RUM
SURESİ
Gelecekten Haber
Verilmesi:
1- Elif lâm mîm.
2- Rumlar mağlup
oldular.
3- Size çok yakın
bir yerde. Onlar bu yenilgilerinden sonra galip geleceklerdir;
4- Birkaç sene
içinde. Eninde sonunda emir Allah'ındır. O gün müminler sevineceklerdir;
5- Allah'ın yardımı
sebebiyle. Allah dilediğine yardım eder. O, Aziz'dir (herşeye galiptir) ve
Rahim'dir (çok merhametlidir).
6- Bu Allah'ın
vaadidir. Allah vaadinden dönmez. Fakat insanların çoğu bilmezler.
7- Onlar dünya
hayatının sadece görünen yüzünü bilirler. Onlar ahi-retten tamamen gafildirler.
Açıklaması:
"Elif, lam, mim." Bu mukattaa harfleri daha önce benzerlerinde
geçtiği gibi Kur'an'ın mucize olduğuna dikkat çekmek ve dinleyiciyi daha sonra
anlatılacak şeyleri can kulağıyla dinlemeye teşvik etmek içindir.
"Rumlar, size çok yakın bir yerde mağlup oldular. Onlar bu
yenilgilerinden sonra galip geleceklerdir, birkaç sene içinde." Yani İranlılar
Rumları, Rum diyarının Arap diyarına en yakın yerinde Şam diyarında, Ürdün ve
Filistin arasında yenilgiye uğrattılar. Rumlar da İranlıları bu olayın
tarihinden itibaren birkaç sene içerisinde yenilgiye uğratacaktır. Biz, bu
zafer günlerini insanlar arasında paylaştırırız.
Bu ifade ileride meydana gelecek bir olay hakkında gayb'den
haber verme niteliğindedir. Yaşanan hayat bu haberi teyid etmektedir.
Daha önce beyan ettiğimiz gibi İran Şahı Sabur, Şam diyanyla
Arap yarımadasının Şam tarafını ve Rum diyarının güney topraklarını aldığı
zaman bu ayetler inmişti.
Bu durumda Rum kralı Hirakl zor durumda kalmış, nihayet
Kostanti-niyye'ye sığınmıştı. İran Kralı Sabur, Rum kralı Hirakl'i bir müddet
kuşatmış sonra da kuşatmayı kaldırınca Hirakl yine hakimiyetini elde
etmişti.
Rum suresinin M. 622 yılında nazil olmasından birkaç yıl sonra
(M. 627 yılında) Hirakl, Dicle nehri üzerindeki Ninova'da Rumların İranlılara
karşı ilk defa kesin zaferini tescil etti. Bu sebeple İranlılar Kostantiniyye
kuşatmasından çekildiler. M. 628 yılında da İran Kisrası Perviz oğlu
Şîra-veyh'in eliyle öldürüldü.
Bu iki devlet eski dünyaya tamamen hakim idiler. Doğuda İran
İmparatorluğu, batıda Rum (Bizans) İmparatorluğu. Ancak Şam diyarmdaki
liderlik, aralarında çekişme konusu idi.
"Eninde sonunda emir Allah'ındır." Yani galibiyetten önce de
sonra da bütün her şey Allah'a aittir. İki devletten biri diğerine Allah'ın kaza
ve kaderiyle galip gelir. O, yaratıkları hakkında dilediği şekilde hükmeder:
"Bu günleri insanlar arasında paylaştırırız." (Al-i İmran, 3/140). Zafer daima
maddî ve şahsî güç sebebiyle değildir. Güçlü olmak zafer vasıtalarından
biridir. Sonunda itimad edilen husus Allah'ın iradesi ve kudretidir. Bazan
zayıf olan kuvvetliye, sayıca az olan çok olana galip gelebilir. "Nice az
gruplar vardır ki Allah 'm izniyle çok gruba galip gelmiştir. Böylece Allah
fasıkları rezil-rüsvay etmiştir."
"O gün müminler Allah'ın yardımı sebebiyle sevineceklerdir."
Yani Şam Kralı Kayser'in adamları Hristiyan Rumlar, Mecusî putperest Kis-ra'nın
adamları İranlılara karşı galip geldikleri gün müminler; Allah'ın din ve kitap
ehlini, dinleri ve kitapları olmayanlara karşı zafere ulaştırması sebebiyle
sevineceklerdir.
'Allah dilediğine yardım eder. O, Aziz 'dir, Rahim 'dir." Yani
Allah dilediği kimseye düşmanlarına karşı yardım eder. O dilediğini yerine
getirendir. O yenilgiye uğramayan mutlak galip olandır. Düşmanlarından intikam
alandır. O dostlarına güç ve kudretiyle izzet ve şeref verendir. Mümin
kullarına son derece merhametlidir. Güçlünün zayıfı ezmesine fırsat vermez.
Günahlardan intikam almakta acele davranmaz. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle
buyurmaktadır: "Eğer Allah insanları işledikleri sebebiyle hemen sorgulayacak
olsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı. Fakat O, onları belirli bir vadeye
kadar ertelemektedir." (Fatır, 35/45).
Tirmizî, İbni Cerir, İbni Ebî Hatim ve Bezzar Ebu Said
el-Hudrî'den şöyle rivayet ediyorlar: Bedir Günü olduğu zaman Rumlar İranlılara
galip gelmişlerdi. Bu müminlerin hoşuna gitti, bununla sevindiler. Cenab-ı Hak
da bunun üzerine şu ayeti indirdi: "O gün müminler Allah'ın yardımı sebebiyle
sevinirler. Allah dilediğine yardım eder. O Aziz'dir, Rahim'dir."
Bir başka âlimler grubu da şöyle dediler: Doğrusu Rumların
İranlılara galip gelmesi Hudeybiye senesindeydi. Önemli olan, Rumlar İranlılara
galip geldikleri zaman müminlerin bununla sevinmiş olmalarıdır. Zira Rumlar
genellikle Ehl-i Kitap olup müminlere Mecusîlerden daha yakın idiler. Nitekim
Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "İman edenlere en şiddetli düşman olarak
Yahudileri ve Allah'a şirk koşanları bulursun. Onların iman edenlere sevgi
bakımından en yakın olanlarının, Biz Hristiyanlarız, diyen kimseler olduklarını
bulursun." (Maide, 5/82).
"Bu Allah'ın vaadidir. Allah vaadinden dönmez. Fakat insanların
çoğu bilmezler." Yani ey Muhammedi Bizim Rumları İranlılara karşı galip
kılacağımız şeklinde sana bildirdiğimiz bu haber Allah tarafından gerçek bir
vaaddir, doğru bir haberdir. Allah vaadinden dönmez, bu mutlaka olacaktır.
Çünkü Allah'ın ilâhî kanunu, çarpışan iki gruptan Hakka daha yakın olana yardım
etmektir. Fakat insanların çoğu kâinatta varolan ilâhî sünnetleri bilmedikleri
için Allah'ın hükmünü ve O'nun adalet üzerine kurulu olan ilâhî fiillerini
bilmezler.
"Onlar dünya hayatının sadece görünen yüzünü bilirler. Onlar
ahiret-ten tamamen gafildirler." Yani insanların çoğunun dünya hakkında ve geçim
işleri, mal-mülk kazanmak, ticaret, ziraat ve sanat gibi meslekler v.b. maddî
ilimlerde zahirî bilgileri vardır. Fakat onlar din ve ahiret işlerinden
gafildirler. Sanki onlar düşünceden ve incelemeden mahrumdurlar. Geleceğe hiç
bakmıyor gibiler. İman eder ve salih ameller işlerlerse ebedî nimetlerin; inkâr
eder ve Rablerinin emirlerine isyan ederlerse horlayıcı bir azabın kendilerini
beklediğini hiç düşünmüyorlar. Dolayısıyla kendilerine ahi-rette fayda verecek
olan şeyleri asla işlemiyorlar. Onların ilimleri dünyaya aittir. Daha doğrusu
onlar dünyayı bile gerçek yönüyle bilmiyorlar. Dünyanın sadece görünen yüzünü,
yani lezzetlerini ve oyunlarını biliyorlar. Dünyanın iç yapısını, yani zararlı
taraflarını ve sıkıntılarını bilmiyorlar. Dolayısıyla onlar gerçekten ahiretten
gafildirler. [1]
Allah'ın
Varlığına Ve Birliğine Delâlet Eden Mahlûkat Hakkında Düşünmeye
Teşvik:
8- Onlar kendi kendilerine hiç düşünmezler mi ki, Allah
gökleri, yeri ve aralarındakileri ancak hak ve belli bir vade için yarattı.
Doğrusu insanların çoğu Rablerinin huzuruna çıkmayı inkâr
ederler.
9- Onlar yeryüzünde dolaşıp kendilerinden önceki kavimlerin
akıbetleri nasıl olmuş hiç bakmazlar mı? Önceki kavimler onlardan daha
güçlüydüler. Yeryüzünü işlemişler ve yeryüzünü onlardan daha fazla imar
etmişlerdi. O kavimlere de peygamberleri apaçık mucizeler getirmişlerdi. Allah
onlara zulmetmiyordu. Fakat onlar kendi kendilerine zulmediyorlardı.
10- Sonra o kötülük edenlerin akıbeti çok kötü oldu. Çünkü onlar
Allah'ın ayetlerini yalanlıyorlar ve onları alaya alıyorlardı.
Açıklaması:
"Onlar kendi kendilerine hiç düşünmezler mi ki, Allah gökleri,
yeri ve aralarındakileri ancak hak ve belli bir vade için yarattı."
Onlar akıllarını kullanmazlar mı? Ya da kendi nefisleri hakkında
düşünüp de şöyle demezler mi? Allah gökyüzü, yeryüzü ve aralarındaki ulvî ve
süflî âlemden ve aralarındaki cins ve türleri değişik varlıkları niçin
yaratıyor? Böylece bu varlıkların boş, lüzumsuz ve batıl yere yaratılmış
olmadığını; bilâkis bunların Hak ölçülerle ve ilâhî hikmete uygun olarak
mutlaka sona erecek olan belirli bir vade olan kıyametin kopması; hesap, sevap
ve ceza vaktinin gelmesi zamanının takdir edilmesi suretiyle yaratıldığını gayet
iyi bilecektir. Bu vade gelince yer bugünkü yer ve göklerden farklı bir hale
gelir ve tek olan sonsuz ezici güce sahip Allah'ın huzurunda hesaba çekilmek
için mahşer kurulur.
Bu ifade müşriklerin kendi nefislerine ve çevrelerinde bulunan,
kainat tablolarını incelemek suretiyle Allah'ı ve Onun birliğini tanımaya
ulaştıran, doğru düşünceyi kullanmaya teşvik etmektir. Bununla anlatılmak
istenen husus, sahih ilim sebepleri ve hidayet anahtarlarının aklı kullanmaya
dayandığını, kendilerinde de akıl bulunduğunu bildirmektir. Fakat onlar
akıllarını çalıştırmamakta ve gereği şekilde akıllarını kullanmamaktadır.
"Doğrusu insanların çoğu Rablerinin huzuruna çıkmayı inkâr
ederler." Yani insanların çoğu ve özellikle kâfirler öldükten sonra dirilişin ve
hesap görmenin varlığını inkâr etmektedirler. Çünkü onlar kendileri hakkında
düşünmemektedirler. Eğer düşünmüş olsalardı öldükten sonra Rablerine
döneceklerine yakînen inanırlardı.
Cenab-ı Hak daha sonra rasullerinin peygamberliklerini inkâr
eden kimselerin helak edilmesi ve kendilerini tasdik eden kimseleri ise
kurtarılması gibi gözle görülür apaçık delillerle ve göz kamaştırıcı
mucizelerle te-yid etmek suretiyle peygamberlerinin Rableri nezdinden
getirdikleri haberlerin doğruluğuna dikkat çekmiş ve şöyle buyurmuştur:
"Onlar yeryüzünde dolaşıp kendilerinden önceki kavimlerin
akıbetleri nasıl olmuş hiç bakmazlar mı? Önceki kavimler onlardan daha
güçlüydüler. Yeryüzünü işlemişler ve yeryüzünü onlardan daha fazla imar
etmişlerdi. O kavimlere de peygamberleri apaçık mucizeler getirmişlerdi. Allah
onlara zulmetmiyordu. Fakat onlar kendi kendilerine zulmediyorlardı."
Peygamberleri inkâr eden, ahireti yalanlayan bu kimseler
yeryüzünün çeşitli bölgelerinde dolaşıp da akılları ve anlayışlarıyla bakmazlar
mı? Allah'ın eserlerini araştırmazlar mı? Geçmişlerin haberlerini duymazlar mı?
Geçmiş ümmetlerden peygamberlerini yalanlayanların akıbetini düşünmezler mi?
Halbuki önceki kavimlerin Mekke halkından ve benzerlerinden daha güçlü, daha çok
mal ve evlât sahibi oldukları yeryüzünü ekip-biçtikle-ri, ekin ve dikim için
toprağı, beldeleri çorak olan Mekkeliler ve diğer Araplardan daha fazla
işledikleri ve Mekkelilerden daha fazla yeryüzünden istifade ettikleri
biliniyordu. Sonra da Cenab-ı Hak kendilerine Allah'ın kudretini ve birliğini
anlatan şahitler, gözle görülür deliller ve mucizeler getiren peygamberlerini
yalanlamaları inkâr etmeleri ve günahları sebebiyle onları helak etti. Onlara
verilen bu ceza zulüm değildi. Onlara veya başkalarına gelen azap ve
işkencelerle zulmetmek Allah'ın şanına layık değildir. Fakat onlar Allah'ın
ayetlerini yalanlamaları ve bu ayetlerle alay etmeleri ve geçmiş günahları
sebebiyle bizzat kendi kendilerine zulmediyorlardı.
Akıllı olan, başkalarından ibret alandır. Mal ve evlât gibi
dünya ziynetleri ve süslerinin kıyamet günü fayda vermeyeceğini bilen kimsedir.
Allah Tealâ bunu şu ayetle tekid etmektedir.
"Sonra o kötülük edenlerin akıbeti çok kötü oldu. Çünkü onlar
Allah 'm ayetlerini yalanlıyorlar ve onları alaya alıyorlardı."
Yani o kötülük edenlerin akıbeti Allah'ın varlığına ve birliğine
delâlet eden Allah'ın ayetlerini ve delillerini yalanlamaları ve bunlarla alay
etmeleri sebebiyle dünyada helak olma suretiyle, ahirette ise cehennem
ateşinde ebedî kalmak suretiyle azaba uğramak olmuştur.
Kötülük edenlerin akıbeti kötü oldu. Çünkü onlar Allah'ın
ayetlerini yalanlamışlar ve bu ayetlerle alay etmişlerdi. Kötülük; yalanlama ve
alay etme mânasındadır. Kâfirlerden sadır olan suçu ceza olarak ifade etmesi
müşakele sanatıdır. Kötülüğün cezası kötülüktür (yani kötü bir cezadır),
cümlesinde olduğu gibi. [2]
Tekrar Dirilme,
Mahşer Yerinde Toplanma, Allaha Dönme Vaktinde Olacak Şeylerin
Beyanı:
11- Bütün varlıkları yoktan vareden ve sonra da tekrar
diriltecek olan Allah'tır. Sonunda O'na döndürüleceksiniz.
12- Kıyamet koptuğu gün
suçlular, bütün ümitlerini kaybedip susarlar.
13- Allah'a ortak koştukları şeylerden kendilerine şefaatçiler
bulunmayacaktır. Ortak koştukları şeyleri kendileri bile inkâr
edeceklerdir.
14- Kıyamet koptuğu gün, işte o gün müminlerle kâfirler
birbirlerinden ayrılırlar.
15- İman edip salih ameller işleyenler, işte onlar cennette
mesrur olurlar.
16- İnkâr edip ayetlerimizi ve ahirette huzuruma çıkmayı
yalanlayanlar, işte onlar cehennem azabınagetirilirler.
Açıklaması:
"Bütün varlıkları yoktan vareden ve sonra da tekrar diriltecek
olan Allah'tır. " Yani Allah, yaratıkları yoktan varetmeye ve yaratmaya kadir
olduğu gibi bu yaratıkları tekrar diriltmeye de kadirdir. Allah mahlûkatı
kudretiyle ve iradesiyle varedendir. Dolayısıyla tekrar diriltmekten âciz
kalamaz. Sonra kıyamet günü yine yalnız O'na dönerler ve aralarında hüküm
verilmesi için mahşer yerinde toplanırlar. O zaman Allah her amel işleyene
ilmiyle amelinin karşılığını verir.
Daha sonra Cenab-ı Hak bedbaht olanların halini şu ayetle tavsif
etti: "Kıyamet koptuğu gün suçlular bütün ümitlerini kaybedip susarlar." Yani
insanlar arasında hüküm verileceği ve hesabın görüleceği kıyamet gününde,
Allah'a şirk koşan ve kıyametin şiddetinden dolayı hücceti kesilen suçlular
susar ve ümitsizliğe düşerler, kurtuluş için bir yol bulamazlar. Nitekim Cenab-ı
Hak şöyle buyurmaktadır:
"Allah'a ortak koştukları şeylerden kendilerine şefaatçiler
bulunmayacaktır. Ortak koştukları şeyleri kendileri bile inkâr edeceklerdir."
Yani onlar Allah'ı bırakıp da tapındıkları putlardan, asla kendilerini Allah'ın
azabından kurtaracak şefaatçiler bulamayacaklardır. Onlar da ortaklarından ve
sahte ilahlarından uzak olduklarını ifade ederek onları inkâr edeceklerdir. Zira
ortak koştukları şeyler, kendilerine en çok muhtaç oldukları bir anda, onlara
ihanet edecektir. Cenab-ı Hak bir ayette şöyle buyurmaktadır: "Nitekim
kendilerine uyulanlar azabı görünce uyanlardan uzaklaşacaklar ve aralarındaki
bağlar kopacaktır. Uyanlar: Keşke bizim için dünyaya bir dönüş olsa da bizden
uzaklaştıkları gibi biz de onlardan uzaklaşsak, derler." (Bakara72(166-167).
Bu durum onların iflaslarının açığa çıkması ve hüsrana
uğradıklarının ilân edilmesidir.
Sonra mahşer halkı iki gruba ayrılırlar. Cenab-ı Hak buyuruyor
ki: "Kıyamet koptuğu gün, işte o gün insanlar gruplara ayrılırlar" Yani kıyamet
koptuğu gün insanlar bir daha biraraya gelmeyecek şekilde ayrılacaklardır.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Ey suçlular! Bugün ayrılın." İman ve
saadet ehli olanlar cennetlere alınır. Küfür ve bedbaht ehli olanlar ateşlere
atılır. Katade diyor ki: Bu, Allah'a yemin olsun ki bir daha birleşme olmayacak
bir ayrılmadır. Bunun için Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
"İman edip salih ameller işleyenler, işte onlar cennette mesrur
olurlar." Yani Allah'ın Rasulü'nü ve ahiret gününü tasdik edip iman edenler,
Allah'ın emrettiği şeyle amel edenler ve Allah'ın nehyettiği şeylerden
vazgeçenler, onlar nimet içindedirler, kalbi ve gönlü dolduracak bir sevinçle
sevinirler ve onlar gayet güzel, yemyeşil cennet bahçeleri ve akan nehirler
şeklinde nail oldukları nimetler sebebiyle mesrur olurlar. Dolayısıyla onlar
son derece sevinç içerisinde cennettedirler. Nitekim bir başka ayette şöyle
buyurulmaktadır: "Hiçbir nefis kendisi için gizlenen göz nuru nimetleri
bilmez." (Secde, 32/17).
İmam Ahmed, Buhari, Müslim, Tirmizî ve İbni Mace'nin Ebu Hüreyre
(r.a.)'den rivayet ettiği hadiste Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurur: "Orada
hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın duymadığı ve hiçbir beşer kalbine
doğmayan nimetler vardır."
"İnkâr edip ayetlerimizi ve ahirette huzuruma çıkmayı
yalanlayanlar işte onlar cehennem azabına getirilirler."
Yani Allah'ın varlığını ve birliğini inkâr eden, O'nun
peygamberlerini ve ayetlerini yalanlayan, öldükten sonra dirilişin meydana
geleceğini inkâr edenler cehennem azabında ebedî kalacaklardır. Onlar asla
azaptan uzak kalmayacaklar, azab onlardan kesinlikle ayrılmayacaktır. Nitekim
Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "Orada uğradıkları gamdan, ne zaman çıkmak
isteseler tekrar oraya iade edilirler." (Hac, 22/22) ve yine şöyle buyurmuştur:
"Doğrusu suçlular ebediyyen kalacakları cehennemin azabı içindedirler. Azaba hiç
ara verilmez. Onlar orada tamamen ümitsizdirler." (Zuhruf, 43/74-75). [3]
Allah Teala'nın
Tenzih Edilmesi Ve Her Durumda O'na Hamd
Edilmesi:
17- O halde akşama girerken de, sabaha ererken de Allah'ı tenzih
edin.
18- Göklerde ve yerde hamd O'na mahsustur. Gündüzün sonunda
ve öğle vaktine girince Allah'ı
tenzih
diriden sonra yeryüzüne
hayat verir. İşte siz de böylece (diriltilip) çıkarılacaksınız.
Açıklaması:
"O halde akşama girerken de, sabaha ererken de Allah'ı tenzih
edin." Yani akşamın başlangıcında da, sabahın doğması anında da gece ile
gündüzün bütün vakitlerinde Allah Tealâ'yı teşbih ve tenzih edin. Onun rızası
için namaz kılın.
Bu ifade Allah'ın mükemmel kudretine ve muazzam hakimiyetine
delâlet eden ve birbirini izleyen bu vakitlerde:
Akşam, gece karanlığının gelmesi,
Sabah, gündüz ışığının aydınlatması vakitlerinde Allah Tealâ'nın
kullarının kendisini teşbih ve tahmid etmelerini bildirmektedir.
Akşam vaktinde, akşam ve yatsı namazları; sabah vatinde, sabah
namazı yeralmaktadır. Burada akşam vaktine ermek, sabah vaktine girmekten önce
zikredilmiştir. Zira gece, gündüzden öne geçmektedir.
"Göklerde ve yerde hamd O'na mahsustur." Yani Allah Tealâ
melekler, cinler ve insanlar gibi yer ve göklerde bulunan bütün varlıklar
tarafından hamdü sena edilmiştir. Bu cümle teşbihe uygun olarak hamdin ona layık
olduğu şeklindeki bir ara cümledir.
"Gündüzün sonunda ve öğle vaktine girince Allah'ı tenzih edin."
"Işâ" vakti yani şiddetli karanlıkta ve öğle vakti gündüz ortasında Allah'ı
teşbih ve tenzih edin.
Maverdî diyor ki: Akşam ile gece vakti arasındaki fark şudur:
"Mesâ" güneşin batmasından sonra karanlığın başladığı vakit yani akşam
vaktidir. "Işâ"nın mânâsı ise güneşin batmaya yüz tuttuğu gündüzün son vakti
(akşam üzeri)dir.
Dikkat edilirse, teşbih ve tenzih için bu vakitlerin tahsis
edilmesi bir durumdan diğerine, bir zamandan diğerine fiilen intikal etme
alâmetlerinin varlığı sebebiyledir. Bu tenzih vazifesi, sabah ışığın kuvvetiyle
başlayarak öğle vakti güneşin doğudan batıya intikal etmesine, oradan gündüzün
sona ermeye başlayıp akşam üzeri vaktinin başladığı ikindi vaktine kadar, sonra
karanlığın başlangıcı olan akşam vaktine ve şiddetli karanlık vakti anlamındaki
yatsı vaktine kadar bütün vakitleri içine almaktadır.
Ayetin manası: Birbirini izleyen bütün bu vakitlerde Allah'ı
noksan sıfatlardan tenzih edin ve O'nu kemal sıfatlarıyla tavsif edin. Zira
amellerin en faziletlisi devamlı olanıdır.
Burada cennet bahçelerini elde etmeyi sağlayan iman esaslarına
işaret edilmektedir. Allah Tealâ en yüksek makamın ve en mükemmel karşılığın
iman eden ve salih amel işleyen kimselere ait olduğunu "iman edip sa-lih amel
işleyenler, işte onlar cennette (nimetlendirilip) mesrur olurlar." ayetiyle
beyan ettikten sonra; imanın kalple yapılan tenzih, dille yapılan tevhid
olduğunu ve salih amelin bütün vazifeleri yerine getirmek olduğunu bildirdi.
Bütün bunlar, cennet bahçelerinde nimetlenip sevinç ve saadete ulaştıran teşbih,
tenzih ve tahmiddir.
Aydınlık ve karanlığa dikkat çekilmesi, Allah'ın, sabahı
aydınlığı açan ve geceyi sükûnet yeri kılan olması Kur'an'da tekrar tekrar
yeralmaktadır. Nitekim Cenab-ı Hak bu hususlara şu ayetlerde işaret
etmektedir:
"Güneşi ortaya koyan gündüze, onu bürüyen geceye yemin olsun."
(Şems 91/3-4); "Kararıp ortalığı bürüdüğü zaman geceye yemin olsun. Açılıp
aydınlattığı zaman gündüze yemin olsun." (Leyi: 92/1-2); "Kuşluk vaktine yemin
olsun. Sükûna erdiği zaman geceye yemin olsun." (Duha, 93/1-2).
Allah Tealâ daha sonra tenzih ve tahmidi gerekli kılan
kudretinin ve azametinin bazı görüntülerini zikredip şöyle buyurdu:
"O ölüden diriyi çıkarır, diriden ölüyü çıkarır." Yani Allah
Tealâ birbirine zıt olan şeyleri yaratmaya muktedir olan yegâne varlıktır. O,
önce ölü topraktan canlı insanı çıkarır, sonra da insanları nutfeden, yumurtadan
da kuşu çıkarır. Nitekim bunun zıddmı da yapar; insandan nutfeyi, kuştan
yumurtayı, kâfirden mümini, müminden kâfiri, uyuyan insandan uyanık insanı,
uyanık insandan uyuyanı çıkarır.
Nutfenin canlı bir varlık oluşuna gelince, Araplar bunu
bilmiyorlardı. Bu konudaki ilmî ilerleme Araplar nezdinde henüz açık bir noktada
değildi.
Bu, ilâhî kudretin mükemmel, sanatının eşsiz ve ilâhının
azametli oluşuna delildir.
"Ölümünden sonra yeryüzüne hayat verir." Allah Tealâ yeryüzüne
yağmurla hayat verir. Tohumdan bitkiyi, bitkiden tohumu çıkarır. Nitekim
Ce-nab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "İşte onlara bir delil: Ölü yeri diriltir ve
oradan taneler çıkarırız da ondan yerler. Orada hurmalıklar ve üzüm bağları
varederiz, aralarında pınarlar fışkırtırız." (Yasin, 36/33-34). Yine bir başka
ayette şöyle buyurmaktadır: "Yeryüzünü kupkuru görürsün. Fakat biz ona su
indirdiğimiz zaman harekete geçer, kabarır. Her güzel bitkiden çift çift
yetiştirir." (Hacc, 22/5).
"İşte siz de böylece çıkarılacaksınız." Yani bu şekilde bir
çıkartma ile öldükten sonra kabirlerden diri olarak çıkarılacaksınız. Bu da
Allah için pek kolaydır. [4]
Allah'ın
Birliğine, Kudretine Ve Haşre Delâlet Eden Bazı
Deliller:
20- Sizi topraktan yaratması, sonra da birer insan olarak
(yeryüzüne) dağılmanız Allah'ın ayetlerindendir.
21- Size kendi içinizden kendileriyle huzura kavuşacağınız
eşler yaratması ve aranızda sevgi ve merhamet meydana getirmesi Allah'ın
ayetlerindendir. Şüphesiz bunda düşünen bir topluluk için pek çok ibretler
vardır.
22- Göklerin, ve yerin yaratılması, dillerinizin farklı
farklı olması Allah'ın ayetlerindendir. Şüphesiz bunda bilenler için pek çok
ibretler vardır.
23- Gece uyumanız ve gündüz O'nun lütfundan rızık aramanız O'nun
ayetlerindendir. Şüphesiz bunda (Hakk'ı) dinleyen bir topluluk için pek çok
ibretler vardır.
24- Size korku ve ümit vermek için şimşeği göstermesi, gökten su
indirip onunla ölmüş olan yeryüzüne canlılık vermesi O'nun ayetlerindendir.
Şüphesiz bunda aklını kullanan bir topluluk için pek çok ibretler vardır.
25- Göğün ve yerin Allah'ın emriyle
25- Göğün ve yerin Allah'ın emriyle ayakta durması O'nun
ayetlerindendir Sonra sizi yeryüzündeki kadendir. Sonra sizi yeryüzündeki
kabirlerinizden bir defa çağırdığı zaman hemen (kabirlerinizden)
çıkıverirsiniz.
26- Göklerde ve yerde bulunan herkes ancak O'nundur. Hepsi O'na
boyun eğmektedir.
27- Bütün varlıkları yoktan var eden ve sonra da tekrar
diriltecek olan ancak O'dur. Bu O'na pek kolaydır. Göklerde ve yerde en yüce
sıfatlar O'nundur. O, Azîz'dir (her şeye galiptir), Hakîm'dir (sonsuz hikmet
sahibidir).
Açıklaması:
"Sizi topraktan yaratması, sonra da birer insan olarak yeryüzüne
dağılmanız Allah'ın ayetlerindendir." Yani Allah Tealâ'nın yaratma, yoktan
varetme, yoketme ve ortadan kaldırmaya tam anlamıyla muktedir olduğuna ve
Allah'ın azametine delâlet eden ilâhî ayetlerden biri insanın ilk defa
yaradılışıdır. Allah, babanız Adem'i asıl olarak topraktan yarattı. Sizin gıda
kaynağınızı, hayvan etleriyle topraktan çıkan bitkiler kıldı. Sizi
yaratmasından sonra sizler yeryüzünü imar edersiniz. Yeryüzünde şehirler ve
kaleler yapmak, tarlaları ekmek, rızık temini için değişik ülkelere yolculuk
yaparak ticaret yapmak, geçim için çalışmak, mal toplamak gibi değişik gayelerle
kabiliyet, akıl ve düşüncede zenginlik ve fakirlik, mutluluk ve mutsuzluk gibi
farklı durumlarla yeryüzüne dağılırsınız.
İmam Ahmed, Tirmizî ve Ebu Davud'un Ebu Musa el-Eş'arî'den
rivayet ettikleri hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmaktadır:
"Şüphesiz ki Allah Âdem'i bütün yeryüzü toprağından alınan bir avuç topraktan
yarattı. Âdemoğulları toprak şekline göre geldi." Dolayısıyla içlerinde beyaz,
kırmızı, siyah ve bunların arasındaki renklerde; kötü, iyi, yumuşak, sert ve
bunların arasındaki insanlar meydana geldi.
Allah Tealâ daha sonra insan cinsinin devam etme yolunu
zikretti:
"Size kendi içinizden kendileriyle huzura kavuşacağınız eşler
yaratması ve aranızda sevgi ve merhamet meydana getirmesi Allah'ın
ayetlerindendir. Şüphesiz bunda düşünen bir topluluk için pek çok ibretler
vardır."
Allah'ın kudretine ve rahmetine delâlet eden alâmetlerden biri
olarak sizin için erkekler cinsinden kadınlar yaratmıştır. Cenab-ı Hak, cinsler
arasında uyumun gerçekleşmesi ve ünsiyetin mükemmel bir şekilde meydana gelmesi
için ilk kadını (Hz. Havva'yı) erkeğin (Hz. Âdem'in) vücudundan yaratmıştır.
İki cinsin hayatın yükünü taşıma hususunda işbirliği yapmaları ve ailenin en
güçlü temel ve en mükemmel bir sistem üzerinde devam etmesi, ailede sükûnetin,
huzurun, rahatın ve sessizliğin sağlanması için iki cins arasında sevgi ve
şefkati varetmiştir. Zira erkek, ya kadına olan sevgisinden dolayı, ya da
kadından çocuk sahibi olduğu için, yahut kadının nafaka hususunda kendisine
muhtaç olmasından dolayı, yahut aralarındaki sıcaklık sebebiyle kadına şefkat
duyması sebebiyle erkek kadını tutar.
Bu şekilde insanın ilk defa topraktan yaratılması, kadınların
erkeklerin nefislerinden varedilmesi, iki cins arasındaki bağların sevgi,
muhabbet, rahmet ve şefkatle güçlendirilmesi hususunda hayatın vesileleri,
neticelerin gerçekleştirilmesi, aradaki bağların hikmete ve kamu menfaatine ve
eşsiz bir sisteme uygun olarak kurulması konularını düşünen kimseler için,
varlıkları yoktan vareden, ikram ve lütufta bulunan yaratıcının varlığına
deliller vardır.
Babamız topraktandır. Zürriyeti sudandır. Bu su ise kandan, kan
da gıdalardandır. Gıdalar ise bitkilerden, topraktaki maddelerden ve
madenlerdendir.
Cenab-ı Hak daha sonra kadınla huzur duyulması, ona olan meylin
tam olabilmesi, kadınla birlikte psikolojik sükûnetin meydana gelebilmesi için
iki cins arasındaki aile irtibatını aynı oluşum, aynı tabiat ve aynı
içgüdülerle meydana getirmiştir.
"...kendileriyle huzura kavuşacağınız..." ifadesini "Sizi tek
bir candan yaratan, ondan da kendisiyle huzur bulacağı eşini meydana getiren
O'dur." (Araf, 7/189) ayeti tefsir etmektedir.
Allah Tealâ kendisinin varlığına, Rab oluşuna, birliğine, büyük
kainattaki kudretine ve insanın oluşumunun azametine delâlet eden diğer
delilleri zikrederek şöyle buyurdu:
"Göklerin ve yerin yaratılması, dillerinizin ve renklerinizin
farklı farklı olması Allah'ın ayetlerindendir. Şüphesiz bunda bilenler için pek
çok ibretler vardır."
Allah'ın direksiz olarak, yüksekte tutulan yıldızlar ve
gezegenlerle süslenen gökyüzünü yaratması, hazineler, vadiler, çöller, denizler,
hayvanlar ve ağaçlar bulunan, dağlarla sabit tutulan ve hazineler, madenler ve
hayırlarla dolu olan tabakalarıyla yeryüzünü yaratması, Allah'ın muazzam
kudretine ve varlığına delâlet eden alâmetlerdendir.
Bu kâinat çeşitli mahluklarla doludur. Çeşitli cinsler, muhtelif
diller, farklı renkler, her varlığa ait sesler ve özellikler farklı parmak
izleri gibi çeşitli durumlar, aynı asıldan, aynı babadan ve aynı anneden meydana
gelmelerine rağmen farklılık, güzellik ve çirkinlikte ayrı ayrı olan insanlarla
kâinatta ünsiyeti vareden O'dur. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
"Evet! İnsanoğlunun parmak uçlarını bile aynen eski haline getirmeye bizim
gücümüz yeter." (Kıyame, 78/4).
İşte bu belirtilen hususlarda olaylara derhal nüfuz eden akıl,
basiretli fikir ve faydalı ilim sahipleri için kendilerini Hakk'a sevkedecek,
yaratıklar hakkında düşünmeye irşad edecek ve kendilerinin lüzumsuz veya
bozgunculuk maksadıyla değil de sonsuz bir hikmet ve yüksek bir maslahat için
yaratıldıklarını beyan edecek mükemmel bir ilâhî kudrete delâlet eden ayetler
vardır.
"Gece uyumanız ve gündüz O'nun lütfundan rızık aramanız, O'nun
ayetlerindendir. Şüphesiz bunda, Hakk'ı dinleyen bir topluluk için pek çok
ibretler vardır."
Onun kudretinin ve rahmetinin alâmetlerinden biri yorgunluktan
rahata erme imkânı verilmesi, geceleyin sessizlik ve istikrarın temini, gündüz
ise hareket, rızık için çalışma ve devamlı bir gayret etme imkânı
verilmesidir.
Bu belirtilen hususlarda ibret alma, derin düşünme, hüccetleri
anlayıp şuurlanma şeklinde gerçeklere kulak veren bir topluluk için,
kendilerine Allah'ın kâinatı diriltmeye ve yeniden varetmeye kadir olduğu
şeklinde kesin inanç ve kanaat sahibi olmaya götüren ibretler ve deliller
vardır.
Allah Tealâ, daha sonra, kâinatta meydana gelen olaylar ve hayat
değişiklikleri hususundaki delilleri zikrederek şöyle buyurdu:
"Size korku ve ümit vermek için şimşeği göstermesi, gökten su
indirip onunla ölmüş olan yeryüzüne canlılık vermesi O'nun ayetlerindendir.
Şüphesiz bunda aklını kullanan bir topluluk için pek çok ibretler vardır."
Yolculara ve başkalarına korku vermek ve aynı zamanda insan,
hayvan ve bitkilerin muhtaç oldukları yağmur gibi arzu ettiğiniz hususlarda
size ümit vermek için şimşeği göstermesi O'nun kudretinin azametine delâlet
eden ayetlerindendir.
Nitekim bir başka ayette şöyle buyurulmaktadır: "O gökyüzünden
su indirir. Bu su ile ölümünden sonra yeryüzüne canlılık verir." (Rum, 30/24).
Yani yeryüzü bitkisiz ve çorak iken su geldiği zaman "Titrer, gelişir ve her
güzel çiftten bitkiler yeşertir." (Hacr, 22/5).
Şüphesiz ki ölümden sonra diriltme şeklinde zikredilen bu
hususta diriliş, yeni bir hayata dönüş ve kıyametin kopmasına gayet açık bir
burhan vardır. Elbette yeryüzüne hayat veren ölüleri diriltmeye de kadirdir. O
her şeye gücü yetendir.
"Göğün ve yerin Allah'ın emriyle ayakta durması O'nun
ayet-lerindendir. Sonra sizi yeryüzündeki kabirlerinizden bir defa çağırdığı
zaman hemen (kabirlerinizden) çıkıverirsiniz."
Gökyüzünün direksiz, küre şeklindeki yeryüzünün fezada direksiz
durması, bilakis Cenab-ı Hak'ın emri, tedbiri ve tasarrufuyla hayatını devam
ettirmesi, O'nun kudretinin ve varlığının delillerindendir. Nitekim Cenab-ı Hak
şöyle buyurmaktadır: "Allah, görmekte olduğunuz gökleri direksiz olarak
yükseltendir." (Ra'd, 13/12); "Göğü de kendi izni olmadıkça yer üzerine
düşmekten korur." (Hacc, 22/65); "Şüphesiz Allah gökleri ve yeri nizamları
bozulmasın diye tutuyor." (Fatır, 35/41).
Sonra Allah Tealâ dünyanın eceli gelinceye kadar bu âlemin
sistemini korur. O zaman, kabirlerinizden diri olarak çıkmak için davetçi sizi
davet ettiği zaman çıkarsınız. Bir başka ayette şöyle buyurulmaktadır: "O gün
onlar sanki dikili bir şeye koşuyorlar gibi... kabirlerinden fırlaya fırlaya
çıkarlar." (Maaric, 70/43); "Allah sizi çağıracağı zaman kendisine hamdede-rek
çağrısına uyarsınız ve (ölmeden önceki halinizde) çok kaldığınızı
zannedersiniz. " (İsra, 17/52); "O, (yeniden dirilme) ancak bir tek nâra ve bir
sayhadır. İşte o sayhadan sonra birdenbire insanlar kendilerini yeryüzünde
buluverirler." (Nâziat, 13-14); "Bu olay, bir tek sayhadan başka bir şey
değildir. İşte ondan sonra toplanıp huzurumuza dizilirler." (Yasin, 36/53).
Kesin netice ise şudur: "Göklerde ve yerde bulunan herkes ancak
O'nundur." O'nun kuludur. "Hepsi O'na boyun eğmektedir." Yani göklerde ve
yeryüzünde bulunan her şey mülk, kul ve tasarruf olarak Allah'ındır. Onlar, hep
birlikte Allah'ın murad ettiği ölüm ya da hayata, hareket ya da sükûnete
isteyerek ya da istemeyerek boyun eğmekte, gönülleri ürpererek kabul
etmektedirler. Ebu Said el-Hudrî'den merfû olarak Peygamberimiz (s.a.)'in şöyle
buyurduğu rivayet edilmektedir: "Kur'an'daki her (kunût) ifadesi
'taat'demektir."
"Bütün varlıkları yoktan vareden ve sonra da tekrar diriltecek
olan ancak O'dur. Bu, O'na pek kolaydır." Yani insanı daha önce benzeri hiç
geçmemiş bir şekilde ilk defa yaratan, sonra insanı öldürecek ve yokedecek,
sonra da ilk defa varettiği gibi onu tekrar diriltecektir. Bu onun için gayet
basit ve kolaydır. Bu ayetlere muhatap olan beşerin tasavvuruna göre ve
insanların "Yeniden varetme, başlangıçtaki varetmeden daha kolaydır."
şeklindeki idraklerine göredir. Bütün bu zikredilen hususlar, dirilişi inkâr
eden bilgisiz kâfirlerin akıllarına yaklaştırmak içindir. Aksi takdirde
başlangıçta varetmek ya da sonradan diriltmek Allah Tealâ'nm kudretinde
aynıdır. Ayetteki "ehven" kelimesi "heyyin: basit ve kolay" mânâsındadır. Çünkü
Allah Tealâ için kolay olmayan bir şey yoktur.
Buhari'nin Ebu Hüreyre (r.a.)'den rivayet ettiğine göre
Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmaktadır: "Allah Tealâ buyuruyor ki: Âdemoğlu
beni yalanladı. İnsanın buna hakkı yoktur. Hakkı olmadığı halde bana küfretti.
Beni yalanlamaları Ademoğlu'nun: "İlk defa beni yarattığı gibi beni asla
diriltmeyecek." şeklindeki sözüdür. Halbuki mahlûkatımı ilk defa yaratmam bana,
onu tekrar diriltmekten daha basit değildir. İnsanoğlunun bana küfretmesine
gelince, onun benim hakkımda: "Allah, evlâd edindi" (Bakara, 2/116) şeklindeki
sözüdür. Ben doğmayan, doğurmayan, kendisinin hiçbir ortağı olmayan, Ehad (tek)
olan, Samed (her şeyden müstağni) olanım."
"Göklerde ve yerde en yüce sıfatlar O'nundur. O Azîz'dir,
Hakim'dir." Yani yüce ve kâmil sıfatlar O'na mahsustur. Bu sıfatlar Allah'ın
"bir" olmakla mevsuf olması, Allah'tan başka ilâh olmaması, O'ndan başka hiçbir
Rab olmaması, bütün kemal sıfatlarıyla muttasıf olması, bütün noksan
sıfatlardan münezzeh olması, O'nun hiçbir ortağı, hiçbir benzeri, hiçbir eşi
olmamasıdır. O, mülkünde güçlüdür. Yerde ve gökte hiçbir şey Onu âciz
bırakamaz. O yaptığı şeylerde ve yaratıklarının idaresinde sonsuz hikmet
sahibidir. O yarattı, güzel bir şekilde yarattı, takdir etti ve hidayete
erdirdi. Varlık alemindeki her şey ilmi ve iradesine uygun ve hikmetinin gereği
olarak cereyan eder. Her varlık Onun tek olan, muktedir olan kulları üzerinde
ezici güce sahip olan yaratıcı olduğunu ifade etti. Onun kaderini reddedecek
hiçbir varlık, Onun hükmünü kaldıracak hiçbir güç yoktur. [5]
İnsanların
Durumuyla Allah'ın Birliğinin İspat
Edilmesi:
28- Allah, size bizzat
kendinizden misal verdi. Hiç sizler sahip olduğunuz kölelerin size verdiğimiz
rı-zıklarda ortaklarınız olup sizinle eşit paya sahip olmalarına razı olup,
birbirinizden çekindiğiniz gibi onlardan da çekinir misiniz? İşte biz aklını
kullanabilen bir topluluk için ayetleri böyle açıklarız.
29- Doğrusu zulmedenler hiçbir ilme dayanmadan kendi arzu ve
heveslerine uydular. Allah'ın saptırdığını kim hidayete erdirebilir? Onların
hiç yardımcıları da yoktur.
Açıklaması:
Kur'an'ın farklı üslûplarından biri, manevî hususları maddî
şekillerle tasvir etmek ve konuyu zihinlere yaklaştırmak ve iyice ikna etmek
için gerçek misaller vermektir. Şu misal Allah Tealâ'nın; Allah'la birlikte
başka varlıklara tapan, Allah'a ortak koşan ve aynı zamanda Allah'a ortak
koştukları putların Allah'ın kulu ve mülkü olduklarını itiraf eden müşriklere
verdiği bir misaldir. Zira onlar: "Emret, Allah'ım emret. Emrine teslimiz. Senin
için, sana layık olan ortaktan başka hiçbir ortak yoktur. Sen o ortağa da, onun
sahip olduklarına da sahipsin." diyorlardı.
Bu misalden maksat Allah'ın birliğini isbat etmek, şirki ve
putperestliği yıkmaktır.
Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:
"Allah size bizzat kendinizden misal verdi. Hiç sizler sahip
olduğunuz kölelerin size verdiğimiz rızıklarda ortaklarınız olup sizinle eşit
paya sahip olmalarına razı olup, birbirinizden çekindiğiniz gibi onlardan da
çekinir misiniz?"
Yani Allah size bizzat kendinizde şahid olduğunuz ve
anladığınız, sizin durumlarınızdan ve size hakim olan duygularınızdan alınmış,
size son derece yakın olan ve sizi içinde bulunduğunuz putlara ve heykellere
tapınmaktan kurtarıp Allah Tealâ'nın birliğini isbat etmek için bir misal
verdi.
Bu misal ise şudur: Ey müşrikler! Siz hiç kölelerinizin
mallarınıza ortak olup mallarınızda sizinle birlikte eşit olarak aynı hisseye
sahip olmalarına, sizin mallarınızı paylaşmalarına razı olur musunuz?
Bunu reddettiğiniz ve kendiniz için buna razı olmadığınıza göre
nasıl Allah için onun yarattıklarından eşler koşar, O'nun kullarım, O'na nasıl
ortak kılarsınız? Sizler kulunuzun, kölenizin mallarınızda tasarruf etme
hususunda kendinizle aynı derecede eşit olmasını reddederken, Allah'a O'nun
yarattığı varlıklardan nasıl eş ve ortak koşarsınız?
Bu ayet aynen şu ayet gibidir: "Onlar hoşlanmadıkları şeyleri
Allah 'a nisbet ederler." (Nahl, 16/62). Yani Allah'ın kulları olan melekleri
dişi olarak kabul ederler. Onları "Allah'ın kızları" olarak kabul ederler.
Cahiliye devrinde onlardan birine bir kız evlâdının doğumu müjdesi verildiği
zaman yüzü simsiyah kesilirdi. Zira onlar kız evlâddan hoşlanmazlar, melekleri
de Allah'ın kızları olarak kabul ederler. Kendileri için hoşlanmadıkları, razı
olmadıkları bir şeyi Allah'a nisbet ederler. Bu küfrün en şiddetlisidir.
"İşte biz aklını kullanabilen bir topluluk için ayetleri böyle
açıklarız." Yani hasmı kuvvetli bir hüccetle ilzam etme hususunda bu şekildeki
açıklama ve tafsilatla akıllarını kullanan, kendilerine söylenen ve zikredilen
mantıkî delilleri ve ikna edici hüccetleri düşünen bir topluluk için ayetleri
açıklarız ve tafsilatıyla beyan ederiz.
"Doğrusu zulmedenler hiçbir ilme dayanmadan kendi arzu ve
heveslerine uydular." Yani nefislerine zulmeden o müşrikler, o putlara tapma
hususunda akıl ve nakil hususunda hiçbir delile dayanmaksızın bilgisizce kendi
arzu ve heveslerine uydular, hidayete, ilme ve basirete uymaksızın
yürüdüler.
"Allah'ın saptırdığını kim hidayete erdirebilir? Onların hiç
yardımcıları da yoktur."
Bu müşrik insanların durumu böyle olunca küfrü tercih ettikten,
iman istidadını kaybettikten sonra ve artık şirk onların tabiatı olunca ve
fıtraten şirke meyyal olarak yaratılınca onlara hidayet verecek ve onları Hakk'a
muvaffak kılacak hiçbir kimse yoktur. Allah onları ve onların durumunu, onları
yaratmadan önce bilir. Onlar kendi nefislerine güvenir oldular. Onları Allah'ın
şiddetinden kurtaracak hiçbir yardımcı yoktur. Onları O'nun azabından ve onları
çepeçevre kuşatacak olan şiddetli intikamından koruyacak hiçbir varlık yoktur.
Çünkü O ne dilerse olur ve neyi dilemezse de olmaz. [6]
Fıtrat Ve Tevhid
Dini Olan İslâm'a Uymanın
Emredilmesi:
30- Yüzünü, tevhid ehli olarak tamamen dine çevir. Bu Allah'ın
fıtrata en uygun dinidir ki Allah insanları yaratılıştan bu din üzerine
kılmıştır. Allah'ın yaratmasında değişiklik yoktur. İşte en sağlam din budur. Fakat insanların çoğu
bilmezler.
31- Allah'a yönelenlerden olun. O'ndan korkun. Namazı dosdoğru
kılın. Müşriklerden olmayın.
32- Sakın dinlerini parça parça eden ve gruplara ayrılanlardan
olmayın. Her grup kendilerinin sahip oldukları şeylerle övünür.
Açıklaması:
'Yüzünü, tevhid ehli olarak tamamen dine çevir. Bu Allah 'm
fıtrata en uygun dinidir ki Allan insanları yaratılıştan bu din üzerine
kılmıştır."
Yani önceki ayetlerdeki delilleriyle itikad ve din hususundaki
Hak ortaya çıktığı, şirk ve şirkin alâmetleri hükümsüz ve batıl olduğu
anlaşılınca Allah'ın senin için tayin ve ikmal ettiği, tevhid dini olan bu dine
tâbi ol. Bu din Allah'ın bütün yaratıkları üzerinde yarattığı bozulmamış fıtrat
dinidir. Zira Allah, insanları kendisini tanımaları, birliğini kabul etmeleri ve
kendisinden başka hiçbir ilah tanımamaları üzerine yaratmıştır. Bu şekilde
batıl dinlerden Hak dine meyleden kimse ol.
Bu, Hz. Peygamber (s.a.)'e ve aynı zamanda ümmetine bir emirdir.
Bu fıtrat Allah Tealâ'nın buyurduğu gibi: "Allah onları kendi nefisleri üzerine:
"Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diyerek şahid kılmış, onlar da "Evet"
demişlerdi." (A'raf, 7/172).
Yine Peygamberimiz (s.a.), Müslim ve Ahmed'in rivayet ettiği
sahih hadis-i kudsîde şöyle buyurmuştur: "Ben kullarımı tevhid ehli olarak
yarattım. Şeytanlar ise onları dinlerinden uzaklaştırdı."
Buhari ve Müslim'in rivayet ettiği bir başka hadis-i şerifte
şöyle buyu-rulmaktadır: "Her doğan çocuk fıtrat üzerine doğar. Ne var ki
çocuklarını Yahudi, Hristiyan ve Mecusî yapan, anne ve babasıdır. Tıpkı bir
hayvanın azaları tam olarak doğması gibi. Siz hiç o hayvan yavrusunun kulağı ve
burnu kesilmiş olarak görüyor musunuz?"
Bu iki ayet ve iki hadisten her biri mahlûkatın aslının tertemiz
olduğuna, Allah Tealâ'nın mahlûkatmı kendisini tanımaları ve birliğini kabul
etmeleri üzerine ve saf İslâm üzerine yarattığına, sonra bazılarına Yahudilik,
Hristiyanlık ve Mecusîlik gibi fasit dinlerin arız olduğuna delildir.
"Fıtratallahi" yani Allah'ın fıtratına sarılın, ya da Allah'ın
fıtratına bağlanın demektir. "Münîbîne ileyh" kavli sebebiyle muhatab fiili
çoğul olarak takdir edilmiştir.
"Allah 'm yaratmasında hiçbir değişiklik yoktur." Yani hiçbir
kimsenin Allah'ın fıtratını (aslî yaradılışı) ve sağlam dini değiştirme hakkı
yoktur. Bu ifade nehiy ya da talep manasında haberdir. Yani Allah'ın yarattığı
şeyi ve O'nun dinini şirkle değiştirmeyin. Böylece insanları Allah'ın üzerinde
yarattığı fıtrî yapılarını değiştirmeyin.
Bu hilkatin inanç yönünden tertemiz olduğuna, varlığın ve
kâinatın, aslında beşerî aklın saflığına delildir. Sonra nefsi arzular, eğri
bilgiler, batıl gelenekler ve geçmişlerin daimî taklidi gibi çevre tesiriyle
değişme meydana gelmekte, düşünce kullanılmaksızın, bağımsız isabetli bakışla
bir inanç oluşturmaksızm bir değişiklik meydana gelmektedir. İnsan kendi haliyle
başbaşa bırakılsaydı, İslâm'dan başka bir şeyi din olarak seçmeyecekti. Çünkü o,
fıtratın ve aklın dinidir.
"İşte en sağlam din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler."
Yani tevhid dinine tâbi olmak, şeriata ve bozulmamış fıtrata sarılmak şeklinde
emredilen bu yol hiçbir eğriliğin ve sapmanın bulunmadığı en doğru yoldur.
Ancak insanların çoğu bunu hakkıyla bilmezler. Onlar
düşüncelerini kullanmadıkları için ve buna delâlet eden açık burhanlardan ve
doğru bilgilerden istifade etmedikleri için bundan uzak kalmışlardır. Eğer
onlar düşünseler, akıllarını kullansalar ve hakkıyla bilselerdi, tevhid
dininden, İslâm dininden ve O'nun hidayetinden yüz çevirmezlerdi.
"Allah'a yönelenlerden olun. O'ndan korkun. Namazı dosdoğru
kılın. Müşriklerden olmayın." Allah'a yönelerek, O'na yalvararak, O'nun dinine
tâbi olun. Ona yönelip de dünyayı terkettiğiniz zaman emin olup da, Ona ibadeti
terketmeyin. Bilakis O'ndan korkun ve ibadete devem edin, O'nu gözetin, O'na
itaatte ihmalkâr davranmayın ve masiyet işlemeyin. Namazı dosdoğru kılın, yani
namazı şartlarına tam manasıyla uyarak, rükünlerini tam yaparak, huşua ve
Allah'ı tazime riayet ederek kılmaya devam edin.
İman ettikten sonra O'na şirk koşanlardan olmayın. İbadette
Allah'tan başkasını gaye edinmeyin. Bilakis sadece Ona ihlasla ibadet eden,
Ondan başkasını murad etmeyen tevhid ehlinden olun. Halisane ibadet ise Buhari
ve Müslim'in Hz. Ömer'den rivayet ettikleri sahih hadis-i şerife göre "Allah'ı
görür gibi ibadet et. Sen O'nu görmüyorsan da, O seni görüyor." hakikatine
vakıf olarak ibadet etmekdir.
İbni Cerir, Yezid b. Ebî Meryem'den şöyle rivayet ediyor: Hz.
Ömer (r.a.), Muaz b. Cebele uğradı. Hz. Ömer:
- Bu ümmetin temel taşları nelerdir? diye sordu. Muaz:
- Üç şeydir. Bu üçü de kurtarıcı esaslardır:
1- İhlas: Bu,
Allah'ın insanları üzerinde yarattığı bozulmamış fıtrattır.
2- Namaz: Dinin ta kendisidir.
3- İtaat: Günahlardan korunmaktır."
dedi.
Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a.):
- Doğru söyledin, dedi.
Müşriklerin vasıfları ise şöyle anlatılmıştır:
"Sakın dinlerini parça parça edip gruplara ayrılanlardan
olmayın. Her grup kendilerinin sahip olduklarıyla övünür." Yani dinlerini
parçalara bölen, değişik nefsi arzularına göre Allah'a ibadette ihtilafa düşen
ve fıtrat dinini değiştiren, bir kısmına iman edip bir kısmını inkâr eden;
Yahudi, Hristiyan, Mecusî, putperest ve diğer batıl din mensupları gibi çeşitli
gruplara ayrılan kimseler gibi olmayın. Onlardan her grup sahip oldukları
şeyleri beğenir. Doğrunu, kendi yanında olduğunu zanneder. Halbuki onlar
Allah'ın dilediği ve kullarına din olarak seçtiği Hakk'a aykırı olan batıl
üzeri-nedirler.
Bu aynı zamanda İslâm ümmetinin ihtilafa düşmesi
konusunu da içine almaktadır. İslâm ümmeti itikatta ve amelde pek çok grup ve
mezheplere ayrılmıştı. Bunlardan biri -yani Allah'ın kitabına, Rasulü'nün
sünnetine ve Asr-ı Saadet'teki sahabe, tabiîn ve müslüman imamların üzerinde
bulundukları metotlara sımsıkı sarılan Ehl-i Sünnet ve'1-Cemaat mezhebi-hariç
hepsi sapıklıktadır.
Nitekim Hakim'in Müstedrek 'inde rivayetine göre Peygamberimiz
(s.a.)'e bu mezhepler arasında kurtuluşa erecek grubun (Fırka-i Naciye'nin)
hangisi olduğu soruldu. O da: "Bugün benim ashabımın üzerinde olduğu yol
üzerinde olan kimselerdir." diye cevap verdi. [7]
Bir Kısım
İnsanların Bazen Allah'a Yönelmeleri, Bazen Da Ona Şirk
Koşmaları:
33- İnsanlara bir zarar isabet etti mi Rablerine, O'na dönerek
dua ederler. Sonra onlara kendi tarafından bir nimet tattırdığında içlerinden
bir grup Rablerine ortak koşarlar.
34- Böylece kendilerine verdiklerimize nankörlük etmiş olurlar.
Hele zevk ededurun, yakında bileceksiniz!
35- Yoksa biz onlara bir hüccet indirdik de O'na eş tutmalarını
bu mu söylüyor?
36- Ne zaman insanlara bir nimet tattırdıysak, onunla çok sevinirler. İşledikleri günahlar yüzünden başlarına bir kötülük gelince de hemen ümitsizliğe kapılırlar.
37- Onlar, Allah'ın dilediğinin rızkını genişlettiğini,
dilediğinin rızkını da daralttığını görmüyorlar mı? Şüphesiz bunda iman eden bir
topluluk için pek çok ibretler vardır.
Açıklaması:
"İnsanlara bir zarar isabet etti mi Rablerine, O'na dönerek dua
ederler. Sonra onlara kendi tarafından bir nimet tattırdığında içlerinden bir
grup Rablerine ortak koşarlar." Yani insanlara genellikle hastalık veya açlık
gibi bir belâ veya sıkıntı ya da havada, denizde ve karada başlarına bir tehlike
dokunsa; onlar sadece bir olan, hiçbir ortağı olmayan Allah'a yönelerek Ona dua
etmeye, Ona yalvarmaya, Ondan yardım dilemeye başlarlar. Nihayet onlardan
belâyı kaldırıp da onlara nimetlerini bol bol verince onlardan bir grup serbest
durumda Allah'a şirk koşarlar, O'nunla birlikte putlara ve heykellere
taparlar.
Onlar menfaatçi ve çıkarcıdırlar. Menfaat vaktinde veya şiddetli
ihtiyaç zamanında, Allah'a iman eder, sadece O'na dua ederler. Sonra da
Rab-lerini tanımamazlıktan gelirler. Genişlik ve bolluk zamanında O'ndan
yüz-çevirirler. Hatta başkalarını O'na ortak koşarlar. Bu gerçekten çok
şaşılacak ve garipsenecek bir olaydır.
"Böylece kendilerine verdiğimiz nimetlere nankörlük etmiş
olurlar." "Li-yekfurû" kelimesindeki lâm, akıbet lamıdır. Yani onlar sonunda
Allah'ın nimetine nankörlük, Onun lütuf ve ihsanını tanımamak gafletine
düşerler. Bazıları bu fiilin tehdit manasında emir fiili olduğu görüşünü ileri
sürdüler. Bu aynen şu ayet gibidir: "Dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin. "
(Kehf, 18/29). Bundan sonraki emir ifadesi de böyledir:
"Hele zevklenedurun, yakında bileceksiniz." Emir tehdit içindir.
Buradaki emir şu ayetteki emir gibidir: "Dilediğinizi yapın." (Fussilet,
41/40). Yani ey müşrikler, dünyanın zevklerini ve lezzetlerini tadın bakalım.
Dünyanın zevkleri geçici ve yok olmaya mahkûmdur. Allah'a yemin olsun ki bir
yol kesici beni tehdit etse, ondan korkarım. Ya burada tehdit eden, bir şeye "Ol
dediği zaman, dediği oluveren" Allah ise ben ne yaparım?!
Sonra Allah Tealâ müşriklerin hiçbir delil veya hüccet
olmaksızın Allah'tan başkasına ibadet etme hususunda ihtilaf etmelerini
reddederek şöyle buyurdu:
"Yoksa biz onlara bir hüccet indirdik de, Ona eş tutmalaranı bu
mu söylüyor?" Yani biz onlara bu yaptıklarını onaylayan onlara şirk koşmalarını
söyleyen, yahut şirk koşmalarını gösteren, ya da bu konuda şahitlik eden ve
putlara tapma hususunda delil olacak bir kitap ve hüccet mi indirdik?
Bu, inkâr mânâsında soru olup, bunun anlamı, böyle bir şey
olmamıştır, Allah onlara bu söylediklerini kabul eden, bir kitap indirmemiştir,
hiçbir peygamber göndermemiştir. Bu sadece onların icad ettikleri bir şeydir.
Onlar sapıklıklarında gidip gelirler.
Allah Tealâ şirki açık olan müşrikin durumunu beyan ettikten
sonra bunun alt derecesinde olan müşrikin durumunu beyan etti. Bu çeşit
müşrikin, Allah'a ibadeti dünya için olan kendisine dünya malı verince memnun
ve razı olan, vermediği zaman da buğzedip ümitsizliğe kapılan kimse olduğunu
Cenab-ı Hak şöyle açıklamaktadır:
"Ne zaman insanlara bir nimet tattırdıysak, onunla çok
sevinirler. İşledikleri günahlar yüzünden başlarına bir kötülük gelince de
hemen ümitsizliğe kapılırlar." Allah bazı insanlara bir nimet ihsan ettiği
zaman insanlar
bununla şımanr ve şöyle der: "Günahlar benden gitti. Halbuki o
çok şımarık ve gururludur." (Hud, 11/10). Yani insanoğlu kendi kendine şımanr,
başkalarına karşı övünür. Kendisine bir sıkıntı veya kötülük dokunduğu zaman
Allah'ın rahmetinden ümitsizliğe kapılır ve buğzeder. Çünkü kendisine bir
kötülüğün dokunması günahının uğursuzluğu sebebiyle olmuştur.
Dikkat edilirse Allah Tealâ "nimet'i kendi lütfuyla verdiği için
nimetin sebebini zikretmemekte, "azab'ın adaleti gerçekleştirmek için verilmesi
sebebiyle azabın sebebini zikretmektedir.
Bu ifade insanoğlu ve tabiatım yadırgama şeklindedir. Fakat bir
başka ayette, daha önce geçen Hud ayeti akabinde Allah Tealâ sabreden
müminleri istisna ederek şöyle buyurdu: "Ancak sabreden ve salih amel
işleyenler müstesna..." (Hud, 11/11). Nitekim İmam Ahmed ve Müslim'in Su-heyb
(r.a.)'den rivayet ettikleri sahih hadiste buyuruluyor ki: "Mümine hayret
edilir. Allah onun için bir hüküm vermez ki onun için hayır olmasın. Mümine bir
iyilik isabet ederse, şükreder. Bu onun için hayırlı olur. Ona bir sıkıntı
dokunursa, sabreder ve bu onun için yine hayırlı olur."
Daha sonra Allah Tealâ ümitsizliği ve umutsuzluğu kovacak şu
ifadelerle onları uyarmaktadır:
"Onlar, Allah'ın, dilediğinin rızkını genişlettiğini,
dilediğinin rızkını da daralttığını görmüyorlar mı?" Onlar bilmiyorlar mı ve
görmüyorlar mı ki Allah küfür sıfatının varlığına bakmaksızın imtihan olsun diye
kullarından dilediğine geniş rızık verir, iman ve salih amel bulunsa bile,
dilediğine rızkı daraltır. Her iki durumu da hikmetiyle ve adaletiyle meydana
getirip tasarrufta bulunan sadece Allah'tır. Allah iman ve küfür sıfatlarına
bakmaksızın bir topluluğa genişlik verir, bir başka topluluğa da darlık verir.
Zira Allah nezdinde dünya bir sinek kanadına bile denk değildir. Mümin, Allah'ın
kaza ve kaderine razı olan, Allah'ın rahmetinden ümidini kesmeyen kimsedir.
Zira Allah'ın rahmetinden kâfir kavimden başkaları ümit kesmez.
"Şüphesiz bunda iman eden bir topluluk için pek çok ibretler
vardır." Rızkın genişletilmesi ve daraltılması şeklinde zikredilen bu hususlarda
sadık imana açık bir delil, Allah'ın birliğini ve kudretini tasdik eden mümini
her şeyi sadece Allah'a havale etmeye sevkeden bir hüccet bulunmaktadır. [8]
Allah Yolunda
Harcamanın Teşvik Edilmesi, Rızkın Garanti Edilmesi, Haşir Ve
Tevhit:
38- O halde akrabanın, yoksulun ve yolcunun hakkını ver.
Allah'ın rızasını kazanmak isteyenler için bu daha hayırlıdır. İşte onlar
kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.
39- İnsanların mallarının çoğalması için verdiğiniz faiz, Allah
nez-
dinde artmaz. Allah'ın rızasını dileyerek verdiğiniz zekât ise
böyle değildir. İşte onlar sevaplarını kat artıranlardır.
40- Sizi yaratan, sonra rızıklandıran, daha sonra öldüren, sonra
da diriltecek olan Allah'tır. O'na koştuğunuz ortaklar içinde, bunlardan
herhangi bir şeyi yapabilecek biri var mı? Allah onların ortak koştukları
şeylerden münezzehtir, çok yücedir.
Açıklaması:
"O halde akrabanın, yoksulun ve yolcunun hakkını ver." Allah
Tealâ bu kimselere bağışta bulunulmasını emrederek şöyle buyuruyor: Ey
Peygamber! Ey bu Peygamber'e tâbi olun ümmet-i Muhammed! Yakın akrabalara
sıla-i rahim et, onlara iyilikte ve ihsanda bulun. Onlara haklarını ver. Çünkü
onlar kan ve nesep bağının bir parçasıdırlar. Dolayısıyla bunlar insanlar
içerisinde karşılıklı irtibat, karşılıklı ziyaretleşme ve şefkate en layık olan
kimselerdir. Aynı zamanda kendisinin harcayacağı hiçbir şeyi olmayan, ya da
kendine yetecek kadar bir şeyi olmayan yoksul kimseye de, kendi nafakası ve
yolculuk ihtiyaçları için gerekli imkândan uzak olan yolcuya da hakkını ver.
Ulaşım vasıtalarının süratli oluşu yolcunun ihtiyaçlarını ortadan kaldırmamakta,
sadece muhtaç olduğu malî meblağı azaltmaktadır.
İmam Ebu Hanife (r.a.) bu ayeti, geçimini temin etmekten âciz ve
muhtaç olan mahrem akrabaların nafakasını temin etmenin vacip olduğuna hüccet
olarak kabul etmektedir. Görünen odur ki burada adı geçen "hak" zekât değildir.
Sadece iyilik ve yardımlaşma hakkı olabilir. Yakın akrabalara önem verildiği
için, yakın akrabalar yoksul ve yolculardan önce zikredilmiştir. Zira yakın
akrabalara iyilik hem sadaka, hem de sıla-i rahim sevabı kazandırır.
"Allah'ın rızasını kazanmak isteyenler için bu daha hayırlıdır,
işte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir." Amelleriyle halisane bir
şekilde Allah'ın zatını amaçlayan yani O'nun varlığını, O'nun tarafını ve O'nun
sevabını umarak, gösteriş, şan ve şöhrete kapılmadan sadece kıyamet günü
Allah'ın rızasını talep eden kimseler için bu adıgeçen muhtaçlara yaptıkları
bağış ve yardımlar çok hayırlıdır. İşte bunlar dünya ve ahirette kurtuluşa eren,
kazançlı çıkan kimselerdir.
Bu bağışın hayırlı olması ailedeki dayanışma ve müslümanlann
birbirleri arasında yardımlaşma vesilesi olması sebebiyledir. Karşılıklı
dayanışma ve yardımlaşma ile güç elde etme, karşılıklı sevgi, karşılıklı
merhamet ve destek olma fakirlikten, bölünmeden, kin ve kıskançlıktan
kurtulmak mümkündür.
Cenab-ı Hak daha sonra bağış çeşitlerinden ikisini zikretmiştir:
Bunlardan biri Allah nezdinde makbul ve güzel bağış şeklidir. Diğer bağış şekli
Allah nezdinde buğzedilen ve çirkin bağış şeklidir. Çirkin olan bağış şekli
faizdir. Güzel olan bağış şekli ise zekâttır.
Çirkin olan bağış, şu ayette zikredilen bağış şeklidir:
"İnsanların mallarının çoğalması için verdiğiniz faiz Allah nezdinde artmaz."
Yani kim insanların hediye ettiği şeyden daha fazlasını vermeleri için
insanlara bağışta bulunursa, Allah nezdinde bu kimse için hiçbir sevap yoktur.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Daha çoğunu arzulayarak ikramda
bulunma. " (Müddessir, 74/6). Yani daha fazlasını arzu ederek bağışta bulunma.
Bu durum özellikle Peygamberimiz (s.a.) için haramdır, başkalarına ise helaldir.
Lakin bu hususta hiçbir sevap yoktur.
İbni Abbas diyor ki: Faiz iki çeşittir:
- Doğru olmayan, caiz olmayan faizdir. Bu, alış-verişte olan
faizdir.
- Diğeri hiçbir mahzuru
olmayan faizdir (aslında buna faiz bile denemez). Bu, bir kimsenin daha
fazlasını, kat kat ziyadesini elde etmek mura-dıyla hediye vermesidir.
İbni Abbas daha sonra bu ayeti okur: "İnsanların mallarının
çoğalması için verdiğiniz faiz Allah nezdinde artmaz."
Bu görüşün benzeri İkrime, Dahhak, Mücahid, Katade, Muhammed b.
Ka'b ve Şa'bî'den rivayet edilmiştir.
Sahibinin sevaba nail olacağı güzel bağışa gelince, bu Cenab-ı
Hakk'ın buyurduğu gibi zekâttır. "Allah'ın rızasını dileyerek verdiğiniz zekâta
gelince, zekât verenler sevaplarını kat kat artıranlardır." Yani sadece
halisane bir şekilde Allah'ın rızasını hedefleyerek sadaka veren kimseye Allah
Tealâ
nezdinde kat kat sevap ve üstün mükâfat vardır.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Kim Allah'a güzel bir
şekilde borç verirse, Allah bunu kat kat artırır." (Bakara, 2/245). Yine bir
başka ayette şöyle buyurmaktadır: "Kim Allah'a güzel bir şekilde borç verirse,
Allah ona kat kat sevap verir. O kimse için değerli bir ecir vardır."
(Hadid,
57/11).
Sahih hadiste şöyle buyurmaktadır: "Kim helâl kazançtan bir
hurma değerinde bir sadaka verirse, Rahman bunu kudret eliyle alır ve tıpkı
sizden birinizin tayını ya da deve yavrusunu geliştirmesi gibi, bunu sahibi
için geliştirir. Nihayet bir hurma Uhud dağından daha büyük olacaktır." [9]
Allah Tealâ daha sonra, geçen hükmü, ziyade ve nemanın her insan
için belirlenmiş rızkına dahil olduğu şeklindeki ayette tekid etmektedir:
"Sizi yaratan, sonra rızıklandıran, daha sonra öldüren, sonra da
diriltecek olan Allah'tır." Yani yaratıcı olan insana doğumdan ölüme kadar
rızık veren, sonra da bu hayatın sonunda öldüren, daha sonra kıyamet günü haşr
için dirilten Allah'tır.
"O'na ortak koştuğunuz ortaklarınız içinde, bunlardan herhangi
bir şeyi yapabilecek biri var mı?" Yani sizin Allah'tan başka tapındığınız
tanrılarınızdan bunlardan bir şeyi -yani yaratma, rızık verme, öldürme ya da
diriltme fiillerinden birini- yapacak biri var mı? Elbette ki hayır. Onlardan
hiçbiri, bunlardan hiçbir şeyi yapamazlar. Yaratma, rızık verme, diriltme ve
öldürme yalnızca Allah'a aittir. Sonra Allah kıyamet günü bütün mahlûkatı
diriltecektir. Bunun için şöyle buyurmaktadır:
"Allah onların ortak koştukları şeylerden münezzehtir, çok
yücedir." Yani Allah kendisinin ortağı, benzeri, dengi çocuğu veya babası
olmaktan çok uzak, çok üstün ve çok yücedir. Bilakis O birdir, tektir, hiçbir
kimseye ihtiyacı olmayandır. Bu ortakları putperestlere izafe etmesinin sebebi,
onların putlarını "tanrı", ve "ortak" diye adlandırmaları ve mallarından bir
kısmım putlara tahsis etmeleridir.
Gayet iyi anlaşılmaktadır ki Allah Tealâ bu ayette iki ana
esası; haşr (mahşer yerinde toplanma) ve tevhid (Allah'ın birliği) esasını
birarada toplamıştır. Haşr "size hayat verir" ifadesiyle yani mahlûkatın ilk
yaradılışına muktedir olması deliliyle, tevhid ise "O'a ortak koştuğunuz
ortaklarınız içinde, bunlardan herhangi birini yapabilecek biri var mı?"
ayetiyle isbat edilmektedir. [10]
Bozguncuların Ve
Kâfirlerin Cezası, Müminlerin
Mükâfatı
41- İnsanların kendi
elleriyle işledikleri yüzünden karada ve denizde fesat ortaya çıkmaktadır.
Allah da belki dönerler, diye yaptıklarının bir kısmının karşılığını böylece
kendilerine tattırır.
42- De ki: 'Yeryüzünde
gezip dolaşın da öncekilerin akıbeti nasıl olmuş, bir bakın. Onların çoğu
Allah'a ortak koşan kimselerdir."
43- Allah tarafından
gelecek olan ve hiçbir kimsenin karşı çıkamayacağı o gün gelmeden önce yüzünü
dosdoğru dine çevir. O gün insanlar bölük bölük ayrılacaklardır.
44- Kim inkâr ederse, inkârı kendi aleyhinedir. Kim de salih
amel işlerse, kendilerine güzel bir yer hazırlamış olurlar.
45- Böylece Allah iman
edip salih amel işleyenleri lütfuyla mükâfatlandıracaktır. Zira O kâfirleri
sevmez.
Açıklaması:
İnsanların küfür, zulüm, mukaddes emirlerin çiğnenmesi, Hak dine
karşı çıkılması, gizli ve açık yerlerde Allah Tealâ'nın emir-nehiylerinin
dikkate alınmaması, insan haklarına tecavüz edilmesi, başkalarının malının
haksız olarak yenilmesi gibi masiyet ve günahlarının uğursuzluğu sebebiyle;
bariz noksanlıklar, itidalden sapma, zararlı şeylerin çokluğu, yararlı şeylerin
azlığı, ekinlerin, canların ve meyvelerin bereketsizliği, az yağmur yağması,
kuraklık, kıtlık ve çölleşmenin çokluğu bütün dünyayı kaplamıştır. Allah da
belki sapıklıklarından ve isyanlarından dönerler, diye insanların masiyet ve
günahlar gibi kötü işlerinin ve amellerinin bir kısmının karşılığını böylece
onlara tattırır.
Daha sonra, Allah Tealâ bozgunculuğun ortaya çıkmasına karşılık
önceki ümmetlere verilen cezanın benzeriyle tehditte bulunarak şöyle
buyurdu:
"De ki: Yeryüzünde gezip dolaşın da öncekilerin akıbeti nasıl
olmuş, bir bakın." Yani ey Rasulüm! Bozgunculuk çıkaranlara ve müşriklere şöyle
de: Ülkelerde dolaşın. Sizden öncekilerin acı kaderini ve Allah'ın önceki
ümmetleri nasıl helak ettiğini, inkarcılıkları ve kötü amelleri sebebiyle
onlara kötü azabı nasıl tattırdığını düşünün. Peygamberleri yalanlamak ve
nimetlere nankörlükten dolayı başlarına gelenlere bakın... Helak olma,
çoğunlukla Allah'a açık şirk koşma sebebiyle meydana gelmektedir. Fasıklık ve
hakka muhalif olma sebebiyle cumartesi gününe hürmet etmeyen Yahudilere
yapıldığı gibi, helak edilme şirk dışında bir sebeple de meydana gelebilir.
Keşşaf tefsiri sahibi diyor ki: "Onların çoğu Allah 'a şirk
koşan kimselerdi" ayeti onların yok olmasına sadece şirkin sebep olmadığına,
ondan daha basit olan isyanların da bunun sebebi olduğuna delâlet etmektedir. [11]
Onların azaba uğramalarının sebebi genellikle Rablerin
ayetlerini inkâr etmeleri ve peygamberlerini yalanlamalarıdır. Bu, hükümlerin
mutlaka sebeplere bağlı olduğuna ve ilâhî cezada adalete riayet edildiğine
delildir.
Cenab-ı Hak şirk, sapma ve bozgunculuk olayları ile bunların
sonucunun beyan edilmesi, kâfirin içinde bulunduğu durumdan nehyedilmesin-den
sonra buna karşılık istikamet halini zikretti ve mümine görevini emredip şöyle
buyurdu:
"Allah tarafından gelecek olan ve hiçbir kimsenin karşı
çıkamayacağı o gün gelmeden önce yüzünü dosdoğru dine çevir." Yani ey Rasul! Ey
bu Pey-gamber'e tâbi olan müminler topluluğu! Allah'ın taatinde doğru çizgiye,
istikamete koş, hayırlara koş. Hiçbir kimsenin reddedemeyeceği, engel
olamayacağı; ama mutlaka meydana gelecek kıyamet günü gelmeden önce bütün
varlığını amelde ihlasla doğru dine, yani doğruluğun zirvesindeki dine -İslâm
dinine- çevir. Zira Allah kıyametin gelişini ezelde yazmış, takdir etmiştir.
Allah'ın takdir ettiği ve meydana gelmesini murad ettiği kıyamet gününü
reddedecek hiçbir kimse yoktur ve kıyamet mutlaka meydana gelecektir.
Bu gün, insanların amellerine göre gruplara ayrıldığı gündür.
Bir grup cennette, diğer bir grup alevli ateştedir.
Allah Tealâ daha sonra her gruba verilen karşılığın ameline ve
fiilinin sonucuna göre olacağını beyan ederek şöyle buyurdu:
"Kim inkar ederse, inkârı kendi aleyhinedir. Kim de salih amel
işlerse, kendilerine güzel bir yer hazırlamış olurlar." Yani kim Allah'ı,
kitaplarını ve peygamberlerini inkâr eder ve ahiret gününü yalanlarsa; küfrünün,
suçunun ve günahının vebali ve akıbeti onun üzerinedir. Kim Allah'a,
kitaplarına, peygamberlerine ve öldükten sonra dirilişe iman eder, salih
ameller işler, emrettiği hususlarda Allah'a itaat eder, nehyettiği hususlardan
sakınırsa kendine rahat, müreffeh, lüks bir yer, geniş bir mesken ve daimî bir
istirahat yeri hazırlamış olur.
Cenab-ı Hak 44. ayette "kim iman ederse" dememiş, "kim salih
amel işlerse" demiştir. Zira makbul salih amel, ancak imandan sonra olur. Ayrıca
iman salih amelle kemal bulur. Bunun özellikle zikredilmesi mükellefi buna
teşvik etmek içindir. Küfre gelince, küfrün yanında amelin bir değeri ve
ağırlığı yoktur. Amellere verilen karşılığın farklılık sebebi Cenab-ı Hakk'ın şu
ayette belirttiği husustur:
"Böylece Allah iman edip salih amel işleyenleri lütfuyla
mükâfatlandı-racaktır. Zira o kâfirleri sevmez." Yani mükâfatı veren benim. O
halde mükâfat nasıl olur? Onlar iki gruba ayrılırlar. O halde nasıl mükâfata
nail olurlar? Ben salih amel işleyen müminlere lütuf ve ihsanımla karşılık
veririm. Dolayısıyla ben bir haseneye on mislinden yediyüz misline kadar,
hatta dilediğimi kadar karşılık veririm. Kâfirlere gelince, hiç şüphesiz Allah
onlara buğzeder ve onları cezalandırır. Fakat o hiç haksızlık bulunmayan âdil
bir cezadır. Bu bir tehdit ve korkutmadır.
"Onun lütfuyla" ifadesi hiçbir kimsenin amelinin azlığı ve
basitliği sebebiyle asla cennete kendi ameliyle giremeyeceğine, sadece Allah
Tealâ'nın lütfuyla cennete girebileceğine delâlet etmektedir.
Görüldüğü gibi Allah Tealâ küfür ve imanı yar'adümış kula isnad
ettiğinde önce kâfiri zikretmekte ve şöyle buyurmaktadır: "Kim inkâr ederse
inkârı kendi aleyhinedir." Allah Tealâ mükâfatı kendi nefsine isnad ettiğinde,
ikram ve rahmeti ortaya çıkarmak için önce mümini zikretmekte ve şöyle
buyurmaktadır: "Böylece Allah iman edip salih amel işleyenleri lütfuyla
mükâfatlandıracaktır." Sonra da şöyle buyurmaktadır: "Zira o kâfirleri sevmez."
[12]
Rüzgârlar Ve
Yağmurlarla Allah'ın Kudretine Ve Birliğine Delil
Getirilmesi:
46- Size rahmetini tattırması, ilâhî emriyle gemileri
yürütmesi, lütfundan rızık aramanız ve dolayısıyla şükretmeniz için
rüzgârları müjdeleyiciler olarak göndermesi O'nun kudretinin
delillerindendir.
47- Şüphesiz ki biz
senden önce peygamberleri kendi kavimlerine gönderdik. Peygamberler de
kavimlerine apaçık mucizeler getirdiler (ama kavimleri iman etmediler). Biz
de suç işleyenleri cezalandırdık. Müminlere yardım etmek ise bizim üzerimize
hak olmuştur.
48- Rüzgârları gönderip
onlarla bulutları yürüten, gökte bulutları dilediği gibi yayan ve parça parça
ayıran Allah'tır. Derken bunların arasından yağmurun çıktığını görürsün. Artık
onu kullarından dilediğine nasip ettiği zaman bundan memnun olurlar.
49- Halbuki onlar
üzerlerine yağmur indirilmeden önce ümitsizliğe kapılmışlardı.
50- Allah'ın rahmetinin eserlerine bir bak! O yeryüzüne
ölümünden sonra nasıl canlılık veriyor? O elbette ölüleri de böyle
diriltecektir. O her şeye kadirdir.
51- Yemin olsun ki eğer bir rüzgâr göndersek de bitkileri
sararmış halde görseler mutlaka bunun ardından inkâra başlarlar.
Açıklaması:
Allah Tealâ bereketli yağmurun gelişini müjdelemek üzere
rüzgârları göndermek suretiyle mahlûkata olan nimet ve lütfunu zikrederek şöyle
buyurmaktadır:
"Size rahmetini tattırması, ilâhî emriyle gemileri yürütmesi,
lütfundan rızık aramanız ve dolayısıyla şükretmeniz için rüzgârları
müjdeleyiciler olarak göndermesi O'nun kudretinin delillerindendir."
Allah Tealâ'nın birliği, kudreti, nimetlerinin delillerinden ve
kainattaki ayetlerinden biri O'nun varlıktaki her şeye hakim ve hükümran
olmasıdır. Bu sebeple O hayrı, bereketi ve kurumuş topraklara can verecek,
ekinleri bitirecek, meyveleri çıkartacak yağmuru müjdeleyici olarak rüzgârları
gönderir. Bu, insanlara indirdiği ve kullara ve beldelere canlılık verdiği
yağmurla rahmetinin eserlerinden bir kısmını insanlara tattırmak için, rüzgârla
denizlerde gemileri yürütmek için, kazanç ve geçim temini için beldeler ve
ülkelerde seyahat etme ve ticaret yapma imkânı vermek için, Allah'ın
sayılamayacak ve tesbit edilemeyecek kadar çok, açık ve gizli nimetlerden
ihsanda bulunduğu nimetlerine karşı Allah Tealâ'ya şükretmek içindir. Nitekim
bir başka ayette şöyle buyurulmaktadır: "Allah'ın nimetlerini saysanız da
bitiremezsiniz." (İbrahim, 14/34).
Cenab-ı Hak daha sonra kulu ve Rasulü Hz. Muhammed (s.a.)'e
tesellide bulunarak şöyle buyurdu:
"Şüphesiz ki biz senden önce peygamberleri kendi kavimlerine
gönderdik. Peygamberler de kavimlerine apaçık mucizeler getirdiler (ama
kavimleri iman etmediler). Biz de suç işleyenleri cezalandırdık. Müminlere
yardım etmek ise bizim üzerimize hak olmuştur."
Ey Rasulüm! Kavminden pekçok kimseler seni yalanlasalar da sen
yalanlanan ilk kimse değilsin. Senden önceki peygamberler ümmetlerine
getirdikleri ve kendilerinin Allah nezdinden gelen elçiler olduklarına delâlet
eden açık delilleri ortaya koymalarına rağmen yine de yalanlanmışlardı. Kavminin
seni yalanlaması gibi, onlar da kendi peygamberlerini yalanladılar. Bunun
üzerine Allah peygamberleri yalanlayan ve onlara karşı çıkanları cezalandırdı.
Allah'ı ve peygamberlerini tasdik eden müminleri korudu. Bir şeye uygulanan
hüküm aklî ve şer'î kıyasla benzerine de aynen uygulanır. Böylece kavminin
içinden kâfir olanlarına verilecek ceza önceki kavimlerin cezası gibi
olacaktır.
Özetle, Allah Tealâ Allah'ın birliği ve öldükten sonra diriliş
esaslarını isbat ettikten sonra üçüncü temel esas olan peygamberlik esasını
zikretti.
Cenab-ı Hak daha sonra müminlerin zaferle ve yardımla teyid
edilecekleri ve bunun Allah'ın müminlere bir ikram ve lütuf olarak yüce zatına
vacip kıldığı bir hak olduğu şeklindeki umumî prensibi bildirdi. Bu aynen şu
ayet gibidir: "Rabbiniz kendi nefsine, rahmette bulunmayı takdir etti." (Enam,
6/54). Bu ayette kâfirlerin yenilgiye uğrayacakları tehdidi ve müminlerin
zaferle müjdelenmesi vaadi ifade edilmektedir.
İbni Ebî Hatim, Taberanî, Tirmizî ve İbni Merdüveyh, Ebu'd-derdâ
(r.a.)'den Peygamberimiz (s.a.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Din
kardeşinin ırzını koruyan hiçbir müslüman yoktur ki kıyamet günü onu cehennem
ateşinden korumak Allah'ın üzerine bir hak olmasın." Efendimiz (s.a.) sonra şu
ayeti okudu: "Müminlere yardım etmek bizim üzerimize bir hak olmuştur." (Rum,
30/47).
Allah Tealâ bundan sonra yağmurun döküldüğü bulutun yaratılış
şeklini beyan ederek şöyle buyurdu:
"Rüzgârları gönderip onlarla bulutları yürüten, gökte bulutları
dilediği gibi yayan ve parça parça ayıran Allah 'tır." Yani rüzgârları
hikmetine uygun olarak ve iradesinin gereği olarak istenilen yöne yürüten,
rüzgârlarla bulutları harekete geçiren ve sessizlikten sonra onları yürüten,
gökyüzünde yayan, toplayan ve yoğunlaştıran, azdan çok kılan, sonra da onları
değişik hacimlerde parça parça kılan bazan hafif bulutlar, bazan da deniz
tarafından rutubetle dolu, su zerrecikleriyle ağırlaşmış bulutlar kılan
Allah'tır.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Rahmetinin önünde
müjdeci olarak rüzgârları gönderen Allah'tır. Rüzgârlar yağmur yüklü bulutları
taşıdığında onu ölü bir memlekete gönderir, su indirir ve onunla her türlü
ürünü yetiştiririz. Ölüleri de bunun gibi diriltip çıkarırız. Belki bundan ibret
alırsınız." (A'raf, 7/57).
"Derken bunların arasından yağmurun çıktığını görürsün. Artık
onu kullarından dilediğine nasip ettiği zaman bundan memnun olurlar." Yağmurun
veya damlaların bu bulutun ortasından çıktığını görürsün. Allah bu yağmuru
iradesiyle bazı kullarına ve bazı beldelere indirdiği zaman buna ihtiyaç
duydukları için bunun kendilerine inmesine ve ulaşmasına sevinirler.
"Min hilâlihi: Bunun esnasında" kelimesindeki zamir görüldüğü
gibi buluta râcidir. Zira söz konusu edilen odur.
"Halbuki onlar üzerlerine yağmur indirilmeden önce ümitsizliğe
kapılmışlardı. " Onlar bu yağmurun yağmasından önce, yağmurun indirilmesinden
ümitsiz iken Allah onların üzerlerine bu yağmuru indirir. Böylece yağmasından
neredeyse tamamen ümit kestikleri bu yağmurun ansızın yağması sebebiyle
sevinçleri gönüllerinde çok tesirli olmuştu. "Kablihi" kelimesinin tekrarı
tekid içindir.
Ayetin toplu manası şöyledir: Onlar bu yağmur yağmadan önce ona
muhtaç idiler. Onlar yağmuru gözetliyorlardı. Yağmur gecikmişti. Yağmurdan ümit
kestikten sonra yağmur ansızın geldi. O kurak çorak arazileri her çeşit güzel
bitkilerle yemyeşil oldu.
"Allah'ın rahmetinin eserlerine bir bak! O yeryüzüne ölümünden
sonra nasıl canlılık veriyor?" Yani ey Rasulüm! Ey O'na tâbi olanlar! Allah'ın
rahmetinin eserlerinden bir eser olan yağmura; incelemek, basiretle bakmak ve
delil olarak kabul etmek için bakın. Yağmurun, Allah'ın geniş rahmetine ve
muazzam kudretine delâlet edecek şekilde bitki, ekin ve ağaçlara canlılık vermek
için nasıl sebep olduğuna bak.
Allah Tealâ bununla öldükten, ayrıldıktan ve parçalandıktan
sonra cesetlere hayat verilmesine dikkat çekerek şöyle buyurdu: "O elbette
ölüleri de böyle diriltecektir. O her şeye kadirdir." Yani bunu yapan, ölüleri
dirilt-
meye de muktedirdir. Ya da kuruduktan sonra yeryüzüne yeşillik
ve bitki ile canlılık veren, ölüleri diriltmeye de kadirdir. Sadece Allah her
şeye sonsuz kudret sahibidir. Ne yerde, ne de gökte; ister ilk defa yaratma,
isterse tekrar diriltme hususunda olsun hiçbir şey O'nu âciz bırakamaz. Nitekim
Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle buyurmaktadır: "Çürümüş kemikleri kim
yaratacak? dedi. De ki: Onları ilk defa yaratan diriltecektir?" (Yasin,
36/78-79).
Allah Tealâ daha sonra kâfirlerin kötü durumunu, iyilik ve
güzellikleri görmezlikten geldiklerini, aynı metod üzere sebatkâr olmadıklarını
beyan etmektedir. Dolayısıyla kâfirlerin iyilikle sevindiklerini, sonra da
kötülüklerle karşılaştıklarında iyiliklerden ümitlerinin kesildiğini
görürsünüz.
"'Yemin olsun ki, eğer bir rüzgâr göndersek de bitkileri
sararmış halde görseler mutlaka bunun ardından inkâra başlarlar." Yani Allah'a
yemin olsun ki, eğer biz bitki, ekin ve meyvalara zararlı, ya da zehirli, sıcak
yahut soğuk bir rüzgâr göndersek de bu ekinlerin sararmış olduğunu, yeşillikten
sonra bozulmaya meylettiğini görünce, bu sevinç ve sürürdan sonra Allah'ın
kendilerine ihsan ettiği nimetleri inkâr etmeye, nankörlük yapmaya başlarlar. [13]
Hz. Peygamber
(S.A.)'İn, Davetinden Yüzçevrilmesine Karşı Teselli
Edilmesi:
52- Sen hiç şüphesiz ölülere duyuramazsın. Arkalarını dönüp
giden sağırlara da (bu daveti) duyura-
53- Sen kör olanları sapıklıklarıntan kurtarıp hidayete
erdiremezsin. Sen (davetini) ancak müslüman olarak ayetlerimize iman edenlere
duyurabilirsin.
Açıklaması:
"Sen hiç şüphesiz ölülere duyuramazsın. Arkalarını dönüp giden
sağırlara da duyuramazsın."
Ey peygamber! Tevhid ve diriltmeye kadir olma delillerini beyan
ettikten, müşrikleri tehdit edip vaidde bulunduktan sonra, müşriklerin senin
davetinden yüzçevirmelerinden dolayı üzülme ve telaşa kapılma. Çünkü sen ölülere
bir şey anlatamazsın, ya da onların ibret alma ve düşünme amacıyla seni
dinlemelerini temin edemezsin. Sen bu davetini işitmeyen ve aynı zamanda bununla
birlikte sana arkalarını dönen, senin sözüne ve hidayetine yönelmeyen sağır
kimselere de bu davetini duyuramazsın.
Onlar dış görünüş itibariyle işitmelerine rağmen kabirlerdeki
ölülere benzerler. Hidayet yollarını kapattıkları ve Hak sözü duymamak için
arkalarını döndükleri ve seni anlamak ve idrak etmeye istidatları da
bulunmadığı için işitme duyusunu kaybeden sağırlar gibidir. Onlar aynı zamanda
körlere benzerler. Nitekim şöyle buyurulmaktadır:
"Sen kör olanları sapıklıklarından kurtarıp hidayete
erdiremezsin." Yani hakkı görmeyenleri hidayete erdirmek ve onları
sapıklıklarından çevirmek senin gücünün yeteceği şeyler değildir. Hidayete
erdirmek Allah'a aittir. Zira O, kudretiyle dilerse ölülere dirilerin seslerini
işittirir. Dilediğini hidayete erdirir, dilediğini saptırır. Bu O'ndan başka
hiçbir kimsenin hakkı değildir. Bu sebeple Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur:
"Sen ancak müslüman olarak ayetlerimize iman edenlere
duyurabilirsin. " Yani ey Rasulüm! Sen istifade etmeye sebep olacak bir
duyuruyu, sadece Kur'an'ı ve Kur'an'ın ihtiva ettiği tevhid delillerini ve
herşeye muktedir olan ilâhî kudretin delillerini tasdik eden mümin kişiden
başkasına yapamazsın. Mümin Allah'ın ayetleri kendisine okunduğu zaman bunları
düşünür ve anlar; bunlara yönelir, bu ayetlerde yer alan hususlarla amel eder,
nehyedilen hususlardan da uzaklaşır. Bunlar müminlerdir. Yani emrettiği ve
nehyettiği hususlarda Allah'a itaat eden, emrine icabet edip boyun eğen
kimselerdir. Onlar Hakkı duyan ve Ona tâbi olan kimselerdir. [14]
İnsan Hayatının
Merhaleleri:
54- Sizi bir zaaftan yaratan, sonra diğer bir zaafın ardından
size kuvvet veren, sonra kuvvetin ardın-
dan tekrar güçsüzlük ve yaşlılık veren Allah'tır. O, dilediğini yaratır. O her
şeyi gayet iyi bilen, her şeye kadir olandır.
Açıklaması:
"Sizi bir zaaftan yaratan, sonra diğer bir zaafın ardından size
kuvvet veren, sonra kuvvetin ardından tekrar güçsüzlük ve yaşlılık veren
Allah'tır."
Yani insanın yaradılışının çeşitli merhalelerinde, bir halden
diğerine geçmesini takdir eden Allah'tır. O, insanın aslını topraktan, sonra
nutfeden, sonra kan pıhtısından, sonra da et parçasından kılmıştır. Daha sonra
onun kemiklerini meydana getirmiş, sonra kemiklere et giydirmiş ve buna ruhu
üflemiştir. Sonra da onu annesinin karnından zayıf, güçsüz, kuvvetsiz olarak
çıkartmıştır.
Ayette geçen "min da'fin" kelimesi onu başlangıçta zayıf olarak
yarattı demektir.
İnsanoğlu yavaş yavaş büyür, önce çocuk olur. Sonra bulûğ
çağındaki bir genç olur. Gençlik devresi, güçsüzlükten sonraki kuvvet
devridir.
Daha sonra da yetişkinlikten itibaren yaşlılığa ve ihtiyarlığa
doğru giden güçsüzlük devri gelir. Bu devir de kuvvetten sonraki güçsüzlük
devridir. Artık gayret ve hareketlilik zayıflar, görünen ve görünmeyen vasıflar
değişmeye başlar.
Bu bir halden diğerine geçiş, değişim ve tedricî gelişim
yaratıcı ilâhî kudrete delildir ve müşriklerin inkâr ettikleri öldükten sonra
dirilişin burhanıdır. Zira bu değiştirmeye ve geliştirmeye muktedir olan ilk
hayata aynı şekilde çevirmeye de muktedirdir. Kudreti mükemmel ve ihatalı olan
birini insanın nisbî kudretiyle karşılaştırmak doğru değildir. Ne ilk
yaratılışta, ne de tekrar iade edilmede hiçbir şey Onu âciz bırakamaz.
"O dilediğini yaratır. O her şeyi gayet iyi bilen, her şeye
kadir olandır." Yani o dilediği şeyi yapar. Güçsüzlük, kuvvet, ilk defa yaratma,
diriltme gibi dilediği her şeyi vareden ve eşsiz bir şekilde yaratandır.
Kullarında dilediği şekilde tasarrufta bulunur.
O mahlûkatının idaresini tam bir ilimle gayet iyi bilen,
dilediğine mükemmel ve ihatalı bir kudretle muktedir olandır. Onun kudretinin
eserlerinden biri insanlara hayat vermek, öldürmek, sonra dilediği zaman onları
yeniden diriltmektir. [15]
Öldükten Sonra
Diriliş Durumları Ve Bunların Dünya Halleriyle
Karşılaştırılması:
55- Kıyamet koptuğu gün günahkârlar dünyada kısa bir zamandan
fazla kalmadıklarına yemin ederler. Onlar (dünyada haktan) böyle
döndürülüyorlardı.
56- Kendilerine ilim ve iman verilenler de: "Şüphesiz sizler
Allah'ın takdir ettiği dirilme gününe kadar kaldınız. İşte bu da yeniden diriliş
günüdür. Fakat siz bunu bilmiyordunuz." derler.
57- Artık o gün zalimlere mazeretleri fayda vermez. Artık
kendilerinden (Allah'ı hoşnut edecek şeylere) dönmeleri de istenmez.
Açıklaması
"Kıyamet koptuğu gün günahkârlar dünyada kısa bir zamandan fazla
kalmadıklarına yemin ederler." Yani kıyamet koptuğu ve Allah'ın insanları
kabirlerinden çıkarıp dirilttiği, insanların müddeti uzun, büyük ve korkunç
olaylara maruz kaldığı gün, günahkâr kâfirler dünyada ya da kabirlerde bir
saatten fazla, yani kısa bir zamandan fazla kalmadıklarına yemin ederler.
Bununla kendileri aleyhlerine hüccet ortaya konulmaması amacını gütmektedirler.
Onlar kendilerinin içinde bulundukları ihmallerini mazur göstermek için dünyada
makul bir süre bekletilmediklerine yemin ederler.
Bu ifade dünyanın müddeti ne kadar uzun olursa olsun ahiretle
karşılaştırıldığı zaman dünyanın müddetinin kısalığına ve kötü akıbetle
uyarılan kimselerin yaşadıkları müddeti azımsadıklarma, kendilerine hayır
va-adedilen kimselerin ise yaşadıkları müddet ne kadar kısa olursa olsun, bu
müddeti çok görmektedirler: "Sanki onlar dünyayı gördüklerinde dünyada bir akşam
ya da kuşluk vakti kalmış gibidirler." (Naziat, 79/46).
"Onlar böyle döndürülüyorlardı." Onlar dünyada kalma müddeti
hakkında hakikati ve gerçeği takdir etmede bu şekilde haktan yüzçevirdikleri
gibi haktan batıla, doğruluktan yalancılığa döndürülmektedirler.
Bununla anlatılmak istenen husus: Onların kısa bir zamandan
fazla kalmadıklarına dair sözlerinde ve yalan üzerine yemin etmelerinde
yalancıdırlar. Onlar dünyanın ziynetine, metaına ve süsüne aldanmışlardır.
Bu-
nu bildikleri zaman, bu onları inatçılığı terketmeye ve hak
yoluna girmeye sevkedebilir.
Buna göre onların küfürde ısrar etmeleri, Hakk'ı düşünmekten,
öldükten sonra dirilişe ve ahiret gününe inanmaktan yüzçevirmeleri
sebebiyledir.
Cenab-ı Hak kıyamet sahnesinde müminlerin kâfirlere verecekleri
cevabı zikrederek şöyle buyurdu:
"Kendilerine ilim ve iman verilenler de: "Şüphesiz sizler
Allah'ın takdir ettiği dirilme gününe kadar (dünyada) kaldınız." derler." Yani
ahireti bilen müminler kendilerinin dünyada kısa bir zamandan fazla
kalmadıkları görüşünde olan ve buna yemin eden, öldükten sonra dirilişi inkâr
edenlere şöyle cevap verirler: Sizler hiç şüphesiz Allah'ın ilmi ve hükmünde
yaratıldığınızdan dirildiğiniz zamana kadar dünyada uzun müddet kaldınız.
Bu ayette bilgi sahibi olan müminin dünyada bekleme müddetini
çok gördüğüne işaret edilmektedir. Zira mümin cennet nimetlerini ve cennette
ebedi kalmaya hasret olup akıbetin cennet olduğunu gayet iyi bilmekte,
dolayısıyla dünyadaki müddeti çok uzun saymakta, gecikme istememektedir.
"işte bu da yeniden diriliş günüdür. Fakat siz dünyada
bunu bilmiyordunuz, derler." Yani siz dirilişi inkâr eden kimselerseniz, işte
inkârı imkânsız olan ve gerçekleşen diriliş günü. Bununla sizin dirilişi inkâr
etmenizin asılsız olduğu ortaya çıkmaktadır. Ancak sizin görüşünüzdeki
ihmalkârlığınız ve bunun sabit olduğuna dair delillerden gafil olmanız
sebebiyle, bunun meydana çekecek bir hak olduğunu
bilmiyorsunuz.
"Artık o gün zalimlere mazeretleri fayda vermez. Artık
kendilerinden (Allah'ı hoşnut edecek şeylere) dönmeleri de istenmez." Yani
kıyamet günü o kâfir zalimlerin yaptıklarından özür veya mazeret dilemeleri
fayda vermeyecek, onların tevbe etmeleri kabul edilmeyecektir. Zira tevbe
zamanı, amel vakti olan dünya hayatıdır. Âhirete gelince, ahiret amel vakti
değil, amellerine karşılık verilmesi vaktidir.
"Artık kendilerinden (Allah'ı hoşnud edecek şeylere)
dönmeleri de istenmez." yani onlardan suçun tesirini giderecek tevbe ve itaat
talep edilmez. Zira bu kabul edilmeyecektir. Onlar günahlarına karşılık
ayıplanmayacak, sadece cezaya uğrayacaklardır. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle
buyurmaktadır: "Onlardan Allah'ı hoşnut edecek şeyler istense bile onlar bunu
yapamayacaklardır." (Fussilet, 41/24). Zira onların durumları içinde bulunduğu
durumdan dönen ve hoşnutluk isteyen kimsenin durumu değildir. [16]
Akide
Delillerini Beyan Etme Hususunda Kur'antn Metodu, Peygamberimiz (S.A.)'E
Eziyetlere Karşı Ve Davet Yolunda Sabretmenin
Emredilmesi:
58- Şüphesiz ki biz bu Kur'an'da insanlara her türlü misali
verdik.
Yemin olsun ki, sen onlara bir ayet getirsen inkâr edenler,
mutlaka:
"Siz ancak batılla uğraşıyorsunuz." (hakkı) rin kalplerini böyle
mühürler.
60- Sen sabret. Şüphesiz Allah'ınvaadi haktır. Kesin bir imana
sahip olmayanlar seni hafifliğe (sabırsızlığa) düşürmesin.
Açıklaması:
"Şüphesiz ki biz bu Kur'an'da insanlara her türlü misali
verdik." Yani biz onlara gerçeği beyan edip açıkladık ve Hakk'ı anlayıp ona
uymaları için yaratıcının birliğine, öldükten sonra dirilişe ve Rasulullah
(s.a.)'in doğruluğuna delâlet eden misalleri verdik. Allah'a daveti tebliğ
etmede Rasulullah (s.a.) tarafından hiçbir kusur meydana gelmemiştir. İnsanlar
bundan sonra bir şey talep ederlerse bu inatçılık olur. Zira kim bir delili
yalanlamayı önemsiz görürse inançsızlık ve inatçılıkla bütün delilleri
yalanlamak ona zor gelmeyecektir. Bunun için Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur:
"Yemin olsun ki, sen onlara bir mucize getirsen inkâr edenler,
mutlaka: "Siz ancak batılla uğraşıyorsunuz." derler."
Yani Allah'a yemin olsun ki, onlar ister kendilerinin, isterse
başkalarının teklifiyle olsun hangi mucizeyi görürlerse görsünler, bu
mucizelere iman etmezler, bunun sihirbazlık ve batıl olduğuna inanırlar. Ey
peygamber ve ey müminler! Siz batılı ortaya koyan ve buna tâbi olan batıl,
hükümsüz bir topluluksunuz, derler.
Bu tıpkı onların ayın ayrılması v.b. mucizelerde söyledikleri
şekildedir: "Kendileri üzerine Rablerinin hükmü gerçek olan kimseler acıklı bir
azab görmedikçe hangi mucize gelirse gelsin onlar iman etmezler." (Yunus,
10/96-97).
Onların inatçılıkla ve kibirlilikle imandan yüzçevirmeleri
Cenab-ı Hakk'ın buyurduğu gibi kalplerinin damgalanmasına sebep olmuştur:
"İşte Allah (hakkı) bilmeyenlerin kalplerini böyle mühürler." Bu
gibi mühürleme, hayırdan ve haktan mahrumiyet ile Allah, istidatları olmadığı ve
geçmişlerin taklitçiliği üzerine ısrar etmeleri ve hurafelere inanmaları
sebebiyle, Kur'an-ı Kerim'deki açık ayetlerin gerçek yönünü bilmeyen ve bunu
öğrenmeyen bilgisiz kimselerin kalplerini mühürler.
Allah daha sonra Rasulü'ne, müşriklerin muhalefet etmeleri,
eziyet etmeleri ve inatlarına karşı sabırlı olmasını emrederek şöyle
buyurdu:
"Sen sabret. Şüphesiz Allah'ın vaadi haktır." Yani ey Peygamber!
Müşriklerin eziyetine karşı sabret. Risaletini tebliğ etmeye devam et. Zira
Allah'ın onlara karşı sana yardım edeceği ve senin onlara karşı zafer elde
edeceğin ve hayırlı akıbetin dünya ve ahirette sana ve sana tâbi olanlara ait
olacağı şeklinde Allah'ın sana verdiği vaadi hiçbir şüphe bulunmayan, değişmez
bir gerçektir. Bu vaad mutlaka gerçekleşecek ve yerine gelecektir.
"Kesin bir imana sahip olmayanlar seni hafifliğe düşürmesin."
Allah'a ve ahiret gününe yakînen iman etmeyenlerin söylediklerinden telaşa
kapılarak sakın hafifliğe ve endişeye kapılmayasın. Zira onlar sapık bir
kavimdir. Sen Allah'ın seni gönderdiği din üzerine sebat et. Çünkü bu hiçbir
sapma olmayan gerçeğin ta kendisidir, daha doğrusu hakkın tamamı buna hastır.
Bu ifade Peygamberimiz (s.a.)'in imana davetine devam etmenin vacip olduğuna
işaret etmektedir.
İbni Cerir, İbni Ebî Hatim, İbni Ebî Şeybe, İbni Münzir, Hakim
ve Beyhakî'nin rivayetine göre haricîlerden bir adam, Hz. Ali (r.a.) sabah
namazını kılarken onun yanına geldi ve:
"Sana ve senden öncekilere vahyolundu ki eğer şirk koşarsan
amelin boşa gider ve hüsrana uğrayanlardan olursun." (Zümer, 39/65) ayetini
okudu. O sırada namaz kılan Hz. Ali (r.a.) ona kulak verdi ve dediğini anladı.
Haricî'ye namazda şu ayeti okuyarak cevap verdi.
"Sabret. Zira Allah'ın vaadi haktır. Kesin imana sahip
olmayanlar, seni hafifliğe düşürmesin." [17]
[1] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/51-53.
[2] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/56-58.
[3] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/61-63.
[4] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/65-67.
[5] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/72-76.
[6] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/81-82
[7] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/85-87.
[8] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/90-92.
[9] Buhari, Müslim, Neseî,
Tirmizi, İbni Mace ve İbni Huzeyme Sahih 'inde bu hadisi Ebu Hüreyre'den rivayet
etmiştir.
[10] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/95-97.
[11] Zemahşeri, ΙΙ/511.
[12] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/102-104.
[13] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/108-111.
[14] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/115.
[15] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/119.
[16] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/122-123.
[17] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/127-128.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder