Güncel Duyuru: Öğrencilerimizin dikkatine ! Ücretsiz TEMEL ARAPÇA SARF&NAHİV derslerimizi Eklemeye başladık 1-13.Derse kadar Tamam(Elhamdü lillah) Tıkla Ders Sayfasına Git Tags:Online Arapça Dersleri Video,İslami ilimler Video Dersleri,İlahiyat Önlisans Arapça Video Dersleri,İlahiyat Arapça Video Dersleri,İmam Hatip Arapça Dersleri Video,İlitam Arapça Video Dersleri,Tefsir Dersleri Video,Hadis Dersleri Video,Fıkıh Dersleri Video,Arapça Dershaneniz,Kur'an,Sünnet,Arapça dersleri,tefsir oku,hadis,oku,Kuran meali oku,arapça öğreniyorum,arapça dilbilgisi video,arapça nahiv video,arapça sarf dersleri video,islami sohbetler

33-Ahzab Suresi Meali Tefsiri Oku: Allah'tan Korkmanın, Vahye Tabi Olmanın Ve Allah'a Tevekkül Etmenin Emredilmesi-Birden Fazla Kalp Taşıma, Zıhar Ve Evlât Edinme-Ahzab -Veya Hendek- Gazvesi, Kureyzaoğulları Gazvesi

AHZAB SURESİ


Allah'tan Korkmanın, Vahye Tabi Olmanın Ve Allah'a Tevekkül Etmenin Emredilmesi:


1- Ey Peygamber! Allah'tan kork. Kâfirlere ve münafıklara itaat et­me. Şüphesiz ki Allah her şeyi ga­yet iyi bilir, son derece hikmet sa­hibidir.
2- Rabbinden sana vahyolunana uy. Muhakkak ki Allah yaptıkları­nızdan haberdardır.
3- Allah'a güvenip dayan. Koruyu­cu olarak Allah yeter.

Açıklaması:


"Ey Peygamber! Allah 'tan kork. Kâfirlere ve münafıklara itaat etme. Şüphesiz ki Allah her şeyi gayet iyi bilir, son derece hikmet sahibidir."
Ey Rasulüm! Allah'tan korkmaya devam et. O'nun emirlerine itaat edip haramlarından sakınmak suretiyle O'nun cezasından sakın. Kâfir ve münafıkları dinleme. Hiçbir şeyde onlarla istişare etme. Onlardan sakın. Bazı meclisleri ve bazı vakitleri onlara tahsis edip de zayıfları kovmak su­retiyle onların arzularına uyma. Şüphesiz ki Allah işlerin neticelerini ga­yet iyi bilir. Sözlerinde ve davranışlarında son derece hikmet sahibidir. O emirlerine tâbi olmaya ve itaat edilmeye en layık olandır. Zira o kâfirler, senin helak olmanı isteyen düşmanlarındır.
"Kâfirlere ve münafıklara itaat etme." ifadesi geçen emrin muhtevasını tekid eden bir nehiydir. Yani Allah'tan onlara itaat etmene engel olacak bir takva ile kork.
Rivayet edildiğine göre Rasulullah (s.a.) Medine'ye gelince Yahudiler­den bir grup münafıklık yaparak ona tâbi oldular. Peygamberimiz (s.a.) on­lara yumuşaklıkla davranıyordu. Onlar da Peygamberimiz (s.a.)'e karşı onu kandırmak için saygılı davranıyorlardı. Bunun üzerine Cenab-ı Hak Peygamberimiz (s.a.)'in onlardan sakınmasını emretti. Onların düşmanlık­larına dikkat çekti.
Talk b. Habib diyor ki: Takva Allah'a itaat etmek suretiyle Allah'ın se­vabını umarak Allah tarafından bir nûr üzerinde amel etmen, Allah'ın aza­bından korkarak Allah tarafından bir nur üzerinde Allah'a isyanı terket-mendir.
Cenab-ı Hak daha sonra Allah'ın emirlerine uymanın vacip olduğunu tekid ederek şöyle buyurdu:
"Rabbinden sana vahyolunana uy. Muhakkak ki Allah yaptıklarınızdan haberdardır." Yani Rabbinden sana indirilen Kur'an ve sünnet şeklindeki vahyin gereğiyle amel et. Çünkü Allah'a hiçbir şey gizli kalmaz. O her şeyin dışını ve içini gayet dikkatle bilir. Sonra buna karşı sizi mükâfatlandırır.
"İnnallahe kâne..." cümlesi vahye tâbi olma emrinin illetidir ve takva­nın kalbin derinliğinden olması gerektiğine işarettir. Gönlünde Allah'tan başkasının korkusunu gizleme.
Daha sonra Cenab-ı Hak emirlere uymasından sonra bütün işlerin sa­dece Allah'a havale etmesini emrederek şöyle buyurdu.
"Allah'a güvenip dayan. Koruyucu olarak Allah yeter." Yani bütün işle­rini ve durumlarını Allah'a havale et. Kendisine güvenen ve yönelen kimse için Allah vekil olarak yeter. Allah seni korur ve sana yeter. Sana fayda te­min edecek olan ve senden zararı giderecek olan sadece O'dur. [1]

Birden Fazla Kalp Taşıma, Zıhar Ve Evlât Edinme:


4- Allah bir kişinin içinde iki kalp yaratmadı. Kendilerinden "zıhar" yaptığınız hanımlarınızı sizin ana­larınız kılmadı. Evlâtlıklarınızı da öz oğullarınız saymadı. Bu sizin ağızlarınızdaki (boş) lafınızdır. Al­lah hakkı söyler ve O doğru yolu gösterir.
5- Onları (evlâtlıkları) babalarına nisbetle çağırın. Bu, Allah nezdin-de daha doğrudur. Eğer onların babalarını bilmiyorsanız, o halde dinde kardeşleriniz ve dostlarınız-dır. Hata ettiğiniz şeylerde size hiçbir vebal yoktur. Fakat kalple­rinizin bilerek kastettiği şeylerde vardır. Allah çok bağışlayıcı, çok merhametlidir.

Açıklaması:


"Allah bir kişinin içinde iki kalp yaratmadı." Yani insanlık özü ve orga­nik oluşum birimi her insanda aynıdır. Hak hiçbir kimse için iki kalp yarat­mamıştır. Dolayısıyla hiçbir kişinin göğsünde iki kalp yoktur, sadece bir kalp vardır. Zira kalp yönelme, irade ve azmin merkezidir. Dolayısıyla insan Allah'a ve Rasulü'ne iman etmiş ise asla kâfir veya münafık olamaz. Yani bir kalpte iki inanç birleşmez; biri emreden, diğeri ise öbürünün isteğinin zıddı ile nehiyde bulunan birbirine zıt iki yöneliş bir arada toplanmaz.
Ayet, nüzul sebebinde açıklandığı gibi zeki ve akıllı bir kişinin iki kal­bi olduğunu iddia eden eski Araplara cevap niteliğindedir. Anlaşılan odur ki bu kişi hafızasının kuvvetli olması sebebiyle Mekkeliler arasında "iki kalpli" diye meşhur olan Ebu Ma'mer el-Fihrî Cümeyl b. Ma'mer'dir.
Ayette "cevf' kelimesinin zikredilmesi "Göğüslerde olan kalpler" (Hacc, 22/46) ayetindeki "sadr" kelimesi gibi dinleyenin daha ziyade tasavvur ede­bilmesi ve derhal inkâr anlamındadır.
"(Allah) kendilerinden "zıhar" yaptığınız hanımlarınızı sizin anaları­nız kılmadı." Yani Cenab-ı Hak kişinin hanımına: "Sen bana anamın sırtı gibisin" demek suretiyle kendilerinden zıhar yaptığı hanımları, haram ol­ma hususunda, anne gibi kabul etmedi. Bu cezayı gerektiren bir yalandır. Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle buyurmaktadır: "O hanımlar onların anneleri değildir. Onların anneleri sadece kendilerini doğuran ka­dınlardır. Onlar pek çirkin ve yalan söz söylemektedirler." (Mücadile, 58/2).
Cahiliye devrinde zıhar'ın hükmü ebedî haramlığı ifade eden boşama idi. İslâm ise Allah'ın helâl kıldığının haram kılınmaması için Mücadile su­resinin başlarında geldiği gibi bu haramlığı kefaretle (köle azad etmek, peş peşe iki ay oruç tutmak ya da cimadan önce altmış fakiri doyurmak sure­tiyle) ortadan kalkan geçici bir haram kıldı.
"(Allah) evlâtlıklarınızı da oğullarınız saymadı." Yani Allah evlât edinme sebebiyle evlât oldukları iddia edilenleri gerçek evlâtlar kabul et­medi. Onlar hakiki babalarının evlâtlarıdır. Evlât edinme ise haramdır.
Bu ayette Arapların cahiliyede ve İslâm'ın başında evlât edinme yo­luyla edinilen çocuğun nesep yoluyla edilen hakiki evlât gibi sayılması şek­lindeki âdetlerini iptal etmiştir.
Peygamberimiz (s.a.), kölesi Zeyd b. Harise'yi peygamberlikten önce evlât edinmişti. Bu sebeple Zeyd'e "Muhammed'in oğlu Zeyd" deniyordu. Ayrıca Hattab, Amir b. Rabia'yı; Ebu Huzeyfe, Salim'i ve pek çok kimse başkasının oğlunu evlât edinmişti.
Kısaca, tefsir âlimleri bu ayetin Zeyd b. Harise hakkında nazil oldu­ğunda ittifak etmişlerdir.
Cenab-ı Hak bu ayetle ve yine bu surede daha sonra gelecek olan "Mu-hammed sizin adamlarınızdan birinin babası değildir." (Ahzab, 33/40) aye-tiyle bu hayalî ilhakı ve bu sahte nesebi iptal etmiştir.
İşte ayetteki nehiyden maksat budur. Allah bundan önce bilinen mad­dî birşeyi (bir insanda iki kalp bulunabileceği iddiasını) reddetti. Sonra da bunun ardından iki manevi meseleyi:
- Hanımlara zıhar yapılmasını,
-  Evlât edinmenin neseble bir sayılmasını reddetti. Dolayısıyla bu üç husus da batıldır, hiçbir gerçek ve geçerli yönü yoktur.
Bunun için Cenab-ı Hak bu reddi vurgulayarak şöyle buyurdu:
Bu, sizin ağızlarınızdaki boş lafınızdır." Yani bütün bu üç cümlede zik­redilen hususlar bir göğüste iki kalbin bulunması iddiası, zıharla birlikte evliliğin birleşmesi, evlât edinmenin neseble birlikte bir arada bulunması gerçekle hiçbir irtibatı bulunmayan sadece dille söylenen bir sözden ibaret­tir. Hanım zıhar sebebiyle anne, evlât edinilen kimse de gerçek evlât olmaz.
Cenab-ı Hakk'ın ayetteki "ağızlarınızdaki: fi efvahihim" ifadesi bunun gerçekte hiçbir hakikati olmayan, sadece ağızlardan sadır olan bir laf oldu­ğuna dikkat çekmek içindir. Nitekim ayette geçen "fi cevfihi: O'nun karın boşluğundaki" ifadesi inkârı vurgulamak ve bunun gönüllerde daha iyi ta­savvur edilmesini temin etmek içindir.
"Allah hakkı söyler. O doğru yolu gösterir." Yani doğruluğu ve adaleti hakim kılan, gerçeği söyleyen, en sağlam olan yola, doğru yola ileten Al­lah'tır. O halde siz kendi sözünüzü terkedin, Allah kelâmını alın.
Cenâb-ı Hak daha sonra ayette asıl kastedilen hakkı tafsilatıyla açık­layarak şöyle buyurdu:
"Onları babalarına nisbetle çağırın." Yani evlât edindiğiniz ve neseble-rini kendi üzerinize geçirdiğiniz evlâtlıklarınızı hakiki babalarına nisbet edin. Bu, Allah'ın hükmü olup daha adildir, çocuğun babasından başkasına nisbet edilmesinden daha isabetlidir.
"Eksatu" kelimesi ism-i tafdil olup kendi babında kullanılmamıştır. Yani bununla iki şey arasındaki üstünlük murad edilmemiş, bilakis mut­lak ziyadelik kastedilmiştir. Bu, asıl babından alay manasında kullanılmış da olabilir.
"Eğer onların babalarını bilmiyorsanız, o halde onlar dinde kardeşleri­niz ve dostlarınızdır." Yani bu evlâtlıkların babaları bilinmiyorsa, müslüman oldukları takdirde onlar sizin din kardeşlerinizdir. Onlar eğer azad edilmiş hür köleler iseler, onlar sizin dostlarınız ve yardımcılannızdır. Buna göre on­lardan birine kardeşim veya mevlâm diye hitap edebilirsin. Bu sebeple bu ayetin inmesinden sonra Salim'e "Huzeyfe'nin mevlâsı" denilmiştir.
İmam Ahmed ile Buhari ve Müslim'in Ebu Zer'den rivayet ettikleri bir hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur: "Asıl durumu bildiği halde babasından başkasına nispet edilen kimse kâfir olur."
İbni Kesir diyor ki: Bu belirli bir nesebten beri olduğunu ilan etme hu­susunda bir benzetme, tehdit ve şiddetli bir vaîddir.
"Hata ettiğiniz şeylerde size hiçbir vebal yoktur. Fakat kalplerinizin bi­lerek kastettiği şeylerde vebal vardır." Yani bazılarının bu yasaklama gel­meden önce nisbet edilmeleri, ya da bu nehyden sonra unutkanlıkla yahud dil sürçmesiyle, ya da ictihad ve bütün gayret sarfedildikten sonra nisbet edilmeleri sebebiyle sizin üzerinize hiçbir günah yoktur. Çünkü Allah hata­lı işlerde vebali kaldırmış ve bunu günah saymamıştır. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Ey Rabbimiz! Unutursak ya da hata edersek, bizi sorumlu tutma!" (Bakara, 2/286).
Müslim'in Sahih'inde Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyuruyor: Bu dua üzerine Cenab-ı Hakk: "Sizi sorumlu tutmadım" buyurdu.
Buhari'nin Sahih'inde Amr b. Âs (r.a.)'den rivayet edildiğine göre Pey­gamberimiz (s.a.) şöyle buyuruyor: "Hakim ictihad edip de isabet ederse, onun için iki ecir vardır. İctihad edip de hata ederse, bir ecir vardır."
İbni Mâce'nin Ebu Zer'den rivayet ettiği diğer bir hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur: "Allah Tealâ benim için benim ümmetimden hata, unutma ve zorlanma (suretiyle yapılan amellerin) vebalini kaldırmıştır."
Hatada hiçbir günah yoktur. Fakat günah, batılı kastededen kimse üzerinedir. Dolayısıyla çocuğun ya da kızın bilinen babasından başkasına nisbet edilmesi cezayı gerektiren bir masiyettir. Mikdad b. Amr için olduğu gibi evlâtlık isminin asıl isminden daha çok kullanılmasında hiçbir günah veya haramlılık yoktur. Zira Mikdad için evlâtlık ismi daha çok kullanılmakta, ona Mikdad b. Esved denilmektedir. Esved b. Abdi-Yegüs Mikdad'm babalığı olup cahiliyede Mikdad'ı evlât edinmişti. Bu ayet inince Mikdad, ben Amr'ın oğluyum, dedi. Buna rağmen eski kullanılış (Mikdad b. Esved) devam etti.
İbni Cerir ve İbni Münzir Katade'nin bu ayet hakkında şöyle dediğini naklediyorlar: "Sen bir adama babası zannederek birine nisbetle hitapta bulunursan, sana hiçbir mahzur yoktur. Ancak bilirek veya kastederek ba­basından başkasına nisbet edersen hariç..."
İmam Ahmed, Hz. Ömer (r.a.)'in şu sözünü naklediyor: "Allah Tealâ Hz. Muhammed (s.a.)'i hakla gönderdi. Onunla beraber kitabı indirdi. Ona indirdiği ayetler içinde "Recm ayeti" de vardı. Bunun üzerine Rasulullah (s.a.) recm yaptı. Ondan sonra biz de recm yaptık."
Hz. Ömer (r.a.) sözüne şöyle devam etti: Biz Kur'an'da şöyle bir ayet okuyorduk: "Asıl babalarınızdan yüzçevirmeyin. Çünkü babanızdan yüzçe-virmeniz küfürdür."
Peygameberimiz (s.a.) şöyle buyurmaktadır: "Meryem oğlu isa'nın aşı­rı övüldüğü gibi beni aşırı derecede övmeyin. Ben sadece Allah'ın kuluyum. Benim için: Allah 'm kulu ve Rasulü deyin." Hadisi rivayet eden Ma'mer bir rivayette şöyle dedi: "Hristiyanların Meryem oğlunu aşırı derecede övdüğü gibi beni aşırı derecede övmeyin."
İmam Ahmed bir başka hadisi şöyle rivayet ediyor: "İnsanlar içerisin­de şu üç şey küfürdür: Neseb hususunda tenkitte bulunmak, ölüye saç-baş yolarak ağıt yakmak ve yıldızlardan yağmur beklemek."
"Allah çok bağışlayıcı, çok merhametlidir." Allah hatalı davranan kim­senin günahını ve tövbe etmesi şartıyla bilerek günah işleyen kimsenin gü­nahını örtücüdür. Bunlara çok merhametlidir. Dolayısıyla bunlara ceza vermez. Rahmetinin gereği olarak O, hata eden kimsenin günahını kaldı­rır. Bilerek günah işleyen kimsenin tövbesini kabul eder. [2]

Siyer-i Nebî'de Zeyd b. Harise Kıssası:


Buhari, Müslim, Tirmizî, Neseî ve başka âlimlerin Abdullah b. Ömer (r.a.)'den rivayet ettiklerine göre: "Evlâtlıkları babalarına nisbetle çağırın." şeklindeki Kur'an ayeti ininceye kadar Peygamberimiz (s.a.)'in azatlı köle­si Zeyd b. Harise'yi Zeyd b. Muhammed (Muhammed oğlu Zeyd) diye çağı­rıyorduk. Bu ayet inince Peygamberimiz (s.a.) Zeyd'e: Sen Zeyd b. Harise b. Şerahil'sin, demişti. Zeyd küçük çocuk iken kabilesi olan Kelboğluları'ndan esir alınmıştı.
Zeyd'in durumu ile ilgili olarak İbni Merdüveyh, İbni Abbas'dan şu hadisi naklediyor: Zeyd dayıları okn (Tay kabilesinden Sual sülalesinden) Ma'noğulları arasında bulunuyordu. Tay kabilesine yapılan bir soygunda esir alınıp Ukaz panayırına getirildi. Hakim b. Hizam b. Huveylid alışveriş yapmak üzere Ukaz panayırına gidiyordu. Halası Hz. Hadice kendisine, bulabilirse gayet iyi bir uşak satın almasını tavsiye etti. Hakîm, panayırda Zeyd'in satıldığını gördü. Zeyd'in zerafeti hoşuna gitti ve onu satın alıp Hz. Hadice'ye getirdi ve ona: Ben sana pek zarif bir Arap uşağı satın aldım. Hoşuna giderse onu al, aksi takdirde bırak. Zira bu benim hoşuma gitti, dedi. Hz. Hadice Zeyd'i görünce beğenip aldı.
Peygamberimiz (s.a.) Hz. Hadice ile evlendiğinde Zeyd onun yanında idi. Zeyd'in zerafeti Peygamberimiz (s.a.)'in hoşuna gitmiş, Zeyd'i kendisine hibe etmesini istemişti. Hz. Hadice:
-  Onu sana hibe edeyim. Eğer onu azad etmek istersen velâsı benim­dir, dedi.
Peygamberimiz (s.a.) bunu kabul etmeyince Hz. Hadice, dilerse azad etmek, dilerse elinde tutmak üzere Zeyd'i Peygamberimiz (s.a.)'e hibe etti.
İbni Abbas sözüne devam etti: Zeyd Peygamberimiz (s.a.) yanında ye­tişti. Sonra Ebû Talib'e ait develerle Şam diyarına gitti. Oraya giderken kavminin diyarına uğradı. Amcası onu tanımıştı. Ayağa kalktı. Zeyd'e hita­ben:
- Delikanlı sen kimsin? deki. Zeyd:
- Mekke halkından bir uşak, dedi. Amcası:
- Mekkelilerin bizzat kendilerinden mi? diye sordu. Zeyd:
- Hayır, dedi. Amcası:
- Sen hür müsün, köle misin? dedi. Zeyd:
- Hayır, köleyim, dedi. Amcası:
- Kimin kölesisin? dedi. Zeyd:
- Muhammed b. Abdülmuttalib'in kölesiyim, dedi. Amcası:
- Sen Arap mısın, Acem mi? dedi. Zeyd:
- Arabım, dedi. Amcası:
- Aslın kimlerdendir? dedi. Zeyd:
- Kelb kabilesinden, dedi. Amcası:
- Kelb'in hangi kolundan? dedi. Zeyd:
- Abdi Vüdd oğullarından, dedi. Amcası:
- Yazık, sen kimin oğlusun? dedi. Zeyd.
- Şerahil oğlu Harise'nin oğluyum, dedi. Amcası:
- Nerede esir alındın? diye sordu. Zeyd:
- Dayılarım arasında, dedi. Amcası:
- Senin dayıların kim? dedi. Zeyd:
- Tayyoğulları, dedi. Amcası:
- Annenin adı nedir? dedi. Zeyd:
- Sadî, diye cevap verdi. Bunun üzerine amcası onu kucakladı ve:
- Harise'nin oğlu! dedi.
Amcası Zeyd'in babasını çağırdı. Ona:
-  Ya Harise! Bu senin oğlun, dedi. Harise oğlunun yanına geldi. Ona bakınca tanıdı. Zeyd'e:
- Efendin sana nasıl muamele etti? dedi. Zeyd:
- O beni kendi ailesi ve evlâdına karşı tercih ediyor, dedi.
Zeyd'le birlikte babası, amcası ve kadeşi de Mekke'ye geldiler. Pey­gamberimiz (s.a.) ile buluştular. Harise ona:
- Ya Muhammed! Sizler Allah'ın hareminin sakinleri, komşularısınız, Onun beytinin civarındasınız, sıkıntıda olanları kurtarıyorsunuz, esirleri doyuruyorsunuz. Oğlum senin yanındadır. Bize iyilikte bulun, onun fidye­sini kabul etmek suretiyle bize ihsan eyle. Zira sen kavminin reisinin oğlu­sun. Biz sana arzu ettiğin fidyeyi vereceğiz, dedi. Rasulullah (s.a.):
- Sana bundan daha hayırlısını vereyim, dedi. Zeyd'in yakınları:
- Bu nedir? dediler.
-  Onu serbest bırakıyorum. Eğer o sizi tercih ederse, fidyesiz olarak onu alın. Eğer beni tercih ederse, ondan vazgeçin, dedi. Zeyd'in yakınları:
-  Allah sana mükâfat versin. Sen gerçekten ihsanda bulundun, dedi­ler. Bunun üzerine Rasulullah (s.a.) Zeyd'i çağırdı. Ona:
- Ya Zeyd! Bunları tanıyor musun? dedi. Zeyd:
- Evet, bunlar benim babam, amcam ve kadreşimdir, dedi. Peygambe­rimiz (s.a.):
- Bunlar senin tanıdığın kimselerdir. Sen onları tercih edersen, onlarla birlikte git. Ama beni tercih edersen, ben de senin tanıdığın kimseyim, de­di. Zeyd:
-  Ben sana karşı asla hiçbir kimseyi tercih edemem. Sen bana karşı baba ve amca yerindesin, dedi. Babası ve amcası Zeyd'e:
- Ya Zeyd! Köleliği mi tercih ediyorsun, dediler. Zeyd:
- Ben bu adamdan ayrılamam, dedi. Rasulullah (s.a.) Zeyd'in kendisi­ne olan bağlılığını görünce Zeyd'in yakınlarına:
-  Siz şahid olun ki o hürdür. O benim oğlumdur. O bana mirasçı ola­cak, ben de ona mirasçı olacağım, buyurdu.
Bunun üzerine babası ve amcası Zeyd'in onun nezdindeki değerini görmelerinden dolayı memnun olmuştu. Cahiliyede ona Zeyd b. Muham-med deniliyordu. Nihayet "Onları babalarına nisbetle çağırın" ayeti indi. Bunun üzerine Zeyd b. Harise diye anılmaya başladı. [3]

Hz. Peygamber (S.A.)'in Makamı, Vazifesi Ve Mirasın Akrabalık Sebebiyle Meşru Kılınması:


6- Peygamber müminlere kendi öz nefislerinden daha yakındır. Onun hanımları da müminlerin anneleridir. Allah'ın kitabında akraba olan (miras hususunda) birbirlerine  (diğer) müminlerden ve muhacirlerden daha yakındırlar. Ancak  dostlarınıza yapacağınız iyilik bunun dışındadır. Bu hüküm kitapta  yazılıdır.
7- Bir zaman biz peygamberlerden, senden, Nuh'tan, İbrahim’den, Musa'dan ve Meryem'in oğlu İsa'dan söz almıştık. Onlardan sağlam bir söz almıştık.
 8- Allah doğru olanlara samimiyet­lerinden sormak için böyle yaptı. O, kâfirlere acıklı bir azap hazırla­mıştır.[4]

Açıklaması:


"Peygamber müminlere kendi öz nefislerinden daha yakındır." Hz. Pey­gamber (s.a.) ümmetinden mümin cemaate kendi öz nefislerinden daha merhametli ve daha şefkatlidir. Zira o kurtuluşa davet etmekte, nefisleri ise onları helâka çağırmaktadır.
Nitekim Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyuruyor: "Ben ateşe düşmeyesi-niz diye sizin kemerinizden tutuyorum. Siz ise yatağa girer gibi ateşe giri­yorsunuz".[5]
Zira Hz. Peygamber (s.a.) ümmet için baba mertebesindedir. Nefis ba-zan kötülüğü emredebilir, Hz. Muhammed (s.a.)'e gelince; o sadece hayrı emreder ve sadece vahyi konuşur.
Zeyd Muhammed'in oğlu diye anılmakla dünya ve ahirette büyük bir makam kazandığı için iftihar ederse, bütün müminler kendileri için umu­mi olan Hz. Muhammed (s.a.)'in babalığı ile iftihar etmektedirler. Ayet, Zeyd'i teselli etmek için ve Zeyd'e ait hususi babalıktan umumi babalığa geçişi ve bütün müslümanları kapsayan şefkati beyan etmek için nazil ol­du. Burada sulbden gelen oğul ile diğeri arasında fark yoktur. Peygamberi­miz (s.a.) müminleri gözetmekte ve onlara doğru yolu göstermektedir.
Veli olma dini-dünyevî bütün işleri içine alması için mutlak kılınmıştır.
Hz. Muhammed (s.a.) nefislerden daha evla ise, o bütün insanlara el­bette daha evlâdır. Onun hükmü onların kendi nefislerini tercih etmekten önce gelir. Onun sevgisi, insanın içindeki nefsi sevmekten önce gelir. Nite­kim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Hayır, asla, Rabbine yemin olsun ki, onlar aralarında geçen problemlerde seni hakem kılmadıkça, sonra da senin verdiğin hükme karşı gönüllerinde bir sıkıntı duydukça ve tam mana­sıyla teslim olmadıkça gerçek mümin olamazlar." (Nisa, 4/64).
Buhari'nin Sahih'inde ve diğer eserlerdeki sahih hadiste buyruluyor ki: "Nefsimi elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, sizden biriniz beni kendi nefsinden, malından, evlâdından ve bütün insanlardan daha çok sevmedik­çe gerçek mümin olamaz."
Buhari'nin Sahih'inde Ebu Hüreyre'den rivayet ettiği hadiste Peygam­berimiz (s.a.) buyuruyor ki: "Hiçbir mümin yoktur ki ben ona dünya ve ahi-rette insanların en yakını olmayayım. Dilerseniz şu ayeti okuyun: "Peygam­ber, müminlere kendi öz nefislerinden daha yakındır." Hangi mümin bir mal bırakırsa, onun asebesi kim olursa olsun ona mirasçı olsunlar. Kim de borç veya çoluk çocuk bırakırsa bana gelsin ben onun mevlâsıyım."
Yine Sahih'te Hz. Ömer (r.a.)'den rivayet ediliyor. Hz. Ömer:
- Ya Rasulallah! Allah'a yemin olsun ki sen bana herşeyden daha se­vimlisin. Ancak nefsim hariç. Peygamberimiz (s.a.):
-  Hayır, ya Ömer! Ben sana kendi nefsinden daha sevimli olmadıkça gerçek mümin olamazsın, buyurdu. Bunun üzerine Hz. Ömer:
- Ya Rasulallah! Sen bana herşeyden, hatta kendi nefsimden de daha sevimlisin, dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.):
- Şimdi tamam, ya Ömer! buyurdu.
Bunun sebebi Allah Tealâ'nm bildirdiği gibi Hz. Peygamber (s.a.)'in ümmetine tam anlamıyla şefkatli, iyiliksever oluşu ve peygamberini mü­minlere kendi nefislerinden daha yakın kılmış olmasıdır.
"Onun hanımları mümiminlerin anneleridir." Yani Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımları haramlık ve saygı hususunda, yani Hz. Peygamber (s.a.)'den sonra kendileriyle evlenilmesinin haram olması, ikram, ta'zim ve saygıya layık olmaları hususunda anne mertebesinde kılınmışlardır. Bu­nun dışında Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımları yabancı kadınlar gibidirler. Onların kızlarına müminlerin kızkardeşleri denilmez ve kızları müminlere mahrem olmazlar. Onlara bakmak, ya da onlarla halvette bulunmak ve on­lara mirasçı olmak v.s. helâl olmaz.
Bu durum erkekler açısındandır. Onlar erkeklerin anneleridir gibidir. Mümin kadınlara gelince, bazılarına göre onlara: Mümine kadınların an­neleri denilmez. Bunun için Hz. Âişe (r.a.): Kendine "Anneceğim" diyen bir kadına:
- Ben sizin erkeklerinizin annesiyim. Sizin anneniz (kadınların anne­si) değilim, demişti. Bu konudaki ihtilaf gelecektir.
Bu vasıf Hz. Peygamber (s.a.)'in bütün hanımları, hatta boşamış oldu­ğu hanımları için de sabittir. Fakat İmamü'l-Haremeyn ve başkaları ha­ram olmayı sadece duhûl vâki olan hanımlara tahsis etmenin doğru oldu­ğunu beyan etmiştir. Razî ve Gazzalî ise aşağıda gelecek tahyir ayetinin (Ahzab, 33/29) inmesinden sonra Peygamberimiz (s.a.)'in hanımlarından olup dünyayı tercih eden kadınların mahrem olmayacağı görüşünü tercih etmişlerdir.
Cenab-ı Hak daha sonra Hz. Peygamber (s.a.)'in müminlere olan vela­yeti ile müminlerin birbirlerine olan velayet arasındaki farkı açıklamak üzere, "ulü'l-erham" (rahim yoluyla akraba olanlar) ifadesiyle mirasın hük­münü "Ancak dostlarınıza yapacağınız iyilik bunun dışındadır." ifadesiyle vasiyetin hükmünü beyan etti. Hz. Peygamber (s.a.) miras bırakmaz. Onun umumi velayeti sebebiyle onunla akrabaları arasında miras ilişkisi yoktur. Müminler ise yakın akraba iseler birbirlerine mirasçı olurlar. Onlar miras v.b. konularda birbirlerine daha yakındırlar. Ancak arkadaşa veya muhtaç olana vasiyet etme durumu hariçtir. Bu durumda o yakın akrabasından da­ha evlâ olmaktadır. Vasiyet, mirası kaldırmaktadır.
Bundan dolayı Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Allah'ın kitabında akra­ba olanlar (miras hususunda) birbirlerine (diğer) müminlerden ve muhacir­lerden daha yakındırlar." Mutlak manada akrabalar ister ashab-ı ferâiz (miras hisseleri önceden belli), ister asabe (ikinci derecede hisse sahipleri), isterse zevi'l-erhâm (rahim yoluyla akraba) olsunlar birbirlerine miras ve diğer konularda fayda vermede, din hakkı olan diğer müminlerden ve hicret hakkı olan muhacirlerden ve ensardan daha evlâdır. Bu, Allah'ın farzı, şeri­atı ve kullarına yazdığı, Kur'an'da ya da Levh-i Mahfuz'daki hükümdür.
"Müminlerden ve muhacirlerden" ifadesi Zemahşerî'nin belirttiği gibi ulü'l-erhama raci olan bir açıklama olup mümin ve muhacirlerden birbirle­rine akraba olanlar birbirlerine faydalı olma ya da miras hususunda ya­bancılardan daha evlâdır, manasındadır. Yahud buradaki "min", başlangıç anlamında olup zevi'l-erham akrabalık hakkı sebebiyle miras hususunda dinde velayet hakkı olan diğer müminlerden ve hicret hakkı olan muhacir­lerden daha evlâdır.[6]
Bu meşhur ikinci manaya göre ayet İslâm'ın ilk devrinde bulunan hılf (kabile ittifakı) ve müslümanlar arası kardeşlik sebebiyle mirasçı olmayı kaldırmaktadır. İslâm'ın ilk devrinde Rasulullah (s.a.)'in muhacirlerle en-sar arasında gerçekleştirdiği kardeşlik sebebiyle muhacir kendi akrabaları ve zevi'l-erhamdan ayrı olarak ensarî kardeşine mirasçı oluyordu. Hz. Ebu-bekir (r.a.) ile Harice b. Zeyd kardeş olmuştu. Hz. Ömer (r.a.) ile bir başka­sı kardeş olmuştu. Hz. Osman (r.a.) ile Züreykoğulları'ndan bir kişi kardeş olmuştu. Zübeyr ile Ka'b b. Malik kardeş olmuştu.[7]
Peygamberimiz (s.a.)'in Buhari ve Müslim'in İbni Abbas'dan rivayet ettikleri şu hadis-i şerif bu manayı tekid etmektedir: "Fetihten sonra hicret yoktur. Sadece hicret ve niyet vardır." Bundan murad şudur: Hicret hükmü batıl olmuş, hicret sebebiyle mirasçı olma gibi bundan doğan hükümler de ortadan kalkmıştır.
"Ancak dostlarınıza yapacağınız iyilik bunun dışındadır." Yani kardeş­lik ilanı sebebiyle mirasçı olma kaldırılmış; vasiyette bulunma, destek ol­ma, iyilik, ziyaret ve ihsanda bulunma hükmü devam etmiştir. Yani ancak müminlerden ve muhacirlerden dost saydığınız ve sevdiğiniz arkadaşları­nıza vasiyet etmeniz bundan müstesnadır. Burada geçen maruf (iyilik) ke­limesi vasiyet manasmdadır. Bilindiği gibi borç ve vasiyet şer'an mirastan önce gelir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "(Miras), yapılan vasiyetten veya borçtan sonradır..." (Nisa, 4/12).
Ayetin manası şöyledir: Siz vasiyette bulunmuşsanız, varis olmayan­lar daha evlâdır. Vasiyette bulunmamışsanız, varisler geride bıraktığınız mallara ve mirasınıza daha evlâdır.
"Bu kitapta yazılıdır." Yani bu hüküm (zevi'l-erhamın birbirlerine da­ha evlâ oldukları hükmü) Allah tarafından takdir edilen ve değiştirilmeyen ve bozulmayan ilk kitapta yazılan bir hükümdür.
Allah Tealâ geçici bir maslahatla ve sonsuz hikmetle herhangi bir vakit­te bunun hilafını ortaya koymuştur. Halbuki O bunu değiştirerek ezelî kade­rinde ve takdir ettiği teşri esasında câri olan hükmü gerçekleştirecektir.
Cenab-ı Hak Hz. Peygamber (s.a.)'in müminler arasındaki durumunu beyan ettikten sonra peygamberlerin Allah'ın risaletini tebliğ etmeleri hu­susunda verdikleri sözün gereğini yerine getirmek üzere bu görevin yerine getirilmesi, Allah'ın dinine ve Rabbinin risaletine davet etme ve şeriatlerin tebliğ edilmesi hususunda Hz. Peygamberin ulvî mertebesini ve yüce göre­vini beyan etti.
Allah Tealâ surenin başlangıcından buraya kadar ümmetine öğretmek için Peygamberine sanki şöyle buyuruyordu: Allah'tan kork, başka hiç kimse­den korkma. Allah'ın peygamberlerden dini tebliğ etmek hususunda söz aldı­ğım, hiçbir korku ve ümidin bu hususta onlara engel olmayacağını zikret.
Cenab-ı Hak buyuruyor ki: "Bir zaman biz peygamberlerden, senden, Nuh'tan, İbrahim'den, Musa'dan ve Meryem'in oğlu İsa'dan söz almıştık. Onlardan sağlam bir söz almıştık." Yani ey Rasul şunu zikret: Biz bütün peygamberlerden ve özellikle ulü'1-azm peygamberlerden yani ayette adı geçen beş peygamberden Allah'ın ilâhî mesajını kavimlerine tebliğ etmele­ri, Allah Tealâ'mn dinini hakim kılmaları hususunda ve bazılarının kendi­lerinden önceki peygamberin risaletini tamamlamak suretiyle aralarında yardımlaşmaları ve birbirlerine destek olmaları hususunda kesin ahit ve söz aldık.
Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle buyurmaktadır:
"Hani Allah peygamberlerden: Size kitap ve hikmet verdikten sonra nezdimizdekileri tasdik eden bir peygamber geldiğinde ona mutlaka inanıp yardım edeceksiniz, diye söz almış ve "Kabul ettiniz mi?" dediğinde "Kabul ettik." cevabını vermişler, bunun üzerine Allah: O halde siz şahit olun, ben de sizinle birlikte şahidlik edenlerdenim." buyurmuştur." (Âl-i İmran, 3/81).
Yani Cenab-ı Hak onlardan Muhammed (s.a.)'in Allah'ın rasulü oldu­ğunu, Muhammed (s.a.)'in de kendisinden sonra hiçbir peygamber olmadı­ğını ilan etmesi sözünü almıştır.
Allah Tealâ daha sonra bizzat bu sözü tekid etmektedir. Bu ahid ve sö­zün hürmeti, azameti ve sorumluluğunun ağırlığı hususunda mübalâğa yapmak üzere şiddet ve sağlamlıkla tavsif etti. Buna göre mana şudur: Biz onlardan bu söz ile kesin sağlam bir söz aldık. İkinci misak, birinci misakla aynı olup yeminle tekid edilmiştir. Ya da birinci misakın vasfını beyan et­mek için tekrar edilmiştir. Bu misakın hürmetini, büyüklüğünü ve önemini mübalâğa ile beyan etmek için maddi cisimlerin sıfatı olan "sertlik" keli­mesi manevi şeyler için kullanılarak "istiare" yapılmıştır.
Cenab-ı Hak özelin genele atfedilmesi babında bütün peygamberler­den sonra ulü'1-azm olan beş peygamberin değerlerini ifade etmek, risalet-lerinin önemini beyan etmek üzere bu peygamberleri özellikle zikretti. Bu aynen şu ayet gibidir: "Allah, dini doğru tutun ve onda ayrılığa düşmeyin, diye din olarak Nuh'a tavsiye ettiğini, sonra vahyettiğimizi, İbrahim'e, Mu­sa'ya ve İsa'ya tavsiye ettiğimizi sizin için hukuk düzeni yaptı." (Şûra, 42/13).
Allah Tealâ daha sonra peygamberlere tebliğ etmelerinden, müminleri icabet etmelerinden, hakkı yalanlayanları yalanlamalarından dolayı sorgu­ya çekeceğini bildirerek şöyle buyurdu:
"Allah doğru olanlara samimiyetlerinden sormak için böyle yaptı. O kâfirlere acıklı bir azap hazırlamıştır."
"Li-yes'ele" kelimesindeki lâm bir görüşe göre "lâm-ı sayrûref'tir. Yani O peygamberlerden nitecede yaptıklarından sorulmak üzere söz almıştır. Nitekim Cenab-ı Hak bir ayette şöyle buyurmuştur: "Biz peygamberleri mutlaka sorguya çekeceğiz." (A'raf, 7/6).
Razî diyor ki: Yani O, rasulleri gönderdi. Mükelleflerin akıbeti ise ya hesap, ya da azap görmedir. Çünkü sadık olan hesap görecek, kâfir ise azap görecektir.[8]
Tercih edilen görüş Ebu Hayyan'm dediği gibi bu lam "ta'lîl lamı, lâm-ı key'dir. Yani rasulleri gönderdik ve Allah'ın mahlûkatını iki gruba ayırma­sı için tebliğ hususunda rasullerden söz aldık.
Bu iki gruptan biri hüccet ikame etme manasında Allah'ın kendilerini samimiyetleri konusunda sorgulayacağı grup. Bu grup kendilerinin iman etmeleri ve bütün fiillerinde Allah'a sadık kaldıkları şeklinde cevap vere­cek, Allah da bu amellerine karşı bu gruba mükâfat verecektir.
Küfre düşen ikinci grup ise Allah'ın kendileri için hazırladığı şeye ma­ruz kalacaklar.
Bu manaya göre sorguya tâbi olacak "sadık kimseler" müminlerdir. "Sıdkıhim" kelimesindeki zamir onlara racidir. Bununla peygamberlere sormak için, yahut onlardan aldığı söze olan vefakârlıkları hakkında sor­mak için, yahut peygamberlere risaleti kavimlererine tebliğ etmelerinden sormak için manasının murad edilmesi de caizdir.[9]
 Buna göre mana şöy­ledir: Biz Allah'ın dinine daveti tebliğ etme hususunda peygamberlere teb­liğ görevini yerine getirip getirmediklerini sormak, ümmetlerinin kendile­rine ne şekilde icabet ettiklerini bilmek, müminlere iman ve samimiyet hu­susunda ecir vermek ve bu peygamberlerin ümmetlerinden kendilerini ya­lanlayan kâfirlere Allah'ın hazırladığı şiddetli, acıklı, elem verici cehen­nem azabıyla kâfirleri cezalandırmak için, peygamberlerden söz aldık.
"O, kâfirlere acıklı bir azap hazırlamıştır." ayeti "Peygamberlerden ... söz aldık" ayetine atfedilmiştir. [10]

Ahzab -Veya Hendek- Gazvesi, Kureyzaoğulları Gazvesi:


9- Ey iman edenler! Allah'ın size olan nimetini hatırlayın. Hani bir zaman size düşman orduları saldır­mıştı da biz onların üzerine bir rüz­gâr ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik. Allah yaptıklarınızı çok iyi görür.
10- O vakit onlar size yukarı ve  aşağı tarafınızdan gelmişlerdi. O 2aman gözier kavmı  yürekler ağızlara gelmişti. Sizler, Allah hakkında  türlü zanlarda bulunuyordunuz.
11- İşte orada müminler, imtihan  edümişler ve şiddetli bir sarsıntı ile  sarsılmışlardı.
12- O vakit münafıklar ve kalplerin- de hastalık bulunanlar: "Allah ve  peygamberi bize ancak aldatıcı bir  vaadde bulundu" diyorlardı.
13- Hani o zaman münafıklardan bir  topluluk: "Ey Medineliler! Burası  sizin için durulacak bir yer değildir.
 Hemen Seri dönün." demişti.  Münafıklardan başka bir topluluk da  Peygamber'den izin isteyerek: "Ev- lerimiz (düşman tehlikesine) açıktır."  demi§lerdi- Halbuki evleri (düşman  tehlikesine) açık değildi. Sadece  savastan kaçmak istiyorlardı. 
14-Eğer ordular Medine'nin çeşitli taraflarından içeri girseydi ve o münafıklardan fitne çıkarmaları is-tenseydi, hemen ona girişirlerdi. Bu hususta pek fazla gecikmezlerdi.
15- Halbuki onlar daha önce savaş meydanından kaçmayacaklarına dair Allah'a söz vermişlerdi. Allah'a verilen sözden mutlaka hesap so­rulacaktır.
16- De ki: "Eğer siz ölmekten veya öldürülmekten kaçıyorsanız, kaç­mak size hiçbir fayda sağlamaya­caktır. Kaçsanız bile ancak az bir zaman yaşatılırsınız."
17- De ki: "Allah size bir kötülük yapmak istese, sizi O'ndan kim koruyabilecektir? Veya size bir rahmet (iyilik) dilerse, O'nun rah­metine   (iyiliğine)   kim   engel olabilecektir?" Onlar kendilerine Allah'tan başka ne bir dost ne de bir yardımcı bulabilirler.
18- Allah, içinizden müminleri savaştan alıkoyanları ve kardeş­lerine: "Bize gelin." diyenleri çok iyi bilir. Zaten onlar savaşa çok az gelirler.
19- Yardımlarını sizden esirgerler. Kalplerine düşman korkusu düş­tüğü zaman, üzerine ölüm baygın­lığı çökmüş bir insan gibi gözleri­ni döndürerek sana baktıklarını görürsün. Korku gittiğinde ise, mala düşkün olarak iğneli dilleriy­le sizi tenkit ederler. İşte bunlar aslında iman etmemişlerdir. Allah da amellerini boşa çıkarmıştır. Bu Allah'a çok kolaydır.
20- Münafıklar düşman orduları­nın çekilmediklerini sanıyorlardı. Eğer düşman orduları tekrar saldı­rıya geçecek olsa, onlar çöllerde bedeviler arasında bulunup haber­lerinizi oradan sormak isterlerdi. Şayet aranızda olsalardı, ancak pek az savaşırlardı.
21- Gerçekten Allah'ın Rasulü'nde sizin için; Allah'ı ve ahiret gününü arzulayanlar ve Allah'ı çokça zikredenler için güzel bir numune vardır.
22- Müminler düşman ordularını görünce: "İşte Allah'ın ve Rasu-lü'nün bize vaadettiği budur. Allah ve Rasulü doğru söylemiş." dediler.Bu, ancak onların imanlarını ve teslimiyetlerini artırdı.
23- Müminler içinde öyle yiğitler vardır ki, Allah'a vermiş oldukları ahde sadakat göstermişlerdir. On­lardan kimi bu uğurda canlarını feda etmiş, kimi de beklemektedir-
dakatlarıyla mükâfatlandırması, münafıklara ise dilerse azap ver­mesi veya tevbelerini kabul etmesi için (böyle oldu.) Şüphesiz ki Allah çok mağfiret edici ve çok merha­metlidir.
25- Allah kâfirleri öfkeleriyle geri çevirdi. Onlar hiçbir şey elde ede­mediler. Savaşta müminlere Allah yardım etti. Allah çok güçlüdür. Herşeye galiptir.
26- Allah, Kitap Ehlinden kâfirlere yardım edenleri (sığındıkları) kale­lerinden indirmiş ve kalplerine korku salmıştı. Siz onların bir kıs­mını öldürüyor, bir kısmını ise esir alıyordunuz.
27- Allah onların yerlerini, yurtları­nı, mallarını ve henüz ayak basma­dığınız bir toprağı size miras olarak verdi. Allah herşeye kadirdir.

Siyerden Ahzab (Hendek) Gazvesine Dair Notlar:


Hicretin beşinci yılı Şevval ayında Medine etrafında Hz. Peygamber (s.a.)'i yoketmek için putperest kâfirler ve Ehl-i Kitap'tan on bin, yahut on iki bin, veyahut on beş bin kişi toplandı.
Kureyşli ve Habeşistanlı müşrikler Ebu Süfyan'ın komutasında dört bin kişiydiler. Esedoğulları Tuleyha'nın komutasında, altı bin kişilik Gatafan da Uyeyne b. Hısn liderliğinde idi. Âmiroğulları'na Âmir b. Tufeyl komuta ediyordu. Süleymanoğulları'na ise Ebu'l-A'ved komuta ediyordu. Benî Nadir Yahudileri Huyeyy b. Ahtab ile Ebu'l-Hukayk'ın iki oğlunun başkanlığında idiler. Benî Kureyza Yahudilerinin reisi Ka'b b. Esed olup onunla Rasulullah (s.a.) arasında ahid vardı. Huyey b. Ahtab'ın gayretiyle Ka'b bu ahdi bozdu.
Bu savaşın sebebi Yahudiler idi. Nadir ve Kureyzaoğulları'ndan bir grub yola çıkıp Mekke'de Kureyşlilere gelmişler, onları Rasulullah (s.a.) ile savaşa davet etmişler ve Kureyşlilere:
-  Sizin dininiz onun dininden daha üstündür, demişlerdi. Sonra da Gatafan, Kay, Aylan, Mürre ve Eşca'oğullan'na gidip onları da Medine'de savaşa davet etmişlerdi. Bunun üzerine biri putperest, diğeri kitabî olan her iki grup Ebu Süfyan komutasında birleşmiş bir ordu meydana getir­mekte anlaşmışlar ve Medine önlerinde karargâh kurmuşlardı.
Rasulullah (s.a.) ve müminler üç bin kişi halinde savaşa çıkmışlar ve Sel' sırtlarında karargâh kurmuşlardı.
Rasulullah (s.a.) Ahzab gruplarının hareketini duyunca Selman-ı Farisî'nin görüşüne uyarak Medine etrafında hendek kazılmasını emretti. Medine'nin kuzey batısında düşen meydandaki hendeğin kazılmasında biz­zat Peygamberimiz (s.a.) müminlerle beraber çalıştılar. Bu taraf düşmanın girmesinden korkulduğu önü açık taraf idi. Diğer taraflar ise dağlarla korunmuştu. Hendeğin uzunluğu yaklaşık olarak beş bin zira' (3000 m.), derinliği 7-10 zira' (4-6 m.), genişliği 9 zira' (5,5 m.)'den fazla idi.
Müşrikler ve beraberindeki gruplar hendeği görünce:
- Allah'a yemin olsun ki, bu Arapların daha önce bilmediği bir tuzak­tır, dediler.
Karşılıklı çarpışmalar oldu. Bazı müşrikler hendeği geçmeye çalıştılar. Bunlara taş atıldı. Bazıları da atlarıyla hendeği geçip ya helak oldular, ya da öldürüldüler. Bunlardan biri de meşhur süvari Amr b. Vüdd el-Âmiri idi. Amr, Hz. Ali ile mübareze etti. Hz. Ali onu öldürdü. Amr'ın iki arkadaşı İkrime b. Ebî Cehil ile Dırar b. Hattab kaçtı. Yine onların süvarilerinden Nevfel b. Mugîre de hendeği geçenlerden biriydi. Sa'd b. Muaz (r.a.) Benî
Kureyza Gazvesinde şehid oldu.
Daha sonra düşman grupları arasında sağlam bir komplo hazırlandı. Rasulullah (s.a.) ve ashabı şiddetli bir korku içindeyken Nuaym b. Mes'ud el-Gatafanî Peygamberimiz (s.a.)'e gelerek:
-  Ya Rasulullah! Ben müslüman oldum. Kavmim benim müslüman olduğumu bilmiyorlar. Bana dilediğin şeyi emret, dedi. Rasulullah (s.a.):
-  Sen içimizde sadece bir kişisin. Gücün yeterse, bizim adımıza bir plan kur. Zira harp hiledir, buyurdu.
Nuaym, Benî Kureyza'ya gelerek onlara:
- Kureyş ve Gatafan'ın eşrafından bazılarını rehin olarak almadan ve sizinle birlikte Muhammed'le savaşmaları için bu rehin kimseleri elinizde tutmadan Kureyş ve Gatafan'la beraber savaşmayın. Çünkü onlar Muham­med'le savaşmaktan usandılar, geri dönecekler. Siz ise yalnız başınıza on­lara karşı muktedir olamazsınız, dedi. Bunun üzerine Kureyzaoğulları:
- Sen iyi bir görüşe işaret ettin, dediler.
Nuaym daha sonra Kureyş ve Gatafanlılara gelip onlara:
- Yahudiler Muhammed'e verip, boyunlarını vurması için sizden rehin almak istiyorlar. Sizinle savaşmak üzere onunla birleşiyorlar. Zira Yahudil­er onunla yaptıkları ahdi bozduklarına pişman oldular, dedi.
Ebu Süfyan ile Gatafan liderleri müslümanlarla kesin bir çarpışmaya girmek istediklerinde Yahudiler ağır davrandılar ve onların adamlarından rehin istediler. Kureyş ve Gatafanlılar bunu kabul etmediler ve Nuaym b. Mesud'un sözünü doğruladılar. Yahudiler de Nuaym'ın sözünün doğ­ruluğundan emin oldular. Böylece Yahudilerle müşrikler birbirine düştüler ve birlik dağıldı.
Düşman grupları içinde zafiyet başgösterdi. Cenab-ı Hakk'ın onların üzerine bir kış gecesi çok soğuk bir rüzgâr göndermek suretiyle endişe ve korkularını artırdı. Rüzgâr onların kazanlarını dökmüş ve kaplarını sağa-sola dağıtmıştı.
Ebu Süfyan Kureyş'le birlikte beldelerine döndü. Bunu Gatafan izledi. Rasulullah (s.a.) haberlerini getirmek üzere Huzeyfe b. Yeman'ı gönderdi. Peygamberimiz (s.a.) namaza durarak bekledi. Huzeyfe dönünceye kadar Allah'a dua edip yakardı. Ellerini kaldırarak şöyle dua etmişti: "Ey sıkın­tıya düşenlerin imdadına koşan, ey zorluk içinde olanlara icabet eden (Al-lahım)! Endişemi, üzüntümü ve sıkıntımı kaldır. Sen benim durumumu ve ashabımın durumunu görüyorsun."
Cebrail indi ve şöyle dedi: "Allah, duanı işitti. Düşman korkusuna karşı, O sana kâfidir." Bunun üzerine Rasulullah (s.a.) dizleri üzerine çöktü, el­lerini açtı, gözlerini indirdi. Şöyle diyordu: "Şükürler olsun. Şükürler olsun. Bana da rahmetle muamele ettin. Ashabıma da rahmetle muamele ettin."
Cenab-ı Hak şu ayetiyle ne doğru söylemiştir: "Ey iman edenler! Al­lah 'm size olan nimetini hatırlayın. Hani bir zaman size düşman orduları saldırmıştı da biz onların üzerine bir rüzgâr ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik. Allah yaptıklarınızı çok iyi görür." (Ahzab, 33/9); "Allah kâfirleri öfkeleriyle geri çevirdi. Onlar hiçbir şey elde edemediler. Savaşta Allah müminlere yardım etti. Allah çok güçlüdür. Herşeye galiptir." (Ahzab, 33/25).
Böylece müslümanlarla müşrikler arasındaki savaş sona erdi. Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Kureyş bu yıldan sonra size savaş aça­maz. Fakat siz onlara savaş açarsınız."
Hendek günü müslümanlardan yedi kişi şehid oldu. Müşriklerden ise dört kişi öldürüldü. [11]

Açıklaması:


Bu ayetler Allah'ın müslümanları Hendek Gazvesinde muzaffer kıl­mak suretiyle Allah'ın nimetini ve mümin kullarına ihsanını hatırlatma hususunda beş konuyu ihtiva etmektedir:
- Gazvenin özelliklerinin bildirilmesi (9-11- ayet),
- Münafıkların ve Yahudilerin müslümanlara karşı tutumları (12-21-ayet)
- Müminlerin kendilerini feda etmeleri (22-24. ayet),
- Müminlerin zaferi ve kâfirlerin yenilgiye uğramaları (25. ayet),
- Benî Kureyza Yahudilerinin cezalandırılmaları (26-27. ayet). [12]

1- Gazvenin Özelliklerinin Bildirilmesi:


"Ey iman edenler! Allah'ın size olan nimetini hatırlayın. Hani bir zaman size düşman orduları saldırmıştı da biz onların üzerine bir rüzgâr ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik. Allah yaptıklarınızı çok iyi görür."
Ey Allah'a ve Rasulü'ne iman edenler! Sizi yoketmek ve gücünüzü kökünden söküp atmak ve varlığınızı sona erdirmek için sizin üzerinize gelen Kureyş, Gatafan ve Yahudilerden meydana gelen büyük orduların ve muazzam kalabalıkların kuşatması altında kaldığınızda Allah'ın size ihsan ettiği nimetleri hamd ve şükürle hatırlayın. Biz onların üzerine bir kış gecesi soğuk bir rüzgâr, düşmanları sarsan, kalplerine korku veren, kazan-
larını döken, çadırlarını ve eşyalarını ters yüz eden hatta her kabile reisinin kabilesine:
- Ey falanoğulları! Kendinizi kurtarın. Kendinizi kurtarın, diye duyu­ruda bulunmasına sebep olan sizin görmediğiniz melek orduları gönderdik.
Tuleyha b. Huveylid el-Esedî:
- Muhammed size yeni bir sihirbazlık yapmaya başladı. Kendinizi kur­tarın, kendinizi kurtarın, diyordu.
Ebu Süfyan ise:
- Ey Kureyş topluluğu! Allah'a yemin olsun ki siz artık kalınamayacak bir yerdesiniz. Atlar, develer helak oldu. Benî Kureyza bize verdiği sözden caydı. Onlardan hoşumuza gitmeyecek haberler bize ulaştı. Bu rüzgârdan da, gördüğünüz manzara ile karşılaştık. Vallahi ne kazanımız yerinde durabiliyor, ne ateşimiz yanıyor, ne de çadırlarımız ayakta kalabiliyor. Haydi buradan ayrılalım. Ben buradan ayrılıyorum, dedi. Sonra devesine doğru yürüdü. Devesi bağlı idi. Devesinin üzerine oturdu. Sonra deveye vurdu. Deve ile üç defa sıçradı. Devenin bağlarım ayakta iken çözdü.
Allah hendeğin kazılması, zorluklarla karşılaşılması, savaşa hazırlık ve düşmandan sakınma gibi sizin bütün amellerinize muttali olup gayet iyi bilir. O buna karşılık size mükâfat verecek ve bu mükâfattan hiçbir şeyi eksiltmeyecektir.
Cenab-ı Hak daha sonra düşman gruplarının kuşatmalarının sağlam­lığını belirterek şöyle buyurdu:
"O vakit onlar size yukarı ve aşağı tarafınızdan gelmişlerdi." Yani düş­man grupları size vadinin üst tarafından doğu cihetinden ve vadinin alt tarafından batı cihetinden saldırdıkları vakti hatırlayın. Huzeyfe'nin zikrettiğine göre ilk grup Kureyş, Habeşliler, Kinaneoğulları ve Tihame halkı idi. Diğerleri ise Benî Kureyza idi. Bir başka görüşe göre ilk zik­redilenler: Necid halkı ile Esedoğulları ve Nasroğullan idiler. Diğerleri Kureyşliler idi. Benî Kureyza Yahudileri ise hendek tarafında idi.
"O zaman gözler kaymış, yürekler ağızlara gelmişti. Sizler, Allah hak­kında türlü zanlarda bulunuyordunuz." Yani o zaman gözler yerinden fır­lamıştı, düşmanın çokluğu sebebiyle düşmana yönelmiyordu. -Korku ve en­dişeden kinaye olarak- yürekler ağızlara gelmişti. Sizler Allah hakkında çeşitli zanlar ileri sürüyordunuz. İçinizden kimileri Allah'ın yardımına ve vaadine güvenen, tavrında asla sarsılmayan, imanı sabit müminler idi. Kimi de Muhammed ve ashabının tamamen yokolacağını, müşriklerin zafere ulaşacaklarını ve Medine'ye hakim olacaklarını zanneden inancı zayıf münafık kimseler idi.
Hasan-ı Basrî diyor ki: Münafıklar müslümanlann tamamen helak olacaklarım zannediyorlar, müminler ise zafere eriştirileceklerini bekliyor­lardı.
"İşte orada müminler imtihan edilmişler ve şiddetli bir sarsıntı ile sar­sılmışlardı. " O zaman Allah müminleri tecrübe etti. İhlash olan, münafık­tan ayrıldı. Korkudan ve düşmanın tehdidinden dolayı müminler şiddetli bir şekilde sarsıldılar. İçlerinden sebatkâr olanlar gerçek mümindirler. Kendilerinde köklü endişe bulunanlar da münafıktırlar.
Allah tarafından yapılan imtihan durumun kendisi açısından ortaya çıkması için değil, bilakis bir başka hikmete binâen idi. Bu da şudur: Allah onların içinde bulunduğu durumu gayet iyi bilmektedir. Fakat O, bu duru­mu diğer peygamberlere ve meleklere göstermeyi murad etmektedir. [13]

2- Yahudilerin ve Münafıkların Müslümanlara Karşı Tutumları:


Cenab-ı Hak daha sonra münafıkların ve onları destekleyenlerin durumunu ilan ederek şöyle buyurdu:
"O vakit münafıklar ve kalplerinde hastalık bulunanlar: Allah ve pey­gamberi bize ancak aldatıcı bir vaadde bulundu, diyorlardı." Yani dış görünüşleriyle İslâm'ı kabul eden, ama kalpleri iman etmemiş olan münafıklar ile İslâm'ı henüz yeni kabul etmeleri sebebiyle inançları zayıf olanlar: Allah ve Rasulü'nün düşmana karşı muzaffer olma şeklinde bize vaad ettiği şey, hiçbir varlığı ve hakikati olmayan boş bir vaattir, dedikleri zamanı hatırla.
Bunu diyenler: Yahudilerden ve münafıklardan Muattib b. Kuşeyr ve Tu'me b. Ubeyrık gibi 70 kişi idiler. Muattib ittifak gruplarını görünce:
- Muhammed bize İran'ın ve Rum diyarının fethedileceği vaadinde bulunuyor. Halbuki bizden biri korkudan abdest bozmaya gidemiyor. Bu sadece bir aldatıcı gruptan ibarettir.[14]
İnancı hasta olanlara gelince, onların hastalığı olan iman zayıflığı, içinde bulunduğu şiddetli darlık sebebiyle gönlünün yaptığı vesveseden dolayı meydana gelir.
"Hani o zaman münafıklardan bir topluluk: Ey Medineliler! Burası sizin için durulacak bir yer değildir. Hemen geri dönün, demişti."
Yine şunu hatırlayın: Hani münafıklardan Evs b. Kayzî ile onun görüşünü destekleyen bir grup ya da Abdullah b. Übeyy ile arkadaşları şöyle demişlerdi: Ey Medine halkı! Sizin Muhammed ve askerleriyle birlik­te ikamet etmenizin hiçbir sebebi yoktur. Bu zillet ve horlanma durumunu  normal gösterecek hiçbir neden yoktur. Burada sizin için hiçbir istikrar im­kânı ya da ikamet edeceğiniz hiçbir mekân yoktur. Öldürülmekten ve helak olmaktan kurtulmak için hemen evinize ve yurtlarınıza dönün. Yes-rib, belde ismi olup Medine, Taybe ya da Tabe şeklinde adlandırılmıştır. Taife, bir veya daha fazla kişi için kullanılır.
"Münafıklardan başka bir topluluk da Peygamber'den izin isteyerek: Evlerimiz (düşman tehlikesine) açıktır, demişlerdi. Halbuki evleri (düşman tehlikesine) açık değildi. Sadece savaştan kaçmak istiyorladı." Yani fitne çıkarma ve zaafiyet ruhunu yayma sebebiyle Harise b. Haris oğullarından olan münafıklar grubu dönmeye teşebbüs ettiler ve Peygamberimiz (s.a.)'den evlerine dönme ve savaşı terketme hususunda izin isteyerek şöy­le dediler: Bizim evlerimiz terkedilmiş, zayi edilmiş durumda olup koruma altında değildir. Yani evlerimizde açıklık bulunup buradan eşya almak ve kadınlarla çocukları tedirgin etmek için hırsızın ve düşmanın girmesinden korkulur. "Halbuki evleri (düşman tehlikesine) açık değildi" yani bu evlerde hiçbir açıklık ve gedik yoktu. Bilakis evleri korunma altında olup iddia et­tikleri gibi değildir. Onların amaçları sadece korku sebebiyle kaçmak ve sadık müminler ordusuyla birlikte hareket etmekten uzaklaşmaktır.
Cenab-ı Hak daha sonra münafıkların kalplerindeki imanın zaafiyet derecesini ve basitliğini ve bu kaçışın evlerini korumak için olmadığını beyan ederek şöyle buyurdu:
"Eğer ordular Medine'nin çeşitli taraflarından içeri girseydi ve o münafıklardan fitne çıkarmaları istenseydi, hemen ona girişirlerdi. Bu hususta pek fazla gecikmezlerdi."
Yani düşman orduları Medine'nin her tarafından münafıkların üzer­ine gelselerdi; sonra da onlardan dinden vazgeçmeleri, ya da açıkça küfre dönmeleri ve müslümanlarla savaşmaları istense, buna girişirler, bunu kendi gönülleriyle kabul ederler ve bunu derhal yaparlardı. İmanı korumazlar ve imana sarılmazlardı. İcabet ederken ve kendilerinden is­tenilen şeyi verirken pek az korku ve endişe taşıdıklarından fazla bek­lemezlerdi. Bu da duraklamaksızın soru ve cevabın meydana geldiği zaman miktarıdır. Yahut onlar küfrü kabul ettikten sonra Medine'de pek az beklerler, nihayet helak olurlardı.
Bu durum, münafıkların gönüllerindeki imanın zayıflığına açık bir delildir. Dolayısıyla onların savaştan sıyrılmaya ve geri dönmeye teşebbüs etmelerinde şaşılacak bir durum yoktur. Bu, karşı koyma ve yiğitlerle kar­şılaşma sahnelerinden kaçmaya alışmış korkak ve mütereddit kimselerin özelliğidir. Bunun için Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:
"Halbuki onlar daha önce savaş meydanından kaçmayacaklarına dair Allah'a söz vermişlerdi. Allah'a verilen sözden mutlaka hesap sorulacaktır."
O münafıklar -Hariseoğulları- bu korkudan önce Uhud günü ar­kalarım dönmeyeceklerine ve savaştan kaçmayacaklarına dair söz vermiş­lerdi. Onlar tevbe etmişler ve bir daha böyle bir şey yapmayacaklarına dair Allah'a söz vermişlerdi.
Cenab-ı Hak daha sonra onları şu ayetle tehdit edip uyardı: "Allah'a verilen sözden mutlaka hesap sorulacaktır." Yani Alah bu ahidden ve kıyamet günü bunu yerine getirmekten dolayı onlara soru soracak, bu ahdi bozmaktan ve Rasulullah (s.a.)'e ihanetten dolayı onları cezalandıracaktır. Bu mutlaka meydana gelecek bir durumdur. "Mes'ulen" kelimesinin manası, yerine getirilmesi gerekli, yapılması istenen şey, demektir.
Allah Tealâ daha sonra onların yaptıklarının faydasız olduğunu beyan edip onları azarlamak üzere şöyle buyurdu:
"De ki : Eğer siz ölmekten veya öldürülmekten kaçıyorsanız, kaçmak size hiçbir fayda sağlamayacaktır. Kaçsanız bile ancak az bir zaman yaşatılırsınız."
Ey Rasulüm! Bu kaçışlarının kendilerinin ecellerini tehir et­meyeceğini ve ömürlerini uzatmayacağını dolayısıyla ölümle buluşmaktan ya da savaş meydanında öldürülmekten kaçmanın kendilerine hiçbir fayda vermeyeceğini bildir. Zira takdir edilen şey hiç şüphesiz olacaktır. Belki de onların kaçışı, onların ansızın cezalandırılmasına sebep olacaktır. Sağ kal­salar, kaçmak onlara fayda verse ve zannettikleri gibi ölümden kurtulsalar bile, bu kaçışlarından ve uzaklaşmalarından sonra bu gecikme sebebiyle dünya nimetlerinden yararlanmaları pek az bir miktar, ya da pek az bir zaman yararlanmadır. "De ki: Dünya zevki azdır. Âhiret ise gerçekten Al­lah'tan korkanlar için daha hayırlıdır." (Nisa, 44/77).  _
Rabi b. Hayseme diyor ki: Şartın cevabı önceki cümlenin delâleti sebebiyle mahzufdur. Yani siz ölümden veya öldürülmekten kaçarsanız, bu kaçma size fayda sağlamayacaktır. Zira ecelin gelişi muhakaktır.
Allah Tealâ daha sonra onların üzerlerindeki mükemmel kudretini bil­dirmek için daha önce geçen hususları beyan ederek şöyle buyurdu:
"De ki: Allah size bir kötülük yapmak istese, sizi O'ndan kim koruyabilecektir? Veya size bir rahmet dilese, O'nun rahmetine kim engel olabilecektir?" Yani ey Rasulüm! Allah'ın size olan muradına engel olabile­cek veya Allah takdir etmişse kötülüğü sizden giderebilecek, yahut Allah dilemişse sizin için fayda ve hayrı gerçekleştirebilecek hiçbir kimse yoktur.
'Yahut size bir rahmet dilese" ifadesinin manası: Size bir rahmet dile­se, size kim kötülük yapabilecektir? demektir. Yani cümle kısa kesilmiştir. "Sûen" kötülük, helak olmak demektir. "Rahmeten" kelimesi de zafer, hayır ve afiyet demektir.
Cenab-ı Hak bu manayı şu ifade ile tekid etmektedir: "Onlar kendileri için Allah 'tan başka ne bir dost, ne de bir yardımcı bulabilirler." Yani bu münafıklar ve onları destekleyen inancı zayıf kişiler ve diğerleri, ken­dilerine yardım edecek bir yardımcı ve onlara şefaat edecek bir koruyucu ve destekleyici bulamazlar.
Allah Tealâ sonra da hainleri daima iyi bildiğini ifade ederek ve onları uyararak şöyle buyurdu:
"Allah, içinizden müminleri savaştan alıkoyanları ve kardeşlerine: "Bize gelin" diyenleri çok iyi bilir." Buradaki "kad" azlık için değil, tahkik içindir. Ayetin manası şudur: Şüphesiz ki Allah küçümseyerek ve münafık­lık yaparak müslümanları savaşta bulunmaktan alıkoyanları gayet geniş ve her şeyi kapsayan ilimle gayet iyi bilir. Cenab-ı Hak Medinelilerden ar­kadaşları ve dostlarına: Bizimle birlikte gölgeler ve meyveler altında otur­maya gelin. Kendinizi bize yaklaştırın. Muhammed'i ve onunla birlikte savaşmayı terkedin, diyenleri gayet iyi bilir.
"Helümme" kelimesi Hicazlıların lügatidir. Hicazlılar bu kelimeyi hem tek kişi, hem de topluluk için eşit olarak kullanmaktadırlar. Temim kabile­si ise müfred müzekker için "helümme", cemi müzekker için "helümmü", cemi müennes için "helümmenne" şeklinde kullanmaktadırlar. Nahiv-cilerin ittifakına göre "helümme" ses değildir, terkibinin aslında farklı görüşler bulunan mürekkep bir kelimedir. Bir görüşe göre "helümme" ten-bih edatı olan "hâ" ile "lem" kelimesinden birleşmiştir. Bu, Basralıların görüşüdür. Bir başka görüşe göre ise "hel" ve "ümm" kelimelerinden birleş­miştir. Hem müteaddi, hem lazımdır. Müteaddi olan, şu ayetteki gibidir: "De ki : Şahitlerinizi getirin." (En'am, 6/150). Lazım olan da şu ayetteki gibidir: "Bize gelin." (Ahzap, 33/18).
"Kardeşlerine......diyenler"
a) Ya müslümanlara Muhammed ve ashabı küçük bir gruptur. O ve onunla birlikte olanlar helak olacaklardır. O halde bize gelin, diyen münafıklardır.
b) Ya da Benî Kureyza Yahudileri olup münafık kardeşlerine: Bize gelin. Muhammed'den ayrılın. Zira o helak olacaktır. Ebu Süfyan zafer elde ederse, sizden hiçbir kimseyi geri bırakmayacaktır, demişlerdir.
c) Yahut Peygamberimiz (s.a.)'in ashabından bir adam olup öz kar­deşine savaşın ortasında: Bana gel. Sen ve arkadaşın takip olunmakta. Sen ve arkadaşın kuşatılmıştır, demiştir.
"Zaten onlar savaşa az gelirler." Yani münafıklar savaşa az bir zaman, ya da mecbur kalırlarsa, ölümden korktukları için bir parça katılırlar. Bu ayet aynen şu ayet gibidir: "Onlar pek az savaşırlar." (Ahzap, 33/20).
Cenab-ı Hak daha sonra münafıkların diğer sıfatlarını zikrederek şöy­le buyurdu:
a) "Size yardımlarını esirgerler." Bu cimrilik vasfıdır. Yani onlar kendi nefislerine, kendi durumlarına ve mallarına karşı cimridirler. Onlar savaş­ta size ne can, ne mal, ne sevgi ne de şefkatle destek verirler. Aynı şekilde ganimet taksiminde de cimridirler. "Eşihha" kelimesi "şahıyh" kelimesinin gayri kıyasî çoğuludur. Kıyasî çoğulu "eşıhhâü" şeklindedir. Tıpkı "halîl" ve "ehıllâü" kelimeleri gibi. Doğrusu münafıkların cimriliği müminlerin yararına olan her şeyi kaplamaktadır.
b)  "Kalplerine düşman korkusu düştüğü zaman üzerine ölüm baygın­lığı çökmüş insan gibi gözlerini döndürerek sana baktıklarını görürsün."
Bu korkaklık sıfatıdır. Cimrilik korkaklığın benzeridir. Cimirilik zikredildiği zaman onun sebebi olan korkaklık da belirtilir.
Ayetin manası savaşın ve çarpışmanın başlamasıyla birlikte korku meydana gelmeye başladığında onların sana -ey Peygamber- bu durumda endişe, düşkünlük ve zayıflık içinde ölüm sarhoşluğunu yaşamaktan dolayı baygın olan kimsenin baktığı gibi baktıklarını görürsün. Savaştan korkan bu kimselerin korkusu da aynı şekildedir.
c) "Korku gittiğinde ise mala düşkün olarak iğneli dilleriyle sizi tenkit ederler." Bu münafıkların iğneli dil sahibi olma, sözle rahatsız etme ve yalancı övünme sıfatlarıdır.
Ayetin manası: Güvenlik gerçekleştiği zaman size dille galip gelirler ve size sözle eziyet ederler. Kendilerinin yardım ve cesaret ehli oldukları şeklinde böbürlenirler. Onlar bu konuda yalancıdırlar.
Bu sıfatın sebebi ise Cenab-ı Hakkın buyurduğu şekildedir: "Mala karşı aşırı düşkünlük ..." Yani bununla birlikte bu kimselerde hayır yoktur. Bu kimseler korkaklık, yalancılık ve hayırsızlık vasıflarını birarada top­ladılar. Onlar her iki durumda da hayrı az, şerri çok kimselerdir. Onlar başta ve sonda cimrilik yaparlar. Yani onlar şiddet durumunda korkak, ganimet zamanında cimri kimselerdir.
Katade diyor ki: Münafıklar ganimet anında toplumun en aç gözlüleri ve paylaşmaları en kötü kimseler olup, "Bize verin, bize verin. Biz de sizin­le birlikte savaşta bulunduk", derler. Şiddet anında ise onlar toplumun en korkakları ve hakka karşı en düşük kimselerdir.
Allah Tealâ münafıkların hastalıklarının ve bütün kötü vasıflarının sebebinin Allah'a duyulan güvenin zayıflaması olduğunu zikretti:
"Onlar aslında iman etmemişlerdir. Allah da onların amellerini boşa çıkarmıştır. Bu Allah'a çok kolaydır." Yani bunlar Allah ve Rasulü'nü tas­dik eden kimseler değildirler. Onlar lafzan imanı ortaya koysalar da, hakikaten iman etmemişlerdir. Allah da onların müslümanlarla birlikte yapmış oldukları amellerini iptal etmiştir. Bu iptal etme Allah'ın adale­tinin ve hikmetinin gereği olarak Allah'ın nezdinde gayet basit ve kolaydır.
Zemahşerî şöyle bir soru ortaya koydu: "Münafığın sabit bir ameli var mıdır ki, iptale uğrasın?" Daha sonra şu cevabı verdi: "Hayır, fakat bu ifade kalp iştirak etmese de, dille iman etmenin iman olduğunu, münafığın işlediği amellerden dolayı mükâfat göreceğini zanneden kimseye bir ders niteliğinde olup Cenab-ı Hak münafığın imanının iman olmadığını ve onda bulunan her amelin batıl olduğunu beyan etmiştir.[15]
Allah Tealâ münafıkların korkaklık, cimrilik ve düşman korkusu gibi çirkin sıfatların onların devamlı sıfatları olduğunu; geçici, arızî, mücerret bir durum olmadığını zikretmektedir.
"Münafıklar düşman ordularının gitmediklerini zannediyorlardı." Yani onlar korku ve endişelerinin şiddetinden dolayı Kureyş, Gatafan ve Kureyzaoğulları'ndan meydana gelen küfür topluluklarının çekilmedik­lerini ve mağlup olmadıklarını ve onların kuşatma ve savaşa döneceklerini sanıyorlardı. Düşman ordularının çekilmelerine, yenilgiye uğramalarına ve kesinlikle dönmeyecekleri gerçeğine rağmen münafıklar savaşta bulunduk­ları halde savaş meydanından uzakta dururlar. Zira onlar orada savaş-mayacaklardır.
"Eğer düşman orduları tekrar saldırıya geçecek olsa, onlar çöllerde bedeviler arasında bulunup haberlerinizi oradan sormak isterlerdi."
Yani düşman grupları tekrar sizinle çarpışmaya dönerlerse, onlar sizinle Medine'de ve savaşçılar arasında birlikte bulunmayı temenni eder­lerdi. Hatta çölde bedeviler arasında bulunmayı ve sizin üzüntünüzden dolayı sevinmek, size kötülük dokunmasını beklemek, korkaklık ve azimet-lerdeki zafiyet sebebiyle sizin haberlerinizi sormak isterlerdi.
"Şayet onlar aranızda olsalardı, ancak pek az savaşırlardı." Yani o münafıklar savaş meydanında sizinle beraber olsalardı, kendilerini kor­kaklık ve zafiyetin kuşatması sebebiyle az bir çarpışma ile ya da az bir zaman çarpışırlardı.
Cenab-ı Hak daha sonra üstün lider Rasulullah (s.a.)'e tâbi olmanın zaruri olduğuna, onların ve başkalarının dikkatini çekerek şöyle buyurdu:
"Gerçekten Allah'ın Rasulü'nde sizin için; Allah'ı ve ahiret gününü arzulayanlar ve Allah'ı çokça zikredenler için güzel bir numune vardır."
Bu, Allah Tealâ tarafından Ahzab savaşında ve diğer zamanlarda Hz. Peygamber (s.a.)'in sözleri, davranışları, durumları, sabrı, tahammülü, cihadı ve Rabbinden yardım beklemesi hususunda Hz. Peygamber (s.a.)'i örnek alma emridir.
Ayetin manası şudur: Ey müminler! Sizin için güzel bir nümûne ve izinden gidilecek üstün örnek vardır. Haydi ona uyun, onun şemailini iz­leyin. Allah'ı sevme, O'na tazim gösterme, Onun cezasından korkma, O'nun sevabını ve mükâfatını arzu etme sebebiyle siz Allah'ın sevabını ve lütfunu istiyorsanız, Allah'tan ve Onun hesabından korkuyorsanız, gece-gündüz Onu çok zikrederseniz; Rasulullah (s.a.) kahramanlık, atılganlık, sabır ve tahammül hususunda üstün bir örnektir. Zira Allah'ı zikretme, O'na itaat etmeye ve Rasulü'nü örnek almaya sevketmektedir.
Bu, savaştan geri kalanlar için bir ihtar. Bütün insanları rahatlık ve darlıkta, şiddet anında kahramanlarla buluşma ve yiğitlerle karşılaşma zamanında Rasulullah (s.a.)'e uymayı irşad etmektedir. [16]

3- Müminlerin Tutumu:


Allah Tealâ münafıkların durumunu beyan ettikten sonra müminlerin düşmanlarla karşılaşma anındaki durumunu beyan etmek üzere şöyle buyurdu:
"Müminler düşman ordularını görünce: "İşte Allah'ın ve Rasulü'nün bize vaadettiği budur. Allah ve Rasulü doğru söylemiş." dediler. Bu, ancak onların imanlarını ve teslimiyetlerini artırdı."
Allah'ın kendilerine yaptığı vaadi tasdik eden, söz ve amelinde ihlaslı olan müminler Medine etrafında toplanan düşman gruplarını gördüklerin­de: imtihan edilme, düşmanlarla karşılaşma denemesine tâbi tutulma ve yakın zafer şeklinde Allah ve Rasulü'nün bize vaadettiği budur." dediler.
Allah ve Rasulü zafer vaadinde sadık kaldı. Düşmanların biraraya gelmeleri, bu sıkıntı ve darlık durumu onların Allah'a imanlarını, Rasulul­lah (s.a.)'i tasdik etmelerini, Allah'ın kaza ve kaderine teslimiyetlerini, O'nun emirlerine boyun eğmelerini, Rasulü (s.a.)'e itaat etmelerini ve kul­ların sebeplere sarılmaları, savaşa hazırlanmaları ve gerçekten çarpış­malarından sonra zaferin Allah Tealâ nezdinde olduğuna dair kesin iman­larını artırdı. Zira cihad Allah tarafından kullarına bir yükümlülüktür. Bu yükümlülüğü yok kabul etmek bir masiyettir. Kulların hiçbir çalışma yap­maksızın sadece Allah'ın kudretine ve Onun yardım ve destekle imdada erişeceğine dayanmak kötü bir anlayış, bilgisizlik ve aldatıcı şeytan temen­nileridir.
Bu hatalı anlayışlara karşı dikkat çekme, Kur'an'da tekrar tekrar belirtilmiştir. Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "Sizden önce gelenlerin durumu sizin başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi zannettiniz? Pey­gamber ve onunla beraber olan müminler "Allah'ın yardımı ne zaman?" diyecek kadar darlığa ve zorluğa uğramışlar ve sarsılmışlardı. İyi bilin ki Allah'ın yardımı elbette yakındır." (Bakara, 2/214). Yine Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "Yemin olsun ki biz kendilerinden öncekileri denemişken, in­sanlar inandık demekle, denenmeden bırakılacaklarını mı sanıyorlar?" (Ankebût, 29/2).
İbni Abbas'tan rivayet edildiğine göre Peygamberimiz (s.a.) ashabına: "Düşman kabileler dokuz-on gün içinde yani dokuz veya on gün sonunda üzerinize gelecekler." buyurdu. Yine Peygamberimiz (s.a.): "Düşman kabilelerin sizin aleyhinize toplanmaları ile durum şiddetlenecek. Hayırlı sonuç sizin lehinize, onların aleyhine olacak."
Ayette Allah'ın ve Rasulü'nün vaadine güvenmenin vacip olduğuna delil vardır. Allah Tealâ'nm "Bu ancak onların imanlarını ve teslimiyet­lerini artırdı." kavli iman artar ve eksilir diyen imamların ekseriyetinin ifade ettikleri gibi imanın insanların durumlarına göre artacağına ve güç­leneceğine delildir.
Cenab-ı Hak, münafıkların savaştan kaçmayacaklarına dair Allah'a verdikleri sözü bozdukları şeklinde durumlarını belirttikten sonra, ahid ve misakları üzerinde devam eden, Allah'ın peygamberinden ancak ölümle ay­rılacaklarına dair Allah'a verdikleri sözde vefakârlık gösteren müminlerin durumunu tavsif ederek şöyle buyurdu:
"Müminler içinde öyle yiğitler vardır ki Allah'a vermiş oldukları ahde sadakat göstermişlerdir. Onlardan kimi bu uğurda canlarını feda etmiş, kimi de (bu şerefi) beklemektedirler. Onlar (Allah'a) verdikleri sözü asla değiştirmediler." Yani münafıkların karşısında ihlaslı ve sadık müminler­den bir grup vardır. Onlar Allah'a verdikleri söze sadık kaldılar. Sıkıntı ve darlık durumunda sabredecekleri şeklinde verdikleri sözde vefakârlık gös­terdiler. Onlardan kimi eceli sona eren, Bedir ve Uhud günündeki gibi şehid olan kimselerdir. Kimi de ahde vefakârlık gösterek şehitliği ve Al­lah'ın kaderini beklemektedirler. Biz savaştan kaçmayacağız, deyip de bu sözlerini değiştiren, savaştan kaçan münafıklardan farklı olarak müminler ahidlerini bozmadılar, değiştirmediler. "Adağını yerine getirdi." ifadesinin manası çarpıştı ve adak olan canını feda etti, demektir. "Nahb", adak demektir.
Buhari, Enes b. Malik (r.a.)'den naklediyor: "Biz, "Müminler içinde öy­le yiğitler vardır ki..." ayetinin Enes b. Nadr hakkında nazil olduğu görüşünde idik."
İmam Ahmed, Müslim, Tirmizî ve Neseî, Enes b. Malik'ten rivayet ediyor: Amcam Enes b. Nadr Bedir'de bulunamadı. Bu durum ona ağır gel­di. Şöyle dedi:
-  "Rasulullah (s.a.)'in katıldığı ilk gazvede bulunamadım. Allah bana bundan sonra Rasulullah (s.a.) ile beraber bir gazvede bulunmayı gösterir­se, Allah, ne yapacağımı mutlaka görecektir."
Enes b. Malik anlatmaya devam etti: Başka bir şey söylemeyi büyük­lük saydı. Sonra da Uhud günü Rasulullah (s.a.) ile birlikte savaşa katıldı. Sa'd b. Muaz'la karşılaştı. Amcam Enes b. Nadr, Sa'd'e:
- Ya Eba Amr nereye? Ah cennetin kokusu! Ben onu Uhud'un hemen ardından duyuyorum, demiş, sonra da şehid oluncaya kadar çarpışmıştı. Savaş sonunda vücudunda seksen küsur kılıç, mızrak ve ok yarası bulun­muştu. Bunun üzerine şu ayet nazil oldu: "Müminler içinde öyle yiğitler vardır ki Allah'a vermiş oldukları ahde sadakat göstermişlerdir."
Keşşaf tefsirinde zikredildiğine göre sahabeden bazı kimseler Rasulul­lah (s.a.) ile birlikte bir savaşta bulunurlarsa, sebat edip şehid oluncaya kadar çarpışma adağında bulundular. Bunlar Osman b. Affan, Talha b. Ubeydillah, Said b. Zeyd b. Amr b. Nüfeyl, Mus'ab b. Umeyr ve başkaları idi.
Allah Tealâ daha sonra müminlerin ve başkalarının belâya uğ­ramalarının ve savaşta acı çekmelerinin sebebini zikrederek şöyle buyur­du:
"Allah'ın sözünde duranları, sadakatlarıyla mükâfatlandırması, münafıklara ise, dilerse azap vermesi veya tevbelerini kabul etmesi için (böyle oldu)."
Yani Allah kirli olanı temizden ayırması için kullarını korku ve düş­manla karşılaşmakla imtihan eder ve bu iki grubu açıkça ortaya çıkarır. Allah'a verdikleri ahidlerinde sabretmek, bu ahidlerini yerine getirmek ve bunları korumak suretiyle imanlarında sadık olanları mükâfatlandırır.
Onlar vaadlerinde sadık olduğu gibi Allah da dünya ve ahirette onlara verdiği vaadinde sadıktır. Ayrıca Hakk'ı yalanlayan, ahdi bozan, Allah'ın emirlerinden yüzçeviren; böylece Allah'ın cezasına ve azabına müstahak olan münafıklara azab edecektir.
Herşey dünyada Allah'ın iradesi altındadır. O dilerse onlar aynı durumda kalır, nihayet Allah'a kavuşurlar. Allah da onlara azab eder. O dilerse onları nifaktan vazgeçip imana, fısk ve isyandan sonra salih amele irşad etmek suretiyle onların tevbelerini kabul eder. Yani iman ve tevbe yolunu bulabilmek Allah'ın muradı ve iradesiyledir.
Allah'ın mahlûkatına şefkat ve rahmeti gazabına galip geldiğine göre Cenab-ı Hak şöyle buyaracaktır:
"Şüphesiz ki Allah çok mağfiret edicidir ve çok merhametlidir." Zira onların günahlarını örtmüş, onlara rahmetiyle muamele etmiş, onları imanla nzıklandırmış ve tevbeye muvaffak kılmıştır. Tevbeden sonra geçen şeylerden dolayı onları cezalandırmamıştır. Bu ifade vakit geçirmeden iman ve tevbeye özendirme ifadesidir.
Bu ayetin benzerleri çoktur. Bunlardan iki ayet şunlardır: "Yemin ol­sun ki sizi, içinizden cihada çıkanları ve sabredenleri meydana çıkarana ve haberlerinizi açıklayana kadar deneyeceğiz." (Muhammed, 47/31); "Allah (siz) müminleri, içinde bulunduğunuz durumda bırakacak değildir. Nihayet kirli olanı temizden ayırcaktır." (Al-i Imran, 3/179). [17]

4- Savaşın Sonu:


"Allah kâfirleri öfkeleriyle geri çevirdi. Onlar hiçbir şey elde edemedil­er. Savaşta müminlere Allah'ın yardımı yetti. Allah çok güçlüdür, herşeye galiptir."
Allah Tealâ bu düşman gruplarını Medine'den uzaklaştırdı. Onları öf­keleriyle perişan ve eli boş olarak geri çevirdi. Onlar hiçbir gönüle şifa veremediler. Hiçbir şey gerçekleştiremediler. Cenab-ı Hakk'ın gönderdiği soğuk rüzgâr ve ilâhî ordular sebebiyle ganimet, esir ya da kesin zafer gibi hiçbir hayır elde edemediler. Onların toplulukları dağıldı, grupları par­çalandı. Kendileri için ne dünyada zafer ve ganimet, ne de ahirette hiçbir hayır gerçekleştiremediler. Sadece Rasulullah (s.a.)'e düşmanlıklarını ilân etmek, ona karşı çıkmak ve onu öldürmeye, onun cemaatini ve ordusunu kökünden kazımaya yönelme günahını aldılar. Kim birşeye yönelir ve bu amacını gerçekten uygulamaya başlarsa, bu hakikatte o şeyi yapan kimse gibidir.
Allah savaşta müminlere yetti. Yani onları savaşma ve karşılaşıp düş­manları ülkelerinden kovmaya bırakmadı. Bilakis onların serlerine, yalnız Allah karşı koydu. Kuluna yardım etti. Ordusuna izzet verdi. Bizzat ken­disi düşman gruplarını mağlup etti. Bunun için -Buhari ve Müslim'in rivayetine göre- Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurdu: "Allah'tan başka ilâh yoktur. O vaadinde durdu. Kuluna yardım etti. Ordusunu aziz kıldı. Düş­manları mağlup etti. Ondan sonra hiçbir şey yoktur." Yine Buhari ve Müs­lim'in Sa/ıi/ı'lerinde Abdullah b. Ebî Evfa'dan naklediliyor ki: Rasulullah (s.a.) düşman kabilelere beddua ederek şöyle buyurdu:
"Ey kitabı indiren, hesap görmesi süratli olan, Allahım! Bu kabileleri yenilgiye uğrat. Allahım! Onları yenilgiye uğrat ve onları sarsıntıya uğrat."
Muhammed b. İshak diyor ki: Hendek başında toplananlar oradan ay­rılınca -bize ulaşan haberlere göre- Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu:
"Bu yıldan sonra Kureyş sizinle savaşmaya kalkışmayacak. Siz onlarla savaşmaya teşebbüs edeceksiniz." Gerçekten Kureyş bundan sonra savaşa kalkışmadı. Rasulullah (s.a.) onlara savaş açtı. Nihayet Allah Mekke'nin fethini ihsan etti.
Allah çok güçlü ve hükmünde son derece üstündür. Yani onlarla çar­pışmaya muhtaç değildir. Kâfirleri kökten yoketmeye ve onları zelil et­meye, gücü ve kuvvetiyle onları hiçbir fayda elde etmeden eli boş olarak geri çevirmeye, İslâm'ı ve müslümanları izzetli kılmaya kadirdir. [18]

 

5- Kureyzaoğulları Kuşatması:


"Allah kitap ehlinden kâfirlere yardım edenleri (sığındıkları) kalelerin­den indirmişti."
Allah Ehl-i Kitap'tan olan ve düşman gruplarına yardım eden Benî Kureyza Yahudilerini kalelerinden indirdi. Zira onlar Nadîroğulları'ndan Huyeyy b. Ahtab'ın gayretiyle kendileriyle Rasulullah (s.a.) arasındaki ahitlerini bozmuşlardı. Zira Huyeyy, Kureyzaoğulları reisi Ka'b b. Esed'den ayrılmamış, nihayet Ka'b ahdi bozmuştu. Huyeyy, Ka'b'a:
- Yazık, ben sana zamanın en şereflilerini getirdim. Kureyş ve civar kabileleri, Gatafan ve ona tâbi olan kabileleri getirdim. Onlar şurada Muhammed ve ashabını tamamen yokedinceye kadar yerleşecekler, dedi. Ka'b ise:
- Hayır, Allah'a yemin olsun ki sen zamanın zilletini getirdin. Yazık sana ya Huyeyy! Sen uğursuzsun. Bizden uzak dur, dedi.
Huyeyy onu kandırmaya devam etti. Nihayet Ka'b onun sözünü kabul etti. Huyeyy, Ka'b'a toplanan kabileler giderse ve onların gayretleri boşa çıkarsa, Ka'b'ın da kendileriyle beraber kaleye girmesi ve böylece ken­dilerine örnek olmasını şart koştu.
Allah Tealâ Rasulü'nü ve müslümanları teyid ettiği, düşmanlarını boz­guna uğratıp onları en büyük zararla eli boş geri çevirdiği ve müslüman-ların da Medine'ye döndükleri sırada Cebrail aleyhisselâmı gönderdi ve Rasulü (s.a.)'e şunu vahyetti:
- Allah sana Kureyzaoğulları üzerine gitmeni emrediyor.
Bunun üzerine Rasulullah (s.a.) derhal kalktı ve halka Kureyzaoğul-ları'nın üstüne yürümelerini emretti. Kureyzaoğulları Medine'ye birkaç mil mesafede idiler. Bu emir öğleden sonra verilmişti.
Buhari ve Müslim'in rivayetine göre Peygamberimiz (s.a.): "Sizden hiçbiriniz ikindi namazını Kureyzaoğulları'ndan başka bir yerde kıl­masın. " dedi. Halk yürüdü. İkindi vakti onlara yolda erişti. Bazıları yolda namazı kıldılar. Bunlar:
-  Rasulullah (s.a.) bizden sadece acele olarak yola çıkmamızı istedi, dediler. Diğerleri de:
-  Biz ikindi namazını Kureyzaoğulları diyarında kılacağız, dediler. Peygamberimiz (s.a.) bu iki gruptan hiçbirine sert davranmadı.
Rasulullah (s.a.) müslümanların peşinden gitti. Medine'ye vekil olarak İbni Ümmi Mektum'u bıraktı. Sancağı Hz. Ali'ye verdi. Peygamberimiz (s.a.) daha sonra onları kaleden inmeye davet etti. Onları 25 gece kuşatma altında tuttu. Bu durum uzayınca kendileri hakkında Evs kabilesi reisi Sa'd b. Muaz'ın hüküm vermesi şartıyla kaleden indiler. Zira Evs kabilesi cahiliyyede Kureyzaoğulları'mn müttefiki idi.
Sa'd gelince Peygamberimiz (s.a.):
-  Büyüğünüze ayağa kalkın, buyurdu. Müslümanlar Sa'd'ın Kurey­zaoğulları hakkındaki hükmünün geçerli olması için onun hüküm mevkiin­de, ona hürmeten ve değer vererek ayağa kalktılar.
Peygamberimiz (s.a.) işaret ederek:
- Şunlar senin hükmüne razı oldular. Onlar hakkında dilediğin şekilde hüküm ver, buyurdu.
Sa'd (r.a.):
-  Benim hükmüm onlar üzerinde geçerli olacak mı? dedi. Peygam­berimiz (s.a.):
- Evet, dedi. Sa'd (r.a.):
- Peki, bu çadırda olanlar üzerinde de geçerli olacak mı? dedi. Peygam­berimiz (s.a.):
-  Evet, dedi. Sa'd (r.a.) Rasulullah (s.a.)'in de içinde bulunduğu tarafı işaret ederek:
-  Burada olanlar üzerinde de geçerli olacak mı? dedi. Bu sırada Rasulullah (s.a.)'e hürmet etmek, değer vermek ve büyüklüğünü ifade et­mek için Rasulullah (s.a.)'den yüzünü çevirmişti. Peygamberimiz (s.a.):
- Evet, buyurdu. Sa'd (r.a.):
-  Ben Yahudilerin savaşçılarının öldürülmesi, çoluk-çocuklarına ve mallarına el konulması hükmünü veriyorum, dedi. Rasulullah (s.a.):
-  Yedi kat semanın üzerinden Allah Tealâ'nm verdiği hükümle hükmettin. Ya da onlar hakkında Allah Tealâ'nm hükmü ve Rasulu nün hük­mü ile hüküm verdin, buyurdu.
Rasulullah (s.a.) daha sonra çukurlar kazılmasını emretti. Yerde çukurlar kazıldı. Yahudiler elleri omuzlarına bağlı getirildiler. Boğazları vuruldu. Sayıları 700 ila 800 arasında idi. Bunların hanımları, malları ve çocukları esir alındı.
"Allah onların kalplerine korku salmıştı. Siz onların bir kısmını öl­dürüyor, bir kısmını ise esir alıyordunuz." Yani Hz. Peygamberle savaşmak hususunda müşrikleri kışkırtmaları, müslümanları korkutmaları ve öldür­me maksadı taşımaları sebebiyle Allah onların gönüllerine şiddetli korku verdi. Durum onların beklediklerinin aksi oldu. Kendilerini, ölüme, çocuk­larını ve kadınların esirliğe teslim ettiler. Siz onlardan bir kısmını yani savaşan erkekleri öldürüyordunuz. Diğer bir kısmını yani kadınlarını ve çocuklarını esir alıyordunuz.
"Allah onların yerlerini, yurtlarını, mallarını ve henüz ayak bas­madığınız bir toprağı size miras olarak verdi. Allah her şeye kadirdir."
Yani Allah size onların ekili arazilerini, mamur evlerini, biriktirilen mallarını ve ayrıca henüz ayaklarınızın basmadığı, gelecekte Kureyzaoğul-ları'ndan sonra fethedeceğiniz Hayber, Mekke, Fars ve Rum diyarı gibi başka toprakları size miras olarak verdi.
Allah herşeyde mutlak kudret sahibidir. O Kureyzaoğulları'nın top­raklarına sizi varis kıldığı ve onlara karşı sizi muzaffer kıldığı gibi başka yerlere de sizi varis kılmaya ve başka kavimlere karşı sizi muzaffer kıl­maya kadirdir.[19]

Hz. Peygamber (S.A.)'in Hanımlarının Dünya Ve Ahiret Arasında Muhayyer Kılınmaları, Onların Sevaplarının Ve Cezalarının Miktarı:


28- Ey Peygamber! Hanımlarına şöyle de: Eğer siz dünya hayatını ve süsünü istiyorsanız, gelin size boşanma bedellerinizi vereyim ve hepinizi güzellikle salıvereyim.
29- Eğer Allah'ı, peygamberini ve ahiret yurdunu işitiyorsanız, iyi bilin ki Allah içinizden iyilikte bulunanlar için büyük bir mükâfat hazırlamıştır.
30- Ey Peygamber'in hanımları! Sizden kim apaçık bir hayasızlıkta bulunursa, azabı iki kat artırılır. Bu, Allah'a çok kolaydır.

Açıklaması:


"Ey Peygamber! Hanımlarına şöyle de: Eğer siz dünya hayatını ve' süsünü istiyorsanız, gelin, boşanma bedellerinizi verip hepinizi güzellikle salıvereyim."
Allah Tealâ, Rasulü'ne hanımlarından dünya mülkü ile ahiret nimet­leri arasında tercihte bulunmalarını istemesini emretti.
Ayetin manası şudur: Ey Rasulüm! Hanımlarına de ki: Kendi nefis­leriniz için şu iki durumdan birini tercih edin:
Şayet sizin en büyük dileğiniz dünya hayatının lezzetlerine, ziynetine, malına ve nimetlerine dalmak ise ayrılığı tercih edin. O takdirde size layık olduğunuz boşanma bedellerini vereyim. Bu boşanma bedeli, boşanan hanımın hatırını hoş tutmak için hediye edilen maldır. O zaman hiçbir zarar ve bid'at bulunmayan boşama ile boşayayım.
- Yahut benim nezdimdeki darlık durumuna sabredin. Gelecek ayette zikredilen husus budur.
Boşanma bedeli: Kocanın zenginlik-fakirlik durumuna göre -boşadığı hanımına vereceği- elbise, hediye veya maldır. Nitekim Cenab-ı Hak bir ayette şöyle buyuruyor: "Onlara boşanma bedellerini verin. Zengin, duru­muna göre vermelidir. Eli darda olan da durumuna göre vermelidir. Bu örfe uygun bir ikramdır. İyilikseverlerin üzerine borçtur." (Bakara, 2/236).
Hiçbir zararın ve bid'atin bulunmadığı boşanmaya gelince, bu çeşit boşama, iddetin başlamasıyla birlikte hayız halinde olmayıp temizlik halinde verilen boşamadır. Bunun dedili: "Kadınları boşadığınız zaman id-detini gözeterek boşayın." (Talak, 65/1).
"Eğer siz Allah'ı peygamberini ve ahiret yurdunu istiyorsanız, iyi bilin ki Allah içinizden iyilikte bulunanlar için büyük bir mükâfat hazırlamıştır."
Yani siz şayet Allah'ın rızasını, Rasulü'nü ve ahiret sevabını -yani cen­neti- arzu ederseniz; şüphesiz ki Allah içinizden iyiliksever olan hanımlar için, yanında dünya zinetini küçümseyeceğiniz kadar büyük bir sevap hazırlamıştır. Bu ifade Allah'ı, Rasulü'nü ve ahiret yurdunu isteyen kim­senin salih ve iyiliksever olduğuna delildir. "Allah'ı, peygamberini ve ahiret yurdunu istiyorsanız." ifadesinde iman manası vardır.
Rasulullah (s.a.) hanımlarını dünya ve ahiret arasında muhayyer bırakınca, hepsi ahireti tercih ettiler. Rasulullah (s.a.) bundan memnun ol­dular. Allah da güzel tercihlerinden dolayı onları takdir etti, onlara değer verdi ve şöyle buyurdu: "Bundan sonra artık başka kadınlarla evlenmen, elinin altında bulunan cariyeler hariç güzellikleri hoşuna gitse bile, bun­ların yerine başka hanımlar alman, sana helâl değildir." (Ahzab, 33/52); "Sizin Allah'ın Rasulü'nü üzmeniz ve kendisinden sonra onun hanımlarını nikahlamanız, asla caiz olmaz." (Ahzab, 33/53).
Peygamberimiz (s.a.)'in hanımları onikidir. Bunlar müminlerin an­neleridir. Peygamberimiz (s.a.) Hz. Âişe'den başka bakire bir kızla evlen­medi. Onun diğer hanımlarıyla evliliği kalpleri İslâm'a ısındırmak, İslâm davetini yaymak, devleti kurmak ve birliği temin etmek için yapılmıştı.
Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımları şunlardı:
1- Hadice bt. Huveylid: Efendimiz'in ilk hanımıdır. Peygamberimiz (s.a.) onunla Mekke'de evlendi. Hz. Hadice Peygamberimiz (s.a.) ile birlik­te; peygamberlik öncesi 15 yıl, peygamberlik sonrası yedi yıl yaşadı. Pey­gamberimiz 54 yaşında iken Hz. Hadice vefat edinceye kadar başkasıyla evlenmedi. Hz. Hadice kadınlardan ilk iman eden kişidir. Peygamberimiz (s.a.)'in İbrahim dışındaki bütün çocukları Hz. Hadice'dendir.
2- Şevde bt. Zem'a bt. Abdişems el-Âmiriyye: Peygamberimiz (s.a.) Şev­de ile Mekke'de zifafa girdi. Şevde, Medine'de vefat etti.
3- Âişe bt. Ebîbekir es-Sıddîk: Sıddîk kızı Sıddîka olup Peygamberimiz (s.a.)'den çok hadis rivayet eden âlime ve fakîhe bir hanım idi. Peygam­berimiz (s.a.) kendisiyle Medine'de henüz dokuz yaşında iken evlendi. Hz. Âişe Efendimizle birlikte dokuz yıl kaldı. Hz. Âişe (r.a.) onsekiz yaşında iken Rasulullah (s.a.) vefat etti. Rasulullah (s.a.) ondan başka bakire ile evlenmedi.
4- Hafsa bt. Ömer b. Hattab el-Kuraşiyye el-Adeviyye: Peygamberimiz (s.a.) kendisiyle evlendi, daha sonra onu boşadı. Bunun üzerine Cebrail: "Allah sana Hafsa'ya dönmeni emrediyor. Zira o çok oruç tutan ve çok namaz kılan bir hanımdır." dedi. Efendimiz de tekrar ona döndü.
5-  Ümmü Seleme: Sahih olan görüşe göre Rasulullah (s.a.) onu oğlu Seleme'den isteyerek nikahladı. İsmi Hind bt. Ebî Ümeyye el-Mahzumiy-ye'dir.
6- Ümmü Habibe Remle bt. Ebî Süfyan: Rasulullah (s.a.) onunla, kocası vefat edince, hicretin yedinci yılında evlendi. Hicretin sekizinci yılında onunla zifafa girdi. Onunla evliliğinde Peygamberimiz (s.a.)'in vek­ili Anır b. Ümeyye ed-Damrî idi. Necaşi, Rasulullah (s.a.) namına Ümmü Habibe'ye 400 dinar irihir verdi.
7- Zeyneb bt. Cahş: Rasulullah (s.a.) evlâd edinmeyi ve etkilerini or­tadan kaldırmak için, kocası Zeyd b. Harise'den boşandıktan sonra Allah'ın emriyle onunla evlendi. İsmi Berre idi, Rasulullah (s.a.) ona Zeyneb ismini verdi.
8- Zeyneb bt. Huzeyme b. Haris: Peygamberimiz (s.a.) onunla evlendik­ten sekiz ay sonra, Zeyneb vefat etti. Zeyneb cahiliye devrinde yoksullara yemek yedirdiği için "Ümmü'l-Mesakîn" (Yoksulların Annesi) diye adlan­dırılırdı.
9- Safiyye bt. Huyeyy b. Ahtab el-Harûniyye: Peygamberimiz (s.a.) azad ettikten sonra onunla evlendi. Safiyye, Hayber esirlerindendi. Rasulullah (s.a.) onu yedi baş karşılığında Dıhyetü'l-Kelbî'den satın almıştı.
10- Rayhane bt. Zeyd: Rasulullah (s.a.) onunla hicretin 6. yılında ev­lendi. Rayhane veda haccı ardından vefat etti. Kocası savaşta öldürülmüş, Peygamberimiz (s.a.) ona ve evlâdına ikramda bulunmak için onunla ev­lenmişti.
11- Cüveyriye bt. Haris b. Ebî Dırar el-Mustalikıyye el-Huzaıyye: Mus-talıkoğulları esirlerindendir. Peygamberimiz (s.a.) onunla hicretin altıncı yılı Şaban ayında evlendi. İsmi Berre idi, Peygamberimiz (s.a.) kendisine Cüveyriye adını verdi.
12- Meymune bt. Haris el-Hüâliyye: Peygamberimiz (s.a.)'in en son ev­lendiği hanımıdır.
Bunlar Peygamberimiz (s.a.)'in kendileriyle zifafa girdiği meşhur hanımlarıdır.
Peygamberimiz (s.a.)'in evlenip de kendileriyle zifafa girmediği hanımları da vardır.
- İsmi Fatıma ya da Amre olan Kilâbiyye diye bilinen hanım. Peygam­berimiz (s.a.)'den istiâze eden hanım budur.
- Esma bt. Nu'man b. Cevn
- Kuteyle bt. Kays (Eş'As b. Kays'm kızkardeşidir.)
Bunların sayılan on tanedir, Peygamberimiz (s.a.)'in iki cariyesi vardı: Bunlar Mariye el-Kıbtıyye ve Reyhane'dir. Peygamberimiz (s.a.)'in nişan­layıp da henüz nikahlamadığı ve kendi nefsini Peygamberimiz (s.a.)'e hibe eden kadınlar dokuz tanedir. Bunlardan biri Ümmü Hani bt. Ebî Talib'tir.
Cenab-ı Hak Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımlarını muhayyer kılıp da onlar da Allah'ı, Rasulü'nü ve ahiret yurdunu tercih ettiklerinde Allah on­lara öğütte bulundu ve onları masiyete karşı kat kat azapla tehdit ederek şöyle buyurdu:
"Ey Peygamber'in hanımları! Sizden kim apaçık bir hayasızlıkta bulunursa, azabı iki kat artırılır. Bu Allah'a çok kolaydır."
Ey Peygamber'in hanımları! Ey müminlerin anneleri! İçinizden kim geçimsizlik, kocaya isyan ve kötü ahlak gibi çirkinliği açık büyük bir masiyet işlerse mertebelerinizin şerefli, derecelerinizin faziletli oluşu ve diğer kadınların önüne geçmeniz sebebiyle ceza iki kat olmaktadır. Zira siz Peygamberin aile halkısınız.
Azabın onlara kat kat verilmesi bir kimsenin hatırı için diğer kimseye farklı muamele yapmayan Allah'a çok basit ve çok kolaydır.
Ebu Hayyan diyor ki: Rasulullah (s.a.)'in ismeti sebebiyle, "fahişe: hayasızlık" denilince zina anlaşılmaz. Ayrıca Allah Tealâ hayasızlığı açıkça vasfıyla nitelendirmiştir. Zina ise gizli ve örtülü hayasızlıktır. Buradaki hayasızlık kocaya isyan ve kötü geçim manasına alınmalıdır. Bu hanım­ların yeri emir ve nehiy şeklindeki vahyin indiği yer olunca bu sebeple ve Rasulullah (s.a.)'in nikâhı altında olmaları sebebiyle başkaları için gerekli olan şeylerden daha fazlası bu hanımlar için gerekli olmaktadır. Dolayısıy­la onlara verilecek ecir ve azab kat kat olmaktadır. [20]

Hz. Peygamberin Ehl-i Beytinin Özellikleri:


31- Sizden   kim   de   Allah'a   ve Rasulüne itaat etmeye devam eder ve salih amel işlerse, ona da mükâ­fatını iki kat veririz. Ayrıca biz böy­le kimseler için değerli bir rızık ha­zırladık.
32- Ey Peygamber'in hanımları! Siz­ler kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz. Eğer gerçekten Allah'tan korkuyorsanız (yabancı erkeklerle konuşurken) çekici bir eda ile ko­nuşmayın. Yoksa kalbinde hastalık bulunan kimse arzu duyar. Siz ciddi söz söyleyin.
33- Evlerinizde oturun. Önceki ca­hiliye devri kadınlarının açılıp sa­çılması gibi açılıp saçılmayın. Na­maz kılın, zekât verin. Allah'a ve Peygamber'ine itaat edin. Ey Pey­gamber ailesi! Şüphesiz Allah sizi günah ve kötülüklerden arındırıp tertemiz kılmak ister.
34- Evlerinizde okunan Allah'ın ayetlerini ve hikmeti hatırlayın. Şüphesiz Allah Latiftir (herşeyin inceliğini bilir), Habîr'dir (herşeyden haberdardır).

Açıklaması:


1- Kat kat sevap verilmesi: "Sizden kim Allah'a ve Rasulüne itaat et­meye devam eder ve salih amel işlerse ona mükâfatını iki kat veririz. Ayrıca biz böyle kimseler için değerli bir rızık hazırladık."
Yani içinizden kim Allah ve Rasulüne itaat eder, bütün azaları Allah için ürperir, Rabbinin emrine icabet eder, salih amel işlerse; Peygamber'in Ehl-i Beyt'inden ve hane halkından olması sebebiyle ecir ve sevabı iki defa
veririz. Buna ilâve olarak böyle kimseler için ayıplar, noksanlıklar bulunan dünya rızıklarının aksine ahirette ve cennette hiçbir aybı ve kusuru olma­yan, hiçbir kimsenin minneti olmayan ve kendi kendine gelen değerli bir rızık vardır. Bundan dolayı dünyada "kerîm: çok ikram sever" vasfı ile ha­kiki ve mükemmel bir vasıf olarak sadece Rezzak olan Cenab-ı Hak tavsif olunabilir. Ahirette de rızkın bizzat kendisi "kerîm: değerli" vasfıyla tavsif olunmaktadır.
Dikkat edilirse Cenab-ı Hak ecir verilmesi durumunda bu ecri verenin (Allah'ın) açıkça ifade edilmesi için "nü'tihî: veririz" ifadesi kullanılmıştır. Bir önceki ayette azap verilmesi durumunda mükemmel rahmete ve kere­me işaret olması için azap veren, açıkça ifade edilmemiş "yüdâaf' kelimesi kullanılmıştır. Çünkü kerîm: iyikliksever kimse fayda verme durumunda kendisini ve fiilini ortaya koyar. Sıkıntı ve zarar verme durumunda kendi­sini zikretmez.[21]
2- Peygamberimiz (s.a.)'in hanımlarının diğer bütün hanımlardan farklı oluşu: "Ey Peygamberin hanımları! Sizler kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz."
Ey Peygamber'in eşleri! Sizin bütün müminlerin anneleri olmanız, peygamberlerden en hayırlısının eşleri olmanız, sizin evinizde ve sizin hak­kınızda Kur'an'm inmesi sebebiyle fazilet, mertebe, şeref ve itibar konusun­da kadınlar topluluğu içinde sizin hiçbir benzeriniz yoktur. Bu ifade aynen Arapların, falan, insanlardan (sıradan) biri gibi değildir, sözüne benzemek­tedir. Bunun manası bu kimsede başkasında bulunmayan daha hususî bir vasıf, meziyet ve fazilet vardır, demektir. Hz. Peygamber'in hanımları da böyledir. Onların şerefi Buhari-Müslim hadisinde: "Ben onlardan biri gibi değilim." diyen Hz. Peygamber (s.a.)'in yüce mertebesinden kaynaklan­maktadır.
3- Yumuşak söz söylemelerinin yasaklanması: "Eğer takva sahibi ol­mak istiyorsanız, çekici bir eda ile konuşmayın. Yoksa kalbinde hastalık bu­lunan kimse arzu duyar. Siz ciddi söz söyleyin."
Yani siz takvayı isterseniz, yahut Allah'ın hükmüne ve Rasulünün (s.a.) rızasına aykırı davranmaktan sakınan kimseler iseniz[22] erkeklerle konuşurken yumuşak ve ince konuşmayın. Sözleriniz ciddi, ihtiyatlı ve güçlü olsun. Böylece kalbinde kuşkuya, fasıklığa ve hayasızlığa meyil olan kimse ihaneti arzu etmemiş olur. Siz sesinde eğme bükülme olmayan, kuş­kudan uzak kocalarınıza hitap ettiğinizden farklı olarak normal, alışılage­len ciddi söz söyleyin.
Bu yasaklama Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımları için böyle bir duru­mun ihtimal dahilinde olduğu manasına gelmez. Bundan murad onların en yüce faziletlere ve bu faziletli amelleri uygulamaya teşvik etmektir.
Cenab-ı Hak, Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımlarını hayasızlıktan, yani çirkin fiillerden menedince bunun ilk adımı olan, kalbinde hayasızlık, fa-sıklık ve münafıklığa meyil olan kimsenin kötü anlayışına sebep olacak şe­kilde kuşkulu ve karşı tarafa arzu verici tarzda yabancı erkeklerle konuş­maktan da menetti.
Ümmetin hanımları Allah Tealâ'nın emrettiği bu edeplerde Hz. Pey­gamber (s.a.)'in hanımlarına tabidirler. Kısaca; kadın yabancı erkeklerle kocasıyla konuşur gibi konuşmayacaktır.
"Eğer gerçekten Allah'tan korkuyorsanız" ifadesi,
a) Ya "Siz gerçekten Allah'tan korkuyorsanız, kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz" manasında bu cümleden önceki cümleye bağlıdır. Zira Allah katında en üstün olanlar Allah'tan en çok korkanlardır.
b) Yahut "Gerçekten Allah'tan korkuyorsanız (yabancı erkeklerle ko­nuşurken) çekici bir eda ile konuşmayın" manasında kendisinden sonraki cümleye bağlıdır.
c) "İn ittekaytünne" kelimesinin "yabancı erkeklerden biriyle karşılaş­tığınız zaman" manasında olması da doğrudur. Zira "itteka" kelimesinin karşılaştı manasında kullanılması Arap dilinde bilinen bir kullanış tarzıdır.
Ebu Hayyan şöyle diyor: Bu mana Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımlarını medhetme hususunda daha beliğdir. Zira bu durumda onların ne faziletli oluşları, ne de yabancı erkeklerle çekici eda ile konuşmalarının yasaklan­ması takvaya bağlanmamaktadır. Çünkü onlar kendi nefislerinde gerçek­ten Allah'tan korkan (müttekî) hanımlardır. Yapılan nehyin takvaya bağlanması zahiri itibariyle kendilerinin takva ile muttasıf olmamalarını gerektirmektedir.[23]
"Maraz: hastalık" kelimesiyle anlatılmak istenen husus hayasızlık ar­zusu veya meyli demektir. Bu da fasıklık ve kötü sözdür. En doğru olan mana da budur. Bu ayette münafıklığın yeri ve ilgisi yoktur.
4- Evlerde oturmanın emredilmesi ve açık-saçıklığın yasaklanması: "Evlerinizde oturun. Önceki cahiliye devri kadınlarının açılıp-saçılması gi­bi açılıp-saçılmayın."
Yani evlerinizden ayrılmayın. İhtiyaç olmaksızın dışarı çıkmayın. Tir-mizî ve Bezzar'ın Abdullah b. Mes'ud'dan rivayet ettikleri bir hadis-i şerif­te Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmaktadır: "Kadın avrettir. Evinden dı­şarı çıktığı zaman şeytan onu izler. Rabbinin rahmetine en yakın olduğu yer evinin dip köşesidir."
Yine Ebu Davud'un naklettiği bir hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.)
şöyle buyurmuştur: "Kadının gizli bir yerde kıldığı namazı, özel odasında kıldığı namazından daha efdaldir. Özel odasında kıldığı namazı, evinde açıktan kıldığı namazından daha efdaldir."
Kadınların mescidlere çıkması genç kızlar için caiz olmasa da yaşlı ka­dınlar için caizdir. Bunun delili İmam Ahmed ve Müslim'in İbni Ömer'den rivayet ettiği Peygamberimiz (s.a.)'in: "Allah'ın kadın kullarını Allah'ın mescidlerinden alıkoymayın. Kadınlar -mescide giderken- tanınmayacak şekilde çıksınlar."
İslâm'dan önceki eski cahiliye dönemindeki kadınların açılıp saçılması gibi açılıp saçılmayın. Cahiliye: İslâm'dan önceki kâfirlerin yoludur. Teber-rüc: Kadının başındaki başörtüsünü bağlamadan atması, boynunu, küpelerini ve gerdanlıklarını ortaya koymak suretiyle göğüs ve gerdan gibi vücudunun güzel yerlerini ve ziynetlerini yabancı erkeklerin bakışına sun­masıdır.
5- Allah ve Rasulüne taatın devam etmesi: "Namaz kılın, zekât verin. Allah'a ve Peygamber'ine itaat edin."
Cenab-ı Hak, Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımlarına ciddi söz (hayırlı, alışılagelen güzel iyi söz) söylemelerini emrettikten sonra evlerinde otur­maları gibi kadınlara uygun davranışları beyan etti. Cenab-ı Hak daha sonra şerli davranışları yasakladı. Onlara namazı dosdoğru kılmalarını (namazı huşu içerisinde, rükün ve şartlarını tam anlamıyla yerine getir­mek suretiyle şer'an istenen şekilde eda etmelerini), zekât vermelerini (şer'an farz olan miktarda -zenginlerden fakirlere- yapılan iyilik şeklindeki bu emri yerine getirmelerini), emrettiği ve nehyettiği her konuda Allah'a ve Rasulüne itaat etmelerini emretti.
Allah Tealâ namaz ve zekâtın önemi, değeri ve büyük sonuçları sebe­biyle bu iki ibadeti özellikle zikretti. Birincisi, gönül temizliği ve dinin dire­ğidir. İkincisi, mal temizliği ve fakirliğe karşı koyma yoludur. Bu iki ibadet bedeni ve malî taatin temel iki direğidir.
"Allah'a ve Rasulüne itaat edin." ifadesi umumi olanın hususî olana atfı babındandır. Zira mükellefiyet sadece namaz ve zekâta ait değildir. Mükellefiyet Allah Tealâ'nın emrettiği ve nehyettiği her şeyi içine almakta­dır. Allah'ın emriyle Rasulünün emri birdir.
6- Yüksek itibarın gerçekleşmesi: "Ey Peygamber ailesi! Şüphesiz Al­lah, sizi günah ve kötülüklerden arındırıp tertemiz kılmak ister."
Yani bu emir, nehiy ve öğütlerin sebebi sadece sizden günahı gider­mek, sizi masiyet ve günahların kirinden arındırmak için kalplerinizi iman nuruyla imar etmektir.
Ayetteki "rics: kirlilik" kelimesi günahlar için, "tuhr: temizlik" kelimesi takva içindir. Zira masiyetleri işleyenin benliği, kişiliği, kalbi bu masiyetlerle, maddî pisliklerle bedenin pislendiği gibi kirlenmekte, bu taatlerle bir­likte de temiz elbise gibi tertemiz olarak kalmaktadır. Bu istiarede Allah'ın nehyettiği şeylerden nefret ettirme, Allah'ın emrettiği şeylere teşvik etme vardır. "Rics: kirlilik" kelimesi günah, azab, necaset ve noksanlıklar için kullanılmaktadır. Allah bütün bunları Ehl-i Beyt'ten gidermektedir.
Ehl-i Beyit: Hz. Peygamber (s.a.)'le sıkı irtibat içinde bulunan eşler ve akrabaların tamamıdır. Emirlerin bunlara tevcih edilmesi, bunların üm­metin önderleri olması dolayısıyladır. İmam Ahmed ve Tirmizî, Enes b. Malik (r.a.)'den naklettiğine göre Rasulullah (s.a.) altı ay boyunca sabah namazına çıktığı zaman Hz. Fatıma (r.a.)'mn kapısına uğrar ve şöyle derdi: "Namaz ey Ehl-i Beyti Şüphesiz Allah sizi günah ve kötülüklerden arındı­rıp tertemiz kılmak ister."
7- Kur'an ve sünnetin öğretilmesinin emredilmesi ve nimetlerin hatır­latılması: "Evlerinizde okunan Allah'ın ayetlerini ve hikmeti hatırlayın. Şüphesiz Allah Latiftir, Habîr'dir."
Yani evlerinizin vahiy beşiği kılınması gibi Allah'ın üzerinizdeki ni­metlerini hatırlayın. Burada okunan Allah'ın Kur'an'ındaki ayetlerini ve Rasulullah (s.a.)'e inen sonsuz hikmet, hükümler, ilimler ve şer'î esasları sakın unutmayın. Bununla amel edin ve bunu öğretin. Şüphesiz ki O La­tiftir (her şeyin inceliğini bilir). Size faydalı olan ve sizin dininizde size ya­rarlı olacak şeylerden gayet haberdardır. Bunu sizin üzerinize indirdi. Ayetleri ve şer'î esasları sizin evlerinizde kıldı. Sizi Rasulullah (s.a.)'in ha­nımları olarak seçti. Onun, fiili gayet hassas ve ince olup bilgisi her şeye ulaşır.
Burada taatte bulunmaya ve şer'î mükellefiyetlere sarılmaya teşvik etme; isyanda bulunmak, aykırı davranmak ve masiyetleri işlemekten nef­ret ettirme amacı bulunmaktadır. [24]

Ahiret Sevabı Hususunda Erkeklerle Kadınlar Arasındaki Eşitlik:


35- Müslüman erkeklerle müslüman kadınlara, mümin erkeklerle mü­min kadınlara, ibadete devam eden erkeklerle ibadete devam eden ka­dınlara, sadık erkeklerle sadık ka­dınlara, sabırlı erkeklerle sabırlı kadınlara, Allah'tan hakkıyla kor­kan erkeklerle Allah'tan hakkıyla korkan kadınlara, sadaka veren er­keklerle sadaka veren kadınlara, oruç tutan erkeklerle oruç tutan kadınlara, iffetlerini koruyan er­keklerle iffetlerini koruyan kadın­lara, Allah'ı çok zikreden erkekler­le (Allah'ı) çok zikreden kadınlara şüphesiz ki Allah mağfiret ve bü­yük bir mükâfat hazırlamıştır.

Açıklaması:


Bu ayet taat üzere bulunan ve bu hasletlere sahip olan erkek ve kadınlara bir vaaddir. Allah Tealâ burada Peygamber hanımlarının onunla olan beraberliklerine, onunla olan sıkı irtibatlarına, ona olan yakınlıkları­na güvenmeden bütün erkek ve kadınların taşımaları gereken sıfatlara işaret etmek üzere on ayrı mertebeyi zikretti:
1- Allah'ın emrine boyun eğip teslim olmak (İslâm) ve dinin hükümle­rine uygun söz ve davranışta bulunmak,
2- Allah tarafından gelen dinî esaslar, hükümler ve edepleri tam ma­nasıyla tasdik edip inanmak (iman). Bu, imanın İslâm'dan farklı olduğuna, birincisinin -yani imanın- ikinciden -İslâm'dan- daha hususî bir ifade oldu­ğuna delildir.
İman salih amel işlemekle beraber kâmil bir tasdik ve inançtır. İslâm ise hem söz, hem de bilfiil amel işlemektir.
Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Bedevi Araplar, biz iman ettik, derler. De ki: Siz iman etmediniz. Sadece müslüman olduk, deyin. İman he­nüz sizin kalplerinize girmedi." (Hucurat, 49/14)
Buhari ve Müslim'in Sahih'lerinde buyuruluyor ki: "Zina eden zina et­tiğinde mümin olarak zina etmez." Zina fiili ondan imanı soyar alır. Bütün müslümanların icmaı ile bu fiilden dolayı kâfir olması gerekmez. Dolayı­sıyla bu, imanın İslâm'dan daha hususî olduğuna delâlet etmektedir.
3- Kunût: Salih amele devam etmek, huzur ve sükûnet içerisinde taat-te bulunmaktır. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Geceleyin sec­de ederek ve ayakta durarak boyun büken, ahiretten korkan, Rabbinin rah­metini dileyen kimse inkâr eden kimse gibi olur mu?" (Zümer, 39/9); "Gök­lerde ve yerde olan herşey onundur. Hepsi ona boyun eğmiştir." (Rum, 30/26); "Ey Meryem! Rabbine boyun eğ, secde et ve rükû edenlerle birlikte rukûda bulun." (Âl-i İmran, 3/43).
Bu mertebeler arasında derece derece ilerleme görülmektedir. Zira İs­lâm kelime-i şehadeti söyleme, namazı dosdoğru kılma, zekât verme, Ra­mazan orucu tutma, yol bulmaya gücü yetenin Beytullah'ı haccetmesi şek­linde dış görünüş itibariyle İslâm'ın yaşanmasıdır.
Sonra bir üst mertebe olan "iman" mertebesi gelmektedir ki, iman Al­lah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe ve kadere, hayrına ve şerrine inanma şeklinde kalpte bulunan, içten tasdik ve tesli­miyetten ibarettir.
Daha sonra da bunların toplamından taatte ve ibadeti eda etmede sü­kûnet ve gönül huzuru meydana gelir.
4- Söz ve davranışlarda sâdık olmak. Bu övülen bir haslettir ve ima­nın alâmetidir. Nitekim yalancılık da münafıklığın bir emaresidir. Dolayı­sıyla kim sadık, doğru sözlü olursa kurtulur.
İmam Ahmed, Buhari (el-Edebü'l-Müfred kitabında), Müslim ve Tirmizî'nin İbni Mes'ud'dan rivayet ettikleri "sahih" hadis-i şerifte şöyle buyu-ruluyor: "Doğru sözlülüğe sarılın. Çünkü doğru sözlülük iyiliğe, iyilik de cennete iletir. Kişi doğru konuşmaya ve doğruluğu izlemeye devam ede ede nihayet Allah nezdinde "sıddîk" (son derece sâdık) olarak yazılır. Yalan söy­lemekten sakının. Zira yalan söz fücura (açıktan günah işlemeye), o da ce­henneme iletir. Kişi yalan söylemeye, yalancılığı izlemeye devam ede ede ni­hayet Allah katında yalancı olarak yazılır."
Bu sebeple bazı sahabiler -Allah kendilerinden razı olsun- ne cahiliye-de, ne de İslâm'da bir defa olsun yalan söylemeyi denememişlerdir.
Bu mertebe (sadık olma), kunût (gönülden huzurla taatte bulunma) mertebesinden sonra gelir. Kim iman eder, salih amel işlerse, kâmil olur, sonra da başkalarını kemale erdirir, iyiliği emreder ve kardeşine doğruluk­la nasihatte bulunur.
5- Musibetlere karşı sabretmek, ibadetleri eda etmede ve masiyetleri terketmede sıkıntılara katlanmak, takdir edilen şeyin hiç şüphesiz olacağı­nı bilmek ve bunu sabır ve sebatla karşılamak.
Sabır ancak ilk darbe anındadır. Yani sabrın en zorlu ve en gerekli ola­nı hadisenin ilk anında olan sabırdır. Sabır güvenilir ve derin âlimlerin se-ciyesidir. Sabır, geçen dört mertebeden sonra gelir. Zira iyiliği emredip kö­tülüğe engel olan kimse eziyete maruz kalacak, o da buna sabredecektir.
6- Huşu (Allah için gönülden ürperme), Allah Tealâ'nm cezasından korkarak, O'nu düşünerek, kalben ve davranışlarla Allah Tealâ'ya karşı al­çakgönüllü olmak; huzur, itminan, olgunluk ve ağırbaşlılıktır. Tıpkı Müs­lim'in Hz. Ömer (r.a.)'den naklettiği "sahih" hadiste olduğu gibi "Allah'a O'nu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Her ne kadar sen onu görmüyor­san da, O seni görüyor."
Bu mertebe, güzel amellere karşı bir murakabe (kontrol) mesabesinde gelir. Zira insan güzel amel işleyince, nefsiyle böbürlenebilir ve ibadetiyle gururlanabilir. Allah Tealâ da alçakgönüllü olmayı emrediyor ki nefsî arzu­lar ve nefsî şehvetler onu esir alıp da kendisini alçaltacak durumlara dü­şürmesin. Kendisinden sadır olan bütün bu amellerin meyvelerini esip sa­vurmasın.
7- Mal ile tasaddukta bulunmak. Bu kendilerinin kazancı veya bakıcı­sı olmayan muhtaç ve güçsüz kimselere ihsanda bulunmak, demektir. Bu çeşit kimselere Allah'a itaat ve yarattıklarına iyilik olmak üzere farz veya nafile olarak sadaka verilir.
Buhari ve Müslim'in Sahih 'lerinde sabit olan hadis-i şerifte buyurulu-yor ki: 'Yedi grup insan vardır ki Allah hiçbir gölgenin bulunmadığı o gün­de bu yedi grubu arşının gölgesinde gölgelendirecektir... Bu yedi gruptan bi­ri; bir sadaka verip de sağ elinin verdiğini sol eli bilemeyecek derecede sa­dakayı gizleyen kimsedir."
Bir başka hadis-i şerifte ise şöyle buyurulmuştur: "Ateşin suyu sön­dürdüğü gibi sadaka günahı söndürür."
Bu mertebe, bundan önceki mertebelerin pratik bir ifadesidir. Çünkü malı (Allah yolunda) harcamak, nefsin ona duyduğu sevgi sebebiyle nefse ağır gelir. Bu insanın kardeşini sevmesinin delili olup, kardeşini fakirlik ve yoksulluk âfetlerinden korumak için yardım eder. Ayrıca sadaka temizle­mektedir ve kirlerden arındırma vesilesidir.
8- Farz veya nafile olarak oruç tutmak. Oruçta maddî şeylere bağlılık­tan uzaklaşıp ruhî bir yüceliş ve Allah'a kulluğa yöneliş vardır. Oruç şeh­vetin hiddetini kırmaya en çok yardımcı olan ibadetlerdendir.
Nitekim Abdullah b. Mes'ud'dan rivayet edilen Buhari-Müslim'in sa­hih hadisinde Efendimiz (s.a.) şöyle buyurmaktadır: "Ey gençler topluluğu! İçinizden kimin evlenmeye gücü yetiyorsa evlensin. Zira evlilik gözü daha fazla (haramdan) saklar, iffeti daha çok korur. Kimin de gücü yetmezse, oruç tutsun. Çünkü oruç ona kalkandır."
Oruç ayrıca vücut temizliğidir. İbni Mace'nin rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.): "Oruç bedenin temizliğidir." buyurmuştur. Ya­ni bedeni, gerek tabiat açısından gerekse şer1 an seviyesiz sayılan davranış­lardan uzak tutar, vücudu manevi kirlerden arındırır, temizler.
Nitekim Said b. Cübeyr şöyle demektedir: "Kim Ramazan orucunu tu­tar, ayrıca her ay üç gün oruç tutarsa, ayette geçen "oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar" ifadesi içine girer."
9- İffetli olmak, namusu (mubah şeyler dışında) haramlardan ve gü­nahlardan korumak. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Onlar eşleri ve cariyeleri dışında mahrem yerlerini herkesten korurlar. Zira bun­lar kınanmazlar. Bu sınırları aşmak isteyenler aşırı gidenlerin ta kendileri­dir. " (Müminûn, 23/5-6).
Kim mahrem yerlerin hürmetini çiğneyip zina ederse, bütün haramla­rı çiğnemek ona basit gelir. Kim mahrem yerini haramdan korur ve nefsi­nin iffetini muhafaza ederse, Allah Tealâ'nm rızasına lâyık olan temiz ve saf kimselerden olur.
Dikkat edilirse son iki mertebe arasında uyum bulunmaktadır. Oruçlu olanlarla yeme-içme şehvetinin kendilerini Allah'a ibadetten alıkoymayan kimselere işaret edilmiştir. Mahrem yerlerini koruyan iffetli kimselerle, cin­sî şehvetin kendilerini ibadetten alıkoymadığı kimselere işaret edilmiştir.
10- Allah Tealâ'yı çok zikretme: Bu kalpte Allah Tealâ'nın azametini düşünmek, O'nu dille bütün noksanlıklardan tenzih etmek, Allah için sa­dık bir niyetle bütün durumlarda tam bir kemalle muttasıf olduğunu ifade etmektir.
Görülüyor ki insanın ayakta, oturarak ve yatarak zikre devam etmedikçe zikreden kimse olamayacağına işaret etmek için -ki bu Mücahid'den rivayet edilmiştir- Allah Tealâ "zikir" konusunu ifade ettiği pek çok yerde "çok"lukla beraber zikretti. İnsan geceleyin teheccüd namazı kılmakla da zikir erbabı olabilir. Nitekim Ebu Davud, Neseî ve İbni Mace'nin Ebu Said el-Hudrî (r.a.)'den rivayet ettiği hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmaktadır: "Kişi geceleyin hanımını uyandırıp da iki rekat namaz kı­larlarsa, bu gece Allah'ı çok zikreden erkekler ve çok zikreden kadınlardan olurlar."
Zikir aynı zamanda namazda, yemek yerken, su içerken, yürürken, alış veriş ederken, binerken ve inerken bunlar dışında pis yerler dışındaki her yerde olur. Cenab-ı Hak bir ayette şöyle buyurdu: "Onlar Allah 'ı ayak­ta, otururken ve yanları üzerinde iken (yatarken) Allah'ı zikrederler." (Al-i İmran, 3/191).
Yine Cenab-ı Hak şöyle buyurdu: "Ey iman edenler! Allah'ı çok zikredin ve O'nu sabah-akşam teşbih edin." (Ahzab, 33/41-42).
Ayette geçen bu edepler "zikir" ile sona erdi. Zira İslâm, iman, kunût, sıdk, sabır, huşu, sadaka ve oruç gibi bütün dini amellerin sıhhati Allah Tealâ'nın zikrine -yani niyete- bağlıdır.
İmam Ahmed, Ebu Hureyre (r.a.)'den Peygamberimiz (s.a.)'in şöyle bu­yurduğunu rivayet etmektedir:
- Tevhid ehli olanlar öne geçti. Ashab-ı kiram:
- Tevhid ehli olanlar kimlerdir? diye sordular. Peygamberimiz (s.a.):
-Allah'ı çok zikreden erkeklerle çok zikreden kadınlar, buyurdu. Yine İmam Ahmed, Muaz el-Cühenî'den Peygamberimiz (s.a.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: Bir zat Peygamberimiz (s.a.)'e:
-  Mücahidlerin hangisi daha büyük ecre sahiptir ya Rasulallah? diye sordu. Rasulullah (s.a.):
- Allah Tealâ'yi daha çok zikredenler, dedi. Aynı zat:
- Peki, oruçluların hangisi daha çok ecre sahiptir? diye sordu. Peygam­berimiz (s.a.):
- Allah'ı daha çok zikredenler, dedi. Aynı şahıs namaz, zekât, hac ve sadakayı zikretti. Bütün bunlara Rasulullah (s.a.):
-Allah'ı daha çok zikredenler, dedi. Bunun üzerine Hz. Ebubekir (r.a.):
- Zikredenler bütün hayırları alıp götürdüler, dedi. Efendimiz (s.a.) de:
- Evet, dedi.
Allah Tealâ daha sonra hepsinin mükâfatını zikrederek şöyle buyurdu: "Allah (onlar için) mağfiret ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır."
Yani Allah Tealâ onlara günahlarım silecek mağfiret ve büyük bir mükâfat, yani cennet hazırlamıştır. [25]

Zeyd b. Harise Ve Zeyneb bt. Cahş Kıssası:


36- Allah ve Rasulü herhangi bir hususta hüküm verdiği zaman mü­min erkeğin ve mümin kadının ar­tık işlerinde başka yolu seçme hakkı   yoktur.   Kim  Allah'a   ve Rasulüne isyan ederse şüphesiz ki o açıkça sapıklığa düşmüş olur.
37- Hani bir zaman Allah'ın kendisi­ne lütufta bulunduğu, senin de ken­disine lütufta bulunduğun kimseye: "Hanımını bırakma, Allah'tan kork." diyordun. Fakat Allah'ın açığa vu­racağı şeyi içinde saklıyor, insan­lardan korkuyordun. Halbuki Allah kendisinden korkmana daha lâyık­tı. Zeyd hanımından ilişiğini kesin­ce, biz onu sana nikahladık ki evlâtlıkların (ilişkilerini kestikleri) eşleriyle evlenmekte müminlere hiç güçlük olmasın. Allah'ın emri mut­laka yerine gelecektir.
38- Allah'ın kendisine takdir ettiği bir şeyi yerine getirmede peygambere hiçbir güçlük yoktur. Nitekim
daha önce geçmiş peygamberlere de Allah bu kanunu koymuştu. Allah'ın emri, takdir edilmiş bir kaderdir.
39- Onlar Allah'ın emirlerini insan­lara tebliğ ederler. Allah'tan kor­karlar ve O'ndan başka kimseden korkmazlardı. Hesap görücü olarak Allah yeter.
40- Muhammed adamlarınızdan hiç­birinin babası değildir. O sadece Al­lah'ın Rasulü ve peygamberlerin so­nuncusudur. Allah her şeyi çok iyi bilir.

Açıklaması:


"Allah ve Rasulü herhangi bir hususta hüküm verdiği zaman mümin erkek ve mümin kadına artık işlerinde başka yolu seçme hakkı yoktur."
Herhangi bir mümin erkek veya mümin kadın Allah ve Rasulü bir ko­nuda hüküm verdiği zaman başka bir şeyi seçemezler. Onların üzerine düşen Allah ve Rasulünün emrine uymak ve ona isyan etmekten kaçınmak­tır. Bu emri tebliğ eden Rasulullah (s.a.)'dir. Ayette "Allah"ın adının zikre­dilmesi Rasulünün emrinin büyüklüğünü ifade etmek içindir. Böylece Al­lah'ın ve Rasulünün hükmü olmaktadır. Dolayısıyla Rasulullah (s.a.) bir hususta hüküm verdiği zaman hiçbir beşerin başka bir şeyi tercih etme hakkı yoktur. Bu ayet "Peygamber müminlere kendi nefislerinden daha ya­kındır. " (Ahzab, 33/6) ayet-i kerimesi muhtevasına dahildir.
Allah Tealâ daha sonra bu emre isyan etmekten sakındırarak şöyle buyurdu:
"Kim Allah'a ve Rasulüne isyan ederse, şüphesiz o açıkça sapıklığa düşmüş olur." Yani kim Allah'ın emrine, ya da Rasulünün emrine aykırı davranırsa, ya da nehyettikleri şeylerde başkaldırırlarsa hidayet yolundan sapmış, hak ve hayırlı yoldan uzak olan, faydalı şeyleri kaybetmeye ve kö­tülüklere dalmaya sebep olan apaçık sapıklık uçurumlarına düşmüş olur. Nitekim Cenab-ı Hak bir ayette şöyle buyurmaktadır: "Onun emrine aykı­rı hareket edenler başlarına bir belânın gelmesinden veya can yakıcı bir azaba uğramaktan sakınsınlar." (Nur, 24/63).
Bu kesin ilahî hüküm üzerine ve isyandan sakındınlması karşısında kendisi sebebiyle ayetin indiği Zeyneb bt. Cahş Kureyş'in en seçkinlerin­den ve kavmin şereflilerinden olduğu, Peygamberimiz (s.a.)'in halası Ümeyme bt. Abdilmuttalib'in kızı olduğu halde Peygamberimiz (s.a.)'in azadlı kölesi Zeyd b. Harise ile evliliği kabul etme emrine uyarak:
-  "O halde ben Rasulullah (s.a.)'e isyan etmiyorum. Oysa ben kendimi ona nikahlamak istemiştim." dedi. Halbuki Zeyneb, önce Zeyd'le nikâhlan-mayı kabul etmemiş ve:
-  "Ben soy bakımından ondan daha üstünüm." demişti. Zira Zeyneb hiddetli bir kadındı.
Zeyneb'in Zeyd ile evlenmesinde gayet önemli bir hikmet vardır. Bu hikmet ise insanlar arasında eşitliğin ilan edilmesi ve aralarındaki haseb-neseb farklarının ortadan kaldırılması idi. İslâm şemsiyesi tek olarak de­vam ettiği müddetçe herkes bu şemsiye altında eşit idi. Bu konudaki üs­tünlük ancak takva ve amel-i salih ile mümkündü.
Ancak bu evliliğe zahiren muvafakat etmesine rağmen Zeyneb'deki gizli psikolojik problemler ve sıkıntılar devam etti. Zeyneb, Zeyd'e karşı büyüklük taslayarak ondan hoşlanmamaya devam etti. Zeyd ise bu duru­mu Rasulullah (s.a.)'e defalarca şikâyette bulundu. Peygamberimiz (s.a.) ise Zeyd'e nasihatte bulunarak:
-  Hammını bırakma, Allah'tan kork, diyordu. Nihayet Allah'ın hükmü gerçekleşti ve boşanma meydana geldi. Aşağıdaki ayetin de ifade ettiği bu idi:
"Hani bir zaman Allah 'in kendisine lütufta bulunduğu, senin de kendişine lütufta bulunduğun kimseye: "Hanımını bırakma, Allah'tan kork." diyordun."
Yani Ey Muhammedi Allah'ın kendisine İslâm'la lütufta bulunduğu, senin de azad etmek, hürriyete kavuşturmak, terbiye etmek ve kendine ya­kın kılmak suretiyle kendisine lütufta bulunduğun kimseye:
- Zeyneb'le olan evliliğin üzerine devam et. Onun tabiatına ve ahlakı­na karşı sabret. Onun durumu hakkında ve onu boşama hususunda Al­lah'tan kork. Onun büyüklenmesi, yükseklik ve şereflilik hissetmesi sebe­biyle onu boşama, diyordun. Bu tenzih, ta'lim ve terbiye şeklinde nehiy olup haram kılma ve yasaklama manasında nehiy değildir. Zira her du­rumda evlâ olan Zeyneb'i boşamamasıdır.
"Allah'ın açığa vuracağı şeyi içinde saklıyor, insanlardan korkuyor­dun. Halbuki Allah kendisinden korkmana daha lâyıktı." Ey Rasulüm! Sen Allah'ın ortaya çıkaracağı hükmü gönlünde gizliyordun. Allah sana Zeyd'in Zeynep'i boşayacağını ve senin onu nikahlayacağını sana bildirdi. Sen in­sanların ayıplamalarından, tenkit etmelerinden ve cahiliye mantığından kaynaklanan itirazlarından korkuyordun. Allah sana cahiliye örflerini ve geleneklerini düzelten, ya da bunları ortadan kaldıran vahyini sana indir­dikten sonra kendisinden korkmaya, emrine uymaya, başkasının şeriatle-rine aldırış etmeksizin onun hükmünü gerçekleştirmeye sadece kendisi lâyıktır.
Cenab-ı Hakkın "Allah'tan kork" ifadesi Zeyneb'i boşamak hususunda Allah'tan kork yani onu boşama, demektir. Bununla tenzih manasında nehy murad edilmiştir, haram kılma manasında nehy murad edilmemiştir. Zira evlâ olan boşamamaktır.
Hz. Âişe (r.a.)'den, şu söz nakledilmektedir: "Rasulullah (s.a.) eğer kendisine vahyedilen bir şeyi gizlemiş olsaydı, bu ayeti gizlerdi."
Peygamberimiz (s.a.)'e yapılan bu yöneltmeden murad edilen mana Zeyd kendisine,
-  Ben hanımımdan ayrılmak istiyorum, dediği zaman susmasıdır. Ya­hut gizli yönlerinin açık yönleriyle çelişki teşkil etmemesi için, peygamber­lerin içiyle dışının aynı olması için, hakkında ilahî vahiy inen ciddi mesele­ler hakkında ısrarlı olma meselesinin açıkça ortaya çıkması için Peygam­berimiz (s.a.)'in Zeyd'e:
- Sen işini daha iyi bilirsin, demesidir.
Cenab-ı Hak daha sonra Hz. Zeyneb'in boşanıp iddeti bittikten sonra Allah'ın Nebisi (s.a.) ile evlenmesinin hükmünü duyurarak şöyle buyurdu:
"Zeyd hanımından ilişiğini kesince, biz onu sana nikahladık ki evlât­lıkların (ilişkilerini kestikleri) eşleriyle evlenmekte müminlere hiç güçlük ol­masın. Allah'ın emri mutlaka yerine gelecektir." Yani Zeyd, Zeyneb'i boşa-yıp hanımının da iddeti bitince; müminler cahiliyede âdet edindikleri, son­ra da İslâm'ın bütün izlerini ortadan kaldırdığı, bütün neticelerini tasfiye ettiği evlât edinme esasına göre evlâtlıkların boşadıkları hammlarıyla ev­lenmek istedikleri zaman müminler arasında mahzur ve sıkıntıyı kaldır­mak için; biz evlâtlığının hanımını sana zevce kıldık. Allah'ın kaza ve ka­deri hiç şüphesiz geçerli olacak ve meydana gelecektir. Onun hükmü her zaman yürürlükte olacak ve şeriatı daimî kalacaktır. Allah'ın ezelî ilminde-ki hükümlerinden biri Zeyneb'in Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımı olacağı gerçeğidir.
Burada Peygamberimiz (s.a.)'in Zeyneb'le evlenmesi şehveti tatmin et­mek için değil, bilakis Peygamberimiz (s.a.)'in fiiliyle şeriatı beyan etmek içindir. Zira fiil te'kidlidir. Şer'î hüküm Peygamberimiz (s.a.)'in fiilinden kesin bir şekilde anlaşılmaktadır.
Bu evlilikten, çocuklarıyla hanımları arasında evlilik ilişkisi sona er­dikten sonra, çocuklarının hanımlarının kendilerine haram olmasından farklı olarak, evlâtlıkların hammlarıyla evlenmelerinin kendilerine haram olmadığı esası murad edilmektedir.
Buhari ve Tirmizî, Enes b. Malik (r.a.)'den rivayet ediyorlar: Zeyneb bt. Cahş Peygamberimiz (s.a.)'in hanımlarına karşı kendi durumuyla ifti­har ederek:
- Sizi aileleriniz evlendirdi. Beni ise Allah Tealâ yedi kat sema üzerin­den evlendirdi, diyordu.
Muhammed b. Abdillah b. Cahş diyorki: Hz. Zeyneb ve Hz. Âişe (r.a.) birbirlerine karşı iftiharla konuştular. Hz. Zeyneb:
- Ben evliliği semadan inen ayetle yapılan kişiyim, dedi. Hz. Âişe:
-  Ben mazereti semadan inen ayetle takdim edilen kişiyim, dedi. Hz. Zeyneb de bunu kabul etti.
İbni Cerir, Şa'bî'den naklediyor: Zeyneb (r.a.) Peygamberimiz (s.a.)'e:
-  Sana üç şeyde nazlanmaya hakkım vardır ki hanımlarından hiç biri bu özelliklere sahip değildir:
Benim dedemle senin deden birdir. Beni sana Allah semadan nikahla­dı. Bu konuda elçi, Cebrail (a.s.) idi.
Daha sonra Cenab-ı Hak, rasul ve nebiler hakkındaki sünneti ve hük­münü bildirerek şöyle buyurdu:
"Allah'ın kendisine takdir ettiği bir şeyi yerine getirmede peygambere hiçbir güçlük yoktur. Nitekim daha önce geçmiş peygamberlere de Allah bu kanunu koymuştu. Allah'ın emri, takdir edilmiş bir kaderdir." Yani Allah'ın kendisine helâl kıldığı ve emrettiği, eskiden evlât edindiği evlâtlığı Zeyd b. Harise'nin boşadığı hanımı Zeyneb'le evlenmesi hususunda Peygamber'e herhangi bir güçlük ve kusur yoktur. Bu, Allah Tealâ'nm ondan önceki pey­gamberler hakkındaki hükmüdür. Onlara emrettiği hiçbir şeyde kendileri­ne güçlük ve sıkıntı olan herhangi bir şey yoktur. Allah'ın takdir ettiği em­ri hiç şüphesiz meydana gelecek, kaçınılması mümkün olmayan bir gerçek olacaktır. Onun dilediği şey olur ve dilemediği şey olmaz.
Bu ayet Rasulullah (s.a.)'in evlât edindiği azatlı kölesi ve evlâtlığı Zey-d'in boşadığı hanımı ile evlenmesini ayıplayan münafıklara bir cevaptır. Aynı zamanda çok hanımla evlenmesini ayıplayan Yahudilere de bir cevap­tır. Zira Davud ve Süleyman (a.s.)'m da pek çok hanımları vardı.
Cenab-ı Hak daha sonra peygamberlerini överek şöyle buyurdu: "On­lar Allah'ın emirlerini insanlara tebliğ ederler. Allah'tan korkarlar ve O'n-dan başka kimseden korkmazlardı. Hesap görücü olarak Allah yeter."
Allah'ın kendilerine helâl kıldığı hususlarda kendilerinden güçlüğü kaldırdığı ve sonuncuları Hz. Muhammed (s.a.) olan rasullerin görevleri Allah'ın emirlerini ve şer'î hükümlerini insanlara tebliğ etmek ve bunu emanetle eda etmektir. Onlar vahiyden bir şeyi tebliğ etmemek hususunda sadece Allah'tan korkarlar, O'ndan başka hiçbir kimseden korkmazlar. Hiç­bir kimsenin gücü veya tenkidi onların Allah Tealâ'nın ilâhî mesajlarını tebliğ etmelerine engel olamaz. Yardımcı ve destekleyici olarak kullarının amellerini tesbit edici ve bundan dolayı kullarının hesabını görmek üzere Allah yeter.
Allah Tealâ sonra da "Muhammed oğlunun hanımıyla evlendi" diyen­lere cevap vermek üzere şöyle buyurdu:
"Muhammed, adamlarınızdan hiçbirinin babası değildir. O sadece Al­lah 'in Rasulü ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah herşeyi çok iyi bilir."
Bilfiil nesebden meydana gelen evlâdın hanımıyla evlenmek caiz de­ğildir. Ama sun'î evlâtlık edinme yoluyla meydana gelen evlâtlığın hanı­mıyla evlenmek cahiliye usulüne aykırı olarak İslâm'da caizdir. Zira her ne kadar Peygamberimiz (s.a.) Zeyd'i evlât edinmiş olsa da, Zeyd Hz. Muham­med (s.a.)'in gerçekte oğlu değildir. O gerçekten hiçbir adamın babası değil­dir. O sadece Allah'ın dinini insanlara tebliğ etmek için Allah'ın elçisidir. O Allah'ın nebilerinin ve rasullerinin kendisiyle mühürlendiği kişidir. Allah herşeye muttali olan, herşeyi gayet iyi bilen idi, böyle olmaya devam et­mektedir. O peygamberliğin kendisiyle başladığı kimseyi de, peygamberli­ğin kendisiyle noktalanacağı kimseyi de gayet iyi bilir. O sadece en faydalı olanı yapar. O sadece en lâyık olanı tercih eder. Nitekim Cenab-ı Hak bir ayette şöyle buyurmaktadır: "Allah risaletini nereye vereceğini en iyi bilen­dir." (En1am, 6/124).
Hz. Muhammed (s.a.) ile insanlardan herhangi biri arasında kendisine yakın akrabayla evlilik yasağını gerekecek şer'î bir babalık yoktur. Ancak o kendisine saygı ve hürmet gösterilmesi gereken, müminlere son derece şefkatli olan, bütün müminlerin manevi babasıdır. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Peygamber müminlere kendi nefislerinden daha evlâdır." (Ahzab, 33/6). Bu daha toplu ve daha umumi bir emirdir.
Peygamberimiz (s.a.)'in hususî manada babalığına gelince, o dört er­kek ve dört kız babasıdır. Onun Hz. Hadice (r.a.)'den Kasım, Tayyib ve Ta-hir adında üç çocuğu dünyaya gelmiş, sonra küçük yaşta ölmüşlerdi. Ayrıca Mariye el-Kıbtıyye'den İbrahim adında bir çocuğu dünyaya gelmiş, henüz süt emme çağında iken ölmüştü. Efendimizin Hz. Hadice'den Zeynep, Ru-kayye, Ümmü Gülsüm ve Fatıma adında dört kızı vardı. Bunlardan ilk üçü Peygamberimiz (s.a.) hayatta iken vefat etmiş, Hz. Fatıma da kendisinden altı ay sonra vefat etmişti
Bu ayet Allah'ın Nebisi Muhammed (s.a.)'den sonra hiçbir nebi ve hiç­bir rasul gelmeyeceği hususunda gayet açık bir beyandır. Zira nübüvvet ri-saletten daha umumidir. Risalet, nübüvvet makamından daha hususidir. Çünkü her rasul nebidir, ama aksi doğru değildir. Ayetin açık ifadesiyle ar­tık "nebi"nin gelmeyeceği bildirilince "rasul"ün de gelmeyeceği bildirilmiş olur. [26]

Zikirler Ve Çok Teşbihlerle Allah Teala'ya Ta'zim Ve Hürmet:


41- Ey iman edenler! Allah'ı çok zik­redin.
42- O'nu sabah-akşam teşbih edin.
43- Sizi karanlıklardan aydınlığa çı­karmak için Allah size rahmet bah­şeder. Melekler de dua eder. Allah müminlere çok merhametlidir.
44- Onların Allah'a kavuştukları gün selamlaşmaları "selâm" şeklin­dedir. Allah onlara güzel bir mükâ­fat hazırlamıştır.

Açıklaması:


Allah Tealâ müminlerin bol sevaba ve güzel neticeye nail olmaları için kendilerine çeşitli nimetlerle lütufta bulunan Rablerini çok zikretmelerini müminlere emrederek şöyle buyuruyor:
"Ey iman edenler! Allah'ı çok zikredin. O'nu sabah-akşam teşbih edin."
Ey Allah ve Rasulünü tasdik edip yakinen iman edenler! Allah'ı dille­rinizle ve kalplerinizle bütün hissiyatınızı dolduracak ve gönlünüzde Rab-binizin korkusunu gerçekleştirecek şekilde bütün durumlarınızda çok zik­redin. O'nu gündüzün başında ve sonunda (yani bir şeyin başlangıcı ve so­nu aynı zamanda devamlılık hükmüyle ortasını da ihtiva ettiği için vakitlerin çoğunda) Allah'ı kendisine lâyık olmayan her şeyden tenzih edin.
Zemahşerî, "bükraten ve esıylâ'yı, bütün vakitlerde diye tefsir etmek­tedir. Bu iki vakit, gece ve gündüz meleklerinin hazır bulundukları vakit­ler olduğu için özellikle zikredilmiştir.
Peygamberimiz (s.a.) buyuruyor ki: "Allah'ın zikri her müslümanın ağzındadır." Bir başka rivayete göre "Her müslümanın kalbindedir."
Katade'den rivayet ediliyor ki Peygamberimiz (s.a.): "Sübhanallah vel-hamdülillah ve lâilâhe illallah vallahu ekber velâ havle velâ kuvvete illâ billahi'l-aliyy i'l-azîm. deyin ".buyurmuştur.
İmam Ahmed, Tirmizî ve İbni Mace'nin Ebu'd-Derdâ'dan rivayetlerin­de Peygamberimiz (s.a.):
- Size amellerinizin en hayırlısını ve melikiniz nezdinde en temizini ve derecelerinizde en yükseğini, sizin için altın ve gümüş vermekten daha ha­yırlı olanı, sizin için düşmanlarınızla karşılaşıp onların boyunlarını vur­manızdan ve onların sizin boyunlarınızı vurmalarından daha hayırlı olanı size haber vereyim mi? dedi. Sahabe-i kiram:
- Bu nedir, ya Rasulallah? dediler. Peygamberimiz:
- Allah'ı zikretmektir, buyurdu.
Müminlerin vasfını beyan etmede bu ayetin bir benzeri şudur: "Onlar Allah'ı ayakta, oturarak ve yanları üzerinde (yatarak) zikrederler." (Âl-i İm-ran, 3/191).
Teşbihin zikirle birlikte manası şudur: Allah Tealâ'yı zikrettiğiniz za­man bu zikriniz O'nu her kötü şeyden tenzih etme ve ta'zimde bulunma şeklinde olmalıdır. Teşbihten murad budur.
Cenab-ı Hak daha sonra zikir ve teşbihe teşvik etti ve bunun sebebini bildirdi:
"Sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için Allah size rahmet bahşe­der. Melekler de dua eder. Allah müminlere çok merhametlidir."
Zikrettiğiniz ve teşbih ettiğiniz Rabbiniz size rahmetle muamele eden Allah'tır. Melekleri de sizin için istiğfar ederler. O bu rahmetle sizin hida­yette devam etmenizi, sizi küfür, cehalet ve sapıklık karanlıklarından hak, hidayet ve iman nuruna çıkmanızı murad eder. Rabbinizin mümin kulları­na dünya ve ahirette rahmeti tamdır, çok merhametlidir. Dünyada O, baş­kalarının bilemediği hakka onları iletti. Müminlerin dışındaki küfür ve bid'at davetçileriyle onlara tâbi olanların bulamadıkları hak yolu müminle­re gösterdi. Ahirette ise müminleri büyük korkudan emin kıldı. Melekleri­ne, müminleri cenneti kazandıkları ve cehennemden kurtuldukları şeklin­de müjde ile karşılamalarını emretti. Bu sadece müminlere olan sevgisin­den ve onlara karşı şefkatinden dolayıdır.
Allah Tealâ'nın rahmetinin tecellilerinden biri İmam Buhari'nin Sa­hihinde müminlerin emiri Hz. Ömer (r.a.)'den nakledilen şu hadis-i şerifte yer alan husustur: Rasulullah (s.a.) esirlerden bir kadının çocuğunu alıp onu göğsüne iyice yapıştırıp emzirdiğini gördü. Peygamberimiz (s.a.) ashaba:
- Zorlansa, darda kalsa bile bu kadın çocuğunu ateşe atar mı, ne dersi­niz? Ashab:
- Hayır, dediler. Peygamberimiz (s.a.):
- Allah'a yemin olsun ki, Allah kullarına bu kadının çocuğuna olan merhametinden daha merhametlidir.
Cenab-ı Hak daha sonra dünyadaki itinasını beyan ettikten sonra ahiretteki sonsuz rahmetinin delilini zikretmek üzere şöyle buyurdu:
"Onların, Allah'a kavuştukları gün selamlaşmaları "selâm" şeklinde­dir. Allah onlara güzel bir mükâfat hazırlanmıştır." Yani onların ahirette Allah Tealâ tarafından melekleri vasıtasıyla selâmlanmaları "selâm" şek­lindedir. Nitekim bu selâm bir başka âyette şöyle ifade edilmiştir: "Rahim olan Rablerinden onlara söz olarak "Selâm" vardır." (Yasin, 36/58).
"Melekler her kapıdan onların yanlarına girecekler ve "Sabretmenizin karşılığı olarak selâm size! Ahiretin en güzel mükâfatı ne hoştur!" diyecek­lerdir." (Ra d, 13/23-24).
Cenab-ı Hak ahirette güzel sevap yani cennet ve cennette hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın duymadığı ve hiçbir insanın kalbine doğmayan yi­yecekler, içecekler, giyecekler, meskenler, lezzetler ve manzaralar hazırladı.[27]

Hz. Peygamber (S.A.)'in Davetinin Önemi:


45- Ey Peygamber! Biz seni bir şa­hit, bir müjdeleyici, bir uyarıcı ola­rak gönderdik.
46- Allah'ın izniyle Allah'a davet eden (bir davetçi) ve nur saçan bir kandil olarak (gönderdik).
47- Allah'tan kendilerine büyük bir lütuf (verilecek) olduğunu mümin­lere müjdele.
48- Kâfirlere ve münafıklara itaat etme. Onların eziyetlerine aldırma. Allah'a tevekkül et. Vekil olarak Al­lah yeter.
49- Ey iman edenler! Mümin kadın nikahlarsanız, sonra da kendilerine dokunmadan boşarsanız, artık sizin onların üzerinde iddet say­ma hakkınız yoktur. Derhal onlara boşanma bedellerini verin. Onları güzellikle salıverin.

Açıklaması:


Allah Tealâ bu ayetlerde Hz. Peygamber (s.a.)'in yedi önemli görevini beyan etti.
1, 2, 3- "Ey Peygamber! Biz seni bir şahit, bir müjdeleyici, bir uyarıcı olarak gönderdik."
Ey kendisine vahiy indirilen Rasul! Kendilerine gönderildiğin kimsele­rin seni tasdik edip etmediklerine, senin hidayetine tâbi olup olmadıkları­na bir şahit olarak, yani dünyada şahitliği taşıyan bir kimse olarak ahiret-te Rabbinin huzurunda taşıdığın bu görevi eda etmek üzere biz seni gön­derdik. Seni, sana itaat edeni cennetle müjdelemek ve sana isyan edeni ce­hennemle uyarmak için gönderdik. Bu üç görev bütün insanlığa duyurul-masıyla mükellef olunan davet görevlerindendir. Şahitlik hususunda bu ayetin benzeri Cenab-ı Hakk'ın şu ayetidir: "Böylece biz sizin insanlara karşı şahitler olmanız, Peygamber'in de size karşı şahit olması için sizi orta yolu tutan bir ümmet kıldık." (Bakara, 2/143).
İmam Ahmed, Buhari ve İbni Ebî Hatim, Ata b. Yesar'dan naklediyor: Abdullah b. Amr. b. Âs (r.a.) ile karşılaştım.
- Bana Rasulullah (s.a.)'in Tevrat'taki sıfatını bildir, dedim. Abdullah b. Amr b. Âs:
- Peki, Allah'a yemin olsun ki o Tevrat'ta Kur'an'daki sıfatlarından ba­zılarıyla tavsif olunmuştur: "Ey Peygamber! Biz seni bir şahit, bir müjdele-yici ve uyarıcı olarak gönderdik, ümmîlere koruma vesilesi olsun diye gön­derdik. Sen benim kulum ve Rasulümsün. Seni mütevekkil (Allah'a güve­nip dayanan) olarak adlandırdım. Sert, katı kalpli, çarşılarda bağıran, kö­tülüğü kötülükle gideren değil; affeden, müsamaha gösteren ve bağışlayan kimsedir. Allah eğri milleti La ilahe illallah demeleri suretiyle kendisiyle doğrultmadıkça Onun ruhunu almayacak. O, kör gözleri, sağır kulakları ve kapalı kalpleri La ilahe illallah ile açacaktır."
4, 5- "Allah'ın izniyle Allah'a davet eden bir davetçi ve nur saçan bir kandil olarak gönderdik."
Yani insanları Rablerine kulluk etmeye, O'na taatte bulunmaya, gizli ve açık O'nun murakabesi altında olduğunu bilmeye, O'nu ikrar etmeye ve O'nun için vacip olan kemal sıfatlarına iman etmeye davet eden bir davetçi olarak seni gönderdik. İnsanların seninle hidayet bulmaları için, dünya ve ahiret saadetini gerçekleştirme hususunda senin dininle aydınlanmaları için seni nurlu kandil sahibi olarak, ya da karanlıklarda kendisiyle aydın­lanan ışık saçan bir kandil gibi kıldık.
Cenab-ı Hakk'ın "O'nun izniyle" ifadesinin manası, O'nun sana emret-mesiyle ve bunu vaktinde ve zamanında takdir etmesiyle, demektir.
"Bir kandil olarak" kelimesinin manası, nur sahibi olarak demektir. Ya da bir kimsenin "onu arslan olarak gördüm" demesi gibidir. Bunun ma­nası kahraman olarak gördüm, demektir. Buna göre "sirâcen" kelimesi, kandil gibi apaçık beyan eden, yolu gösteren, durumu açıklayan, insanları Hakk'a ve doğru yola ileten, demektir.
Peygamberimiz (s.a.)'in kandile benzetilmesinin gereği olarak onun di­ni ya da emri hiçbir kapalılık veya eğrilik olmayan, hiçbir gizlilik ve perde bulunmayan, hücceti açık, burhanı zahir bir dindir.
Peygamberimiz (s.a.) kandilden çok fazla ışık veren güneşe değil de, kandile benzetilmiştir. Çünkü güneş ışığı gözü kamaştırır, kandil ışığı göz­lere rahatsızlık vermez. Kandil nur vermekle tavsif edilmiştir. Zira bazı kandiller zayıflığı ve fitilinin inceliği sebebiyle ışık vermez.
6- "Allah'tan kendilerine büyük bir lütuf verilecek olduğunu müminle­re müjdele."
Risaletine iman eden ve şeriatına itaat eden herkese kendilerinin di­ğer ümmetlerden daha büyük bir üstünlüğe sahip oldukları, ahiret yur­dunda, tavsif edilemeyecek ölçüde büyük bir ecre sahip oldukları müjdesini ilan et. Müjdeden sonra uyarı geldi ve Cenab-ı Hak şöyle buyurdu:
7- "Kâfirlere ve münafıklara itaat etme. Onların eziyetlerine aldırma. Allah'a tevekkül et. Vekil olarak Allah yeter." Yani senin risaletini inkâr eden, ya da nifak çıkaran; içinde küfrü gizleyen, ama dışında müslüman görünen bu kimselere itaat etme. Davet meselesinde onlardan hiçbir itiraz ve tenkit dinleme. Onlara aldırış etme. Rabbinin risaletini bütün insanlara tebliğ et. Onların eziyetlerine aldırma, onlara müsamaha ile davran. Onla­rın günahlarından vazgeç. Rabbinin sana emrettiği şeyi yerine getir. İşledi­ğin ve terkettigin her şeyde işini Allah Tealâ'ya havale et ve O'na güven. Zira O, onlara karşı sana yeter. O seni korur ve gözetir. Kuluna vekil ola­rak Allah yeter. Vekil: Bir işi üstlenen, koruyan kimsedir. Bu güçlü sözde zafer vaadi vardır.
Hz. Peygamber (s.a.)'in vazifelerini beyan ettikten sonra söz hanımla­rın meselelerine geldi. Cenab-ı Hak Zeyd ve Zeyneb'in kıssasını ve Zeyd'in Zeyneb'i boşamasını zikretti. Zeyneb evlilik tam anlamıyla gerçekleştiği için iddet bekledi. İddeti sona erdikten sonra Zeyneb'i Peygamberimiz (s.a.) talep etmişti. Cenab-ı Hak bundan sonra duhûlden önce boşanan hanımın durumunu ve bu hanımın iddet beklememesi gerektiğini beyan etmek üze­re şöyle buyurdu:
"Ey iman edenler! Mümin kadınları nikahlarsanız, sonra da kendileri­ne dokunmadan boşarsanız, artık sizin onların üzerinde iddet sayma hak­kınız yoktur. Derhal onlara boşanma bedellerini verin. Onları güzellikle sa­lıverin. "
Ey Allah'ı ve Rasulünü tasdik edenler! Mümin hanımlara nikâh akdi yaptığınız, sonra da kendilerini duhûlden önce boşadığınız zaman sizin on­ların üzerinde tamamlayacağınız günlerle iddet sayma hakkınız yoktur. Ancak boşadıktan sonra onların hatırlarını hoş tutmak için kendilerine müt'a (boşanma bedeli) takdim edin. Boşanma bedeli zaman ve yere göre size ve boşadığınız kadınlara lâyık elbise şeklindedir. Hanımları zarar bu­lunmayan boşama ile boşayın. Zira sizin onların üzerinde iddet sayma hak­kınız yoktur. Salıvermekteki güzellik, erkeğin hanımına verdiği bir şeyi ge­ri istememesidir.
Ayette mümin hanımların özellikle zikredilmesi mümin erkeğin mü­min hanımı nikahlaması gerektiğine irşad edilmektedir. Zira mümin ha­nım erkeğin dinini daha çok koruyucudur.
"Onlara boşanma bedellerini verin." ifadesine gelince: Bir görüşe göre boşanma bedeli, duhûlden önce boşandığı zaman mehir belirlenmeyen (mu-favvada) kadına has olup, vaciptir. Bir başka görüşe göre boşanma bedeli verilmesi mufavvada olan olmayan her kadın için genel bir hükümdür. Bu­radaki emir âlimlerin ihtilaflarına göre ya vacip, ya da mendup bir emirdir. Alimlerden bir kısmı vacip olduğu kanaatinde olup bunlara göre mehrin yarısıyla birlikte aynı zamanda boşanma bedeli vaciptir. Diğer bir kısım âlimler ise müstehap olduğu kanaatinde olup bunlara göre mehirle birlikte bir miktar boşanma bedeli verilmesi de müstehaptır. [28]

Allah'ın Hz. Peygamber (S.A.)'le Evlenmelerini Helâl Kıldığı Hanımlar


50- Ey Peygamber! Mehirlerini ver­diğin hanımlarını, Allah'ın sana ga­nimet olarak verdiği cariyeleri, se­ninle beraber hicret eden amcanın kızlarını, halalarının kızlarını, da­yının kızlarını, teyzelerinin kızları­nı, sana helâl kıldık. Eğer mümin bir kadın, kendisini Peygamber'e bağışlar ve Peygamber de onu ni­kahlamak isterse, bunu da sana he­lâl kıldık. Bu (hüküm) müminler­den ayrı olarak sadece, sana mah­sustur. Sen sıkıntıya düşmeyesin diye, Biz, müminlere eşleri ve sahip oldukları cariyeleri hakkında nele­ri farz kıldığımızı bilmekteyiz. Al­lah, Gafûr'dur, Rahim'dir (çok affe­den ve çok bağışlayandır).
51-  Hanımlarından dilediğini geri bırakır, dilediğini yanına alabilir­sin. Kendilerinden uzaklaştıkların­dan birini istemende, sana bir gü­nah yoktur. Bu sevinmeleri, üzül-memeleri ve hepsinin verdiğin şey­lere razı olmaları için en elverişli yoldur. Allah kalplerinizde olanı bi­lir. Allah Alim'dir, Halim'dir.
52- Artık bundan sonra senin için başka kadınlar helâl değildir. Gü­zellikleri hoşuna gitse de, onları başkalarıyla değiştirmen caiz değil­dir. Ancak sahip olduğun cariyeler hariç. Allah her şeyi murakabe et­mektedir.

Açıklaması


1- "Ey Peygamber! Mehirlerini verdiğin hanımlarını... sana helâl kıldık."
Allah Tealâ bu ayette peygamberinin kendileriyle evlenmelerini mu­bah kıldığı hanımlardan dört grubu zikretti. Bu dört gruptan ilk grup me-hirleri verilen hanımlardır.
Ayetin manası şudur: Ey Rasulüm! Biz ücretlerini -yani mehirlerini-verdiğin hanımları sana helâl kıldık. Mehri verilen kadın, mehrini alma­yan kadından daha üstündür. Bu nassm ilk olarak zikrettiği mükemmel durumdur. En kâmil olan mehrin hiçbir geciktirme olmaksızın tam olarak verilmesidir. İnsanların mehri geciktirmeleri hususuna gelince bu ihtiyat maksadıyla, mehirlerde çok aşın gidilmesi ve mehrin tam olarak ödenme­sinin imkânsızlığı sebebiyle örfte sonradan icad edilen şeylerdendir.
Peygamberimiz (s.a.)'in hanımlarına verdiği mehri on iki buçuk ukıy-ye, yani beş yüz dirhem gümüş idi. Ancak Ümmü Habibe bt. Ebî Süfyan bundan müstesna. Çünkü onun mehrini Peygamberimiz (s.a.) adına Necaşî dört yüz dinar olarak verdi. Yine Safiyye bt. Huyeyy bundan müstesnadır. Çünkü Peygamberimiz (s.a.) onu Hayber esirleri arasından seçti, sonra onu azad etti. Onun azad edilmesini, mehri saydı. Ayrıca Cüveyriye bt. Haris el-Mustalikıyye adına mükâtebe hisselerini Peygamberimiz (s.a.) Sabit b. Kays b. Şemmas'a ödedi ve onunla evlendi.
2- "Allah'ın sana ganimet olarak verdiği cariyeleri" sana helâl kıldık: Yani Allah, ganimet mallarından aldığın cariyeleri sana mubah kıldı. Bu, kadınlardan ikinci gruptur. Bunlar memlûk cariyelerdir. Peygamberimiz (s.a.) daha önce beyan ettiğimiz gibi Safiyye, Cüveyriye, Reyhane bt. Şem'ûn en-Nadriyye, İbrahim'in annesi Mariye el-Kıbtiyye'yi memlûk ola­rak aldı. Son iki cariye Peygamberimiz (s.a.)'in normal ilişki kurduğu se-rîreleri idi.
3- "Seninle beraber hicret eden amcanın kızlarını, halalarının kızları­nı, dayının kızlarını, teyzelerinin kızlarını" sana helâl kıldık.
Seninle birlikte muhacir olan amca kızları, hala kızları, dayı kızları ve teyze kızlarını sana helâl kıldık. Ancak bunlardan hicret etmeyenler müs­tesna.
Bu üçüncü grup kadının muhacir olmasının şart koşulduğu ve -daha önce geçtiği gibi- Ümmü Hanî gibi muhacir olmayan hanımların helâl ol­madığı müstesna.
Amca ve hala kızlarından murad Kureyşli kadınlardır. Zira uzak ol­sun, yakın olsun Kureyşlilere "Peygamberimiz (s.a.)'in amcaları" ve Ku­reyşli kadınlara "Peygamberimiz (s.a.)'in halaları" denilmektedir. Dayı ve teyze kızlarından murad Benî Zühre kızlarıdır. Peygamberimiz (s.a.)'in ni­kâhı altında altı Kureyşli kadın olup Zühreli hiçbir kadın yoktu.
Ayette "amca" kelimesinin müfret olarak kullanılmasındaki hikmet, Arapların "ibn" ve "bint" kelimelerinin, "el-Amm" kelimesine izafe edilmesi durumunda alışılagelmiş âdetlerine uyulmasıdır, "hâl" kelimesindeki söz de aynı misale göre kullanılmıştır.
4- "Eğer mümin bir kadın kendisini Peygambere bağışlar ve Peygam­ber de onu nikahlamak isterse" bunu da sana helâl kıldık.
Ey Peygamber! Eğer dilersen mehirsiz olarak kendisini nikahlamak üzere sana kendisini bağışlayan mümin kadın sana helâldir.
Bu dördüncü gruptur. Bu gruptaki kadınların Hz. Peygamber (s.a.)'e mubah kılınması iki şarta bağlıdır:
a) Kadının nefsini Hz. Peygamber (s.a.)'e hibe etmesi,
b) Hz. Peygamber (s.a.)'in bu kadını nikâhlamayı arzu etmesi.
Hibe lafzıyla evlilik Hz. Peygamber (s.a.)'in hususiyetlerinden olup di­ğer müminlere caiz değildir. Peygamberimiz (s.a.)'in kendisini hibe eden kadınla mehirsiz, velisiz ve şahidsiz evlenme hakkı vardır.
Allah'ın Peygamber'ine helâl kıldığı dört sınıf: Mehri verilen kadınlar, memlûk cariyeler, akraba kadınlar ve kendilerini mehirsiz hibe eden ka­dınlardır.
"Helâl kılınmak"tan murad umumi nikâh iznidir. Dikkat edilirse İbni Abbas ve Mücahid'in dediği gibi: "Hz. Peygamber (s.a.)'in yanında hibe edilmiş hiçbir kadın yoktu."
Kendi nefsini Hz. Peygamber (s.a.)'e hibe eden kadın olan Ümm Şerîk ed-Devsiyye, Peygamberimiz (s.a.)'e:
-  Nefsimi sana bağışladım, deyince Peygamberimiz (s.a.) buna karşı sustu. Bunun üzerine bir adam kalktı ve:
- Ya Rasulallah! Senin ona ihtiyacın yoksa, beni onunla evlendir, dedi. (Peygamberimiz de onu ona nikahladı.)
Aynı şekilde kendilerine Hz. Peygamber (s.a.)'e hibe eden diğer kadın­lar da böyle idi. Ancak Peygamberimiz (s.a.)'in yanında kendini ona hibe eden hiçbir kadın yoktu.
İbni Sa'd rivayet ediyor ki: Leyla bt. Hatim kendini Peygamberimiz (s.a.)'e hibe etmiş, başka kadınlar da kendilerini Peygamberimiz (s.a.)'e hi­be etmişlerdi. Ancak biz Peygamberimiz (s.a.)'in bunlardan herhangi birini kabul ettiğini işitmedik.
Eğer kendisini hibe eden kâfir ise bu kadın Hz. Peygamber (s.a.)'e he­lâl olmaz. İbnü'l-Arabî diyor ki: Bana göre sahih olan, bu çeşit kadının ona haram olmasıdır. Böylece bizden farklı olmaktadır. Zira fazilet ve ikram açısından onun nasibi daha çoktur. Noksanlık açısından onun bundan uzaklığı açıktır. Bize Kitap Ehli hür kadınları nikahlamak caiz kılındı. Yü­celiği sebebiyle ona mümin hanımlar tahsis edildi. Hicret faziletinin nok­sanlığı sebebiyle hicret etmeyen kadınlar ona helâl olmazsa, küfür vasfı se­bebiyle hür kitabî kadının ona helâl olmaması daha lâyıktır.[29]
Mufavvada bir kadın kendisini Hz. Peygamber (s.a.)'den başka bir adama hibe ederse, duhûl veya ölüm sebebiyle bu kadına mehr-i misil verilmesi vacip olur. Berva' bt. Vasık kendi nefsini ortaya koyup kocası vefat edince Rasulullah (s.a.) bu kadına mehr-i misil verilmesine hükmetti.
Cenab-ı Hak "sana has olarak..." cümlesinin muhtevasını Hz. Peygam­ber (s.a.)'in hükümlerinin bazan müminlerin hükümlerinden farklı olduğu­nu beyan ederek te'kid etti ve şöyle buyurdu:
"Sen sıkıntıya düşmeyesin diye, Biz, müminlere eşleri ve sahip oldukla­rı cariyeleri hakkında neleri farz kıldığımızı bilmekteyiz. Allah Gafurdur, Rahim'dir." Yani ey Rasulüm, zikredilen hususlar seninle hanımların hakkındaki hükümdür. Senin ümmetinin hanımlanyla olan hükmüne ge­lince, bunun bilgisi bizim nezdimizde olup hikmet ve maslahat gereğine gö­re bunu kendilerine beyan edeceğiz.
Ayetin manası şudur: Müminlerin sadece dört hür kadınla evlenmele­ri, putperestler ve mecusîler dışında mümine ve kitabî cariyelerden dile-dikleriyle evlenmeleri, bunlarla hibe lafzıyla evlenmelerinin mubah olma­ması; veli, mehir ve şahitlerin şart kılınması şeklinde kendilerinin masla­hatlarının bulunduğu hükümleri ve bu hükümlerde Hz. Peygamber (s.a.)'den farklı kılınması gibi müminlerin hanımları ve cariyelerin durumu hakkında farz kılman hükümler, şartlar ve kayıtları Allah gayet iyi bilir.
Bu, daha önceki durumu te'kid eden ve bunu açıklayan bir ara cümle­dir. Cenab-ı Hak -daha önce geçtiği gibi- bazı hükümlerin Hz. Peygamber (s.a.)'e mahsus olmasının illetini zikretti. Bu illet şudur: Biz senden darlığı ve meşakkati kaldırmamız için, kendini tamamen risaleti tebliğ etmeye vermen için zikredilen kadınları, cariyeleri, akrabaları ve kendi nefsini hi­be eden kadınları sana mubah ve helâl kıldık.
Allah kendisinden sakınılması mümkün olmayan şeylerde seni ve mü­minleri çok mağfiret edicidir; sıkıntıyı ve meşakkati ortadan kaldırmak ve tevbe ettikleri günaha ceza vermemek suretiyle sana ve onlara çok merha­metlidir. Kısaca, "Allah Gafûr'dur, Rahim'dir." ifadesi ile Cenab-ı Hak bü­tün müminlere mağfiret ve rahmetiyle ünsiyet vermektedir.
Allah Tealâ daha sonra Peygamberimizin Hz. Âişe gibi bazı hanımla­rının kendi nefislerini Peygamberimiz'e hibe eden kadınlara duydukları kıskançlıklarına karşı ve onların geceleri hanımlar arasında taksim etme işini Rasulullah (s.a.)'e havale etmelerine karşı cevap vermek üzere şöyle buyurdu:
"Hanımlarından dilediğini geri bırakır, dilediğini yanına alabilirsin." Yani ey Allah'ın Rasulü, hanımların arasında geceleri taksim etme husu­sunda sen mutlak hürriyete sahipsin. Senin hanımlarından dilediğinle yat­mayı erteleme ve dilediğinle beraber geceleme hakkın vardır. Onlar arasın­daki taksimi terketmende senin için hiçbir mahzur yoktur. Bu taksimi yap­mak sana vacip değildir. Bilakis bu mesele sana aittir. Dolayısıyla dilediğin kimseyi takdim eder, dilediğini ertelersin. Bununla birlikte Peygamberimiz (s.a.) hanımları arasında geceleri taksim ederdi.
"Kendilerinden uzaklaştıklarından birini istemende sana bir günah yoktur." Yani ayrıldığın ve kendileriyle birlikte gecelemeyi terkettiğin ha­nımlardan birinin seninle beraber gecelemesini talep etmende senin üzeri­ne hiçbir günah, hiçbir mahzur ve darlık yoktur. Yine onlardan boşadığın kimseye tekrar dönmekte sana hiçbir sorumluluk yoktur.
Allah Tealâ daha sonra geceleme ve tehir etmeyi Rasulullah (s.a.)'e bırakmanın sebebini -bunun hanımlarının maslahatı ve menfaati için oldu­ğunu- beyan etmek üzere şöyle buyurdu:
"Bu, sevinmeleri, üzülmemeleri ve hepsinin verdiğin şeylere razı olma­ları için en elverişli yoldur." Yani onlar, Allah'ın senden hanımların arasın­da geceleri taksim etme hususundaki sorumluluğu kaldırdığını, bunun sa­na vacip olmadığını, dilersen eşit şekilde taksim yapabileceğini, dilersen yapmayabileceğim, buna rağmen senin hiçbir zorlama olmaksızın kendi tercihinle hanımların arasında geceleri eşit olarak taksim ettiğini bildikle­ri zaman buna sevinecekler, bundan memnun olacak, senin iyiliğini takdir edecekler. Senin taksim hususunda onlara verdiğin değeri, onların arasın­da eşitlik yapmanı, onlara insaflı olmanı ve adaletle davranmam itiraf ede­cekler, bu yaptığından hiçbir endişe ve kargaşaya düşmeden hepsi mem­nun olacaklardır.
Cenab-ı Hak sonra Hz. Peygamber (s.a.)'e ve hanımlarına tağlib yoluy­la müzekker sîgasını kullanarak şöyle buyurdu:
"Allah kalplerinizde olanı bilir. Allah, Alîm'dir, Halım'dir." Yani Allah reddedilmesi mümkün olmayan şekilde hiçbir tercih yapmadan kalplerini­zin hanımlarınızdan bazılarına meyledip, bazılarına meyletmediğini tam bir ilimle bilir. Allah gönüllerin gizlediği, vicdanların sakladığı şeyleri ga­yet iyi bilendir, çok yumuşak davranan, bağışlayan günahkârların tevbe edip Allah'a yönelme imkânı bulabilmeleri için onlara ceza vermede acele etmeyen, son derece hilim sahibidir. Burada güzel niyetlere, gönül temizli­ğine ve kıskançlık izlerine hakim olmak için kadınlara güzel muamelede bulunmaya teşvik vardır.
İmam Ahmed ve dört Sünen sahibi, Hz. Aişe (r.a.)'den naklediyorlar: "Rasulullah (s.a.) geceleri hanımları arasında taksim eder, adaletle davra­nırdı. Sonra da:
- "Allahım! Bu benim sahip olduğum şeydeki davranışımdır. Senin sa­hip olup da benim sahip olmadığım şey hususunda beni kınama." diye dua ederdi. Ebu Davud şunu ilave etti: (Rasulullah) kalbi kastetmektedir.
Allah Tealâ daha sonra Allah'ı ve Rasulünü tercih eden Hz. Peygam­ber (s.a.)'in hanımlarının mükâfatlandırıldığını zikretti. Onları boşamayı menetti ve başka hanımları ona haram kıldı ve şöyle buyurdu:
"Artık bundan sonra senin için başka kadınlar helâl değildir." Yani ey Rasulüm! Şu anda senin yanında bulunan şu dokuz hanımın Allah'ı ve Rasulünü tercih etmelerine karşılık olarak bunların dışmdakilerle evlen­mek sana haramdır.
Ebu Davud Nasih kitabında, Merdüveyh ve Beyhakî Sünen'inde Enes'in şu sözünü rivayet etmektedirler: "Rasulullah (s.a.) hanımlarını muhayyer bırakıp da onlar Allah ve Rasulünü tercih edince Cenab-ı Hak Rasulüne sadece onlarla evlenmesini emretti."
Diğer hanımların ona haram kılınması şeklindeki bu hüküm ilk hü­kümdür.
"Güzellikleri hoşuna gitse de, onları başkalarıyla değiştirmen caiz de­ğildir. Ancak sahip olduğun cariyeler hariç." Hanımların değiştirilmesi ve boşamalarının haram kılınması, şeklindeki bu hüküm ikinci hükümdür.
Yani, ey Rasulüm! Senin ismetinde bulunan bu hanımlardan başkala­rıyla evlenmen ve onlardan birini boşayıp onun yerine başkasıyla evlen­men suretiyle onları güzellikleri hoşuna giden başkalarıyla değiştirmen sa­na helâl değildir. Ancak Mukavkıs'ın Rasulullah (s.a.)'e hediye edip onun cariye olarak aldığı ve ondan henüz emzikli iken vefat eden ibrahim adlı çocuğun dünyaya geldiği Mariye el-Kıbtiyye gibi elinin altında bulunan ca­riyeler hariç.
"Güzellikleri hoşuna gitse de" sözü evlenme talebinde bulunulan kıza bakmanın caiz olduğuna delildir.
Ebu Davud, Peygamberimiz (s.a.)'in şöyle buyurduğunu rivayet et­mektedir: "Sizden biriniz bir kadına talip olursa, onunla evlenmeye sebep olacak şeye bakmaya imkân bulursa, bunu yapsın."
Mugîre b. Şu'be anlatıyor: Bir kadına talip oldum. Peygamberimiz (s.a.) bana:
- Ona baktın mı? diye sordu. Ben:
- Hayır, dedim. Peygamberimiz (s.a.):
- Ona bak. Zira bu aranızda sevgi doğması için daha uygundur.
"Allah her şeyi murakabe etmektedir." Allah herşeye muttali olan, her-şeyi bilen, herhangi bir kişiden olan ve kâinatta meydana gelen herşeyi murakabe etmektedir. O halde Onun emirlerine muhalefet etmekten sakı­nın. Zira Allah herkese yaptığının karşılığını verecektir. [30]

Hz. Peygamberin Evine Giriş Edepleri Ve Hz. Peygamberin Hanımlarının Perde Kullanmaları


53-  Ey iman edenler! Peygamber'in evlerine yemeğe davet edilmeksizin girip de yemek vaktini beklemeyin. Ancak davet edildiğiniz zaman gi­rin. Yemeği yiyince de hemen dağı-lın. Orada sohbete dalmayın. Çün­kü bu hareketiniz Peygamber'e ezi­yet veriyor, o size birşey söylemek­ten utanıyordu. Ama Allah hakkı söylemekten çekinmez. Peygambe­r'in hanımlarından birşey isteyece- zaman perde arkasından iste-Böyle davranmak gerek sizin kalbiniz, gerekse onların kalpleri için daha temizdir. Sizin Peygam­ber'e eziyet etmeniz ve onun ölü­münden sonra hanımlarını nikahla­manız ebediyen caiz değildir. Şüp­hesiz ki bu, Allah nezdinde büyük bir günahtır.
54-  Siz birşeyi açığa vursanız da, gizleseniz de şüphesiz ki Allah her-
55- Mümin hanımların babalarına,  oğuUanna, kardeşlerine, erkek kar- deşlerinin oğuUanna, kızkardeşle- rinin oğullarına, müminlerin ha- nımlarına ve sahip oldukları cari­yelere görünmelerinde hiçbir gü­nah yoktur. Ey mümin hanımlar! Allah'tan korkun. Şüphesiz ki Allah herşeye şahittir.

Açıklaması


Bu ayetler evlere girip çıkma hususunda umumi edepler, perde konul­ması, kadın ve erkeklerin birbirleriyle karışmamaları, Hz. Peygamber (s.a.)'e eziyet etmenin ve onun vefatından sonra onun hanımlarıyla evlen­menin haram olmasını ihtiva etmektedir.
Bu ayetler Hz. Ömer (r.a.)'in sözünün vahye uygun olduğu ayetlerden­dir. Nitekim Buhari ve Müslim'in Sa/ıi/ı'lerinde Hz. Ömer (r.a.)'in şu sözü rivayet edilmektedir: Benim üç konudaki görüşüm Rabbimin buyruklarına uygun düştü:
a)  Ben: Ya Rasulallah! Makam-ı İbrahim'i namaz kılma yeri edinsey-din, dedim. Bunun üzerine Cenab-ı Hak "Makam-ı İbrahim'i namaz kılma yeri edinin." (Bakara, 2/125) ayetini indirdi.
b) Ben: Ya Rasulallah! Senin hanımlarının yanına iyi-kötü herkes giri­yor. Onlara perde koysan! dedim. Bunun üzerine Cenab-ı Hak hicab ayetini indirdi.
c) Ben Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımları onun aleyhine ittifak ettikle­rinde: "Peygamber sizi boşarsa, umulur ki Rabbi ona sizden daha hayırlı eşler verir." dedim. Ayet de aynı şekilde nazil oldu.
Bu hicap ayeti -Katade ve Vakıdî'nin ifade ettikleri gibi- Zeyneb bt. Cahş ile Rasulullah (s.a.)'in evlendiği sabah nazil oldu. Bu evlilik hicretin beşinci yılı Zilka'de ayında idi. Ayet Hz. Peygamber (s.a.)'in sıkıntısını kal­dıran içtimaî bir edeple başladı.
Cenab-ı Hak buyuruyor ki:
1-  "Ey iman edenler! Peygamber'in evlerine yemeğe davet edilmeksizin girip de yemek vaktini beklemeyin."
Ey Allah'ı Rab olarak, Muhammedi rasul olarak tasdik edenler! Ye­meğe davet edilmek suretiyle izin verilmeksizin her durumda Hz. Peygam­ber (s.a.)'in evlerine girmeyin. Yemeğin pişmesini ve hazırlanmasını bekle­meyin. Yemek pişirilip hazırlık tamamlanınca o zaman içeri girin.
2-  "Ancak davet edildiğiniz zaman girin. Yemeği yiyince de hemen da­ğdın. Orada sohbete dalmayın."
Rasullullah sizi davet edince girmeye izin verdiği evine girin. Davet edildiğiniz yemeği yedikten sonra dağılın, çeşitli konuları görüşmek ve dünya işlerini konuşmak için orada beklemeyin.
Bu müminlerin Hz. Peygamber (s.a.)'in evlerine izinsiz girmemesine, yemeğin pişmesini beklememesine, onu oyalamanın haram olduğuna, bir­birleriyle veya aile halkıyla lüzumsuz konuşma ile meşgul olarak yemek­ten sonra Hz. Peygamber (s.a.)'in evlerinde kalmamasına delildir. Bu arzu edilmeyen bir durumdur. Bir çeşit istenmeyen yük olma durumudur. Zira aile halkı kapları temizleme ve yemek hazırlama yorgunluğundan dinlen­meye de ihtiyaç duymaktadır.
Bunun için Peygamberimiz (s.a.), İmam Ahmed, Buhari, Müslim ve Tirmizî'nin Ukbe b. Umre'den rivayet ettikleri hadis-i şeriflerinde şöyle bu­yurmuştur: "Kadınların yanına girmekten sakının."
Cenab-ı Hak yemekten sonra Hz. Peygamber (s.a.)'in evlerinden ayrıl­manın talep edilmesinin sebebini şu ayetle açıklamaktadır:
"Çünkü bu hareketiniz Peygamber'e eziyet veriyordu. O da size birşey söylemekten utanıyordu. Ama Allah hakkı söylemekten çekinmez."
Yani sizin Rasulullah'ın evinde kalıp sözle meşgul olmanız ve yemeğin hazırlanmasından önce eve girmeniz Peygamber'e eziyet oluyordu. Halbuki ona eziyette bulunmak haramdır. Bu durum onun bazı ihtiyaçlarını görme­sine engel olduğu ve aile halkına darlık verdiği için ona ağır geliyordu. Fa­kat Hz. Peygamber (s.a.) son derece haya sahibi olduğu için onları bu du­rumdan nehyetmekten hoşlanmıyordu. Nihayet Allah ona bunu nehyettiğine dair ayetleri indirdi. Allah, hakkı beyan etmekten -onların Hz. Peygamberin evinde kalıp beklememelerini ve evden çıkmalarını emretmekten- çekinmez. Bu, Hz. Peygamber (s.a.)'e ait özel bir edep olma­yıp bütün müminleri içine alan umumi bir edeptir. Zira ev sahibine eziyet olduğu zaman o evde beklemek haramdır.
Nur suresinin 27-31. ayetleri, müminlerin evlerini; Ahzab suresinin "Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve müminlerin hanımlarına söyle, örtülerine bürünsünler." şeklindeki 59. ayeti müminlerin hanımlarının hi­cabını açıkça anlatmaktadır.
3- "Peygamber'in hanımlarından birşey isteyeceğiniz zaman perde ar­kasından isteyin."
Yani sizi Hz. Peygamber (s.a.)'in evlerine izinsiz girmekten ve yemekte bulunmak için beklemekten nehy ettiğim gibi aynı şekilde Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımlarına bakmaktan da nehyettim. Siz onlardan yiyecek v.b. faydalanılacak bir «şey istediğiniz zaman görmeyi engelleyecek bir engel ve örtecek bir perde gerisinden isteyin.
Bundan nehyedilmesinin ve hicabın emredilmesinin sebebi Allah Te-alâ'nın buyurduğu gibi: "Böyle davranmak gerek sizin kalpleriniz, gerekse onların kalpleri için daha temizdir."
Bu eve izinle girme, yemekten sonra söze dalmadan hemen çıkma ve perde kullanma gönül için daha temiz ve daha hoştur; şüphe, töhmet ve fitneden daha uzak, kalplerin şeytanî vesvese ve fısıltılarından daha emindir.
Allah müminlere evlere girme edebini, kulağı ve gözü haramdan koru­mayı öğretince bunu koruma çarelerini vurgulayarak şöyle buyurdu:
4- "Sizin Peygamber'e eziyet etmeniz ve onun ölümünden sonra hanım­larını nikahlamanız ebediyen caiz değildir."
Sizin Rasulullah (s.a.)'in evinde oturup onu oyalamanız, Rasulullah (s.a.)'e eziyette bulunmaya sebep olmanız, ya da fiilen onu daraltacak ve onun hoşlanmayacağı bir şeyi yapmanız sizin için doğru değildir, uygun da değildir. Size yasaklanan herşey eziyet vericidir. Bundan sakının. Zira Ra­sulullah (s.a.) sizi mutlu kılacak, dünya ve ahirette sizin hayrınıza olacak şeylere karşı çok itina göstermektedir. Eziyet çeşitlerinin en şiddetlisi ve size haram olan şeylerden biri Rasulullah (s.a.)'in ölümü veya boşanması sebebiyle hanımlarından ayrıldıktan sonra onun hanımlarıyla evlenmek istemenizdir. Çünkü bu hanımlar müminlerin anneleridir.
"Şüphesiz ki bu, Allah nezdinde büyük bir günahtır." Yani Rasulullah (s.a.)'e eziyette bulunmanız ve onun vefatından sonra hanımlarıyla nikah-lanılması büyük bir günahtır. Bu ayet ile durumun büyüklüğü ortaya ko­nulmuştur. Bu hususta şiddetli ifade ve tehdit yapılmıştır. Sonra açık ve gizli her hususta eziyette bulunmaktan uzak kalma vurgulanmaktadır:
"Siz bir şeyi açığa vursanız da, gizleseniz de, şüphesiz ki Allah her şeyi çok iyi bilir." Yani bu eziyetten bir şeyi ortaya koysanız da gizleseniz de, muhakkak ki Allah herşeyi tam ve hassas bir ilimle gayet iyi bilir. Gönülle­rinizin gizlediği, vicdanlarınızın sakladığı şeyleri bilir. Hiçbir şey ona gizli kalmaz: "O gözlerinizin hain bakışlarını ve gönüllerinizin gizlediği şeyleri gayet iyi bilir." (Gafir, 40/19). O, her insana bu ilim sebebiyle amellerinin karşılığını verir.
Allah Tealâ daha sonra Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımlarının yabancı erkeklere görünmemesinden, mahrem akrabalarını, müminlerin hanımla­rını ve köleleri istisna ederek şöyle buyurdu:
"Mümin hanımların babalarına, oğullarına, kardeşlerine, erkek kar­deşlerinin oğullarına, kız kardeşlerinin oğullarına, müminlerin hanımları­na ve sahip oldukları cariyelere görünmelerinde hiçbir günah yoktur. Ey mümin hanımlar! Allah'tan korkun. Şüphesiz ki Allah herşeye şahittir."
Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımlarının nesep yönünden, ya da süt yö­nünden olsun, babaları ve dedeleri, nesep veya süt babaları, özkardeşleri, baba bir ya da ana bir kardeşleri, kardeşlerinin oğulları veya kız kardeşle­rinin oğulları önünde; yahut uzak-yakm mümin hanımların önünde veya­hut köleleri önünde hicabı, örtünmeyi terketme hususunda hizmet sebebiy­le meydana gelecek meşakkat ve sıkıntıyı kaldırmak bakımından hiçbir günah yoktur.
Ayet daha sonra daha fazla ihtiyat ve takva sahibi olma uyarısıyla sona erdi. Cenab-ı Hak -mealen- şöyle buyurdu:
Gizli ve açık herşeyde Allah'tan korkun. O herşeye şahittir. Hiçbir şey O'na gizli kalmaz. Dolayısıyla O'nu gözetin. O hayır-şer her amelin karşılı­ğını verir. Zira O görünen-görünmeyen âlemin ilmini bilir. Bu ifade de emir ve nehiylere muhalefet etmekten sakındırma manası bulunmaktadır.
Müminlerin hanımları bu konuda Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımları gibidir. Bunun delili Nur suresinin 31. ayetidir: "Mümin kadınlara söyle: Gözlerini bakılması yasak olandan çevirsinler, iffetlerini korusunlar. Süsle­rini, kendiliğinden görünen kısmı müstesna, açmasınlar. Başörtülerini ya­kalarının üzerine salsınlar. Süslerini kocaları veya babaları veya kayınpe­derleri veya oğulları veya kocalarının oğulları, kardeşleri, erkek kardeşleri­nin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, müslüman kadınları, cariyeleri, er­kekliği kalmamış hizmetçiler ya da kadınların mahrem yerlerini henüz an­lamayan çocuklardan başkasına göstermesinler. Gizledikleri ziynetlerin bi­linmesi için ayaklarını yere vurmasınlar. Ey müminler! Kurtuluşa ermeniz için hepiniz tevbe ederek Allah'a dönün."
Bu iki ayette amca ve dayının zikredilmemesinin sebebi İkrime ve Şa'bi'nin zikrettiği gibi gördüklerini çocuklarına anlatabilecek olmaları ve­ya amca ve dayının zaten ana-baba makamında olmaları ve Allah Te-alâ'nın: "Biz senin ilahına ve babaların İbrahim ve İsmail'in babalarına ibadet ederiz." (Bakara, 2/133) ayetinde buyurduğu gibi amcanın bazan "baba" adıyla adlandırılmasıdır. [31]

Peygamberimiz (S.A.)'e Son Derece Saygılı Olma; Ona Ve Müminlere Eziyette Bulunmanın Cezası


56- Şüphesiz ki Allah ve melekleri Peygamber'e salât ederler. Ey iman edenler! Siz de ona salât edin ve tam bir teslimiyetle selâm verin.
57- Allah ve Rasulunu incitenlere
Allah dünyada ve ahirette lanet et­miş ve onlar için horlayıcı bir azap hazırlamıştır.
58- Mümin erkeklere ve mümin ka­dınlara yapmadıkları bir şeyden dolayı eziyet edenler, şüphesiz bir iftira ve apaçık bir günah yüklen­mişlerdir.

Açıklaması


"Şüphesiz ki Allah ve melekleri Peygamber'e salât ederler. Ey iman edenler! Siz de ona salât edin ve tam bir teslimiyetle selâm verin."
Allah, Peygamber'ine rahmet ve rıza ile salât eder. Melekler de mağfi­ret ve şanının yüceliği için ona dua eder. Bunun için, ey Allah'a ve Rasulüne iman edenler, siz de: "Allahümme salli ve sellim alâ Muhammed" deyin. Yani, onun için rahmet, daha ziyade şereflilik ve yüksek derece için dua edin.
Bu ayetin "inne" ile te'kidli gelmesi ve süreklilik ifade etmesi için isim cümlesi ile gelmesi bu hükme verilen önemi göstermektedir. Bu cümlenin, başında "innallahe" şeklinde isim cümlesi şeklinde gelip, sonunda "yusallû-ne" şeklinde fiil cümlesi olarak gelmesi, Allah'ın Rasulüne senasının sürek­li olarak yenilendiğini göstermek içindir.
Bu ayet daha önce zikredilen Rasulullah (s.a.)'i incitmemek müminle­rin şanındandır, şeklindeki hükmün sebebi yerindedir. Sanki şöyle denil­mektedir: Onu incitmeniz size yaraşan bir davranış değildir. Zira Allah da, melekler de ona salât eder. Durum böyle olunca o sadece saygı ve ikrama lâyıktır, demektir. Ayet devamlılık ifade etmek için isim cümlesiyle başla­makta, bu ikram ve ta'zimin zamanla birlikte devamlı bir şekilde yenilen­diğine işaret etmek için isim cümlesiyle sona ermektedir.
Ayette anlatılmak istenen mana şudur: Allah Tealâ mukarrabîn me­lekleri nezdinde Peygamber'ine sena ettiğini ve meleklerin de ona salâtta bulunduğunu ifade etmek suretiyle kullarına, kulu ve Peygamber'inin me-le-i a'lâdaki makamını bildirmektedir.
"Salât" daha önce açıkladığımız gibi, Allah tarafından olursa rahmet, meleklerden olursa istiğfar, müminlerden olursa mağfiret ve Hz. Peygam­ber (s.a.)'in şanının yüceltilmesi niyazında bulunmak manasındadır. Bu­nun için Allah Tealâ hem ulvî, hem de süflî her iki âlemde bulunanların onun için yaptıkları senalarının birleşmesi için dünyevî âlemde bulunanla­rın da ona salât ve selâmda bulunmalarını emretti.
Ona salâtta bulunmak mütevatir hadislerle bilinmektedir. Bu hadis­lerden biri; Buhari, Müslim ve Ahmed'in Ka'b b. Ücra (r.a.)'den rivayet et­tikleri şu hadis-i şeriftir: Bir adam:
- Ya Rasulallah! Sana selâm vermeyi öğrendik. Peki, sana salâtta bu­lunmak nasıldır? dedi. Peygamberimiz (s.a.):
-  Şöyle de: Allahümme salli alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammed kema salleyte alâ İbrahim. İnneke Hamîdün Mecid. Allahümme barik alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammed kema bârekte alâ İbrahim. İnneke Ha­mîdün Mecld." buyurdu.
İmam Malik, Ahmed, Buhari ve Müslim'in Ebu Humeyd es-Sâidî'den rivayet ettiklerine göre sahabe-i kiram:
-  Ya Rasulallah! Sana nasıl salât edelim, diye sordular. Peygamberi­miz (s.a.) şöyle buyurdu:
- Şöyle deyin: "Allahümme salli alâ Muhammedin ve ezvâcihi ve zürri-yetihi kemâ salleyte alâ âli İbrahim. Ve bârik alâ Muhammedin ve ezvâcihi ve zürriyyetihi kemâ bârekte alâ âli İbrahim. İnneke Hamîdün Mecid."
Kütüb-i Sitte müelliflerinin Ebu Said el-Hudrî'den rivayet ettikleri bir hadis-i şerif şöyledir: Biz dedik ki:
- Ya Rasulallah! Biz sana selâm vermeyi öğrendik. Peki sana salâtta bulunmak nasıldır? Peygamberimiz (s.a.):
-  Şöyle deyin: "Allahümme salli alâ Muhammedin abdike ve rasûlike kemâ salleyte alâ İbrahim. Ve bârik alâ Muhammedin ve alâ âli Muham-med kemâ bârekte alâ âli İbrahim." buyurdu.
Selâm verme: Es-selâmü aleyke ya Rasulallah, şeklindedir. "Es-selâ-mü aleyke" ifadesinin manası, onun afetlerden ve noksanlıklardan selâ­mette olması için Allah'a niyazda bulunmaktır.
Rasulullah (s.a.)'e salât ve selâm vermenin fazileti hakkında pek çok hadis-i şerif varid olmuştur. Bunlardan biri İmam Ahmed ve İbni Mace'nin Amir b. Rabia'dan rivayet ettikleri Peygamberimiz (s.a.)'in şu hadis-i şerifi­dir: "Kim bana salâtta bulunursa, bana salâtta bulunduğu müddetçe me­lekler ona dua etmeye devam ederler. Kul isterse az salât getirsin, isterse çok salât getirsin."
Bir diğeri İmam Ahmed ve Neseî'nin Abdullah b. Ebî Talha'mn baba­sından rivayet ettiği şu hadis-i şeriftir: Rasulullah (s.a.) bir gün yüzünde sevinç alâmeti görüldüğü halde geldi. Sahabe-i Kiram:
- Ya Rasulallah! Biz senin yüzünde sevinç alâmeti görüyoruz, dediler. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurdu:
- Bana melek geldi ve şöyle dedi: Ya Muhammedi Rabbin buyuruyor ki: Ümmetinden bir kimse sana salat ederse, ben ona on misliyle karşılık veri­rim. Ümmetinden biri sana selâm ederse, ben ona on defa selâm ederim. Rabbinin böyle buyurması seni memnun etmiyor mu? Ben de: Evet, dedim."
Bir diğeri Müslim, Ebu Davud, Tirmizî ve Neseî'nin Ebu Hureyre'den rivayet ettikleri şu hadis-i şeriftir: "Kim bana bir defa salât getirirse Allah ona on misliyle karşılık verir."
Bunun için Şafiî, Rasulullah (s.a.)'e salat getirmeyi "vacib" kabul et­miş, namazın son teşehhüdündeki salâtı "rükün" saymıştır. Şafiî'ye göre bi­rinci teşehhüddeki salât "müstehap"tır.
Âlimler "Sallû aleyhi ve sellimû" ayetindeki emrin vücûb ifade ettiği, kaidesiyle amel ederek Peygamberimiz (s.a.)'e salât ve selâmda bulunma­nın ömürde bir defa farz olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Bu hususta salât ve selâm kelime-i tevhid gibidir. Çünkü doğru olan görüşe göre emir tekrar ifade etmez. Bu sadece mahiyet içindir. Tekrar etmek kaydından mutlaktır. Onun bir defa meydana gelmesi mücerret mahiyetin gerçekleşti­rilmesi için zarurettir
Peygamberimiz (s.a.)'in adının geçtiği her zaman ya da her mecliste bir defa vacip oluşu yahut sayı ile sınırlamaksızın çokça salevatta bulun­mak, salevat getirmeyi teşvik eden ve salevatı terketmekten sakındıran hadisleri delil olarak kabul etmektir. İyilikte bulunmayı teşvik eden: "Kim bir Kasene getirirse, ona on misliyle karşılık vardır." (En'am, 6/160) ayeti bu delillerden biridir.
Cuma gününde, Peygamberimiz (s.a.)'in kabrini ziyaret etme esnasın­da, namaz için ezan okunduktan sonra ve cenaze namazında Rasulullah (s.a.)'e çokça salât ve selâm getirmek sünnettir.
İmam Ahmed, Ebu Davud, Neseî ve İbni Mace'nin Evs b. Evs es-Seka-fî (r.a.)'den rivayet ettikleri hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) şöyle bu­yurmaktadır: "En faziletli günlerinizden biri cuma günüdür: Âdem o gün yaratıldı. O gün ruhunu teslim etti. Sur'a üfürülme o gündür. Bütün insan­ların bayılıp helak olmaları o gündür. O halde o gün bana çok salevat geti­rin. Zira sizin salevatınız bana arzolunur." Sahabe-i Kiram dediler ki:
- Ya Rasulallah! Bizim salevatımız nasıl sana arzolunur? Halbuki sen çürümüş olacaksın. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurdu:
- Şüphesiz ki Allah yeryüzüne, peygamberlerin cesetlerini yemesini ha­ram kıldı.
İmam Ahmed, Müslim, Ebu Davud ve Tirmizî'nin Abdullah b. Amr b. As (r.a.)'den rivayet ettikleri hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) şöyle bu­yurmaktadır: "Müezzini işittiğiniz zaman onun söylediği gibi söyleyin. Son­ra bana salevat getirin. Zira kim bana salevat getirirse, Allah ona on mis­liyle karşılık verir. Sonra Allah'tan benim için "vesile" isteyin. Çünkü o cen­nette bir makam olup Allah'ın kullarından bir kuldan başkasına ait değil­dir. Ben kendimin o kul olacağını ümid ediyorum. Kim benim için "vesileyi isterse, şefaatim ona helâl olur."
Neseî'nin rivayetinde Ebû Ümame diyor ki: Cenaze namazında sünnet olan; imamın tekbir getirmesi, sonra ilk tekbirin ardından gizlice kendi kendine Fatiha'yı okuması, daha sonra Peygamberimiz (s.a.)'e salevat ge­tirmesi, cenaze için halisane dua etmesi, tekbirlerde hiçbir şey okumaması, sonra da gizlice kendi kendine selâm vermesidir.
Ebu Davud'un Ebu Hureyre (r.a.)'den rivayet ettiği Nevevî'nin Ez-kâr'da, bir önceki hadis gibi "sahih" kabul ettiği hadis-i şerifte Peygamberi­miz (s.a.) şöyle buyurmaktadır: "Sizden biriniz bana selam verdiğinde Al­lah bana ruhumu iade eder, ben de onun selâmını alırım."
Kuşkusuz Rasulullah (s.a.)'e çok salât ve selâmda bulunmak hayır ve sevap getirir, cennete girmeye sebeptir, endişe ve üzüntüyü giderir, unutkanlığı kaldırır.
Tirmizî'nin Ebu Hureyre (r.a.)'den riveyet ettiği hadis-i şerifte Pey­gamberimiz (s.a.) şöyle buyurmaktadır: 'Yanında ismim geçtiği halde bana salevat getirmeyen adamın burnu yerde sürünsün. Ramazan ayı girip de mağfirete nail olmayan adamın burnu yerde sürünsün. Yanında ana-baba-sı yaşlılığa erişip de kendisini cennete sokamayan adamın burnu yerde sü­rünsün. "
Peygamberimiz (s.a.)'e salât ve selâmın emredilmesinden sonra Al­lah'ın emirlerine aykırı davranmak ve nehiylerini işlemek suretiyle Allah'ı incitmekten; Rasulullah'ı bir ayıp ve kusurla niteleyip incitmekten nehiy konusuna dönüldü. Cenab-ı Hak şöyle buyuruyordu:
"Allah ve Rasulünü incitenlere Allah dünyada ve ahirette lanet etmiş ve onlar için horlayıcı bir azap hazırlamıştır."
Allah ve Rasulünün razı olmadıkları küfür ve isyanı irtikâp etmek su­retiyle Yahudilerin "Allah'ın eli dardır." (Maide, 5/64) ve "Üzeyir Allah'ın oğludur." (levbe, 9/30) sözü; Hristiyanların "Mesih Allah'ın oğludur" (Tev-be, 9/30) sözü; müşriklerin, "Melekler Allah'ın kızlarıdır. Putlar Allah'ın or­takları olan tanrılardır." şeklindeki sözleriyle, Peygamberimiz (s.a.) hakkın­da: O şairdir, sihirbazdır, kâhindir ve mecnundur, sözleriyle Allah ve Rasulünü incitici ifadeler kullanarak Allah ve Rasulüne eziyette bulunan bu kimseleri Allah dünya ve ahirette rahmetinden kovmuştur, onlar için ce­hennem ateşinde horlayıcı, küçümseyici ve acı verici bir azap hazırlamıştır.
Bu ayet Allah Tealâ'nın, onları ilâhî rahmetten uzaklaştırma şeklinde­ki cezalandırma ile kalmayıp bilakis onları acıklı cehennem azabı ile de tehdit ettiğine delildir. Ayet Peygamberimiz (s.a.)'i herhangi bir şeyle inci­ten herkes için umumi bir ifadedir. İmam Ahmed'in dediği gibi, kim onu in­citirse, Allah'ı incitmiş olur. Nitekim ona itaat eden kimse de Allah'a itaat etmiş olur.
Allah ve Rasulünü incitenlerin durumunu beyan ettikten sonra Allah Tealâ buna uygun olarak müminleri incitenlerin hükmünü beyan etmek üzere şöyle buyurdu:
"Mümin erkeklere ve mümin kadınlara yapmadıkları bir şeyden dolayı eziyet edenler, şüphesiz bir iftira ve apaçık bir günah yüklenmişlerdir."
Kadın ve erkek iman ehlini söz ve fiilden eziyet şekillerinden biriyle -ister bu eziyet ırza yönelik, ister şeref veya mala yönelik olsun- kendileri­nin beri oldukları, yapmadıkları ve işlemedikleri bir şeyi kendilerine nis­pet etmek suretiyle mümine sövmek, onu dövmek veya öldürmek gibi ezi­yette bulunmak gerçekten haksız yere eziyet olup bunu yapanlar katıksız bir yalan ve büyük bir bühtan işlemiş olurlar. Bühtan, kişilere bilmedikleri ve yapmadıkları bir şeyi ayıplama ve küçültme yoluyla nisbet etmektir. Bunlar açık seçik bir günah işlemiş olurlar.
Bu ayetin benzeri şu ayet vardır: "Kim bir hata yapar veya günah işler de, sonra onu suçsuz birinin üzerine atarsa, şüphesiz o iftira etmiş ve apa­çık bir günah yüklenmiş olur." (Nisa, 4/112).
En kötü eziyet çeşitleri arasında sahabeye dil uzatma, gıybet etmek ve müslümanın ırzına söz ve fiille saldırma bulunmaktadır.
İmam Ahmed ve Tirmizî'nin Abdullah b. Mugaffel el-Müzenî'den nak­lettikleri hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyuruyor: "Ashabım hakkında Allah'tan korkun. Benden sonra onları hedef saymayın. Kim on­ları severse, beni sevdiği için onları sevmiş olur. Kim onlara buğzederse, ba­na buğzetmiş olur. Kim onları incitirse, beni incitmiş olur. Kim beni incitir­se, Allah'ı incitmiş olur. Kim Allah'ı incitirse, pek yakında Allah onu ceza­landırır. "
Ebu Davud ve Tirmizî'nin Ebu Hureyre'den rivayet ettiklerine göre Peygamberimiz'e:
- Ya Rasulallah! Gıybet nedir? diye soruldu. Peygamberimiz,
- Kardeşini hoşlanmayacağı bir şeyle anmandır, dedi. Denildi ki:
- Ne dersin, eğer kardeşimde söylediğim şey varsa? Peygamberimiz:
- Eğer kardeşinde söylediğin şey varsa, onun gıybetini yapmış olursun. Eğer onda söyledeğin şey yoksa, ona iftirada bulunmuş olursun, dedi.
İbni Ebî Hatim ve Beyhakî Şuabü'l-İman'da Hz. Âişe (r.a.)'den rivayet ediyorlar: Rasulullah (s.a.) ashabına:
- Faizin hangi çeşidi Allah nezdinde en kötüsüdür? diye sordu. Ashab-ı Kiram:
- Allah ve Rasulü daha iyi bilir, dediler. Peygamberimiz (s.a.):
- Allah nezdinde faizin en kötüsü müslüman kişinin ırzını helâl say­maktır" dedi ve sonra da şu ayeti (Ahzab, 38/58) okudu: "Mümin erkeklere ve mümin kadınlara yapmadıkları bir şeyden dolayı eziyet edenler, şüphesiz bir iftira ve apaçık bir günah yüklenmişlerdir."
Kütüb-i Sitte sahiplerinin Ebu Hureyre'den rivayet ettikleri: "Ben in­sanlarla "La ilahe illallah" deyinceye kadar savaşmakla emrolundum. Bu­nu söyledikleri zaman kanlarını ve mallarını benden korumuş olurlar. An­cak hakkıyla verilen ceza müstesna." şeklindeki mütevatir hadis-i şerife gö­re; kısas sebebiyle yapılan eziyet, hırsızlık dolayısıyla elin kesilmesi sebe­biyle yapılan eziyet, çeşitli ta'zirler dolayısıyla yapılan eziyet ve mürtedler-le çarpışma gibi haklı sebeplerle yapılan eziyet ise haram değildir.
Hz. Ebubekir (r.a.) bu hadisten, zekâtın, malın hakkı olduğu manasını anlamış ve zekât vermeyenlere bu sebeple savaş açmıştı. Hz. Ebubekir (r.a.) şöyle demişti: "Allah'a yemin olsun ki Rasulullah (s.a.)'e verdikleri bir oğlağı zekât olarak vermezlerse, onlarla bu sebeple çarpışırım." Buna Hz. Ömer (r.a.) karşı çıkmış ve "Ancak hakkıyla verilen hüküm müstesna." de­mişti. Zekât ise malların hakkıdır. Bunun üzerine Hz. Ebubekir bunu gö­rünce gönlü rahatlamıştı. [32]

Kapatılması Gerekli Yerlerin Örtülmesi İçin Kadınların "Cilbab" Ayeti


59- Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve müminlerin hanımları­na söyle. Dış örtülerinden üzerleri­ne alıp örtsünler. Bu, onların başkaları tarafından tanınıp rahatsız edilmemeleri için daha uygundur. Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.

Açıklaması


"Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve müminlerin hanımlarına söyle. Dış örtülerini üzerlerine alıp örtsünler."
Allah, Rasulünden mümin hanımlara ve özellikle hanımlarına ve kız­larına evlerinden çıkarken cariyelerden farklı olarak dış elbiselerini üzer­lerine örtmelerini istedi.
Cilbab, başörtüsünün üzerindeki ridadır. Bu konuda bu tesettürün keyfiyeti hakkında çeşitli rivayetler vardır.
İbni Abbas diyor ki: Allah müminlerin hanımlarına ihtiyaç için evle­rinden dışarı çıktıklarında yüzlerini başlarından itibaren "cilbab" ile ka­patmalarını ve sadece bir gözlerini göstermelerini emretti.
İbni Cerir'in rivayetine göre Muhammed b. Şirin diyor ki: Abîde es-Selmanî'ye "Dış örtülerini üzerlerine alıp örtsünler." ayetini sordum. Yüzü­nü ve başını örttü, sadece sol gözünü açıkta bıraktı.
Abdürrezzak ve İbni Ebî Hatim, Ümmü Seleme'den rivayet ediyorlar: Bu ayet, "Dış örtülerini üzerlerine alıp örtsünler." ayeti nazil olunca ensa-rın hanımları sükûnet içerisinde, sanki başlarının üzerinde kargalar var­mış gibi, üzerlerinde giydikleri siyah elbiseler olduğu halde dışarı çıktılar.
Şer'î hükümlerin iyice yerleşmesinden sonra inen bu ayetin gayesi em­redilen tesettürün mutlaka kapanması gerekli yerlere ilâve olarak emredilen dış örtülerdir. Bu emir kadını töhmet ve kuşkudan uzaklaştıran, fasık erkeklerin sarkıntılıklarından koruyan güzel bir edeptir.
Şer'î tesettür, altındakini göstermeyecek şekilde bir elbise ile vücudun tamamını örten dış elbisedir. Kadın evinde kocasının yanında dilediği şe­kilde giyinebilir.
"Bu, onların başkaları tarafından tanınıp rahatsız edilmemeleri için daha uygundur." Yani dış elbiseleri giymek ya da tesettür kadınların hür olduklarının, cariye veya zaniye olmadıklarının bilinip de fısk ve fücur eh­linin sarkıntılıklarına uğramamaları için daha uygundur. Allah, o kadın­ların geçmişte yaptıkları tesettürü ihmal etme günahlarını, ayrıca hata ile kasıt olmaksızın tesettürü ihlâl ettiklerinde Allah'ın emrine yönelenleri çok bağışlayandır. Kullarının yararını gözetmek ve onlara bu güzel edebi irşat etmek suretiyle kullarına rahmeti çok geniş olandır.
Cariyelere gelince; şeriat, sıkıntıya girmelerini ve örtüye bürünüp me­şakkate uğramalarını ortadan kaldırmak ve efendilerine hizmet etmelerini kolaylaştırmak için cariyelere tam anlamıyla, bütünüyle tesettürü emret-memiştir. Cumhurun görüşü budur.
Ebu Hayyan diyor ki: "Müminlerin hanımları" ifadesinden ilk anlaşı­lan hür ve cariye kadınların tamamını içine almaktadır. Cariyelerin fitneye sebep olmaları, tasarruflarının çokluğu sebebiyle hür kadınlardan daha çoktur. Dolayısıyla cariyelerin kadınlar ifadesinin genel kavramından çıka­rılması için açık bir delile ihtiyaç duyulmaktadır.[33]

Münafıkların Tehdit Edilmeleri Ve Cezaları


60- Yemin olsun ki, eğer münafık­lar, kalplerinde hastalık bulunanlar Medine'yi yalan haberlerle ayağa kaldıranlar bu hallerinden vaz-geçmezlerse, mutlaka seni başlarına musallat ederiz. Sonra orada sana ancak çok az bir zaman komşuluk edebilirler. az zaınanda da lanetlenmiş  olarak kalırlar. Nerede bulunurlar- sa bulunsunlar derhal yakalanırlar  ve kıyasıya öldürülürler.
62- Bu, Allah'ın daha önce gelip geç­miş ümmetlerdeki kanunudur. El­bette ki sen, Allah'ın kanununda hiçbir değişme bulamazsın.

Açıklaması


Cenab-ı Hak içlerinde küfrü gizleyip iman ettiklerini söyleyen müna­fıkları uyarıp onlara tehditte bulunarak şöyle buyurdu:
'Yemin olsun ki, eğer münafıklar, kalplerinde hastalık bulunanlar, Me­dine'yi yalan haberlerle ayağa kaldıranlar bu hallerinden vazgeçmezlerse, mutlaka seni başlarına musallat ederiz. Sonra orada sana ancak çok az bir zaman komşuluk edebilirler."
Eğer münafıklar, kalplerinde iman zayıflığı, din konusunda şüphe ve kuşku bulunanlar, müslümanlarm tarafını zayıflatmak ve müşriklerin üs­tünlüklerini ve müslümanlara galip geldiklerini ortaya koymak anlamını ihtiva eden yalan ve uydurma haberleri yayarak Medine'yi sarsanlar içle­rinde bulundukları nifak durumundan vazgeçmezlerse, seni onların üzeri­ne musallat ederiz, sana onlarla çarpışmayı ve Medine'den uzaklaştırılma­larım emrederiz. Böylece onlar orada seninle pek az bir zaman birlikte ka­labileceklerdir.
Bu üç özellik -yani ikiyüzlülük, hastalıklı kalplere sahip olma ve yalan haberlerle korkutma- tek şey sebebiyledir. Çünkü iman zayıflığı sebebiyle kalp zayıflığı ve fitne çıkarıp kötü haberleri yayma, ikiyüzlülüğün ayrılmaz özelliklerindendir. Münafıklar bu üç özelliğin hepsini taşımaktadırlar.
İster küfrü gizlemek olsun, isterse fasıklık, isyankârlık ve çirkin söz ve hayasız davranışlarla kadınlara sarkıntılık yapmak ve kadınların görül­meyen yerlerini görebilmek için onların peşinden gitmek olsun, isterse İs­lâm cemaatinin maneviyatını zayıflatacak, yenilgilerine ve düşmanların kendilerine karşı zafer kazanmalarını kolaylaştıracak olan korku ve endişe yayan, maksatlı yalan haberler çıkartmak olsun, bu üç özellikten her biri İslâm toplumu için tehlikelidir.
Cenab-ı Hak onların dünya ve ahiretteki cezalarını beyan etmek üzere şöyle buyurdu:
"O az zamanda da lanetlenmiş olarak kalırlar. Nerede bulunurlarsa bulunsunlar derhal yakalanırlar ve kıyasıya öldürülürler." Yani onlar Me­dine'de kısa bir zaman ikamet etmeleri müddetinde Allah'ın rahmetinden kovulmuş, reddedilmişlerdir. Zillet içinde olmaları ve azlıkları sebebiyle nerede bulunurlarsa bulunsunlar kendilerine kolayca erişilir, derhal yaka­lanır, en kötü şekilde öldürülürler. Dolayısıyla kendilerini himaye edecek hiçbir kimse bulamazlar, bilakis kendilerine işkence yapılır, esir olarak alı­nır, tamamen yok edilmelerine sebep olacak şekilde şiddetle öldürülürler.
Bu ayet onların esir olarak alınmalarına ve nifak üzerine devam eder­lerse, öldürülmelerinin emredildiğine delildir. Bu ise Rasulullah (s.a.)'in hayatının sonlarında olmuştu.
Allah Tealâ bundan sonra bu cezanın geçmişteki ve gelecekteki bütün münafıklar hakkında genel bir hüküm olduğunu açıklamakta ve şöyle bu­yurmaktadır:
"Bu, Allah'ın daha önce gelip geçmiş ümmetlerdeki kanunudur. Elbet-teki sen, Allah'ın kanununda hiçbir değişme bulamazsın."
Bu hüküm -yani münafıkların lanete uğramaları, yakalanmaları, öl­dürülmeleri, müminlerin münafıklar üzerine musallat kılınmaları ve ezil­meleri- nifakları ve küfürleri üzerinde devam ettikleri ve içinde bulunduk­ları durumdan dönmedikleri zaman geçmiş bütün devirlerde münafıklar hakkındaki Allah'ın kanunudur, sünnetullahtır. Allah'ın bu husustaki ka­nunu hikmete, maslahata ve ümmetin salahı üzerine kurulduğu için değiş­mez, değişikliğe uğramaz. Bilakis bu ilâhî kanun tarih boyunca bu gibi kimseler hakkında daimî ve sabit bir kanundur. [34]

Kâfirlerin Kıyametin Yakın Olmasıyla Tehdit Edilmeleri Ve Cezalarının Cinsinin Beyan Edilmesi


63- İnsanlar sana kıyameti soruyor­lar. De ki: "Onun bilgisi ancak Al­lah'ın katındadır." Ne bilirsin, belki de kıyamet çok yakındır.
64-  Şüphesiz ki Allah kâfirleri la­netlemiş ve onlar için alev alev ya­nan bir ateş hazırlamıştır.
65- Onlar orada ebediyyen kalacak­lardır. Kendilerine ne bir dost, ne de bir yardımcı bulabileceklerdir.
66- Yüzleri ateşte çevrildiği gün on­lar: "Keşke Allah'a itaat etseydik, Peygamber'e itaat etseydikr derler.
67-  Onlar şöyle derler: "Ey Rabbi-miz! Biz efendilerimize ve büyükle­rimize uyduk. Onlar ise bizi doğru yoldan saptırdılar.
68-  Ey Rabbimiz! Onlara iki kat azab ver. Onlara büyük bir lanetle lanet eyle." derler.

Açıklaması


"İnsanlar sana kıyameti soruyorlar. De ki: Onun bilgisi ancak Allah'ın katındadır." Yani insanlar çok kere kıyametin kopma vaktini soruşturuyor­lar. Müşrikler bunu basite alarak alaylı bir tarzda soruyorlar. Münafıklar bunu inatçılıkla soruyorlar. Yahudiler ise imtihan etmek için soruyorlar. Hz. Peygamber (s.a.), Allah'ın kendisine öğretmesiyle onlara cevap veriyor: Hiç şüphesiz kıyamet hakkındaki bilgi Allah Tealâ'ya aittir. Allah bu bilgi­yi hiçbir meleğe, ya da gönderdiği hiçbir peygambere vermemiştir. Kıyame­tin meydana gelme vaktini bilen yalnız O'dur.
Cenab-ı Hak kendisinden başka hiçbir kimsenin kıyametin ne zaman kopacağını bilmediğini te'kid etmek üzere şöyle buyurdu:
"Ne bilirsin, belki de kıyamet çok yakındır." Onu sana ne bildirebilir? Zira o Allah Tealâ'ya ait gaybî olaylardandır. Belki de yakın bir vakitte meydana gelebilir. Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle buyurmak­tadır: "Kıyamet yaklaştı, ay yarıldı." (Kamer, 54/1). Bir diğer ayet de şöyle­dir: "İnsanların hesaba çekilme zamanı yaklaştı. Fakat onlar hâlâ gaflette­dirler, aldırmıyorlar." (Enbiya, 21/1); "Şüphesiz ki Allah'ın emri gelmekte­dir. (Alay ederek) onun acele gelmesini istemeyin." (Nahl, 16/1). Peygambe­rimiz (s.a.), Buhari'nin rivayet ettiği bir hadis-i şerifte, şehadet parmağı ile orta parmağını işaret ederek: "Ben kıyametle birlikte bu iki parmak gibi gönderildim." buyurmuştur.
Bu ayette daha önce geçtiği gibi kıyametin derhal gelmesini isteyenle­re tehdit, inatçılara ise azarlama yapılmaktadır.
Allah Tealâ daha sonra kıyamet gününü bekleyen kâfirlerin cezaları­nın cinsini zikretmek üzere şöyle buyurmuştur:
"Şüphesiz ki Allah kâfirleri lanetlemiş ve onlar için alev alev yanan bir ateş hazırlamıştır." Yani Allah kâfirleri rahmetinden uzaklaştırıp kovmuş ve onlar için ahirette şiddetle yanan bir ateş hazırlamıştır.
"Onlar orada ebediyyen kalacaklardır. Kendilerine ne bir dost, ne de bir yardımcı bulabileceklerdir." Yani onlar cehennem ateşindeki bu azap içinde sürekli olarak kalacak, ebedî olarak bulunacaklardır. Onların bu azaptan kurtuluş hususunda hiçbir ümitleri yoktur. Dolayısıyla onlar ken­dilerine yardımcı olacak, içlerinde bulundukları durumdan onları kurtarıp destek olacak hiçbir kimse bulamayacaklardır. Onların kendilerinden aza­bı kaldıracak hiçbir şefaatçileri yoktur.
Cenab-ı Hak sonra da azabın durumunu anlatmak üzere şöyle buyurdu:
'Yüzleri ateşte çevrildiği gün onlar: "Keşke Allah'a itaat etseydik, Pey­gamber'e itaat etseydik!" derler." Yani onlar yüzükoyun ateşte olup, yüzleri cehennemde sürtülür. Ateşte kızartılan et gibi bir taraftan diğer tarafa döndürülürler. İşte o zaman şöyle diyerek temennide bulunurlar: "Keşke dünya hayatında Allah'a itaat eden, Rasulullah (s.a.)'e itaat eden ve onun getirdiğine iman edenlerden olup müminlerin kurtuldukları gibi biz de azaptan kurtulsaydık."
Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle buyuruyor: "O gün zalim, pişmanlığından ellerini ısırıp şöyle der: N'olaydı keşke Peygamberle birlik­te hak yolu tutsaydım." (Furkan, 25/27). Yine Cenab-ı Hak onlardan haber vererek şöyle buyuruyor: "Kâfirler kıyamet günü, keşke müslüman olsay­dık, temennisinde bulunurlar." (Hıcr, 15/2).
Sonra da başkalarını taklit ettikleri şeklinde mazeret beyan ederler. Allah Tealâ bu durumu tavsif etmek üzere şöyle buyuruyor:
"Onlar şöyle derler: Ey Rabbimiz! Biz efendilerimize ve büyüklerimize uyduk. Onlar ise bizi doğru yoldan saptırdılar."
Kâfirler o gün cehennem azabında iken şöyle derler: Ey Rabbimiz! Biz şirk ve küfürde başkanlarımıza, liderlerimize ve bilginlerimize uyduk, pey­gamberlere karşı çıktık. Onların söyledikleri şeylerde haklı olduklarına inandık. Onlar da bizi doğru yoldan ayırdılar. Allah ve Rasulünü inkâr et­me, Allah'ın birliğini ve Ona ihlâsla taatte bulunmayı reddetme şeklindeki süslü sözleriyle bizi hidayet yolundan saptırdılar.
Allah Tealâ daha sonra kâfirlerin gönüllerinde kaynayan ve kendileri­ni liderler, emirler ve şerefli kimselere karşı intikam almaya sevkeden kin­lerini tasvir ederek şöyle buyurdu:
"Ey Rabbimiz! Onlara iki kat azap ver. Onlara büyük bir lanetle lanet eyle, derler." Yani Rabbimiz! Onlara, bize azap ettiğinin iki misliyle, küfür azabı ve bizi sapıklığa düşürme azabı ile iki defa azap et ve onları rahme­tinden çok uzak bir şekilde uzaklaştır.
Bu ayet Buhari ve Müslim'in Abdullah b. Amr'dan naklettikleri şu ha­disin manasındadır. Hz. Ebubekir:
-  Ya Rasulallah! Bana namazımda okuyacağım bir dua öğret, dedi. Peygamberimiz (s.a.):
-  Şöyle de: "Allahım! Ben nefsime çok zulmettim. Günahları senden başkası affedemez. Beni senin nezdinden bir mağfiret ile bağışla. Bana rah­met eyle. Zira çok bağışlayan ve çok merhamet eden sensin."
Hadis-i şerifteki "zulmen kesîra" ifadesi "zulmen kebîra" şeklinde de rivayet edilmekte olup her ikisi aynı manadadır. Bazıları ise dua eden kim­senin duasında her iki lafzı birlikte zikretmesini uygun görmüşlerse de, İbni Kesir şöyle der: Bu görüş tartışmalıdır. Bilakis evlâ olan, dua eden kimsenin bazan bunu, bazan da bunu söylemesidir. Kur'an okuyan kimse de aynı şekilde iki kıraat arasında muhayyerdir. Hangisini okursa güzel­dir. İki kıraati birarada okuma hakkı yoktur.[35]

Müminlere Eziyetin Haram Kılınması Ve Takvanın Emredilmesi


69- Ey iman edenler! Musa'ya eziyet  edenler gibi olmayın. Allah Musa'yı  onların söylediklerinden temize çı- Allah nezdinde değerli bir
70- Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve doğru söz söylevin.
71- Böylece Allah amellerinizi salih kılsın ve günahlarınızı bağışlasın. Kim Allah'a ve Rasulüne itaat eder­se şüphesiz o, en büyük kurtuluşa ermiş olur.

Açıklaması


"Ey iman edenler! Musa'ya eziyet edenler gibi olmayın. Allah Musa'yı onların söylediklerinden temize çıkardı. O Allah nezdinde değerli bir kuldu."
Yani ey Allah'a ve Rasulüne iman edenler! Rasulullah (s.a.)'e, onun hoşlanmayacağı ve sevmeyeceği bir şekilde söz ve davranışla eziyette bu­lunmayın. Hz. Musa'yı yalan ve iftira ile ayıplamak, Allah'ı açıktan görme­yi istemek gibi onu âciz bırakacak bir talepte bulunmak, onu yalnız başına savaşması için terketmek, yahut ondan çeşitli yiyecekler talep etmek gibi ifadelerle Hz. Musa'ya eziyette bulunanlar gibi olmayın. Allah Musa'yı, on­ların söyledikleri yalan ve iftiralardan temize çıkardı. Hz. Musa, Rabbi nezdinde şerefli, itibarlı ve değerli bir kimse idi. Hasan-ı Basrî diyor ki: Musa, Allah nezdinde duası makbul bir kimse idi. Bir başka selef âlimi ise: O Allah'tan ne istemişse, Allah ona vermiştir. Fakat Allah, dünyada görül­mesi talebini, iradesi gereği reddetmiştir.
Peygamberimiz (s.a.)'i incitme örneklerinden biri Buhari, Müslim ve Ahmed'in Abdullah b. Mes'ud'dan rivayet ettikleri şu hadis-i şeriftir: Rasu­lullah (s.a.) bir gün ganimet taksimi yaptı. Ensardan bir adam:
-  Bu Allah'ın rızasının murad edilmediği bir taksimdir, deyince Pey­gamberimiz (s.a.)'in yüzü kızarmış ve:
- Allah Musa'ya rahmet eylesin. Bundan daha çok eziyete uğramış ve sabretmiştir, demişti.
Ahmed b. Hanbel yine İbni Mes'ud'dan Peygamberimiz (s.a.)'in asha­bına şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Hiçbir kimse, ashabımdan hiçbiri hakkında bana bir şey (onun bir kusurunu, bir ayıbını) bildirmesin. Zira ben sizin yanınıza temiz bir gönülle çıkmayı arzu ederim."
Hz. Musa'ya eziyet edilmesi, onun incitilmesi kanaatimizce bedenin­deki bir kusurla ayıplanması değil, İbni Mes'ud'dan gelen birinci hadisin delaletiyle tasarruflarının tenkid edilmesi sebebiyle idi.
Cenab-ı Hak söz veya davranışla Rasulullah (s.a.)'in incitilmesinden nehyettikten sonra müminlere, kendilerinden beklenilen söz ve davranışla­rı açıkladı. Bu davranışlar "hayırlı davranışlar", bu sözler "doğru sözler" ol­malıydı. Zira hayrı işleyip şerri terkedenler Allah'tan korkmuş olur, doğru konuşan da isabetli konuşmuş olur. Buyuruyor ki:
"Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve doğru söz söyleyin." Ey Allah ve Rasulüne inanlar! Allah'a isyan etmekten sakınmak, emirlerine sarılmak, O'na O'nu görür gibi ibadette bulunmak suretiyle bütün işlerinizde Al­lah'tan korkun. Bütün işlerinizde doğru ve hak söz söyleyin. Bu ifade içine "Lailâhe illallah" demek, insanların arasını ıslah etmek girdiği gibi Hz. Zeyd ve Hz. Zeyneb'in durumu hakkında konuşmak da girer. Peygamber'e, helâl olmayan şeyi nispet etmeyin.
Daha sonra bu iki emir, -davranışlarda hayırlılık, sözlerdeki dürüst­lük- için iki vaadde bulundu. Cenab-ı Hak şöyle buyurdu:
"Böylece Allah amellerinizi salih kılsın ve günahlarınızı bağışlasın." Yani hayır işlemeye karşılık onlara amelleri salih kılmak -kabul etmek-mükâfatını vaadetti, sahibini ebedi kalacağı cennete lâyık kıldı. Doğru söz için de, geçmiş günahların affedileceği vaadini verdi. Gelecekte kendilerin­den meydana gelecek hata ve günahlar için tevbeyi ilham edecektir.
Allah Tealâ daha sonra da onları itaate teşvik ederek şöyle buyurdu:
"Kim Allah ve Rasulüne itaat ederse, şüphesiz o en büyük kurtuluşa er­miş olur." Yani kim Allah'ın ve Rasulünün emirlerine itaat eder, nehiyler-den kaçınırsa, cehennem ateşinden korunmuş olur. Ebedî nimete lâyık olur. Allah'a itaat Rasulullah (s.a.)'e itaatle aynı olduğu halde Cenab-ı Hak itaat edenin Allah nezdinde ahid, Rasulullah (s.a.) nezdinde de önemli bir yer kazanacağını beyan etmek için her ikisini birarada toplamıştır.[36]

Yükümlülükler Ve Bunlarla Sorumlu İnsanların Sınıflandırılması


72- Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik. Onlar bunu yüklenmekten kaçındılar ve korktular. Onu insan yüklendi. Şüphesiz ki insan çok zalim ve çok cahildir.
73- Bunun neticesi olarak Allah mü- nafık erkeklere ve münafık kadınara müşrik erkeklere ve müşrik  kadınlara azap edecek, mümin er- keklerin ve mümin kadınların da  tevbelerini kabul edecektir. Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.

Açıklaması


Allah Tealâ şer'î yükümlülüklerin önemi ve ağırlığını ve bu yükümlü­lüklerin göklerin ve yerin bile yüklenmekten kaçındıkları büyük bir yük ol­duğunu beyan etmek üzere şöyle buyurdu:
"Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik. Onlar bunu yüklen­mekten kaçındılar ve korktular. Onu insan yüklendi. Şüphesiz ki insan çok zalim ve çok cahildir."
Biz farzlar ve taatler gibi şer'î yükümlülükleri bu büyük varlıklara teklif ettik. Bu varlıklar buna güç getiremediler, şuur ve idrak sahibi ol­dukları farz edilerek bu emanet kendilerine teklif edildi; ama bu varlıklar bu emanetin sorumluluğunu taşımayı reddettiler ve bunu taşımaktan korktular. Fakat insan bu emanetle mükellef kılındı. İnsan zayıflığına rağ­men bu emaneti yüklendi. İnsanoğlu bu konuda nefsine çok zulümkârdır ve taşıdığı emanetin değerini bilme hususunda çok cahildir.
İbni Abbas diyor ki Cenab-ı Hak "emanet" ile taat ve farzları kastet­mektedir. Bunları Âdem'e arzetmeden önce, bu varlıklara arzetti. Onlar bunu taşıyamadılar. Bunun üzerine Cenab-ı Hak Âdem'e şöyle dedi:
- Ben emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettim. Onlar buna güç ge­tiremediler. Peki, sen bu emanetin içinde olanları alır mısın?
- Ya Rabbi! Bunun içinde ne var? dedi. Cenab-ı Hak:
- Eğer iyi amel işlersen, mükâfata nail olursun. Kötü amel işlersen, ce­zalandırılırsın, buyurdu. Bunun üzerine Hz. Âdem bu emaneti alıp yüklen­di. Bu, ayette işaret edilen husustur: "Bu emaneti insan yüklendi. Şüphesiz ki insan çok zalim ve çok cahildir." Bundan murad insan cinsinin genel du­rumudur.
"Emanet", eda edilmesi sevaba, zayi edilmesi cezaya sebep olacak taat ve farzları ihtiva etmektedir. Bu ifade, üzerinde hiçbir delil olmayan mal emanetlerini de ihtiva etmektedir. Cünüp kimsenin gusletmesi emanettir, namus emanettir, kulak emanettir, göz emanettir, dil emanettir, karın emanettir, el emanettir, ayak emanettir.
İnsan, içinde olanları bilmemesi sebebiyle bu emaneti yüklendi, bu varlıklar ise bu emaneti gayet iyi takdir ettiler. İnsanoğlu bununla beraber nefsî infialler ve şahsî arzulardan etkilenmektedir, işlerin sonuçlarını dü­şünmemektedir. Bu yükümlülükler şehvet hakimiyetini engellemek ve iç­güdüleri ve içindeki dahilî güçlerin tesirini engellemek için bir vesiledir.
Cenab-ı Hak bu yükümlülüklerin mükellefler arasındaki neticelerini beyan etmek üzere şöyle buyurdu:
"Bunun neticesi olarak Allah münafık erkeklere ve münafık kadınlara, müşrik erkeklere ve müşrik kadınlara azap edecek, mümin erkeklerin ve mümin kadınların da tevbelerini kabul edecektir. Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir."
İnsanoğlunun bu emaneti -şer'î yükümlülükleri- yüklenmesi neticesi olarak insanlar iki gruba ayrılmıştır:
1- Münafık erkekler ve münafık kadınlar: Bunlar iman ehlinden kor­karak iman ettiğini ortaya koyan ve küfür ehline tâbi olarak içinde küfrü gizleyen kimselerle; müşrik erkekler ve müşrik kadınlar, içi-dışı Allah'a şirk koşma ve peygamberlere aykırı davranma içinde olanlar birinci grubu teşkil etmektedir.
2-  İkinci grup ise mümin erkekler ve mümin kadınlar, yani Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve Allah'a itaatle amel edenler olup bunlar tevbe ettiklerinde Allah'ın tevbelerini kabul ettiği, ibadet ve benzeri taşıdıkları emanetleri eda eden kimselerdir. Zira Allah müminlerin günahlarını çok bağışlayan ve onlara çok merhamet edendir.
Bu ayet Allah'ın insana çok bağışlayıcı ve çok merhamet edici olduğu­nu bildirdiğine ve bizzat ona bakıp onu çok zalim ve çok cahil olduğunu gördüğüne delildir. Cenab-ı Hak daha sonra ona bu emaneti teklif etti. İn­sanoğlu da mağfiret ve rahmetle takviye edildiğini bildiği için, zulümkâr olduğundan ve bilgisizliğinden bu emaneti kabul etti. Bunun manası şu­dur: İnsanın fıtrî hastalığı vardır. Bu hastalığın ilâcı ve tedavisi ise insanın tevbe etmesi, Allah'a yönelişi ve taati sebebiyle Cenab-ı Hakkın vereceği mağfiretin genişliği ve rahmetin çokluğudur. [37]





[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/236-237.
[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/242-245.
[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/245-248.
[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/251.
[5] Müslim'in, Sah ıh 'inde, Ebu Hüreyre'den rivayet edilen hadisin metni şudur: "Benim ve benim ümmetimin misali, bir ateş yakan bir adam gibidir ki hayvanlar ve böcekler bunun içine düşmektedirler. Ben (ateşe girmemeniz için) sizin kemerlerinizden tutuyo­rum. Siz ise bunun içine giriyorsunuz." Alimler diyor ki: el-Hucze (kemer) şalvar için, ma'kıd (uçkur) bel altı giyilen izar içindir.
[6] Zemahşerî, 11/521.
[7] İbni Kesir, III/1468.
[8] Razî, XXV/197.
[9] İbnü'l-Arabî, el-Bahrü'l-Muhît, III/495.
[10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/253-258.
[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/272-274.
[12] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/274.
[13] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/274-276.
[14] Zemahşerî, 11/533; Bahru'l-Muhit, VII/217.
[15] Zemahşerî, 11/533; Bahru'l-Muhit, VII/217.
[16] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/276-282.
[17] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/282-285.
[18] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/285-286.
[19] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/286-288.
[20] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/299-302.
[21] Razî, XXV7208.
[22] Zemahşeri, 11/537.
[23] el-Bahru'l-Muhît, VII/228.
[24] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/309-313.
[25] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/318-323.
[26] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/329-334.
[27] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/341-343.
[28] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/347-350.
[29] İbnü'l-Arabî, Ahkâmü'l-Kur'an, III/154.
[30] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/361-366.
[31] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/382-385.
[32] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/391-397.
[33] el-Bahru'l-Muhît, VII/250.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/402-403.
[34] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/406-407.
[35] İbni Kesir, III/519.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/410-412.
[36] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/415-417.
[37] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/421-422.
33-Ahzab Suresi Meali Tefsiri Oku: Allah'tan Korkmanın, Vahye Tabi Olmanın Ve Allah'a Tevekkül Etmenin Emredilmesi-Birden Fazla Kalp Taşıma, Zıhar Ve Evlât Edinme-Ahzab -Veya Hendek- Gazvesi, Kureyzaoğulları Gazvesi Rating: 4.5 Diposkan Oleh: Blogger

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder