Peygamberimiz (s.a.)'e salât ve selâmda
bulunmanın ömürde bir defa farz olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Bu
hususta salât ve selâm kelime-i tevhid gibidir. Çünkü doğru olan görüşe göre
emir tekrar ifade etmez. Bu sadece mahiyet içindir. Tekrar etmek kaydından
mutlaktır. Onun bir defa meydana gelmesi mücerret mahiyetin gerçekleştirilmesi
için zarurettir
Peygamberimiz (s.a.)'in adının geçtiği her zaman ya da her
mecliste bir defa vacip oluşu yahut sayı ile sınırlamaksızın çokça salevatta
bulunmak, salevat getirmeyi teşvik eden ve salevatı terketmekten sakındıran
hadisleri delil olarak kabul etmektir. İyilikte bulunmayı teşvik eden: "Kim bir
Kasene getirirse, ona on misliyle karşılık vardır." (En'am, 6/160) ayeti bu
delillerden biridir.
Cuma gününde, Peygamberimiz (s.a.)'in kabrini ziyaret etme
esnasında, namaz için ezan okunduktan sonra ve cenaze namazında Rasulullah
(s.a.)'e çokça salât ve selâm getirmek sünnettir.
İmam Ahmed, Ebu Davud, Neseî ve İbni Mace'nin Evs b. Evs
es-Seka-fî (r.a.)'den rivayet ettikleri hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.)
şöyle buyurmaktadır: "En faziletli günlerinizden biri cuma günüdür: Âdem o gün
yaratıldı. O gün ruhunu teslim etti. Sur'a üfürülme o gündür. Bütün insanların
bayılıp helak olmaları o gündür. O halde o gün bana çok salevat getirin. Zira
sizin salevatınız bana arzolunur." Sahabe-i Kiram dediler ki:
- Ya Rasulallah! Bizim salevatımız nasıl sana arzolunur? Halbuki
sen çürümüş olacaksın. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurdu:
- Şüphesiz ki Allah yeryüzüne, peygamberlerin cesetlerini
yemesini haram kıldı.
İmam Ahmed, Müslim, Ebu Davud ve Tirmizî'nin Abdullah b. Amr b.
As (r.a.)'den rivayet ettikleri hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) şöyle
buyurmaktadır: "Müezzini işittiğiniz zaman onun söylediği gibi söyleyin. Sonra
bana salevat getirin. Zira kim bana salevat getirirse, Allah ona on misliyle
karşılık verir. Sonra Allah'tan benim için "vesile" isteyin. Çünkü o cennette
bir makam olup Allah'ın kullarından bir kuldan başkasına ait değildir. Ben
kendimin o kul olacağını ümid ediyorum. Kim benim için "vesileyi isterse,
şefaatim ona helâl olur."
Neseî'nin rivayetinde Ebû Ümame diyor ki: Cenaze namazında
sünnet olan; imamın tekbir getirmesi, sonra ilk tekbirin ardından gizlice kendi
kendine Fatiha'yı okuması, daha sonra Peygamberimiz (s.a.)'e salevat getirmesi,
cenaze için halisane dua etmesi, tekbirlerde hiçbir şey okumaması, sonra da
gizlice kendi kendine selâm vermesidir.
Ebu Davud'un Ebu Hureyre (r.a.)'den rivayet ettiği Nevevî'nin
Ez-kâr'da, bir önceki hadis gibi "sahih" kabul ettiği hadis-i şerifte
Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmaktadır: "Sizden biriniz bana selam verdiğinde
Allah bana ruhumu iade eder, ben de onun selâmını alırım."
Kuşkusuz Rasulullah (s.a.)'e çok salât ve selâmda bulunmak hayır
ve sevap getirir, cennete girmeye sebeptir, endişe ve üzüntüyü giderir,
unutkanlığı kaldırır.
Tirmizî'nin Ebu Hureyre (r.a.)'den riveyet ettiği hadis-i
şerifte Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmaktadır: 'Yanında ismim geçtiği halde
bana salevat getirmeyen adamın burnu yerde sürünsün. Ramazan ayı girip de
mağfirete nail olmayan adamın burnu yerde sürünsün. Yanında ana-baba-sı
yaşlılığa erişip de kendisini cennete sokamayan adamın burnu yerde sürünsün.
"
Peygamberimiz (s.a.)'e salât ve selâmın emredilmesinden sonra
Allah'ın emirlerine aykırı davranmak ve nehiylerini işlemek suretiyle Allah'ı
incitmekten; Rasulullah'ı bir ayıp ve kusurla niteleyip incitmekten nehiy
konusuna dönüldü. Cenab-ı Hak şöyle buyuruyordu:
"Allah ve Rasulünü incitenlere Allah dünyada ve ahirette lanet
etmiş ve onlar için horlayıcı bir azap hazırlamıştır."
Allah ve Rasulünün razı olmadıkları küfür ve isyanı irtikâp
etmek suretiyle Yahudilerin "Allah'ın eli dardır." (Maide, 5/64) ve "Üzeyir
Allah'ın oğludur." (levbe, 9/30) sözü; Hristiyanların "Mesih Allah'ın oğludur"
(Tev-be, 9/30) sözü; müşriklerin, "Melekler Allah'ın kızlarıdır. Putlar Allah'ın
ortakları olan tanrılardır." şeklindeki sözleriyle, Peygamberimiz (s.a.)
hakkında: O şairdir, sihirbazdır, kâhindir ve mecnundur, sözleriyle Allah ve
Rasulünü incitici ifadeler kullanarak Allah ve Rasulüne eziyette bulunan bu
kimseleri Allah dünya ve ahirette rahmetinden kovmuştur, onlar için cehennem
ateşinde horlayıcı, küçümseyici ve acı verici bir azap hazırlamıştır.
Bu ayet Allah Tealâ'nın, onları ilâhî rahmetten uzaklaştırma
şeklindeki cezalandırma ile kalmayıp bilakis onları acıklı cehennem azabı ile
de tehdit ettiğine delildir. Ayet Peygamberimiz (s.a.)'i herhangi bir şeyle
inciten herkes için umumi bir ifadedir. İmam Ahmed'in dediği gibi, kim onu
incitirse, Allah'ı incitmiş olur. Nitekim ona itaat eden kimse de Allah'a itaat
etmiş olur.
Allah ve Rasulünü incitenlerin durumunu beyan ettikten sonra
Allah Tealâ buna uygun olarak müminleri incitenlerin hükmünü beyan etmek üzere
şöyle buyurdu:
"Mümin erkeklere ve mümin kadınlara yapmadıkları bir şeyden
dolayı eziyet edenler, şüphesiz bir iftira ve apaçık bir günah
yüklenmişlerdir."
Kadın ve erkek iman ehlini söz ve fiilden eziyet şekillerinden
biriyle -ister bu eziyet ırza yönelik, ister şeref veya mala yönelik olsun-
kendilerinin beri oldukları, yapmadıkları ve işlemedikleri bir şeyi kendilerine
nispet etmek suretiyle mümine sövmek, onu dövmek veya öldürmek gibi eziyette
bulunmak gerçekten haksız yere eziyet olup bunu yapanlar katıksız bir yalan ve
büyük bir bühtan işlemiş olurlar. Bühtan, kişilere bilmedikleri ve yapmadıkları
bir şeyi ayıplama ve küçültme yoluyla nisbet etmektir. Bunlar açık seçik bir
günah işlemiş olurlar.
Bu ayetin benzeri şu ayet vardır: "Kim bir hata yapar veya günah
işler de, sonra onu suçsuz birinin üzerine atarsa, şüphesiz o iftira etmiş ve
apaçık bir günah yüklenmiş olur." (Nisa, 4/112).
En kötü eziyet çeşitleri arasında sahabeye dil uzatma, gıybet
etmek ve müslümanın ırzına söz ve fiille saldırma bulunmaktadır.
İmam Ahmed ve Tirmizî'nin Abdullah b. Mugaffel el-Müzenî'den
naklettikleri hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyuruyor: "Ashabım
hakkında Allah'tan korkun. Benden sonra onları hedef saymayın. Kim onları
severse, beni sevdiği için onları sevmiş olur. Kim onlara buğzederse, bana
buğzetmiş olur. Kim onları incitirse, beni incitmiş olur. Kim beni incitirse,
Allah'ı incitmiş olur. Kim Allah'ı incitirse, pek yakında Allah onu
cezalandırır. "
Ebu Davud ve Tirmizî'nin Ebu Hureyre'den rivayet ettiklerine
göre Peygamberimiz'e:
- Ya Rasulallah! Gıybet nedir? diye soruldu. Peygamberimiz,
- Kardeşini hoşlanmayacağı bir şeyle anmandır, dedi. Denildi
ki:
- Ne dersin, eğer kardeşimde söylediğim şey varsa?
Peygamberimiz:
- Eğer kardeşinde söylediğin şey varsa, onun gıybetini yapmış
olursun. Eğer onda söyledeğin şey yoksa, ona iftirada bulunmuş olursun,
dedi.
İbni Ebî Hatim ve Beyhakî Şuabü'l-İman'da Hz. Âişe (r.a.)'den
rivayet ediyorlar: Rasulullah (s.a.) ashabına:
- Faizin hangi çeşidi Allah nezdinde en kötüsüdür? diye sordu.
Ashab-ı Kiram:
- Allah ve Rasulü daha iyi bilir, dediler. Peygamberimiz
(s.a.):
- Allah nezdinde faizin en kötüsü müslüman kişinin ırzını helâl
saymaktır" dedi ve sonra da şu ayeti (Ahzab, 38/58) okudu: "Mümin erkeklere ve
mümin kadınlara yapmadıkları bir şeyden dolayı eziyet edenler, şüphesiz bir
iftira ve apaçık bir günah yüklenmişlerdir."
Kütüb-i Sitte sahiplerinin Ebu Hureyre'den rivayet ettikleri:
"Ben insanlarla "La ilahe illallah" deyinceye kadar savaşmakla emrolundum.
Bunu söyledikleri zaman kanlarını ve mallarını benden korumuş olurlar. Ancak
hakkıyla verilen ceza müstesna." şeklindeki mütevatir hadis-i şerife göre;
kısas sebebiyle yapılan eziyet, hırsızlık dolayısıyla elin kesilmesi sebebiyle
yapılan eziyet, çeşitli ta'zirler dolayısıyla yapılan eziyet ve mürtedler-le
çarpışma gibi haklı sebeplerle yapılan eziyet ise haram değildir.
Hz. Ebubekir (r.a.) bu hadisten, zekâtın, malın hakkı olduğu
manasını anlamış ve zekât vermeyenlere bu sebeple savaş açmıştı. Hz. Ebubekir
(r.a.) şöyle demişti: "Allah'a yemin olsun ki Rasulullah (s.a.)'e verdikleri bir
oğlağı zekât olarak vermezlerse, onlarla bu sebeple çarpışırım." Buna Hz. Ömer
(r.a.) karşı çıkmış ve "Ancak hakkıyla verilen hüküm müstesna." demişti. Zekât
ise malların hakkıdır. Bunun üzerine Hz. Ebubekir bunu görünce gönlü
rahatlamıştı. [32]
Kapatılması
Gerekli Yerlerin Örtülmesi İçin Kadınların "Cilbab" Ayeti
59- Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve müminlerin
hanımlarına söyle. Dış örtülerinden üzerlerine alıp örtsünler. Bu, onların
başkaları tarafından tanınıp rahatsız edilmemeleri için daha uygundur. Allah çok
bağışlayan, çok merhamet edendir.
Açıklaması
"Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve müminlerin hanımlarına
söyle. Dış örtülerini üzerlerine alıp örtsünler."
Allah, Rasulünden mümin hanımlara ve özellikle hanımlarına ve
kızlarına evlerinden çıkarken cariyelerden farklı olarak dış elbiselerini
üzerlerine örtmelerini istedi.
Cilbab, başörtüsünün üzerindeki ridadır. Bu konuda bu tesettürün
keyfiyeti hakkında çeşitli rivayetler vardır.
İbni Abbas diyor ki: Allah müminlerin hanımlarına ihtiyaç için
evlerinden dışarı çıktıklarında yüzlerini başlarından itibaren "cilbab" ile
kapatmalarını ve sadece bir gözlerini göstermelerini emretti.
İbni Cerir'in rivayetine göre Muhammed b. Şirin diyor ki: Abîde
es-Selmanî'ye "Dış örtülerini üzerlerine alıp örtsünler." ayetini sordum.
Yüzünü ve başını örttü, sadece sol gözünü açıkta bıraktı.
Abdürrezzak ve İbni Ebî Hatim, Ümmü Seleme'den rivayet
ediyorlar: Bu ayet, "Dış örtülerini üzerlerine alıp örtsünler." ayeti nazil
olunca ensa-rın hanımları sükûnet içerisinde, sanki başlarının üzerinde kargalar
varmış gibi, üzerlerinde giydikleri siyah elbiseler olduğu halde dışarı
çıktılar.
Şer'î hükümlerin iyice yerleşmesinden sonra inen bu ayetin
gayesi emredilen tesettürün mutlaka kapanması gerekli yerlere ilâve olarak
emredilen dış örtülerdir. Bu emir kadını töhmet ve kuşkudan uzaklaştıran, fasık
erkeklerin sarkıntılıklarından koruyan güzel bir edeptir.
Şer'î tesettür, altındakini göstermeyecek şekilde bir elbise ile
vücudun tamamını örten dış elbisedir. Kadın evinde kocasının yanında dilediği
şekilde giyinebilir.
"Bu, onların başkaları tarafından tanınıp rahatsız edilmemeleri
için daha uygundur." Yani dış elbiseleri giymek ya da tesettür kadınların hür
olduklarının, cariye veya zaniye olmadıklarının bilinip de fısk ve fücur
ehlinin sarkıntılıklarına uğramamaları için daha uygundur. Allah, o kadınların
geçmişte yaptıkları tesettürü ihmal etme günahlarını, ayrıca hata ile kasıt
olmaksızın tesettürü ihlâl ettiklerinde Allah'ın emrine yönelenleri çok
bağışlayandır. Kullarının yararını gözetmek ve onlara bu güzel edebi irşat etmek
suretiyle kullarına rahmeti çok geniş olandır.
Cariyelere gelince; şeriat, sıkıntıya girmelerini ve örtüye
bürünüp meşakkate uğramalarını ortadan kaldırmak ve efendilerine hizmet
etmelerini kolaylaştırmak için cariyelere tam anlamıyla, bütünüyle tesettürü
emret-memiştir. Cumhurun görüşü budur.
Ebu Hayyan diyor ki: "Müminlerin hanımları" ifadesinden ilk
anlaşılan hür ve cariye kadınların tamamını içine almaktadır. Cariyelerin
fitneye sebep olmaları, tasarruflarının çokluğu sebebiyle hür kadınlardan daha
çoktur. Dolayısıyla cariyelerin kadınlar ifadesinin genel kavramından
çıkarılması için açık bir delile ihtiyaç duyulmaktadır.[33]
Münafıkların
Tehdit Edilmeleri Ve Cezaları
60- Yemin olsun ki, eğer münafıklar, kalplerinde hastalık
bulunanlar Medine'yi yalan haberlerle ayağa kaldıranlar bu hallerinden
vaz-geçmezlerse, mutlaka seni başlarına musallat ederiz. Sonra orada sana ancak
çok az bir zaman komşuluk edebilirler. az zaınanda da lanetlenmiş olarak kalırlar. Nerede bulunurlar- sa
bulunsunlar derhal yakalanırlar ve
kıyasıya öldürülürler.
62- Bu, Allah'ın daha önce gelip geçmiş ümmetlerdeki kanunudur.
Elbette ki sen, Allah'ın kanununda hiçbir değişme bulamazsın.
Açıklaması
Cenab-ı Hak içlerinde küfrü gizleyip iman ettiklerini söyleyen
münafıkları uyarıp onlara tehditte bulunarak şöyle buyurdu:
'Yemin olsun ki, eğer münafıklar, kalplerinde hastalık
bulunanlar, Medine'yi yalan haberlerle ayağa kaldıranlar bu hallerinden
vazgeçmezlerse, mutlaka seni başlarına musallat ederiz. Sonra orada sana ancak
çok az bir zaman komşuluk edebilirler."
Eğer münafıklar, kalplerinde iman zayıflığı, din konusunda şüphe
ve kuşku bulunanlar, müslümanlarm tarafını zayıflatmak ve müşriklerin
üstünlüklerini ve müslümanlara galip geldiklerini ortaya koymak anlamını ihtiva
eden yalan ve uydurma haberleri yayarak Medine'yi sarsanlar içlerinde
bulundukları nifak durumundan vazgeçmezlerse, seni onların üzerine musallat
ederiz, sana onlarla çarpışmayı ve Medine'den uzaklaştırılmalarım emrederiz.
Böylece onlar orada seninle pek az bir zaman birlikte kalabileceklerdir.
Bu üç özellik -yani ikiyüzlülük, hastalıklı kalplere sahip olma
ve yalan haberlerle korkutma- tek şey sebebiyledir. Çünkü iman zayıflığı
sebebiyle kalp zayıflığı ve fitne çıkarıp kötü haberleri yayma, ikiyüzlülüğün
ayrılmaz özelliklerindendir. Münafıklar bu üç özelliğin hepsini
taşımaktadırlar.
İster küfrü gizlemek olsun, isterse fasıklık, isyankârlık ve
çirkin söz ve hayasız davranışlarla kadınlara sarkıntılık yapmak ve kadınların
görülmeyen yerlerini görebilmek için onların peşinden gitmek olsun, isterse
İslâm cemaatinin maneviyatını zayıflatacak, yenilgilerine ve düşmanların
kendilerine karşı zafer kazanmalarını kolaylaştıracak olan korku ve endişe
yayan, maksatlı yalan haberler çıkartmak olsun, bu üç özellikten her biri İslâm
toplumu için tehlikelidir.
Cenab-ı Hak onların dünya ve ahiretteki cezalarını beyan etmek
üzere şöyle buyurdu:
"O az zamanda da lanetlenmiş olarak kalırlar. Nerede
bulunurlarsa bulunsunlar derhal yakalanırlar ve kıyasıya öldürülürler." Yani
onlar Medine'de kısa bir zaman ikamet etmeleri müddetinde Allah'ın rahmetinden
kovulmuş, reddedilmişlerdir. Zillet içinde olmaları ve azlıkları sebebiyle
nerede bulunurlarsa bulunsunlar kendilerine kolayca erişilir, derhal yakalanır,
en kötü şekilde öldürülürler. Dolayısıyla kendilerini himaye edecek hiçbir kimse
bulamazlar, bilakis kendilerine işkence yapılır, esir olarak alınır, tamamen
yok edilmelerine sebep olacak şekilde şiddetle öldürülürler.
Bu ayet onların esir olarak alınmalarına ve nifak üzerine devam
ederlerse, öldürülmelerinin emredildiğine delildir. Bu ise Rasulullah (s.a.)'in
hayatının sonlarında olmuştu.
Allah Tealâ bundan sonra bu cezanın geçmişteki ve gelecekteki
bütün münafıklar hakkında genel bir hüküm olduğunu açıklamakta ve şöyle
buyurmaktadır:
"Bu, Allah'ın daha önce gelip geçmiş ümmetlerdeki kanunudur.
Elbet-teki sen, Allah'ın kanununda hiçbir değişme bulamazsın."
Bu hüküm -yani münafıkların lanete uğramaları, yakalanmaları,
öldürülmeleri, müminlerin münafıklar üzerine musallat kılınmaları ve
ezilmeleri- nifakları ve küfürleri üzerinde devam ettikleri ve içinde
bulundukları durumdan dönmedikleri zaman geçmiş bütün devirlerde münafıklar
hakkındaki Allah'ın kanunudur, sünnetullahtır. Allah'ın bu husustaki kanunu
hikmete, maslahata ve ümmetin salahı üzerine kurulduğu için değişmez,
değişikliğe uğramaz. Bilakis bu ilâhî kanun tarih boyunca bu gibi kimseler
hakkında daimî ve sabit bir kanundur. [34]
Kâfirlerin
Kıyametin Yakın Olmasıyla Tehdit Edilmeleri Ve Cezalarının Cinsinin Beyan
Edilmesi
63- İnsanlar sana kıyameti soruyorlar. De ki: "Onun bilgisi
ancak Allah'ın katındadır." Ne bilirsin, belki de kıyamet çok yakındır.
64- Şüphesiz ki Allah
kâfirleri lanetlemiş ve onlar için alev alev yanan bir ateş hazırlamıştır.
65- Onlar orada ebediyyen kalacaklardır. Kendilerine ne bir
dost, ne de bir yardımcı bulabileceklerdir.
66- Yüzleri ateşte çevrildiği gün onlar: "Keşke Allah'a itaat
etseydik, Peygamber'e itaat etseydikr derler.
67- Onlar şöyle derler:
"Ey Rabbi-miz! Biz efendilerimize ve büyüklerimize uyduk. Onlar ise bizi doğru
yoldan saptırdılar.
68- Ey Rabbimiz! Onlara
iki kat azab ver. Onlara büyük bir lanetle lanet eyle." derler.
Açıklaması
"İnsanlar sana kıyameti soruyorlar. De ki: Onun bilgisi ancak
Allah'ın katındadır." Yani insanlar çok kere kıyametin kopma vaktini
soruşturuyorlar. Müşrikler bunu basite alarak alaylı bir tarzda soruyorlar.
Münafıklar bunu inatçılıkla soruyorlar. Yahudiler ise imtihan etmek için
soruyorlar. Hz. Peygamber (s.a.), Allah'ın kendisine öğretmesiyle onlara cevap
veriyor: Hiç şüphesiz kıyamet hakkındaki bilgi Allah Tealâ'ya aittir. Allah bu
bilgiyi hiçbir meleğe, ya da gönderdiği hiçbir peygambere vermemiştir.
Kıyametin meydana gelme vaktini bilen yalnız O'dur.
Cenab-ı Hak kendisinden başka hiçbir kimsenin kıyametin ne zaman
kopacağını bilmediğini te'kid etmek üzere şöyle buyurdu:
"Ne bilirsin, belki de kıyamet çok yakındır." Onu sana ne
bildirebilir? Zira o Allah Tealâ'ya ait gaybî olaylardandır. Belki de yakın bir
vakitte meydana gelebilir. Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle
buyurmaktadır: "Kıyamet yaklaştı, ay yarıldı." (Kamer, 54/1). Bir diğer ayet de
şöyledir: "İnsanların hesaba çekilme zamanı yaklaştı. Fakat onlar hâlâ
gaflettedirler, aldırmıyorlar." (Enbiya, 21/1); "Şüphesiz ki Allah'ın emri
gelmektedir. (Alay ederek) onun acele gelmesini istemeyin." (Nahl, 16/1).
Peygamberimiz (s.a.), Buhari'nin rivayet ettiği bir hadis-i şerifte, şehadet
parmağı ile orta parmağını işaret ederek: "Ben kıyametle birlikte bu iki parmak
gibi gönderildim." buyurmuştur.
Bu ayette daha önce geçtiği gibi kıyametin derhal gelmesini
isteyenlere tehdit, inatçılara ise azarlama yapılmaktadır.
Allah Tealâ daha sonra kıyamet gününü bekleyen kâfirlerin
cezalarının cinsini zikretmek üzere şöyle buyurmuştur:
"Şüphesiz ki Allah kâfirleri lanetlemiş ve onlar için alev alev
yanan bir ateş hazırlamıştır." Yani Allah kâfirleri rahmetinden uzaklaştırıp
kovmuş ve onlar için ahirette şiddetle yanan bir ateş hazırlamıştır.
"Onlar orada ebediyyen kalacaklardır. Kendilerine ne bir dost,
ne de bir yardımcı bulabileceklerdir." Yani onlar cehennem ateşindeki bu azap
içinde sürekli olarak kalacak, ebedî olarak bulunacaklardır. Onların bu azaptan
kurtuluş hususunda hiçbir ümitleri yoktur. Dolayısıyla onlar kendilerine
yardımcı olacak, içlerinde bulundukları durumdan onları kurtarıp destek olacak
hiçbir kimse bulamayacaklardır. Onların kendilerinden azabı kaldıracak hiçbir
şefaatçileri yoktur.
Cenab-ı Hak sonra da azabın durumunu anlatmak üzere şöyle
buyurdu:
'Yüzleri ateşte çevrildiği gün onlar: "Keşke Allah'a itaat
etseydik, Peygamber'e itaat etseydik!" derler." Yani onlar yüzükoyun ateşte
olup, yüzleri cehennemde sürtülür. Ateşte kızartılan et gibi bir taraftan diğer
tarafa döndürülürler. İşte o zaman şöyle diyerek temennide bulunurlar: "Keşke
dünya hayatında Allah'a itaat eden, Rasulullah (s.a.)'e itaat eden ve onun
getirdiğine iman edenlerden olup müminlerin kurtuldukları gibi biz de azaptan
kurtulsaydık."
Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle buyuruyor: "O gün
zalim, pişmanlığından ellerini ısırıp şöyle der: N'olaydı keşke Peygamberle
birlikte hak yolu tutsaydım." (Furkan, 25/27). Yine Cenab-ı Hak onlardan haber
vererek şöyle buyuruyor: "Kâfirler kıyamet günü, keşke müslüman olsaydık,
temennisinde bulunurlar." (Hıcr, 15/2).
Sonra da başkalarını taklit ettikleri şeklinde mazeret beyan
ederler. Allah Tealâ bu durumu tavsif etmek üzere şöyle buyuruyor:
"Onlar şöyle derler: Ey Rabbimiz! Biz efendilerimize ve
büyüklerimize uyduk. Onlar ise bizi doğru yoldan saptırdılar."
Kâfirler o gün cehennem azabında iken şöyle derler: Ey Rabbimiz!
Biz şirk ve küfürde başkanlarımıza, liderlerimize ve bilginlerimize uyduk,
peygamberlere karşı çıktık. Onların söyledikleri şeylerde haklı olduklarına
inandık. Onlar da bizi doğru yoldan ayırdılar. Allah ve Rasulünü inkâr etme,
Allah'ın birliğini ve Ona ihlâsla taatte bulunmayı reddetme şeklindeki süslü
sözleriyle bizi hidayet yolundan saptırdılar.
Allah Tealâ daha sonra kâfirlerin gönüllerinde kaynayan ve
kendilerini liderler, emirler ve şerefli kimselere karşı intikam almaya
sevkeden kinlerini tasvir ederek şöyle buyurdu:
"Ey Rabbimiz! Onlara iki kat azap ver. Onlara büyük bir lanetle
lanet eyle, derler." Yani Rabbimiz! Onlara, bize azap ettiğinin iki misliyle,
küfür azabı ve bizi sapıklığa düşürme azabı ile iki defa azap et ve onları
rahmetinden çok uzak bir şekilde uzaklaştır.
Bu ayet Buhari ve Müslim'in Abdullah b. Amr'dan naklettikleri şu
hadisin manasındadır. Hz. Ebubekir:
- Ya Rasulallah! Bana
namazımda okuyacağım bir dua öğret, dedi. Peygamberimiz (s.a.):
- Şöyle de: "Allahım!
Ben nefsime çok zulmettim. Günahları senden başkası affedemez. Beni senin
nezdinden bir mağfiret ile bağışla. Bana rahmet eyle. Zira çok bağışlayan ve
çok merhamet eden sensin."
Hadis-i şerifteki "zulmen kesîra" ifadesi "zulmen kebîra"
şeklinde de rivayet edilmekte olup her ikisi aynı manadadır. Bazıları ise dua
eden kimsenin duasında her iki lafzı birlikte zikretmesini uygun görmüşlerse
de, İbni Kesir şöyle der: Bu görüş tartışmalıdır. Bilakis evlâ olan, dua eden
kimsenin bazan bunu, bazan da bunu söylemesidir. Kur'an okuyan kimse de aynı
şekilde iki kıraat arasında muhayyerdir. Hangisini okursa güzeldir. İki kıraati
birarada okuma hakkı yoktur.[35]
Müminlere
Eziyetin Haram Kılınması Ve Takvanın Emredilmesi
69- Ey iman edenler! Musa'ya eziyet edenler gibi olmayın. Allah Musa'yı onların söylediklerinden temize çı- Allah
nezdinde değerli bir
70- Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve doğru söz söylevin.
71- Böylece Allah amellerinizi salih kılsın ve günahlarınızı
bağışlasın. Kim Allah'a ve Rasulüne itaat ederse şüphesiz o, en büyük kurtuluşa
ermiş olur.
Açıklaması
"Ey iman edenler! Musa'ya eziyet edenler gibi olmayın. Allah
Musa'yı onların söylediklerinden temize çıkardı. O Allah nezdinde değerli bir
kuldu."
Yani ey Allah'a ve Rasulüne iman edenler! Rasulullah (s.a.)'e,
onun hoşlanmayacağı ve sevmeyeceği bir şekilde söz ve davranışla eziyette
bulunmayın. Hz. Musa'yı yalan ve iftira ile ayıplamak, Allah'ı açıktan görmeyi
istemek gibi onu âciz bırakacak bir talepte bulunmak, onu yalnız başına
savaşması için terketmek, yahut ondan çeşitli yiyecekler talep etmek gibi
ifadelerle Hz. Musa'ya eziyette bulunanlar gibi olmayın. Allah Musa'yı, onların
söyledikleri yalan ve iftiralardan temize çıkardı. Hz. Musa, Rabbi nezdinde
şerefli, itibarlı ve değerli bir kimse idi. Hasan-ı Basrî diyor ki: Musa, Allah
nezdinde duası makbul bir kimse idi. Bir başka selef âlimi ise: O Allah'tan ne
istemişse, Allah ona vermiştir. Fakat Allah, dünyada görülmesi talebini,
iradesi gereği reddetmiştir.
Peygamberimiz (s.a.)'i incitme örneklerinden biri Buhari, Müslim
ve Ahmed'in Abdullah b. Mes'ud'dan rivayet ettikleri şu hadis-i şeriftir:
Rasulullah (s.a.) bir gün ganimet taksimi yaptı. Ensardan bir adam:
- Bu Allah'ın rızasının
murad edilmediği bir taksimdir, deyince Peygamberimiz (s.a.)'in yüzü kızarmış
ve:
- Allah Musa'ya rahmet eylesin. Bundan daha çok eziyete uğramış
ve sabretmiştir, demişti.
Ahmed b. Hanbel yine İbni Mes'ud'dan Peygamberimiz (s.a.)'in
ashabına şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Hiçbir kimse, ashabımdan hiçbiri
hakkında bana bir şey (onun bir kusurunu, bir ayıbını) bildirmesin. Zira ben
sizin yanınıza temiz bir gönülle çıkmayı arzu ederim."
Hz. Musa'ya eziyet edilmesi, onun incitilmesi kanaatimizce
bedenindeki bir kusurla ayıplanması değil, İbni Mes'ud'dan gelen birinci
hadisin delaletiyle tasarruflarının tenkid edilmesi sebebiyle idi.
Cenab-ı Hak söz veya davranışla Rasulullah (s.a.)'in
incitilmesinden nehyettikten sonra müminlere, kendilerinden beklenilen söz ve
davranışları açıkladı. Bu davranışlar "hayırlı davranışlar", bu sözler "doğru
sözler" olmalıydı. Zira hayrı işleyip şerri terkedenler Allah'tan korkmuş olur,
doğru konuşan da isabetli konuşmuş olur. Buyuruyor ki:
"Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve doğru söz söyleyin." Ey
Allah ve Rasulüne inanlar! Allah'a isyan etmekten sakınmak, emirlerine sarılmak,
O'na O'nu görür gibi ibadette bulunmak suretiyle bütün işlerinizde Allah'tan
korkun. Bütün işlerinizde doğru ve hak söz söyleyin. Bu ifade içine "Lailâhe
illallah" demek, insanların arasını ıslah etmek girdiği gibi Hz. Zeyd ve Hz.
Zeyneb'in durumu hakkında konuşmak da girer. Peygamber'e, helâl olmayan şeyi
nispet etmeyin.
Daha sonra bu iki emir, -davranışlarda hayırlılık, sözlerdeki
dürüstlük- için iki vaadde bulundu. Cenab-ı Hak şöyle buyurdu:
"Böylece Allah amellerinizi salih kılsın ve günahlarınızı
bağışlasın." Yani hayır işlemeye karşılık onlara amelleri salih kılmak -kabul
etmek-mükâfatını vaadetti, sahibini ebedi kalacağı cennete lâyık kıldı. Doğru
söz için de, geçmiş günahların affedileceği vaadini verdi. Gelecekte
kendilerinden meydana gelecek hata ve günahlar için tevbeyi ilham
edecektir.
Allah Tealâ daha sonra da onları itaate teşvik ederek şöyle
buyurdu:
"Kim Allah ve Rasulüne itaat ederse, şüphesiz o en büyük
kurtuluşa ermiş olur." Yani kim Allah'ın ve Rasulünün emirlerine itaat eder,
nehiyler-den kaçınırsa, cehennem ateşinden korunmuş olur. Ebedî nimete lâyık
olur. Allah'a itaat Rasulullah (s.a.)'e itaatle aynı olduğu halde Cenab-ı Hak
itaat edenin Allah nezdinde ahid, Rasulullah (s.a.) nezdinde de önemli bir yer
kazanacağını beyan etmek için her ikisini birarada toplamıştır.[36]
Yükümlülükler Ve
Bunlarla Sorumlu İnsanların Sınıflandırılması
72- Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik. Onlar
bunu yüklenmekten kaçındılar ve korktular. Onu insan yüklendi. Şüphesiz ki insan
çok zalim ve çok cahildir.
73- Bunun neticesi olarak Allah mü- nafık erkeklere ve münafık
kadınara müşrik erkeklere ve müşrik
kadınlara azap edecek, mümin er- keklerin ve mümin kadınların da tevbelerini kabul edecektir. Allah çok
bağışlayan ve çok merhamet edendir.
Açıklaması
Allah Tealâ şer'î yükümlülüklerin önemi ve ağırlığını ve bu
yükümlülüklerin göklerin ve yerin bile yüklenmekten kaçındıkları büyük bir yük
olduğunu beyan etmek üzere şöyle buyurdu:
"Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik. Onlar bunu
yüklenmekten kaçındılar ve korktular. Onu insan yüklendi. Şüphesiz ki insan çok
zalim ve çok cahildir."
Biz farzlar ve taatler gibi şer'î yükümlülükleri bu büyük
varlıklara teklif ettik. Bu varlıklar buna güç getiremediler, şuur ve idrak
sahibi oldukları farz edilerek bu emanet kendilerine teklif edildi; ama bu
varlıklar bu emanetin sorumluluğunu taşımayı reddettiler ve bunu taşımaktan
korktular. Fakat insan bu emanetle mükellef kılındı. İnsan zayıflığına rağmen
bu emaneti yüklendi. İnsanoğlu bu konuda nefsine çok zulümkârdır ve taşıdığı
emanetin değerini bilme hususunda çok cahildir.
İbni Abbas diyor ki Cenab-ı Hak "emanet" ile taat ve farzları
kastetmektedir. Bunları Âdem'e arzetmeden önce, bu varlıklara arzetti. Onlar
bunu taşıyamadılar. Bunun üzerine Cenab-ı Hak Âdem'e şöyle dedi:
- Ben emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettim. Onlar buna
güç getiremediler. Peki, sen bu emanetin içinde olanları alır mısın?
- Ya Rabbi! Bunun içinde ne var? dedi. Cenab-ı Hak:
- Eğer iyi amel işlersen, mükâfata nail olursun. Kötü amel
işlersen, cezalandırılırsın, buyurdu. Bunun üzerine Hz. Âdem bu emaneti alıp
yüklendi. Bu, ayette işaret edilen husustur: "Bu emaneti insan yüklendi.
Şüphesiz ki insan çok zalim ve çok cahildir." Bundan murad insan cinsinin genel
durumudur.
"Emanet", eda edilmesi sevaba, zayi edilmesi cezaya sebep olacak
taat ve farzları ihtiva etmektedir. Bu ifade, üzerinde hiçbir delil olmayan mal
emanetlerini de ihtiva etmektedir. Cünüp kimsenin gusletmesi emanettir, namus
emanettir, kulak emanettir, göz emanettir, dil emanettir, karın emanettir, el
emanettir, ayak emanettir.
İnsan, içinde olanları bilmemesi sebebiyle bu emaneti yüklendi,
bu varlıklar ise bu emaneti gayet iyi takdir ettiler. İnsanoğlu bununla beraber
nefsî infialler ve şahsî arzulardan etkilenmektedir, işlerin sonuçlarını
düşünmemektedir. Bu yükümlülükler şehvet hakimiyetini engellemek ve içgüdüleri
ve içindeki dahilî güçlerin tesirini engellemek için bir vesiledir.
Cenab-ı Hak bu yükümlülüklerin mükellefler arasındaki
neticelerini beyan etmek üzere şöyle buyurdu:
"Bunun neticesi olarak Allah münafık erkeklere ve münafık
kadınlara, müşrik erkeklere ve müşrik kadınlara azap edecek, mümin erkeklerin ve
mümin kadınların da tevbelerini kabul edecektir. Allah çok bağışlayan ve çok
merhamet edendir."
İnsanoğlunun bu emaneti -şer'î yükümlülükleri- yüklenmesi
neticesi olarak insanlar iki gruba ayrılmıştır:
1- Münafık erkekler
ve münafık kadınlar: Bunlar iman ehlinden korkarak iman ettiğini ortaya koyan
ve küfür ehline tâbi olarak içinde küfrü gizleyen kimselerle; müşrik erkekler ve
müşrik kadınlar, içi-dışı Allah'a şirk koşma ve peygamberlere aykırı davranma
içinde olanlar birinci grubu teşkil etmektedir.
2- İkinci grup ise mümin erkekler ve mümin
kadınlar, yani Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve Allah'a
itaatle amel edenler olup bunlar tevbe ettiklerinde Allah'ın tevbelerini kabul
ettiği, ibadet ve benzeri taşıdıkları emanetleri eda eden kimselerdir. Zira
Allah müminlerin günahlarını çok bağışlayan ve onlara çok merhamet edendir.
Bu ayet Allah'ın insana çok bağışlayıcı ve çok merhamet edici
olduğunu bildirdiğine ve bizzat ona bakıp onu çok zalim ve çok cahil olduğunu
gördüğüne delildir. Cenab-ı Hak daha sonra ona bu emaneti teklif etti.
İnsanoğlu da mağfiret ve rahmetle takviye edildiğini bildiği için, zulümkâr
olduğundan ve bilgisizliğinden bu emaneti kabul etti. Bunun manası şudur:
İnsanın fıtrî hastalığı vardır. Bu hastalığın ilâcı ve tedavisi ise insanın
tevbe etmesi, Allah'a yönelişi ve taati sebebiyle Cenab-ı Hakkın vereceği
mağfiretin genişliği ve rahmetin çokluğudur. [37]
[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/236-237.
[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/242-245.
[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/245-248.
[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/251.
[5] Müslim'in, Sah ıh 'inde, Ebu Hüreyre'den rivayet edilen
hadisin metni şudur: "Benim ve benim ümmetimin misali, bir ateş yakan bir adam
gibidir ki hayvanlar ve böcekler bunun içine düşmektedirler. Ben (ateşe
girmemeniz için) sizin kemerlerinizden tutuyorum. Siz ise bunun içine
giriyorsunuz." Alimler diyor ki: el-Hucze (kemer) şalvar için, ma'kıd (uçkur)
bel altı giyilen izar içindir.
[6] Zemahşerî, 11/521.
[7] İbni Kesir, III/1468.
[8] Razî, XXV/197.
[9] İbnü'l-Arabî, el-Bahrü'l-Muhît,
III/495.
[10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/253-258.
[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/272-274.
[12] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/274.
[13] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/274-276.
[14] Zemahşerî, 11/533; Bahru'l-Muhit,
VII/217.
[15] Zemahşerî, 11/533; Bahru'l-Muhit,
VII/217.
[16] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/276-282.
[17] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/282-285.
[18] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/285-286.
[19] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/286-288.
[20] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/299-302.
[21] Razî, XXV7208.
[22] Zemahşeri, 11/537.
[23] el-Bahru'l-Muhît, VII/228.
[24] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/309-313.
[25] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/318-323.
[26] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/329-334.
[27] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/341-343.
[28] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/347-350.
[29] İbnü'l-Arabî, Ahkâmü'l-Kur'an,
III/154.
[30] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/361-366.
[31] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/382-385.
[32] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/391-397.
[33] el-Bahru'l-Muhît, VII/250.
Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/402-403.
[34] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/406-407.
[35] İbni Kesir, III/519.
Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/410-412.
[36] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/415-417.
[37] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/421-422.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder