LOKMAN
SURESİ
Kuranın
Özellikleri Ve Ona İman Edenlerin Vasıfları:
1- Elif, lâm,
mîm.
2- Bunlar
hikmet dolu Kitab'ın ayetleridir.
3- Bu ayetler güzel
amel işleyen kimseler için bir hidayet rehberi ve rahmet kaynağıdır.
4- Onlar namazlarını
emrolundukları şekilde eda ederler. Zekâtlarını verirler ve ahiret gününe de
kesinlikle iman ederler.
5- İşte onlar
Rablerinin gösterdiği hidayet yolunda yürüyenlerdir. İşte kurtuluşa erenler
bunlardır.
Açıklaması:
"Elif, lam mim. Bunlar hikmet dolu Kitab'ın ayetleridir." Yani
bu Kur'an sizin konuştuğunuz, kullandığınız aynı harflerden meydana
gelmektedir. Peki bu ayetlerin benzerini getirebilir misiniz? Bunlar hiçbir
eksiklik ve eğrilik, hiçbir çatışma ve çelişki bulunmayan hikmet dolu Kur'an'ın
ayetleridir. Gerçekten bu ayetler apaçık, gayet anlaşılır ayetlerdir.
Allah Tealâ daha sonra Kur'an'ın indiriliş gayesini zikrederek
şöyle buyurdu:
"Bu ayetler güzel amel işleyen kimseler için hidayet rehberi ve
rahmet kaynağıdır." Yani bu Kur'an ayetleri dalâletten kurtarıcı, şifa ve
hidayet vesilesi, müminleri cezadan kurtaran rahmet kaynağıdır. Müminler güzel
amel işleyen, dine tâbi olan, farz kılman namazları usulüyle vakitlerinde,
nafileleriyle birlikte dosdoğru kılan, kendilerine farz olan zekâtı hak
sahiplerine veren, ahiretin varlığına ve ahiretteki âdil mükâfatlara yakinen ve
samimiyetle inanan; insanlardan takdir, karşılık beklemeksizin gösterişe
düşmeden sevabı Allah'tan bekleyen kimselerdir.
"İşte onlar Rablerinin gösterdiği hidayet yolunda
yürüyeceklerdir. İşte kurtuluşa erenler bunlardır." İşte bu zikredilen vasıflan
taşıyan kimseler hidayet ve kurtuluşun zirvesinde olan kimselerdir. Bunlar
basiret, nur ve Allah tarafından açık bir yol üzerindedirler. Dünya ve ahirette
kazanca ulaşacak kimseler bunlardır.
Uzaktaki bir şeyi işaret etmek için kullanılan ve "işte
onlar" mânâsın-daki "ülâike" ism-i işaretinin kullanılması bu kimselerin layık
oldukları değeri vermek ve bunların mertebelerinin yüceliğine işaret etmek
içindir. Zira kurtuluş ancak güzel amel işlemekte, hayır ise sadece imandadır.
[1]
Kâfirlerin
Kur'an'dan Yüzçevirmeleri Ve Müminlerin Ona
Yönelmeleri
6- Öyle insanlar vardır ki, bilgisizce, insanları Allah
yolundan sap-tırmak ve Kur'an'ın ayetlerini alaya almak için boş sözler satın
alırlar işteböyleleri içinhor ve hakir kılan bir azap vardır.
7- Ayetlerimiz böyle bir kimseye okunduğu zaman, sanki bu ayetleri kıçı bir
azap ile müjdele.
8- İman edip salih amel
işleyenler için nimetlerle dolu cennetler vardır.
9- Onlar o cennetlerde
ebediyyen kalacaklardır. Bu Allah'ın gerçek vaadidir. O Aziz'dir, Hakîm'dir.
Açıklaması:
"Öyle insanlar vardır ki, bilgisizce insanları Allah yolundan
saptırmak ve Kur'an'm ayetlerini alaya almak için boş sözler satın alırlar.
İşte böyleleri için hor ve hakir kılan bir azap vardır."
İnsanlardan bir grup vardır ki faydalı şey yerine zararlı olanı
alır; şifa veren Kur'an yerine eğlence olacak hikâyeler, efsaneler, lüzumsuz
sözler, gülünç şeyler ve cariyelerin şarkılarına kulak vermeyi tercih ederler.
Meselâ Nadr b. Haris İranlıların kitaplarını satın alır ve insanlara bunu
anlatırdı. Gençleri çekmek ve yeni İslâm'a girenleri şaşırtmak için şarkıcı
kadınlar bulurdu.
İslâm'ı terketmeye sevketmek, Allah'ın dininden saptırmak, ya da
engel olmak için, İslâm'ı alay ve eğlence konusu edinerek Kur'an yerine
eğlenceyi tercih etme şeklindeki bu davranışın tehlikelerini bilmeksizin bu
şekilde hareket ederlerdi. İşte küfür ve sapıklık bataklığına dalan böyle
kimseler son derece küçümseyici bir azaba uğrayacaklardır.
"Hor ve hakir kılan bir azap" ifadesi kâfire yapılan azap ile
mümine yapılan azabı birbirlerinden ayırmak içindir. Zira günahkâr müminin
azabı arındırmak için olup hor ve hakir kılan bir azap değildir. Kâfirin azabı
ise son derece horlayıcı, küçümseyici bir azaptır. Kâfir nasıl Allah'ın
ayet-
lerini ve Allah'ın yolunu küçümsemişse, kıyamet günü devamlı ve
sürekli bir azapta horlanacaktır.
"Allah'ın yolundan saptırmak için" ifadesinde "li-yudılle"
Şilindeki yâ zammeli olup mânâsı İslâm'a ve İslâm ehline muhalefet ve düşmanlık
etmek manasındadır. Yani bu fiil Allah yoluna engel olmak ve saptırmak için
işlenmiştir.
"Li-yadılle" şeklinde fetha ile okunan kıraate göre lâm "akıbet,
nihayet ifade eden lamı" olup onun işinin sonucu sapıklık ve Allah'ın
ayetlerinin alay konusu edilmesi anlamındadır.
Cenab-ı Hak daha sonra bu çeşit dalâlete düşüren kimseleri
dalâlet ve küfre dalmak ve Allah'ın dininden daha fazla yüzçevirmek ve nefret
ettirmekle tavsif ederek şöyle buyurdu:
"Ayetlerimiz böyle bir kimseye okunduğu zaman sanki bu ayetleri
hiç işitmemiş, sanki kulaklarında bir sağırlık varmış gibi büyüklenerek
yüzçe-virir. Böylesini can yakıcı bir azapla müjdele." Yani batıl sözlere talip
olan kimse, kendisine Kur'an ayetleri okunduğu zaman bu ayetlere sırtını
çevirir ve kibirlenerek arkasını döner. Kendisinde hiç sağırlık olmadığı halde
bu ayetleri dinlemeyip sanki hiç duymamış gibi, ya da sanki kulağında sağırlık
ve ağırlık varmış gibi, sağır gibi davranarak bu ayetlerden yüzçevi-rir. Çünkü o
bunlardan rahatsızlık duymaktadır ve onlardan yararlanmamaktadır. Onun bu
ayetlere karşı arzusu da yoktur. Haktan yüz çeviren, bu kimse, Allah'ın kitabını
ve ayetlerini dinlemekten nasıl acı duyuyorsa, kıyamet günü kendisine acı
verecek bir azapla müjdele.
Bu bedbaht kimselerin durumunu beyan ettikten sonra Cenab-ı Hak
Mes'ud ve müttekî kimselerin ahiret yurdundaki durumunu anlattı ve şöyle
buyurdu:
"İman edip salih amel işleyenler için nimetlerle dolu cennetler
vardır. Onlar o cennetlerde ebediyyen kalacaklardır. Bu Allah'ın gerçek
vaadidir. O Azizdir, Hakîm'dir." Allah'a iman eden, peygamberleri tasdik eden,
şer'î emirleri kabul edip haramlardan ve yasaklanan şeylerden sakınmak
suretiyle salih amel işleyenler için yiyecek, içecek, giyecek, mesken, binek ve
benzeri hiçbir kimsenin aklına gelmeyecek nimetlerden çeşitli lezzet ve
sevinçlerle ikrama nail olacakları cennetler vardır. Onlar orada daimî olarak
kalacaklardır. Oradan ayrılmayacak, herhangi bir değişikliği de arzu
etmeyeceklerdir.
Bu hiç şüphesiz olacaktır. Çünkü bu, asla vaadinden dönmeyen
Allah'ın vaadidir. Zira O, çok ikram eden, çok lütufta bulunan, dilediğini
yerine getiren ve her şeye kadir olandır.
O, sonsuz izzete sahip, her şeyi ezebilecek ve her şeyin
kendisine boyun eğdiği sonsuz kuvvet sahibidir. Hiç bir müşrik veya bir başkası
ondan kurtulamaz. O, sözlerinde ve fiillerinde sonsuz hikmet sahibidir. Kur'an'ı
müminler için hidayet rehberi kılandır.
Bu son iki ayetin benzeri olarak şu ayetler vardır: "De ki: Bu,
müminlere hidayet rehberi ve gönüllere şifadır. İnanmayanların kulaklarında
ağırlık vardır ve Kur'an onlara kapalıdır." (Fussılet, 41/44). "Kur an dan
müminlere rahmet ve şifa olan ayetler indiriyoruz. O zalimlerin ise sadece
kaybını artırır (İsra, 17/82). [2]
Göklerin Ve
Yerin Yaratılmasıyla Allah'ın Birliğine Ve Şirkin Batıl Olduğuna Delil
Getirilmesi:
10- O, gördüğünüz gökleri direkler olmadan yarattı. Yeryüzüne de
sizi sarsmasın diye ulu dağlar oturttu. Orada her türlü hayvanı yaydı. Biz
gökten de su indirdik. Onunla yer- yüzünde her sınıftan güzel güzel bitkiler bitirdik.
11-İşte bunlar Allah'ın yarattıkladır. Gösterin bana Ondan
başkaları ne yarattı? Doğrusu o zalimler apaçık bir sapıklık içindedirler.
Açıklaması:
"O, gördüğünüz gökleri direkler olmadan yarattı." Yani Allah
Tealâ'nın muazzam kudretinin ve son derece isabetli hikmetinin delillerinden
biri, görünen gökleri hiçbir direk olmaksızın yaratmış olmasıdır. Gökler de
yeryüzü gibi görünüşte dümdüz, ama gerçekte ise yuvarlaktır. Bunun delili şu
ayettir: "Hepsi bir felekte (yörüngede) yüzerler." (Enbiya, 21/33). Felek;
yuvarlak şeyin ismidir. O hangi hal üzere olursa olsun tabiatle değil, Allah'ın
kudretiyle yaratılmıştır. O fezadır. Fezanın ise sonu yoktur. Ancak Allah
Tealâ'nın kudretiyle yok olacaktır.
İnsanların gökleri direksiz olarak görmesi deliliyle göklerin
asla direkleri yoktur. Bir başka görüşe göre; göklerin görünmeyen direkleri
vardır. Allah onları, görünmeyen direklerle sabit kılmıştır. Bu ise göklerin
O'nun kudretiyle tutulmuş olmasıdır.
Özetle: Allah Tealâ gökleri dayanılacak hiçbir direk olmaksızın
yaratmıştır. Daha doğrusu gökler Allah'ın kudretiyle durmaktadır.
"Yeryüzüne de sizi sarsmasın diye ulu dağlar oturttu." Yani
yeryüzünde içindekileri sarsıntıya uğratmaması, kara parçalarını çevreleyen ve
yer küresinin çoğunluğunu oluşturan denizlerin ve okyanusların taşmaması için
yeryüzünü sabit tutan ve toprağı âdeta denize demirleyen sabit ulu dağlar
oturttu.
"Orada her türlü hayvanı yaydı." Yani sayısı tespit edilemeyen,
şekillerini ve renklerini sadece yaratıcısının bilebileceği çeşitli hayvan
türlerini yaydı, neşretti ve çıkarttı.
"Biz gökten de su indirdik. Onunla yeryüzünde her sınıftan güzel
güzel bitkiler bitirdik." Yani biz bulutlardan her güzel sınıftan, manzarası
güzel, yararı çok bitkiler bitirmesine sebep olacak yağmur indirdik.
Daha sonra Allah Tealâ yaratıcıya ibadeti terkeden ve yaratılmış
varlıklara tapınmakla meşgul olan o müşrikleri azarlayarak şöyle buyurdu:
"İşte bunlar Allah'ın yarattıklardır. Gösterin bana O'ndan
başkaları ne yarattı? Doğrusu o zalimler apaçık bir sapıklık içindedirler." Yani
bu adıgeçen yaratıklar sadece Allah'ın yaratması, fiili ve takdiriyle olup bu
konuda O'nun hiçbir ortağı yoktur. Ayetteki "halk" kelimesi "mahluk"
ma-nasındadır.
Ey kâfirler! Bana haber verin. Onun dışında tapındığınız putlar
ve ortaklar ne yarattı? Burada "halaka" kelimesi mahzuf "hâ" zamirini de ihtiva
etmektedir. Cümlenin takdiri şudur: Bana gösterin, O'nun dışında olanlar neyi
yarattı? Ya da O'nun dışındakilerin yarattığı şeyleri bana haber verin.
Cenab-ı Hak onları şirklerinden dolayı azarladıktan sonra,
kendilerini bunun tabiî sonucu olan sapıklıkla tavsif etmiştir. Onlar
şirklerinde ve Allah'la birlikte O'ndan başka varlıklara tapınmalarında açık
bir dalâlet içindedir.
"Doğrusu o zalimler apaçık bir sapıklık içindedirler." Yani
Allah'a şirk koşan, Onunla birlikte başkalarına tapan o kimseler, düşünen
kimseler için hiçbir kapalılık ve gizlilik olmayan ve kendilerini sapıklığın son
noktasına götüren gayet açık, bariz bir küfür, sapma, körlük ve bilgisizlik
içindedirler. [3]
Lokman Hekim
Kıssası Ve Oğluna Tavsiyeleri:
12- And olsun ki Biz Lokman'a Allah'a şükretmesi için hikmet
ver. Kim şükrederse ancak kendisi için şükretmiş olur. Kim de nankörlük ederse
bilsin ki, Allah her şeyden müstağnidir. Sonsuz övgüye lâyıkolandır.
13- Lokman oğluna öğüt vererek: "Ey yavrum! Allah'a ortak koşma.
Allah'a ortak koşmak gerçekten büyük bir zulümdür."
14- Biz insana ana-babasına karşı iyi davranmasını tavsiye
etmişizdir. Annesi onu güçsüzlükten güçsüzlüğe uğrayarak karnında taşımıştı.
Çocuğun sütten kesilmesi iki yıl içinde olur. Bana ve ana-babana şükret, diye
tavsiyede bulunmuşuzdur. Dönüş yalnız banadır.
15- Eğer ana ve baban, senin bilgin olmaksızın körü körüne seni,
bana ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme. Dünya işlerinde onlarla
güzel geçin. Bana yönelen kimsenin yoluna uy. Sonunda dönüşünüz yalnız banadır.
O zaman yaptıklarınızı size bildiririm.
16- Lokman: 'Yavrum! İşlediğin şey bir hardal tanesi ağırlığınca
olsa da, bir kayanın içinde veya göklerde yahut yerin derinliklerinde bulunsa
da, Allah onu getirip ortaya koyar. Doğrusu Allah sonsuz lütuf sahibidir ve
herşeyden haberdardır.
17- Yavrum! Namazı dosdoğru kıl, iyiliği emret, kötülüğe engel
ol. Başına gelene sabret. Doğrusu bunlar azmedilmeye değer işlerdendir.
18- İnsanlardan yüzünü çevirme. Yeryüzünde böbürlenerek yürüme.
Zira Allah kendisim beğenen ve çok övünen hiç kimseyi sevmez.
19- Yürüyüşünde orta yolu tut. Sesini fazla yükseltme. Zira
seslerin en çirkini merkeplerin sesidir."
Açıklaması:
"Andolsun ki Biz Lokman'a Allah'a şükretmesi için hikmet verdik.
Kim şükrederse ancak kendisi için şükretmiş olur. Kim de nankörlük ederse bilsin
ki, Allah her şeyden müstağnidir. Sonsuz övgüye lâyık olandır."
"And olsun ki, Biz Lokmana[4]
hikmeti verdik." Hikmet ilim ve anlayışla amel etme, Allah'ın nimetleri ve
ihsanlarına karşı Allah'a hamdetme ve şükretme, insanlar için hayır isteme ve
azaları yaratıldıkları hayırlı ve faydalı yerde kullanmaya muvaffak
kılınmaktır.
Bu ayet Cenab-ı Hakk'ın Lokman Hakîm'e peygamberlik yolu dışında
doğru bilgiyi gösterdiğine delildir.
Kim Rabbinin bağışladığı ve lütfettiği nimetlere şükreder, O'na
itaat eder ve farzlarını edâ ederse, ancak kendisi için fayda ve sevabı
gerçekleştirir ve nefsini azaptan kurtarır.
Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle buyurmaktadır: "Kim
salih amel işlerse, bu kendisi lehinedir. Kim de kötülük ederse kendi
aleyhinedir. " (Fussılet, 41/46). Bir başka ayet de şöyledir: "Kimler salih
amel işlerse, kendileri için rahat bir yer hazırlamış olurlar." (Rum,
30/44).
Kim de Allah'ın üzerindeki nimetini inkâr eder de başkalarını
O'na ortak koşar ve Onun emirlerine isyan ederse, o kimse sadece kendi kendine
kötülük etmiş olur. Rabbine ise zarar veremez. Zira Allah kullarından ve
kullarının şükürlerinden müstağnidir. O bundan zarar görmez. Ne O'na taat fayda
verebilir, ne de masiyet O'na zarar verebilir.
Allah Tealâ daha sonra Hz. Lokman'ın (İbni Kesir'in ifadesiyle
Lokman b. Anka b. Sedûn'un) oğlu (Süheylî, Taberî ve Kutebî'nin ifadesiyle)
Sârân'a yaptığı tavsiyelerini zikretti:
"Lokman oğluna öğüt vererek: Ey yavrum! Allah'a ortak koşma,
Allah'a ortak koşmak gerçekten büyük bir zulümdür, demişti."
Lokman oğluna şefkatle vasiyette ya da öğütte bulunmuştu. Zira
insanlar arasında çocuğuna karşı en şefkatli olan kimse babası olup, elbette
baba olarak evlâdına sevgi besleyecektir.
Lokman şöyle diyordu: Evladım! Yalnız Allah'a kulluk et. Hiçbir
şeyi O'na ortak koşma. Zira Allah'a ortak koşma en büyük zulümdür. Şirk,
gerçeğin asıl yerine konulmaması sebebiyle bir zulümdür. Şirkin "en büyük
zulüm" olmasına gelince, şirkin itikadın temeliyle ilgili olması, yaratıcı ile
yaradılan arasında eşitlik yapılması, tek nimet verici (Allah) ile asla nimet
veremeyecek olanlar -yani putlar ve heykeller- arasında eşit davranışta
bulunulması sebebiyledir.
Bu ayet geçen ayetin manasına atıfta bulunmaktadır: Bunun
takdiri şudur: Biz Lokman'ı kendi nefsinde "şükreden", başkalarına "öğüt veren"
bir kimse kılarak ona hikmeti verdik.
Buhari ve Müslim, Abdullah b. Mes'ud'dan şöyle rivayet
ediyorlar: "iman eden, bununla birlikte imanlarına zulüm karıştırmayanlar için
güvenlik vardır. Onlar doğru yolu bulmuş kimselerdir." (En'am, 6/82) ayeti
inince, bu durum Rasulullah (a.s)'in ashabına ağır geldi. Ashab:
- Hangimiz imanına zulüm
karıştırmamıştır? dediler. Rasulullah (s.a.):
- O bu manada değildir.
Siz Lokmanın şu sözünü duymuyor musunuz? 'Yavrum! Allah'a ortak koşma. Allah'a
ortak koşmak gerçekten büyük bir zulümdür."
Allah Tealâ, Kur'an'ın âdeti olduğu üzere şirk koşma yasağından
sonra ana-babaya iyiliği emretti. Zira Allah Tealâ çoğunlukla Kur'an'da sadece
Allah'a kullukta bulunma ve şirkten kaçınma emriyle ana-babaya iyilikte bulunma
emrini birarada zikretmektedir. Nitekim bir ayette Cenab-ı Hak şöyle
buyurmaktadır: "Rabbin yalnız kendisine kullukta bulunmanızı ve ana-babaya
iyilik etmeyi buyurmuştur." (İsra, 17/23).
Cenab-ı Hak burada ise şöyle buyurmaktadır: "Biz insana
ana-babası-na karşı iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Annesi onu,
güçsüzlükten güçsüzlüğe uğrayarak karnında taşımıştı. Çocuğun sütten kesilmesi
iki yıl içinde olur. Bana ve ana-babana şükret, diye tavsiyede bulunmuşuzdur.
Dönüş yalnız banadır."
Biz insana anne-babaya iyilikte bulunmayı, onlara itaat etmeyi
ve haklarını yerine getirmeyi emrettik ve bunu zorunlu kildik. Özellikle anneye
iyi davranılmahdır. Zira anne önce hamilelik esnasında, sonra doğum, sonra
nifas, sonra süt emzirme, sonra iki yıl içinde sütten kesilme ve gece-gündüz
bakım esnasında zayıflıktan zayıflığa uğrayarak yavrusunu taşıdı.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Anneler çocuklarını
emzirmeyi tamamlatmak isteyen baba için, tam iki sene emzirirler." (Bakara,
2/223).
Hadis-i şerif annenin iyiliğe ve itaate daha layık olduğunu
beyan etmiş ve anneyi üç defa tavsiye etmiş, dördüncü defa babayı tavsiye
etmiş, iyiliğin dörtte birini babaya tahsis etmiştir.
Biz ona, "Bana -yani Allah'a-, sana verdiğim nimetim üzerine
şükret." diye tavsiyede bulunmuşuzdur. Bana ve ana-babaya şükretmeyi
emretmi-şizdir. Çünkü o ikisi senin varlığının sebebi ve Allah Tealâ'dan sonra
sana iyilik kaynağıdır.
Allah Tealâ'nın "Bana şükret" ifadesi, tavsiyenin sebebini ya da
bu tavsiyeye uymanın vacip olduğunu beyan etmek içindir. Buradaki "en"
Ze-mahşerî'nin görüşüne göre tefsiriyyedir, yani "diye" manasındadır. Bu cümle
tavsiye fiilini beyan etmektedir. Yani, bu cümle "kavi" mânasını ihtiva
etmektedir, yani "Biz O'na: Bana şükret, dedik." demektir.
Allah'a itaat ve ana-babaya itaatin emredilmesinin illeti ya da
bu husustaki sebep, dönüşün ya da varılacak yerin yalnız Allah oluşudur.
Dolayısıyla buna karşılık ben sana ahirette en bol mükâfatı vereceğim.
Bu ifade muhalefet, karşı çıkma ve isyan etmenin akıbetine
karşılık tehdit ve korkutmadır. Ayrıca bu ayet Allah'ın emrine uyma, O'na
itaatte bulunma, ana-babaya iyilikte bulunma ve onlarla irtibatı devam ettirme
karşılığında güzel bir mükâfat vaadinde bulunma netiliğindedir.
Bu ayet ve devamı oğluna tavsiyede bulunan Hz. Lokman'm
sözlerin-dendir. Allah onun bu sözlerini haber vermektedir. Hz. Lokman oğluna,
şirkin zulüm olduğunu beyan edip bunu yasaklayınca bu Allah'a itaate teşvik
olmaktadır. Sonra da bu ana-babaya itaat edilmesini ve bunun sebebini
açıkladı.
Bir başka görüşe göre: Bu ifadeler Allah'ın kelâmından olup bunu
Lokman'a söylemiştir. Yani "Biz ona, şükret dedik; Biz ona dedik ki; Biz ...
tavsiyede bulunmuşuzdur".
Bir başka görüşe göre: 14. ayet Lokman'm tavsiyeleri arasında
bir ara cümle olup şirkten nehyetmeyi vurgulamaktadır.
Kurtubî diyor ki: Doğru olan şudur ki, bu ayet ve daha önce
geçen "Biz insana ana-babasına güzellikle davranmasını tavsiye ettik." (Ankebut,
29/8) ayeti Sa'd b. Ebî Vakkas ile Sa'd yeni dininden dönmedikçe yemek yememeye
yemin eden annesi Hamne bt. Ebî Süfyân hakkında nazil olmuştur. Müfessirlerden
bir grup da bu görüştedir. [5]
Yine müfessirler tarafından tercih edilen görüşe göre bu ayet
ile bundan sonraki iki ayet Allah Tealâ tarafından yeni bir ifade olup
Lokman'ın oğluna tavsiyeleri arasında şirkten nehyetmeyi tekid etmek üzere bir
ara cümle olarak gelmiştir.
Allah Tealâ kendi haklarını istisna ederek ana babaya itaati
sınırlayarak şöyle buyurdu:
"Eğer ana ve baban, senin bilgin olmaksızın körü körüne seni,
bana ortak koşman için zorlarlarsa onlara itaat etme." Yani ana ve baban senin
benim ortağım bulunduğu şeklinde bir bilgin olmaksızın seni bana başkalarını
ortak koşman ve dinlerinde senin kendilerine tâbi olman için sana özen
göstererek aşırı derecede ısrarda bulunurlarsa, bunu kabul etme ve sana
emrettikleri şirk veya masiyette onlara itaat etme. Zira yaratıcıya isyan olanu
hususlarda yaradılana itaat yoktur. Burada anlatılmak istenen ortağın
reddedilmesidir. Hiçbirşey olmayanları -yani putları- Allah'a ortak koşuyorlar,
demektir.
"Dünya işlerinde onlarla güzel geçin. Bana yönelen kimsenin
yoluna uy. Sonra dönüşümüz yalnız banadır. O zaman yaptıklarınızı size
bildiririm. " Yani senin şirk ve masiyet hususunda ana-babana itaat etmemen;
senin onlara iyi muamele etmen, ihtiyaç anında onlara malî yönden destek olman,
onları yedirip giydirmen, hastalık anında tedavi ettirmen, ölümlerinde kabre
defnetmen, onların arkadaşlarına güzel muamelede bulunman ve vasiyetlerini
yerine getirmene yani dünyada onlara iyilikle davranmana engel olmasın.
"Ma'rûfen" kelimesi iyilikseverlik ve kişiliğin gereği olarak
güzel bir şekilde birliktelik, demektir; ya da ana-babaya güzel ahlak, yumuşak
huy-luluk, tahammülkârlık, iyilik ve irtibatı devam ettirmek suretiyle güzel bir
şekilde muamele, demektir.
"Fi'd-dünya: dünyada" ifadesi bu birlikteliğin geçici olduğu
anlamındadır. Zira bu belirli günler, sayılı seneler olup süratle bitecek ve
yokola-caktır. Buradaki "ma'ruf' dinin tanıdığı ve razı olduğu hususlar olup
ana-babayı yedirme, giydirme, söz ve davranışta onlara iyilikte bulunma
hususunda iyilikseverlik ve kişiliğin gerekli saydığı her şeydir.
Sakın din konusunda hatır için davranma. Dininde Allah'a yönelen
müminlerin yolunu tut. Her ne kadar sen dünyada ana-babana iyi muamele etmekle
emrolunmuş isen de, inkâr hususunda ana-babanın yoluna uyma.Daha sonra senin de,
ana-babanın dönüşü de yalnız bana olacaktır. Bunun üzerine seni imanınla
mükâfatlandıracağım. Ana-babana da küfürlerinin karşılığını vereceğim. Size
dünyada yaptığınız hayır ve şerri haber vereceğim.
Bu cümle önceki cümleyi tasdik etmekte ve ana-babaya güzel
muamele etme ve iyilikte bulunmanın, masiyet olmayan şeylerde itaat etmenin
farz olduğunu tekid etmektedir.
Allah Tealâ daha sonra insanların izlemeleri ve uymaları için
Lokman Hakîm'in diğer faydalı tavsiyelerini bildirerek şöyle buyurdu:
1- "Yavrum!
İşlediğin şey bir hardal tanesi ağırlığınca olsa da, bir kayanın içinde veya
göklerde yahut yerin derinliklerinde bulunsa da Allah onu getirip ortaya koyar.
Doğrusu Allah sonsuz lütuf sahibidir ve her şeyden haberdardır."
Sevgili oğlum; iyilik, kötülük, haksızlık ve günah bir hardal
tanesi ağırlığına eşit olsa bile, bir kayanın içi gibi en gizli yerde, ya da
gökler gibi en yüksek yerde, yahut yeryüzünün içi gibi en aşağı yerde olsa bile,
Allah kıyamet günü hesap görme ve amellerin tartılması, hayır ya da şer olarak
karşılığın verilmesi zamanında amelleri ortaya koyar.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Biz kıyamet gününe
mahsus adalet terazileri koyacağız." (Enbiya, 21/47); "Kim zerre ağırlığınca
bir hayır yaparsa onu (sevabını) görecek, kim zerre ağırlığınca bir şey yaparsa
onu (cezasını) görecek." (Zilzal, 99/7-8).
"Bir kayanın içinde olsa da" ifadesiyle mananın anlatılmasında
son nokta ve mübalâğa murad edilmektedir.
Şüphesiz ki Allah, ilmi çok hassas olandır. İlmi her gizli
şeye ulaşır. Ona; ne kadar dakik, hassas ve basit olsa da hiçbir şey gizli
kalmaz. O her şeyden haberdardır, eşyanın asıl mahiyetini bilir. Her şeyin zahir
ve batın yönlerini gayet iyi bilir.
Ayetten maksat Allah'ın ilminin genişliğini beyan etmektir. O
görünen âlemi de, görünmeyen âlemi de gayet iyi bilir. Kıyamet günü amellerin
karşılığını tam olarak vermek için kullarının bütün amellerine muttalidir.
2- "Yavrum! Namazı
dosdoğru kıl, iyiliği emret, kötülüğe engel ol. Başına gelene sabret. Doğrusu
bunlar azmedilmeye değer işlerdendir."
Oğlunu şirkten men edip Allah'ın ilmi ve kudretiyle korkuttuktan
sonra ona tevhid için gerekli salih amelleri işlemeyi emretti.
Bunlardan biri "namaz "dır. Yani Allah rızası için ihlaslı
olarak ibadet etmektir. Namazın "dosdoğru kılınması" onun usûlüne uygun olarak,
farzlarıyla, vaktinde, kâmil olarak eda edilmesidir. Namaz dinin direğidir.
İmanın ve yakînin delilidir. Allah'a yaklaşma ve O'nun rızasını kazanma
vesilesidir. Namaz ayrıca hayasızlık ve çirkin fiillerden kaçınmaya ve gönül
temizliğine yardımcı olur.
"Emr bi'l-ma'ruf, ise şer'an ve aklen makbul olan, nefsi terbiye
eden medeniyet ve ilerlemeye sebep olan güzel ahlak ve iyi davranışları insanın
hem kendisine hem de başkalarına emretmesidir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle
buyurur: "Nefsini tezkiye eden (gönlünü kirli duygulardan temizleyen) kimse
kurtuluşa ermiş, onu günahların içine gömen kişi de zarar uğramıştır." (Şems,
91/9-10).
"Nehy ani'l-münker", şer'an haram olan, aklen çirkin olan,
Allah'ın gazabına ve cehennem azabına sebep olan masiyet ve münkerattan insanın
hem kendisini hem de başkalarını alıkoymasıdır.
Eziyetlere, zorluklara karşı sabretme ve ilâhî emirlerde sebat
etmeye gelince: İyiliği emreden ve kötülüklerden nehyeden kimse genellikle
eziyete uğrar. Bu sebeple ondan sabır istenir.
Tavsiyelere namazla başlanılmıştır. Zira o dinin direğidir.
Tavsiyelere sabırla son verilmiştir. Zira o taate devam etmenin esasıdır, Allah
rızasının direğidir. Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Sabır ve namazla
(Allah'tan) yardım isteyin." (Bakara, 2/45).
"Bunlar azmedilmeye değer işlerdendir." Yani, içinde, Allah'ın
emrettiği ve nehyettiği işlerin de insanların eziyetlerine sabretmek de bulunan
bu adıgeçen hususlar kesin ve farz olan, şart ve farz oluşu kesinleşen
işlerdendir. "Azm" masdarı ism-i mef ul manasında olmaktadır.[6]
İnsanın nefsini ve başkalarım kemale erdirecek şeyleri
emrettikten sonra bazı şeylerden nehyetmekte ve bazı şeylerden de sakındırmakta
ve şöyle buyurmaktadır:
1- "İnsanlardan yüz
çevirme." Yani insanlar seninle konuşurlarken kibirlenerek ve onları
küçümseyerek insanlardan yüzçevirme. Ayetin manası şudur: Kibirlenerek Allah'ın
kullarını küçümseme, yüzçevirerek konuşma. Bilakis alçak gönüllü, samimi, sakin,
yumuşak ve güleryüzlü ol.
Müslim'in Ebu Zerr el-Gıfarî'den rivayet ettiği hadis-i nebevide
şöyle Duyuruluyor: "İyilikten hiçbir şeyi sakın küçümseme. İsterse din kardeşini
gülümser bir yüzle karşılamak olsun. Elbiseni uzatmaktan da sakın. Zira bu
kibirdendir. Kibirlenmeyi ise Allah sevmez."
2- "Yeryüzünde
böbürlenerek yürüme. Zira Allah kendisini beğenen ve çok övünen hiç kimseyi
sevmez." Yani yeryüzünde gururlanarak, şımararak ve çalım satarak yürüme. Zira
Allah bu çeşit yürümeyi, gururlu ve kendini beğenmiş, başkalarına karşı kibirli
olan hiçbir kimseyi sevmez.
Nitekim Cenab-ı Hak bir ayette şöyle buyurur: "Yeryüzünde
şımararak yürüme. Zira sen yeri delemezsin ve boyca da dağlara ulaşamazsın."
(İsra, 17/37).
Peygamberimiz (s.a.), İmam Ahmed ile Kütüb-i Sitte
müelliflerinin Abdullah b. Ömer (r.a.)'den rivayet ettikleri bir hadis-i şerifte
şöyle buyuruyor: "Kim elbisesini kibirle sürüklerse kıyamet günü Allah o
kimseye bakmaz. "
"Fahur", kendisine verilenleri sayıp döken, ama Allah Tealâ'ya
şükretmeyen kimsedir.
İbni Ebi'd-Dünya'nın Enes'den naklettiği hadis-i şerifte
Peygamberimiz (s.a) şöyle buyuruyor: "Geldikleri zaman tanınmayan,
görünmedikleri zaman da aranmayan zengin müttekilere ne mutlu! Onlar (nurlu)
kandiller olup her dağıtıcı kör fitneden uzaktırlar."
Yine Abdullah b. Mes'ud (r.a.)'den rivayet edildiğine göre
Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Nice garip kimseler vardır ki,
kendisine hiç önem verilmez. Eğer Allah adına yemin etmiş olsa, Allah onu
yalancı çıkarmaz. Eğer bu kimse: "Allahım! Ben senden cenneti istiyorum." dese
Allah ona dünyadan hiçbir şey vermese de mutlaka cenneti verecektir."
Yahya b. Cabir et-Taî, Gudayf b. Haris'ten rivayet ediyor:
Abdullah b. Amr b. As'la birlikte oturdum. Onun şöyle dediğini işittim: "Bir kul
kabre konulduğu zaman kabir onunla konuşur ve ona şöyle der: Ey Ademoğlu! Bana
karşı seni aldatan nedir? Benim tek olduğumu bilmiyor musun? Benim hak olduğumu
bilmiyor musun? Ey Ademoğlu! Bana karşı seni aldatan nedir? Sen benim etrafımda
gururla, kibirle yürüyordun."
3- "Yürüyüşünde orta
yolu tut." Ne zühd edasıyla zayıflık ortaya koyan ölü gibi gevşek ve yavaş, ne
de şeytanın sıçraması gibi sıçrayarak aşırı hızlı bir yürüyüş şekli olmaksızın
orta yollu, mutedil bir yürüyüşle yürü.
Ebu Nuaym'in Hılye'de Ebu Hüreyre (r.a.)'den rivayet ettiği
-zayıf- bir hadiste Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Yürüyüşün süratli
oluşu müminin ağırbaşlılığını giderir."
Hz. Ömer (r.a.) ölü gibi yürüyen bir adam gösdü ve ona şöyle
dedi: "Bize dinimizi ölü gösterme. Allah seni öldürsün." Yine Hz. Ömer (r.a.)
başını eğen bir adam gördü ve ona şöyle dedi: "Başını kaldır. İslâm zayıf
değildir."
4- Sesini fazla
yükseltme. Zira seslerin en çirkini merkeplerin sesidir." Yani faydalı olmayan
hususlarda sesini yükseltme. Sesini kıs. Zira sesin şiddetli oluşu işitme
organını rahatsız eder; gurur, kendini beğenme ve başkalarına aldırış etmemeye
delâlet eder. Senin mutedil oluşu konuşan kimse için daha vakarlıdır, sözün
kavranması, idrak edilmesi ve anlaşılmasına daha yakındır.
Sesi yükseltmenin nehyedilmesinin sebibi, yüksek sesin
merkeplerin sesine benzemesidir. Zira seslerin en çirkini merkeplerin sesidir.
Bu Allah Tealâ'ya buğuz vermektedir. Bunun sebebi de merkep sesinin başı yüksek,
sonu alçak olmasıdır.
Bu, ihtiyaç olmadan sesi yükseltmenin zemmedildiğine delildir.
Zira yüksek sesin merkep sesine benzetilmesi, bunun son derece kötülendiği
anlamındadır.
Sünnette de yüksek sesin menfur olduğuna dair hadisler varid
olmuştur. İbni Mace hariç Kütüb-i Sitte müelliflerinin Ebu Hüreyre (r.a.)'den
rivayet ettiği hadiste Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmaktadır: "Horozların
ötüşünü işittiğiniz zaman Allah'ın lütfunu niyaz edin. Merkeplerin anırmasını
işittiğiniz zaman şeytandan Allah'a sığının. Zira o, şeytan görmüştür." [7]
Tevhid
Delillerini Müşahede Etmelerine Rağmen Müşriklerin Şirk Koşmaları Sebebiyle
İhtar Edilmesi
20- Allah'ın göklerde olanları da, yerde olanları da emriniz
altına verdiğini, nimetlerini açık ve gizli ola- rak size bolca ihsan ettiğini
görmez misiniz? İnsanlardan Allah
hakkında hiçbir bilgisi obuadan doğruluk rehberi ve aydınlatıcı bir kitap
bulunmadan tartışanlar vardır.
21- Onlara: "Allah'ın indirdiğine uyun." denilince, onlar:
"Babalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız." derler. Ya şeytan babalarını
alevli ateşin azabına çağırmışsa?
Açıklaması:
"Allah'ın göklerde olanları da, yerde olanları da emriniz altına
verdiğini, nimetlerini açık ve gizli olarak size bolca ihsan ettiğini görmez
misiniz?"
Ey insanlar! Her şeyde Allah Tealâ'nın birliğini ifade eden
tevhid delillerini ve sizin üzerinize ihsanda bulunduğunu bilmiyor musunuz?
Gece ve gündüz kendileriyle aydınlanacağınız güneş, ay ve yıldızlar gibi
göklerde bulunan bütün varlıkları; insan, hayvan ve bitkileri sulamak için
kendisinden yağmur inecek bulutlar; yeryüzünde bulunan madenler, nehirler,
denizler, ağaçlar, bitkiler ve meyveler ve benzeri gıdaları sizin emrinize
veren O'dur. Sizin üzerinize açık-gizli, maddi-manevi, bilinen-bilinmeyen
nimetlerini tam ve mükemmel olarak veren O'dur. Kitapların indirilmesi,
peygamberlerin gönderilmesi, kuşkular, sebepler ve mazeretlerin giderilmesi bu
nimetlerden bazılarıdır.
Bir görüşe göre: "Zahir: açık" olan şey İslâm'dır. "Batın:
gizli" olan ise gizlenen kötü amellerdir. Bu ayet hakkında soru soran İbni
Abbas'a Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurdu: "Zahir olan, İslâm ve
yaratıklarından gü-
zel olan şeydir. Batıl olan ise, kötü amellerinden kapatılan,
gizlenen, örtülen şeylerdir."
Bir başka görüşe göre "zahir: açık" olan şey gözlerle görülen
mal, makam, insanlardaki güzellik, ibadet ve taate muvaffakiyet gibi
hususlardır. "Batın: gizli" olan şey ise, kişinin gönlünde duyduğu Allah'ı
bilme, güzel, yakînî bir iman, kuldan uzaklaştırılan âfetlerdir.
Bütün bunlara rağmen, insanlar iman etmemişlerdir. Cenab-ı Hak
şöyle buyurmaktadır:
"insanlardan Allah hakkında hiçbir bilgisi olmadan, doğruluk
rehberi ve aydınlatan bir kitap bulunmadan tartışanlar vardır."
Yaratma ve nimet verme suretiyle ulûhiyet sabit olmasına rağmen
insanlardan bir kısmı, Mekke'deki putperest liderler gibi kimseler; Allah'ın
birliği, sıfatları, peygamberler göndermesi konusunda makul bir delil
olmaksızın, bir peygamberin elinden doğru hüccet ve dayanak olmadan, ya da Hak
yolu aydınlatacak doğru nakledilen bir kitap olmaksızın tartışırlar.
"Hiçbir bilgi olmadan, doğruluk rehberi ve aydınlatıcı bir kitap
bulunmadan..." ifadesinin manası hidayete erdiren bir kimseden gelen bir
hidayet, ya da apaçık bir kitap gibi açık bir ilim olmaksızın şeklindedir.
Onların tek ve biricik hüccetleri körükörüne taklitçilik,
hidayete ve şeytana tâbi olmaktır. Bunun için Cenab-ı Hak şöyle
buyurmaktadır:
"Onlara: Allah'ın indirdiğine uyun, denilince onlar:
"Babalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız." derler."
Allah'ın birliği hakkında tartışma yapan bu kimselere: Allah'ın
Rasulü'ne indirdiği tertemiz hükümlere uyun, denilince onların inandıkları din
hususunda geçmiş atalarına uymaktan başka hiçbir hüccetleri yoktur. Bu son
derece çirkindir. Zira Peygamberimiz (s.a.) onları Hakk'a ve hayra sevkeden
Allah'ın kelâmına davet etmektedir. Oysa onlar atalarının kelâmına tâbi
oluyorlar.
Bu ifade akidenin temel esaslarında taklitçiliği açık bir
şekilde reddetmektedir. Bunun için Allah kötü sözleri sebebiyle onları
azarlayarak şöyle buyurdu:
"Ya şeytan babalarını alevli ateşin azabına çağırmışsa?!" Yani
Allah kurtuluşa, sevaba ve saadete davet ettiği halde, onların inançları nefsî
arzulara ve kendilerini cehennem azabına davet eden şeytanın olayı süslü
göstermesi üzerine kurulmuşsa, onlar atalarına delilsiz olarak uyacaklar
mı?
Bu aynen şu ayet gibidir: "Ya onların babalan hiçbir şeyi
düşünmüyorlarsa ve doğru yolu bulmamışlarsa!" (Bakara, 2/170). Yani onların
yaptıklarını delil olarak kabul ettikleri ataları sapıklık üzerinde iseler,
onların akılları yoksa ve hidayet üzerinde değilseler, demektir. Onlar
atalarının yolunda yürüyerek atalarını izlemektedirler.
Bu, hayret ve yadırgama şeklinde olup müşrikleri hiçe sayma,
onların beyinsizliklerini ortaya koyma ve görüşleriyle alay etme manası ihtiva
eden bir sorudur. [8]
Müminin Yolunun
İyiliği, Kâfirin Yolunun Kötülüğü
22- İyi amel işleyerek kendisini Allah'a veren kimse şüphesiz en
sağsaa. kulpa sarılmış olur. İşlerin sonucu yalnız Allah'a aittir.
23- İnkâr edenin inkarcılığı seni üzmesin. Onların dönüşü bizedir.
O zaman yaptıklarını kendilerine haber veririz. Allah kaplerde
olanı gayet iyi bilir.
24- Onları az bir süre geçindiririz. Sonra da onları katı bir
azaba sürükleriz.
Açıklaması:
"İyi amel işleyerek kendini Allah'a veren kimse şüphesiz en
sağlam kulpa sarılmış olur. İşlerin sonucu Allah'a aittir." Yani kim Allah'ın
emrettiğine tâbi olmak ve Onun nehyedip yasakladığı şeyleri terketmek
suretiyle amelini gayet sağlam ve güzel bir şekilde yaparak Allah'a ihlasla
ibadet ve amelde bulunur, O'nun emrine ve dinine uyarsa; sağlam bir sicime
sarılmış olur. Yani Allah'ın rızasına uluştıracak en sağlam vesilelere
bağlanmış olur. Bu ameline karşılık güzel bir mükâfatla karşılaşacaktır. Zira
bütün yaratıkların akıbeti Allah'adır. Dolayısıyla Allah kendisine dayanan,
ibadet ederken ihlaslı olan kimselere en güzel cezayı verecek, ayrıca kötü
davranan kimseyi en şiddetli azapla cezalandıracaktır.
Cenab-ı Hak daha sonra Rasulü'ne kâfirlerin küfrüne önem
vermemesini nasihat ederek şöyle buyurdu:
"İnkâr edenin inkarcılığı seni üzmesin. Onların dönüşü bizedir.
O zaman, yaptıklarını kendilerine haber veririz. Allah kalplerde olanı gayet
iyi bilir."
Allah'ı ve Rasulü'nü inkâr eden kâfirlerin küfründen dolayı
kederlenme ve telaşlanma. Onları önemseme. Onlara üzülme. Zira onların varışı
dünyada da, ahirette de bizedir. Biz onları helak etmek ve azap etmek suretiyle
cezalandıracağız. Onlara ait gizli ve açık hiçbir şey gizli kalmaz. Onlara
gönüllerinin sakladıkları şeyleri haber veririz.
"Men" kelimesi hem müfred hem de cemi için kullanılmaktadır. Bu
sebeple "küfrühü: onların inkarcılığı" kelimesinde zamir müfred olarak,
"merciuhûm: onların varacakları yer" kelimesindeki zamir cemi olarak
kullanılmıştır.
Allah Tealâ daha sonra onların dünyada kalma müddetlerini beyan
ederek şöyle buyurdu:
"Onları az bir süre geçindiririz. Sonra da onları katı bir azaba
sürükleriz. " Yani onları dünyada ve dünya zinetleriyle az bir fayda ile ya da
az bir süre faydalandırırız. Sonra da onları zorlu, ağır ve şiddetli bir azaba
maruz bırakırız. Ayette geçen "galiz: katı" kelimesi maddî şeylerde
kullanılırken burada manevî şeyler için kullanılmıştır. Anlatılmak istenen,
azabın "şiddetli" oluşudur. [9]
Allah'ın
Varlığının İsbatı, İlmînin Genişliği, O'nun Diriltmeye Ve Her Şeye Muktedir
Oluşunun Muhtevası
25- Andolsun ki onlara: "Gökleri ve yeri yaratan kimdir?" diye
sorsan, "Allah'tır" derler. Sen de: "Allah'a hamdolsun." de. Doğrusu onların
çoğu bilmezler.
26- Göklerde ve yerde
olan her şey Allah'ındır. Şüphesiz Allah her şeyden müstağnidir. Sonsuz övgüye
layıktır.
27- Eğer yeryüzündeki ağaçlar kalem olsa, deniz mürekkep olsa
ve yedi misli deniz de yedekte bulunup yazılsa, yine de Allah'ın kelâmı
tükenmez. Şüphesiz Allah yegâne galiptir, sonsuz hikmet sahibidir.
diriltilmeniz de tek bir kişKnin yaratılması ve diriltilmesi)
gibidir. Şüphesiz Allah her şeyi işiten ve her şeyi görendir.
29- Görmüyor musun ki,
Allah geceyi gündüzün içine, gündüzü de gecenin içine koymaktadır. Güneşi
biri belirli bir vadeye kadar akıp gidecektir. Şüphesiz ki Allah
yaptıklarınızdan haberdardır.
30- Bu, Allah'ın mutlak hakikat olmasından ve O'ndan başka
taptıkları şeylerin batıl olmasındandır. Doğrusu Allah çok yücedir, çok
büyüktür.
31- Görmüyor musun ki, kudret delillerinden bir kısmını
göstermek için, Allah'ın nimetiyle denizde gemiler akıp gitmektedir. Şüphe yok
ki bunda çok sabreden, çok şükreden için ayetler vardır.
32- Dağlar gibi dalgalar insanları kuşattığı zaman dinde ihlaslı
olarak Allah'a yalvarırlar. Onları karaya çıkararak kurtardığında içlerinden bir
kısmı orta yolda kalır. Zaten ayetlerimizi ancak gaddar ve nankörler inkâr eder.
Açıklaması:
"Andolsun ki onlara: "Gökleri ve yeri yaratan kimdir?" diye
sorsan, "Allah'tır." derler." Yani Allah'a yemin olsun ki kavminden olan Allah'a
şirk koşan bu müşriklere: Gökleri ve yeri yaratan kimdir? diye sorsan: Bu
yaratıcı Allah'tır, diye cevap verirler.
Onlar, bu durumun gayet açık olması, başka bir alternatifin
bulunmaması sebebiyle bu gerçeği inkâr etmeksizin göklerin ve yerin
yaratıcısının Allah olduğunu itiraf ederler. Böylece Allah'ı itiraf etmeye
mecbur kalırlar. Bununla birlikte müşrikler Allah'ın yarattığı varlıklar
olduklarını, O'nun mülkü olduklarını itiraf ettikleri şeyleri Ona ortak koşarak
onlara taparlar.
"Allah'a hamdolsun, de. Ama onların çoğu bilmezler." Ey Rasulüm!
Bu itiraflarından dolayı Allah'a hamdolsun, de. Zira sizin buna mecbur kalmanız
sebebiyle aleyhinizdeki hüccet ortaya konulmuş oldu. Tevhidin delilleri gayet
açıktır. Bunu neredeyse hiçbir kimse inkâr edemeyecektir. Fakat müşriklerin çoğu
Allah'la birlikte O'ndan başkasına tapılmaması gerektiğini bilmiyorlardı. Bu
hüccet kendilerini ilzam etmekte, onların tenakuz içinde olduklarını açığa
vurmaktaydı. Onlar bu uyarının bulunmasına rağmen buna dikkat etmiyorlardı.
Allah'ın varlığı ve birliğine dair bu açık itirafın
bildirilmesinden sonra Allah Tealâ buna şu ayetle delil getirdi:
"Göklerde ve yerde olan herşey Allah 'indir. Şüphesiz Allah her
şeyden müstağnidir. Sonsuz övgüye layıktır." Yani göklerde ve yerde bulunan her
şey mülk, yaratık, kul ve tasarruf olarak Allah'a aittir. Bu, O'ndan başka
kimsenin değildir. İbadete O'ndan başkası da layık değildir. Çünkü O
kendisinden başka herşeyden müstağnidir. Her şey O'na muhtaçtır. Onlar O'nun
mülküdürler. O'na muhtaçtırlar. O bütün işlerde övülendir. İhsan ettiği
nimetlerine karşı yarattığı ve emrettiği her şeyde hamde layık olandır.
"Göklerde ve yerde olan her şey Allah'ındır." ayetinde O'nun
mülkünün göklerde ve yerde varolan şeylerle sınırlı olması manasının
anlaşılmaması için Allah Tealâ kudretinin ve ilminin sonsuz olup hayret verici
durumda olduğunu beyan ederek şöyle buyurdu:
"Eğer yeryüzündeki ağaçlar kalem olsa, denizler mürekkep olsa ve
yedi misli deniz de yedekte bulunup yazılsa yine de Allah'ın kelâmı tükenmez.
Şüphesiz Allah yegâne galiptir, sonsuz hikmet sahibidir."
Yeryüzünün bütün ağaçları kalem olsa, deniz mürekkep olsa,
ayrıca onunla birlikte yedi deniz de mürekkep olsa ve bununla Allah'ın azameti,
sıfatlan ve celâline delâlet eden kelimeleri yazılsa kalemler kırılır, denizin
suyu biterdi. Zira Allah çok güçlü olup O'nu hiçbir şey âciz bırakamaz. O
sanatında sonsuz hikmet sahibi olup hiçbir şey O'nun ilminin ve hikmetinin
dışına çıkamaz. O kudreti mükemmel olandır. Dolayısıyla O'nun sonsuz gücü
vardır.
Ayette "yedi deniz" mübalâğa yoluyla zikredilmiş olup hasr
yoluyla va-rid olmamıştır. Nitekim dünyayı kuşatan yedi deniz bulunduğu varid
değildir. Araplar yedi, yetmiş ve yediyüz kelimesiyle çokluğu murad
etmektedir.
Kısaca; ayet Allah'ın azameti, kibriyası, celâli, tam
kelimeleri, ilmi ve hiçbir kimsenin kuşatamayacağı, mahiyetine ve derinliğine
hiçbir beşerin muttali olamayacağı ilâhî esrarını haber vermektedir.
Nitekim Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmaktadır: "Allahım! Seni
tenzih ederim. Sana tam manasıyla senada bulunamam. Sen kendine nasıl senada
bulunmuşsan öylesin." Dolayısıyla Allah Tealâ'nın ilminin sonu yoktur. "Allah'ın
kelimelerinden murad O'nun bilgileri demektir. Bir başka görüşe göre: Bu
bilgiler yokluktan varlığa çıkanlar dışında yoklukta bulunan bilgilerdir. [10]
Ayetin benzeri olan bir başka ayet şudur: "Deniz, Rabbimin
kelimeleri için mürekkep olsa, bir o kadar denizi yedekte bulundursak bile
Rabbimin kelimeleri tükenmeden önce denizler tükenirdi." (Kehf, 18/109).
Ayette geçen "bi-mislihi" kelimesinden murad, sadece bu denizin
bir misli demek değildir, bilakis bu denizin birkaç misli, demektir. Zira bu
kelime müfred ve muzaf olup umumî mana ifade etmektedir.
Allah Tealâ kudretinin ve ilminin mükemmel olduğunu, O'nun
kelimelerini ve malûmatım hiçbir kimsenin kuşatamayacağını beyan ettikten sonra
bu mahlûkatı ilmiyle kuşattığını ve ilk defa yaratmaya muktedir olduğu gibi
diriltmeye ve mahşerde toplanmaya muktedir olduğunu açıklamakta ve şöyle
buyurmaktadır:
"Sizin yaratılmanız da tekrar diriltilmeniz de tek bir kişi
gibidir. Şüphesiz Allah her şeyi işiten ve her şeyi görendir." Yani bütün
insanların yaratılması ve kıyamet günü diriltilmeleri Onun kudretine oranla bir
nefsi yaratmak gibidir. Hepsi O'na kolaydır. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle
buyurmaktadır: "O'nun emri bir şeyi murad ettiği zaman "ol" dediği zaman
oluverir." i Yasin, 36/82). Yine Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Bizim emrimiz
tek olup göz kırpması gibidir." (Kamer, 54/50). O bir şeyi bir defa emreder, bu
da hemen oluverir. Bu emrin tekrar edilmesine ve tekid edilmesine ihtiyaç
yoktur. Cenab-ı Hak buyuruyor ki: "Fakat o ancak bir tek haykırıştır. O zaman,
onlar, görürsün ki hemen diri olarak toprağın yüzündedirler." (Naziat,
79/13-14).
"Şüphesiz Allah her şeyi işiten ve her şeyi görendir." ayetinin
manası, Allah kullarının sözlerini gayet iyi işitmekte, onların fiillerini gayet
iyi görmektedir. Onun bunları işitmesi ve görmesi bir kişiyi görmesi gibidir.
Onlara karşı muktedir olması, bir kişiye karşı muktedir olması gibidir.
Allah Tealâ'nın göklerde ve yerde bulunan herşeyin insanoğlunun
emrine verildiğini beyan ettikten sonra burada: "Geceyi gündüzün içine koyar."
ayetiyle göklerde ve yerde bulunan şeyleri özellikle zikretmektedir. Sonra
"Güneşi de, ayı da emrinize vermiştir." ayetiyle göklerde olanları zikretmiş,
bunun ardından "Görmüyor musun ki Allah'ın nimetiyle denizde gemiler akıp
gitmektedir." ayetiyle yeryüzünde olan bazı nimetleri zikretmektedir.
"Görmüyor musun ki, Allah geceyi gündüzün içine, gündüzü de
gecenin içine koymaktadır." Müşahede etmiyor musun ki, Allah gece ile gündüzün
birbirini izleme hususunda, kışın gündüzün hesabına gecenin müddetine ilâve
etmektedir. Yazın gecenin hesabına gündüzün müddetine ilave etmektedir. Bundan
alıp, ona ilâve etmekte, biri uzayıp, diğeri kısalmaktadır.
"Güneşi de, ayı da emrinize vermiştir. Her biri belirli bir
vadeye kadar akıp gidecektir. Şüphesiz ki Allah yaptıklarınızdan haberdardır."
Yani iki nurlu varlık olan güneş ve ayı mahlûkatın maslahatı ve menfaati için
tahsis etmiştir. Bu ikisinden herbiri belirli bir son noktaya kadar ya da
kıyamet gününe kadar süratle seyreder. Muhakkak Allah hayır ve şer bütün
amellerinize muttalidir. Size bunların karşılığını verecektir. O her şeyi bilen
yaratıcıdır.
Allah Tealâ, daha sonra kudret ayetlerini beyan etme gayesini
zikrederek şöyle buyurdu:
"Bu, Allah'ın mutlak hakikat olmasından ve O'nun dışında
taptıkları şeylerin batıl olmasındandır. Doğrusu Allah çok yücedir, çok
büyüktür." Yani O kudretinin alâmetlerini ortaya koyarken, kudretinin ve
hikmetinin hayret verici tezahürlerini beyan ederken sadece O'nun hak olduğuna,
yani ibadete layık değişmez bir varlık olduğuna, O'nun dışında olan şeylerin
yo-kolmaya mahkum batıl şeyler olduğuna delil olsun diye bunları beyan
etmektedir. O kendisinin dışında olan şeylerden müstağnidir. Her şey O'na
muhtaçtır. Zira göklerde ve yerde bulunan her şey O'nun mahlûku ve kuludur.
Onlardan hiçbiri O'nun izni, kudreti ve iradesi olmaksızın bir zerreyi bile
kımıldatamazlar. Allah Tealâ kendisinde üstün bir varlık olmayan en yücedir. Her
şeyden üstündür. Her şeyden büyük olan en büyüktür. Hakimiyeti muazzam olandır.
Her şey O'na boyun eğicidir.
Cenab-ı Hak varlığına, kudretine ve birliğine delâlet eden
semavî delillerden dolayı yerle ilgili bir delil zikretmiştir:
"Görmüyor musun ki, kudret delillerinden bir kısmını göstermek
için Allah'ın nimetiyle denizde gemiler akıp gitmektedir. Şüphe yok ki bunda çok
sabreden, çok şükreden herkes için pekçok ibretler vardır."
Bilmiyor musun ki Allah size kudretinden bir kısmını göstermek
için ilâhî emriyle, yani lütfü ve insanıyla, sebepleri hazırlamasıyla gemilerin
denizde seyretmeleri için denizi insanoğlunun emrine vermiştir. Zira suda
gemileri taşıyabilecek bir güç olmasaydı, gemiler akıp gidemezdi.
Bu zikredilen gökyüzü ve yeryüzündeki delillerde sıkıntı anında
gerçekten çok sabreden, rahat zamanında çok şükreden herkes için açık deliller
ve nurlu alâmetler vardır. Çünkü mümin Rabbini hatırlar, kendisine bir belâ
isabet ettiği zaman sabreder ve bir nimet geldiği zaman da şükreder.
Beyhakî'nin Enes'den rivayet ettiği "zayıf bir hadis-i şerifte
Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur: "İman iki parçadır. Bir yarısı sabırda,
diğer yarısı şükürdedir."
Allah Tealâ daha sonra müşriklerin sıkıntı anında O'na iltica
edip rahat halinde O'nu unutmaları şeklindeki çelişkili ve değişik tavırlarını
zikrederek şöyle buyurdu:
"Dağlar gibi dalgalar insanları kuşattığı 'zaman dinde ihlaslı
olarak Allah'a yalvarırlar. Onları karaya çıkarıp kurtardığında içlerinden bir
kısmı orta yolda kalır. Zaten ayetlerimizi ancak gaddar ve nankörler inkâr
eder." Yani dağlara ve bulutlara benzeyen yüksek dalga tehlikesi onları sardığı
zaman fıtrata dönerler ve Allah'a içtenlikte ve itaatte ihlaslı olarak,
Ona başkasını şirk koşmaksızın, sadece Ondan yardım isteyerek
içten dua ederler. Allah kendilerine rahmet edip de O'nun lütfuyla kendilerini
kuşatan korkunç felaketlerden kurtulup sahile selametle ulaştıklarında onların
bir kısmı küfürde orta yolu tutan, bir parça sıkıntıda Allah'ın tevhidine
yönelen kimselerdir. Diğer bir kısmı için gaddar, ahdini bozan, Allah'ın
nimetlerini inkar eden kimselerdir. Bizim kâinattaki kudret ayetlerimizi ancak
çok gaddar olanlar ve Allah'ın üzerlerindeki nimetlerine karşı nankör olanlar
inkâr edebilir.
Bu ayetin benzeri şudur: "Denizde bir sıkıntıya düştüğünüz
zaman, O'ndan başka yalvardıklarınız kaybolup gider. Fakat o sizi karaya
çıkararak kurtarınca yüz çevirirsiniz. Zaten insanoğlu pek nankördür." (İsra,
17/67) [11]
Allah'tan
Korkmanın Emredilmesi, Gayb Anahtarlarının
Bildirilmesi:
33- Ey insanlar! Rabbinizden korkun. Ne babanın evlâdına, ne de
evlâdın babasına hiçbir yardımda bulunamayacağı günden sakının. Allah'ın vaadi
elbette haktır. Sakın sizi dünya hayatı aldatmasın. Sakın o mağrur şeytan,
Allah'a güvendirerek sizi aldatmasın.
ali 34- Kıyametin bilgisi ancak Allah'ın katındadır. Yağmuru O
indirir. Rahimlerde olanı O bilir. Hiçbir kimse yarın ne elde edeceğini
bilmez. Hiçbir kimse nerede öleceğini de bilmez. Şüphesiz Allah her şeyi gayet
iyi bilendir, her şeyden haberdardır.
Açıklaması:
"Ey insanlar! Allah'tan korkun. Ne babanın evlâdına, ne de
evlâdın babasına hiçbir yardımda bulunamayacağı günden sakının." Ey mümin ya da
kâfir insanoğulları! Sizi yaratan, size rızık veren ve bu kâinatı sizin
emrinize veren Rabbinizden korkun. Onun cezasından sakının. Son derece şiddetli
olan, hiçbir babanın evlâdına fayda veremeyeceği, canını bile feda etse kabul
edilmeyecek olan; hiçbir evlâdın babasına fayda veremeyeceği, canını bile feda
etse kabul edilmeyecek olan kıyamet gününden korkun.
Cenab-ı Hak daha sonra bu günün kesinlikle meydana geleceğini
haber vererek şöyle buyurdu:
"Şüphesiz ki Allah'ın vaadi haktır." Yani Allah'ın diriliş,
sevap ve ceza ile ilgili vaadi elbette meydana geleceği kesin, değişmez bir
husus olup bunda hiçbir şüphe yoktur. Onun vaadinde asla geri dönüş yoktur.
Korkutmanın gereği bugün için hazırlanmak ve dünyaya bağlanmayı
terketmektir. Cenab-ı Hak buyuruyor ki: "Sakın sizi dünya hayatı aldatmasın.
Sakın o mağrur şeytan Allah 'a güvendirerek sizi aldatmasın." Yani sakın sizi
dünyanın ziyneti aldatmasın. Ahiret için hazırlanmayı terkede-rek dünya ile
huzur bulup ona tamamen meyletmeyin. Şeytan sizi Allah'ın hilim sahibi olması ve
size mühlet vermesiyle aldatmasın. Şeytan size bağışlanma vaadinde bulunur.
Masiyeti size süslü göstererek sizi isyana sev-keder. Size ahireti unutturur.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
"Şeytan onlara vaadde bulunuyor, onları kuruntulara düşürüyor.
Şeytan sadece onları aldatmak için vaadde bulunmaktadır." (Nisa, 4/120).
Bu ayette dünyanın süsleri ve geçici zevkleriyle aldatıcı
olduğuna ve şeytanın vesveseleriyle insanları ahiretten ve salih amel işleyerek
ahiret için azık hazırlamaktan vazgeçirmek için dünyaya aldanmayı
güçlendirir.
Bir görüşe göre "garûr" dünyadır. Bir başka görüşe göre,
masiyete karşı bağışlanma temennisidir. Allah'ın rahmetine ya da bir
şefaatçinin şefaatine güvenme, yahut Allah ve Rasulü'nü amel olmaksızın kalben
seven bir mümin olduğuna güvenme şeklinde batıl kuruntulardır.
Said b. Cübeyr diyor ki: Allah'la aldanmak kişinin, Allah
mağfiret eder, deyip masiyete devam etmesidir.
Kur'an bu temennileri şu ayetle reddetti: "Bu, sizin
kuruntularınıza ve Kitap Ehli'nin kuruntularına göre değildir. Kim kötülük
yaparsa, cezasını görür. Kendisine Allah'tan başka ne dost, ne de yardımcı
bulur." (Nisa, 4/123)
Allah Tealâ daha sonra ilmini kendisine ayırdığı ve O
bildirmeksizin hiçbir kimsenin bilemeyeceği gayb konularını zikrederek şöyle
buyurmuştur:
1- "Kıyametin ne
zaman kopacağına dair bilgi, ancak Allah katında-dır." Yani kıyametin vaktine
ait bilgi Allah Tealâ'ya mahsustur. Onun vaktini O'ndan başka ne mukarreb
melek, ne gönderilen bir peygamber, ne de başka hiçbir kimse bilemez. Nitekim
Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Onun vaktini ancak, O ortaya çıkarır." (A'raf,
7/187).
2- Yağmuru O
indirir." Yani yağmurun indirilme vaktini ve onun belirli yerini bilmek sadece
Allah Tealâ'ya mahsustur. Bunu ancak Allah bü-lir. O emrederse; bunu, bununla
görevli melekler ve mahlûkatından Allah'ın dilediği kimseler bilirler.
Ancak günümüzdeki hava durumu raporları bazı hesaplama ve
belirtilere, nem oranı ve rüzgâr hızını tesbit eden bazı ihtisas organlarının
elde ettikleri bilgilere dayanmaktadır. Bu ise gaybın bilinmesi olmayıp sadece
zan ve tahminden ibarettir. Bunun zıddı meydana gelebilir. Ayrıca bunu bilmek
yağmur yağmasından az önce mümkün olmakta, burada rüzgârların yönleri meselâ
kuzeyden veya batıdan gelen düşük basınç dikkate alınmaktadır.
3- "Rahimlerde olanı
O bilir." Yani rahimlerde bulunan ceninin özellikleri ve ona arız olan tabiat
ve sıfatlar, erkeklik-dişilik, yaradılışın tam ve noksan olması gibi durumları
sadece Allah bilir. Zira bilim adamlarının kimyasal analizlerle ceninin erkek ve
dişi olacağı bilgisine ulaşmaları, gaybı bilmeleri anlamında değildir. Bu ancak
deney, tecrübe ve aletlerle "olan, oluşumu tamamlanan vakıaların" bilgisine
ulaşmaktır. Diğer pek çok durum ise bilim adamlarına meçhul kalmakta, ancak
doğumdan sonra bilinmektedir.
Kurtubî diyor ki: Uzun deneylerle hamilelik esnasında ceninin
erkek ve dişiliği gibi şeyler bilinebilir. [12]
4- "Hiçbir kimse
yarın ne kazanacağını bilmez." Yani hiçbir kimse yarın dünya ve ahireti
hakkında hayır ya da şer ne elde edeceğini bilemez.
5- "Hiçbir kimse
nerede öleceğini de bilemez." Yani hiçbir kimse öleceği yeri, kendi beldesinde
mi, ya da Allah'ın beldelerinden bir başka beldede mi öleceğini bilmez. Hiçbir
kimsenin buna dair hiçbir bilgisi yoktur.
Rivayete göre ölüm meleği Hz. Süleyman'a uğradı. Meclisteki
arkadaşlarından birine bakmaya başladı. Devamlı ona bakıyordu. Adam:
- Bu kim? diye sordu. Hz. Süleyman:
- Ölüm meleği, diye cevap verdi. Adam:
- Sanki o benim canımı almayı istiyor, dedi. Hz. Süleyman'dan
kendisini rüzgâra yükleyip Hint diyarına atmasını istedi. Hz. Süleyman da bunu
yaptı.
Daha sonra ölüm meleği Hz. Süleyman'a:
- Bu adama devamlı bakmam, hayretim sebebiyle idi. Çünkü
ben onun ruhunu Hindistan'da almakla emrolunmuştum. Halbuki o ise, senin yanında
idi. (Hindistan'a gittiğimde onu orada buldum.)
"Şüphesiz ki Allah her şeyi gayet iyi bilir, her şeyden
haberdardır." Yani Allah'ın ilmi sadece bu beş şeye mahsus değildir. Bilakis O,
her şeyi mutlak olarak bilir. O'nun ilmi sadece eşyanın zahirine ait bir bilgi
değildir. Bilakis O'nun ilmi her şeyden haberdardır. İşlerin açık olan
taraflarını da, gizli olan taraflarını da bilir.
Anlaşıldığı gibi Cenab-ı Hak "alime" ve "ya'lemu" kelimelerinde
"ilim" vasfını Allah'a tahsis etmekte, "Hiçbir nefis bilmez." mealindeki ayette
"ma tedrî" kelimesiyle dirayeti kula ait kılmaktadır. Zira "dirayet" fiilinde
hile ve çarelere başvurma manası da bulunmaktadır. Buna göre ayetin manası: Hile
ve çarelerine başvursa bile, hiçbir nefis bilemez, demektir.
Bu ayetin benzeri şu ayettir: "Gaybın anahtarları Allah'ın
katındadır. Onları ancak O bilir. O, karada ve denizde olanları bilir. Düşen
hiçbir yaprak yoktur ki Allah onu bilmesin. Yerin karanlıklarında olan her tane
kuru ve yaş her şey mutlaka apaçık bir kitapta kayıtlıdır." (En'am, 6/59).
Buhari ve Müslim, Abdullah b. Ömer (r.a.)'den Peygamberimiz
(s.a.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Gaybın anahtarları beş tane
olup bunları Allah 'tan başka hiçbir kimse bilemez: Kıyametin ne zaman
kopacağına dair bilgi, ancak Allah katındadır. Yağmuru O indirir. Rahimlerde
olanı O bilir. Hiçbir kimse yarın ne kazanacağını bilmez. Hiçbir kimse nerede
öleceğini de bilmez. Şüphesiz Allah her şeyi gayet iyi bilir, herşeyden
haberdardır. "
Anlaşıldığına göre bu beş husus öldükten sonra dirilişin isbatı
için Kur'an'da tekrarlanan şu iki delili içine almaktadır:
Birincisi: Yeryüzünün ölümünden sonra diriltilmesi. Zira Allah
Tealâ burada "O yağmuru indirir." buyurmaktadır. Bir başka surede ise şöyle
buyuruyor: "Allah'ın rahmetinin eserlerine bak. O ölümünden sonra yeryüzüne
nasıl canlılık vermektedir. Bunu yapan elbette ölüleri de diriltebilir." (Rum,
30/50); "O ölümünden sonra yeryüzüne canlılık verir. İşte böylece -kabirlerden-
çıkarılırsınız." (Rum, 30/19).
İkincisi: İlk defa yaratma. Zira Cenab-ı Hak burada: "Rahimlerde
olanı O bilir." buyuruyor. Bir başka yerde ise "Yaratıkları ilk defa vareden,
sonra da onları diriltecek olan O'dur." (Rum, 30/27) buyuruyor. Yine şöyle
buyuruyor: "De ki. Yeryüzünde dolaşın. Onun ilk defa yaratıkları nasıl
va-rettiğine bakın. Sonra Allah son defa varedecektir." (Ankebut, 29/30). [13]
[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/135-136.
[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/139-141.
[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/145-146.
[4] Taberanî'nin İbni Abbas (r.a.)'den rivayet ettiğine göre
Peygamberimiz (s.a) şöyle buyurmuştur: "Sudanlılara önem verin. Zira onlardan üç
tanesi cennet halkının efendiler indendir. Bunlar: Lokman el-Hakim, Necaşî ve
Müezzin Bilâl'dir." Taberanî: Sudan'la Habeşliler kastedilmiştir, demiştir.
(İbni Kesir, III/447).
[5] Kurtubî, XIV/63; İbnul-Arabî, el-Bahru'l-Muhît,
VII/186.
[6] Aynı mana şu hadiste yer almaktadır: "Geceden sonra
azmetmeyen (yani kesin niyet etmeyen) kimsenin orucu
yoktur."
[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/152-159.
[8] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/165-167.
[9] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/169-1170.
[10] el-Bahru'l-Muhlt, VII/192
[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/175-179.
[12] Kurtubî, XIV/82.
[13] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/183-186.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder