Güncel Duyuru: Öğrencilerimizin dikkatine ! Ücretsiz TEMEL ARAPÇA SARF&NAHİV derslerimizi Eklemeye başladık 1-13.Derse kadar Tamam(Elhamdü lillah) Tıkla Ders Sayfasına Git Tags:Online Arapça Dersleri Video,İslami ilimler Video Dersleri,İlahiyat Önlisans Arapça Video Dersleri,İlahiyat Arapça Video Dersleri,İmam Hatip Arapça Dersleri Video,İlitam Arapça Video Dersleri,Tefsir Dersleri Video,Hadis Dersleri Video,Fıkıh Dersleri Video,Arapça Dershaneniz,Kur'an,Sünnet,Arapça dersleri,tefsir oku,hadis,oku,Kuran meali oku,arapça öğreniyorum,arapça dilbilgisi video,arapça nahiv video,arapça sarf dersleri video,islami sohbetler

29-Ankebut Suresi Meali Tefsiri Oku: İnsanların İmtihana Tabi Tutulmaları Ve Amellerinin Karşılığının Verilmesi-Mükelleflerin Çetin Bir İmtihana Tabi Tutulmaları, Müminlerin İmtihan Şekilleri, Kâfirlerin Ve Münafıkların Tehdit Edilmesi

ANKEBUT SURESİ


İnsanların İmtihana Tabi Tutulmaları Ve Amellerinin Karşılığının Verilmesi


2-  İnsanlar sadece "iman ettik" de­mekle bırakılıp imtihan edilmeyecek­lerini mi sanıyorlar?

3-  Gerçekten biz onlardan öncekileri de imtihan ettik. Allah elbette sözüne sadık olanları da çok iyi bilir, yalan­cıları da çok iyi bilir.

4-  Yoksa kötülük işleyenler bizden kaçacaklarını mı sanıyorlar? Ne de kötü hüküm veriyorlar?

5- Kim Allah'a kavuşmayı arzuluyor­sa muhakkak ki Allah'ın tayin ettiği vakit mutlaka gelecektir. O her şeyi gayet iyi işiten ve her şeyi çok iyi bi­lendir.

6- Kim cihad ederse ancak kendisi için cihad etmiş olur. Şüphesiz ki Allah kâ­inatın hiç bir şeyine muhtaç değildir.

7- İman edip salih ameller işleyenlerin yaptıkları kötülükleri elbette affedece­ğiz ve onları işledikleri amellerden da­ha güzeliyle mükâfatlandıracağız.


Açıklaması


"Elif... lâm... mim." Bu mukattaa harfleri dinleyicinin dikkatini çekmek, kulak vermesini temin etmek ve Kur'anın sonsuz hikmet sahibi ve her şey­den haberdar olan Allah'ın kelâmı olduğuna delâlet eden Kur'an'ın mucize olduğunu hissettiren harflerdir.

Razî şu noktaya dikkat çekmektedir:[1] Başında mukattaa harfleri bulu­nan Meryem, Ankebut ve Rum sureleri hariç bu harflerle başlayan her sure mutlaka "kitab", "tenzil" ve "Kur'an" la başlamaktadır:

Bakara suresi: Elif, lâm, mim. Zâlike'l-kitabü...

Âl-i İmran suresi: Elif, lâm, mim... Nezzele aleyke'l-kitâbu...

A'raf suresi: Elif, lâm, mim, sâd. Kitâbün ünzile ileyke...

Yasin suresi: Yâ, sîn. Vel-Kur'âni'1-hakîm...

Sad suresi: Sad. Ve'1-Kur'âni...

Kaf suresi: Kâf. Ve'1-Kur'ânil-mecid...

Gafir (Mümin) suresi: Hâ, mim...

Fussılet (Secde) suresi: Hâ, mim...

Şûra suresi: Hâ, mim...

Kuranda dikkat çekmek için manası anlaşılmayan bu harfler dışında aynı maksatla başka kelimer de kullanılmıştır. Hac suresinin başında: "Ey insanlar! Rabbinizden korkun. Kıyametin sarsıntısı büyük bir şeydir." şeklin­de. Ahzab suresinin başında: "Ey Peygamber! Allah'tan kork!" şeklinde, Tah-rim suresinin başında: "Ey Peygamber! Allah'ın sana helâl kıldığını niçin haram kılıyorsun?!" şeklinde yapılan tenbihler gibi.

Kur'an veya Kitap konusuyla başlanılmadığı halde bu surenin bu harf­lerle başlamasının sebebi mükellefiyetin başlangıcına işaret etmektir. Bütün mükellefiyetlerde nefse ağırlık vardır. Bu harflerden sonra gelen hususun önemine dikkat çekmek için sureye bu tenbih harfleriyle başlanılmıştır.

"İnsanlar sadece "iman ettik" demekle bırakılıp imtihan edilmeyecekleri­ni mi sanıyorlar1?" Yani insanlar yaratıldıktan sonra sadece Allah'a ve Rasu-lüne iman ettim deyip imtihansız olarak bırakılacaklarını; hicret, Allah yo­lunda cihad, şehvetlere karşı koymak, taat vazifelerini ifa etmek, namaz ve oruç gibi bedenî, hac ve zekât gibi malî farizaları eda etmek gibi yükümlü­lükler olmayacağını, halis müminle münafığın, dininde köklü bir inanca sa­hip olanla lâubalî olanın birbirinden ayırdedilmesi için can, mal ve ürünler­de musibetlere maruz kalmayacaklarını, imtihan edilmeyeceklerini, herkese ameline göre ceza-mükâfat veremeyeceğimizi mi zannediyorlar?

Bu inkârî bir istirhamdır. Manası şudur: Allah Tealâ mutlaka mümin kullarını taşıdıkları imana göre imtihan edecektir. Nitekim sahih hadiste şöyle buyurulmuştur: İnsanlar arasında en şiddetli belâya uğrayanlar Pey­gamberler, sonra salih kullar, sonra da Allah'ın diğer iyi kullarıdır. Kişi dini­ne göre belâya uğrar. Dininde sağlam ve çetin ise belâsı artırılır.

Bu ayetin benzeri şu ayetler vardır: "Yoksa siz Allah içinizden cihad edenlerle sebat edenleri belli etmeden cennete girivereceğinizi mi sandınız1?" (Âl-i İmran, 3/142); "Yoksa siz, sizden öncekilerin başına gelenler sizin başını­za gelmeden cennete girivereceğinizi mi sandınız?";" Onlara öyle yoksulluk ve sıkıntı gelip çattı ve öyle sarsıldılar ki, peygamberleri ve beraberindeki iman edenler Allah'ın yardımı ne zaman? diyorlardı. Gözünüzü açın! Allah'ın yar­dımı muhakkak yakındır." (Bakara, 2/214). Bu ayet Ammar b. Yasir'in anne­si Sümeyye, babası Yasir, Ayyaş b. Ebî Rabia, Velid b. Velid ve Seleme b. Hi-şam gibi sadece müslüman oldukları için Kureyş kâfirleri tarafından işken­ceye tabi tutulan ve çeşit çeşit eziyet ve cefalara uğrayan Mekke'deki cefakâr müminler için nazil olmuştur.

Bundan anlaşılmaktadır ki Hakkın cevherini temsil eden İslâm var ol­duğu müddetçe, dinsizlik, küfür, lâiklik akımlarına ve yeryüzünün her köşe­sindeki putperestlik pisliğine, belâsına karşı meydan okuyan sahih bir inanç var olduğu müddetçe, Müslümanların varlığını koruyan her yerde tilâvet olunan şerefli Kur'an var olduğu müddetçe, eziyet ve işkenceye maruz olmak Hz. Muhammed (s.a.) ümmeti için devam eden hususi bir özelliktir. Ancak beşer güçleri İslâmm sesini susturmaya, din kalesini yıkmaya ve Allah'a iman ordusunu tasfiye etmeye asla muvaffak olamazlar.

İbni Atıyye diyor ki: Bu ayet her nekadar bu sebeple ya da bu mana için indirilmiş olsa da Ümmet-i Muhammed (s.a.) hakkında baki olan, kıyamete ka­dar hükmü devam edecek bir ayettir. Zira Allah Tealâ'nm İslam devletinin sınır boylarında çarpışma, esir olma ve işkence gibi imtihanları devam edecektir.

İmtihana tabi olmak ve eziyete uğramak müslümanlar için yeni bir şey değildir. Bu geçmişte, şu anda ve gelecekte Allah'ın mahlûkatı hakkındaki daimî bir sünnetidir. Bunun için Cenab-ı Hak onlara teselli vermek üzere şöyle buyurdu:

"Doğrusu biz onlardan öncekileri de imtihan ettik. Allah elbette sözüne sâdık olanları da bilir, yalancıları da bilir." Yani yemin olsun ki biz geçmiş müminleri hatta geçmiş peygamberleri çok çeşitli zorluk, meşakkat ve sıkın­tılarla imtihan ettik. Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle buyurmak­tadır: "Nice peygamberlerle birlikte birçok alimler savaştı. Allah yolunda kendilerine gelen belâlardan dolayı gevşeklik ve zaaf göstermediler, (düşma­na) boyun da eğmediler. Allah sabredenleri sever." (Âl-i İmran, 3/146).

İmtihanın amacı Allah'ın kulunun imanını ve sebatını ortaya çıkarmak suretiyle onların durumunu belli etmektir. Yani Allah iman davasında sadık olanlarla sözünde ve davasında yalancı olanları ortaya çıkaracak ve herkesi takdim ettiği amelle cezalandırıcaktır. Ehl-i sünnetin ittifakıyle; Allah, geç­mişte olan şu anda meydana gelen ve gelmeyen, olacaksa nasıl olacağını ezelde gayet iyi bilir. Bunun için İbni Abbas "illa lina'leme" gibi ayetleri "bil­memiz" yerine "görmemiz için" ifadesiyle tefsir etmişti. Zira görmek var olan bir şeyle ilgilidir. İlim ise görmekten daha genel bir ifadedir. Zira hem var olan hem de var olmayan şeylerle ilgilidir.

Dikkat edilirse Cenab-ı Hak müminler hakkında fiil sifasıyla "ellezîne sadakû (sâdık olanlar)" ifadesini kullandı. Çünkü onlardan sadakat gözlem­lendi. Kafirler hakkında ise "el-Kazibîn" ismü'1-fail sigasını kullandı. Zira onlar yalancılıkta ısrar ve devam ettiler. Ayrıca lafzın farklı oluşu fesahate daha çok delâlet etmektedir.

Sahih sünnette İslâmdan önceki müminlerin işkenceye uğramaları hak­kında haberler ve örnekler yer almaktadır.

Buharî, Ebu Davud ve Nesaî, Habbab b. Eret'ten rivayet ediyorlar: Hab-bab şöyle anlatıyor: Rasulullah (s.a.) Kabe'nin gölgesinde bürdesine dayan­mış olduğu bir anda ona şikâyette bulunduk.

- Bizim için Allah'tan yardım dilemez misin? Bizim için dua etmez mi­sin? dedik. Efendimiz (s.a.) şöyle buyurdu:

- Sizden önce -geçmiş ümmetlerde müslüman- bir adam alınır, onun için hendek kazılır, hendeğe atılır, bir testere getirilir, testere başına konulur ve onu iki parçaya ayırırdı. Kişi demir taraklarla taranır, eti bir yana kemiği bir yana atılırdı. Yine bu onu dininden çevirmezdi. Allah'a yemin olsun ki Al­lah bu dini tamamlayacaktır. Hatta San'adan kalkan bir yolcu Hadramut'a gidecek, Allah'tan başka kimseden korkmayacaktır. Kurt koyunların başında olacaktır. Fakat siz acele davranıyorsunuz."

İbni Mace, Ebu Said el-Hudri'den naklediyor: Peygamberimiz'in (s.a.) ağır hastalığı zamanında yanına girdim. Elimi üzerine koydum. Onun hara­retini örtünün üzerindeki ellerimde hissettim. Dedim ki:

-Ya Rasulallah! Bu hastalığın ne kadar da şiddetli! Buyurdu ki:

-  Biz böyleyiz. Bize, belâ katlanarak verilir. Ecir de katlanarak verilir. Dedim ki:

-Ya Rasulallah! insanlar içinde en şiddetli belâya uğrayan kimlerdir? Buyurdu ki:

- Peygamberlerdir. Dedim ki:

- Sonra kimdir?

- Sonra salihlerdir. Onlardan biri öyle fakirliğe yakalanır ki üzerini örte­cek bir aba bile bulamaz. Sizden biriniz nasıl refah içinde olmakla sevinirse onlardan biri de belâ içinde olmakla sevinir."

Özetle: Hayat mücadele, cihad meşakkat ve yorgunluk meydanıdır. So­rumluluk artınca sorumlu kimsenin değeri de artmaktadır. Sorumluluk ih­mal edilirse sorumlu kimse de ihmal edilir.

Mükellef kılmak, yükümlülük vermek değer vermenin delilidir. Bu şah­siyetin ve kişiliği ispat etmenin işaretidir. İşsiz ve görevsiz geçen hayatın ta­dı yoktur. Çünkü hayatın lezzeti ve tadı insanın belirli bir hedef ve gaye için çalışmasıdır. Aksi takdirde bu hayat insanı usanç ve hayrete düşüren lüzum­suz, manasız bir hayat olur. Bu görevlendirme üzerine Allah'a hamdolsun. Çalışanla çalışmayan, işine sarılan ve sağlam yapanla hiçbir şeye aldırış et­meyen ve bunu terk eden kimseyi ayırd etmek için belâ ve imtihan üzerine Allah'a şükrolsun.

"Yoksa kötülüklerde bulunanlar bizden kaçıp kurtulacaklarını mı sanı­yorlar? Ne de kötü hüküm veriyorlar?" Yani masıyet işleyenler kendilerine dokunmayacağımızı ve cezalandırmayacağımızı mı sanıyorlar? Bizim azabı­mızdan, asla kurtulamazlar. Ne kötü bir zan içinde bulunuyorlar! Hem isyan edip Allah'ın emrine muhalefet edecekler, hem de cezaya uğramayacaklar. Böyle bir hüküm ne kötüdür! Bu hatalı, kötü, çirkin bir hüküm olup akıl, şe­riat ve adaletin gereğiyle çelişki teşkil etmektedir.

İbni Abbas diyor ki: Ayet bu ifadeyle Velid b. Muğîre, Ebu Cehil, Esveb, Âs b. Hişam, Utbe, Velid b. Utbe, Ukbe b. Ebî Muayt, Hanzala b. Ebî Süfyan ve Âs b. Vaü'i kastetmektedir.

Verilen görevi terk eden kimsenin azaba uğrayacağını beyan ettikten sonra Cenab-ı Hak ahirete iman edip bunun için gayret eden kimsenin yaptı­ğı amelin sevabını bulacağını beyan ederek şöyle buyurdu:

"Kim Allah'a kavuşmayı arzuluyorsa muhakkak ki Allah'ın tayin ettiği vakit mutlaka gelecektir. O her şeyi gayet iyi işiten ve her şeyi gayet iyi bilen­dir. " Yani kim hayrı bekliyor, arzuluyor ve ahiret yurdunda Allah'ın bol seva­bını ümid ediyor ve salih amel işliyorsa, hiç şüphesiz Allah, onun umudunu gerçekleştirecek ve ona amelinin karşılığını tam ve eksiksiz olarak verecek­tir. Zira diriliş vakti ve haşirle ikinci hayat hiç şüphesiz olacaktır. Allah du­aları ve kullarının bütün sözlerini gayet iyi işitmekte olup ona bunlardan hiçbir şey gizli kalmamaktadır. O her şeyi gayet iyi bilen ve bütün varlıkları görendir. O kulların inançlarını ve amellerini gayet iyi bilir ve herkese ame­linin karşılığını verir. Bu vaad ve vaîdin kesinlikle meydana geleceğinin delilidir. Ayrıca ümidi doğrulayan ve emeli kazandıran salih amel işleme gayre­tini teşvik etmektedir.

"Allah'ın vadesi"nden murad ölüm olabilir, ya da haşirden sonraki hayat olması da mümkündür.

"Kim Allah'a kavuşmayı arzuluyorsa muhakkak ki Allah'ın tayin ettiği vakit mutlaka gelecektir." ifadesi şart ve cezadır. Bundan murad itaatkâr kimseye sevap vaad edilmektedir. Kim Allah'a kavuşmayı ümid ediyorsa hiç şüphesiz Allah'ın tayin ettiği vade sevabıyla gelecektir. Kendisine taate karşı sevap verilecektir. Hiç şüphe yok ki bunu ümid etmeyen kimseye de Allah'ın vadesi, kendisine sevap verilecek şekilde mutlaka meydana gelecektir.

Fakat mükellefiyetin yararı Allah Tealâ'ya değil mükellefe aittir:

"Kim cihad ederse ancak kendisi için cihad etmiş olur. Şüphesiz ki Allah kâinatın hiçbir şeyine muhtaç değildir." Yani kim nefsiyle ve nefsî arzularıy­la cihad eder, Allah'ın emrettiği şeyi yerine getirir ve Allah'ın nehyettiği şey­lerden vazgeçerse cihadının yararı kendisine ait olur, amelinin faydasıda başkasına değil sadece kendisine aittir.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Kim salih amel işlerse bu sadece kendi nefsine aittir." (Fussılet, 41/46); "Siz iyi amel işlerseniz sadece kendi nefsiniz için iyi amel işlemiş olursunuz." (İsra, 17/7). Zira Allah kulla­rının ve insan-cin bütün mahlûkatın fiillerinden, amellerinden müstağnidir, bu amellere muhtaç değildir.

İtaat edenin mükâfatının cinsi ise şöyledir:

"Biz iman edip salih ameller işleyenlerin yaptıkları kötülükleri elbette affedeceğiz ve onları işledikleri amellerden daha güzeliyle mükâfatlandıraca­ğız." Yani Allah Tealâ bütün mahlûkattan müstağni olmasına rağmen Al­lah'a, Rasulüne iman edip, yoksullara destek olmak ve mazlumlara yardımcı olmak, ümmetlerini canları ve en kıymetli varlıklarıyla desteklemek şeklin­de hayırları yapmak, farzlara uymak suretiyle salih ameller işleyenleri el­bette affedeceğiz.

"En güzel mükâfat" işledikleri kötü amellerin, affedilmesi ve yaptıkları­nın en güzeliyle mükâfatlarının verilmesidir. Dolayısıyla az bir haseneye ka­bul edecek her hasene (güzel amel) karşılığında on misliyle ve yediyüz misli­ne kadar sevap verecektir. Günaha karşı da misliyle karşılık verecek ya da affedip müsamaha gösterecektir.

Nitekim bir başka ayette şöyle buyurulmaktadır: "Şüphesiz ki Allah zer­re kadar haksızlık etmez. Bir iyilik olursa onu kat kat artırır. Kendi tarafın­dan pek büyük bir mükâfat verir." (Nisa, 4/40). [2]



Mükelleflerin Çetin Bir İmtihana Tabi Tutulmaları, Müminlerin İmtihan Şekilleri, Kâfirlerin Ve Münafıkların Tehdit Edilmesi


8- Biz insana anne ve babasına iyi davranmasını emrettik. Eğer annen ve baban senin hakkında bilgi sahibi olmadığın bir şeyi bana ortak koş­man için seni zorlarlarsa o takdirde onlara itaat etme. Sizin dönüşünüz yalnız banadır. Ben size yapmış oldu­ğunuz şeyleri haber vereceğim.

9- İman edip salih amel işleyenleri biz mutlaka salihler arasına katacağız.

10- İnsanların bir kısmı: "Biz Allah'a iman ettik." derler. Fakat Allah yo­lunda eziyete uğrayınca insanların yaptığı eziyeti Allah'ın azabı gibi ka­bul eder. Rabbinden müminlere bir zafer gelse yemin olsun ki, münafık­lar: "Şüphesiz biz de sizinle beraber­dik." derler. Bütün âlemlerin sinele­rinde yatan her şeyi en iyi bilen, Al­lah değil midir?

11- Elbette Allah iman edenleri de ga­yet iyi bilir, münafıkları da gayet iyi bilir.

12-  İnkâr edenler iman edenlere: "Bi­zim yolumuza tabi olun da sizin gü­nahlarınızı biz yüklenelim." derler. Oysa onların günahlarından hiçbir şey yüklenecek değillerdir. Şüphesiz onlar yalancıdırlar.

13- Onlar kendi ağır günahlarını ve kendi ağır günahlanyla birlikte daha nice ağır günahları yüklenecekler ve kıyamet günü iftira ettikleri şeylerden de mutlaka hesaba çekileceklerdir.



Açıklaması 


Bu ayetler üç konuyu ihtiva etmektedir:

1- Ana-babaya iyilik emredilmesine rağmen onların emrine karşı gel­mek şeklinde bile olsa tevhid inancına sımsıkı sarılmak,

2- Mükelleflerin üç kısma ayrılmaları,

3- Dinden yüz çevirmenin bazı şekilleri.

1- "Biz insana anne ve babasına iyi davranmasını emrettik. Eğer annen ve baban senin hakkında bilgi sahibi olmadığın bir şeyi bana ortak koşman için seni zorlarsa o takdirde onlara itaat etme. Sizin dönüşünüz yalnız bana­dır. Ben size yapmış olduğunuz şeyleri haber vereceğim."

Biz kullara söz ve davranışlarıyla itaat etmek suretiyle anne ve babaya iyilik etmelerini emrettik. Zira anne ve baba insanın varlık sebebidir.

Nitekim Cenab- Hak bir başka ayette şöyle buyurmaktadır: "Rabbin yalnız kendisine kullukta bulunmanızı ve ana-babaya iyilik etmeyi emretmiş­tir. Eğer ikisinden biri veya her ikisi senin yanında iken ihtiyarlayacak olur­sa onlara karşı "of bile deme, onları azarlama, ikisine de hep tatlı söz söyle. Onlara acıyarak alçakgönüllülük kanatlarını ger ve: 'Ey Rabbim! Küçükken beni terbiye ettikleri şekilde sen de onlara rahmetle muamele eyle.' de." (îsra, 17/22-24). Ayette "ihsânen" kelimesi mükemmeliğe işaret etmek için nekre olarak getirilmiştir.

Babanın geçim temini, annenin şefkatle muamele etmesi suretiyle ana-babanın evlâdına güzellikle muamele etmesine karşı ana-babaya güzellikle davranmak, şefkat göstermek ve merhametli olmak şeklindeki bu tavsiyeye rağmen; anne ve baba eğer müşrik iseler ve kendi dinlerine uyman için sana ısrarda bulunuyorlarsa bu konuda, senin bilgin olmayan bir inanca davet et­meleri hususunda onlara itaat etme.

Zira Ahmed b. Hanbel ve Hakim'in İmran ve Hakem b. Amr el-Gıfa-rî'nin rivayet ettikleri sahih hadiste rivayet edildiği gibi: "Yaratıcıya isyan olan hususta mahlûka itaat yoktur."

Sabit olduğu bilinmeyen bir şeye uymak sahih olmadığı gibi batıl olduğu kesin olarak bilinen bir şeye uymak hiç caiz olmaz. Bu, küfürde ana-ba-baya uymanın caiz olmadığına delildir.

Sebep; mümin ya da kâfir, ana-babasına itaatkâr ya da isyankâr olsun hepinizin kıyamet gününe dönecek olmanızdır. Ben sizin amellerinize göre iyi amel işleyene iyilikle, dininde sebatkâr olmayan ve kötü amel işleyene de kötülüğüyle karşılık veririm.

Bunun için iman ve salih amel işlemeye teşvik ederek şöyle buyurmak­tadır:

"İman edip salih amel işleyenleri biz mutlaka salihler arasına kataca­ğız. "

Allah ve Rasulünü tasdik eden, Rablerinin kendilerine emrettiği husus­ları yaşayan, nefislerini ıslah eden ve farzlarını yerine getiren kimseleri biz her ne kadar anne ve babaları dünyada ona en yakın kimseler olsalar da müşrik anne ve babalarının zümresinde değil de salihler, peygamberler ve veliler zümresinde hasredeceğiz. Zira kişi, kıyamet günü dinî muhabbet ile sevdiği kimseyle beraber haşrolunur.

"İman eden ve salih amel işleyenler" ifadesinin tekrar edilmesine sebep bundan önce hidayete eren kimsenin durumunu beyan ettikten sonra burada hidayet rehberinin durumunu beyan etmektir. Bunun delili şudur: Önce "Onların günahlarını örteceğiz, affedeceğiz." buyurdu. İkinci olarak da bura­da "Biz onları salihler içerisine katacağız." buyurdu. Buradaki "salihler" hi­dayet rehberleridir. Çünkü bu mertebe peygamberlerin mertebesidir. Bunun için pek çok peygamber: "Beni salihlere kat" diye dua etmişlerdir.

Ayrıca Cenab-ı Hak önce "yalancıları bilecektir." ayetiyle sapık kimsenin durumunu anlattı. Sonra da "Sizin dönüşünüz banadır. Ben size ... haber ve­receğim. " ayetiyle de başkalarını sapıklığa düşüren kimseye tehditte bulun­du. Böylece ilk ifadeler hidayete eren ve sapıtan olmak üzere iki kısım mü­kellefe ait oldu. Son ifadeler de diğer iki kısma yani hidayet rehberi ve baş­kalarını sapıklığa düşüren kimselere ait oldu.[3]

2- Münafıkların durumu:

"İnsanların bir kısmı: "Biz Allah'a iman ettik" derler. Fakat Allah yolun­da eziyete uğrayınca insanların yaptığı eziyeti Allah'ın azabı gibi kabul eder."

İnsanlardan bir gurup vardır ki bunlar dilleriyle: "Biz Allah'ın varlığını ve birliğini tasdik ettik." diyen ancak imanın kalplerine tam yerleşmediği, hakkı yalanlayan münafık kimselerdir. Bunun delili kendilerine dünyada bir belâ ve fitne indiği zaman ve Allah'a imanları sebebiyle müşrikler kendileri­ne eziyet ettiği zaman bunun kendilerine Allah tarafından verilen bir azap olduğuna inanır ve İslâm'dan dönerler. Nasıl Allah'ın azabından korkmalar müminleri küfürden çeviriyorsa bu da münafıkları imandan alıkoyar.

Bu ayet aynen şu ayet gibidir: "İnsanlar içinde Allah'a bir uçurum ke-narındaymış gibi kulluk eden vardır. Böyle birinin başına bir iyilik gelirse yatışır, başına bir belâ gelirse yüzüstü döner. Dünyayı da ahireti de kaybeder. İşte apaçık kayıp budur." (Hacc, 22/11).

Bu ifade imandan ayrılmanın münafığa kolay geldiğine delildir. Çünkü iman münafığın kalbinin içine girmemiş, sadece dünyevi menfaatler sebebiy­le iman etmiş görünen ancak sözlerin mücerret dille tekrarından ibaret ol­muştur. Dolayısıyla bunlar en basit bir eziyetle karşılaşınca Allah'ı terk et­miştir.

İmanında sadık mümin ise çeşitli sıkıntılarla karşılaşsa bile kalbi ima­nından sıyrılmayacaktır. Dinden dönmeye zorlanırsa kalbi imanla dolu oldu­ğu halde diliyle bu sözü söyleyerek geçiştirmesi mümkündür. Dolayısıyla Al­lah'ı hiçbir zaman terk etmez.

Zeccac diyor ki: Mümin yolunda eziyete sabretmelidir. İmam Ahmed, Tirmizi ve İbni Mace'nin Enes'ten (r.a.) rivayet ettikleri bir hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmaktadır: "Hiç kimse eziyete uğramazken ben Allah yolunda eziyete uğradım. Hiçbir kimse korkutulmazken ben Allah yolunda korku çektim. Bana üçüncü bir musibet geldi. O sırada benimle Bi-lâl'e ait olarak, Bilâl'in koltuk altını örtecek kadar az bir yiyeceğimiz vardı."

Cenab-ı Hak daha sonra münafıkların fırsatçılıklarını ve menfaatçilik-lerini anlatarak şöyle buyurdu:

"Rabbinden müminlere bir zafer gelse yemin olsun ki münafıklar "Şüp­hesiz biz de sizinle beraberdik." derler. Bütün âlemlerin sinelerinde yatan her şeyi en iyi bilen Allah değil midir?"

Ey Muhammed! Rabbinden müminlere fetih ve ganimet şeklinde yakın bir zafer gerçekleşse o münafıklar:

- Biz de sizin din kardeşleriniz ve desteğiniz olarak sizinle beraberdik. Düşmanlara karşı size yardımcı oluyorduk derler.

Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette onların durumunu şöyle bildir­mektedir: "Sizi gözetleyenler Allah'tan size bir zafer gelirse "Biz sizinle bera­ber değil miydik?" derler. Eğer kâfirlere bir pay çıkarsa onlara: "Size üstün­lük sağlayarak sizi müminlerden korumadık mı?" derler." (Nisa, 4/141).

Allah daha sonra onlara tehditte bulunarak ve onların durumlarının kendilerine gizli kalmadığını beyan edip durumlarını ortaya koyarak ve şöy­le cevap verdi: Bütün âlemlerin sinelerinde yatan her şeyi en iyi bilen, Allah değil midir?" Onlar iman hususunda size muvafakat etseler de Allah onların kalplerinde olan ve vicdanlarında gizli bulunan iman ve münafıklığı bilmi­yor mu? Elbette Allah her şeyi bilir. Ona hiçbir şey gizli kalmaz. O gizli olanı da en kapalı olanı da gayet iyi bilir. Gerçek mümini de yalancı münafığı da gayet iyi bilir.

Allah Tealâ daha sonra onlann imtihana tabi tutulacaklarını bildirerek şöyle buyurdu:

"Elbette Allah iman edenleri de gayet iyi bilir, münafıkları da gayet iyi bilir."

Yani O, müminleri münafıklardan ayırd etmek için insanları hem iyilik­lerle hem de sıkıntılarla imtihan edecek ve her durumda Allah'a itaat eden­le, sıkıntı anında kendisine isyan edeni ayırd edecektir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Biz içinizden mücahidlerle sabredenleri ayırd edinceye kadar sizi imtihana tabi tutacağız." (Muhammed, 47/31).

İmtihan ve deneme ölçüsü olan Uhud Savaşı'ndan sonra Cenab-ı Hak şöyle buyurdu: "Allah müminleri sizin üzerinizde bulunduğunuz (şu halde) bırakacak değildir. Nihayet murdarı temizden ayıracaktır." (Âl-i İmran, 3/79).

Anlaşıldığı gibi Allah Tealâ burada kalpdeki durum hakkında hüküm vermektedir. Böylece müminin imanı yani tasdiki ortaya çıkacak, münafığın nifakı yani "Allah birdir" şeklinde diliyle söylediğinde sâdık olduğu ama kal­ben tasdik etmediği ortaya çıkacaktır.

Daha önce ise Cenab-ı Hak, Allah'ın bir olduğunu söyleyen müminle Al­lah birden fazladır diyen yalancı kâfiri ayırd etmek için "O sâdık -doğru söz­lü- olanları mutlaka ayıracak, ortaya çıkaracaktır." (Ankebut, 29/3) buyurdu. Dolayısıyla 3. ayette sadık ve yalancı olarak iki kısım insan olduğu ifade edilmiştir. Burada (11. ayette) sadece sadıklar doğru sözlüler olarak vasıflan­dırılmıştır. Haliyle burada bir kısım vardır.

3- Müslümanları dinlerinden vazgeçirme teşebbüsleri.

"İnkâr edenler iman edenlere: Bizim yolumuza tabi olun da sizin günah­larınızı biz yüklenelim, derler."

Yani Kureyş kâfirleri insanların mümin kâfir ve münafık olarak üç du­rumda olduğu ortaya çıktıktan sonra iman eden ve hidayete tabi olan kimse­lere şöyle demişlerdi:

- Dininizi bırakıp bizim dinimize dönün ve bizim yolumuza tabi olun. Eğer sizin günahlarımız varsa ve hesap görülecekse bu bize ve bizim boynu­muza aittir.

Bu cahil bir kimsenin: "Bunu yapanın günahı benim boynuma olsun." demesi gibidir. Bu, yumuşaklık ve nezaketle müslümanları dinlerini terk et­meye teşvik etmek ve fitneye düşürmektir.

Ayetteki "velnahmil (taşıyalım)" ifadesi şahsın kendisine verdiği emir si-gasıdır, ama bununla haber murad edilir. Ayetin manası ise şart ve cevaptır. Yani siz bize tabi olursanız sizin günahlarınızı biz yükleniriz demektir.

Bu ifade aynen bir kimsenin: "Bağış senden olsun dua da benden olsun." demesi gibidir. Bu gerçekte talep manasında bir emir değildir.

Bunun üzerine Cenab-ı Hak onları yalanlamak üzere şöyle cevap verdi: "Oysa onların günahlarından hiçbir şey yüklenecek değillerdir. Şüphesiz on­lar yalancıdırlar." Yani kâfirler müslümanlann günahlarından ve hataların­dan hiçbir şeyi yüklenmeyeceklerdir. Onlar müslümanlann hatalarını yükle­necekleri şeklinde söyledikleri şeylerde yalancıdırlar. Çünkü hiçbir kimse kimsenin günahını yüklenemez.

Bu ayet aynen şu ayetler gibidir: "Günah işleyen hiçbir nefis başkasının günahını çekmez. Eğer yükü (günahı) ağır bir kişi (başka birini) onu taşıma­ya çağırırsa akrabası da olsa kendisine ondan hiçbir şey yüklenmez." (Fatır, 35/18); "Hiçbir hısım başka bir hısımdan mesul olmayacak." (Meâric, 70/10); "Günah işleyen hiçbir nefis başkasının günahını çekmez." (En'am, 6/164).

Allah Tealâ daha sonra bu sözün akıbetini şöyle bildirdi: "Onlar kendi ağır günahlarını ve kendi ağır günahlarıyla birlikte daha nice günahları yüklenecekler ve kıyamet günü iftira ettikleri şeylerden de mutlaka hesaba çe-k'eceklerdir."

Yani küfür ve delâlet davetçileri kıyamet günü kendi günahlarını ve saptırdıkları insanların günahlarını yüklenecekler ama kendilerine tabi olanların günahlarından hiçbir şey eksiltilmeyecektir.

Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle buyurmaktadır: "Kıyamet günü kendi günahlarını tam olarak yükleneceklerdir. Bilgisizce saptırdıkları kimselerin günahlarından bir kısmını da yükleneceklerdir." (Nahl, 16/25).

Sahih bir hadiste şöyle buyurulmuştur: "Kim hidayete davet ederse onun ecir ve mükâfatı kıyamete kadar bu yola tabi olanların ecirleri gibi olur. Bu kimselerin ecirlerinden hiçbir şey eksik olmayacaktır. Kim de dalâlete davet ederse onun günahı kendisine tabi olanların günahı gibi olur. Bu kimselerin günahlarından hiçbir günah eksik olmayacaktır."

Yine sahih hadiste şöyle buyuruluyor: "Haksız olarak bir cana kıyılırsa Hz. Adem'in ilk oğluna bu canın kanından bir pay ayrılır. Çünkü o ilk defa adam öldürme çığırını açan kimsedir."

Yine hadis-i şerifte sabit olmuştur ki: "Kim kötü bir âdet başlatırsa onun günahını ve kendi günahından bir şey eksilmeden o âdeti işleyenlerin günahını alır."[4]

Onlar hakkı yalanlamalarına ve dünyada uydurdukları bühtana karşı­lık kıyamet günü azarlama ve tehdit sorgusuyla sorgulanacaklardır.

Nitekim sahih hadiste şöyle buyurulmaktadır: "Adam kıyamet günü dağlar gibi güzel amellerle gelir. Ama şuna zulmetmiş, bunun malını almış, şunun ırzına dil uzatmıştır. Bu adam onun şu güzel amelini, şu adam onun bu güzel amelini alıp götürmüştür. Hiç bir hayırlı ameli kalmayınca da maz­lumların günahlarından alınır ve onun üzerine atılır." [5]



Hz. Nuh (A.S.) İle Kavminin Kıssası


14-  Şüphesiz ki Nuh'u kavmine pey­gamber olarak gönderdik. Aralarında elli yıl hariç bin yıl kaldı. Sonunda da onlar zulümlerinde devam ederken Tufan onları yakalayıverdi.

15-  Fakat biz Nuh'u ve gemide bulu­nanları kurtardık ve bu hadiseyi bü­tün âlemlere ibret kıldık.



Açıklaması


"Şüphesiz ki biz Nuh'u kavmine peygamber olarak gönderdik. Nuh onla­rın içinde elli yıl hariç bin yıl kaldı."

Biz Nuh aleyhisselam'ı kâfir olan, Allah'a iman etmeyen ve putlara ta­pan kavmine peygamber olarak gönderdik. O gönderilen ilk peygamberdir.

Hz. Nuh kavmiyle birlikte elli yıl hariç bin yıl kalarak Allah'ın birliğine ve Ona ibadette bulunmaya ve kıyamet gününe iman etmeye davet etmeye devam etti. Kavmi de Nuh'un davetine iman etmediler ve onu yalanladılar. Kavminden ona pek az kişi iman etti:

"Nuh dedi ki: Ey Rabbim! Doğrusu ben kavmime gece-gündüz davette bulundum. Fakat benim davetim sadece benden uzaklıklarını artırdı." (Nuh, 71/5-6). "Nuh dedi ki: Doğrusu bunlar bana baş kaldırdılar ve malı, çocuğu kendisine sadece zarar getiren kimseye uydular." (Nuh, 71121).

"Sonunda da onlar zulümlerinde devam ederken "Tufan" onları yakala-yıverdi." Yani bu uzun müddet sonunda bu bildiri ve uyan onlara fayda ver­medi. Bunun üzerine onlar inkarcılıkla nefislerine zulmettikleri sırada "Tu­fan" onları boğdu.

O halde Ya Muhammedi Sen kavminden seni inkâr eden kimselerden dolayı üzülme. Zira iş Allah Tealâ'nın elindedir. Bütün işler sonunda yalnız O'na racidir.

Nuh kavmini Allah'a imana davet etme yolunda yaklaşık bin sene ömür sürdü. Kavminden O'na sadece az bir gurup iman etti. O buna daralmayıp sabretti. Sen ise sabretmeye daha evlâsın. Kâfirler daha çok kendilerine ge­lecek azabın ertelenmesi sebebiyle gurura kapılıyorlardı. Bununla birlikte kurtulamadılar. Onlar gurura kapılmasınlar. Azap muhakkak onlara erişe­cektir.

"Biz Nuh'u ve gemide bulunanları kurtardık. Ve bu hadiseyi bütün âlem­lere ibret kıldık." Yani biz Nuh'u ve onunla birlikte iman eden kimseleri ken­disine imal etme şeklini vahyettiğimiz gemiye binmeleri sonucu kurtardık. Gemi daha sonra denizde seyretti. Nihayet Cudi dağının üzerine yerleşti.

Bütün kâfirler de tufanda boğuldular. Rabbin Nuh'un gemisini, Allah kulla­rını tufandan nasıl kurtarmıştır diye düşünüp bu nimeti için bir hatırlatma vesilesi olarak; kendilerinden sonra gelen insanların Allah rasullerine karşı isyan eden ve peygamberlerini yalanlayan kimseleri nasıl cezalandırıyor di­ye düşünecekleri bir ibret ve öğüt vesilesi kılmıştır.

Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle buyurmaktadır: "Su taştığı vakit size bir ibret olmak üzere ve anlayışlı kulaklar anlasın diye süzülen ge­mide sizi biz taşımışızdır." (Hakka, 69/11-12). [6]



Üç Temel Esasın Yani Allah'ın Birliğinin, Peygam­berliğin Ve Öldükten Sonra Dirilmenin Delilleri


16- İbrahim'i de kavmine peygamber olarak gönderdik. O kavmine şöyle de­mişti: "Allah'a ibadet edin ve O'ndan korkun. Eğer bilirseniz bu sizin için da­ha hayırlıdır.

17- Siz Allah'ı bırakıp ancak putlara ta­pıyorsunuz ve yalan uyduruyorsunuz. Doğrusu Allah'ı bırakıp taptığınız put­lar size rızık vermezler. Siz rızkı ancak Allah'ın nezdinde arayın. Yalnız O'na kulluk edin. O'na şükredin. Sonunda da ancak O'na döndürüleceksiniz.

18- Eğer yalanlarsanız, bilin ki sizden önceki ümmetler de yalanlamışlardı. Peygamberin üzerine düşen sadece apaçık tebliğden ibarettir."

19- Onlar Allah'ın, yaratıkları önce nasıl yoktan var ettiğini görmüyorlar mı? Sonra da onları Allah, tekrar diriltecek-tir. Şüphesiz ki bu Allah'a çok kolaydır.

20- De ki: "Yeryüzünde gezip dolaşın. Allah'ın varlıkları önce nasıl yarattığı­na bir bakın. Sonra Allah varlıkları son defa var edecektir. Şüphesiz ki Allah her şeye kadirdir.

21-  O dilediğine azap eder, dilediğine merhamet eder. Hepiniz ancak O'na döndürüleceksiniz.

22- Siz yerde de gökte de Allah'ı aciz bı­rakamazsınız. Sizin Allah'tan başka hiçbir dostunuz ve yardımcınız yoktur."

23- Allah'ın ayetlerini ve O'nun huzuru­na çıkacaklarını inkâr edenler işte böy-leleri benim rahmetimden ümitlerini kesmişlerdir. Onlar için can yakıcı bir azap vardır.



Açıklaması


"İbrahim'i de kavmine peygamber olarak gönderdik. O kavmine şöyle de­mişti: Allah'a ibadet edin ve O'ndan korkun. Eğer bilirseniz bu sizin için da­ha hayırlıdır."

Yani Ey Rasulüm kavmine şunu hatırlat: İbrahim aleyhisselâm kavmini bir olan ve hiçbir ortağı olmayan Allah'a ibadet etmeye, gizli ve açık her yer­de O'na ihlâsla kulluk etmeye, farzlarını eda etmek ve O'na karşı gelmekten kaçınmak suretiyle O'nun azabından sakınmaya davet etmişti. Zira bunu ya­parsanız dünya ve ahirette sizin için hayır meydana gelir. Şer sizden uzak­laştırılır. Eğer siz idrak ve ilim sahipleri iseniz bununla hayır ve şerri birbi­rinden ayırd edersiniz ve size faydalı olan şeyi yaparsınız.

"Allah'a ibadet edin ve O'ndan korkun." ayetinin manası şudur: İbadet ve korkuyu yalnız O'na tahsis edin.

Daha sonra Hz. İbrahim (a.s.) kavmine Allah'ın birliğine ve onların için­de bulunduğu durumun bozukluğuna ve üzerinde yürüdükleri yolun kötülü­ğüne delâlet eden iki delil ortaya koydu. Hz. İbrahim şöyle diyordu:

1- "Siz Allah'ı bırakıp ancak putlara tapıyorsunuz ve yalan uyduruyor­sunuz. "

Yani sizin Allah'tan başka tapındığınız putlar sadece kireç veya taştan yapılmış eşyadan ibarettir. Bunları siz kendi ellerinizle yaptınız. Bunlar fay­da veya zarar veremezler. Sizler sadece bunlar için birtakım isimler uydur­dunuz ve bunları "ilâh" diye adlandırdınız, bunların Rabbiniz nezdinde size şefaatçi olacaklarını iddia ettiniz. Oysa bunlar sadece sizin gibi yaratılmış varlıklardır. Siz bunları "ilâh" diye nitelemekle yalan söylüyorsunuz.

"Yalan uyduruyorsunuz." ifadesinin manası putlara "ilâh, Allah'ın or­takları, ya da Allah nezdinde şefaatçiler" adını vermek suretiyle yalan ve asılsız ifadeler uyduruyorsunuz, demektir.

2- "Allah'ı bırakıp kendilerine taptığınız şeyler size rızık veremezler."

Yani şu, Allah'tan başka kendilerine taptığınız putlar size az ya da çok hiçbir rızık vermeye muktedir değillerdir. O halde nasıl bunlara tapıyorsu­nuz.

"Siz rızkı sadece Allah'ın nezdinde arayın. Yalnız O'na kulluk edin. O'na şükredin. Sonunda yalnız O'nadöndürüleceksiniz."

Yani rızkı Allah'tan isteyin. Yoksa O'nun dışında put ve benzeri mahlû-kattan değil... Zira Allah'tan başkaları hiçbir şeye sahip değildirler. Rızkı Al­lah'tan isteyin ki istediklerinize erişesiniz. Allah'ın rızkından yiyin. Yalnız O'na kulluk edin. O'nun size ziyadesiyle lütuf ihsan etmesinden dolayı O'na şükredin. Onunla buluşmaya hazırlanın. Kıyamet gününde yalnız O'na dö­neceksiniz. Şu anda üzerinde bulunduğunuz Ondan başka varlıklara tapın­maktan sorguya çekileceksiniz. Her amel sahibi amelinin karşılığını bula­caktır.

Daha sonra Hz. İbrahim (a.s.) risaletine dair bir delil ortaya koyarak şöyle buyurdu:

"Eğer (hakkı) yalanlarsanız, bilin ki sizden önceki ümmetler de yalanla­mışlardı. Rasulün üzerine düşen (görev) sadece apaçık tebliğ etmekten ibaret­tir. "

Yani siz eğer benim risaletimde beni yalanlarsanız bu bana asla zarar vermez. Zira geçmiş ümmetler de peygamberlerini yalanlamışlardı. Fakat peygamberlerine muhalefet etmeleri dolayısıyla o ümmetlerin başına gelen azap ve felaketlerin haberi size ulaştı. Onlar bu halleriyle kendilerine zarar verdiler. Rasule vacip olan ve ondan istenen şey sadece Allah Tealâ'nın em­rettiği risaleti size tebliğ etmesidir. Sizler de mes'ut kimselerden olmak için gayret gösterin. Hesabı görmek ise sadece Allah'a aittir.

"Rasulün üzerine düşen sadece apaçık tebliğ etmekten ibarettir." ifadesi­nin manası şudur: Onun tebliğden başka hiçbir görevi yoktur, tebliğ ise Al­lah tarafından indirilen emirleri ve meseleleri hatırlatmaktır. Beyan etmek ise getirdiği kitaba burhan ortaya koymaktır.

Cenab-ı Hak, ilk temel esas olan "tevhid" esasının ve buna ait delillerin zikredilmesinden ve ikinci temel esas olan "risalef'e işaret edilmesinden son­ra üçüncü temel esas olan mahşer yerinde toplanma ya da diriliş esasını be­yan etmeye başladı. Bu üç esas ilâhî beyanda biri zikredilirse diğerinden ne­redeyse ayrılamıyacak derecede birbirinden ayrılamaz üç temel esastır.

"Onlar Allah'ın varlıkları önce nasıl yoktan var ettiğini görmüyorlar mı? Sonra da Allah varlıkları tekrar diriltecektir. Şüphesiz ki bu Allah 'a çok ko­laydır. " Onlar mahlûkatm başlangıcını görmüyorlar mı? Zira Allah onlarzjk-sz? Jtsğ&r Jtsçfrsr şey cfeğı'&en on/arin nefislerini yaratmıştır. Onları bedenî güçle ve kulak, göz ve kalp gibi bilgi kaynaklarıyla donattı. Bunu yoktan var eden zat tekrar yaratmaya da kadirdir. Zira bu O'na gayet kolaydır, O'nun nezdinde basittir. Hatta bu O'nun için daha basittir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "O mahlûkatı yoktan var edip sonra onu yeniden diril­tecek olandır. Bu O'na göre pek kolaydır." (Rum, 30/27).

Nefislerde müşahede edilen delille dirilişi ispat ettikten sonra Allah Te-alâ ufuktaki delillere dikkat çekti ve şöyle buyurdu:

"De ki: yeryüzünde gezip dolaşın. Allah'ın varlıkları önce nasıl yarattığı­na bir bakın. Sonra Allah varlıkları son defa var edecektir. Şüphesiz ki Allah her şeye kadirdir."

Ya Muhammed de ki: Ey yeryüzünde dirilişi inkâr edenler! Allah'ın gök­leri ve göklerde olan sabit ve hareketli nurlu yıldızları, yerleri ve yerde bulu­nan dağlan, vadileri, çölleri, ağaçlan, meyveleri, nehirleri ve denizleri nasıl yarattığına bir bakın. Bütün bunlar bu olaylann meydana geldiğine ve bun-lan meydana getiren, var eden bir zatın varlığına delâlet etmektedir.

Bu aynen şu ayetler gibidir: "Gerek ufuklarda gerekse kendi nefisleriniz­de delillerimizi yakında onlara göstereceğiz. Nihayet onun hak olduğu şüphe­siz kendileri için de apaçık meydana çıkacaktır." (Fussılet, 41/53).

'Yoksa onlar gayesiz olarak mı yaratıldılar1? Yahut kendilerinin yaratıcı­ları kendileri midir? Yoksa gökleri ve yeri onlar mı yarattılar? Hayır onlar (hakkı) yakinen bilmiyorlar." (Tur, 52/35-36).

İşte yegâne yaratıcı O'dur. Bu O'nun varlığına delildir. Yaratmaya muk­tedir olan tekrar diriltmeye ve kıyamet gününde son defa var etmeye de ka­dirdir. Zira Allah her şeye kadirdir. Başlangıçta yaratmak ve sonra diriltmek de buna dahildir.

Cenab-ı Hak devamlı kudrete delâlet etmek üzere önce "keyfe yübdiü" şeklinde gelecek zaman lafzıyla ifade buyurdu. Sonra da başlangıçta olanlar bilindiği için "keyfe bede'e" şeklinde geçmiş zaman lafzıyla ifade buyurdu.

Dikkat edilirse Allah Tealâ önce soru sigasıyla "Onlar Allah'ın yaratık­ları önce nasıl yoktan var ettiğini görmüyorlar mı?" buyurdu. Sonra da emir sigasıyla "Yeryüzünde gezip dolaşın." buyurdu. Çünkü birinci ayet hadsî ilme -yani istemeden elde edilen bilgiye- işaret etmektedir. İkinci ayet ise tefek­kür ve taleple elde edilen fikrî ilme işaret etmektedir. Yani yeryüzünde fikri­nizi gezdirin. Yaradılışın başlangıcını bilmeniz için zihninizi nefsinizin dışın­da olan olaylarda dolaştınn.

Allah Tealâ daha sonra dirilişten sonra olacak şeyleri anlatarak şöyle buyurdu:

"O dilediğine azap eder, dilediğine merhamet eder. Hepiniz ancak O'na döndürüleceksiniz." Yani Allah tasarrufta bulunan yegâne hüküm sahibidir. O içinizden kâfir ve isyankâr olanlardan dilediğine azap eder. Kullanndan dilediğine nezdinde bir lütuf ve rahmet olarak merhamette bulunur. O dile­diğini yapar. İrade buyurduğuna hükmeder. O'nun hükmünün takipçisi yok­tur. O yaptığından sorumlu değildir. Yaratma ve emretme O'na mahsustur. Ölümden sonra kıyamet gününde müddet ne kadar uzun olursa olsun yalnız O'na döndürüleceksiniz. O mahlûkatı takdim ettikleri amelleriyle hesaba çe­kecektir. O'nun hesabı haktır ve adalettir. Çünkü O zerre kadar zulmetme­yen, mülkün gerçek sahibidir.

Nitekim Sünen müelliflerinin rivayet ettiği bir hadis-i şerifte buyuruluyor ki: "Allah göklerinde bulunanlarla yeryüzünde bulunanlara azap edecek olsa onlara zulmetmeksizin azap ederdi."

Müslim'in Ebu Hureyre'den rivayet ettiği "Rahmetim gazabımı geçmiş­tir. " hadis-i şerifinde olduğu gibi rahmet daima öne geçtiği halde ayette rah­met beyan edilmeden önce azap etme zikredilmiştir. Bunun sebebi Cenab-ı Hakk'm önce kâfirleri zikretmesi ve bunun "Eğeryalanlarsanız..." ifadesinde geçen tehditle güçlü bir irtibatının bulunmasıdır.

"O'na döndürüleceksiniz." ifadesinden sonra "O'na çevrileceksiniz." ifa­desinin tekrar edilmesi azap ve rahmetin gecikse de mutlaka meydana gele­ceğine işaret etmek içindir. Zira dönüş yalnız Onadır ve hesabı görmek Ona aittir. Sevap ve ceza sadece O'nun nezdinde bulunur.

"Siz yerde de gökte de (hiçbir zaman) Allah'ı âciz bırakamazsınız. Sizin Allah 'tan başka hiçbir dostunuz ve yardımcınız yoktur." Yani siz ey insanlar! Allah'ı yerde ve gökte sizi idrak etmekten âciz bırakamazsınız. Yeryüzü ve göklerde bulunanlardan hiçbiri Onu âciz bırakamaz ve Onun kaderinden kaçamaz. Bilakis O kullan üzerinde ezici bir güce sahiptir. Sizin işlerinizi görecek, sizi koruyup gözetecek Allah'tan başka hiçbir dostunuz yoktur. Eğer O size azap ederse sizi O'nun azabından kurtaracak ve size yardım edecek hiçbir yardımcı ve destek verici yoktur.

Dirilişe, tasavvuru aşan sonsuz ilâhî kudrete ve Allah'ın birliğine ait bu delilleri bütün teferruatıyle bayen ettikten sonra Cenab-ı Hak bütün muha­lifleri tehdit ederek ve bütün kâfirleri korkutarak şöyle buyurdu:

"Allah'ın ayetlerini ve O'nun huzuruna çıkacaklarını inkâr edenler işte böyleleri benim rahmetimden ümitlerini kesmişlerdir. Onlar için can yakıcı bir azap vardır."

Allah'ın ayetlerini yani O'nun birliğinin delillerini ve O'nun peygamber­lerine indirdiği bu konuya irşad eden burhanlarını kabul etmeyenler, dirilişi ve ahirette Allah'ın huzuruna çıkmayı inkâr edenler işte böyleleri için inkar­cılıkları sebebiyle Allah'ın rahmetinden hiçbir nasip yoktur. Onlar için dün­ya ve ahirette can yakıcı şiddetli bir azap vardır. Nitekim Allah Tealâ şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz ki Allah 'in rahmetinden kâfir topluluğundan baş­ka hiçbir kimse ümit kesmez." (Yusuf, 12/87).

Ayette "ülâike" kelimesinin iki defa zikredilmesi ümitsizlik ve azaba uğ­ramaktan her birinin sadece kâfirlerde var olduğuna işaret etmek içindir.

Cenab-ı Hak "Onlar ümitsizliğe kapıldılar." ifadesiyle ümitsizliği kâfir­lere nispet etmektedir. Onlar rahmeti arzu etselerdi Cenab-ı Hak onlara rah­met indirirdi. Allah Tealâ daha sonra "rahmeti" (benim rahmetim) kelimesiy­le rahmetin onların tamamını kapladığını ve onlardan ayrılmadığını beyan etmek için rahmeti kendi nefsine nispet etti. Azap kâfirlere tahsis edildiği için Allah Tealâ azabı kendi nefsine nispet etmedi. [7]



Kavminin Hz. İbrahim'e Verdikleri Cevap, Hz. Lût'un Hz. İbrahim'e İman Etmesi, Hz. İbrahim'e Verilen Nimetlerin Beyan Edilmesi


24-  (İbrahim'in) kavmine cevabı an­cak: "Onu öldürün veya yakınf' demek oldu. Fakat Allah onu ateşten kurtar­dı. Şüphesiz ki bunda iman eden bir kavim için nice ibretler vardır.

25-  ibrahim kavmine şöyle dedi: "Siz ancak dünya hayatında aranızdaki dostluğu devam ettirmek için Allah'ı bırakıp putlara taptınız." Sonra kıya­met günü kiminiz kiminize küfrede­cek, birbirinize lanet okuyacaksınız. Sığınacağınız yer ateştir. Sizin hiçbir yardımcınız yoktur.

26-  Bunun üzerine Lût, İbrahim'e iman etti ve İbrahim şöyle dedi: Ben Rabbimin emrettiği yere hicret ediyo­rum. Şüphe yok ki O azizdir (her şeye galiptir), hakimdir (sonsuz hikmet sa­hibidir).

27-  Biz İbrahim'e İshak'ı ve Yakub'u bahşettik. Peygamberliği ve kitabı O'nun soyundan gelenlere verdik. Dünyada O'nun mükâfatını verdik. Şüphesiz o ahirette de salihlerdendir.



Açıklaması


Hz. İbrahim (a.s.) kavmine Allah'ın birliği, peygamberlik, diriliş ve ha­şir hususundaki delil ve burhanları ortaya koyduktan, onlara Allah Tealâ'ya kulluğu emrettikten ve putlara tapmayı şiddetle reddettikten sonra, kavmi küfürleri, inatları ve gururları üzerine Hz. ibrahim'e karşı kuvvet kullanma­ya teşebbüs etmekten başka cevap bulamadılar. Makamına ve hakimiyet kuvvetine dayanan hüccet bulamayıp yenilgiye uğrayanın tavrı daima böyle­dir. İşte Cenab-ı Hakk'ın onların durumunu anlatan ayetleri:

"(İbrahim'in sözlerine karşı) kavminin cevabı ancak: O'nu öldürün veya yakın, demek oldu. Fakat Allah O'nu ateşten kurtardı. Şüphesiz ki bunda iman eden bir kavim için nice ibretler vardır." Yani Hz. İbrahim'in kavmin­den Allah'a ibadet etmeleri ve O'nun azabından sığınmaları talebine karşılık Hz. İbrahim'in kavminin büyüklerinin ve reislerinin cevabı ancak şu oldu:

Onu öldürün, ya da ateşte şiddetli bir şekilde yakın. Ateş yakın ve Onu ateşin içine atın.

Ancak Allah O'nu kurtardı ve ateşten selâmete erdirdi. Hz. İbrahim'i korumak ve himaye etmek üzere ateşi Ona serinlik ve selâmet kıldı. Bu İb­rahim'in ateşten kurtulması olayında delil ve hüccetler ortaya konulduğun­da Allah'ı tasdik eden kavim için Allah'ın varlığına ve kudretine delâlet eden pekçok deliller vardır.

Bu gerçekten de kötü bir örnek, hayret verici bir olaydır. Hz. İbrahim (a.s.) kavmini hayra davet ediyor ve onları hakka ve hidayete irşat ediyor. Bunun üzerine kendisinden kurtulmak için ateşe atılıyor. Fakat Allah beşe­rin tuzağından ve güçlerinden daha büyük ve daha muktedirdir. Zira O yakı­cı ateşi İbrahim için etkisiz kılmış, ateşi Ona serinlik ve selâmet kılmıştır.

Allah Tealâ başka ayetlerde bu iki davranış arasındaki çelişkiyi tavsif ederek şöyle buyurmaktadır: "Onlar: Onun için bir bina (mancınık) kurun. Onu alevli ateşin içine atın, dediler. Böylece onlar O'na tuzak kurmak istedi­ler. Biz de onları en düşük kimseler kıldık."(Saff&t, 37/97-98).

"Onlar: O'nu yakın, eğer yaparsanız ilâhlarınıza böylece yardım edin, dediler. Biz de: Ey ateş İbrahim'in üzerine serinlik ve selâmet ol, dedik. Onlar O'na tuzak kurmak istediler. Biz de onları en çok kayıp içinde olan kimseler kıldık." (Enbiya, 21/68-70).

Allah Tealâ daha sonra Hz. İbrahim'in ateşten kurtulduktan sonra kav­mine verdiği cevabı zikretti:

"İbrahim kavmine şöyle dedi: Siz ancak dünya hayatında aranızdaki dostluğu devam ettirmek için Allah'ı bırakıp putlara taptınız."

Hz. İbrahim kavmini uyarmak ve putlara tapma şeklindeki kötü davra­nışlarına karşı onları azarlamak için şöyle dedi: Bazı görüş ve fikir mensup­larının toplanmalarına ve birbirlerine sıcak ilgi duymalarına sebep olacak aralarındaki irtibat noktası üzerinde toplanmaları gibi siz de dünya hayatı­nızda birbiriniz arasındaki dostluk ve ülfeti güçlendirmek, aranızda sevgi oluşturmak ve tapınma gayesiyle bir araya gelmek için bu putları edindiniz. Fakat bu putlar düşünemez, fayda veya zarar veremezler. Sizin bunlara ta­pınmanız sadece dünyadaki sevgiyi elde etmeniz içindir.

Ahirette ise onların hali bunun zıddı olarak karşılıklı nefret ve kin duy­ma olacaktır. Cenab-ı Hak buyuruyor ki:

"Sonra kıyamet günü kiminiz kiminize küfredecek, birbirinize lanet oku­yacaksınız. Sığınacağınız yer ateştir. Sizin hiçbir yardımcınız yoktur."

Yani kıyamet günü bu durum ters çevrilecek, bu dostluk ve sevgi buğz, kin ve düşmanlığa dönüşecek, tapılanlar, tapanlardan beri olduklarını ifade edecek, tapanlar taptıklarına lanet okuyacaklar. Cenab-ı Hakk'm buyruğu gibi: "Her ümmet ateşe girdiğinde kardeş ümmete lanet edecektir." (A'raf, 7/38);"Dünyadaki samimi dostlar o gün birbirlerinin düşmanıdırlar, takva sahipleri hariç..." (Zuhruf, 43/67). Sonra varacağınız yer ateş olacak, o za­man asla size yardım edecek bir yardımcı, sizi Allah Tealâ'mn azabından kurtaracak bir kurtarıcı bulamaycaksımz.

Kâfirlerin hali budur. Müminlere gelince bunun tam zıddıdır. Onlar saf saf olacak, birbirlerine müsamaha ile davranacak, bazı hadislerde varit oldu­ğu gibi birbirlerini affedeceklerdir.

Cenab-ı Hak Hz. İbrahim'e Hz. Lût'tan başka hiç bir kimsenin iman et­mediğini, gördüğünü Ondan başka hiçbir kimsenin tasdik etmediğini beyan ederek şöyle buyurdu:

"O'na Lût iman etti. İbrahim: Ben Rabbime hicret ediyorum. Şüphesiz O azizdir, hakimdir." Hz. İbrahim ateşten salimen kurtulduğu zaman O'na Lût iman etti ve O'nun peygamberliğini tasdik etti. Lût İbrahim'in kardeşinin oğludur. Nesebi Lût b. Haran b. Âzer'dir. Hz. İbrahim'e kavminden sadece hanımı Sâre ile Hz. Lût iman etmiştir.

Hz. İbrahim: "Ben sizin diyarınızdan hicret ediyorum. Rabbimin bana hicreti emrettiği yere yöneliyorum." dedi. Hz. İbrahim Irak'ın Sevad'mdan Harran'a, sonradan da Filistin'e göç etti. Hz. Lût ise Sodom beldesine yerleş­ti.

Hicretin asıl sebebi ayette ifade ettiği gibi şudur: Rabbim mülkünde iz­zet sahibi olan, emrinde yenilmez üstünlüğe sahip olandır, düşmanlarıma karşı beni koruyan ve onlara karşı bana yardım edendir. Mahlûkatmın işle­rini görmede sonsuz hikmet sahibidir. O ancak faydalı olan şeyleri emreder.

"Ben hicret ediyorum." ifadesindeki zamir Hz. İbrahim'e racidir. Zira "Lût O'na iman etti." ifadesiyle kinaye olunan Hz. İbrahim'dir. Yani Lût Onun kavminden sayılmıştır. Zamirin Lût'a raci olması ihtimali de vardır. Zira Lût zikredilen iki kişiden en yakınıdır.

Cenab-ı Hak daha sonra Hz. İbrahim'in Rabbine olan bağlılığı sebebiyle kendisine dünya ve ahirette verdiği nimetleri birer birer saydı:

1- "Biz O'na İshak'ı ve Yakub'u verdik." Yani biz İbrahim'e İsmail'den sonra yaşlılık halinde İshak'ı bağışladık. Aynı şekilde İshak'ın neslinden Ya­kub'u O'na torun olarak verdik. Nitekim bir başka ayette Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "O onlardan ayrılınca biz O'na İshak ve Yakub'u bağışladık. Her birini peygamber kıldık." (Meryem, 19/49); "Biz O'na İshak'ı ve ayrıca bir lütuf olarak Yakub'u hibe ettik." (Enbiya, 21/72).

Buharî ve Müslim'in Sa/ıi/ı'lerinde rivayet olunduğuna göre: "Değerli­nin oğlu değerlinin oğlu değerlinin oğlu değerli: İbrahim oğlu İshak oğlu Ya-kup oğlu Yusuf tur." (Aleyhimü's-selâm)

2- "Biz Kitab'ı ve peygamberliği O'nun zürriyetinde kıldık." Yani biz pey­gamberliği Hz. İbrahim'in neslinde kıldık. Dolayısıyla Hz. İbrahim'den son­raki bütün peygamberler Onun zürriyetinden olmuştur. Ondan sonra Onun zürriyetinden gelmeyen peygamber yoktur.

Dolayısıyla bütün İsrailoğullan peygamberleri İbrahim oğlu İshak oğlu Yakub sülâlesindendir. Bu peygamberlerin sonunucusu ise bütün peygam­berlerin mutlak olarak sonuncusu olan Arap kavminden ve Haşimî neslin­den gelen Peygamberimiz'i (s.a.) müjdeleyici olarak gelen Meryemoğlu İsa (a.s.)'dır.

Biz O'na kitabı verdik. Dolayısıyla Tevrat Hz. Musa'ya, Zebur Hz. Da­vud'a, İncil Hz. İsa'ya, Kur'an ise Hz. Muhammed'e indirildi. Hepsi de O'nun neslinden gelmişlerdir.

3- "Biz O'na dünyada..." zürriyetinin, mallarının çokluğu, saliha hanım ve güzel övgü ile "ecir verdik." Dolayısıyla bütün -semavî- dinlerin mensupla­rı Onu severler ve Onu kabul ederler. İkrime diyor ki: Bütün dinler O'nun hakkında iddialı olup "O bizdendir." derler.

4- "O ahirette de gerçekten salihlerdendir." Yani O ahirette yüksek dere­celere nail olan salâh konusunda kâmil insanlar zümresinde haşredilecektir. Böylece Allah O'na hem dünya saadetini hem de ahiret saadetini verdi. [8]



Hz. Lût (A.S.) İle Kavmi Kıssası


28- Lût'u da hatırla! O kavmine şöyle demişti: Doğrusu siz, sizden önceki âlemlerden hiçbirinin yapmadığı bir hayasızlığı yapıyorsunuz.

29- Sizler hâlâ erkek erkeğe cinsî mü­nasebette bulunacak, yol kesecek ve toplantı yerinde edepsizce davranış­larda bulunacak mısınız? Kavminin cevabı sadece: "Eğer sen sözüne sa­dık kimselerden isen bize Allah'ın azabını getir bakalımT' demek oldu.

30- Lût: "Ey Rabbim! Şu bozgunculuk çıkaran kavme karşı bana yardım et." dedi.

31- Elçilerimiz İbrahim'e müjde ile geldikleri zaman: "Biz şu kasabanın halkını helak edeceğiz. Çünkü ora­nın halkı zalimdirler." dediler.

32- İbrahim: "O kasabada Lût da var." deyince melekler şöyle dediler: "Biz orada kimin bulunduğunu çok iyi bi­liyoruz. Lût'u da ailesini de mutlaka kurtaracağız. Yalnız karısı hariç. O helak edilecek kimselerdendir."

33- Elçilerimiz Lût'a gelince o bunlar sebebiyle tasalandı, onlar sebebiyle göğsü daraldı. Elçiler: "Korkma, üzül­me. Çünkü biz seni de senin aileni de kurtaracağız. Yalnız geride (azapta) kalacaklardan olan karın müstesna, (dediler.)"

34-  İşledikleri hayasızlıklar yüzün­den biz bu kasaba halkının üstüne mutlaka gökten bir azap indireceğiz.

35-  Şüphesiz ki biz aklını kullanan bir topluluk için (bu kasabadan geri­ye) apaçık bir ibret bıraktık.



Açıklaması


"Lût'u da kavmine peygamber olarak gönderdik. O kavmine şöyle demiş­ti: Doğrusu siz sizden önceki âlemlerden hiçbirinin yapmadığı bir hayâsızlığı yapıyorsunuz.

Yani ey Rasulüm!. Kavmine ibret ve öğüt olması için Allah'ın Peygambe­ri Hz. Lût'un kıssasını anlat. Allah O'nu Sodom kasabası halkına gönderdiği zaman O onların yaptıklarını ve icat ettikleri çirkin fiillerini yadırgadı. On­ları yadırgamak, sakındırmak, azarlamak ve uyarmak için:

"Şeriata ve bozulmamış tabiata göre son derece çirkin bir fuhuş fiilini mi işliyorsunuz?" dedi. Sonra da bu yadırgamayı tekrar etti ve bu fuhşu açıkladı

"Siz hâlâ erkek erkeğe cinsî münasebette mi bulunacaksınız:" Yani siz kadınlara yaklaşır gibi erkeklere şehvetle yaklaşacak mısınız. Sizden önce Adem oğullarından hiçbir kimse bu fiili işlemedi.

2- "Yol kesiyorsunuz." Yani insanların yoluna çıkıyorsunuz, yoldan ge­çenleri öldürmek, mallarını almak ve onlarla fuhuş yapmak suretiyle yoldan geçenlere ilişirsiniz.

3- "Toplantı yerinizde edepsizce davranırsınız." Yani özel meclislerinizde birbirinizi yadırgamaksızın uygun olmayan söz ve davranışlarda bulunursu­nuz. Onlar gerçekten kötü ahlâk sahipleridir.

İmam Ahmed, Tirmizî, Taberanî, Beyhakî, İbni Cerir ve İbni Ebî Hatim Ümmü Hâni bt. Ebî Talib'den naklediyorlar:

"Toplantı yerinizde edepsizce davranırsınız" ayetini Rasulullah'a (s.a.) sordum. Buyurdular ki:

"Yoldan geçenlere çakıl taşı atıyorlar ve onlarla alay ediyorlardı. İşte on­ların işledikleri münker (edepsizce davranış) bu idi."

İbni Abbas'tan (r.a.) rivayet edildiğine göre Lût kavmi içinde bilinen fu­huştan başka günahlar da vardı. Bunlardan bazıları şunlardı: Lût kavmi birbirlerine zulmediyorlar, birbirlerine küfrediyorlardı. Meclislerinde birbir­lerine çirkin davranışlarda bulunuyorlar, yoldan geçenlere çakıl taşı atıyor­lar, tavla ve satranç oynuyorlar, koçlarını boynuz döğüşü yaptırıyorlar, par­maklarının uçlarını kına ile boyuyorlar, erkekler kadın elbiseleri giyerek on­lara özeniyorlar, kadınlar erkek elbiseleriyle onlara özeniyorlar, yoldan her geçen kimseye zalimce yol vergisi yüklüyorlardı. Bütün bunlarla birlikte on­lar Allah'a şirk koşuyorlardı. Onlar ellerinde ilk defa Lûtîlik ve İstimna gö­rülen kavim idiler.

Mücahid "münker" kelimesini "Islık çalma, güvercinle oynama, mecliste dilenme" olarak tefsir etmiştir.

Bunun üzerine onların cevabı şöyle oldu:

"Lût'a kavminin cevabı sadece: Eğer sen sözüne sadık kimselerden isen bize Allah'ın azabını getir bakalım! demek oldu."

Yani Lût kavminin hayasızlık ve diğer çirkin fiillerinden nehyedilmeleri üzerine cevabı, küfürleri, alay etmeleri ve inatçılık yapmaları sebebiyle şu şekilde olmuştur:

- Eğer sen bizi tehdit ettiğin konuda doğru sözlü isen bizi tehditte bu­lunduğun azabı derhal getir.

Bu ifade Hz. Lût'un kavmine yaptığı öğüdün başlangıcında idi. Hz. Lût kavminin durumunu yadırgamaya devam edince kavmi bir başka ayette gel­diği gibi: "Bunları kasabanızdan çıkarın. Onlar tertemiz olan kimselerdir!" (Araf, 7/82) demişlerdi.

Hz. Lût (a.s.) kavminin davetini kabul etmelerinden ümidini kesince Al­lah'tan kavmine karşı kendisine yardım etmesini istedi ve şöyle dua etti:

"Ey Rabbim! Şu bozgunculuk çıkaran kavme karşı bana yardım et." Ya Rabbi yeryüzünde fuhuş icad ederek fesat çıkaran bu kavme karşı bana des­tek ol, dedi.

Bilindiği gibi peygamberlerden hiçbir peygamber bir kavmin yokluğu­nun varlığından daha hayırlı olduğu kanaatine varmadıkça o kavmin helaki­ni istememiştir.

Nitekim Hz. Nûh (a.s.) şöyle dua etmişti: "Eğer sen onları bırakırsan kullarını yoldan çıkarırlar, kötüden, nankör kimseden başka da evlât doğur­mazlar. " Yani onlar hakkında ne şu anda ne de gelecekteki akıbetleri açısın­dan hiçbir hayır ve hiçbir fayda ümit edilmemektedir.

Allah Onun duasını kabul etti ve Ona yardım etmek üzere azap melek­lerini gönderdi. "Elçilerimiz İbrahim'e müjde ile geldikleri zaman "Biz şu ka­sabanın halkını helak edeceğiz. Çünkü oranın halkı zalimdirler." dediler."

Yani Allah melekleri gönderdi: Onlar da misafir suretinde İbrahim aley-hisselâm'a uğradılar. O da onlara misafirlere yapılması gereken muameleyi yaptı. Onların yemek arzulan olmadığını görünce korktu. Melekler de Ona sıcak muamele etmeye ve kendisine Sâre isimli hanımından "İshak" isimli salih bir evlât ve ardından "Yakup" isimli bir torun olacağı müjdesini verdi­ler.

Daha sonra da kendilerinin Lût kavmini helak etmek için gönderildikle­rini, zira bu kavmin inkâr etmeleri, peygamberlerini yalanlamaları, fesatçı­lık ve hayasızlıkta devam etmeleri sebebiyle kendi kendilerine zulmeden bir kavim olduklarını haber verdiler.

Hz. İbrahim (a.s.) belki melekler mühlet verirler, belki Allah onlara hi­dayet nasip eder diye o kavmi müdafaa etmeye başladı. Kardeşinin oğlu Lût'a acıdı. Hz. İbrahim (a.s.):

"Orada Lût da var, deyince melekler şöyle dediler: Biz orada kimin bu­lunduğunu çok iyi biliyoruz. Lût'u da ailesini de mutlaka kurtaracağız. Yal­nız karısı hariç. O helak edilecek kimselerdendir."

Yani Hz. İbrahim Hz. Lût'a acıjtarak:

- O kasabada Lût da var. O zalim değildir. O bir rasuldür, dedi. Elçi me­lekler:

-  Biz orada bulunan müminleri ve kâfirleri senden daha iyi biliriz. Biz Lût'u, ailesini ve O'na iman eden ashabını helak olmaktan kurtaracağız. An­cak hanımı hariç. O helak olacak kimselerdendir. Zira O kavminin küfrünü, hakkı tecavüzü ve pisliklerini onaylıyordu, dediler.

Elçi melekler daha sonra Lût'a geldiler ve yakışıklı gençler suretinde O'nun huzuruna girdiler. Hz. Lût onları görünce daraldı. Bu olayı şöyle nak­letmektedir:

"Elçilerimiz Lût'a gelince o bunlar sebebiyle tasalandı, onlar sebebiyle göğsü daraldı. Elçiler: Korkma, üzülme. Çünkü biz seni de aile halkını da kurtaracağız. Yalnız hanımın müstesna. O geride (azap içinde) kalacaklar­dan oldu, dediler."

Elçi olan melekler güzel yüzlü beşer suretinde Lût'a gelince Hz. Lût bunların durumu sebebiyle kaygılandı. Onlara kavminin ilişmesinden kork­tu. Melekler de kendi durumlarını ifade etmek üzere Hz. Lût'a şöyle dediler: Sen bizim için korkma. Senin sefil kavmine yapacağımız şeylerden dolayı da üzülme. Biz onlara azap etmek üzere geldik. Biz seni de ve senin mümin mensuplarını da kurtaracağız. Ancak hanımın hariç. Zira O onlarla fesat üzerinde anlaşma yaptığı için helak olacaklardandır. Hz. Lût'un hanımı kav­mine O'nun misafirlerini göstermişti. Ayrıca kavmini savunan ve onların fiil­lerinden razı olan bir kadın idi.

Sonra da azabı şu sözleriyle tavsif ettiler: "Onların işledikleri hayâsızlık yüzünden biz bu kasaba halkının üstüne mutlaka gökten bir azap indirece­ğiz." Yari biz Sodom kasabası halkına fasıklıkları sebebiyle gönüllerini tir tir titretecek şiddetli, muazzam bir azap indireceğiz.

Bu azap onları yerin dibine geçirecek bir sarsıntı idi. Onların kasabala­rının yeri Lût Gölü (ölü deniz) oldu. Cebrail aleyhisselâm onların kasabaları­nı yerden söküp aldı. Sonra da onları göğe kaldırdı. Daha sonra da ters yüz etti. Allah kuşları ve Rabbin tarafından işaretlenmiş taşları gönderdi. Bu olay zalimlerden uzak değildir. Onlar kıyamet günü insanlar arasında en şiddetli azaba uğrayacaktır.

Bunun için Allah Tealâ şöyle buyurmuştur:

"Şüphesiz ki biz aklını kullanan bir topluluk için (bu kasabadan geriye) apaçık bir ibret bıraktık." Yani biz bu kasabadan bazı harap olmuş evleri ya da onların haberlerini düşünen ve akıllanyla olayların farkında olan bir top­lum için öğüt ve ibret vesilesi, apaçık gözle görülen bir alâmet olarak geriye bıraktık. Nitekim Cenab-ı Hak buyuruyor ki: "Siz sabahladığınızda ve gece­leyin onların yanından geçiyorsunuz. Siz hiç aklınızı kullanmaz mısınız?" [9]



Şuayb, Hud, Salih Ve Musa'nın (A.S.) Kavimleriyle Olan Kıssaları


36- Medyen halkına da kardeşleri Şu-ayb'ı gönderdik de: "Ey kavmim! Al­lah'a ibadet edin, ahiret gününü arzu edin. Yeryüzünde bozgunculuk yapa­rak karışıklık çıkarmayın." dedi.

37-  Fakat onlar Şuayb'ı yalanladılar. Bunun üzerine şiddetli bir deprem onları yakalayıverdi de yurtlarında diz üstü çöküp kaldılar.

38- Ad ve Semud kavimlerini de helak ettik. Bu yerlerinden de sizin için bel­li olmaktadır. Şeytan yaptıkları kötü­lükleri kendilerine süsleyip güzel göstererek onları doğru yoldan uzak-laştırmıştı. Halbuki kendileri bunu anlayacak durumdaydılar.

39- Karun'u, Firavun'u ve Haman'ı da yok ettik. Andolsun ki Musa kendile­rine açık delillerle gelmişti de onlar yeryüzünde büyüklük taslamışlardı. Oysa azabımızdan kurtulamazlardı.

40-  Herbirini günahı sebebiyle yaka­ladık. Kimine taşlar savuran rüzgâr­lar gönderdik. Kimini bir çığlık yok etti. Kimini yerin dibine geçirdik. Ki­mini de suda boğduk. Onlara Allah zulmetmiyordu. Asıl onlar kendileri­ne yazık ediyorlardı.



Açıklaması

Hz. Şuayb Kıssası:


"Medyen halkına da kardeşleri Şuayb'ı peygamber olarak gönderdik. Şuayb onlara: Ey kavmim! Allah'a ibadet edin, ahiret gününü arzu edin. Yer­yüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın, dedi."

Yani Medyen'e Medyen halkından olan Allah'ın peygamberi Şuayb'ı gön­derdik. Şuayb da onlara sadece Allah'a kulluk etmelerini, sadece Ona ibadet etmelerini, ahiret gününün sevabını umacakları şeyleri işlemelerini, kıya­met günü Allah'ın azabından ve cezasından korkmalarını emretti. Onlar yer­yüzünde bozgunculuk çıkarmaktan, yeryüzünde ölçü ve tartıyı eksik kulla­narak hakka tecavüz etmekten, insanların yollarını kesmekten ve benzeri tevbeyi gerektiren en büyükleri Allah'ı ve rasulünü inkâr etmek olan ması-yetlerden nehyetti.

"Fakat onlar Şuayb'ı yalanladılar. Bunun üzerine şiddetli bir deprem onları yakalayıverdi de yurtlarında dizüstü çöküp kaldılar." Yani O'na yalan­lama ve inatçılıkla, küfür ve isyan üzerinde ısrar etmek suretiyle karşılık verdiler. Allah da onları, ülkelerinin temelini kemiren büyük bir deprem (yer sarsıntısı) ve gönüllerinin damarlarını titreten bir çığlık ve ruhları yerinden söküp çıkaran bulutlu gün azabıyla helak etti. Bu azap gerçekten de muaz­zam bir günün azabı olup onların ölümüne sebep oldu. Böylece onlar kendi yurtlarında hareketine bir şekilde birbirinin üzerine atılan ölüler oldular.

Bu kavmin kıssası A'raf, Hud ve Şuara surelerinde anlatılmıştı.

"Biz Ad ve Semud kavimlerini de helak ettik. Bu (geride kalan) yerlerin­den de sizin için belli olmaktadır. Şeytan yaptıkları kötülükleri kendilerine süsleyip güzel göstererek onları doğru yoldan uzaklaştırmıştı. Halbuki ken­dileri bunu anlayacak durumdaydılar." Yani biz Hz. Hud aleyhisselâmın kavmi olan, Yemen diyarında Hadramût'a yakın Ahkaf beldesinde oturan Âd kavmini helak ettik. Yine Hicaz ve Şam bölgesi arasındaki Kura Vadisi'ne yakın Hıcr beldesinde oturan Hz. Salih aleyhisselâmın kavmi olan Semud kabilesini helak ettik. "Medâinü Salih" denilen (ve şu anda Suudî Arabistan sınırları içinde bulunan) bu belde günümüze kadar apaçık görülmekte, gezil­mektedir. Araplar onların yerlerini gayet iyi biliyorlar ve bu bölgeyi çok ziyaret etmektedirler.

Siz ey Mekke halkı! Ey Arap Müşrikleri! Onların evlerinin kalıntıların­dan onların helak oldukları apaçık ortaya çıktı. Onlara indirilen azabın alâmetlerine muttali oldunuz. Zira şeytan onların Allah'tan başkalarına tap­ma şeklindeki amellerini, Rablerini inkâr etmelerini, masıyet işlemelirini ve insanları hak dinden ve sağlam yoldan alıkoymalarını onlara güzel gösterdi. Halbuki onlar akıl sahibi olup inceleme ve araştırma imkânına sahip idiler. Onların Rablerine imanı terk etmeleri hususunda hiçbir özürleri yoktur. An­cak onlar işlerin neticesi konusunda fikir ve inceleme güçlerinden yararlan­madılar.

Sizin bu kimselerden öğüt almanız sizin için güzel olmaz mı? Akıllı baş­kasından ibret alan değil midir? [10] 



Hz. Musa'nın Kıssası:


"Karun'u, Firavunu ve Haman'ı da yok ettik. Andolsun ki Musa ken­dilerine açık delillerle gelmişti de onlar yeryüzünde büyüklük taslamışlar di. Oysa azabımızdan kurtulamayacaklardı."

Yani biz bol malların ve muazzam hazinelerin sahibi olan Karun'u, Hz. Musa (a.s.) zamanındaki Mısır kralı Firavun'u ve veziri Haman'ı da helak et­tik.

Hz. Musa (a.s.) onlara Rabbinden risaletinin doğruluğuna delâlet eden apaçık hüccetler getirdi. Ama onlar yeryüzünde büyüklük tasladılar ve O'nu tasdik etmeyi ve Ona iman etmeyi reddettiler. O'nu yalanladılar. Allah Tealâ'yı ve O'nun peygamberini inkâr ettiler. Onlar suçlu, günahkâr, kibirli ve bozguncu kimselerdi. Fakat onlar Allah'ı aşamazlar ve O'nun azabından kaçamazlardı. Bilakis Allah'ın emri ve cezası onlara erişecektir. Çünkü O sonsuz güç sahibidir, ezici kudret sahibidir, hakimiyet sahibidir, her şeyden üstündür.

Hakkı Yalanlayan Kavimlere Verilen Ceza Çeşitleri

"Herbirini günahı sebebiyle yakaladık. Kimine taşlar savuran rüzgârlar gönderdik. Kimini bir çığlık yok etti. Kimini yerin dibine geçirdik. Kimini de suda boğduk. Onlara Allah zulmetmiyordu. Asıl onlar kendilerine yazık ediyorlardı."

Yani her kavim kendine lâyık cezayı buldu. Allah onları peygamberleri yalanlamaları sebebiyle helak etti. Onların cezaları dört çeşittir:

1- Fırtına: Allah Ad kavmi gibi bazı kavimlere azap kasırgası (son derece şiddetli esen, çok azgın, soğuk ve helak edici rüzgâr) gönderdi. Bu kasırga küçük taşları topluyor onların üzerine atıyordu. Ya da insanları yer­den kaldırıyor ta gökyüzüne kadar yükseltiyor, sonra da yere düşürüyor, in­sanlar cansız cüsseler halinde yıkılıyorlardı. Bu ceza küfre düşmeleri ve "Bizden daha güçlü kim vardır?" (Fussılet 41/15) şeklindeki sözleri sebebiyle idi.

2- Çığlık: Allah Semud kavminin küfür üzerinde ısrar edip de iman et­memeleri, tuğyan ve azgınlıkta devam etmeleri, Allah'ın peygamberi Salih aleyhisselâm ile birlikte iman edenleri tehdit etmeleri, yurtlarından çıkar­mak ve taşlamakla korkutmaları üzerine Semud kavmine çığlık (ya da dep­rem) gönderdi. Onların üzerine seslerini ve hareketlerini yok edecek korkunç bir çığlık geldi. Onların durumu Medyen halkınınki gibiydi.

3- Yerin dibine geçirme: Allah azgınlaşan ve haddini aşan, ayak direten ve yüce Rabbine isyan eden, böbürlenen, diktatörlük yapan ve yürürken gururlanan Karun'u cezalandırdı. Bütün serkeş diktatörlere ibret olması için onu ve sarayını yerin dibine geçirdi.

4- Suda boğma: Allah Nuh kavmini inançsızlıkları ve putlara tapmaları sebebiyle tufanda boğdu. Ayrıca Firavun, Haman ve ordularını da bir sabah

suda doğmuş, onlardan hiçbir kimse kurtulamamıştı.

Yukarıda belirtilen her ceza onların zulüm ve günahlarına uygun bir ceza idi. Yoksa onlara yapılan bir zulüm ve haksızlık değildir.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Allah onlara zulmetmemiş, asıl onlar kendilerine yazık etmişlerdi." Yani Allah onlara verdiği bu ceza ile asla onlara zulmetmiş değildir. Allah onları sadece günahları ve kendi nefis­lerine zulmetmeleri ve rableri olan Allah'ı inkâr etmeleri sebebiyle helak et­miştir. [11] 



Putperestlerin Örümceğin Durumuna Benzetilmeleri


41- Allah'tan başka dostlar edinen­lerin durumu kendine yuva yapan örümceğin durumu gibidir. Evlerin en dayanıksızı ise şüphesiz örüm­ceğin yuvasıdır. Keşke bilseler!

42- Elbette Allah kendisini bırakıp da yalvardıkları şeyi gayet iyi bilir. O azizdir (son derece güçlüdür), hakim­dir (sonsuz hikmet sahibidir).

43-  Biz insanlara bu misalleri veriy­oruz. Bunları ancak ilim sahipleri an­layabilirler.



Açıklaması


"Allah'tan başka dostlar edinenlerin durumu kendine yuva yapan örüm­ceğin durumu gibidir."

Putların kendilerine yardım edeceklerini, rızık ve fayda vereceklerini umarak putları ilâh edinmeleri ve sıkıntı anında onlara sarılmaları konusundaki müşriklerin durumu kendisini eziyetten soğuk ve sıcaktan koruyacak bir yuva kuran örümceğin durumu gibidir. Bu yuvanın kendisine hiçbir yaran olmayacaktır. Hafif bir rüzgâr esse darmadağın olup gidecektir.

Aynı şekilde o müşriklere de putları fayda vermeyecek, kendilerinden hiçbir kötülüğü engelleyemeyecek, onlara hiçbir yarar sağlamayacaktır. On­ların putlar için yaptıkları amelleri dağıtılacak, tesiri kaybolacaktır. Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle buyurmaktadır: "Biz onların yaptıkları herhangi bir amelin önüne geçtik ve bunları (hiçbir değeri olmayan) saçılmış zerreler yaptık." (Furkan, 25/23).

Allah Tealâ daha sonra bu yuvanın zayıflığını beyan ederek şöyle buyur­du: "Evlerin en dayanıksızı ise örümceğin yuvasıdır. Keşke bilseler!"

Yani evlerin en dayanıksız olanı örümcek yuvasıdır. Zira en basit bir şeyle yıkılır. Kendisinden hiçbir eser kalmaz. Onların amellerinin de hiçbir eseri yoktur. Onlar doğru bir bilgi ile putlarının ve onlara tapınmanın ken­dilerine hiçbir fayda temin etmiyeceğini bilselerdi bunu yapmazlardı. Ancak gerçekte onlar son derece bilgisizlik içindedirler. İşlerin neticesinden hiçbir şey bilemezler. Dolayısıyla onların böyle bir fayda beklediklerini görürsünüz.

Allah Tealâ daha sonra bu mabudlarm hiçbir şey olmadıklarını te'kit et­ti. Bunlara tapanları tehdit etmek üzere şöyle buyurdu:

"Elbette Allah kendisini bırakıp da yalvardıkları şeyi gayet iyi bilir. O azizdir, hakimdir." Allah onların kendisi dışında tapındıkları putların, cin­lerin ve insanların hiçbir şey olmadıklarını gayet iyi bilir. O güçlüdür, daima üstündür, kendisini inkâr edenlerden ve başkalarını Ona şirk koşanlardan intikam almaya muktedirdir. Yaptıklarında ve mahlûkatın idaresinde son­suz hikmet sahibidir. O, içinde bulundukları davranışları gayet iyi bilir. On­ların Allah'a eş koştuklarım da gayet iyi bilir. Onların amellerinin karşılığını verecektir. Zira O sonsuz hikmet sahibidir.

Sonra Cenab-ı Hak misal vermenin faydasını beyan ederek şöyle buyur­du:

"Biz insanlara bu misalleri veriyoruz. Bunları ancak ilim sahipleri an­layabilirler." Fani Kur'an-ı Kerim'deki bu misal ve benzerlerini insanların zihinlerine bir yaklaştırma olması için ve kendilerine kapalı olan şeyleri açıklamak için anlatıyoruz. Bunu ancak ilme iyice dalan, meseleleri ve prob­lemleri ince ince düşünen, güvenilir alimler anlayabilir, idrak edebilir ve ger­çeğini düşünebilirler. Yukarda da zikredildiği gibi Cabir (r.a.) rivayet ediyor ki: Peygamberimiz (s.a.) bu ayeti okudu ve şöyle buyurdu: "Gerçek alim Al­lah Tealâ hakkında aklını kullanan, O'na itaat edip amel işleyen ve O'nun gazabından sakınan kimsedir." [12]



Göklerin Ve Yerin Yaratılmasının Faydası, Kur'an Okuma Ve Namazın Dosdoğru Kılınması


44- Allah gökleri ve yeri hak olarak yaratmıştır. Doğrusu bunda inanan­lar için ibret vardır.

45-  (Ey Muhammedi) Kitaptan sana vahyolunanı oku. Namaz kıl. Muhak­kak  ki   namaz   hayasızlıktan   ve fenalıktan alıkoyar. Allah'ın zikri en büyük şeydir! Allah yaptıklarınızı gayet iyi bilir.



Açıklaması


"Allah gökleri ve yeri gerektiği gibi hak olarak yaratmıştır. Doğrusu bun­da inanalar için ibret vardır." Yani Allah Tealâ gökleri ve yeri muazzam kud­retine delâlet etmek, hayırları ihsan etmek için ve pek çok dinî de dünyevi faydalar ve hikmetlerle yarattı.

Allah yer ve gökleri batılı kastetmeden hak olarak yarattı. Yer ve gök­leri boş yere, eğlence ve oyun olarak yaratmadı. Bu ayet Allah Tealâ'nın yegâne yaratıcı, idare ve ulûhiyette tek olduğuna açık bir delildir.

Nitekim bir hadis-i kudside şöyle rivayet edilmiştir: "Ben gizli bir hazineydim. Bilinmeyi istedim de mahlûkatı yarattım. Böylece beni tanıdılar. "Ancak bu rivayet hadis olarak sahih değildir. Manası ise doğru olup "Ben insanları ve cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yarattım." (Zariyat, 51/56) ayetinden alınmıştır.

Bu delâletlerden ancak Allah'ı ve Rasulünü tasdik eden müminler yararlanabilir. Bu sırları ancak bunlar anlayabilir. Çünkü onlar mahlûkatın eserini buna tesir eden gücün varlığına delil kabul ederler.

Allah Tealâ daha sonra Rasulüne Kur'an tilâvetinin Allah'ın varlığına, birliğine, kudretine ve hikmetine delâlet eden daha fazla bilgi elde etmeleri için insanlara Kur'anı tebliğ etmesini ve Kur'an okumasını emretti ve şöyle buyurdu:

"Kitaptan sana vahyolunanı oku!" Ya Muhammedi Aynı şekilde ey müs-lüman! Bu Kur'an'ı oku, okumaya ve insanlara tebliğ etmeye devam et. Çünkü O rehber ve nurdur, hidayet ve rahmettir. Hayır ve kurtuluş rehberidir. Zorlu geçen kriz ve mihnetlerin şifasıdır, ümitsizlik ve karamsarlık mer­halelerini aşma vesilesidir.

Aynı şekilde Cenab-ı Hak müminin göz nuru olan namazı emrederek şöyle buyurdu: "Namazı dosdoğru kıl! Zira namaz hayasızlıktan ve haram­lardan alıkoyar." Yani ey Peygamber! Ey mümin! Namaz farzını ve nafileleri­ni huşu ve Allah'a karşı ürperme içerisinde, bütün merhalelerinde Allah kor­kusunu düşünerek rükünleri ve şartları tam olarak eda et.

Zira namaza devam etmekle iki şey elde edilir: Bunlar hayasızlığın terk edilmesi ve haramların terk edilmesidir. Namaz dinin direğidir. Kul ile Rab-bi arasında bir irtibattır. İmanın ve yakînin delilidir. Kederli ve üzüntülü şeylere karşı saadet vesilesidir. Kullar için, günahların ve masıyetlerin eser­lerinden temizlenme sebebidir.

Taberanî ve başkalarının İmran ve İbni Abbas'tan rivayet ettikleri hadis-i şerifte şu ifade yer almaktadır: "Kimi namazı hayasızlıktan ve haramlardan alıkoymazsa bu durum O'nu Allah'tan daha fazla uzaklaş­tırır. "

Ahmed b. Hanbel, Nesaî, Hakim ve Beyhakî'nin Enes'ten (r.a.) rivayet ettiklerine göre Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmaktadır: "Bana dünyanız­dan kadınlar ve güzel koku sevdirildi. Namaz gözümün nuru kılındı."

Bütün bunlar namazın mana ve ruh dolu, Allah'ın azameti ve Allah kor­kusunu göz önüne getirerek gönlün aydınlıkla dolu olması için daha önce zikredildiği gibi huşu, alçakgönüllülük ve ihlâsla eda edilmesi şartına bağ­lıdır. Aksi takdirde beklenen tesiri olmayan sadece bir takım hareketler ve maddi fiillerden ibaret olmuş olur.

Allah Tealâ daha sonra namazın yüce şanını te'kit ederek şöyle buyur­du: "Allah'ın zikri en büyük şeydir. Allah yaptıklarınızı gayet iyi bilir." Yani namaz diğer taatlerden daha büyüktür. Allah'ın zikri ve ibadet eden insan­ları rahmetiyle yoklaması, onların Allah'a taat ederek zikretmelerinden daha büyüktür. Allah sizin hayır ya da şer olarak yaptıklarınızı gayet iyi bilir. Gönüllerde olanı çok iyi bilir. O sizin sözlerinizi, amellerinizi ve niyet­lerinizi bilir. "O gizli olanı da kapalı olanları da gayet iyi bilir." (Tâ-hâ, 20/7).

Burada hem vaad hem de vaîd vardır. Bütün durumlarda insanların Al­lah'ın murakabesi altında bulunduklarını düşünmeye teşvik edilmektedir. Dolayısıyla kim Allah'ın kendisini duyduğunu ve gördüğünü bilirse hayaya sarılır, azaptan korkar ve ibadeti güzelce yerine getirir.

Kim faydalı zikri yani bilerek düşünerek, şuurlu bir kalple ve gönlün Allah'ın dışındaki her şeyden uzak olması haliyle yapılan zikri yerine getirir­se murada nail olur, arzusunu gerçekleştirir.

Ama sadece dille yapılan, tekrardan ibaret olan, Allah'ın azameti düşünülmeden ve O'na karşı manevî bir ürperme duyulmadan yapılan zikirde ise ne hayır vardır, ne de fayda vardır. [13] 



Ehl-i Kitabı Davet Etme Metodu:


46-  İçlerinde zulmedenler hariç, Ehl-i Kitap'la en güzel şekilde mü­cadele edin ve "Biz, bize indirilene de, size indirilene de iman ettik. Bi­zim ilâhımız da, sizin ilâhınız da birdir. Biz yalnız O'na boyun eğe­riz." deyin.

47- (Ey Muhammedi) Biz aynı şekil­de sana da bu kitabı indirdik. Ken­dilerine kitap verdiklerimiz bu ki­taba iman ederler. Bunlardan da (Mekkeliler'den) bu kitaba  -Kur'an'a- iman edecek olanlar var­dır. Bizim ayetlerimizi ancak kâfir­ler inkar eder.

48-  Sen Kur'an'dan önce ne bir ki­tap okuyor, ne de elinle yazı yazı­yordun. Öyle olsaydı batıla uyanlar şüpheye düşerdi.

49- Doğrusu bu, kendilerine ilim ve­rilenlerin kalplerinde -korunan-apaçık ayetlerdir. Bizim ayetlerimi­zi ancak zalimler inkâr eder. [14]



Açıklaması:


"İçlerinde zulmedenler hariç, Ehl-i Kitapla en güzel şekilde mücadele edin." Yani Yahudi ve Hristiyanlarla güzel bir metodla, yumuşak ve ılımlı bir üslûpla tartışın. Ancak kendi nefislerine zulmeden, kendi kendilerine yazık eden, hak yoldan sapan, apaçık hüccetleri görmezden gelen, inatçılık yapan ve büyüklük taslayan kimseler müstesna. Onlara karşı mantık ve aklî ikna üslûbu kullanmak fayda vermez. Onlara misliyle muamele edil­melidir. Onların tecavüz ve böbürlenmelerine yine onların metotlarıyla karşılık verilmelidir. Onlarla savaşmalı, onlar savaşla korkutulmalıdır. Böyleleri -Mücahid ve Said b. Cübeyr'in ifade ettiği gibi- müminlerle savaş­mayı arzu edenlerdir. Onlarla mücadele, iman etmeleri ya da cizye verme­leri ile sonuçlanacak olan kılıçla mukalebede bulunmaktır.

Ayetin birinci kısmı hakkında Katade ve diğerleri şöyle demişlerdir: "Bu ayet "seyf' (kılıç kullanılması emri) âyeti ile neshedilmiştir. Onlarla birlikte mücadeleye gerek kalmamıştır. Yani ya müslüman olacaklar, ya cizye verecekler, ya da kılıçtan geçirilmeye razı olacaklardır." Bu âyetin Mekkî olmasını da bu görüşlerinin delili olarak kabul etmişlerdir.

Daha doğru olan görüş Mücahid ve başka zatların dediği gibi- bu âye­tin hükmünün baki olduğu ve onlardan (Ehl-i Kitaptan) dinde basirete ka­vuşmak isteyenler hakkında muhkem olduğu görüşüdür. Böyleleriyle en güzel şekilde mücadele edilecek, bunlar tek olan, ortağı olmayan Allah'a davet edilecek, Onun hüccetlerine ve ayetlerine dikkatleri çekilecektir. İmana icabet edecekleri ümit edilerek sert ve katı davranmadan davet edi­leceklerdir.

Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette: "Rabbinin yoluna hikmetle, gü­zel öğütle davet et. Onlarla en güzel şekilde mücadele et." (Nahl, 16/125) bu­yurmaktadır. Yine Allah Tealâ Hz. Musa ile Hz. Harun'u Firavun'a gönde­rirken onlara hitaben "Belki ibret alır ve sakınır ümidiyle Firavun'a yumu­şak söz söyleyin." (Taha, 20/44) buyurmuştur.

İbni Cerir et-Taberî bu görüşü tercih etmiştir.

Ayetin ikinci kısmına gelince hakka düşmanlığı sebebiyle Ehl-i Kitap'-tan zulmeden kimselerle savaşmaktan çekinilmez. Onları engelleyecek ve korkutacak şekilde çarpışma (kıtal) yapılır.

Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak ki biz peygamberleri­mizi apaçık mucizelerle gönderdik. İnsanlar aralarında adaleti hakim kıl­sınlar diye o peygamberlere kitap ve ölçü indirdik. Ayrıca kendisinde büyük bir kuvvet ve insanlar için birçok menfaatler bulunan demiri verdik. Bu, görmediği halde, Allah'ın dinine ve peygamberine yardım eden kimseyi Al­lah'ın ortaya çıkarması içindir. Şüphesiz Allah her şeyden kuvvetlidir ve her şeye galiptir." (Hadid, 57/25). [15]



Tartışma Üslûbu:


1- "Biz, bize indirilene de size indirilene de iman ettik. Bizim ilâhımız da sizin ilâhınız da birdir. Biz yalnız O'na boyun eğeriz." deyin."

Yani: Ey Peygamber! Ey Peygamber ümmeti! Ehl-i Kitabı İslâm risâ-letine iman etmeye davet ettiğinizde onlar doğru olduğu veya yalan olduğu bilinmeyen bir şeyi size haber verdikleri zaman onları doğrulamaym. Çün­kü bu yalan ve batıl olabilir. Onları yalanlamayın da. Çünkü bu haber ger­çek ve doğru olabilir. Onlara sadece şöyle deyin: Biz, bize, size ve bütün in­sanlığa indirilen Kur'an'a iman ettik. Size indirilen Tevrat ve İncil'e de iman ettik. Yani bize, Hz. Musa ve Hz. İsa'ya indirilen değiştirilmemiş ve bozulmamış olan kitaplara iman ettik. Bizim de, sizin de mabudunuz olan Hak Tealâ birdir. O'nun hiçbir ortağı yoktur. Biz yalnız O'na boyun eğeriz. O'nun emir ve nehyine itaat ederiz.

Buhari ve Neseî, Ebu Hüreyre (r.a.)'den şöyle rivayet ediyorlar: Ehl-i Kitap, İbranice olan Tevrat'ı okuyorlar ve ehl-i İslâm'a Arapça olarak açık­lıyorlardı. Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Ehl-i Kitab'ı doğrulamaym ve yalanlamayın. Sadece şöyle deyin: Biz, bize indirilene de size indirilene de iman ettik. Bizim ilâhımız da sizin ilâhınız da birdir. Biz yalnız O'na bo­yun eğeriz."

İmam Ahmed, Ebû Nemle[16] el-Ensarî'den şöyle rivayet ediyor: Ebu Nemle Peygamberimiz (s.a.)'in yanında otururken Yahudilerden biri geldi. Peygamberimiz (s.a.)'e

- Ya Muhammedi Bu cenaze konuşur mu? diye sordu. Peygamberimiz

(s.a.):

- Allah bilir, diye cevap verdi. Yahudi:

- Ben şehadet ederim ki bu cenaze konuşur, dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.):

- Ehl-i Kitap size bir şey söylerse onları ne doğrulayın ne de yalanla­yın. Sadece şöyle deyin: Biz, Allah'a, O'nun kitaplarına ve peygamberlerine iman ettik. Eğer söyledikleri gerçek ise onları yalanlamamış, batıl ise doğrulamamış olursunuz."

İbni Cerir de Abdullah b. Mes'ud (r.a.)'den şöyle rivayet etmiştir: Pey­gamberimiz (s.a.): "Ehl-i Kitab'a hiçbir şey sormayın. Zira kendileri sapıt­tıkları halde sizleri hidayete davet etmektedirler. Onlara sorarsanız ya hak olanı yalanlamış, ya da batıl olanı doğrulamış olursunuz." demiştir.

Buhari, Humeyd b. Abdurrahman'dan şöyle rivayet ediyor : Humeyd, Medine'de Muaviye Kureyşlilerden bir grupla konuştuğunda yanlarındaydı. Muaviye, Ka'bü'l-Ahbar'dan bahsetti ve şöyle dedi: O her ne kadar Ehl-i Kitap'tan haber nakledenlerin en doğru sözlüsü olsa ve biz de aynı kanaatte olsak da, biz onun yalan söyleyip söylemediğini deneriz, tecrübe ederiz.'

2- "Biz aynı şekilde sana da bu kitabı indirdik. Kendilerine kitap ver­diklerimiz bu kitaba iman ederler. Bunlardan (Mekkelilerden) bu kitaba -Kur'an a- iman edecek olanlar vardır. Bizim ayetlerimizi ancak kâfirler in­kâr eder."

Yani Ey Rasulüm! Biz senden önceki peygamberlere kitaplar indirdiği­miz gibi sana da bu kitabı (Kuranı) indirdik. Kendilerine önceki kitapları verdiğimiz Yahudi ve Hristiyanlar bu kitabı alıp da hakkıyla okudukları zaman Abdullah b. Selâm, Selman el-Farisî ve benzerleri gibi iman ederler ve bu kitabın Allah nezdinden indiğini tasdik ederler. Bazı Kureyş kâfirleri ve kâfir Arap kabileleri de bu kitaba iman ederler. Çünkü bu kitap -üslû­bundan gayet iyi farkettikleri gibi- insan kelâmı değildir. Allah'ın Peygam-ber'ine vahyedilmiş Allah kelâmıdır.

Bizim ayetlerimizi yalanlayan ve bunların hakkını inkâr eden sadece hakkı batılla örten, hidayet ve nurun alâmetlerini silen, küfründe inatçılık yapıp böbürlenen kimsedir. Böylesi tek olan Allah'a iman etmez. Allah'ın kendi üzerindeki nimetine şükretmez. Bu ifade onları içinde bulundukları şirk ve batıldan uzaklaştırmak içindir.

3-  "Sen Kur'an'dan önce ne bir kitap okuyor, ne de elinle yazı yazıyor­dun. Öyle olsaydı batıla uyanlar şüpheye düşerdi."

Yani ey Peygamber! Sen kavminle birlikte yaşadığın tarihlerde Kur'an'ın inmesinden önce başka bir kitap okuyan bir kimse değildin. Yazı yazmayı da biliniyordun.

Sen okuma yazmayı bilen biri olsaydın cahil müşrikler sana inen ki­tap hakkında şüpheye düşecekler ve "Belki de bu önceki kitaplardandımmıştır." diyeceklerdi. Sen kitap okuyan ve yazı yazan biri olmadığına göre onların şüpheye düşmeleri için hiçbir sebep yoktur.

Mücahid, "Ehl-i Kitap kendi kitaplarında Hz. Muhammed (s.a.)'in okuma yazma bilmediği hususundaki ayeti okuyorlardı. Bu sebeple bu ayet nazil oldu." demiştir.

Nahhas diyor ki: Kureyşliler için Hz. Muhammed (s.a.)'in peygamber­liğine delil; onun okuma yazma bilmemesi, Ehl-i Kitapla görüşmemesi ve Mekke'de Ehl-i Kitab'm bulunmamasıdır. Buna rağmen o, Mekkelilere ön­ceki peygamberlerin ve ümmetlerin haberlerini getirmektedir. Bu şekilde kuşku ve şüpheler ortadan kalkmaktadır.

"Ondan önce herhangi bir kitap" ifadesi olumsuzluğu tekid etmektedir. "Ne de sağ elinle yazı yazıyordun." cümlesi de aynı zamanda tekiddir. "Sağ el" tabiri genelleme manasında kullanılmıştır. Tıpkı "iki kanadıyla uçan kuş..." (En'am, 38) ifadesi gibi.

Kısaca; Hz. Muhammed (s.a.)'in geçmiş kitaplardaki ve kavmi arasın­daki bilinen sıfatı onun okuma yazma bilmeyen ümmî biri olmasıdır.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Onlar yanlarındaki Tev­rat ve İncil'de yazılı buldukları, Allah'ın okuyup yazması olmayan elçisi peygambere tabi olurlar. Peygamber onlara iyiliği emreder, kötülüğü nehyeder. "(A'raf, 7/157).

O halde bu Kur'an'm Allah tarafından indirildiği ve herhangi bir be­şer, melek veya cinin ilhamıyla olmadığı hususunda şüphe etmeye hiçbir sebep yoktur.

Bu gerçeğin açıklığına ve Kureyşlilerin Hz. Muhammed (s.a.)'in oku-ma-yazma bilmeyen ümmî bir kimse olduğunu bilmelerine rağmen, onlar yine de onu önceki kitaplardan istifade etmekle itham ettiler. Cenab-ı Hakkın beyan ettiği gibi: "Müşrikler: "Kur'an öncekilerin efsaneleridir. Mu­hammed onu başkalarına yazdırmış da, sabah-akşam kendisine tekrarla­nıp duruyor." dediler." (Furkan, 25/5).

Daha önce de geçtiği gibi Kur'an'm Allah tarafından indirilmiş olduğu­nu tekid etmek üzere Cenab-ı Hak şöyle buyurdu: "Doğrusu Kur'an kendi­lerine ilim verilenlerin kalplerinde -korunan- apaçık ayetlerdir. Bizim ayet­lerimizi ancak zalimler inkâr eder."

Yani bilakis bu Kur'an hakka, gerçeğe delâlet ettiği açık olan ayetler­dir. Bu Ehl-i Kitap'tan olan ve olmayan âlimlerin gönüllerinde yerleşmiş bir husustur. Fakat Allah'ın nurlu ayetlerini inkâr eden, yalanlayan, bu ayetleri hafife alan ve bunları reddeden ancak zalimlerdir: yani hakkı bilip de ondan yüzçeviren kibirli, haddi aşan kimselerdir.

Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette de şöyle buyurmaktadır: "Şüp­hesiz ki üzerlerine Rabbinin hükmü gerçekleşmiş olanlar iman etmezler. Onlara her türlü delil gelse de, onlar can yakıcı azabı görmedikçe iman et­mezler." (Yunus, 10/96-97).

Özetle; bu yüce Kur'an insan eseri değildir. Bilakis bu kitap âlimlerin anladıkları, ezberledikleri; emir, nehiy ve haber olarak açıkça hakka delâ­let eden apaçık ayetlerdir. Allah, Kuranın ezberlenmesini, okunmasını ve tefsirini kolaylaştırmıştır: "Andolsun ki biz Kur'anı düşünüp ibret alınsın diye kolaylaştırdık. Hiç düşünen var mı?" (Kamer, 54/17).

Buhari Sahih'inde Peygamberimiz (s.a.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Hiçbir peygamber yoktur ki kendisine insanların iman ettiği bir kitap verilmesin. Bana verilen, ancak Allah'ın bana vahyettiği bir vahiydir. Ben içlerinde ümmeti en çok olan peygamber olacağımı ümid ediyorum." [17]



Müşriklerin Olmasını İmkansız Sandıkları Bazı İstekleri, Azabın İndirilmesinde Acele Etmeleri Ve Hissedilir Mucizelerin Getirilmesi:


50-  "Ona da Rabbinden mucizeler indirilse ya!" dediler. Sen onlara şöyle de: "Bütün mucizeler ancak Allah katındandır. Ben sadece apa­çık bir uyarıcıyım."

51- Kendilerine okunan kitabı sana indirmemiz onlara yetmiyor mu? Şüphesiz ki bunda iman eden bir topluluk için mutlaka rahmet ve öğüt vardır.

52- Sen onlara şöyle de: "Benimle sizin aranızda şahit olarak Allah yeter. O göklerde ve yerde olan her şeyi gayet iyi bilir. Batıla inanıp Al­lah'ı inkâr edenler, işte asıl hüsra­na uğrayacak olanlar onlardır.

53- Onlar senden azabın bir an önce indirilmesini istiyorlar. Eğer belirli bir vade olmasaydı, o azap onlara gelmişti bile. Hiç şüphesiz o azap, onlara hiç haberleri olmadan ansı­zın geliverecektir.

54- Onlar senden azabın bir an önce indirilmesini istiyorlar. Halbuki ce­hennem, kâfirleri çepeçevre kuşa-tacaktır.

55- Azap kendilerini tepelerinden ve ayaklarının altından sardığı gün Allah onlara: 'Taptıklarınızı tadın bakalım!" diyecektir.



Açıklaması:


"Müşrikler: "Ona da Rabbinden mucizeler indirilse ya!" dediler." Yani müşrikler serkeşlik, üste çıkma ve inatçılıkla şöyle dediler: Salih'in devesi, Musa'nın âsâsı ve İsa'nın sofrası gibi önceki peygamberlere indirilen muci­zeler gibi Muhammed'e de, onun doğruluğuna delil olacak ve kendisinin Al­lah tarafından gönderilen bir Rasul olduğunu isbat edecek maddî bir muci­ze indirilse ya!

Allah da onlara şöyle cevap verdi: "Sen onlara şöyle de: Bütün mucize­ler ancak Allah katındandır. Ben sadece apaçık bir uyarıcıyım." Yani ey Muhammedi Onlara de ki: Ayetlerin indirilmesi ve mucizelerin gönderilme­si Allah Tealâ'ya aittir. Eğer O, sizin hidayete ereceğinizi bilseydi, sizin bu isteğinizi yerine getirirdi. Zira bu Onun için kolaydır, gayet basittir. Fakat O sizin bu talebinizle sadece serkeşlik ve deneme amacı taşıdığınızı gayet iyi bilmektedir. Dolayısıyla sizin bu arzunuza icabet etmeyecektir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:

"Onlara mucizeler göndermeyişimizin sebebi; sadece önceki kavimlerin kendilerine gönderilen mucizeleri yalanlamalarıdır. Biz Semud kavmine apaçık bir mucize olarak dişi bir deve verdik. Ne var ki onlar ona haksızlık ettiler..." (İsra, 17/59).

Ben ancak size, küfrünüzde devam ederseniz gelecek şiddetli bir aza­ba karşı sizi açıkça uyarmakla görevli bir uyarıcı olarak gönderildim. Be­nim üzerime düşen size Allah Tealâ'nın risâletini tebliğ etmektir. Sizi hida­yete erdirmek bana ait değildir. "Allah kimi hidayete eriştirirse o hidayete erişen kimsedir. Kimi de saptırırsa sen Allah'tan başka hiçbir irşad edici, hiçbir dost bulamazsın." (İsra, 11 İdi) "Onları hidayete erdirmek sana ait değildir. Fakat Allah dilediğini hidayete erdirir." (Bakara 2/272).

Allah Tealâ daha sonra onların son derece bilgisiz ve geri kafalı olduk­larını beyan etti. Zira onlar kendisine Kur'an indiği halde Hz. Muhammed (s.a.)'in getirdiği bu dinde doğru sözlü olduğuna delâlet edecek mucizeler talep ettiler. Cenab-ı Hak şöyle buyurdu:

"Kendilerine okunan Kitab'ı sana indirmemiz onlara yetmiyor mu?" Yani içinde senden öncekilerin haberleri, senden sonrakilerin durumları, aralarındaki meselelerin hükümleri anlatılan bu yüce kitabı sana indirmiş olmamız, senin doğru sözlü olduğuna delil olarak onlara yetmiyor mu? Zira sen okuma-yazma bilmeyen, Ehl-i Kitap'tan hiçbir kimse ile de irtibatı, gö­rüşmesi olmayan ümmî bir kişisin. Bununla birlikte önceki sahifelerde olan haberleri getirdin ve ihtilafa düştükleri konularda doğruyu açıkladın. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Onlara önceki kitaplarda bu­lunan hususların açıklaması gelmedi mi?" (Taha, 20/133).

İmam Ahmed, Buhari ve Müslim'in Ebu Hüreyre (r.a.)'den rivayet et­tikleri bir hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuşlardır: "Pey­gamberlerden hiçbir peygamber yoktur ki kendisine beşerin benzerlerine iman ettiği mucizeler verilmiş olmasın. Bana verilen mucize ise Allah'ın ba­na vahyi (olan Kur'an-ı Kerim)dir. Ben kıyamet gününde peygamberler ara­sında ümmeti en çok olan peygamber olacağımı ümid ediyorum."

"Sen onlara şöyle de: Benimle sizin aranızda şahit olarak Allah yeter." Yani ey Muhammed! Onlara de ki: Benimle sizin aranızda her şeyi bilen âdil hakem olarak Allah yeter. O, sizden sadır olan yalanlamayı, benim si­ze söylediğim şeyleri ve size tebliğ ettiğim emir ve uyarıları ve benimle size gönderdiği kitabı gayet iyi bilir. Eğer Onun adına yalan söylesem benden intikam alır.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:

"Eğer Muhammed, kendinden bazı sözler uydurup da bunları bizim söylediğimizi iddia etseydi, elbette onu kuvvetle yakalar, sonra da can da­marını keserdik. Hiçbiriniz de buna mani olamazdı." (Hakka, 69/44-47).

Ben, size haber verdiğim hususlarda doğruyu söyledim. Bu sebeple -Rabbim- beni apaçık mucizelerle ve kesin delillerle teyid eyledi.

"O, göklerde ve yerde olan her şeyi gayet iyi bilir." Yani Allah Tealâ'ya hiçbir şey gizli kalmaz. O, göklerde ve yeryüzünde meydana gelen ve mey­dana gelecek olan her şeyi bilir. Bu itibarla O benim durumumu da, sizin durumunuzu da, benim doğru söylediğimi de, sizin yalanlamanızı ve inkâr etmenizi de gayet iyi bilir.

"Batıla inanıp Allah'ı inkâr edenler işte asıl hüsrana uğrayacak olan­lar onlardır." Yani Allah'tan başka kendisine tapınılan putlar, heykeller ve benzeri fani varlıkları tasdik edip Allah'a imana delâlet eden delillerin çok­luğuna rağmen Allah'ın varlığını ya da birliğini inkâr edenler, işte onlar iman karşılığında küfrü satın aldıkları için ticaretlerinde hüsrana uğrayan kimselerdir. Allah, kıyamet gününde, onların yaptıklarının karşığılını verecek ve Allah'ın peygamberlerinin doğru söylediklerine dair delillere rağmen Allah'ın peygamberlerini yalanlama, hakkı inkâr etme ve hiçbir delil olmaksızın tağutlara ve putlara inanma gibi batıla tabi olma şeklinde işledikleri fiillere karşılık onları cezalandıracaktır.

"İşte asıl hüsrana uğrayacak olanlar onlardır." ayeti hasr (yani özel­likle belirtme) ifade eder. Yani kim bâtıla inanıp Allah'ı inkâr ederse, o kimse ziyandadır. Batıla inanan herkes Allah'ı inkâr etmiş olur.

Allah Tealâ daha sonra Allah'ın azabının derhal meydana gelmesini is­teyen müşriklerin bilgisizliklerini ve ahmaklıklarına işaret ederek şöyle buyurdu:

"Onlar senden azabın bir an önce indirilmesini istiyorlar. Eğer belirli bir vade olmasaydı o azap onlara gelmişti bile. Hiç şüphesiz o azap, onlara hiç haberleri olmadan ansızın geliverecektir."

Yani Kureyş kâfirleri Cenab-ı Hakk'ın şu ayette anlattığı gibi bu aza­bın kendilerine derhal gelmesini istemektedirler: "Hani onlar: "Ey Al­lah'ım! Eğer bu Kur'an senin nezdinden indirilmiş hak bir kitap ise, gökten üzerimize taşlar yağdır veya bize can yakıcı bir azap ver." demişlerdi" (En-fal, 8/32).

Eğer bu azap belirli bir vakitle tayin edilmiş olmasaydı ve Allah bu azabın kıyamet gününe kadar geciktirilmesini kesin olarak takdir etmiş ol­masaydı, bu azap onların istedikleri gibi pek yakında süratle kendilerine derhal inerdi. Bununla birlikte bu azap onların geleceğini hissetmedikleri, gaflette oldukları bir anda geliverecektir.

Cenab-ı Hak daha sonra onların azabın inmesi şeklindeki taleplerini bir defa daha şu ayetle zikretti:

"Onlar senden azabın bir an önce indirilmesini istiyorlar. Halbuki ce­hennem kâfirleri çepeçevre kuşatacaktır." Yani onlar senden azabın meyda­na gelmesini istiyorlar. Bu azab hiç şüphesiz meydana gelecektir. Cehen­nem de onları her taraftan kuşatacaktır.

Cenab-ı Hak daha sonra bu azabın kendilerini kuşatma şeklini şu ayetle açıklamıştır: "Azap onları tepelerinden ve ayaklarının altından sar­dığı gün Allah onlara: 'Yaptıklarınızın cezasını tadın bakalım." diyecektir."

Yani o gün azap onları her taraftan kaplayacak, azarlama ve tehdit olarak onlara dünyada işlediğiniz küfür ve masiyetlerin cezasını tadın ba­kalım denilecektir. Cenab-ı Hakk'ın buyurduğu gibi: "Onlara cehennemde, ateşten altlarına yatak üstlerine örtüler vardır." (Araf, 7/41). 

"Onlara, ken­dilerini üstlerinden gölgeleyen ateşler, altlarında gölgeleyen ateşler vardır" (Zümer, 39/16).

Yine Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: 

"Kâfirler ateşi yüzlerinden ve arkalarından savamayacakları ve kimseden de yardım göremeyecekleri za­manı bir bilseler!" (Enbiya, 21/39). 

"O gün onlar cehennemin ateşine yüzüstü sürüklenirler ve onlara tadın cehennem ateşinin dokunuşunu, denir" (Kamer, 54/48). [18]



Dinî Vazifelerin Yerine Getirilememesi Durumunda "Hicret" Etmenin Emredilmesi:


56-  Ey iman eden kullarım! Şüphe­siz ki benim yeryüzüm geniştir. O halde sadece bana ibadet edin.

57-  Her can mutlaka ölümü tada­caktır. Sonra da bize döndürülecek-

58- İman edip salih ameller işleyen­leri cennette mutlaka altlarından ırmaklar akan köşklere yerleştire­ceğiz. Onlar orada ebediyyen kala­caklardır. Salih amel işleyenlerin mükâfatı ne güzeldir!

59- Onlar sabreden ve sadece Rablerine tevekkül eden kimselerdir.

60- Nice canlı varlıklar vardır ki kendi rızıklarını temin etmekten âcizdirler. Onlara da, size de rızık veren Allah'tır. O, her şeyi çok iyi işiten ve her şeyi gayet iyi bilendir. 



Açıklaması:


"Ey iman eden kullarım! Şüphesiz ki benim yeryüzüm geniştir. O halde sadece bana ibadet edin. Yani ey beni ve Peygamberim Muhammed aley-hisselâmı tasdik eden kullar! Benim yeryüzüm dar değil, geniştir. Sizin yeryüzünde herhangi bir yerde ikamet etmeniz mümkündür. Kâfirlerin en­gellemeleri ve eziyetleri sebebiyle sizin ibadet etmeniz veya dinî vazifeleri­nizi yerine getirmeniz zoflaşırsa dinî vazifelerinizi yerine getirebileceğiniz yere hicret edin.

"Kullarım" kelimesinin sadece müminleri içine almasına rağmen bu kelimenin hemen ardından "iman edenler" şeklinde tavsif edilmesi ayırdet-me için değil sadece bu vasfı taşıdıklarını beyan etmek içindir.

Bu, müminlere dini yaşayamadıkları beldeden, Allah'ın emrettiği şe­kilde, Allah'ın birliğini ilân edip Ona kulluk etmek suretiyle dini yaşayabi­lecekleri yeryüzüne hicret etmeleri şeklindeki bir emirdir.

Hicret'ten maksat: Allah Tealâ'mn adını yüceltme yolunda canını, ma­lını ve vatanını feda edebilecek ihlâslı ve kâmil mümin yetiştirmektir. Mekke'den Medine'ye hicret etmek fetihten önce vacip idi. Hicretin vacip oluşu daha sonra kaldırıldı.

İmam Ahmed, Zübeyr b. Avvam (r.a.)'den Peygamberimiz (s.a.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Beldeler Allah'ın beldeleridir. Kullar Al­lah'ın kullarıdır. Nerede hayır elde edersen, orada ikamet et."

Bunun için Mekke'de ezilen müslümanların orada ikamet etmeleri zorlaşmca müslümanlar dinlerinden emin olmak için Habeşistan diyarına hicret ettiler. Habeşistan kralı Necaşi Ashame'nin himayesinde en güzel şekilde ağırlandılar. Necaşi onları barındırdı ve yardımıyla destekledi. Da­ha sonra da Peygamberimiz (s.a.) ve Mekke'de kalan sahabileri Medine-i Münevvere ye hicret ettiler.

Allah Tealâ kullarına ibadete riayet etmelerini, ibadette ihlâslı olma­larını ve samimiyetle ihtimam göstermelerini emrettikten sonra dünyanın ebediyet yurdu olmadığım beyan etti ve ceza-mükâfat yurdu için hazırlan­malarını emretti ve şöyle buyurdu: "Her can mutlaka ölümü tadacaktır. Sonra da bize döndürüleceksiniz." Yani hiç şüphesiz ölüm her can için mey­dana gelecektir. Nerede bulunursanız bulunun ölüm size erişecektir. O hal­de Allah'a taat içinde ve Allah'ın size emrettiği durumda bulunun. Bu sizin için daha hayırlıdır. Zira ölüm mutlaka meydana gelecektir ve ister yurdu­nuzda, isterse yurt dışında bulunun ölümden kaçış yoktur. Sonra dönüş ve varış sadece Allah'adır. Kim Allah'a itaatkâr ise, Allah onu en üstün mükâ­fatla mükâfatlandırır ve ona en mükemmel sevabı verir.

Özetle: Birtakım sıkıntılar mutlaka olacaktır. Bundan dolayı vatanı terketmek ve sevdiklerinden ayrılmak müminler hakkında zor bir şey de­ğildir.

Allah Tealâ daha sonra şirk ve masiyetlerden kaçarak dini uğrunda hic­ret eden mümine verilecek mükâfatın cinsini beyan ederek şöyle buyurdu:

"İman edip salih ameller işleyenleri cennette mutlaka altlarından ır­maklar akan köşklere yerleştireceğiz. Onlar orada ebediyyen kalacaklardır. Salih amel işleyenlerin mükâfatı ne güzeldir!" Yani Allah'ı ve Rasulü'nü tasdik eden Allah'ın emirlerine sarılmak ve nehiylerinden kaçınmak gibi salih amelleri işleyenleri cennette ağaçlarının altından su, cennet şarabı, bal veya sütten çeşitli ırmaklar akan yüksek köşklere yerleştireceğiz ve orada konuk edeceğiz. Onlar orada ebedî kalacaklar ve amellerine karşılık olarak oradan hiç ayrılmayacaklardır. Bu ne güzel mükâfattır! Müminlerin amellerine, karşılık ecir olarak bu köşkler ne güzeldir.

Bu mükâfat daha önce geçen kâfirlerin cezasına mukabildir: "Cehen­nem kâfirleri çepeçevre kuşatacaktır." Kâfirlere ait cehennemler olduğu gi­bi, amellerinin ecri olarak müminlere ait cennetler vardır.

Salih amel işleyen müminlerin sıfatlarından ikisi: Sabır ve tevekküldür.

"Onlar sabreden ve sadece Rablerine tevekkül eden kimselerdir." Yani o müminler namaz, oruç, Allah yolunda hicret, düşmanlarla cihat etmek, Al­lah'ın rızasını kazanmak için aile ve akrabadan ayrılabilmek, müşriklerin eziyetlerine tahammül etmek gibi dinî görevlerini yerine getirme hususun­da sabreden ve sadece Rablerine tevekkül eden, din ve dünyaları hususun­daki bütün durumlarda işlerini Allah'a havale eden, kendilerine vacip olan görevlerini yerine getiren sonra da zafer, başarı, rızık, izzet v.b. neticeleri gerçekleştirmeyi Rablerine bırakan kimselerdir.

Burada 'sabır' ve tevekkül' sıfatlarının zikredilmesi makama uygun­dur. Çünkü hicret, cihad, vatanı terketmek ve kişinin sevdiklerinden ayrıl­ması, eziyetlere tahammül etme ve Allah Tealâ'ya kulluk etme hususunda sabırlı olmayı ve Allah'a tevekkül etmeyi gerektirmektedir.

Allah Tealâ daha sonra tevekküle yardımcı olacak diğer bir vasfı zik­retti. Bu vasıf Allah'ın mahlûkatının rızkı hususunda son derece yeterli ol­duğunun bilinmesidir. Bu konuda Cenab-ı Hak şöyle buyurdu:

"Nice canlı varlıklar vardır ki kendi rızıklarını temin etmekten âcizdir­ler. Onlara da, size de rızık veren Allah 'tır. O her şeyi çok iyi işiten ve her şe­yi gayet iyi bilendir." Yani rızık sadece belirli bir bölgeye mahsus değildir. Bilakis Cenab-ı Hakk'ın rızkı bütün mahlûkatı için ne zaman ve nerede bulunurlarsa, bulunsunlar umumidir. Nice canlı varlıklar vardır ki güçsüz­lüğü sebebiyle rızkını taşıyamaz. Rızkını toplamaya ve temin etmeye muk­tedir olamaz. Yarın için hiçbir şey biriktiremez. Onun güçsüzlüğüne rağ­men Allah onun rızkını ayırır, onun rızık teminini kolaylaştırır. İster yer­yüzünün derinliklerinde, ister havada uçan kuş, isterse denizdeki balık ol­sun her yaratığın kendisine yetecek ve onu idare edecek kadar rızkını Al­lah gönderir. Allah kullarının sözlerini çok iyi işiten gönüllerini, sırlarını ve kalplerinde olanı gayet iyi bilendir.

Allah vaadini yerine getirdi. Dolayısıyla muhacirlerin Medine'deki rı-zıkları daha çok, daha geniş ve daha güzel oldu. Kısa bir zaman sonra da pek çok ülkenin ve şehrin idarecileri oldular.

Bu ayetin bir benzeri şu ayettir: 'Yeryüzünde hiçbir canlı varlık yoktur ki rızkı Allah'a ait olmasın. Allah her canlının hayatta iken yerleştiği ve ölümden sonra konulduğu yeri bilir. Her şey apaçık bir kitapta kayıtlıdır." (Hud, 11/6). [19]



Müşriklerin, Yaratan, Rızık Veren Ve Dirilten Bir İlâhın Varlığını Kabul Etmeleri:


61-  Yemin olsun ki eğer onlara: "Gökleri ve yeri yaratan, güneşi ve ayı hizmete hazır kılan kimdir?" di­ye sorsan, mutlaka: "Allah'tır!" der­ler. O halde nasıl (Hak'tan) döndü­rülüyorlar?

62-  Allah kullarından dilediğinin rızkını bol verir, dilediğinin rızkını da az verir. Şüphesiz Allah her şeyi çok iyi bilir.

63-  Yemin olsun ki eğer onlara: "Gökten su indirip onunla yeryüzü­ne öldükten sonra tekrar hayat ve­ren kimdir." diye sorsan mutlaka: "Allah'tır!" derler. Sen de: "Allah'a hamd olsun." de. Fakat onların çoğu yine de akıllarını kullanıp düşün­mezler. 



Açıklaması:


'Yemin olsun ki eğer onlara: "Gökleri ve yeri yaratan, güneşi ve ayı hiz­mete hazır kılan kimdir?" diye sorsan, mutlaka: "Allah'tır!" derler. O halde nasıl (Hak'tan) döndürülüyorlar?"

Yani Allah'a yemin olsun ki, ya Muhammedi Eğer sen Allah'a şirk ko­şanlara, "Gökleri ve göklerde bulunan nurlu yıldızlan, yeryüzünü ve yer­yüzünde bulunan hazine ve madenleri yoktan vareden kimdir? Bunları eş­siz bir şekilde yaratan kimdir? Güneşi ve ayı mahlûkatın menfaati için hizmete hazır hale getiren ve bu sebeple gece ile gündüzün birbirinin peşin­den gelmelerini temin eden kimdir?" diye soracak olsan onlar bunları vare-den ve yaratan sadece Allah'tır, diye cevap vereceklerdir.

Onlar bunu ikrar ve itiraf ettiklerine göre, Allah'ın birliğinden ve sa­dece Ona kulluk etmekten nasıl yüzçevirirler? Zira Allah'ın yaratıcı oldu­ğunu itiraf etmek, müşriklerin O'ndan başka ilâha ibadet etmelerine ve O'nunla birlikte başka ilâha ibadet etmelerine mani olur. Müşriklerin: "Bu­yur, ya Rabbi! Senin hiçbir ortağın yoktur. Ancak sana mahsus olan ortak müstesna. Sen o ortağa da, onun sahip olduğu şeylere de sahipsin." şeklin­deki ifadeleriyle Tevhid-i Rububiyet'i itiraf etmeleri Tevhid-i Ulûhiyet'i de itiraf etmelerini gerektirir. Allah Tealâ çoğunlukla Tevhid-i Rububiyet'in itiraf edilmesi konusundan sonra Tevhid-i Ulûhiyet'i anlatmaktadır.

Müşriklerin yaratıcıyı itiraf etmelerini beyan ettikten sonra Cenab-ı Hak hayatın devam etmesinin ve varlıkların bekasının ana sebebi olan rızık konusunu zikrederek şöyle buyurdu:

"Allah kullarından dilediğinin rızkını bol verir, dilediğinin rızkını da az verir. Şüphesiz Allah her şeyi çok iyi bilir." Yani Allah, imtihan etmek için, kullarından dilediği kimsenin rızkını genişletir, dilediği kimseyi de denemek ve belâya tabi tutmak için rızkını dar kılar. Yaratan ve kullarına rızık veren Allah'tır. İlahî hikmetine uygun olarak ve kulların menfaatinin gereği olarak nzıkları paylaştıran sadece O'dur. Zira Allah faydalı veya za­rarlı olan her şeyi, rızkın genişletilmesi ve daraltılması gereklerini gayet iyi bilir. O her iki durumda kulları için en hayırlı ve en salih olan şeyi ger­çekleştirmek suretiyle o hem bağışta bulunur, hem de kötülükleri engeller. İnsanlar arasında rızık hususunda farklılık meydana gelir. Hem zengin hem de fakir insanlar bulunur. Allah her ikisine en müsait olan durumu, kimin zenginliğe layık olduğunu, kimin de fakirliğe layık olduğunu en iyi bilendir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz rızkı veren O, metin kuvvet sahibi olan Allah'tır." (Zariyat, 51/58).

Allah Tealâ rızkın sebebi olan yağmurun indirilmesi olayını zikrede­rek şöyle buyurdu:

'Yemin olsun ki eğer onlara: "Gökten su indirip onunla yeryüzüne öl­dükten sonra tekrar hayat veren kimdir?" diye sorsan mutlaka: "Allah'tır!" derler." Yani değişmez gerçeklerden biri şudur: Eğer onlara buluttan yağ­muru indirecek ve bu yağmurla hareket olmayan kurak çorak toprağı yeşil bitkilerle canlandıracak kimseyi sorarsan, onlar sana: "Bütün mahlûkatı yoktan vareden, eşsiz olarak yaratanın Allah olduğu" cevabını verirler. El­bette insanoğlu bundan sonra müşriklerin Allah'ın yarattığı bazı varlıkları O'na şirk koşmalarına hayret edecektir.

"Sen de: "Allah'a hamd olsun." de. Fakat onların çoğu yine de akılları­nı kullanıp düşünmezler."

Yani, ey Muhammedi Onların üzerlerine hücceti gerçekleştirdiği için, onların Allah'ın, bütün nimetlerin kaynağı olduğunu itiraf etmeleri sebe­biyle Allah'a hamdolsun, de. Fakat o müşriklerin çoğu onlardan meydana gelen bu çelişkiyi düşünemezler. Onların hem yaratan, vareden, can veren ve rızık verenin Allah olduğunu söylediklerini, hem de Allah'ta başkasının ilâh olduklarını söylediklerini görürsün. Böylece onların davranışları sözle­rine ve ikrarlarına aykırı düşmektedir. Onlar Allah'la birlikte kendisinde ilâhlık vasıfları olmayan başka bir ilâha tapmıyorlar. Kendisinde hayır ve menfaat bulunan, kendilerine zarar verilmesini engelleyecek olan ilâhı id­rak etmiyorlar. [20]



Dünyanın Durumunun Açıklanması Ve Dünyada Kâfirlerin Çelişkili Durumu:


64-  Bu dünya hayatı eğlence ve oyundan başka bir şey değildir. Şüphesiz asıl hayat ahiret yurdu­dur. Keşke bilselerdi!

65-  Onlar gemiye bindikleri zaman dinin sadece Allah'a ait olduğuna inanarak O'na yalvarmaya başlar­lar. Fakat Allah kendilerim sağ-sakaraya çıkarıp kurtarınca da hemen O'na ortak koşmaya başlar­lar.

66- Onlar kendilerine verdiğimiz ni­metlere nankörlük etsinler ve arzu-larınca eğlensinler bakalım! Yakın­da bileceklerdir.

67-  Çevrelerinde insanlar kaçırılır­ken bizim Mekke'yi mukaddes ve emin bir belde yaptığımızı görmedi-

Batıla inanıp da Allah'ın ni-inkâr mı ediyorlar?

a karşı yalan uydurandan veya kendine gelen hakkı yalanla­yandan daha zalim kim olabilir? Kâfirlerin sanki cehennemde barı­nacak yeri mi yok?

69- Uğrumuzda cihad edenlere biz mutlaka yollarımızı gösteririz. Şüp­hesiz ki Allah iyilik edenlerle bera­berdir. 



Açıklaması:


"Bu dünya hayatı eğlence ve oyundan başka bir şey değildir. Şüphesiz ki asıl hayat ahiret yurdudur. Keşke bilselerdi!"

Allah Tealâ dünya ile ahireti birarada zikretmektedir. Dünya hayatı devamlı olmayan, fani ve basit bir hayattır. Dünya hayatında olanların son noktası kendisiyle oyalanılan bir eğlenceden, teselli olunan bir oyundan ibarettir. Ahirete gelince, bu zail olmayan ve bitmeyen daimî hayat yurdu­dur. Bilakis ahiret hayatı ilelebed devam edecektir. Onlar bunu bilselerdi, baki olanı fani olana tercih ederlerdi.

Oyunla eğlence arasındaki fark: Oyun batıla yönelmektir, eğlence Hak'tan yüz çevirmektir. "el-Hayevan' kelimesinden murad; gelişen, büyü­yen canlı demek değildir. "el-Hayevan" kelimesi "el-hayat" kelimesi gibi "hayye" fiilinin mastarıdır. Ancak bu kelimede "hayat" kelimesinde olma­yan mübalağa manası vardır. Yani "el-hayevan" gerçek hayat demektir.

Cenab-ı Hak daha sonra müşriklerin mihnet ve şiddetle karşılaştıkla­rında dünyadan vazgeçtikleri durumu haber veriyordu:

"Onlar gemiye bindikleri zaman dinin sadece Allah'a ait olduğuna inanarak O'na yalvarmaya başlarlar. Fakat Allah kendilerini sağ-salim ka­raya çıkarıp kurtarınca da hemen O'na ortak koşmaya başlar." Yani müşrikler mecburiyet anında hiçbir ortağı olmayan tek Allah'a dua ediyorlardı. Bu durum devamlı olmalı, değil miydi? Onlar gemiye binip de boğulmayla karşı karşıya geldikleri zaman sadece O'na itaat ederek, samimi bir niyet­le, sadıkane bir şekilde Allah'a dua ederlerdi. Yok olmaktan kurtulup em­niyet gerçekleştiği zaman şirklerine dönerler, kurtuluş nimetini inkâr ede­rek sahte ilahlara dua ederlerdi.

Bu ayetin bir benzeri de şu ayettir: "Denizde size sıkıntı dokunduğu zaman O'ndan başka taptığınız kişiler kaybolup gider. Fakat o sizi kurtarıp karaya çıkarınca yine yüz çevirirsiniz. İnsan çok nankördür." (İsra, 17/67). Bu ayet Allah'ı bilmenin her insanın fıtratında bulunduğuna delildir.

Muhammed b. İshak, İkrime b. Ebî Cehü'den naklediyor: Rasulullah (s.a.) Mekke'yi fethedince İkrime, Mekke'den kaçarak ayrıldı. Habeşistan'a gitmek için gemiye bindi ve gemi sallanmaya başladı. Gemide bulunanlar:

- Ey cemaat! Rabbinize ihlâsla dua edin. Çünkü burada O'ndan başka bizleri kurtaracak kimse yoktur, dediler.

İkrime ise:

- Allah'a yemin olsun ki, eğer denizde O'ndan başka kurtaracak kimse yoksa, karada da O'ndan başka kurtaracak kimse yoktur. Allahım.. Ben sa­na söz veriyorum. Eğer buradan çıkarsam, yemin olsun ki gideceğim ve eli­mi Muhammed'in eline koyacağım, onu çok şefkatli ve çok merhametli bula­cağım, dedi. Peygamberimiz (s.a.) de kendisini aynen bu şekilde karşıladı.

"Onlar kendilerine verdiğimiz nimetlere nankörlük etsinler ve arzula-rınca eğlensinler bakalım. Yakında gerçeği bileceklerdir."

"Li-yekfürû" kelimesinin lâm'ı, lâmu'l-akıbet veya lâmu's-sayrûret'tir. Yani onlar işlerinin sonu kurtuluş nimetine nankörlük olsun diye, putlara tapınmak için toplanıp eğlensinler ve bu sebeple irtibat kursunlar diye Al­lah'a şirk koşuyorlar. Fakat onlar bu yaptıklarının akıbetini yakında bile­cekler ve amellerine uygun ceza ile cezalandırılacaklar. Bu onların şirkleri­nin sebep olduğu kötü sonucun tavsifidir ve küfürleri üzerine devam etme­lerine karşılık bir tehdit ve vaaddir.

Lâm'ın emir lâm'ı olması da doğrudur. Buna göre mânâ tehdit manası­nadır. Yani nankörlük etsin bakalım, şeklindedir. Bu ifade aynen şu ayetler gibidir: "Dilediğinizi yapın." (Fussılet, 41/40); "De, ki: Ey kavmim, siz bu­lunduğunuz hal üzere çalışın. Şüphesiz ben de çalışıyorum. Siz yakında bi­leceksiniz. " (Zümer 39/39). Yaptıklarınızın kötülüğünü bileceksiniz.

Allah Tealâ daha sonra müşriklerin çelişkili durumunu açıkladı. Müş­rikler sıkıntı zamanında Allah'a ihlâsla yakarırlar ve beldeleri olan Mekke'de emniyet içinde bulundukları zaman Allah'a şirk koşarlar ve Allah'ı inkâr ederler.

"Çevrelerinde insanlar kaçırılıp zulmedilirken bizim Mekke'yi mukad­des ve emin bir belde yaptığımızı görmediler mi? Onlar batıla inanıp da Al­lah'ın nimetini inkâr mı ediyorlar?"

O müşrikler kendilerini öldürülme ve esir alınma gibi belâlara maruz kalmadan emin bir belde olan Mekke'de yerleştirip yaşatma nimetini ver­diğimizi, bu nimete karşı Allah'a şükretmeleri gerektiğini bilmiyorlar mı?

Bu ayet "Onları korkudan emin kıldı." (Kureyş 106/4) ayeti gibi Al­lah'ın kendilerini emin ve mukaddes beldeye yerleştirmesi suretiyle ilahî minneti hatırlatmaktadır.

Fakat onların şükre küfürle karşılık vermelerine hayret edilir. Onla­rın bu büyük nimete şükretmeleri; Allah'a şirk koşmaları, O'nunla birlikte O'nun dışındaki putlara tapmaları ve Allah'ın nimetini küfürle değiştirmeleri ve Allah'ın peygamberi, kulu ve Rasulü'nü inkâr etmeleri midir? Onlara lâyık olan sadece Allah'a kulluk etmeleri, O'na şirk koşma­maları, Rasulü'nü tasdik etmeleri, O'nu tazim etmeleri ve O'na hürmet et­meleridir.

Şaşılacak ve tenakuz dolu durumlarını beyan ettikten sonra Allah on­ların en zalim topluluk olduklarını açıklayarak şöyle buyurdu:

"Allah'a karşı yalan uydurandan veya kendine gelen hakkı yalanla­yandan daha zalim kim olabilir? Kâfirlerin sanki cehennemde barınacak yeri mi yok?"

Allah'a şirk koşmak, O'nun kitabını ve Rasulü'nü yalanlamak, kendi­sine hiçbir şey vahyedilmediği halde Allah'ın kendisine vahyettiğini söyle­mek ya da hayasız bir iş yaptığı zaman; Allah hayasızlığı emretmediği hal­de, bunu Allah emretti, demek suretiyle Allah'ı yalanlayan kimseden daha şiddetli azaba lâyık olan kimdir? Mekke halkından olan bu müşrikler ve benzerleri cehennemde kalmayı haketmezler mi?

Bu ifade onların görüşlerinin batıl olduğunun ilânı ve onlara karşı tehdittir. Kendilerini bekleyen cezayı isbat etmek hususunda daha beliğ olan takrir mânâsmdaki soru yoluyla onların kötü akıbetlerini beyan et­mektir.

Cenab-ı Hak kâfirlerin akıbetinden sonra müminlerin akıbetini beyan ederek şöyle buyurdu.

Bizim "Uğrumuzda cihad edenlere mutlaka yollarımızı gösteririz. Şüp­hesiz ki Allah iyi davranan kimselerle beraberdir." Yani kim itaatle ve Al­lah'ın dinine yardım ederek cihad ederse ve Allah'ın kitabını ve peygamberini yalanlayan Allah düşmanlarıyla çarpışırsa, Allah ona hidayeti nasib eder, dünya ve ahirette hayır ve saadetin yoluna ve cennetin yoluna muvaf­fak kılar.

Nitekim Cenab-ı Hak buyuruyor ki: "Hidayete nail olanların basiretini artırır ve onlara takvalarını verir." (Muhammed, 47/17). Sabit olan hadis-i şerif şöyledir: "Kim bildiğiyle amel ederse, Allah ona bilmediği ilmi de va­ris kılar."

Allah yardım ve desteğiyle, teyid, koruma, gözetim ve muvaffakiyete nail kılmasıyla iyi amel işleyen kimselerle beraberdir.

İbni Ebî Hatim Şa'bî'den naklediyor: Hz. İsa (a.s) buyurdu ki: "İhsan sana kötülük edene iyilikte bulunmandır. Yoksa sana iyilik edene iyilikte bulunmak ihsan değildir." [21]







--------------------------------------------------------------------------------

[1] Razî, XXV/26.

[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/474-478.

[3] Razî, XXV/36.

[4] Bu hadisi, Müslim Ebu Hüreyre'den (r.a.) rivayet etmiştir.

[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/486-490.

[6] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/493-494.

[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/498-501.

[8] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/506-508.

[9] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/513-516.

[10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/520-521.

[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/521-522.

[12] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/525-526.

[13] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/529-531.

[14] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/7.

[15] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/9-10.

[16] Ebu Nemle’nin adı Umare, Ammar veya Anır olup babasının adı Muaz'dır.

[17] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/10-13.

[18] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/19-22.

[19] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/26-28.

[20] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/32-34.

[21] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/39-42.

29-Ankebut Suresi Meali Tefsiri Oku: İnsanların İmtihana Tabi Tutulmaları Ve Amellerinin Karşılığının Verilmesi-Mükelleflerin Çetin Bir İmtihana Tabi Tutulmaları, Müminlerin İmtihan Şekilleri, Kâfirlerin Ve Münafıkların Tehdit Edilmesi Rating: 4.5 Diposkan Oleh: Blogger

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder