KASAS
SURESİ
Hz.
Musa (A.S.) Kıssası
-1-Güçsüz
Kimselere Yardım Edilmesi
1- Ta, sın, mim.
2- Bunlar apaçık kitabın
ayetleridir.
3- Biz sana Musa ile Firavun
kıssasını iman edecek bir kavim için gerçek yönüyle anlatacağız.
4- Gerçekten Firavun ülkesinde
zorbalığa kalkıştı. Ülkesinin halkını guruplara böldü. İçlerinden bir gurubu
eziyor, oğullarını boğazlatıyor, kadınlarını sağ bırakıyordu. O gerçekten
bozgunculardan biriydi.
5- Biz ise yeryüzünde ezilenlere lü-tufta
bulunalım, onları önderler yapalım, onları varisler kılalım,
istiyorduk.
6- O ezilenlere yeryüzünde imkân
verelim; Firavun'a, Haman'a ve askerlerine o sakındıkları şeyi o ezilenlerin
eliyle gösterelim, (istiyorduk).
Açıklaması
"Bunlar apaçık kitabın
ayetleridir." Yani bu ayetler dini meselelerin hakikatini, daha önce olanları
ve bundan sonra olacakları açıklayan gayet açık ve her şeyi gözler önüne koyan
kitabın ayetleridir.
"Biz sana Musa ile Firavun
kıssasını iman edecek bir kavim için gerçek yönüyle anlatacağız." Yani biz sana
durumu olduğu gibi doğru ve gerçek olarak sanki sen görüyorsun gibi, sanki sen
orda hazır imişsin gibi senin risale-tini ve Rabbinden sana inen kitabı tasdik
edecek ve bununla kalpleri mutmain olacak bir kavim için anlatacağız. Nitekim
bir başka ayette şöyle buyu-rulmuştur: "Biz sana en güzel kıssayı anlatacağız."
(Yusuf, 12/3).
Allah Tealâ Hz. Muhammed'in (s.a.)
peygamberliğinin doğruluğuna ve bu yüce Kur'anın herhangi bir beşer tarafından
ortaya konulmayıp vahyedi-len bir vahiy olduğuna delil ikame etmek için, ibret
ve öğüt olması için bu bu surede Hz. Musa ile Firavun kıssasından bir parça veya
bir bölüm zikretmiştir.
Kur'anın bütün insanlık için
indirilmiş olmasına rağmen burada özellikle müminlerin zikredilmesi, bundan
sadece Allah'ın peygamberi Hz. Muham-med'e (s.a.) indirilen kelâmı tasdik eden
kimselerin yararlanacaklarına işarettir.
"Gerçekten Firavun ülkesinde
zorbalığa kalkıştı." Yani Mısır kralı Firavun memleketinde despotluk yaptı ve
böbürlendi, zulmetti, haddi aştı ve halkını ezdi.
"Ülkesinin halkını guruplara
böldü." Mısır evlâtlarını çeşitli gurup ve fırkalara ayırdı. Her gurubu devlet
işlerinden imar, ziraat v.b. işlerde kullandı. Sömürgeci siyaseti olan
"Parçala! Hükmet!" siyasetini takip ederek halkın kendi aralarında ittifak
etmemeleri için aralarında fitne, düşmanlık ve kin tohumları ekti.
Bu genel anlamıyla İslâm
siyasetine tamamen zıttır. İlâhî hidayet tamamen ülfet meydana getirme ve tek
kalp üzerinde birleşme, halk arasında sevgi, hoş görü, kaynaşma ve gönül
temizliği ruhunun yaygınlaşması üzerine kuruludur.
Bu gerçekten yöneticiyi
rahatlatan, ümmete güç veren, ümmetin şeref binasını kuran ve peşpeşe
zaferlerini gerçekleştiren ideal pirensiptir.
"İçlerinden bir gurubu eziyordu."
Onlardan bir cemaatı -İsrailoğulları'-nı- ezilmiş ve horlanmış hale
getirmişti.
Bu ezme şekilleri şöyle
idi:
"Oğullarını boğazlatıyor,
kadınlarını sağ bırakıyordu." Yani yeni doğan erkek çocuklarını öldürtüyor, kız çocuklarını
küçümsediği ve hiçe aldığı ve sadece erkek çocuktan korktuğu için kız
çocuklarına dokunmuyordou. Firavun ve ülkesinin halkı devletlerinin gitmesine
ve helak olmalarına sebep olacak bir çocuğun içlerinden çıkmasından
korkuyorlardı. Çünkü kâhinler, falcılar Firavuna şöyle demişlerdi:
"îsrailoğullarında doğacak yavrunun elinde senin mülkün yok olacak." Ya da
müneccimler bunu söylediler, yahut Firavun kendisi bir rüya gördü ve rüyayı
böyle tabir etti.
Zeccac diyor ki: Firavunun
ahmaklığı hayret vericidir. Bilmiyor ki kâhin doğru söylemişse çocukları
öldürmenin hiçbir faydası olmayacaktır, yalan söylemişse çocukları öldürmenin
bir anlamı yoktur.
"O gerçekten bozgunculardan
biriydi." Yani yeryüzünde ameliyle, isyan-kârlığıyla ve zorbalığıyla fesatçılık
yapıyor, günahsız yere çocukları öldürüyor, hiçbir sebep olmaksızın korku ve
dehşet yayıyordu. Kalplerine endişe ve huzursuzluk hâkim olan azgın zalimlerin
durumu daima böyledir. Onlar bu gibi feci olayları fütursuzca işlerler. Şayet
bir gün veya daha fazla gönül huzuru ve rahatlık hissetseler ve iman onların
üzerine kanatlarını gerseydi ve onları serin ve geniş gölgesiyle kaplasaydı
kendileri istikrar ve güven içinde yaşarlar, yeryüzünde fesat çıkarmazlar, helak
olacaklarını bildiren bu gibi şiddet ve zulme ihtiyaç duymazlardı.
Cenab-ı Hak zalimlerin bu beş kötü
vasfını (yani yeryüzünde zorbalığa kalkışmaları, halkı ezmeleri, küçük yavruları
öldürmeleri, kız çocuklarına dokunmamaları ve bozgunculuk çıkarmaları
özelliklerini) zikrettikten sonra bunların karşılığında İsrailoğulları'ndan olan
ezilmeye mahkûm bırakılmış halkın beş vasfını zikretti. Bu vasıflar onların
zulümden kurtarılmaları, Firavun ve kavminden sonra yeryüzüne hakim önderler
olmaları, Mısır ve Şam diyarına varis kılınmaları, buralarda hakimiyetin
kendilerine ait olması, Firavun, Haman ve ordularının korktukları helake
uğramaları ve mülklerinin İsrailoğulları elinde yok olması olayının ortaya
konulmasıdır.
Allah Tealâ bunları şöyle beyan
etmektedir:
1- "Biz ise
yeryüzünde ezilenlere lütufta bulunalım istiyorduk." Biz Fira-vun'un ezdiği,
zelil kıldığı İsrailoğulları'ndan ezilen kimselere onları Firavun'un
işkencesinden kurtarmak ve onun zulmünden korumak suretiyle lütuf ve ikramda
bulunmak istiyorduk.
Zemahşerî burada şu suali ortaya
atmaktadır: Onların ezilmeleri ile Allah Tealâ'nm kendilerine lütufta bulunması
nasıl birleşebilir? Allah bir şeyi murad ettiği zaman bu şey bir başka vakti
beklemeden derhal olmaz mı?
Sonra da bu suale cevap
vermektedir: Allah'ın onları Firavun'dan kurtarmak suretiyle yaptığı lütuf
hemen yakında meydana gelince onun meydana gelişinin iradesi İsrailoğulları'nın
ezilmeleriyle berabermiş gibi süratle tecelli etmiştir.
2- "Onları
önderler kılalım" istiyorduk. Yani onları din ve dünya meselelerinde ilerlemiş
liderler, valiler ve hakim güçler kılmayı murad ediyorduk.
3- "Onları
varisler kılalım" istiyorduk. Yani Firavun'un ve ülkesinin mülkünü, elinde
tuttuğu şeylere varis olacak kimseler kılalım istiyorduk. "Hor görülen o kavmide
mübarek kıldığımız yerin doğularına ve batılarına varisler yaptık. Böylece
sabretmelerinden dolayı Rabbinin İsrailoğullarına o pek güzel vaadi yerine
geldi. Firavun ve kavminin yapmakta oldukları ve yükselttikleri şeyleri yerle
bir ettik." (A'raf, 7/137); "İşte böyle yaptık. Onlara İsrailoğulları'nı mirasçı
kıldık." (Şuara, 26/59).
4- "O
ezilenlere yeryüzünde imkân verelim" istiyorduk. Yani onlara yetki ve nüfuz
vermeyi, Mısır ve Şam diyarında serbestlik vermeyi murad ediyorduk.
5- "Firavun'a, Haman'a ve askerlerine o
sakındıkları şeyi o ezilenlerin eliyle gösterelim istiyorduk." Yani onların
korktukları o mülklerinin yok olması ve İsrailoğullarmdan dünyaya yeni gelecek
bir çocuk eliyle helak olmaları şeklindeki durumu görsünler diye murad
ediyorduk.
Sonunda Allah emrini infaz etti,
hükmünü gerçekleştirdi. Firavun ve kavminin yok olmasını bizzat kendi evinde ve
yatağında, kendi sofrasında ve masasında büyütüp yetiştirdiği birinin eliyle
gerçekleştirdi. Göklerin ve yerin Rabbi olan Allah'ın emrinde galip ve sonsuz
ezici güce sahip olduğunu, dilediği şeyin meydana geldiğini ve dilemediği şeyin
olamayacağını Firavun bilsin diye Allah onun yetiştirdiği çocuğu rasul kılmış ve
Ona Tevrat'ı indirmiştir.
Gayet açıktır ki İsrailoğulları
şeriatlerinin aslıyla tahrife uğramayan ve bozulmayan ama bugün kaybolan ve
varlığı söz konusu olmayan semavî kitaplarıyla (hakikî Tevratla) amel ettikleri
müddetçe onlara ait bu özellikler aynen gerçekleşecektir.
Tevrat'ın asıl indirildiği andaki
muhtevası Kur'anın muhtevasıyla buluşmaktadır. Onlar doğru inançtan ve nazil
olan şeriatten saptıkları için onların bu özellikleri kaybolmuştur. [1]
Hz.
Musa'nın Dünyaya Geldikten Sonra Sahile Atılması, Emzirilmesi Ve Peygamberlikle
Müjdelenmesi
7- Musa'nın annesine şöyle ilham
ettik: Çocuğu emzir. Başına bir şey gelmesinden korkunca da onu suya bırak.
Sakın korkma ve üzülme. Biz onu sana geri döndüreceğiz ve onu peygamberlerden
kılacağız.
8- Firavun ailesi ileride kendilerine düşman ve
üzüntü sebebi olacak yavruyu aldı. Şüphesiz Firavun, Haman ve askerleri suçlu
insanlardı.
9- Firavun'un hanımı: "Bu yavru benim için de
senin için de göz nurudur. Onu öldürmeyin. Belki bize faydalı olur ya da onu
evlât ediniriz." dedi. Onlar işin farkında değillerdi.
10- Musa'nın annesinin gönlünde
(evlâdından başka) hiçbir şey kalmadı. Eğer müminlerden olması için kalbine
sabır vermeseydik, nerdeyse Musa'nın kendi çocuğu olduğunu açığa
vuracaktı.
11- Annesi, Musa'nın kızkardeşine: "Onu takip
et." dedi. O da Musa'yı uzaktan gözetledi. Firavun ve adamları işin farkında
değillerdi.
12- Biz Musa'nın (annesinden) önce süt anneleri
emmesine engel olmuştuk. Bunun üzerine Musa'nın kızkardeşi: "Sizin için ona
bakacak ve şefkatle davranacak bir aile göstereyim mi?" dedi.
13- Böylece biz annesi sevinsin,
üzülmesin ve Allah'ın vaadinin hak olduğunu bilsin diye Musa'yı annesine geri
verdik. Fakat onların çoğu hakkı bilmezler.
14- Musa ergenlik çağına erişip
olgunla-şınca ona hikmet ve ilim verdik. Biz iyiliklerde bulunanları böyle
mükâfatlandırırız.
Açıklaması
Cenab-ı Hakkın: "Biz ezilenlere
lütufta bulunalım istiyorduk." ayetiyle Allah'ın İsrailoğulları'nı Firavun'un
işkencesinden kurtarmak suretiyle onlara lütufta bulunduğunu beyan ettikten
sonra; Allah Tealâ onlara verdiği ilk nimetlerini zikrederek başladı ve şöyle
buyurdu:
"Biz Musa'nın annesine şöyle
vahyettik: Çocuğu emzir..." Yani Musa'nın annesine düşmandan gizlemesi mümkün olduğu kadar gizlice
yavrusunu emzirmesini ilham ettik. Bunun üzerine -denildiği gibi- yavrusunu üç
ay ya da dört ay emzirdi.
"Başına bir şey gelmesinden
korkunca da onu hemen suya bırak. Sakın korkma ve üzülme." dedik. Yani -yavrunun
sesini komşulardan birinin duyması sebebiyle öldürülmesinden korktuğunda çocuğu
Nü nehrine at. Fakat o durumda boğulacağından, kaybolacağından ya da dünyaya
yeni gelen çocukları araştıran Firavun'un bazı casuslarının eline düşeceğinden
ve bu gibi korkulu durumlardan dolayı korkma. Ondan ayrılacağından dolayı
üzülme, dedik.
Böylece Hak lealâ annesinin
korkularından dolayı ve çocuğunu denize atmasından sonraki yeni vesveselerinden
dolayı annesine güven ve kalbine sükûnet vermek suretiyle onu mutmain kıldı.
Zira Allah'ın yardımı ve gözetimi hamileliğin başlangıcından itibaren ve
çocukluk döneminde bütün nebilerini ve rasullerini kuşatmaktadır.
Musa'nın annesinin evi Nü
kıyısmdaydı. Bir sandık yaptırdı, onun içine beşik koydu. Bir gün korktuğu
kimseler evine girince gidip çocuğunu sandığa koydu ve onu Nil'e attı. Su
sandığı üzerinde taşıyıp Firavun'un sarayına kadar götürdü. Bu yavruyu
Firavun'un cariyeleri aldılar ve Firavun'un hanımı Asiye bt. Müzahim'e
götürdüler. Asiye onu görünce Allah onun kalbine bu yavrunun sevgisini düşürdü.
Asiye onun hayatta kalmasını tercih etti. Fira-vun'u ikna etti ve nihayet
Firavun bu yavrunun sarayda kalmasına razı olarak onu hanımına
bıraktı.
"Biz onu sana geri döndüreceğiz ve
onu peygamberlerden kılacağız." Yani senin onu emzirmen için onu sana
döndüreceğiz ve onu Mısır ve Şam halkına gönderilen bir peygamber
kılacağız.
Bu tek ayet iki emir, iki nehiy,
iki haber ve iki müjdeyi bir arada toplamaktadır:
İki emir: Çocuğu emzir ve çocuğu
denize at, emirleridir.
İki nehiy: Korkma ve üzülme,
nehiyleridir.
İki haber: Onu sana geri
döndüreceğiz ve onu peygamberlerden kılacağız.
İki müjde: Bu iki haber
muhtevasmdadır. Bu da Musa'yı (küçük yavruyu) geri döndürme ve peygamberlerden
kılma müjdeleridir.
"Firavun ailesi ileride
kendilerine düşman ve üzüntü sebebi olacak yavruyu aldı." Firavun halkı sonunda
dinlerine aykırı davranarak, onlarla mücadele ederek kendilerine düşman olacak
ve onların boğulmasıyla ve mülklerinin ortadan kaldırılmasıyla onları üzüntüye
düşürecek çocuğu aldılar.
Halbuki onlar bu yavruyu almakla
kesinlikle bu amacı murad etmediler. Fakat Allah onların helakini ellerinin
işlediği ameller sebebiyle kıldı. Onların neticede üzülmelerine sebep olacak ve
mülklerinin yok olması şeklinde bekledikleri sonucun gerçekleşmesine sebep
olacak bu yavruyu aldılar ve onu yetiştirdiler.
Razî diyor ki: Bu hususta doğrusu
Keşşaf tefsirinin sahibinin zikrettiği görüştür: Bu da "liyekûne" kelimesindeki
"lâm" hakikat olmayıp mecaz yoluyla kullanılan lâm-ı ta'lîldir. Çünkü bir şeyin
maksadı ve gayesi varacağı noktadır. Bu lamı bir şeyin varacağı hususta teşbih
yoluyla kullanmışlardır. ?ünkü onun düşman edinilmesi Firavun'un adamlarının onu
almasının sebebi değildir. Fakat bu sevgi ve sahip çıkma, fiile götüren sebeb,
fiilin kendisi için işlendiği gayeye benzetilmiştir. Tıpkı arslanın cesur adam
için istiare edilmesi gibi.
Bunun sebebi Firavun ve halkının
Hz. Musa eliyle helak olmalarıdır. Cenab-ı Hak bunun için şöyle
buyurmuştur:
"Şüphesiz Firavun, Haman ve
askerleri suçlu insanlardı." Onlar gerçekten günahkâr ve suçlu kimselerdi.
Allah da düşmanları olan ve helak olmalarının sebebi olan Musa'yı onların
elinde yetiştirmek sebebiyle onları cezalandırdı. Çünkü onlar her şeyde
hatalıdırlar. Onların kendi düşmanlarını terbiye etme hususunda hata etmiş
olmaları onların yeni bir tavırları değildir.
Hasan-ı Basrî diyor ki: Onlar bu
yavrunun -Musa'nın- kendilerinin mülklerini gidereceğinin, yok edeceğinin hiç
farkında değildirler.
Müfessirlerin çoğunluğu ise şöyle
dediler: Bunun manası şudur: Onlar üzerinde bulundukları küfür ve zulüm
sebebiyle günahkâr ve suçlu idiler. Allah Tealâ da düşmanları ve helak
olmalarına sebep olacak yavruyu (Musa'yı) onların elleriyle terbiye
etti.
Küçük yavrunun (Musa'nın)
öldürülmemesinin sebebi ise Firavun'un hanımının ona şefaatte bulunmasıdır.
Cenab-ı Hak şöyle buyurdu:
"Firavun'un hanımı: Bu yavru benim
için de senin için de göz nurudur. Onu öldürmeyin, dedi." Yani bu çocuk bizim
için göz nuru yani teselli kaynağı olur, gözleriniz onunla aydınlanır,
gönülleriniz onunla ferahlanır, bundan dolayı onu öldürmeyin, dedi. Zira Allah
Tealâ ona Musa'nın sevgisini ihsan etmişti. Onu gören herkes onu
seviyordu.
Nitekim Cenab-ı Hak bir başka
ayette şöyle buyurmaktadır: "Hani bir zaman biz annene önemli hususlar ilham
etmiştik. Ona şöyle demiştik: Musa'yı sandığa koy, Nil nehrine bırak da nehir
onu kıyıya vursun. Onu benim de onun da düşmanı olan biri alsın. Seni sevimli
kıldım ki muhafazam altında yetişesin. " (Tâ-Hâ, 20/38-39).
Bu yavru sevinç, huzur ve teselli
kaynağı olduğu gibi faydalı da olabilir: "Belki bize faydalı olur ya da evlât
ediniriz, dedi. Onlar işin farkında değillerdi. " Belki de bu yavru kendisinde
gördüğüm bereket kanaati ve soyluluk alâmetleri sebebiyle faydalı ve hayırlı
olabilir. Ya da taşıdığı fizikî güzellik ve alımlılık sebebiyle onu evlât
ediniriz, dedi. Firavun'un bu hanımından evlâdı yoktu. Allah da o hanıma bu yavru vesilesiyle hidayet
verip bu yavru sebebiyle onu cennette yerleştirerek ümidini gerçekleştirdi.
Fakat Firavun ve kavmi helak olmalarının o yavru sebebiyle ve onun elinde
olacağının farkında bile değillerdi. Allah'ın onun elinde hikmet, hüccet ve
peygamberlik mucizesi ortaya koyacağını ve bunun onların Hz. Musa'yı
yalanlamalarına sebep olup helak olmalarına götüreceğini bilmiyorlardı. Görünen
ve görünmeyenleri bilen sadece Allah Tealâ'dır. O peygamberlerine yardım eder,
dinini teyit eder, düşmanlarını perişan eder ve bu durum mümin ve kâfir için
ibret ve öğüt olur.
Firavunun hanımı Asiye'yi ferahlık
kaplarken vesvese ve endişeler de annesinin kalbine elem veriyordu. Cenab-ı Hak
şöyle buyurdu:
"Musa'nın annesinin gönlünde
(evlâdından başka) hiçbir şey kalmadı. Eğer müminlerden olması için kalbine güç
vermeseydik, nerdeyse Musa'nın kendi çocuğu olduğunu açığa
vuracaktı."
Yani çocuğu denizde kaybolunca
Musa'nın annesinin gönlü Musa'dan başka bütün dünya meşgalelerinden kopmuştu.
Musa'nın Firavun'un eline düştüğünü duyunca aklı başından gitti, kendisine korku
ve endişe hakim oldu. Eğer Allah'ın kendisine evlâdını geri döndüreceği
şeklinde verdiği vaade güvenip bunu tasdik edenlerden olması için Allah ona
sabır ve sebat vermeseydi üzüntüsünün ve derdinin şiddetinden nerdeyse oğlunun
gittiğini açıklayacak ve o yavrunun kendi yavrusu olduğunu bildirecekti: "Biz
onu sana geri döndürüceğiz ve onu peygamberlerden kılacağız."
denilmiştir.
Kısaca: Allah onun kalbine sebat
ve sabır vermeseydi Musa'nın annesi durumunu açığa vuracak, sırrını açıklayacak,
annelik sevgisi ve şefkatiyle bu yavrunun kendi çocuğu olduğunu belirtecekti.
Allah ona çocuğunun haberini Musa'nın kızkardeşi vasıtasıyla araştırmasını
ilham etti.
"Annesi Musa'nın kızkardeşine:
"Onu takip et" dedi. O da Musa'yı uzaktan gözetledi. Firavun ve adamları işin
farkında değillerdi."
Musa'nın annesi kendisine söylenen
sözün manasını gayet iyi anlayan büyük kızma: "Bu yavrunun izini takip et.
Haberini öğren. Şehrin her tarafında onun durumunu araştır." dedi. Kız bunun
için çıktı. Allah da ona çocuğun Firavun'un evinde olduğunu gösterdi.
Kızkardeşi küçük yavru Musa'yı uzaktan gördü. Onlar bu kızın çocuğu izlediğini,
onun durumunu araştırdığını ve onun kızkardeşi olduğunu
hissetmemişlerdi.
Allah'ın yardımı Musa'yı takip
ediyor ve kader onu annesinin beşiğine dönmeye sevkediyordu. Allah Tealâ bu
durumu şöyle beyan etmektedir:
"Biz Musa'nın daha önce başka
sütanneleri emmesine engel olmuştuk. Bunun üzerine Musa'nın kızkardeşi: Sizin
için ona bakıp yetiştirecek ve şefkatle davranacak bir aile göstereyim mi?
dedi." Yani Musa'nın Allah katındaki değeri ve Allah'ın onu annesinden başka
birinden süt emmekten koruması sebebiyle biz Musa'nın kızkardeşinin onların
yanına gelmeden, Musa'nın annesine geri verilmeden önce, annesinin memesinden
başka bir memeyi emmesine mani olmuştuk.
Ayette geçen "haram kılmıştık."
ifadesi engel olmuştuk manasında istiaredir. Zira bir şey bir kimseye haram
kılınmışsa ona engel olunmuştur demektir.
Musa'nın kızkardeşi onların
çocuğun emzirilmesine önem verdiklerini ama çaresiz kaldıklarını görünce: "Bu
yavruya bakıp onu emzirecek ve terbiye edecek, onu koruyup ona iyilikle
davranacak, onunla ilgilenip koruyacak bir aileyi size göstereyim mi?"
dedi.
İbni Abbas diyor ki: Musa'nın
kızkardeşi bunu söyleyince onu aldılar ve hakkında şüpheye düştüler. Ona şöyle
dediler:
- O ailenin bu yavruya iyilikle
davranacağını ve ona şefkat göstereceğini nereden biliyorsun? Kız:
-
Ona iyilikle davranmaları ve şefkat etmelerinin sebebi kralı sevindirmek
ve onun ödülünü almak arzularıdır, dedi.
Kız bunu söyleyip de onların
eziyetinden kurtulunca birlikte dediği eve gittiler. Yavruyu annesine verdiler.
Annesi çocuğuna memesini verdi. Yavru hemen memeyi aldı.
Firavun'un adamları buna çok
sevindiler ve müjdeci hemen kralın hanımına gitti. Kralın hanımı Musa'nın
annesini çağırttı. Ona iyilikte bulundu. Bol ödül verdi. Onun gerçekten Musa'nın
annesi olduğunu bilmiyordu. Onu sadece çocuk onun memesini aldığı için
ödüllendirmişti.
Daha sonra Asiye bu hanımın
yanında ikamet edip yavruyu emzirmesini istedi. Ama kadın bunu kabul
etmedi.
-
Benim eşim ve evlâdım var. Sizin yanınızda kalamam. Ama eğer bu yavruyu
evimde emzirmemi isterseniz bunu yaparım dedi.
Firavun'un hanımı bunu kabul etti.
Bu hanıma nafaka, ikram, elbise ve bol ihsanda bulundu. Musa'nın annesi de
oğluyla birlikte memnuniyet içinde evine döndü. Allah izzet, makam ve rızık
korkusunu emniyete çevirmişti.[2]
Hadis-i şerifte buyurulmaktadır
ki: Çalışan ve sanatında Allah'ın rızası için hayır gözeten kimse Musa'nın
annesi gibidir. Musa'nın annesi hem evlâdını emziriyor, hem de ücretini
alıyordu.
"Böylece biz, annesi sevinsin,
üzülmesin ve Allah 'm vaadinin hak olduğunu bilsin diye Musa 'yi annesine geri
verdik."
Yani biz küçük Musa'yı Firavun
ailesinin bulup almasından sonra, annesinin oğluyla gözü aydın olsun, oğlunun
yanında bulunmasıyla ve selâmete kavuşmasıyla sevinsin, ayrılığı sebebiyle
üzülmesin ve Allah'ın oğlunu tekrar kendisine iade edeceği şeklindeki "Biz onu
sana geri döndüreceğiz ve onu
peygamberlerden kılacağız." mealindeki ayette zikredilen vaadinin gerçek olup
bu vaadde hiçbir şüphe bulunmadığını yakînen bilsin diye küçük Musa'yı annesine
iade ettik.
İşte o zaman küçük Musa'nın
annesine iade edilmesiyle Musa'nın rasul olacağı da aynen bu vaad gibi bir gün
gerçekleşecekti. Annesi bu yavruyu terbiye ederken bunun için tabiî ve şer'î
yönden gerekli bütün kâmil ahlâk ile muamele etmişti.
"Fakat onların çoğu hakkı
bilmezler." Yani insanların çoğu Allah'ın fiillerindeki hikmetlerini, dünya ve
ahiretteki güzel neticelerini bilmezler. Belki de bazen durum dış görünüşü
itibariyle gönle hoş gelmeyebilir ama gerçekte ve asıl yönüyle sonucu gayet iyi
olabilir.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle
buyurmaktadır? "Siz bir şeyden hoşlanmazsınız, halbuki o sizin için sonunda
hayırlıdır. Bir şeyi seversiniz, halbuki o sizin için sonunda şerlidir."
(Bakara, 2/216); "Bir şeyden hoşlanmazsınız halbuki Allah o şeyde sizin için
pek çok hayır takdir etmiştir." (Nisa, 4/19).
"Musa ergenlik çağına erişip
olgunlaşınca ona hikmet ve ilim verdik. Biz iyiliklerde bulunanları böyle
mükâfatlandırırız."
Yani Musa'nın bedenî ve aklî gücü
kemale erince biz ona peygamberlik, dinî emirleri gayet iyi bir şekilde anlama
(fıkıh) ve şeriat ilmi verdik. Musa'ya ve annesine yaptığımız bu muamele gibi
biz iyi amel işleyenleri bu iyi amellerine karşılık mükâfatlandırırız. Razî
buradaki "hüküm" kelimesinden muradın peygamberlik değil, hikmet ve ilim
olduğunu tercih etmiştir.[3]
Hz.
Musa'nın Hatayla Mısırlıyı Öldürmesi Ve Mısır'dan Çıkması
15- Musa, halkının bir gaflet anında şehre girdi.
Orada biri kendi taraftarlarından, diğeri düşmanlarından olan iki adamın
döğüştüğünü gördü. Kendi taraftarlarından olan adam düşmanlarından olan adama
karşı Musa'dan yardım istedi. Bunun üzerine Musa adama bir yumruk vurup
öldürdü. Sonra da "Bu yaptığım şeytanın işidir. Şeytan gerçekten sapıklığa
teşvik eden, apaçık bir düşmandır." dedi.
16- Musa: "Ey Rabbim! Doğrusu ben kendime
zulmettim. Beni bağışla." dedi. Allah da Musa'yı bağışladı. Çünkü O çok
bağışlayıcı ve çok merhamet edicidir.
17- Musa: "Ey Rabbim! Bana lütfettiğin nimetler
sebebiyle asla suçlulara arka çıkmayacağım." dedi.
18- Musa şehirde korku içerisinde
etrafı gözetliyordu. Bir de ne görsün! Daha dün kendisinden yardım isteyen kişi
bugün yine kendisinden yardıma koşmasını istiyor. Musa ona: "Anlaşılan sen
apaçık bir azgınsın." dedi.
19- Derken Musa her ikisinin de
düşmanı olan adamı yakalamak isteyince yardım dileyen: "Ey Musa! Dün birini
öldürdüğün gibi şimdi de beni mi öldürmek istiyorsun. Sen ancak yeryüzünde
zorba bir kimse olmak arzu-sundasın. Islah edenlerden olmak istemiyorsun."
dedi.
20- Şehrin en uzak yerinden bir
adam
koşarak geldi? "Ey Musa! Şehrin
ileri gelenleri seni öldürmek için plan kuruyorlar. Hemen buradan git. Doğrusu
ben sana öğüt verenlerdenim." dedi.
21- Bunun üzerine Musa korku
içinde etrafını gözetleyerek şehirden çıktı. "Ey Rabbim! Beni şu zalim kavimden
kurtar." dedi.
Açıklaması
"Musa, halkının bir gaflet anında
şehre girdi." Musa Firavun'un yaşadığı şehre girdi. Burası Mısır'dan iki fersah
uzaklıkta bir kasaba idi. Bu kasaba -Dahhak'ın ifadesiyle- "Aynü'ş-Şems"
kasabası idi. Girdiği vakit şehre girmesi beklenmeyen bir vakit -ya insanların
evlerine çekildikleri öğle sıcağında kaylûle vakti ya da akşam ile yatsı arası-
idi.
"Musa orada iki adamın dövüştüğünü
gördü. Biri kendi taraftarlarından diğeri düşmanlarının tarafından idi. Kendi
taraftarlarından olan adam düşmanlarından olan adama karşı Musa'dan yardım
istedi. Bunun üzerine Musa adama bir yumruk vurup öldürdü. Sonra da (kendi
kendine) bu yaptığım şeytanın işidir... dedi."
Yani Musa bu şehirde birbiriyle
tartışan ve dövüşen iki kişi gördü. Bunlardan biri İsraîlî olup kendi kabilesi
ve kendi cemaatindendi. Diğeri ise inanç ve din hususunda Musa'ya muhalif olan
Mısırlı bir kıptî idi. Bu kıptî şahıs Firavun'un aşçısı olup İsraîlî olan
kişiden sarayın mutfağına odun taşımasını istemiş İsrailî de bunu reddetmiş,
Hz. Musa'dan kendisine baskı yapan kıptî düşmanına karşı yardım istemişti.
Bunun üzerine Hz. Musa eliyle onu vurup öldürdü. Yani vuruşu ölüme sebep olacak
bir vuruş idi. Sonra da Musa'nın kendisine yardım ettiği İbranî adam dışında
hiçbir kimsenin haberi olmadan bu adamı gömmüştü.
Hz. Musa (a.s.) sonra yaptığına
pişman olmuş ve kendi kendine "Bu olay şeytanın güzel gösterdiği ve teşvik
ettiği bir olaydır." demişti. "Şeytan gerçekten sapıklığa teşvik eden apaçık bir
düşmandır." Yani şeytan insanın düşmanıdır, onu saptırıcıdır, dalâlete ve
yanlışlığa düşürendir, düşmanlığı ve saptırıcılığı gayet açıktır,
dedi.
"Musa" daha sonra yaptığından
pişman oldu. "Ey Rabbim! Doğrusu ben kendime zulmettim. Beni bağışla..." Ben bu
davranışımla yani masum bir insanı öldürmekle kendime yazık ettim. Benim
günahımı ört. Elimin işlediği bu cinayet sebebiyle beni muaheze etme. Ben sana
tevbe ediyorum ve bu fiilimden dolayı pişmanlık duyuyorum, "dedi."
Hz. Musa bunu günah saymıştı. Zira
adam öldürme asla helâl olmayan bir fiildir. Bu önceki peygamberlerin
şeriatından bu yana bilinmektedir.
Nakkaş diyor ki: Hz. Musa (a.s.)
onu öldürmek arzusuyla kasten vurmadı. Sadece zulmünü engellemek arzusuyla ona
bir yumruk vurdu. Ayrıca bu peygamberlikten önce idi.
Müslim'in rivayetine göre Salim b.
Abdillah şöyle demiştir: "Ey Irak halkı! Ne gariptir ki küçük günahları soruyor,
büyük günahları işliyorsunuz! Ben babam Abdullah b. Ömer'in (r.a.) Peygamberimiz
(s.a) eliyle doğu tarafını işaret ederek şöyle buyurduğunu işittim: "Fitne işte
şuradan, şeytanın boynuzlarının çıktığı yerden gelir. Siz de birbirinizin
boynunu vurursunuz." Musa'nın Firavun ailesinden öldürdüğü şahıs sadece hataen
öldürme idi. Ce-nab-ı Hak: "Sen bir adamı öldürdün. Biz de seni gamdan kurtardık
ve seni çeşitli imtihanlara tabi tuttuk." buyurdu.
"Allah da Musa'yı bağışladı. Çünkü
O çok bağışlayıcı ve çok merhamet edicidir." Yani Cenab-ı Hak onu affetti ve
tevbesini kabul etti. Çünkü Cenab-ı Hak kendisine yönelen kullarının günahlarını
örtücüdür. Tevbe edip yöneldikten sonra kullarını cezalandırmayıp onlara çok
çok merhamet edicidir.
Bunun üzerine Hz. Musa Rabbine
şükretti ve "Ey Rabbim! Bana lütfettiğin nimetler sebebiyle asla suçlulara arka
çıkmayacağım." dedi. Yani Musa şöyle diyordu: Ey Rabbim! Bana lütfettiğin ilim,
hikmet ve tevhidin, verdiğin makam, izzet ve nimetin hakkına beni hatadan koru.
Beni korursan ben zulmeden, suç işleyen ve şirk koşan kimseye asla yardımcı
olmam. Yahut bana bu pekçok nimetle ikramda bulunman sebebiyle yemin ederim ki
sana tevbe edeceğim ve asla müşriklere destek olmayacağım.
Kuşeyrî diyor ki: Hz. Musa: "Bana
lütufta bulunduğun mağfiret sebebiyle..." dememiştir. Çünkü bu vahiyden önce
idi. O Allah'ın bu adam öldürmeyi bağışladığını bilmiyordu.
Maverdî ve başkaları zikrediyorlar
ki: Lütuf, mağfiret edilmek ya da hidayete nail almak suretiyledir.
Kurtubî ise şöyle diyor: "Onu
bağışladı." ifadesi mağfiret ettiğine delâlet eder. Allah en iyi
bilendir.
"Suçlulara destek olmamak"
ifadesiyle Firavunla beraber bulunmak ve onun cemaatiyle birlikte olmak ve onun
gurubunu çoğaltmak manası murad edilmiştir. Zira Musa daha önce baba-oğul gibi
aynı bineğe biniyor ve Fira-vun'un oğlu diye adlandırılıyordu. Yahut bu ifadeyle
desteklemesi suç ve günaha sebep olan kimsenin (mesalâ öldürülmesi helâl
olmayan kimsenin öldürülmesine sebep olan İsrailî'nin)
desteklenmesidir.
Bu ayetin benzeri şu ayettir:
"Zulmedenlere meyletmeyin ki ateş size dokunmasın." (Hud, 12/113).
"Musa şehirde korku içerisinde
etrafı gözetiyordu. Bir de ne görsün! Daha dün kendisinden yardım isteyen kişi
bugün yine kendisinden (bir başka kişiye karşı) yardımına koşmasını istiyor.
Musa ona: Anlaşılan sen apaçık bir azgınsın dedi." Musa (a.s.) Mısırlı kıptînin
öldürülmesi olayından sonra adam öldürdüğünün bilinmesinden ve yakalanmaktan
korkuyordu. Cinayeti sebebiyle öldürülmesini bekleyerek etrafı gözetledi.
Kendini gizleyerek yolda yürüdü. Bir de karşısında dün kendisinden Mısırlı
hasmına karşı yardım isteyen İsraillinin bir başka Mısırlıya karşı yine yardım
ve destek istediğini gördü. Musa ona: "Sen sapıklığı açık, fesadı ve şerri çok
bir kimsesin." dedi.
"Derken Musa her ikisinin de
düşmanı olan adamı yakalamak isteyince yardım dileyen: Ey Musa! Dün birini
öldürdüğün gibi şimdi de beni mi öldürmek istiyorsun? dedi." Hz. Musa (a.s.)
her ikisinin düşmanı olan kıptîyi yakalamak istediğinde İsrailli onun bu
durumunu reddederek ve alay ederek şöyle dedi: Sen dün bir cana kıydığın gibi
bugün de beni mi öldürmek istiyorsun? Mısırlı olayı İsrailliden
öğrenmişti.
Razî diyor ki: Doğru olan bu
görüştür. Çünkü Cenab-ı Hak şöyle buyurdu: "Musa her ikisinin de düşmanı olan
adamı yakalamak isteyince yardım dileyen: Ey Musa!" dedi. O halde bu söz
başkasının değil onun sözüdür. Aynı şekilde "Sen ancak yeryüzünde zorba bir
kimse olmak arzusundasın." ifadesi sadece kâfirin sözü olmaya
lâyıktır.
Bazı alimler diyor ki: Hz. Musa
(a.s.) İsrailliye kızgın bir halde "apaçık bir azgın" olduğu şeklinde hitap
ettiğini görünce ve yakalamaya teşebbüs edince acizliği, zayıflığı ve zilleti
sebebiyle Hz. Musa'nın kendisini yakalamak istediğini zannetti ve bu sözü
söyledi. Bu adam öldürmenin ortaya çıkmasına ve korkusunun artmasına sebep
oldu. Çünkü dünkü olayı bu İbranî şahıstan başkası bilmiyordu. Kıptî bu sözü
işitince bunu Firavun'a nakletti. Bunun üzerine Firavun'un kızgınlığı ve Hz.
Musa'yı öldürme kararlılığı arttı.
"Sen ancak yeryüzünde zorba bir
kimse olmak arzusundasın. Islah edenlerden olmak istemiyorsun,
dedi."
Yani Ey Musa! Sen ancak çok adam
öldüren, adam yakalayan, büyüklük taslayan, yeryüzünde çok eziyet eden,
neticelere bakmayan bir kimse olmak istiyorsun. Sen insanların meselelerinde iki
taraftan biri akrabasından veya kabilesinden olsa bile güzellikle ve hikmetle
hükmeden, ıslah ehlinden olmak istemiyorsun.
"Şehrin en uzak yerinden bir adam
koşarak geldi: Ey Musa! Şehrin ileri gelenleri seni öldürmek için plan
kuruyorlar. Hemen buradan çık git. Doğrusu ben sana öğüt verenlerdenim,
dedi."
Firavun ailesinden olan ve imanını
insanlardan gizleyen mümin bir kimse Hz. Musa için Firavun kavminin planladığı
kötülüğü ona haber vermek için şehirdeki en uzak yerden koşarak geldi ve şöyle
dedi:
"Ya Musa! Firavun ve devletinin
ileri gelenleri senin hakkında istişare etmektedirler ve seni öldürmek için plan
kuruyorlar. Derhal bu şehirden çık. Ben senin için hiç şüphesiz iyiliksever,
güvenilir bir kimseyim."
Bu kimse Hz. Musa'nın arkasından
gönderilen kimselerin yoluna yakın bir yola sülük ettiği için "adam" vasfıyla
tavsif edilmiştir.
"Bunun üzerine Musa korku içinde
etrafını gözetleyerek şehirden çıktı." Musa kendi nefsi hakkında birilerinin
kendisini takip etmesini gözetleyerek Firavun'un şehrinden çıktı.
"Musa: Ey Rabbim! Beni şu zalim
kavimden kurtar, dedi." Musa bu şiddetli mihnet hakkında şöyle dua etti: "Ya
Rabbi beni bu zalimlerden, Firavun ve adamlarından kurtar." Allah Hz. Musa'nın
duasına icabet etti, onu kurtardı ve Medyen'e ulaştırdı. Nitekim Cenab-ı Hak
şöyle buyurmaktadır: "Bir cana kıydın. Bunun üzerine seni gamdan kurtardık ve
seni imtihana tabi tuttuk." (Tâ-Hâ, 20/40). [4]
Hz.
Musa'nın Medyen Tarafına Gitmesi Ve Hz. Şuaykın Kızıyla
Evlenmesi
22- Musa Medyen tarafına yönelince: "Umarım,
Rabbim bana doğru yolu gösterir." dedi.
23- Medyen Suyu'na vardığında,
orada hayvanlarını sulayan bir cemaat buldu. Onların gerisinde de
hayvanlarının suya gitmesini engellemeye çalışan iki hanım gördü. Onlara:
"Meseleniz nedir?" dedi. Onlar da: "Çobanlar sulayıp çekilmeden biz sulamayız.
Babamız ise oldukça yaşlı bir adamdır."
dediler.
24- Bunun üzerine Musa onların
hayvanlarını sulayıverdi. Sonra gölgeye çekildi. "Ey Rabbim! Bana indireceğin
hayra çok muhtacım." dedi.
25- O sırada hanımlardan biri
utana utana yürüyerek Musa'ya geldi. "Babam, hayvanlarımızı sulama ücretini
vermek için seni çağırıyor." dedi. Bunun üzerine Musa kızların babasına varıp
başından geçenleri anlattığında o zat: "Korkma, artık o zalim kavimden
kurtuldun." dedi.
26- Kızlardan biri: "Babacığım!
Onu ücretle çalıştır. Çünkü ücretle tuttuklarının en hayırlısı, güçlü ve
güvenilir bir adamdır." dedi.
27- Kızların babası: "Bana sekiz yıl çalışman
şartıyla bu iki kızımdan biriyle evlendirmek istiyorum. Eğer bunu on yıla
tamamlamak istersen bu senden bir ikram olur. Fakat seni zora sokmak istemem.
İnşaallah beni salihlerden bulacaksın." dedi.
28- Musa: "Bu seninle benim
aramda-dır. Bu iki süreden hangisini doldu-rursam doldurayım, haksızlığa
uğra-
mış olmam. Söylediklerimize Allah
vekildir." dedi.
Açıklaması
"Musa Medyen tarafına yönelince:
Umarım, Rabbim bana doğru yolu gösterir, dedi." Yani Musa Firavun'un şehrini
terk ederek Medyen tarafına yönelmişti. Zira -daha önce beyan ettiğimiz gibi-
kalbine onlarla arasında akrabalık bağı olduğu fikri doğdu. Zira onlar Medyen b.
İbrahim (a.s.) neslinden idiler, kendisi de İsrailoğullarındandır
Fakat yolu bilmeyince Allah
Tealâ'nın lütfuna dayanarak: "Ey Rabbim! Beni en doğru yola ilet." dedi. Allah
da ona lütufta bulundu ve onu doğru yola iletti. Musa üç yoldan orta yolu
tercih etti. Âdet olduğu üzere insanlara yol hakkında soru soruyordu.
İbni İshak diyor ki: Musa
Mısır'dan Medyen'e azıksız ve bineksiz gitti. Bu iki belde arası 8 günlük yol
mesafesi idi. Yemeği sadece ağaç yaprakları idi. Medyen, Filistin diyarında
Akabe körfezinin kuzeyinde bulunmaktadır.
Medyen olayları aşağıdaki şekilde
gelişmiştir:
1- Su
civarındaki çobanların durumu: "Medyen Suyu'na vardığında, orada hayvanlarını
sulayan bir cemaat buldu. Onların gerisinde de hayvanlarının suya gitmesini
engellemeye çalışan iki hanım gördü. Onlara: Meseleniz nedir? dedi. Onlar da:
Çobanlar, sulayıp çekilmeden biz sulayanlayız. Babamız ise oldukça yaşlı bir
adamdır, dediler."
Yani Musa Medyen'e varıp Medyen
Suyu'na gidince koyun çobanlarının koyunlarını suladığı bu kuyunun yanına
yaklaştı ve orada hayvanlarını sulayan bir topluluk gördü. Onların alt
tarafında koyunlarının diğer çobanların koyunlarıyla karışmaması ve başkalarına
eziyet vermemesi için diğer ço-aanlarm koyunlarıyla birlikte suya gitmelerine
mani olmaya çalışan iki kadın gördü.
Hz. Musa (a.s.) onları görünce
duygulandı ve kadınlara acıdı. Onlara:
-
Sizin meseleniz nedir? Probleminiz nedir? Niçin diğerleriyle beraber ;uya
gitmiyorsunuz? dedi. Kadınlar şöyle dediler:
- Biz o topluluk su alma işini
bitirmeden koyunlarımızı sulayamıyoruz. Babamız ise bizzat çobanlık yapamayacak
ve koyunları sulayamayacak kadar pir-i fani bir ihtiyardır. Dolayısıyla biz de
gördüğün şu duruma düşmeye mecbur kaldık. Bu daima kuvvetlinin zayıf
karşısındaki tavrıdır. Güçlü olan saf, arı sudan içer, zayıf olan suyun geri
kalan kısmından içer.
Bu ifadede kadınlara bizzat
sulamaya katılmaları hususunda Hz. Musa'ya özür beyan edilmekte, babalarının
yaşlılığı ve ihtiyarlığı sebebiyle sulamaya katılamadığına dikkat çekmekte ve
kendilerine yardım etmesi hususunda Hz. Musa'nın şefkati talep
edilmektedir.
2- Hz. Musa'nın
kadınların koyunlarını sulaması ve Cenab-ı Hakka niyazda bulunması: "Bunun
üzerine Musa onların hayvanlarını sulayıverdi. Sonra gölgeye çekildi. Daha
sonra: "Ey Rabbim! Bana indireceğin hayra çok muhtacım," dedi."
Yani Hz. Musa (a.s.) -İbni Ebî
Şeybe'nin Hz. Ömer'den (r.a.) rivayetine göre- ancak on adamın kaldırabileceği
bir kaya ile ağzı örtülü bir başka kuyuya vardı. Bu kuyunun ağzındaki kayayı
kaldırarak bu kadınların koyunlarını suladı. Sonra da kayayı tekrar aynı yerine
koydu ve istirahat etmek için bir ağaç gölgesine çekildi. Cenab-ı Hakk'a şöyle
niyazda bulundu.
- Ya Rabbi! Ben açlık belâsını
kaldırmak için az veya çok hayra -yiyeceğe- muhtacım.
Hz. Musa'nın duasında "fakîr"
kelimesi "lâm" harf-i cerri ile kullanılmıştır. Çünkü bu kelime "sâil" ve
"tâlib" manasını da ifade etmektedir.
Burada Hz. Musa'nın kadınların
koyunlarını güneş sıcağında suladığına, Hz. Musa'nın mükemmel kuvvetine,
Firavun'un sarayında rahat bir hayat sürmesine rağmen ağır hayat şatlarına
alışkın, yiğit ve dayanaklı bir kimse olduğuna dair bilgiler vardır.
İbni Abbas diyor ki: Hz. Musa
(a.s.) Mısır'dan Medyen'e kadar yaya gitti. Onun yiyeceği baklagiller ve ağaç
yapraklarıydı. Bineksiz idi. Medyen'e ulaşınca ayağındaki terlikler de iyice
giyilmez olmuştu. Gölgeye oturdu. O
Allah'ın kullarından en seçkini
idi ve açlıktan karnı sırtına yapışmıştı. Baklagillerin yeşilliği adeta
karnından dışa vuruyordu. O bir hurma parçasına muhtaçtı.
3- Zorluktan
sonraki rahatlık: "O sırada hanımlardan biri utana utana yürüyerek Musa'ya
geldi. "Babam hayvanlarımızı sulama ücretini vermek için seni çağırıyor."
dedi."
Yani kızlar koyunlarla eve çabuk
dönünce babaları bu durumu garip karşıladı ve onlara bunun sebebini sordu. Onlar
da Hz. Musa'nın yaptığı işi anlattılar. Babaları da onu davet etmek için
kızlarından birini gönderdi. Kızlardan biri hür kadın yürüyüşüyle haya
içerisinde örtüsünü bürünmüş, yüzünü elbisesiyle örtmüş, erkeklerle konuşmaya
hevesli olmayan bir kişi edasıyla geldi. Edep, haya ve iffet
içerisinde:
- Babam bize yaptığın bu iyiliğe
karşı sana mükâfat vermek ve koyunlarımızı sulamanın ücretini ödemek için seni
çağırıyor, dedi.
Alimler bu "baba" nın kim
olduğunun belirlenmesinde ihtilâf etmişlerdir. Cumhur'a göre -yahut pekçok
alime göre- meşhur olan görüş Hz. Musa'yı çağıran kızların babaları Medyen
halkına peygamber olarak gönderilen Hz. Şuayb (a.s.) dır. Bu iki kadın da onun
kızlarıdır[5]
Ayrıca -Razî'nin dediği gibi- bu kıssada dinin kabul etmeyeceği hiçbir şey de
yoktur.
Hz. Musa (a.s.) kadının bu
davetini ücret almak için değil, yaşlı zatın duasını almak için kabul
etti.
Rivayete göre: Kadın: "Sana ücret
vermek için" dediği zaman Hz. Musa (a.s.) bundan hoşlanmamış, kendisine yemek
takdim edilince de:
- Biz dinini dünya karşılığında
satmayan ve iyiliğe karşı bedel kabul etmeyen bir aileyiz demiş, Hz. Şuayb
(a.s.) da ona şöyle demişti:
-
Bu bize misafir olan herkese karşı adetimizdir. Ayrıca zaruri durumlarda
haramlar mubah sayılır.
Hz. Musa (a.s.) babasının evini
gösteren kadınla birlikte gitti. Ancak kadına bakmamak için onun arkasında
yürümesini ve arkadan yolu tarif etmesini istedi. Bu Allah'ın kendilerini
peygamberliğe hazırladığı kimselerin edebidir.
4- Yaşlı zatla
güven ve huzur sohbeti: "Bunun üzerine Musa kızların babasına varıp başından
geçenleri anlattığında o zat: Korkma artık o zalim kavimden kurtuldun,
dedi."
Yani Hz. Musa yaşlı zatın yanma
gidip Firavun ve kavminin küfür ve tuğyanını, İsrailoğullarına yaptığı zulmü,
Mısır'dan çıkış sebebini ve onların kendisini öldürmeyi planladıklarını
anlatınca o zat: "Korkma, huzur içinde ol, kalbin hoş olsun. Çünkü sen
zalimlerin saldırısından kurtuldun. Onların memleketinden çıktın. Onların bizim ülkemizde
hakimiyetleri yoktur." Hz. Musa da mutmain oldu. Gönlü endişeden sükûnete
erdi.
5- Kızın
babasından güçlü ve güvenilir kimseyi ücretle tutması talebinde bulunması:
"Kızlardan biri: Babacığım onu ücretle çalıştır. Çünkü aücret-le tuttuklarının
en hayırlısı, güçlü ve güvenilir bir adamdır, dedi."
Kızlardan Hz. Musa'yı babasına
çağıranı: "Babacığım bu koyunları gütmek için onu ücretle çalıştır. Zira
ücretle tutacağın en hayırlı kişi odur. Çünkü o koyunları korumak ve işlerini
görme hususunda güçlü kuvvetli ve hainlik etmesinden korkulmayan emin bir
kişidir." dedi.
Hz. Şuayb'ın (a.s.) kızı
ücretlinin en güzel sıfatları olarak "görevini yerine getirme hususunda güçlü
olma" ve "bir şeyi koruma hususunda güvenilir olma" sıfatlarını zikretti. Bu iki
sıfatın kaynağı kızın Hz. Musa'da müşahede ettiği durumdur.
Babası Hz. Şuayb (a.s.)
kızma:
- Bunu nereden anladın? dedi. Kız
da babasına:
-
O ancak on kişinin kaldırabileceği bir kayayı kaldırdı. Ayrıca ben onunla
birlikte gelirken onun önüne geçtim. Bana: Arkamdan gel, yanlış yola girersem
önüme bir çakıl taşı atarak yolu bana tarif et, dedi.
Abdullah b. Mes'ud (r.a.) demiştir
ki: İnsanların en ferasetlileri üç kişidir:
- Hz. Ömer'i (r.a.) yerine tayin
eden Hz. Ebubekir.
- Hanımına "Yusuf a iyi muamele
et." diyen vali.
-
"Babacığım, Onu ücretle çalıştır. Çünkü ücretle tuttuklarının en
hayırlısı güçlü ve güvenilir bir adamdır." diyen Hz. Şuayb'ın (a.s.)
kızı.
6- Hz. Musa'nın
(a.s.) Hz. Şuayb'a (a.s.) hısım olması: "Kızların babası: Bana sekiz yıl
çalışman şartıyla seni bu iki kızımdan biriyle evlendirmek istiyorum. Eğer bunu
on yıla tamamlamak istersen bu senden bir ikram olur. Fakat seni zora sokmak
istemem. İnşaallah beni salihlerden bulucaksın, dedi."
Yani Hz. Şuayb (a.s.) Hz. Musa'nın
güçlü ve güvenilir bir adam olduğuna kani oldu ve Hz. Musa'ya şöyle
dedi:
- Ben seninle hısım olmak ve bu
iki kızımdan birini sana nikahlamak istiyorum. Dilediğini seç. Bu iki kızın
adları Safûriya ve Liya'dır. Mihir ise, koyunlarımı sekiz yıl gütmendir. İki
sene ziyadesiyle teberruda bulunursan bu sana aittir. Yoksa sekiz sene
yeterlidir. Bundan sonra da bu süre hakkında veya bir başka konuda seninle
tartışarak seni zorlamak istemem. Beni genel anlamda salih bir kimse,
dolayısıyla güzel muamele eden ve yumuşak davranan biri olarak göreceksin...
Hz. Şuayb (a.s.) Allah adının bereketinden istifade etmek ve Allah'ın
muvaffakiyetine ve yardımına dayanmak için "inşaallah" demiştir.
Hz. Musa (a.s.) buna şu şekilde
cevap verdi: "Bu seninle benim aramda-dır. Bu iki süreden hangisini doldurursam
doldurayım, haksızlığa uğramış olmam."
Yani Hz. Musa (a.s.) Hz. Şuayb'a
(a.s.) hitaben şöyle dedi: Mesele sizin söylediğiniz gibi olsun. Bana bu iki kız
hakkında ve bu iki süre -sekiz yıl ve on yıl konusunda tercih hakkı verdiniz.
Her birimiz kendi şahsı adına şart koştuğu sözü yerine getirecektir. Ben on
yıllık süreyi tamamlarsam bu benim tarafımdan bir ikram olacaktır. Sekiz yıllık
süreyi tamamlarsam sorumluluktan kurtulurum ve şartımı yerine getirmiş
sayılırım. Dolayısıyla bu iki süreden birini tercih etmekte benim için bir
mahzur yoktur. Sizin de benden bu iki seneden daha fazlasını isteme hakkınız
yoktur.
Bu her ne kadar mecburi olmayıp
mubah olsa da peygamberlik için Allah tarafından hazırlanan Hz. Musa (a.s.) bu
iki süreden kâmil olanı tercih edecektir. Gerçekten Hz. Musa (a.s.) bu iki
süreden daha fazlasını tamamlamıştır.
İbni Cerir ve başkaları İbni
Abbas'tan (r.a.) Peygamberimiz'in (s.a) şöyle buyurduğunu rivayet
etmişlerdir:
- Cebrail aleyhisselâm'a Musa bu
iki süreden hangisini tamamladı? diye sordu. Cebrail (a.s.):
-
Daha fazla olan, daha kâmil olan süreyi tamamladı, diye cevap ver-di.[6]
Bu Hz. Musa (a.s.) ile Şuayb
(a.s.) arasında yapılan bir sözleşmedir.
"Bu seninle benim aramdadır."
ifadesi "Bu iki süreden hangisini" yani en uzun süre olan on yıllık süre ile en
kısa süre olan sekiz yıllık süreden hangisini doldurursam doldurayım "Haksızlığa
uğramış olmam." Yani hiçbir kimse fazla bir şeyi talep etmekle başkasına
zulmetmesin, demektir.
"Söylediklerimize Allah vekildir."
Herkesin kendisi için diğerine verdiği söze şahit ve vekildir. Vekil aslında bir
meselenin kendisine havale edildiği kimsedir. Vekil şahit manasında kullanıldığı
zaman "alâ" harf-i cerriyle kullanılmıştır. Bu cümle Hz. Musa'nın sözüdür. Bir
başka rivayete göre Hz. Şu-ayb'ın sözüdür. [7]
Hz.
Musa'nın Mısır'a Dönüşü Ve Peygamberliği
29- Musa süreyi tamamlayıp da
ailesiyle birlikte Mısır'a doğru yola çıktığında 'Tur" tarafında bir ateş
gördü. Ailesine: "Siz burada bekleyin. Ben bir ateş gördüm. Belki size oradan
bir haber getiririm ya da ateşten bir kor getiririm de ısınırsınız"
dedi.
30- Musa ateşin yanına gelince, mukaddes yerdeki
vadinin sağ tarafındaki ağaçtan
şöyle nida edildi: "Ey Musa! Ben âlemlerin rabbi olan Allahımr
31- Asanı bırak (denildi). Musa
asanın yılan gibi hareket ettiğini görünce arkasına bakmadan kaçtı. Tekrar şöyle
nida edildi: "Ey Musa!. Geriye dön, korkma!. Çünkü sen emniyette
olanlardansın.
32- Elini koynuna sok, kusursuz
pırıl pırıl parlayan bembeyaz bir el çıksın. Korkudan dolayı uzattığın ellerini
kendine çek. Bu ikisi, Firavun ve adamlarına göstermen için Rab-binden sana
verilen iki mucizedir. Şüphesiz ki onlar fasıklardır."
Açıklaması
"Musa süreyi tamamlayınca..." Hz.
Musa iki süreden uzun olanını –yani on yıl
Hz. Şuayb'ın (a.s.) koyunlarını gütme hizmetini- tamamladı.
Bu aynı zamanda ayetten de
anlaşılmaktadır. Zira Cenab-ı Hak "Musa süreyi tamamlayınca" demiştir. Bunun
manası iki süreden daha fazla olanını tamamlamıştır demektir. Bu tarz ifade iki
sürenin bildirilmesinden sonra gelmiştir. Bir sürenin sonunda gelseydi sadece o
sürenin tamamlandığı anlaşılırdı.
Hz. Musa ailesi -yani hanımıyla
birlikte- arzu ettiği istikamete doğru yola devam etti. Nur dağı civarında
uzaktan ışığı görünen bir ateş gördü. Ailesine ateşin yanına gidip yol hakkında
bilgi alıncaya ya da soğuktan ısına-bilmeleri için bir kor veya yanan çıra alıp
gelinceye kadar beklemelerini emretti. Zira yağmurlu, soğuk ve karanlık bir
gecede yola çıkmışlar, yolu da kaybetmişlerdi. Hz. Musa sadece ailesiyle
birlikte olup yanlarında başkaları yoktu.
Ailesine saygı ifadesiyle çoğul
sigasıyla "bekleyin" diye hitapta bulundu. "Bir haber getiririm" ifadesi yolu
kaybettiğine delildir. "Belki böylece ısınırsınız" ifadesi ise havanın
soğukluğuna işaret etmektedir.
"Musa ateşin yanına gelince
mukaddes yerdeki vadinin sağ tarafındaki ağaçtan şöyle nida edildi: Ey Musa! Ben
âlemlerin rabbi olan Allah 'im!"
Yani Musa uzaktan gördüğü ateşin
yanma varınca Rabbi ona vadinin sağ tarafından yani batı cihetinden -Musa'nın
sağ tarafından- nida etti.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle
buyurmaktadır: "Musa'ya o emri vahy'ettiğimiz vakit (Habibim) sen batı
tarafında değildin, görenlerden de değildin." (Kasas, 28/44).
Bu ayet Hz. Musa'nın kıble
yönündeki ateşe sağ tarafındaki batı tepesine doğru yöneldiğini ifade
etmektedir.
Rabbi mübarek vadide ağaç
tarafından Hz. Musa'ya şöyle dedi: Ey Musa! Ben âlemlerin rabbi olan Allah'ım.
Şüphesiz ki ben senin rabbinim. Nalını çıkar. Sen mukaddes Tuva vadisindesin.
Yani sana hitap eden, seninle konuşan âlemlerin Rabbidir. Dilediğini yerine
getirir. O'ndan başka hiçbir rab yoktur. O zatında, sıfatında, sözlerinde ve
fillerinde mahlûkata benzemekten münezzehtir.
Bu yer "mübarek" olmakla tavsif
edilmiştir. Çünkü peygamberliğin başlangıcı ve Allah Tealâ'nın kendisine hitap
etmesi orada vaki olmuştur.
Risaletin başlangıcında "min şatı"
kelimesiyle, Allah'ın kendisine hitap etmesine "Min-eşşecerati" kelimesiyle
işaret edilmiştir. Yani O'na nida vadi kıyısından, ağaç tarafından
gelmiştir.
Allah Tealâ bu esnada Hz. Musa'da
bu kelâmın Allah'ın kelâmı olduğu şeklinde yakinî bir ilim yarattı. Hz. Musa
(a.s.) -Ebu'l-Hasen el-Eş'arî'nin görüşüne göre kelâm-ı kadîmi ağaçtan değil
bizzat Allah Tealâ'dan işitti. –Ebu Mansur
el-Matûridî'ye göre ise Hz. Musa ağaçta yaratılan ve ağaçtan işitilen sesleri
işitti.
Sonra da Yüce Allah Hz. Musa'yı şu
iki mucize ile te'yit etti:
a) "Asanı bırak
(denildi). Musa asasının yılan gibi hareket ettiğini görünce arkasına bakmadan
kaçtı."
Yani ona elindeki asanı bırak diye
nida edildi. Asasını yere attı. Asâ koşan bir yılan oldu.
Hz. Musa (a.s.) bildi ve gayet iyi
anladı ki kendisiyle konuşan ve kendisine hitap eden, bir şeye "ol dediği zaman
hemen olur" hale getirendir.
Hz. Musa (a.s.) asanın hareket
ettiğini, süratle kıpırdadığını görünce yahut titreme ve hareketiyle cinnîlere
benzeyen bu durumu görünce kaçarak geri geri geldi. Dönüp arkasına bakmadı. Zira
beşer tabiatı bundan nefret eder.
Cenab-ı Hak onun korkusunu şöyle
diyerek sakinleştirdi: "Ey Musa! Geriye dön, korkma. Çünkü sen emniyette
olanlardansın."
Yani Ey Musa! Yerine ve ilk
makamına dön. Yılandan veya ejderhadan korkma. Sen her çeşit kötülükten emniyet
içindesin.
b) "Elini
koynuna sok, kusursuz pırıl pırıl parlayan bembeyaz bir el çıksın. " Yani elini
cebine, baş tarafından gömleğinin üst tarafından koynuna sok ve sonra da elini
çıkar; pırıl pırıl ışık dolu bir şekilde sanki bir ay parçası gibi kusursuz veya
ayıpsız panldasın.
Bu geçen iki mucizeden korkusunun
izale olması için Cenab-ı Hak ona hitaben şöyle buyurdu: "Korkudan dolayı
uzattığın ellerini kendine çek." Yani elini göğsüne koy ki hissettiğin korku
gitsin. Hz. Musa bir şeyden korktuğu zaman elini kendine çeker, yumar; bunu
yaptığı zaman da meydana gelen korku giderdi.
Ona uymak için'kim bunu yapar,
elini kalbine koyarsa inşaallahü tealâ hissettiği bu korku yahut onu korkutan
şey dağılır. Güvenilecek olan yalnız Allah'tır.
İbni Abbas diyor ki: Korkan herkes
elini göğsüne koyduğu zaman korkusu ortadan kalkar. "Bu asâ ve elin, Firavun ve
adamlarına göstermen için Rabbinden sana verilen iki mucizedir. Şüphesiz ki
onlar fasıklardır." Yani bu iki mucize -asanın yere atılıp koşan bir yılan
haline çevrilmesi mucizesi ile elini koynuna sokup kusursuz bembeyaz ve nurlu
bir el olarak çıkması mucizesi- Allah'ın kudretine ve senin peygamberliğinin
doğruluğuna açık ve kesin bir delil olup Firavun ve kavminin reisleri,
büyükleri ve adamlarına peygamber olarak gönderilmen hususunda seni te'yit
etmektedir. Zira bunlar Allah'ın taatinin dışına çıkan, Allah'ın emrine ve
dinine aykırı davranan bir kavimdir. Dolayısıyla bunlar bu iki mucize ile te'yit
edilmiş olarak senin kendilerine gönderilmene lâyık kimselerdir. [8]
Hz.
Harun'un Peygamberliği, Firavunun Yalanlaması
33- Musa şöyle dedi: "Ey Rabbim!
Ben onlardan birini öldürmüştüm. Şimdi onların da beni öldürmelerinden
korkuyorum.
34- Kardeşim Harun, lisan bakımından benden daha
fasihtir. Bu sebeple beni doğrulayan bir yardımcı olması için, onu da benimle
beraber peygamber olarak gönder. Çünkü onların beni yalanlamasından
korkuyorum."
35- Allah şöyle buyurdu: "Seni
kardeşinle destekleyeceğiz, İkinize öyle bir güç vereceğiz ki, düşmanlarınız
asla size dokunamayacaklardır. Mucizelerimizle siz ikiniz ve size uyanlar
mutlaka galip geleceksiniz."
36- Musa onlara apaçık
mucizelerimizi getirince onlar: "Bu uydurulmuş bir sihirden başka bir şey
değildir. Biz önceki atalarımızdan hiç böyle bir şey işitmedik."
dediler.
37- Musa şöyle dedi: "Rabbim
nezdin-den kime hidayete vereceğini, dünyanın iyi akıbetinin kimin olacağını
daha iyi bilir. Gerçek şudur ki zalimler kurtuluşa ermezler."
Açıklaması
Allah Tealâ Firavun'dan kaçarak ve
onun şiddetinden korkarak Mısır diyarından ayrılan Hz. Musa'ya Firavun'a
gitmesini emredince; "Musa şöyle dedi: Ey
Rabbim! Ben onlardan birini öldürmüştüm. Şimdi onların da beni öldürmelerinden
korkuyorum." Yani ya Rabbi, ben Fira-vun'un kavminden birini öldürdüğüm halde,
nasıl Firavun ve kavmine gidebilirim? Beni gördükleri zaman intikam duygusuyla
beni öldürmelerinden korkuyorum.
"Kardeşim Harun lisan bakımından
benden daha fasihtir. Bu sebeple beni doğrulayan bir yardımcı olması için onu
da benimle beraber peygamber olarak gönder. Çünkü onların beni yalanlamalarından
korkuyorum."
Yani kardeşim Harun lisan
bakımından benden daha açıktır. Çocukluğumdan beri dilimde bulunan pelteklik ve
dil tutukluğu sebebiyle kardeşim benden daha güzel üslûba sahiptir. Çünkü
çocukken ateş korunu elime almışım ve ateşle hurma arasında tercih yapmam
istendiğinde ben ateş korunu dilimin üzerine koymuş olduğumdan böylece ifademde
zorluk meydana gelmişti. Bundan dolayı benim söylediğim ve Allah tarafından
haber verdiğim hususlarda beni tasdik edecek, burhan ve delilleri açıklayacak,
bu inkarcılar tarafından ortaya atılan şüpheleri çürütecek bir yardımcı ve vezir
olarak kardeşim Harun'u benimle birlikte peygamber olarak gönder. Ben onların
benim risaletimi yalanlamalarından korkuyorum.
Bu ayetin benzeri şu ayettir:
"Musa şöyle dedi: Rabbim, benim göğsüme genişlik ver. İşimi kolayla. Dilimden de
düğümü çöz ki sözümü iyi anlasınlar. Bana kendi ailemden bir vezir olarak
kardeşim Harun'u ver. Onunla sırtımı kuvvetlendir. Onu işimde ortak kıl."
(Tâ-Hâ, 20/27-32).
Cenab-ı Hak, Hz. Musa'nın bu
talebini kabul etti ve şöyle buyurdu: "Seni kardeşinle destekleyeceğiz. İkinize
öyle bir güç vereceğiz ki, düşmanlarınız asla size
dokunamayacaklardır."
Yani Cenab-ı Hak, Musa'ya şöyle
dedi: Biz seni peygamber olmasını istediğin kardeşinle kuvvetlendireceğiz,
güçlendireceğiz.
Bir başka ayette Cenab-ı Hak şöyle
buyurmaktadır: "Ey Musa! İstediğin sana verilmiştir." (Tâ-Hâ, 20/36). "Ona
rahmetimiz cümlesinden kardeşi Harun'u da bir peygamber olarak ihsan ettik."
(Meryem, 19/53).
Size ezici bir hüccet ve
düşmanlarınıza karşı açık bir üstünlük vereceğiz. Bu sebeple Allah'ın
ayetlerini tebliğ etmeniz sebebiyle onların size eziyet etmelerine yol ve imkân
yoktur.
Selef alimlerinden bazıları Hz.
Musa'nın kardeşi Harun'un gönderilmesi talebi hakkında şöyle dediler:
Hz. Musa (a.s.) kardeşi hakkında
şefaatte bulunmuş, bundan dolayı Cenab-ı Hak, Hz. Harun'u Hz. Musa ile birlikte
nebi ve rasul olarak Firavun ve adamlarına göndermiştir. Bunun için Allah Tealâ
Hz. Musa hakkında şöyle buyurdu: "O Allah katında itibarı yüksek bir zat idi."
(Ahzab, 33/69).
Süddî diyor ki: İki peygamber ve
iki ayet bir peygamberden ve bir ayetten daha kuvvetlidir.
"Mucizelerimizle siz ikiniz ve
size uyanlar mutlaka galip geleceksiniz."
Yani siz ikiniz -Musa ve Harun-
ayetlerimizle, mucizelerimizle gidin. Ya da biz size hakimiyet gücü vereceğiz.
Yani mucizelerimizle sizi hakim kılacağız. Yahut onlar size erişemiyeceklerdir.
Yani ayetlerimizle kendinizi onlara karşı koruyacaksınız.
Sen -ey Musa!- kardeşinle
birlikte, ikinize iman edenler ve sizin risaleti-nize tabi olanlarla beraber
hüccet ve burhanla galip olacaksınız. Zira Allah'ın cemaati daima galip
olanlardır.
Ayetlerin hakimiyetle irtibatlı
kılınması asânm yılana çevrilmesini mucize kılmakta ve Firavun'un zararının Hz.
Musa ile Hz. Harun'a ulaşmasını engellemektedir. Bu sebeple kıraat sırasında
"ileykümâ" kelimesi üzerinde durmak caizdir. Okumaya devam etmek caiz olduğu
gibi takdim ve te'hir de olabilir.
Cenab-ı Hak daha sonra Firavun'un
Hz. Musa ile Hz. Harun'a karşı çıkma tavrını açıklayarak şöyle buyurdu: "Musa
onlara apaçık mucizelerimizi getirince onlar: Bu uydurulmuş sihirden başka bir
şey değildir. Biz önceki atalarımızdan hiç böyle bir şey işitmedik,
dediler."
Hz. Musa (a.s.) ile Hz. Harun
(a.s.) Firavun ve adamlarına Allah'ın kendilerine verdiği ve Allah'ın birliği
ve Onun emirlerine uyma hakkında Allah tarafından haber verdikleri hususlarda
kendilerinin doğruluğuna delâlet eden göz kamaştırıcı apaçık mucizeleri arz
ettikleri zaman Firavun ve adamları şöyle dediler: Bu yapma, uydurma, yalan ve
asılsız bir sihirbazlıktan ibarettir. Biz geçmiş atalarımızın günlerinde hiçbir
ortağı bulunmayan ve tek olan Allah'a ibadet etme şeklinde yaptığınız bu daveti
hiç işitmedik. Atalarımızdan hiçbirini bu din üzerinde görmedik. Biz insanların
Allah'la birlikte başka tanrılara taptıklarını gördük.
Bu izlenmesi için hiçbir delil
bulunmayan taklitçilik yoluna sarılmaktır. Hz. Musa (a.s.) buna şu cevabı
verdi:
"Rabbim, nezdinden kimin hidayete
ereceğini, dünyanın iyi akıbetinin kimin olacağını daha iyi bilir. Gerçek şudur
ki zalimler kurtuluşa ermezler."
Yani Hz. Musa (a.s.) Firavun ve
adamlarına şöyle cevap verdi:
Her şeyi yaratan, göklerin ve
yerin gaybını bilen ve kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Rabbim Allah,
hakkı batıldan ayırd etme hususunda benden de senden de daha iyi bilir.
Doğruluğa davet eden, hakkı getiren ve büyük kurtuluşa onu ehil kılan kimseyi ve
yardım, zafer ve destekle dünyada güzel akıbete kimin kavuşacağını, ahirette
sevap, rahmet ve ilâhî rızaya kimin nail olacağını Allah daha iyi
bilir.
"Onlar için bu dünya yurdunun iyi
bir sonucu vardır. (Bu sonuç) Adn cennetleridir." (Ra'd, 13/22-23); "Dünyanın
iyi sonucu kimindir, yakında kâfirler bilecektir." (Ra'd, 13/42).
O benimle sizin aranızda hüküm
verecektir. Şüphesiz ki Allah'a şirk koşanlar kurtuluşa eremezler. Kazançlı
çıkamazlar, bilakis bunun zıddına ulaşırlar.
Ayette hitap, cedel ve münazara
konusunda yüksek bir edebî üslûp kullanılmıştır. Bu sebeple Hz. Musa kardeşinin
hak yolda, başkasının batıl yolda ve sapık olduğunu ilân etmeye teşebbüs
etmedi. Sadece en sahih ve en doğru olanın sonunda galip olacağı hususunu ve
nihaî hükmü tartışma zemininde akla bir rol vermek için bu ifadeyi
tekrarladı.
Hz. Musa'nın (37. ayetteki) bu
ifadesi Peygamberimiz'in (s.a.) müşriklere söylediği şu ifade gibidir: "Hiç
şüphesiz ya biz ya da siz (iki taraftan biri) mutlak hidayet üzerinde, diğeri
apaçık bir sapıklıktadır." (Sebe, 34/24).
Nitekim ayetin sonu Firavun ve
kavminin yaptıkları inatçılığa karşı onları zecretmekte ve onların bu
mücadelede kaybeden taraf olacaklarını, gelecekte pişmanlık duyacaklarını,
yenilgiye uğrayacaklarını ima etmektedir. [9]
Firavun'un
Allah Tealâ'nın Rab Olduğuna
Karşı
Çıkması Ve Kavmiyle Birlikte
İnatçılıklarının
Akıbeti
38- Firavun: "Ey ileri gelenler!
Ben sizin benden başka tanrınız olduğunu bilmiyorum! Ey Hâmân! Haydi, benim
için çamuru pişir de bana bir kule yap. Belki de ben böylece Musa'nın ilâhına
çıkarını. Öyle sanıyorum ki, o yalancılardandır." dedi.
39- Firavun ve askerleri
yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar. Bize döndürülemeyeceklerini
sandılar.
40- Biz de Firavun'u ve
askerlerini yakalayıp denize attık. Zalimlerin akıbeti nasıl oldu, bir
bak.
41-Biz onları dünyada cehennem
ateşine çağıran önderler yaptık. Kıyamet günü de kendilerine yardım
edilmeyecektir.
42- Bu dünyada biz onları lanete
uğrattık. Kıyamet günü de onlar hor ve hakir kimselerden
olacaklardır.
43- Şüphesiz ki biz ilk nesilleri
helak ettikten sonra Musa'ya insanlar düşünsünler diye, insanların
basiretlerini açacak deliller, hidayet rehberi ve rahmet kaynağı olarak
Tevrat'ı verdik.
Açıklaması
"Firavun: Ey ileri gelenler! Ben
sizin için benden başka bir ilâh tanımıyorum, dedi."
Yani Mısır kralı diktatör zalim
Firavun: "Ey kavmim! Benden başka bir ilâhın var olduğunu bilmiyorum, yani
Musa'nın ilâhı mevcut değildir. İlâh sadece benim." dedi.
Nitekim Cenab-ı Hak bir başka
ayette bunu şöyle beyan eder: "Firavun halkı toplayıp nida etti. Ben sizin en
yüce Rabbinizim, dedi. Allah da onu dünya ve ahiretin azabı ile yakaladı. Bunda
Allah 'tan korkan için büyük ibret vardır." (Nâziat, 19/23-26).
Firavun böylece kavmini kendisinin
ilâh olduğunu itiraf etmeye davet etmiş, kavmi de kıt akılları ve geri
zekâlılıklarıyla bunu kabul etmişlerdi. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
"Firavun kavmini hiçe saydı. Onlar da ona itaat ettiler. Doğrusu onlar fasık bir
kavim idiler." (Zuhruf, 43/54).
Firavun'un ilâhlık iddia etmedeki
maksadı -Razî'nin de beyan ettiği gibi[10]
kendisinin yer ve göklerin yaratıcısı olduğunu iddia etmek değil, sadece
kendisinin ta'zim edilmesi, sulta ve mutlak nüfuz sahibi bir krala itaat edilip
emirlerine tam anlamıyla boyun eğildiği gibi kendisine kayıtsız-şartsız itaat
edilmesi idi. Bu hüküm ve saltanatın aldatıcı tezahürlerinden, mülk ve azamet
gururundandır.
"Ey Hâmân! Haydi, benim için
çamuru pişir de bana bir kule yap. Belki de ben böylece Musa'nın ilâhına
çıkarım. Öyle sanıyorum ki o yalancılardandır, dedi."
Yani ey vezirim Hâmân! Benim için
tuğla hazırla! Göğe doğru yükselen çok yüksek bir kule bina et, ben ona çıkayım,
semaya yükselip Musa'nın ibadet ettiği ilâhını göreyim, dedi. Musa'nın ilâhını
diğer maddî cisimler gibi zannediyordu. Ben inanıyorum ki o, benden başka bir
rab bulunduğu şeklindeki sözünde yalancıdır.
Bir başka ayette de şöyle
buyurulmaktadır: "Firavun dedi ki: Ey Hâ-manl Benim için yüksek bir kule yap.
Olur ki ben o yollara, göklerin yollarına ulaşırım da Musa 'nın tanrısına
yükselip çıkarım. Ben onun mutlak bir yalancı olduğunu sanıyorum. İşte bu
suretle Firavunun kötü ameli süslendirildi. O doğru yoldan saptırıldı.
Firavunun hilesi sadece hüsrandır." (Gafir, 40/36-37).
Firavun ilâhlık iddia etmek ve
zamanının en yüksek kulesini bina etmekle insanları kandırmak ve kendini
pahalıya satmak ve halkına karşı Musa'nın kendisinden başka bir ilâh bulunduğu
şeklindeki iddiasında yalancı olduğunu ortaya koymak istiyordu.
Cenab-ı Hak onun gururunun ve
inatçılığının sebebini şöyle beyan etti: "Firavun ve askerleri yeryüzünde haksız
yere büyüklük tasladılar. Bize dön-dürülmeyeceklerini sandılar."
Yani Firavun ve adamları azgınlık
yaptılar, halka zulmettiler, yeryüzünde çok bozgunculuk çıkardılar. Kıyamete,
tekrar dirilişe, hesap ve cezaya inanmadılar. Bu şekilde düşünen herkesi tuğyan,
gurur ve yeryüzünde büyüklük taslama hastalığı kaplar. Allah'ın kendilerini
kontrol ettiğini ve lâyık oldukları şekilde cezalandıracağını
bilmezler.
Bunun için Cenab-ı Hak onları
ahiret cezasıyla tehdit ettikten sonra dünyada derhal çekecekleri cezalarını da
beyan etti. Şöyle buyurdu:
"Biz de Firavunu ve askerlerini
yakalayıp denize attık. Zalimlerin akıbeti nasıl oldu, bir bak." Yani biz
onları bir sabah denizde boğduk. Onlardan hiçbir kimse kalmadı. Ey Allah'ın
kudretini, azametini ve ayetlerini düşünen kişi! Kendi nefislerine zulmeden,
rablerini inkâr eden ve büyüklerinin Allah'ı tanımayıp ilâhlık iddiasına
kalkıştığı o zalimlerin akıbetinin nasıl olduğuna bir bak ve düşün.
Cenab-ı Hak daha sonra onların
azabının kat kat olacağını beyan ederek şöyle buyurdu:
"Biz onları dünyada cehennem
ateşine çağıran önderler yaptık." Yani Firavun ve kavminin eşrafını
peygamberleri yalanlama ve yoktan var eden tek ilâhın varlığını inkâr etme
hususunda sapıklık önderleri kıldık. Onlar da kendi sapıklıklarıyla
yetinmediler, başkalarını da saptırmaya yeltendiler. Böylece iki cezaya müstahak
oldular. Bu iki ceza sapıklık ve saptırma cezasıdır. Onların kurtulma ve
şefaatçilerin yardımına nail olma hususunda hiçbir ümitleri yoktur. Onlar için
kıyamet günü Allah'ın azabına karşı kendilerine yardım edecek ya da
kendilerinden Allah'ın azabını giderecek hiçbir yardımcı veya şefaatçi yoktur.
Böylece hem dünya rezilliğine, hem de ahiret zilletine mahkûm oldular. Nitekim
Cenab-ı Hak şöyle buyurdu:
"Bu dünya hayatında biz onları
lanete uğrattık. Kıyamet günü de onlar hor ve hakir kimselerden olacaklardır."
Yani biz dünyada onları daimî bir şekilde lanete, rezilliğe, müminlerin ve
gönderilen peygamberlerin dilleriyle gazaba uğrattık. Ayrıca onlar kıyamet
gününde de Allah'ın rahmetinden uzaklaştırılan, kovulan kimselerdendir. Nitekim
Cenab-ı Hak bir ayette şöyle buyurmaktadır: "Burada da kıyamet gününde de
lanete tabi tutuldular. Kendilerine verilen bu vergi ne kötü vergidir!" (Hud,
11/99).
Firavun ve kavminin boğulmasından
sonra Hz. Musa (a.s.) ile iman ordusu Tevrat'ın nuruna kavuşturulmuşlardır:
"Şüphesiz ki biz ilk nesilleri helak ettikten sonra Musa'ya insanlar
düşünsünler diye insanların basiretlerini açacak deliller, hidayet rehberi ve
rahmet kaynağı olarak Tevrat'ı verdik." Yani Allah, Firavun ve kavmini helak
ettikten, onlardan önce gelen Nuh, Hud, Salih ve Lût kavimlerini helak ettikten
sonra Allah kulu ve Rasulü Musa'ya Tevrat'ı indirmek suretiyle ihsanda bulundu.
Bu kitabı hayatı aydınlatan, kalplere nur veren bir kaynak olması, hakla batılı
ayırd etmesi için, sapıklık ve körlükten hidayete vesile olması, kendisine iman
eden kimselere rahmet olması ve salih amellere irşad etmesi için; insanlar
düşünsünler, bundan ibret alsınlar ve bu sebeple hidayete nail olsunlar diye
indirdi.
İbni Cerir, İbni Ebî Hatim ve
Bezzar'ın Ebu Said el-Hudrî'den (r.a.) mer-fu olarak rivayet ettikleri hadis-i
şerifte Efendimiz (s.a.) şöyle buyururlar: "Yeryüzüne Tevrat indirildikten sonra
Cenab-ı Hak Musa'dan sonra maymun haline çevrilen kasaba halkı hariç ne yerden
ne de gökten gelen bir azapla bir kavmi tamamen helak etmedi." Sonra da şu ayeti
okudu: "Şüphesiz ki biz ilk nesilleri helak ettikten sonra Musa'ya kitabı
verdik." (Kasas, 28/43). [11]
Peygamberin
Gönderilmesine Duyulan İhtiyaç, Hz. Muhammed'in (S.A.)
Gönderilmesi
44- Biz Musa'ya o emri verdiğimiz zaman sen batı
yönünde değildin. Bunu görenlerden de olmadın.
45- Fakat biz nice nesiller var
etmiştik. Bunların üzerlerinden de nice yıllar geçmişti. (Ey Muhammed !)
Med-yen halkı arasında bulunup da onlara ayetlerimizi okuyan sen değildin.
Peygamberler gönderen ancak biziz.
46- (Ey Muhammed !) Biz (Musa'ya) nida ettiğimiz
zaman sen Tur dağı tarafında değildin. Ancak senden önce kendilerine herhangi
bir uyarıcı gelmemiş bir kavmi uyarman için Rab-binden bir rahmet olarak
gönderil-din. Belki onlar bunu düşünürler
47- Eğer onlar işledikleri
günahlar yüzünden başlarına bir musibet geldiği zaman "Ey Rabbimiz !Bize
peygamber gönderseydin de biz de senin ayetlerine uyup müminlerden olsaydık
ya" diyecek olmasalardı... (peygamber göndermezdik).
Açıklaması
"Biz Musa'ya o emri verdiğimiz
zaman sen batı yönünde değildin. Bunu görenlerden de
olmadın."
Ey Muhammed! Allah Musa ile
konuştuğu, ona risalet emrini vahyetti-ği, ona Tevrat levhalarını verdiği ve
ondan ahit aldığı zaman sen Musa'nın bulunduğu yerin batı tarafında değildin. O
anda orada bulunanlardan da değildin ki bunları bilip haber
veresin.
Fakat peygamberliğine burhan
olması için onun haberini sana bildirdik. Böylece sanki bu olaylar senin önünde
meydana geliyor gibi geçmişlerin haberlerini naklediyorsun. Halbuki sen
okuma-yazma bilmeyen "ümmî" bir kişisin. Bütün bunlar bu haber vermenin Allah
Tealâ tarafından verilen bir vahiyle olduğuna delâlet
etmektedir.
Cenab-ı Hak bu haberleri
nakletmenin sebebini şöyle beyan etti: "Fakat biz nice nesiller var etmiştik.
Bunların üzerlerinden de nice yıllar geçmişti." Yani geçmişlerden haber
verilmesine ve Kur'an-ı Kerim'de vahyin yenilenerek indirilmesine sebep şudur:
Hz. Musa'dan sonra pek çok ümmet gelip geçmiş, üzerlerinden uzun müddet
geçmiştir. İlimler kaybolmaya yüz tutmuş şer'î hükümler değiştirilmiş, insanlar
Allah'ın üzerlerindeki hüccetlerini ve önceki peygamberlere yaptığı vahyi
yenilemek ve insanlara Allah'ın kendilerine gönderdiği risaleti beyan etmek
için getirdik.
Nitekim bir başka ayet de şu
şekildedir: "Ey Kitap ehli! Peygamberlerin arası kesildiği zamanda bize ne bir
rahmet müjdecisi ne de bir azap habercisi gelmedi dememeniz için size apaçık
beyanda bulunan elçimiz geldi. İşte size de rahmet müjdecisi ve azap habercisi
geldi artık. Allah her şeye kadirdir." (Maide, 5/19).
Bu ayet mucizeye dikkat
çekmektedir. Zira üzerinden yüzlerce yıl geçmiş bir kıssayı görmeden ve o
olayları yaşamadan bunu haber vermek bu haberi veren kişinin -Allah Rasulü'nün-
peygamberliğine açık delildir.
Bu delili te'yit eden benzer
deliller de bundan sonraki ayetlerde belirtilmiştir:
1- "Medyen
halkı arasında bulunup da onlara ayetlerimizi okuyan sen değildin. Peygamberler
gönderen ancak biziz."
Ya Muhammedi Sen Şuayb (a.s.)
hakkında onun kavmine söylediklerini ve kavminin ona söylediklerini haber
verdiğinde, Medyen'de Şuayb (a.s.) kavmi arasında oturup onlara indirilen
ayetlerimizi okuyan kimse olduğun için haber vermedin. Ancak sana bunları biz
vahyettik. Seni insanlara rasul olarak gönderdik. Peygamberliğinin sıhhatine ve
risaletinin doğruluğuna burhan olması için seni bu mucize ayetlerle destekledik.
Vahiy haberi olmasaydı sen bunları bilemezdin ve hiçbir kimseye de hiçbir şeyi
haber veremezdin.
2- "Biz (Musa'ya) nida ettiğimiz zaman sen Tur
dağı tarafında değildin. Ancak sen önce kendilerine herhangi bir uyarıcı
gelmemiş bir kavmi uyarman için Rabbinden bir rahmet olarak gönderildin. Belki
onlar bunu düşünürler."
Ya Muhammedi Musa'ya nida olunduğu
ve ona hitap edildiği zaman sen Tur dağı civarında da değildin ki bu haberin
tafsilatını bilip insanlara anla-tasm.
Bu ayet daha önce geçen şu ayete
benzemektedir: "Biz Musa'ya emir verdiğimizde sen Tur dağının batı tarafında
değildin." Ancak burada önceki ayetten daha hususî bir siga ile nida ifadesiyle
yani niyaz gecesi Hz. Musa'ya nida olunup ilâhî kelâma muhatap olma olayına
işaret edildi.[12]
Fakat biz sana öğretip haber
verdik. Bu ve benzeri haberleri ihtiva eden Kur'anı sana indirdik. Seni daha
önce hiç uyarılmamış bir kavmi -Arapları-eğer iman etmezler, putperestlik ve
sapıklık üzerine devam ederlerse Allah'ın şiddetine ve azabına karşı uyarman
için, senin Allah tarafından getirdiğin kitapla hidayeti bulsunlar ve saadet
ehli olsunlar diye Allah tarafından kendilerine gönderilen kullara rahmet
olarak gönderdik.
Tarihî olup sabit olan husus Hz.
İsmail'den (a.s.) sonra Araplara hiçbir peygamberin gelmemiş olmasıdır. Hz. Musa
ve Hz. İsa'nın peygamberliğine gelince bu sadece İsrailoğullarma has
idi.
Cenab-ı Hak daha sonra
Peygamberimiz (s.a.)'in gönderilmesi sebebini açıkladı:
"Eğer onlar işledikleri günahlar
yüzünden başlarına bir musibet geldiği zaman: Ey Rabbimiz! Bize peygamber
gönderseydin de, biz de senin ayetlerine uyup müminlerden olsaydık ya! diyecek
olmasalardı peygamber göndermezdik. "
Yani insanlar ve dolayısıyla
Araplar küfürlerine karşı bir azap musibeti isabet ettiği zaman onlar: "Ey
Rabbimiz! Bize sahih itikad ve tevhidi, hayatın şer'î nizamını beyan eden bir
peygamber gönderseydin, biz de tek Rab olarak sana iman etseydik ve şeriatinle
amel etseydik." diyecek olmasalardı insanlara hiçbir peygamber
göndermezdik.
Fakat biz onların üzerine hücceti
ortaya koyacak, akide, ahlâk ve hayat düsturu konusunda Rablerinin risaletini
tebliğ edecek, mazeretlerini ortadan kaldıracak ve kendilerine hiçbir peygamber
ve uyarıcı gelmedi diye delil ileri sürmelerini enlgelleyecek bir uyarıcı
peygamber olarak seni gönderdik.
Nitekim Cenab-ı Hak bir ayette
şöyle buyuruyor: "Biz müjdeci ve korkutucu olarak peygamberler gönderdik ki,
peygamberlerden sonra insanların Allah'a karşı bir bahaneleri olmasın. Allah
mutlak galiptir, sonsuz hikmet sahibidir." (Nisa, 4/165).
Sizler: "Bizden önce kitap yalnız
iki topluluğa -Yahudi ve Hristiyanlara-indirildi. Biz ise onların okuduklarından
kesin olarak gafil idik." dememeniz için; Ya da: "Bize de kitap indirilseydi
mutlaka onlardan daha iyi hidayete ererdik dememeniz için (bu Kur'anı) indirdik,
işte size Rabbinizden apaçık bir hüccet, bir hidayet ve rahmet gelmiştir..."
(En'am, 6/156-157).
Bütün bunlar Allah'ın kullarına
rahmetidir. Zira Allah önceden bir tebliğ olmaksızın hiçbir insana azap etmez.
Mükellefiyet olmaksızın ve peygamber göndermeksizin hiçbir kimseye ceza
vermez. [13]
Mekkelilerin
Kur'anı Ve Peygamberimizin (S.A.) Peygamberliğini Yalanlamaları
48- Fakat onlara nezdimizden hak
gelince: "Musa'ya verilen (kitap) gibi ona da verilseydi ya!" dediler. Onlar
daha önce Musa'ya verilen kitabı inkâr etmemişler miydi? Onlar: 'Tevrat ve
Kur'an birbirini destekleyen iki sihirdir." demişlerdi. Biz hepsini inkâr
ediyoruz, demişlerdi.
49- (Ey Muhammedi) De ki: Siz eğer
sözüne sadık kimselerseniz, Allah nezdinde bu iki kitaptan daha doğru bir kitap
getirin, ben de ona uyayım.
50- Eğer teklifini kabul
etmezlerse, bil ki onlar sırf heva ve heveslerine uymaktadırlar. Allah'ın
hidayetinden mahrum olarak kendi heva ve hevesine uyanlardan daha sapık kimdir?
Şüphesiz ki Allah zalim kavmi doğru yola iletmez.
51- Gerçekten biz düşünsünler diye
onlara vahyi peşpeşe yetiştirdik.
Açıklaması
"Onlara nezdimizden hak (kitap)
gelince: "Musa'ya verilen (kitap) gibi ona da verilseydi ya!"
dediler."
Yani daha önce kendilerine hiçbir
peygamber gelmeyen Mekkeliler küfür, cehalet ve sapıklık yolunda devam ederek
ısrarla ve inatçılıkla şöyle dediler: "Musa'ya verilen asâ, nurlu el, bulutun
gölge yapması, kudret helvası ve bıldırcın etinin indirilmesi, taştan suyun
fışkırması gibi pek çok ayet ve mucizeler, ayrıca Firavun'a, kavmine ve
İsrailoğullarına davası lehinde hüccet ve burhan olmak üzere Allah'ın Musa'nın
elleriyle ortaya koyduğu göz kamaştırıcı ve hayret verici mucizeler... gibi bazı
mucizeler de Muhammed'e verilseydi ya!" dediler.
Ancak bu sadece kuru bir
inatçılık, kibirlilik ve imandan kaçma olayıdır.
"Onlar daha önce Musa'ya verilen
kitabı inkâr etmemişler miydi1?" Onların benzeri inatçı kişiler -Musa'nın
zamanında ona verilen mucizeleri kabul etmeyenler- Musa'ya verilen bu muazzam
mucizeleri inkâr etmemişler miydi? Kibirli ve inatçı kişilerin durumu daima
böyledir.
"Onlar: Tevrat ve Kur'an birbirini
destekleyen iki sihirdir demişler, biz hepsini inkâr ediyoruz, demişlerdi." Yani
Mekke'deki o müşrikler: Kur'an ve Tevrat sihirdir, Muhammed ve Musa da yanıltma
ve saptırma konusunda birbirleriyle işbirliği yapan, birbirlerini tasdik eden
iki sihirbazdır; biz her ikisine de inanmıyoruz, getirdikleri kitapları da
tasdik etmiyoruz." demişlerdi.
Cenab-ı Hak da onlara: "Öyleyse
insanlık için daha doğru bir kitabı siz ortaya koyun." diyerek meydan okudu.
Şöyle buyurdu:
"De ki: Siz eğer sözüne sadık
kimselerseniz Allah nezdinde bu iki kitaptan daha doğru bir kitap getirin, ben
de ona uyayım."
Yani: Ey Muhammed! Kavmine de ki:
Eğer siz söylediğiniz veya iddia ettiğiniz şeylerde, hakkı reddettiğiniz, batıla
yöneldiğiniz hususlarda sadık ve samimî iseniz Allah tarafından insanların
hidayeti için Tevrat ve Kur'andan daha doğru, daha faydalı ve daha isabetli bir
kitap getirin, ben de başkalarıyla birlikte ona uyayım. Bu ifade, onların
Kur'anın benzerini getirmekten aciz kalacaklarına dikkat
çekmektedir.
"Eğer onlar senin sözüne icabet
etmezlerse bil ki onlar sırfheva ve heveslerine uymaktadırlar." Yani onlar
senin söylediğin şeyi kabul etmezler ve hakka uymazlarsa ve onlara teklifte
bulunduğun Kur'an'a ve senin peygamberliğine iman esasını yerine getirmezlerse
bil ki onlar bu batıl inançlarında hiçbir delil ve hüccet olmaksızın sadece heva
ve heveslerine uymaktadırlar. Onlar bu halleriyle heva ve heves
topluluğudurlar.
"Allah'ın hidayetinden mahrum
olarak kendi heva ve heveslerine uyanlardan daha sapık kim vardır?" Yani nefsî
arzusuyla hareket eden, Allah'ın kitabından alınmış bir hüccet olmaksızın
şehvetlerine tabi olan, Allah tarafından isabetli bir delili bulunmayan
kimseden başka hidayet ve hak yoldan ayrılan daha sapık kim vardır? Bu ayet
inançlar hususunda taklitçiliğin batıl ve fasit olduğuna, mutlaka hüccet ve
delil getirmenin gerekli olduğuna delâlet etmektedir.
"Şüphesiz ki Allah zalim kavmi
doğru yola iletmez." Yani Allah şirk koşmaları, isyankârlık etmeleri,
peygamberleri yalanlamaları ve nefsî arzulara tabi olmaları sebebiyle kendi
nefislerine zulmeden kimseleri hakka ve hidayete muvaffak kılmaz. Bu hüküm
bütün kâfirleri içine alan genel bir hükümdür.
Kur'an'ın parça parça
indirilmesinin hikmetine gelince, bu konuda şöyle
buyuruluyor:
"Gerçekten biz iyice düşünsünler
diye onlara vahyi peşpeşe yetiştirdik." Yani biz Kureyşliler ve diğer insanlar
Kur'an'da bulunan hayırları ve salahına dair hükümlere dikkat edip ibret
alsınlar, Kur'an'a, onu indirene ve kendisine Kur'an indirilene iman etsinler,
Kur'an'ın kendisinden önceki kitapların bazı hükümlerini tasdik edip bazı
hükümlerini nesh ettiğini görsünler diye ilâhî hikmetin ve maslahatın delâlet
ettiği şekilde, her asra ve zamana uygun olarak Kur'anı parça parça ve art arda
indirdik. [14]
Ehl-i
Kitaptan Bazı Gurupların Kur'an'a İman Etmeleri
52- Bundan önce kendilerine kitap
verdiğimiz kimseler bu
kitaba (Kur'an'a) da iman ederler.
53- Kendilerine (Kur'an) okunduğu
zaman onlar: "Biz ona iman ettik. Şüphesiz o Rabbimizden indirilmiş bir haktır.
Doğrusu biz ondan önce de müslümandık." derler.
54- İşte onlara sabırlarından
dolayı mükâfatları iki kat verilir. Onlar kötülüğü iyilikle savarlar ve
kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden Allah yolunda
harcarlar.
55- Onlar boş (ve çirkin) bir söz
işittikleri zaman ondan yüz çevirirler. Bizim amellerimiz bize, sizin
amelleriniz sizedir. Bizden emin olun, biz cahillerle olmak istemeyiz,
derler.
Açıklaması
"Bundan önce kendilerine kitap
verdiğimiz kimseler ona (bu kitaba) da iman ederler."
Yani Ehl-i Kitab'ın temiz ve saf
olanlarından Yahudi ve Hristiyanlardan bir gurup kendi kitaplarının asıllarına
uygun olduğu için ve bu kitapların Muhammed'i müjdelemesi ve bu kitaplarda onun
gelişi ile ilgili vasıfların aynen ona uyması sebebiyle Kur'an'a iman
ettiler.
"Bundan önce" ifadesi Kur'an'dan
önce demektir. "Ona iman ederler" ifadesi Kur'an'a yahut Hz. Muhammed'e (s.a.)
ya da her ikisini tasdik ederler demektir.
Bu ayetin benzeri ayetler çoktur:
"Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler bu kitabı tilâvet hakkını tam gözeterek
okurlar. İşte ona iman edenler bunlardır." (Bakara, 2/121); "Gerçekten Ehl-i
Kitap içinde Allah'a ve hem size indirilen kitaba hem Allah'a büyük saygı
göstererek iman edenler vardır." (Al-i İmran, 3/199); "Bundan önce kendilerine
ilim verilmiş olanlar bile kendilerine kitap okununca yüzüstü yere kapanarak
secde ediyorlar ve şöyle diyorlardı: Biz Rabbimizi tenzih ederiz. Rabbimizin
vaadi kesinlikle meydana gelecektir." (İsra, 17/107-108).
"Kendilerine -Kur'an- okunduğu
zaman onlar: Biz ona iman ettik. Şüphesiz o Rabbimizden indirilmiş bir haktır.
Doğrusu biz ondan önce de müslü-mandık, derler."
Yani onlara Kur'an okunduğu zaman
onlar: "Biz onu tasdik ediyoruz. Biz bunun Rabbimiz tarafından indirilen
güvenilir, doğru, hak kelâm olduğuna iman ettik. Bu Kur'an indirilmeden ya da
Hz. Muhammed (s.a.) gönderilmeden önce de biz Allah'ı tasdik eden, O'nun
birliğini kabul eden, O'nun emrine icabet eden ihlâslı müslümanlar idik."
derler.
Bu ifade onların önceki
peygamberlerin kitaplarında Hz. Muhammed'in (s.a.) geleceği müjdesini gördükleri
için imanlarının çok eski olduğuna delildir. Cenab-ı Hak da onları büyük
medihle övmekte ve şöyle buyurmaktadır:
"İşte onlara sabırlarından dolayı
mükâfatları iki kat verilir." Yani bu sıfatı taşıyanlara, önce ilk kitaba -yani
kendi kitaplarına- iman edip sonra da ikinci kitaba -yani Kur'an'a- iman eden bu
kimselere iki iman üzerine sabredip sebat etmelerinin karşılığı olarak iki defa
sevap vardır. Zira bu gibi bir şeye katlanma nefse ağır gelir. Ayrıca bu
kimseler kavimlerinin eziyetine aldırış etmemişlerdir.
Bu ayetin bir benzeri de şu
ayettir: "Allah size rahmetinden iki nasip verir..." (Hadid, 57/27). Buharî ve
Müslim'in sahihlerinde Ebu Musa el-Eşa-rî'den (r.a.) şu hadis rivayet
edilmiştir: Peygamberimiz (s.a.) buyuruyor ki: "Üç kişi vardır ki onlara
ecirleri iki defa verilir.
Ehl-i Kitap'tan olup önce
peygamberine sonra bana iman eden; Hem Allah'ın hem de efendisinin emrini yerine
getiren köle;
Bir cariyesi olup onu terbiye
eden, terbiyesinde itina gösteren sonra da bu cariyeyi azad edip onunla evlenen
kişi... Bunlara sevapları iki defa verilir."
İmam Ahmed, Ebu Ümame'den rivayet
ediyor: Ben fetih günü Rasulul-lah'm (s.a.) bineğinin altında idim. Çok güzel
bir söz söyledi. Şöyle demişti:
"Ehl-i Kitap'tan kim müslüman
olursa onun ecri iki defa verilecektir. Bizim lehimize olan şeyler onların
lehinedir. Bizim aleyhimize olan şeyler onların
aleyhinedir."
Allah Tealâ önce imanla
medhettikten sonra bedenî ibadet ve taatlerle senada bulundu: "Onlar kötülüğü
iyilikle savarlar." Sonra da itaatler, fiiller ve güzel ahlâkla meşgul olmaları
vasıflarını zikretti: "Onlar boş ve çirkin bir söz işittikleri zaman ondan yüz
çevirirler."
"Onlar kötülüğü iyilikle
savarlar." Yani kötülüğe kötülükle karşılık vermezler, affedici ve hoşgörülü
olurlar.
"Kendilerine rızık olarak
verdiğimiz şeylerden Allah yolunda harcarlar." Yani Allah'ın helâl rızkından
aile ve akrabalarına vacip nafakaları sarfeder-ler, farz olan zekâtı, müstehap
olan sadakaları ve nafile sadakaları verirler.
"Onlar boş ve çirkin bir söz
işittikleri zaman ondan yüz çevirirler. Bizim amellerimiz bize, sizin
amelleriniz sizedir. Bizden emin olun. Biz cahillerle olmak istemiyoruz." Yani
onlar müşriklerden veya başkalarından rahatsızlık verici, sövme, yalanlama gibi
boş söz, seviyesiz bir söz duydukları zaman bu sözü söyleyenlerden yüz
çevirirler, onlarla birlikte olmazlar, onlarla beraber hareket etmezler. Bilâkis
Cenab-ı Hakkın buyurduğu gibi davranırlar: "Boş sözle karşılaştıkları zaman
ilgilenmeden oradan geçerler." (Furkan, 25/72).
Kendilerine, bir beyinsiz muhatap
olup da uygun olmayan ifadelerle konuşursa onlar: "Bizim amellerimiz bize
aittir. Bunların sevap ve cezasından biz sorumluyuz. Sizin amelleriniz sizindir
ve yükümlülüğü de size aittir. Biz size karşılık vermeyiz. Siz saldırmazlık ve
vedalaşma selâmıyla selâmette kalın. Emin olun." derler. Ya da: "Allah içinizde
bulunduğunuz durumdan sizleri selâmete çıkarsın. Biz cahillerin yoluna uymak
istemeyiz. Bunu arzu etmeyiz. Bu yolda olanlarla beraber olamayız. Biz iyi sözü
tercih ederiz. Kötü söze misliyle karşılık vermeyiz."
derler.
Bu ayetin benzeri şudur: "Onlara
-Rahman'ın mümin has kullarına- cahiller sataştığı zaman: Selâmette olun,
derler." (Furkan, 25/63).
Hasan-ı Basrî diyor ki: "Selâmün
aleyküm" ibaresi müminlerin arasında selamlaşmadır, cahillere karşı da tahammül
etme alâmetidir.
Muhammed b. İshak Sîretinde
rivayet ediyor: Rasulullah (s.a.) Mekke'de iken Habeşistan'da onun çıktığı
haberini duyan Hristiyanlardan yirmi veya yirmiye yakın kişi Mekke'ye geldiler.
Onunla birlikte oturdular, konuştular, sorular sordular. Kureyş'ten bazıları da
o sırada Kabe'nin etrafındaki meclislerindeydiler. Onların Peygamberimiz'e
(s.a.) sormak istedikleri bütün sorular bitince Efendimiz (s.a.) onları imana
davet etti ve onlara Kur'an okudu.
Bu zatlar Kur'an'ı dinleyince
gözleri yaşla doldu. Sonra da Allah'ın davetine icabet edip iman ettiler. Hz.
Peygamber'i tasdik ettiler. Kitaplarında onun hakkında bildirilen vasıfları onun
üzerinde aynen gördüler.
Efendimiz'in (s.a.) yanından
kalktıkları zaman Ebu Cehil b. Hişam bir gurup Kureyşli ile birlikte önlerine
geçti. Onlara hitaben:
- Allah sizi pişman eylesin ey
cemaat! Sizin dininizden olup sizi buraya gönderenler sizi bu adamın haberini
öğrenmek için gönderdiler. Siz, onunla birlikte oturup yeterli bilgi almakla
yetinmediniz. Dininizden ayrıldınız. Onun söylediklerini tasdik ettiniz. Biz
sizden daha ahmak heyet bilmiyoruz, dediler.
Onlar da Kureyşlilere şöyle
dediler: Bizden emin olun. Selâmette kalın. Biz size cahilce muamele etmeyiz. Şu
anda yürüdüğümüz yol bizim, sizin bulunduğunuz yol sizin olsun. Biz kendimiz
için hiçbir hayırdan mahrum kalmak istemeyiz.
Rivayete göre, bu kimseler Necran
halkından olan Hristiyanlardır.[15]
Müşriklerin
Bazı Şüphelerine Verilen Cevaplar
56- (Ey Muhammedi) Şüphesiz sen
sevdiğini hidayete erdiremezsin. Fakat Allah dilediğini hidayete erdirir. O
hidayete erecekleri çok iyi bilir.
57- İman etmeyenler: "Eğer biz
seninle beraber doğru yola uyarsak yerimizden, yurdumuzdan oluruz." dediler.
Biz onları nezdimizden bir rızık olarak her şeyin ürünlerinin toplanıp
getirildiği emin harem bölgesine yerleştirmedik mi? Fakat onların çoğu bunu
bilmezler.
58- Biz refah içinde şımarıp
azgınlaşan nice ülkeleri helak ettik. İşte onların geride bıraktıkları
yerleri! Kendilerinden sonra bu yerlerin pek azında oturulmuştur. Oralara hep
biz varis olmuşuzdur.
59- Senin Rabbin ana merkezine
ayetlerimizi okuyan bir peygamber göndermeden hiçbir ülkeyi helak etmiş
değildir. Biz ancak halkı zalim olan ülkeleri helak
ederiz.
60- Size verilen her şey dünya
hayatının geçici malı ve süsüdür. Allah nez-dindekiler ise daha hayırlı ve daha
devamlıdır. Hiç düşünmez misiniz?
61- Kendisine mutlaka kavuşacağı güzel bir vaadde
bulunduğumuz kimse ile dünya hayatında imkân içerisinde yaşattığımız ve sonra
kıyamet günü azap için huzurumuza getirilecek olan kimseler hiç bir olur
mu?
Açıklaması
"Şüphesiz sen sevdiğini hidayete
erdiremezsin. Fakat Allah dilediğini hidayete erdirir. O hidayete erecekleri
çok iyi bilir."
Yani Ey Muhammedi Şüphesiz ki sen
hidayete ermesini, hidayete muvaffak kılınmasını arzu ettiğin kimseyi hidayete
erdiremezsin. Bu sana ait değildir. Senin üzerine düşen sadece tebliğ etmektir.
Dilediği kimseyi hidayete erdirmek ve o kimsenin kalbine nur vermek ve bununla
onu ihya etmek suretiyle gönlünü İslâm'a açmak şeklinde hidayete nail
kılabilecek olan sadece Allah'tır.
Nitekim Cenab-ı Hak bir başka
ayette şöyle buyuruyor: "Ölü bir kimse iken kendisini dirilttiğimiz, ona
insanların arasında yürüyeceği bir nur verdiğimiz kimse, içinden çıkamaz bir
halde karanlıklarda kalan kişi gibi olur mu?"(Enam,
6/122).
Sonsuz hikmet O'na aittir.
Hidayete müsait ve lâyık olanları en iyi bilen Rabbindir. Onlar hidayete lâyık
oldukları için onları hidayete erdirir. Azgınlığa lâyık olanları da en iyi
bilen Odur. Onlar da buna lâyık oldukları için bu gibi kimselere hidayet nasip
etmez.
Bu ayetle murad edilen mana
kavmini hidayete erdirme imkânı bulamayan Rasulullah'ı teselli
etmektir.
Dikkat çeken bir husus bu ayetin
zahirinde Ebu Talib'in kâfir olduğuna bir delilin bulunmamasıdır. Lâkin Buharî
ve Müslim'in Sa/wMerinde sabit olan husus -daha önce beyan ettiğim gibi- bu
ayetin Peygamberimiz'in amcası Ebu Talib hakkında nazil olduğu
hususudur.
Zeccac diyor ki: Bütün müslümanlar
bu ayetin Ebu Talib hakkında nazil olduğu hususunda icma etmişlerdir. Ebu Talib
ölüm döşeğinde:
-
Ey Abdi-i Menaf oğulları! Muhammed'e itaat edin ve onu tasdik edin ki
kurtuluşa eresiniz ve ilâhî irşada erişesiniz, dedi.
- Bunun üzerine Peygamberimiz
(s.a.) ona hitaben:
-
Amca! Onlara nefislerine iyilikle, hayırla davranmalarını tavsiye
ediyorsun ama kendi nefsine karşı böyle davranmıyorsun, dedi. Ebu
Talib:
- Benden ne istiyorsun, yeğenim?
diye sordu. Peygamberimiz (s.a.):
-
Senden sadece bir tek kelimeyi söylemeni istiyorum. Zira sen dünya
günlerinden en son günü yaşıyorsun. Senin "Lâ ilahe illallah" demeni istiyorum
ki Allah Tealâ nezdinde sana bu kelime ile şehadet edeyim, dedi. Ebu
Talib:
- Yeğenim, ben senin doğru sözlü
olduğunu gayet iyi biliyorum ama halkın: "Ölüm esnasında korktu da bunu
söyledi." demelerinden hoşlanmıyorum. Benden sonra sana ve amcalarına karşı
hakaret ve küfürlü sözler söyleyeceklerini bilmesem bunu söylerdim. Sende
gördüğüm şiddetli arzu ve iyilikseverlik sebebiyle şu ayrılık anında senin
gözünü aydın kılar, böylece seni sevindirirdim. Fakat ben büyüklerim
Abdülmuttalib, Haşim ve Abdi-i Menafin dini üzerine öleceğim."
dedi.
Kurtubî diyor ki: Doğru olan şöyle
denilmesidir: Müfessirlerin büyük çoğunluğu bu ayetin Peygamberimiz'in (s.a.)
amcası Ebu Talib hakkında nazil olduğu hususunda icma ve ittifak etmişlerdir.
Bu, Buharî ve Müslim'in açık ifadeleridir.
- Bu ayetin bir benzeri de şu
ayetlerdir: Onları hidayete ordirmek senin üzerine borç değil. Ancak hidayeti
kime dilerse ona verir." (Bakara, 2/272); "Sen ne kadar hırs göstersen yine
insanların çoğu iman edici değildirler."
Kısaca: -Razî'nin zikrettiği gibi-
zorlama ve icbar manasında hidayete erdirme caiz değildir. Çünkü Allah Tealâ
tarafından mükellefe bu çeşit bir hidayet verilmesi onun şanına lâyık değildir,
çirkindir. Çirkin olanı yapmak ise bilgisizlik ya da buna ihtiyaç duyma
sebebiyle olur. Bu da imkânsızdır. İmkânsız olanın gerekli olması da
imkânsızdır. Bunun Allah için düşünülmesi de muhaldir, imkânsızdır. Muhal ve
imkânsız olanın ilâhî iradeye bağlanması ise caiz değildir.[16]
Cenab-ı Hak daha sonra müşriklerin
Hz. Peygamber'e iman etmemeleri hususundaki şüpheleri ve ileri sürdükleri çürük
bahaneleri, asılsız mazeretleri bildirerek şöyle buyurdu:
"İman etmeyenler: Eğer biz seninle
beraber doğru yola uyarsak yerimizden, yurdumuzdan oluruz,
dediler."
Yani müşrikler: "Biz senin
getirdiğin hidayet yoluna tabi olur, etrafımızdaki müşrik Arap kabilelerine
muhalefet edersek bize eziyet etmelerinden ve bizimle savaşmalarından
korkuyoruz, nerede bulunursak bulunalım bizi yakalamalarından, yurdumuzdan
çıkarmalarından korkuyoruz." dediler.
Cenab-ı Hak da onların bu
şüphelerine şu şekillerde cevap verdi:
1- Harem
bölgesinin emniyete kavuşturulması: "Biz onları nezdimizden bir rızık olarak her
şeyin ürünlerinin toplanıp getirildiği emin harem bölgesine yerleştirmedik mi?
Fakat onların çoğu bunu bilmezler."
Yani onların bu itirazları yalan
ve batıldır. Çünkü Allah Tealâ onları emin bir beldeye, var olduğu andan
itibaren muazzam ve emniyet içindeki harem bölgesine yerleştirmiştir. Onların
küfürleri ve şirklerine rağmen bu harem bölgesi onlar için emniyetli olursa
müslüman olup hakka tabi olurlarsa nasıl emniyetli, güvenli bir yer
olmaz?
Mekke Haremi'nin hususiyetlerinden
biri Cenab-ı Hak tarafından bir rızık lütfü olarak her taraftan ticaret
eşyalarının, başka beldelerdeki meyve ve ürünlerin o bölgeye taşınmasıdır. Fakat
onların çoğu hayır ve saadet bulunan şeylere dikkat etmeyen, ibadete daha lâyık
olanı bilmek ve ondan başkasına ibadet etmeyi terk etmek için düşünmeyen
bilgisiz kimselerdir.
2- Ümmetlerin
helak edilmesinin hatırlatılması: "Biz refah içinde şıma-rıp azgınlaşan nice
ülkeleri helak ettik, işte onların geride bıraktıkları yerleri! Kendilerinden
sonra bu yerlerin pek azında oturulmuştur. Oralara hep biz varis
olmuşuzdur."
Yani Mekke halkından olan ve
nimetlerin yok olmasından korkarak iman etmeme mazeretini ileri süren bu
kimseler şunu iyi bilsinler ki asıl iman etmemek nimetleri ortadan kaldıran
husustur. Çoğunlukla Allah halkı imanı reddeden, inkâr eden, haddi aşan, tuğyana
sapan, şirretlik yapan, Allah'ın nimetlerine ve O'nun bol rızıklarma karşı
nankörlük eden pek çok kasabayı helak etmiştir. Bu kimselerin yerlerinde,
tavanlar başlarına yıkılmıştır. Buralarda pek az müddetle geçici olarak
kalanlar dışında hiçbir kimse oturmamaktadır. Buralarda yoldan geçenler bir gün
veya daha az bir müddet kalmaktadırlar. Buralara varis olan sadece Allah
olmuştur. Çünkü buralar harap bir hale dönüşmüştür. Buralarda onlara halef
olacak kimse kalmamıştır. Arkasında bıraktığı mala sahip olacak bir kimse
bulunmuyorsa bu çeşit mal-mülk için: "Bu Allah'ın mirasıdır" denilir. Çünkü
kâinatın hakikî sahibi ve mahlûkatın yok olmasından sonra ebedî ve baki olacak
olan Allah'tır.
Bu ayetin benzeri şu ayettir:
"Allah bir kasabayı misal olarak verdi. Bu kasaba korkudan emin huzurlu idi.
Rızkı da kendisine her bir yandan bol bol geliyordu. Fakat o kasaba Allah'ın
nimetlerine nankörlük etti de Allah da ona işmelekte ısrar ettikleri
(kötülükleri) yüzünden açlık ve korku elbisesini giydirip acılar tattırdı."
(Nahl, 16/112).
Daha sonra Allah Tealâ azabı
indirmek hususundaki adaletini bildirerek şöyle buyurdu: "Senin Rabbin ana
merkezine ayetlerimizi okuyan bir peygamber göndermeden hiçbir ülkeyi helak
etmiş değildir. Biz ancak halkı zalim olan ülkeleri helak
ederiz."
Yani bir ülkenin aslına,
başşehrine veya merkezine kendilerine Allah'ın varlığına, birliğine ve sadece
O'nun lâyık olduğuna delâlet eden ayetleri beyan eden bir "rasul" göndermedikçe
o ülkeyi veya o şehri içindeki halkıyla birlikte helak etmek Rabbinin âdeti ve
sünneti değildir. Zira böylece o ülke halkının bilgisizlik gibi bir hüccetleri
ya da hakkı bilmemek gibi bir mazeretleri kalmayacaktır. Helak edilecek
kimseler üzerlerine hüccet ikame edildikten sonra helak edilecektir. Allah
peygamberleri ve ayetleri yalanlamak sebebiyle nefislerine zulmeden kimselerden
başka mahlûkatmdan hiçbir kimseyi ve hiçbir ülke halkını helak
etmeyecektir.
Bu Allah'ın mahlûkatı hususundaki
adaletine delildir. Dolayısıyla beyan ve tebliğ yapılmadan ceza yoktur, ayrıca
iman edenler için helake uğrama yoktur. Ceza ve helak etme ancak haksızlık,
masıyetlere bulaşma, en büyükleri Allah Tealâ'ya şirk koşma olan günah ve
münkerleri işleme durumunda olabilir.
Bu ayetin pek çok benzerleri de
vardır. Bunlardan biri şu ayettir: "Biz bir peygamber göndermeden hiçbir kimseye
azap edecek değiliz." (İsra, 17/15).
Bu ayette Ümmül-Kura'ya (Mekke'ye)
gönderilen ümmî peygamber Hz. Muhammed'in (s.a.) Arap-Acem bütün herkese, her
ülkeye gönderilmiş olduğuna delil vardır.
Nitekim Cenab-ı Hak bir başka
ayette şöyle buyurmaktadır: "Ümmül-Kura (Mekke) ve çevresinde bulunanları
uyarman için..." (Şûra, 42/7).
"De ki: Ey insanlar!. Ben sizlere
hepinize Allah'ın elçisiyim." (A'raf, 7/158);
"Bununla sizi ve bu davetin
ulaştığı kimseleri uyarmam için..." (En'am, 6/19).
3- Dindarlık ya
da iman etme dünya menfaatlerini zayi etmez: "Size verilen her şey dünya
hayatının geçici malı ve süsüdür. Allah nezdindekiler ise daha hayırlı ve daha
devamlıdır. Hiç düşünmez misiniz?"
Yani dünya ve dünyada bulunan her
çeşit ziynet, süs ve dünya malı Allah'ın salih kulları için ahiret yurdunda
hazırladığı menfaatler ve nimetlere nispetle fani ve önemsizdir. Ey insanlar!
Size verilen mal, evlât, ziynet ve süsler sadece geçici dünya malı ve yok olmaya
mahkûm ziynet olup Allah nezdinde hiçbir değeri yoktur. Bu dünya nimetleri
ahiret nimetleriyle kıyas edildiği zaman yok olmaya mahkûm, değersiz şeylerdir.
Ahiret nimeti bakidir ve dünyanın geçici nimetlerinden daha
hayırlıdır.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle
buyurmaktadır: "Sizin yanınızdakiler tükenir. Allah'ın nezdinde olan ise
bakidir." (Nahl, 16/96);
"Allah'ın nezdinde olan (mükâfat)
müttakiler için daha hayırlıdır." (Âl-i İmran, 3/198);
"Doğrusu siz dünya hayatını tercih
ediyorsunuz. Halbuki ahiret daha hayırlı ve daha devamlıdır." (A'lâ,
87/16-17).
Yine Rasulullah (s.a.) sabit olan
hadislerinde: "Allah'a yemin olsun ki, ahiretin yanında dünya hayatı sizden
birinizin parmağını denize daldırıp da parmağıyla alabildiği su kadardır."
buyuruyor.
Dünyayı ahiretin önüne geçirenler
hiç akıllarını kullanıp düşünmezler mi? Fani hayatı baki hayata tercih edenler
hiç ibret almazlar mı? Dikkat edin. İnsan kendisi için hayırlı ve sürekli olanı
tercih etme hususunda düşünsün, kendisine isabet eden serleri de terk
etsin.
Allah Tealâ daha sonra bu manayı
te'kit etmek üzere şöyle buyurdu:
"Kendisine mutlaka kavuşacağı
güzel bir vaadde bulunduğumuz kimse ile dünya hayatında imkân içerisinde
yaşattığımız ve sonra kıyamet günü azap için huzurumuza getirilecek kimseler hiç
bir olur mu?"
Yani insanın Allah nezdinde olan
ecir ve mükâfatının dünya ziynetinden daha üstün ve tercihe değer olduğunu
anlaması için insan bir karşılaştırma yapsın. Bu karşılaştarmanın şekli
şöyledir: Allah'ın kitabına iman eden, Allah'ın salih amellere cennet ve bol
nimetle karşılık vermesini ve Allah'ın vaadini tasdik eden kimse ile Allah'ın
huzuruna çıkmayı, Allah'ın vaadini ve vaîdini yalanlayan kâfir kimse bir olur
mu? Bu inançsız kimse dünya hayatında pek az gün kalıp sonra kıyamet günü
cehennem ateşinde azaba uğrayanlardan biri olacaktır.
Onların: "Biz dünya menfaatlerinin
yok olmasından korkarak dini terk ettik." sözleri hata olup doğru bir söz
değildir. Zira din bu menfaatleri yok etmez. Bu dünya menfaatleri Allah'ın
nazarında çok önemsizdir. Dünyayı tercih etmek ahiret menfaatlerini yok edecek,
ahirette daimî cezaya sebep olacaktır. [17]
Kıyamet
Gününde Müşriklerin Sorulacak Üç Soruyla Susturulması
62- O gün Allah onlara nida edecek
ve: "Benim ortaklarım olduklarını iddia ettikleriniz nerede?'
diyecektir.
63- O gün aleyhlerindeki hüküm
kesinleşen kimseler: "Ey Rabbimiz! İşte azdırdıklarımız, kendimiz azdığımız
gibi onları da azdırdık. Onlardan uzaklaşıp sana geldik. Zaten onlar bize
tapmıyorlardı, derler."
64- Onlara: "(Bana) koştuğunuz
ortaklarınızı çağırın" denir. Onlar da çağırırlar. Fakat çağırdıkları şeyler
onlara cevap vermezler. Azabı görürler ve "Keşke dünyada hidayet üzere
olsaydık." derler.
65- O gün Allah müşriklere nida
eder ve: "Gönderilen peygamberlere ne cevap verdiniz?"
der.
66- O gün onların haber kaynakları
körelir. Artık birbirlerine de hiçbir şey sormazlar.
67- Kim şirkten vazgeçip iman eder
ve salih amel işlerse kurtuluşa erenlerden olması umulur.
Açıklaması
Allah Tealâ kıyamet günü müşrik
kâfirlere yapılacak azarlamayı bildiriyor. O gün onlara nida edilecek ve
kendilerine şu üç soru yöneltilecektir:
1- Sahte
ilâhların yardımı hakkında soru: "O gün Allah onlara nida edecek ve benim
ortaklarım olduklarını iddia ettiğiniz şeyler nerede1?
diyecektir."
Yani: Ey Rasul! O gün Hak Tealâ o
müşriklere nida edecek ve onlara şöyle diyecektir: Sizin dünyada kendilerine
taptığınız melek, cin, yıldız, put, heykel ve insan gibi sahte ilâhlar, benim
ortaklarım olduğunu iddia ettiğiniz sahte tanrılar nerede? Onlar size şefaat
edecekler mi? Size yardım edecekler mi?
Bu sorudan maksat küçümsemek,
tahkir etmek, horlamak ve kınamaktır. Onların vereceği hiçbir cevap yoktur.
Zira onlar kıyamet günü dünyada iken içinde bulundukları durumun batıl ve yanlış
olduğunu öğrenecekler, tevhid ve peygamberliğin doğruluğunu zarurî olarak idrak
edeceklerdir.
Bu ayetin benzeri şudur: "Andolsun
sizi ilk defa yarattığımız gibi yapayalnız teker teker huzurumuza
gelmişsinizdir. Size ihsan ettiğimiz şeyleri de sırtlarınızın arkasına
bırakmışsınızdır. İçinizde kendileri gerçekten ortakları olduğunu boş yere
iddia ettiğiniz şefaatçilerinizi de şimdi yanınızda görmüyoruz. Andolsun
aranızdaki (bağ) parça parça kopmuştur. Haklarında kuru zan beslediğiniz şeyler
sizden ayrılıp gitmiştir." (En'am, 6/94).
Cenab-ı Hak daha sonra dalâlet
liderleri ve küfür davetçilerinin cevabını zikrederek şöyle buyurdu: "O gün
aleyhlerinizdeki hüküm kesinleşen kimseler: Ey Rabbimiz! işte azdırdıklarımız,
kendimiz azdığımız gibi onları da azdırdık. Biz onlardan uzaklaşıp sana geldik.
Zaten onlar bize tapmıyorlardı, derler."
Yani o gün aleyhlerindeki: "Ben
yemin olsun ki cehennemi insan ve cinlerle dolduracağım." (Secde, 22/13)
hükmünün gereği sabit olan, bunun neticesi üzerlerinde kesinleşen ve artık
kendileri için vaîd gerekli olan dalâlet önderleri ve küfür davetçileri şöyle
diyeceklerdir: Ey Rabbimiz! Bize tabi olan ve imana karşı küfrü tercih eden o
kimselerin sapıklıkları kendi tercihleri ile olmuştur. Bizim sapıklığımız da
bizim tercihimizle olmuştur. Zira bizim sapıklığımız ve onları saptırmamız zorla
ve icbarla olmamıştır. Bilakis bu inanç ve amellere teşebbüs ettikleri zaman
onlar hür ve tercih hakkına sahip kimselerdi. Bununla anlatılmak istenen şudur:
Onların sapıklıklarının sorumluluğu bize değil, onlara
aittir.
Biz onlardan, onların
inançlarından ve amellerinden, onların tercih ettikleri küfür ve isyandan
uzaklaşıp sana geldik. Onlar gerçekte bize tapmıyorlar, sadece kendi nefsî
arzularına tapıyorlar ve şeytanlarına itaat ediyorlardı. Bu mabudlar kendilerine
tabi olanları saptırdıklarına, onların da kendilerine uyduklarına şahit oldular.
Sonra da onların kendilerine tapmalarından uzak olduklarını ilân
ettiler.
Bu Cenab-ı Hakk'm şu ayetlerde
buyurduğu gibiydi: "Onlar kendileri için izzet ve kuvvet olsunlar diye Allah'tan
başka sahte tanrılar edindiler. Hayır, öyle değil. O tanrılar onların
tapmalarına küfredecekler, onların aleyhine düşman olacaklar." (Meryem,
19/81-82);
"Allah'ı bırakıp da kendisine
kıyamete kadar cevap veremiyecek kişiye tapmakta olan kimseden daha sapık
kimdir? Halbuki bunlar onların tapmalarından da habersizdirler." (Ahkaf,
46/5-6);
"O zaman arkalarından uyulup
gidilenler kendilerine uyanlardan hızla uzaklaşmıştır. O azabı görmüşlerdir.
Aralarındaki ipler de parçalanıp kopmuştur." (Bakara,
2/166).
2- Sahte
tanrıların azabı reddetmek için verdikleri cevabın
sorgulanması:
"Onlara: Koştuğunuz ortaklarınızı
çağırın, denir. Onlar da çağırırlar. Fakat çağırdıkları şeyler onlara cevap
vermezler. Azabı görürler ve keşke dünyada hidayet üzere olsaydık,
derler."
Yani Allah'a şirk koşanlara şöyle
denir: Dünya hayatında umduğunuz gibi sizi içinde bulunduğunuz durumdan
kurtarmayı vaad eden tanrılarınızı çağırın. Son derece hayret ve dehşetle
tanrılarını çağırdılar. Ancak bu sahte tanrılar cevap vermekten âciz kalarak bu
nidaya cevap vermediler. Onlar hiç şüphesiz cehenneme atılacaklarını kesin
olarak anladılar. Kendilerini kuşatan azabı gördükleri zaman keşke dünyada iken
hidayete eren müminlerden olsaydık diye arzu ettiler. Buna göre "lev" edatının
cevabı mahzuftur. Yani onlar azabı gördükleri zaman keşke dünyada hidayete tabi
olsaydık, diye temenni ettiler.
Bu ayetin benzeri şudur: "O gün
Allah şöyle der: Bana iddia edip kattığınız ortakları çağırın. İşte onları
çağırmışlar, fakat bunlar kendilerine cevap vermemişlerdir. Biz onların
aralarına bir uçurum koymuşuzdur. Günahkârlar ateşi görmüşler de onun içerisine
düşenlerin kendileri olduklarını anlamışlar, (fakat) ondan savuşacak bir yer
bulamamışlardır." (Kehf, 18/52-53).
Bu sorudan maksat kendilerinden
beklenen fayda ve menfaati veremeyecek kimseleri çağırmaları sebebiyle
azarlama, tehdit ve insanların huzurunda rezil olmaktır. Onlar bu sahte ilâhları
çağırırlarsa onlardan yardım konusunda hiçbir cevap alamayacaklardır. Onlara
verilecek azap kararlaştırılmış, sabit bir durumdur. Bu soruda şirk ve
dünyadaki hurafelere karşı ihtar ve red yapılmaktadır.
3- Tevhid ve
peygamberlere icabet etmek hakkında sorulan soru:
"O gün Allah müşriklere nida eder
ve gönderilen peygamberlere ne cevap verdiniz? der."
Yani o gün Allah Tealâ müşriklerin
kendilerine gönderilen peygamberlere verdikleri cevabı almak için onlarla olan
durumlarının nasul olduğunu ve davet edildikleri tevhide karşı cevaplarının ne
olduğunu bilmek için müşriklere nida eder.
Bu tıpkı kula kabrinde: "Rabbin
kim?", "Peygamberin kim?", "Dinin ne?" gibi sorularının sorulması gibidir.
Mümine gelince, mümin Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in O'nun kulu
ve rasulü olduğuna şehadet eder. Kâfir ise: "Bilmiyorum." der. Kıyamet gününde
kâfirin sükûttan başka hiçbir cevabı yoktur. Bu ifadede peygamberliğin ispatı,
Allah'ın birliğinin ilânı, put ve benzeri sahte ilâhlardan uzak olduğunun ilânı
söz konusu edilmektedir.
"O gün onların haber kaynaklan
körelir. Artık birbirlerine de hiçbir şey soramazlar."
Yani hüccetler onlara gizli kalır,
kıyamet günü kendilerini savunma şekillerinden mahrum kalırlar. Sükût etmek
mecburiyetinde kaldılar. Kendilerini kaplayan dehşet ve şaşkınlık sebebiyle ve
bütün insanlar -hatta peygamberler- haberlerden mahrum olma ve cevap vermekten
aciz kalma hususunda eşit oldukları için zor meselelerde insanlara soru
sorulduğu gibi birbirlerine soru soramazlar.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle
buyurmaktadır: "O gün Allah bütün peygamberleri toplayıp da: "Size verilen o
cevap nedir?" diyecek. Onlar da: "Bizim hiçbir bilgimiz yok. Şüphesiz gaybleri
hakkıyla bilen sensin." diyeceklerdir." (Maide, 5/109).
Peki bu sapıklara karşı senin
kanaatin nedir? Onların hüccetleri "haberler" olarak adlandırılmıştır. Çünkü
bunlar onların vereceği haberler niteliğindedir.
Allah Tealâ müşriklerin karanlık
durumlarını ve azarlanmalarını beyan ettikten sonra tevbeyi ve küfürden uzak
olmayı teşvik etmek üzere tevbe edenlerin durumlarını
zikretti:
"Kim şirkten vazgeçip tevbe eder,
iman eder ve salih amel işlerse kurtuluşa erenlerden olması
umulur."
Yani müşriklerden tevbe edenler,
Allah'ı ve Allah'ın birliğini tasdik edenler ve Allah'a ihlâsla ibadet edenler,
peygamberi Hz. Muhammed'e (s.a.) iman edenler ve dünyada farzlar v.b. salih amel
işleyenler kıyamet günü cennette Allah'ın rızasını ve nimetini kazanacak ve
kurtuluşa erecek kimselerdir.
"Asâ" kelimesi Allah tarafından
kullanıldığında "muhakkak" manasın-dadır. Zira bu hiç şüphesiz ki Allah'ın lütfü
ve minnetiyle meydana gelmiştir.
Ancak "asâ" kelimesi kul
tarafından kullanıldığında kurtuluş ve talep edilenin elde edilmesi ümid ve
beklentisiyle "umulur ki" anlamındadır. [18]
Tercih
Hususunda Mutlak Hak Sahibi Olan Şükür Ve İbadete Yegâne Lâyık Olan
Kimsedir
68- Rabbin dilediğini yaratır ve
seçer. Onların tercih etme hakkı yoktur. Allah noksan sıfatlardan münezzehtir,
ve onların kendisine ortak koştukları şeylerden çok çok
yücedir.
69- Rabbin onların kalplerinin gizlediği şeyleri
ve kendilerinin açığa vurdukları şeyleri çok iyi bilir.
70- O kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan
Allah'tır. Dünyada da ahirette de hamd O'na mahsustur. Hüküm yalnız O'nundur.
Siz ancak O'na döndürüleceksiniz.
Açıklaması
"Rabbin dilediğini yaratır ve
seçer. Onların seçme hakkı yoktur. Allah onların koştukları ortaklardan
münezzehtir."
Yani Allah Tealâ yaratma ve seçme
hususunda kendisinin hiçbir ortak veya eş kabul etmeksizin yegâne hakka sahip
olduğunu bildirmektedir. Ayetin manası şudur:
Ey Muhammed! Ey bu ayetleri
duyanlar! Senin Rabbin dilediğini yaratma ve dilediğini tercih etme hususunda
mutlak hak sahibidir. O ne dilerse olur, O neyi dilemezse olmaz. Hayrı ve
şerriyle bütün işler O'nun elindedir. Bunların dönüşü sadece Onadır. Risaleti
eda etmek için bazı kimseleri O tercih eder. Bu görevi eda etmek için melekler
ve insanlardan elçiler seçer. Şefaat hususundaki hakkını dilediğine bağışlar.
Yarattığı kimselerden bir kısmına diğerlerinden farklı bazı özellikler
verir.
Ne müşriklerin ne de başkalarının
herhangi bir şeyi seçme, tercih etme hakkı ya da meselâ: "Bu Kur'an şu iki
kasabadan büyük bir adama indiril-seydi ya!" (Zuhruf, 43/31) deme hakları
yoktur. Müşrikler bu iki kişinin ya Velid b. Mugire ya da Taif reisi Urve b.
Mes'ud es-Sekafî olduğunu söylemektedirler.
68. ayetteki "mâ kâne"
kelimesindeki "mâ" İbni Abbas ve başka müfes-sirlerden nakledildiği gibi nefy
(olumsuzluk) edatıdır. Zira bu makam Allah Tealâ'nın yaratma, takdir ve tercih
etme hususunda tek ve yegâne varlık olduğunu ve bu konuda O'nun hiçbir benzeri
olmadığını beyan etme makamıdır. Bu sebeple Allah Tealâ kendi zatının hakimiyeti
hususunda herhangi bir kimsenin kendisiyle yarışmasından münezzeh olduğunu
zikretti: "Allah onların koştukları ortaklardan münezzehtir." Yani Allah
müşriklerin şirk koşmasından çok yücedir. Hiçbir şey yaratamayan ve hiçbir şey
tercih edemeyen putlar ve benzeri ortaklardan herhangibirinin tercih etme ve
yaratma hususunda Allah'la yarışması imkânsızdır.
Cenab-ı Hak daha sonra yaptığı
seçim ve tercihin sabit ve sahih ilme dayandığını beyan etti: "Rabbin onların
kalplerinin neyi gizlediğini ve kendilerinin neyi açığa vurduğunu çok iyi
bilir." Yani ey Allah'ın yarattığı kul! Senin Rabbin Onların gönüllerinin
gizlediğini, vicdanlarının Rasulullah'a (s.a.) karşı taşıdığı hile ve desiseleri
ve O'na karşı düşünülen düşmanlığı gayet iyi bilir. Gayet tabiî bütün
mahlûkatının açıktan yaptıkları şeyleri de gayet iyi bilir. Nitekim Cenab-ı Hak
şöyle buyurmaktadır: "İçinizden sözünü gizleyen kimse ile bunu açığa vuran
kimse, ya da geceleyin gizlenen kimse ile gündüz yoluna devam eden kimse (O'nun
ilminde) eşittir, birdir."(Ra'd, 13/10).
Bu, mutlak ve her şeyi kaplayan
ilim ve ulûhiyet hususiyetlerine sahip, yegâne ilâh olan Allah tarafından sadır
olmaktadır. Allah şöyle buyurmaktadır: "O kendisinden başka hiçbir ilâh
bulunmayan Allah'tır." Yani ulûhiyet vasfıyla tavsif olan tek varlık O'dur.
O'ndan başka hiçbir mabud yoktur. Dilediğini yaratan ve dilediğini seçen O'ndan
başka hiçbir ilah yoktur. O her şeyi bilen ve her şeye kadir
olandır.
Bu ayette Allah'ın mümkün olan her
şeye kadir olduğuna, bilinecek her şeyi gayet iyi bildiğine, bütün
noksanlıklardan ve belâlardan münezzeh olduğuna dikkat çekilmektedir. Bunun
için O hamd ve şükre lâyık olan tek varlıktır: "Dünyada da ahirette de hamd O'na
mahsustur." Yani hamd, şükür ve ibadete lâyık olan sadece Allah Tealâ'dır. O
dünya ve ahirette yaptığı her şeyde övgüye lâyık olandır. Çünkü O adaleti ve
hikmetiyle nimetleri lütfeder ve mahlûkatına bol hayır
bahşeder.
"Hüküm yalnız O'nundur. Siz ancak
O'na döndürüleceksiniz." Yani her şeyde etkili ve geçerli olan karar yalnız O'na
aittir. O'nun hükmünü kaldıracak hiçbir kimse yoktur. O kullarının üzerinde
ezici bir kuvvet ve kudrete sahiptir. O çok merhametli ve çok lütuf sahibidir,
her şeyden haberdardır. Bütün mahlûkat kıyamet günü ancak O'na dönecektir. Her
amel eden kimseye hayır ve şer yaptığı ameliyle karşılık verecektir. Yerde ve
gökte hiçbir şey O'na gizli kalmaz.
Bu ayette isyankârlar için son
derece tehdit ve korkutma, itaatkârlar için son derece kalbi takviye edici ifade
vardır. Dolayısıyla adalet terazisi bozulmayacaktır. Allah iyi amel işleyen
kullarını itaatlerine karşılık mükâfatlandıracak, isyankârları isyanlarına
karşılık cezalandıracaktır. [19]
İlâhî
Azamet Ve Hakimiyet Delilleri Ve Müşriklerin Tekrar İlzam
Edilmeleri
71- (Ey Muhammed!) De ki:
"Söyleyin bakalım! Eğer Allah geceyi kıyamet gününe kadar sürekli kılsa,
Allah'tan başka hangi ilâh size bir ışık getirebilir? Siz hiç dinlemez
misiniz?"
72- De ki: "Söyleyin bakalım! Eğer
Allah gündüzü kıyamet gününe kadar sürekli kılsa, Allah'tan başka hangi ilâh
içerisinde dinlendiğiniz geceyi size getirebilir? Hiç görmez
misiniz?"
73- Rahmetinin eseri olarak Allah
gece ile gündüzü (birinde) dinlenmeniz ve (diğerinde) O'nun nimetini aramanız
için yarattı. Buna karşılık Allah'a şükredersiniz.
74- O gün Allah müşriklere nida
edecek ve: "Benim ortaklarım olduğunu sandığınız şeyler nerede?"
diyecektir.
75- O gün biz her ümmetten bir
şahit çıkarırız ve: "Haydi delilinizi getirin" deriz. O zaman hak ve hakikatin
Allah'a ait olduğunu ve uydurdukları şeylerin kendilerini bırakıp
kaybolduklarını anlarlar.
Açıklaması
Yüce Allah, olmadığı takdirde
hayatın devam edemiyeceği gece ile gündüzü kullarının emrine vermekle kullarına
lütufta bulunmakta ve şöyle buyurmaktadır:
"De ki: Söyleyin bakalım! Eğer
Allah geceyi kıyamet gününe kadar üzerinizde uzatsa Allah'tan başka hangi ilâh
size bir ışık getirebilir? Siz hiç dinlemez misiniz?"
Ey Peygamber! Allah'a şirk
koşanlara şöyle söyle: Bana haber verin, Allah sizin bütün vaktinizi karanlık
kılsa ve geceyi kıyamet gününe kadar sürdürse, meselâ altı ay müddetle gece ve
sonra aynı şekilde gündüzün hüküm sürdüğü kutup bölgeleri gibi sizlerde usanç,
bıkkınlık ve zarar meydana gelse; Allah'tan başka hangi ilâh gündüzün ışığını
getirmeye muktedir olabilir? Siz bu nidaya düşünerek, anlayarak ve tefekkür
ederek kulak vermez misiniz? Böylece Allah'a şirk koşmayı tamamen terk etmez
misiniz? Zira Allah'tan başka herkes bundan acizdir.
Cenab-ı Hak sonra bunun aksini
zikrederek şöyle buyurdu:
"Yine de ki: Söyleyin bakalım!
Eğer Allah gündüzü kıyamet gününe kadar üzerinize uzatsa Allah'tan başka hangi
ilâhı içinde dinlendiğiniz geceyi size getirebilir? Siz hiç görmez
misiniz?"
Yani: Ey Rasul! onlara şöyle de:
"Bana haber verin, Allah sizin zamanınızın tamamını gündüz kılarsa, gündüzü hiç
arada gece olmaksızın peşpeşe ve daimî kılarsa ve hareket ve meşguliyet çokluğu
sebebiyle bedenler yorulur ve cisimler bitkin düşerse Allah'tan başka hangi
ilâh sizi yorgunluktan istirahata ve istikrara kavuşturacak bir geceyi
getirebilir: Siz tam ilâhî kudrete delâlet eden gerçeği görmüyor musunuz? Ki
böylece ibadete ve ilâhlığa lâyık olanın ve bu nimetleri ikram edenin Allah
olduğunu bilesiniz."
"Allah'ın dinlenmeniz için geceyi,
nimetlerini aramanız için de gündüzü yaratması O'nun rahmetindendir. Bunlar
şükretmeniz içindir."
Yani ey mahlûkat, Allah'ın size
olan rahmetlerinden biri gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmeleri ve farklı
farklı olmalarıdır. O sizi rahatlatmak ve gündüz çalışma yorgunluğundan gönlün
sükûnete kavuşması için geceyi karanlık kılmıştır. Menfaatlerinizi görmeniz,
geçiminizi temin etmeniz, yolculuklarla bir beldeden diğerine intikal etmeniz
için, rızık kaynaklarını araştırmak ve ihtiyaçları gece çalışmasında mümkün
olamayan bir ünsiyet ve zevkle görmek üzere hareketler ve meşguliyetlerle
dopdolu olarak gündüzü aydınlık kıldı. Böylece kendisine bu konuda hiçbir kimse
ortak olmaksızın bu nimetlerden size verdiği nimete karşı gece ve gündüz
çeşitli ibadetlerle Allah'a şükredersiniz.
Bu ifadeler gerçekten gece ile
gündüzün birbiri ardınca gelmesinin mah-lûkata verilen en büyük nimetlerden,
daha doğrusu ilâhî kudretin mükemmelliğine delâlet eden burhanlardan olduğunu
göstermektedir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "İyice düşünüp ibret
almak arzusunda bulunan kimseler yahut şükretmeyi dileyenler için gece ile
gündüzü birbiri ardınca getiren O'dur." (Furkan, 25/62). Bu ayetlerin benzeri
ayetler çoktur.
Gece ile gündüzün ardarda gelmesi
şu üç sebeple olur:
- Birisinde (geceleyin) sükûnete
ermeniz için,
- Diğerinde (gündüz) Allah'ın
lütfunu aramanız için,
- Bu iki menfaate birlikte
şükretmeniz arzu edildiği için.
Dikkat edilirse Cenab-ı Hak "Siz
hiç işitmez misiniz?" ifadesini bu ayetle irtibatı sebebiyle "gece" ile bir
arada zikretmektedir. Dolayısıyla gecenin sükûneti ve karanlığında kulağın
kullanılmasıyla gözle idrak edilemeyecek fayda ve menfaatler idrak
edilir.
Daha sonra: "Siz hiç görmez
misiniz?" ifadesiyle sıkı irtibat içinde olduğu gündüzü bir arada zikretti.
Zira gündüz ışığında gözün kullanılması daha tesirlidir. İnsan gürültü ve
hareket esnasında kulağın idrak edemiyeceği menfaat, fayda ve öğütleri gözleri
sayesinde gündüz idrak eder. Buna göre her iki ayetin son cümleleri gece ile
gündüzün her birine daha lâyık ifadelerle sona erdi.
Her iki cümlenin bu ifadelerle
sona ermesinin sebebi insanları duydukları ve gördükleri hususlardan düşünme ve
inceleme yoluyla yararlanmaya teşvik etmektir. Onlar kulak ve gözden
yararlanmayınca dinlemeyen ve görmeyen insanların derecesine
indirilmiştir.
Allah Tealâ kendisinden başka,
sahte bir ilâha, tapınan kimselere bütün mahlûkatın huzurunda azarlama ve tehdit
niteliğindeki nidayı tekrar etti:
"O gün Allah müşriklere nida
edecek ve benim ortaklarım olduklarını sandığınız şeyler nerede?
diyecektir."
Yani ey Peygamber! Müşriklere
Rabbinin kendilerine nida edeceği o günü hatırlat. Rabbin onlara şöyle
diyecektir: İçinde bulunduğunuz durumdan sizi kurtarmaları için dünyada benim
ortaklarım olduklarını iddia ettiğiniz ortaklarım nerede?
Bu çağrıyı ikinci defa te'kit
etmekten maksat Allah'a şirk koşmaktan daha çok Allah Tealâ'nm gazabını
celbedecek bir şey olmadığına dikkat çekmektir. Nitekim Allah'ın birliğini kabul
etmekten başka Allah Tealâ'nm rızasına sebep olacak bir şey
yoktur.
Kurtubî diyor ki: Buradaki çağrı
Allah tarafından değildir. Çünkü "Kıyamet günü Allah onlarla konuşmaz." (Bakara,
2/11 A) ayetine binaen Allah Tealâ kâfirlerle konuşmaz. Sadece onları
azarlayacak ve ilzam edecek kimselere emreder ve hesap görme makamında
aleyhlerindeki hücceti ortaya koyar. "[20]
Bu azarlama nidası kâfirlerin daha
fazla kederlenmesine, üzüntü ve acılarının son derece artmasına sebep olacaktır.
Bu durum ihmal ve kusurun kendi taraflarından olduğunun bilinmesi için
kâfirlerin aleyhinde şahit getirilmesiyle te'kit edilecek, böylece gam ve
kederleri artacaktır.
Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "O
gün biz her ümmetten bir şahit çıkarırız ve onlara siz de delilinizi getirin,
deriz. O zaman kâfirler gerçeğin Allah'a ait olduğunu ve uydurdukları şeylerin
kendilerini bırakıp kaybolduklarını anlarlar."
Yani biz her ümmetten inkarcıların
aleyhine bir şahit çıkarırız ve getiririz. Bu şahit o ümmetin nebisi ve
rasulüdür. Nitekim bir ayette şöyle buyurulmuştur: "Peygamberler ve şahitler
getirilir." (Zümer, 39/69). Yine şöyle buyurulmuştur: "Her ümmetten bir şahit
getirdiğimiz, seni de onlara şahit getirdiğimiz zaman durum nasıl olur?" (Nisa,
4/41). Her peygamber ümmetinin dünyada yaptığı amellere şahit olacak, Hz.
Muhammed (s.a.) de bütün peygamberlere şahitlik edecektir.
Kâfirlere: "Allah'ın ortağı
bulunduğu şeklinde iddia ettiğiniz şeyin doğruluğuna dair burhanınızı getirin."
deriz. Onlar bunu getiremez ve cevap veremezler. O zaman yakin bir ilim ile
ilâhlık hakkının sadece Allah'a ait olduğunu, O'ndan başka hiçbir ilâh, O'ndan
başka hiçbir rab olmadığını, mülkünde ve hakimiyetinde hiçbir ortağının
olmadığını anlarlar. O zaman batıl ve iftira olan şeyler dağılır, Allah'a ortak
nispet etme şeklinde dünyadaki yalan ve sapıtmaları yok olur. Kendilerine hiç
faydaları dokunmaz. Sahte ilâhları da tamamen kaybolur, asla kendilerine
tapanlara fayda veremezler. [21]
Karun'un
Hz. Musa Kavmine Karşı Kibirlenmesi Ve Kendi Malıyla
Gururlanması
76- Şüphesiz ki Karun Musa'nın
kavmindendi. Fakat onlara karşı kibirlendi. Biz ona anahtarlarını bile güçlü
kuvvetli bir topluluğun zorlukla taşıyabildiği hazineler vermiştik. Bir zaman
kavmi ona şöyle demişti: "Şımarma, çünkü Allah şımaranlan
sevmez.
77- Allah'ın sana verdiği
(nimetlerle) ahiret yurdunu gözet. Dünyadaki nasibini de unutma. Allah'ın sana
yaptığı iyilik gibi sen de başkalarına iyilikte bulun. Yeryüzünde bozgunculuk
isteme. Çünkü Allah bozguncuları sevmez."
78- Karun ise: "Bu bana ancak
benim bilgim sayesinde verilmiştir." dedi. O, Allah'ın daha önceki nesiller
içinde kendinden daha güçlü ve daha zengin kimseleri helak ettiğini bilmiyor
mu? Suçlulara günahları sorulmaz.
Karun
Kıssası
Karun -bilindiği gibi- Hz.
Musa'nın dedesi Kahes oğlu Yashur'un oğlu yani Hz. Musa'nın amcasının oğlu idi.
İbni Abbas diyor ki: Karun aynı zamanda Hz. Musa'nın teyzesinin oğludur. Güzel
şekli, yakışıklılığı sebebiyle "el-Münevver (Nurlu)" diye adlandırılırdı. Karun
İsrailoğullan arasında Tevrat'ı en iyi ezberleyen ve en güzel şekilde okuyan
kişi idi. Ancak Samir-i'nin münafıklık yapması gibi Karun da münafıklık yaptı.
Karun'u malının çokluğu sebebiyle aşın gitmesi helak etti.
Karun İsrailoğullan'ndan bir kişi
olup Allah kendisine çok mal verdi. Hatta onun hazinelerinin anahtarlarını bir
gurup insan bile zorlukla taşıyabiliyordu. Kavminden vaad ve irşad ehli kişiler
Karun'a şımarıklık, zorbalık ve yeryüzünde fesat çıkarmaktan uzaklaşması,
malının bir kısmından dünya ihtiyaçları hususunda yetecek kadar yararlanmakla
birlikte kalanını Allah'ın rızası yolunda kullanması, malını Allah Tealâ'nın
gazabım celbedecek hususlarda harcamaması, böylece nimetin yok olmasıyla karşı
karşıya kalmaması nasihatinde bulundular. Karun nasihat edenlerin nasihatlerine
uymayı reddetti.
Karun malı hakkında: "Bu servet
bana ancak bende bulunan bir ilim sayesinde verilmiştir." dedi. Anlaşılan husus
Karun'un bu serveti sahip olduğu zekâsı, ticarî işlerdeki tecrübesi sayesinde
toplamış olduğudur. Fakat Karun'dan çok daha güçlü ve çok daha zengin olan
geçmiş ümmetlerdeki kendisinin benzeri kibirli, zorba kimselere Allah'ın verdiği
cezadan gafil oldu.
Kibirlilik ve büyüklük taslamak
kendisini tamamen kaplamıştı. Karun heybetli, gözalıcı, muazzam ziynet
içerisinde insanların huzuruna çıkıyordu. İnsanlar onun bu görünüşüne
aldanmışlar, kendilerine de onun gibi mal verilmesini temenni etmişlerdi. İlim,
basiret ve hikmet ehli kişiler: "Buna aldanmayın ve tamahkârlık etmeyin. Salih
amel işleyen mümin için Allah'ın sevabı daha hayırlıdır." dediler. Tuğyanının,
zulmünün, Allah'ın nimetini inkâr etmesinin akıbeti olarak hiçbir yardımcı ve
destekçi bulamayan Karun'u Allah sarayı ile birlikte yerin dibine geçirdi. [22]
Açıklaması
"Şüphesiz ki Karun Musa'nın
kavmindendi. Fakat onlara karşı kibirlenip azdı." Yani zenginlik, servet, zulüm
ve azgınlık hususunda misal olarak anlatılan Karun İsrailoğullarındandı.
Zorbalık yaptı, malının çokluğu ile kibirlendi ve İsrailoğullarına karşı yaptığı
zulümde haddi aştı, onlardan kendisinin emri altına girmelerini talep etti.
Halbuki Karun İsrailoğul-lannın yakın akrabası idi.
"Biz ona anahtarlarını güçlü
kuvvetli bir topluluğun zorlukla taşıyabildiği hazineler vermiştik." Biz ona
hazinelerinin anahtarlarım güçlü kalabalık bir gurubun zorlukla taşıdığı
birikmiş nakdî ve aynî mallardan verdik. İbni Abbas diyor ki: Karun'un
hazinelerinin anahtarlarını 40 güçlü kişi ancak
taşıyabiliyordu.
Nasihat edenler ona şu beş
nasihati yaptılar: "Bir zaman kavmi şöyle demişti:
1- Şımarma!
Şüphesiz ki Allah şımaranları sevmez." İsrailoğullarından bir gurup nasihatçi
Karun'un böbürlendiğini ve büyüklük tasladığını gördüklerinde: "Şımarma! Elde
ettiğin malla şımarma. Zira Allah verdiği nimete karşı şükretmeyen, ahirete
hazırlanmayan şımarık ve şerli kimseleri sevmez." Yani onlara buğzeder ve onları
cezalandırır.
Bu ayet aynen şu ayete
benzemektedir: "Bu, elinizden çıkana üzül-memeniz, Allah'ın size verdikleriyle
şımarmamanız içindir. Allah böbürlenen kibirli hiçbir kimseyi sevmez." (Hadid,
57/23).
2- "Allah'ın
sana verdiği nimetlerle ahiret yurdunu gözet." Yani Allah'ın sana bağışladığı bu
bol mal ve geniş nimeti Rabbine itaat etme, dünya ve ahirette sevap elde etmeyi
temin edecek çeşitli ibadetlerle Allah'a yaklaşma yolunda kullan. Zira dünya
ahiretin tarlasıdır.
3- "Dünyadaki
nasibini de unutma." Yani Allah'ın yiyecek, içecek, giyinme, barınma ve evlenme
gibi mubah kıldığı dünya lezzetlerinden olan nasibini terk etme. Zira Rabbinin
senin üzerinde hakkı vardır. Nefsinin senin üzerinde hakkı vardır. Aile halkının
senin üzerinde hakkı vardır. Ziyaretçilerinin senin üzerinde hakkı vardır. Her
hak sahibine hakkını ver. İşte bu İslâm'ın bu hayattaki orta yolu izlemesinin
delilidir.
Abdullah b. Ömer (r.a.) diyor ki:
"Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için çalış. Yarın ölecekmiş gibi ahiret için
çalış."
4- "Allah'ın
sana iyilik yaptığı gibi sen de başkalarına iyilikte bulun." Yani
Rabbül-âleminin sana iyilik ettiği gibi sen de O'nun yarattığı insanlara
iyilikte bulun. Bu, mal ile iyilik yapılması emrinden sonra mutlak olarak
iyilikte bulunma emridir. Buna mal ve mevki ihsan etmek suretiyle yardım etme,
yüzünün tebessümü, güzel karşılama ve güzel itibar etme dahil olmaktadır. Yani
burada maddî ihsan ile edebî ve ahlâkî ihsan
birleştirilmiştir.
5- "Yeryüzünde
bozgunculuk isteme. Çünkü Allah bozguncuları sevmez." Yani zülüm yaparak, haddi
aşarak, insanlara kötülük ederek yeryüzünde fesat çıkarma maksadını gütme. Çünkü
Allah bozgunculuk yapanları cezalandırır, onları rahmetinden, yardımından ve
sevgisinden mahrum kılar.
Fakat Karun bu nasihati reddetti
ve şöyle dedi: "Bu servet bana ancak bende bulunan bir ilim sayesinde
verilmiştir." Yani kavmi Karun'a nasihatte bulunup onu hayra irşad ettiklerinde
Karun onlara şöyle dedi: Ben sizin söylediklerinize muhtaç değilim. Zira Allah
Tealâ benim bu mala lâyık olduğumu bildiği için, benim bilgim sayesinde ve bu
malı toplama şeklindeki tecrübem sayesinde, dolayısıyla ben bu mala ehil olduğum
için Allah Tealâ bana bu malı verdi.
Nitekim Cenab-ı Hak bir başka
ayette şöyle buyurmaktadır: "İnsan kendisine bir zarar dokunduğu zaman bize
yalvarır. Sonra kendisine bizden bir nimet verdiğimiz zaman: Bu, bana ancak ilim
sayesinde verilmiştir, dedi." ı Zümer, 39/49).
"Andolsun ki eğer ona dokunan bir
sıkıntıdan sonra kendisine bizden bir rahmet tattırırsak mutlaka "Bu benim
hakkımdır" der." (Fussılet, 41/50). Yani ben buna lâyıkım,
der.
Allah da ona şu kelâmıyla cevap
verdi: "O şımarık, Allah'ın fiaha önce gelmiş-geçmiş nesiller içinde kendinden
daha güçlü ve daha zengin kimseleri helak ettiğini bilmez mi? Suçlulara
günahları sorulmaz." Yani o kimse sahip olduğu ilim ve dirayet sebebiyle,
malının çokluğu ve kuvvetiyle aldan-maması için bilmiyor mu ki, ondan daha çok
malı olan kimseler vardı. Bu durum ona olan sevgiden dolayı yahut onun buna ehil
olması sebebiyle değildi. Zira buna rağmen Allah onların inkarcılıkları ve
şükürsüzlükleri sebebiyle onları helak etti. Suçlulara günahları sorulmaz. Yani
Allah Tealâ suçluları cezalandırdığı zaman onlara günahların çeşitleri ve
miktarı hakkında soru sormaya ihtiyaç yoktur. Zira Allah Tealâ bütün malûmatı
bilir. Onun soru sormaya ihtiyacı yoktur. Bundan maksat açıklama ve bilgi isteme
sorusudur.
Bu ayet aynen şu ayetler gibidir:
"Allah yaptıklarınızdan haberdardır."; "Allah yaptıklarınızı gayet iyi
bilir."
Yine Cenab-ı Hak şöyle
buyurmaktadır: "Sonra inkâr eden kimselere izin verilmeyecek, onlardan özür
dilemeleri de talep edilmeyecek" (Nahl, 16/84); "Bu onların konuşmayacakları,
özür dilemeleri için kendilerine izin verilmeyecek gündür." (Mürselât,
77/25-26).
Bu ayetin benzeri şu ayet de
vardır: "İşte o gün ne insana ne cinne günahı sorulmayacaktır." (Rahman,
55/39).
Bu durum bir başka zaman onları
azarlama ve horlama şeklinde soru sorulmasıyla çelişki teşkil etmemektedir.
Nitekim bir ayette şöyle buyurul-maktadır: "Rabbine yemin olsun ki biz onları
yaptıklarından mutlaka sorguya çekeceğiz." (Hicr, 15/92-93). [23]
Karun'un
Bazı Kibir Ve Gurur Tezahürleri
79- Karun büyük bir ihtişam içinde kavminin
karşısına çıktı. Dünya hayatını arzulayanlar: "Ne olurdu Karun'a verilen
(zenginlik) gibi bizim de olsaydı, gerçekten o büyük şans sahibidir."
dediler.
80- Kendilerine ilim verilenler ise: "Yazıklar
olsun sizlere! İman edip salih amel işleyen için Allah'ın sevabı daha
hayırlıdır. Ona da ancak sabredenler kavuşabilir."
dediler.
81- Sonunda onu da köşkünü de
yerin dibine geçirdik. Allah'a karşı kendisine yardım edecek hiçbir topluluk da
olmadı. O kendisini de savunamadı.
82- Daha dün onun yerinde olmayı temenni edenler:
"Vay! Demek ki, Allah kullarından dilediğinin rızkını genişletiyor ve
daraltıyor. Eğer Allah bize lütufta bulunmasaydı bizi de yerin dibine geçirirdi.
Vay! Demek ki kâfirler, asla kurtuluşa eremiyorlar." demeye
başladılar.
Açıklaması
"Karun büyük bir ihtişam içinde
kavminin karşısına çıktı." Yani Karun bir gün süslü bineklerle, kendisi ve
adamlarının üzerindeki süslü elbiseleler-le, muazzam bir ihtişam ve görkemle,
göz kamaştırıcı bir güzellik içerisinde, halka karşı büyüklük taslayarak, azamet
ve ihtişam sergileyerek kavminin karşısına çıktı.
Razî diyor ki: Kur'an'da sadece bu
kadarı zikredilmiştir. Yani bazı müfessirlerin zikrettiği şekilde bir ziynet ve
ihtişam tavsifinin delili yoktur.
"Dünya hayatını arzulayanlar: Ne
olurdu Karun'a verilenler gibi bizim de olaydı! Gerçekten o büyük şans sahibi
bir insandır? dediler." Yani Karun ihtişam görüntüsü içerisinde halkın içerisine
çıktığı zaman insanların kısmı Karun'a verilen mal-mülk gibi kendilerinin de
olmasını temenni ettiler ve şöyle dediler: Keşke Karun'a verilen mal, servet ve
ihtişam gibi bizim de olsaydı, biz de bunun benzerlerinden istifade etseydik.
Zira O dünyada bol şans sahibi bir insandı. Bu insanın tabii bir eğilimi idi.
İnsan daima imkan ve zenginliği arzu etmektedir: "Gerçekten insan mal sevgisi
şiddetli bir varlıktır." (Adiyat, 100/8).
Bu gurubun karşısında bir başka
gurup vardır. Bu gurup hikmet ve ilim ehli, ileri görüşlü kimselerdi:
"Kendilerine ilim verilenler ise: Yazıklar olsun sizlere! İman edip salih amel
işleyen için Allah'ın sevabı daha hayırlıdır. Ona da ancak sabredenler
kavuşabilir, dediler."
Yani din alimleri ve faydalı ilim
sahipleri şöyle dediler: Yazıklar olsun size! Yani bu temennileri ve sözleri
bırakın, bunlardan vazgeçin. Çünkü Allah'ın ahiret yurdunda salih mümin
kullarına verdiği sevap ve mükafatı sizin gördüğünüz ve temenni ettiğiniz
şeylerden daha hayırlıdır. Fakat cennete ve sevaba ancak ibadet ve taatte sebat
eden ve masıyetlere karşı durmakta sabreden kimseler, ahiret yurdunu arzu eden,
takdir ettiği faydalı ve zararlı hususlarda Allah'ın kazasına razı olan ve dünya
sevgisinden uzak olan kimseler kavuşabilir. Nitekim bu durum sahih bir hadiste
şu şekilde zikredilmektedir: "Allah Tealâ buyuruyor ki: Ben salih kullarım için
hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir insan kalbine
doğmayan nimetler hazırladım. Dilerseniz şu ayeti okuyun: "Artık onlar için
yapmakta olduklarına bir mükafat olarak, gözlerin aydın olacağı (nimetlerden)
kendilerine neler gizlenmiş bulunduğunu hiçbir kimse bilmez."(Secde,
32/17).
Daha sonra Cenab-ı Hak Karun'un
cezasını zikrederek şöyle buyurdu: "Sonunda Karun'u da köşkünü de yere
geçirdik." Yani Karun ihtişam içinde kavmine karşı büyüklük taslayarak ve
gururlanarak çıktıktan sonra onu ve köşkünü depremle sarstık. Şımarıklığının ve
azgınlığının cezası olarak yer onu yuttu.
Nitekim Sahih-i Buharide Salim'den
babası Abdullah b. Ömer (r.a.) tarikiyle Peygamberimiz (s.a.)'in şöyle buyurduğu
rivayet edilmektedir: "Bir adam elbisesi yeri süpürürken Allah onu yerin dibine
geçirdi. O kıyamet gününe kadar yere batmaya devam
edecektir."
"Allah'a karşı kendisine yardım
edecek hiçbir topluluk olmadı. O kendisini de savunamadı." Yani O'na malının da
adamlarının da hiç faydası dokunmadı. Ne de kendisi ve ne de başkası onu
koruyamadı.
Tefsirlerde rivayet edilen
Karun'un yerin dibine geçirilmesi sebeplerini beyan etmeye gerek yoktur. Çünkü
bu rivayetler -Razî'nin zikrettiği[24]
çoğunlukla birbiriyle çelişkili ve uyumsuzdur. Evla olan bunların atılması ve
Kur'an'ın nassının işaret ettiği malûmat ile yetinilmesi ve diğer tafsilatın
gaybı bilen Allah'a havale edilmesidir.
İşte o zaman insanların alacakları
ibret ortaya çıkmış, Karun'un malına bakıp aldananlar işin gerçek yönünü
anlamışlardı:
"Daha dün onun yerinde olmayı
arzulayanlar: Vay! Demek ki Allah kullarından dilediğinin rızkını genişletiyor
ve daraltıyor." dediler. Yani onu ihtişam içinde görüp yakın zamanda onun gibi
olmayı temenni edenler şöyle dediler: Görmüyor musun ki Allah mahlukatından
dilediği kimsenin rızkını genişletir, dilediğinin rızkını daraltır. Mal sahibi
olmak Allah'ın amel sahibinden razı olduğuna delil değildir. Zira Allah hem
verir, hem vermez. Hem daraltır, hem de genişletir. Hem alçaltır hem de
yükseltir. Tam hikmet ve sonsuz hüccet ona aittir.
Nitekim Abdullah b. Mes'ud
(r.a.)'m rivayet ettiği merfu hadiste şöyle buyurulmaktadır: "Şüphesiz ki Allah
rızıklarımzı taksim ettiği gibi ahlakınızı da aranızda taksim etmiştir. Şüphesiz
ki Allah malı sevdiğine de sevmediğine de verir. İmanı ise sadece sevdiği
kimseye verir."
"Eğer Allah bize lütufta
bulunmasaydı bizi de yerin dibine geçirirdi. Vay demek ki kafirler asla
kurtuluşa eremiyorlar!" demeye başladılar." Allah'ın bize lütfü ve ihsanı
olmasaydı Karun'u yerin dibine geçirdiği gibi bizi de yerin dibine geçirirdi.
Çünkü biz de onun gibi olmayı arzu etmiştik. Görmüyor musun ki Allah kendisini
inkar eden, peygamberlerini yalanlayan, Allah'ın ahiretteki sevabını ve cezasını
inkar eden Karun gibi kafirlere başarı ve kurtuluş nasip etmez. [25]
Amellere
Karşılık Verildiği Yer
83- İşte ahiret yurdu!.. Biz onu
yeryüzünde böbürlenmek ve bozgunculuk çıkarmak istemeyenlere veririz. Hayırlı
akıbet takva sahiplerinindir.
84- Kim iyi bir amel getirirse,
ona ondan daha hayırlısı vardır. Kim de kötü bir amel getirirse kötülük
yapanlar ancak işledikleriyle cezalandırılırlar.
Açıklaması
"İşte ahiret yurdu! Biz onu
yeryüzünde böbürlenmek ve bozgunculuk çıkarmak istemeyenlere
veririz."
İşte ahiret yurdu ve onun
değişmeyen, yok olmayan, hiçbir yorgunluk ve sıkıntı vermeyen nimetleri! Rabbin
bu nimetleri Allah'ın yarattığı kurallara karşı büyüklük, üstünlük, böbürlenme
ve haksız yere baskı uygulama ya da haksız yere mallarına el koymak suretiyle
bozgunculuk çıkarmak istemeyen kimselere verecektir. Nimet vaadini büyüklük ve
bozgunculuğu terk etmeye değil büyüklük ve bozgunculuğu istemeyi ve kalbin
bunlara meyletmesini terk etmeye bağladı. Ayrıca cennetin muazzam olduğunu ve
şanının yüceliğini ifade için "tilke (işte)" ifadesini kullandı. Yani zikrini
işittiğin ve vasıflarını duyduğun şu cennet demektir.
Hz. Ali (r.a.), İbni Cerir'in
rivayetinde diyor ki: Kişi ayakkabı bağının arkadaşının ayakkabı bağından daha
güzel olmasıyla kendisini beğenebilir. Böylece "İşte ahiret yurdu" ayetinin
muhtevasına girer.
İbni Kesir diyor ki: Bu sadece
bununla övünme ve başkalarına tepeden bakma maksadı güttüğü zaman böyledir.
Çünkü bu kötülenmiştir. Nitekim sahih hadiste Peygamberimiz'in (s.a.) şöyle
buyurduğu rivayet edilmiştir: "Bana mütevazi olun diye vahyolundu. Hiçbir kimse
hiçbir kimseye karşı böbürlenmesin. Hiçbir kimse hiçbir kimseye karşı
zulmetmesin."
Bunu sadece güzel giyinmek için
arzu ederse bunda hiçbir mahzur yoktur. Müslim ve Ebu Davud'un rivayetlerine
göre Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Kalbinde zerre kadar kibir bulunan
Cennete giremez." Bir adam: "Kişi elbisesinin güzel olmasını, ayakkabısının
güzel olmasını arzu ederse?" diye sordu. Efendimiz (s.a.): "Allah güzeldir,
güzelliği sever. Kibir hakka karşı şımarmak ve insanlara hor bakmaktır."
buyurdu.
"Hayırlı akıbet takva
sahiplerinindir." Yani güzel sonuç (cennet) ibadet ve taatleri işlemek, mahzurlu
ve haram olan şeyleri terk etmek suretiyle Allah'ın azabından sakınan ve
cezasından korkanlara hastır. Cennet diktatör, zalim ve kâfir Firavun gibi ya da
Allah'ın peygamberlerini yalanlayan şımarık facir zengin Karun gibi yeryüzünde
fesat çıkarmak ve böbürlenmek arzusu gütmeyenlere hastır.
Cenab-ı Hak daha sonra amellere
verilen karşılığı beyan etti: "Kim iyi bir amel getirirse ona ondan daha
hayırlısı vardır." Yani kim kıyamet günü güzel bir haslet getirirse ona miktar
ve vasıf bakımından bu amelden daha güzel bir karşılık verilir. Allah'ın sevabı
kulun güzel amelinden daha hayırlıdır. Allah kendisinden bir lütuf, rahmet ve
ihsan olarak bu sevabı kat kat verir.
"Kim de kötü bir amel getirirse,
kötülük işleyenler ancak işledikleriyle cezalandırılırlar.
"
Yani kim makbul olan sahih örfe ve
akla göre çirkin, şer'an da münker olan bir fiil ortaya koyarsa rahmet ve
adaletin gereği olarak ona ancak misliyle ceza verilir. Nitekim Cenab-ı Hak bir
ayette şöyle buyurmaktadır: "Kim de kötü bir amel getirirse yüzleri ateşle
sürtülür. Ya siz işlediklerinizden başka bir şeyle mi karşılık göreceksiniz?"
(Nemi, 27/90) [26]
Peygamberimiz
Ve Ashabının Kendi Kavimleriyle Yaptıkları Mücadele
85- (Ey Muhammedi) Sana Kur'an'ı farz kılan Allah
seni dönülecek yere döndürecektir. De ki: "Rabbim kimin hidayete geldiğini,
kimin de apaçık bir sapıklık içinde bulunduğunu çok iyi
bilir."
86- Sen, bu kitabın sana indirileceğini hiç
ummuyordun. Fakat Rabbin-den bir rahmettir. O halde sakın kâfirlere destek
olma.
87- Allah'ın ayetleri sana
indirildikten sonra sakın kâfirler seni onlardan alıkoymasınlar. Sen Rabbine
davet et. Sakın müşriklerden olma.
88- Allah ile beraber başka birini
ilâh edinme. O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O'ndan başka her şey yok
olacaktır. Hüküm vermek sadece O'na aittir. Ve siz yalnız O'na
döndürüleceksiniz.
Açıklaması
Allah Tealâ Rasulüne ilâhî mesajı
tebliğ etmesini ve insanlara Kur'an okumasını emretmekte ve onu tekrar dönülecek
yere döndüreceğini haber vermektedir:
"Sana Kur'an in tebliğini farz
kılan Allah seni dönülecek yere döndürecektir. "
Yani sana Kur'anla amel etmeyi
vacip kılan ve Kur'an'ı insanlara eda etmeyi senin üzerine farz kılan Allah seni
sevgili beldene yani Mekke'ye fatih, muzaffer ve galip olarak tekrar
döndürecektir. Bu küfrün ve putperestliğin merkezini kuşatıp almanın, Kâbe-i
Muazzamanm etrafında dikilen putların kırılmasının gerçekleştirildiği büyük
fetih idi.
Bu Allah tarafından Rasulü
Mekke'de olup Medine'ye giderken yapılan sâdık ve mutlaka gerçekleşecek bir
vaaddir. Bu sebeple Rasulullah (s.a.) mutmain olup sükûnete erdi. Muhakkak
alimler diyorlar ki: Bu, peygamberliğe delâlet eden alâmetlerden biridir. Çünkü
bu ayet gaybı haber vermiş ve aynen haber verdiği gibi gerçekleşmiştir.
Dolayısıyla bu mucize olmaktadır.
Allah Tealâ Rasulüne, dönülecek
yere tekrar döndüreceğini vaad edince kendisini sapık söz söylemekle itham eden
müşrikleri (Mekke kâfirlerini) azarlamak üzere onlara şöyle söylemesini
emretti:
"De ki: Rabbim kimin hidayete
geldiğini, kimin de apaçık bir sapıklık içinde bulunduğunu çok iyi
bilir."
Yani Ey Rasulüm, sana muhalefet
eden kavminden seni yalanlayan müşriklere ve küfürlerinde onlara tabi olan
kimselere şöyle söyle: "Görünen ve görünmeyeni gayet iyi bilen, her şeyi gayet
iyi gören sonsuz ilim sahibi olan Allah Tealâ benden de sizden de kimin hidayete
-yani Kur'anla- geldiğini gayet iyi bilir." Bu bizzat Peygamberimiz (s.a.) dir.
Yine Cenab-ı Hak ahi-rette kimin sevaba lâyık olduğunu ve Mekke'ye tekrar geri
döndürülmekle izzet ve şerefe nail kılınacağını, dünya ve ahirette hayırlı sonuç
ve zafere kimin ereceğini, müminin zafere ereceğini, kâfirin zelil olacağını
gayet iyi bileceksiniz.
Daha sonra Cenab-ı Hak
peygamberini insanlara göndermekle onlara ihsan ettiği bu nimetini hatırlatarak
şöyle buyurdu:
"Sen bu kitabın sana
indirileceğini hiç ummuyordun. Fakat (bu kitap) Rabbinden rahmet olarak indi."
Yani ey Peygamber bu vahiy sana indirilmeden önce vahyin sana nazil olacağını,
Kur'anm senin kalbine ineceğini, Kur'anla geçmişlerin haberlerini öğreneceğini,
hayat düstûrunu, toplumun saadetine ve kurtuluşuna vesile olacak hükümleri
Kur'an ışığında öğreneceğini beklemiyordun. Fakat Rabbin sana vahyi indirdi,
sana kitabı kendi nez-dinden, sana ve senin sebebinle kullarına bir rahmet
kaynağı olarak indirdi.
Bundan dolayı Rabbi onu şu beş
görevle görevlendirdi:
1- "O halde
sakın kâfirlere destek olma." Sakın kâfirlere herhangi bir şekilde yardımcı
olma. Onlardan ayrıl ve onlara muhalefet et. Sadece müslü-manlara destek ver.
Allah seni te'yit edecek ve seni koruyacaktır.
2- "Allah'ın
ayetleri sana indirildikten sonra sakın kâfirler seni onlardan
alıkoymasınlar."
Yani o müşriklere yönelme, onlarla
ve onların sana muhalefet etmelerinden etkilenme. Onların sözlerine eğilme ki
sana indirilen Allah'ın ayetlerine tabi olmana ve bu ayetleri insanlara tebliğ
etmene engel olmasınlar. Zira Allah seninle beraberdir, senin dinini te'yit
edecek ve seninle gönderdiği dini diğer dinlere üstün
kılacaktır.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle
buyurmaktadır: "Ey Rasul! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer yapmazsan
O'nun risaletini tebliğ etmiş olmazsın. Allah seni insanlardan koruyacaktır."
(Maide, 5/67).
3- "Sera
Rabbine davet et." Yani sen tek olan ve hiçbir ortağı bulunmayan Rabbine ibadet
etmeye davet et. O'nun dinini tebliğ et. Hiçbir tereddüt, korku ve bekleme
olmaksızın O'nun risaletini ilân et.
Bu kesin ve açıktan davet etme
emridir. Burada kâfirleri ve müşrikleri davet etmekte şiddetle ısrar vardır.
Fakat bu, emniyet, barış, antlaşma ve uzlaşma gölgesinde
olacaktır.
4- "Sakın
müşriklerden olma." Yani Rabbine şirk koşan, Allah'a eş ve ortak koşan
kimselerle beraber olmaktan ve helak edenlerden olmaktan sakın. Çünkü
müşriklerin metoduna, yoluna razı olan kimseler onlardan
sayılır.
Müşrikleri desteklemekten nehyeden
bu ayet heyecanı alevlendirmek, hissiyatı galeyana getirmek ve tevhid dininin
istiklali ve sadece Allah'a kulluk için gayreti kamçılamak
kabilindendir.
Sonra da bu nehiy şöyle
açıklandı:
5- "Allah ile
beraber başka birini ilâh edinme. O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur." Yani
Allah'la birlikte hiçbir ilâha ibadet etme. Amellerden herhangi bir amelde
Allah'tan başka hiçbir ilâha dua etme. Çünkü ibadet sadece O'na lâyıktır.
Başkasına yalvarmanın hiçbir faydası yoktur. Ulûhiyet sadece Onun azametine
yakışır. O'ndan başka ibadete lâyık hiçbir mabud yoktur. Nitekim bir başka
ayette şöyle buyurulmaktadır: "O hem doğunun hem de batının rabbidir. Allah'tan
başka hiçbir ilâh yoktur. O halde O'nu vekil olarak edin." (Müzzemmil, 73/9).
Yani işlerinde O'nu vekil kıl. O ne güzel vekildir.
Bu herkese vacip olmakla birlikte
Allah Tealâ ta'zim maksadıyla Rasu-lullah'a (s.a.) özellikle hitap
etti.
Allah Tealâ kendisine has
"ulûhiyet" sıfatlarını beyan ederek şöyle buyurdu:
Birincisi:
"O'nun zatından başka her şey yok olacaktır." Yani varlık âleminde bulunan
herkes fanidir. Ancak Allah'ın mukaddes zatı müstesnadır. Daimî ve baki olan,
diri olan, kendi zatıyla kaim olan, bütün mahlûkatı öldüren ama ölümlü olmayan
O'dur.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle
buyurmaktadır: "Yeryüzünde bulunan her canlı fanidir. Ancak azamet ve ikram
sahibi olan Rabbinin zatı baki kalacaktır." (Rahman,
55/26-27).
Sahih bir hadiste Ebu Hureyre'den
(r.a.) Peygamberimiz'in (s.a.) şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Şair
Lebîd'in söylediği en doğru söz 'İyi bilin ki Allah'tan başka her şey
batıldır', sözüdür."
Bunun gereği olarak Allah
Tealâ'nın mukaddes zatından başka her şey fanidir ve yok olmaya mahkûmdur. Çünkü
ilk olan ve son olan O'dur. Her şeyden önce ve her şeyden sonra olan
O'dur.
İkincisi:
"Hüküm sadece O'nundur." Yani mahlûkatı hakkında geçerli hüküm verme, tasarrufta
bulunma ve mülk yalnız O'nundur. O'nun hükmünü değiştirecek hiçbir varlık
yoktur.
Üçüncüsü:
"Yalnız Ona döndürüleceksiniz." Yani bütün mahlûkatm varacağı nokta O'dur.
Tekrar diriltildiğiniz günde sadece O'na döndürüleceksiniz. O amellerinizin
karşılığını verecektir. Hayırsa hayır, serse şer... [27]
[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/347-349.
[2] İbni Kesir, III/382.
[3] Razî, XXIV/232.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/353-358.
[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/363-366.
[5] el-Bahru'l-Muhît, VII/114; İbni Kesir,
III/384.
[6] İbni Kesir, III/386.
[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/372-376.
[8] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/383-385.
[9] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/389-392.
[10] Razî, XXIV/253.
[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/396-398.
[12] Kuvvetli olan görüşe göre Allah Tealâ Hz. Musa (a.s.)
ile iki defa konuştu. Biri, peygamber olarak gönderildiği zaman, diğeri Hz.
Musa (a.s.) buzağıya tapmalarından dolayı Cenab-ı Hakka tevbelerini arz etmek
için İsrailoğulları'nın yaşlılarından 70 kişiyi seçip ilâhî huzura (mîkat
yerine) vardıkları zaman. Cenab-ı Hak Hz. Musa'ya hitap edip onlar da Allah
kelâmını işittikleri halde inat edip isyan etmişler ve "Biz Allah'ı apaçık
görmedikçe asla sana iman etmeyiz." demişlerdi.
[13] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/403-405.
[14] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/409-410.
[15] İbni Kesir, III/394. Bu Urve b. Zübeyr'den rivayet
edilmiştir.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir,
Risale Yayınları: 10/414-417.
[16] Razî, XXV/3.
[17] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/422-427.
[18] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/432-435.
[19] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/438-439.
[20] Kurtubî, XIII/309.
[21] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/444-446.
[22] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/449-450.
[23] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/450-452.
[24] Razî, XXV/17.
[25] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/455-457.
[26] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/460-461.
[27] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/464-466.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder