Güncel Duyuru: Öğrencilerimizin dikkatine ! Ücretsiz TEMEL ARAPÇA SARF&NAHİV derslerimizi Eklemeye başladık 1-13.Derse kadar Tamam(Elhamdü lillah) Tıkla Ders Sayfasına Git Tags:Online Arapça Dersleri Video,İslami ilimler Video Dersleri,İlahiyat Önlisans Arapça Video Dersleri,İlahiyat Arapça Video Dersleri,İmam Hatip Arapça Dersleri Video,İlitam Arapça Video Dersleri,Tefsir Dersleri Video,Hadis Dersleri Video,Fıkıh Dersleri Video,Arapça Dershaneniz,Kur'an,Sünnet,Arapça dersleri,tefsir oku,hadis,oku,Kuran meali oku,arapça öğreniyorum,arapça dilbilgisi video,arapça nahiv video,arapça sarf dersleri video,islami sohbetler

25-Furkan Suresi Meali Tefsiri Oku: Müşriklerin Kendisine Kur'an'ın İndirildiği Hz. Peygamber (S. A.) Hakkındaki Tenkitleri-Müşriklerin Kıyamet Gününü İnkâr Etmeleri Müşriklerin O Gündeki Durumu Ve Onların Cennetliklerle Karşılaştırılması

FURKAN SURESİ


Kur’an’ın İndirilmesi ve Allah’ın Birliği


1- Bütün âlemlere uyarıcı olsun diye kulu. M.unammed'e (hakkı batıldan ayırd eden) Furkan'ı indiren "Allah" bü­tün noksan sıfatlardan münezzehtir, yüceler yücesidir.

2- O Allah ki, göklerin ve yerin mülkü ancak O'nundur. O asla çocuk edinme-miştir. Mülkünde hiçbir ortağı yoktur. O her şeyi yaratmış, en güzel şekilde takdir etmiştir.

3- Onlar Allah'ı bırakıp bir takım ilâh­lar edindiler. Bu ilâhlar kendileri zarar ve faydaya sahip değildirler, zararı en­gelleyemezler. Ne ölüme ne hayata ne de diriltmeye muktedir değildirler. 



Açıklaması


Allah Tealâ Furkan Suresi'ne yaratıcıyı (kendisini) ispat etmek, O'nu celâl ve kemal sıfatlarıyla tavsif etmek, noksan sıfatlardan ve muhal olan şeylerden tenzih etmek hakkındaki kelâm ile başladı. Şöyle buyurdu:

"Bütün âlemlere uyarıcı olsun diye kuluna Furkan'ı indiren (Allah) yüceler yücesidir." Yani Cenab-ı Hak iki varlığı insanları ve cinleri uyarması ve Al­lah'ın şiddetinden, azabından ve cezasından korkutması için Rasulü'ne (s. a.) Yüce Kur'an'ı indirmek suretiyle kendini yüceltmektedir.

Bu, İslâm mesajının bütün insanlara ve aynı zamanda cinlere ait umumî bir mesaj olduğuna kesin delildir.

İnsan hayatının ana düsturu, müjdeleme ve uyarmayı ihtiva eden, itaat edenleri cennetle müjdeleyen, muhalif, inatçı ve karşı olan kimseleri cehen­nemle korkutan şanlı Kur'an'ın indirilmesinden daha faziletli bir şey, daha bol bir hayır yoktur. Rasulü'n vazifesi hem müjdelemeyi hem uyarmayı ihtiva ettiği halde sadece uyarmayı zikredip müjdelemeyi zikretmemesi bu kelâmın Al­lah'ın evlât edindiğini ve O'nunla birlikte ortağı bulunduğunu söyleyen muarız kâfirlerle ilgili olması sebebiyledir.

Ayetteki "el-abd (=kul)" kelimesinden maksat Allah'ın Rasulü Hz. Muham-med (s. a.)'dir.

"Furkan" ise Allah'ın, kendisiyle hak ile batılı, hidayet ile dalâleti, helâl ile haramı ayırd ettiği ve ayrıca münasebetlere göre zaman zaman indirip par­çalara ayırdığı Kur'an'dır.

Bu ayetin bir benzeri Kehf Suresi'nin başındaki şu ayettir: "Kendi tarafın­dan en çetin bir azap ile korkutmak, güzel güzel amellerde bulunan müminlere de güzel bir ecri müjdelemek için kendisinde hiçbir eğrilik kılmadığı o dosdoğru kitabı kuluna (Rasulü'ne) indiren Allah'a hamd olsun." (Kehf), 16/1-3).

Bu iki ayetteki "kul" kelimesi Hz. Peygamber (s. a.)'in ve şerefine mükem­mel kulluğuna işaret etmek için Yüce Allah'ın medhi ve övgüdür.

Nitekim Rasulü'nün en şerefli halinde İsra gecesinde Onu bu vasfıyla tav­sif etmiştir: "Kulunu geceleyin Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksa'ya götüren (Allah) bütün noksan sıfatlardan münezzehtir. (İsra, 17/1).

Yine aynı şekilde Allah'a davet makamında O'nu bu vasfıyla anmıştır: "Gerçekten Allah'ın kulu kendisine yakarmak için kalktığında nerdeyse onlar (cinler) O'nun etrafında keçeler gibi toplanıyorlardı." (Cin, 72/19).

Burada da kitabın kendisine indirilmesi ve peygamberliği tebliğ ile yü­kümlü olması makamında Onu kulluk ile tavsif etmiştir.

Cenab-ı Hak daha sonra zatını kibriya vasıflarından dört vasıfla tavsif et­miştir:

1- "O Allah ki göklerin ve yerin mülkü ancak O'nundur." Yani göklerde ve yerde bulunan her şeyin gerçek sahibi Allah'tır.

Malikül-mülk'tür. Mülkünde dilediği şekilde tasarrufta bulunmak husu­sunda mutlak hakimiyet sadece O'nundur. Mülkünde bulunan varlıkları var etmek-yok etmek, öldürmek-diriltmek, hikmet ve maslahata uygun olarak emir ve nehiy vermek hususunda tam kudret O'nundur.

Bu Allah Tealâ'nın varlığına delildir. Zira Onu ispat etmek için ancak bu mahlûkatın varlığının aslında, meydana geldiği zamanda ve hayatta kaldıkları müddetçe O'na muhtaç olduklarını beyan etmekten başka yol yoktur. Cenab-ı Hakk'ın mahlûkatı hususundaki tasarrufu dilediği şekildedir. Var eden, tasar­ruf sahibi varlığa olan ihtiyaç O'nun varlığını vacip kılmaktadır. Bunun için Cenab-ı Hakk'ın bu sıfatı diğer sıfatlardan önce zikredilmiştir:

2- "O hiçbir çocuk edinmemiştir." Yani Yahudilerin, Hristiyanlann ve Arap müşriklerinin Uzeyr ve Mesih'in Allah'ın oğlu, meleklerin de Allah'ın kızları ol­duğu şeklindeki iddialarının aksine asla Onun evlâdı olmamıştır.

Nitekim Kur'an bu iddiaları şöyle anlatmaktadır: "Yahudiler: Üzeyir Al­lah'ın oğludur, dediler. Hristiyanlar da Mesih Allah'ın oğludur dediler." (Tevbe, 9/30).

"Şimdi onlara sor: Herhalde kızlar Rabbinin de oğullar onların mı? Yoksa Siz meieâCeri dişiyaraftıĞ da onCar CSunaJ şaâit mi oCduCarî fyi 6iCin kion far gerçekten iftira ederek, mutlaka "Allah doğurdu" derler. Onlar elbette yalancı­dırlar. O yoksa kızları oğullara tercih mi etmiş?" (Saffat, 37/149-153).

3- "Mülkünde O'nun hiçbir ortağı yoktur." Yani Allah'ın mülkünde ve haki­miyetinde hiçbir ortağı yoktur. O ilâhlık vasfında tektir. İbadete ve kulluğa lâ­yık ve ehil olan yalnız O'dur. Kul bunu bildiği takdirde ümidini yalnız Allah'a yöneltir. O'ndan başkasından korkmaz, kalbi sadece Onun rahmeti ve ihsanıy-la meşgul olur.

Bu, kâinatta nur ve zulmet olarak iki ilâhın varlığını kabul eden iki tanrı inancında olanlara, sahillerden yıldız ve gezegenlere tapanlara ve ayrıca Hâc telbiyesinde: "Emrine hazırız! Sana lâyık ortağın hariç senin hiçbir ortağın yoktur. Sen o ortağına da onun sahip olduklarına da sahip olursun." diyen put­perest müşrik Araplara reddiyedir.

Zikri geçen iki sıfatı beyan ederken Allah Tealâ nefsini evlât ve ortaktan tenzih etti.

4- "O her şeyi yaratmış, en güzel şekilde takdir etmiştir." Yani kendisinin dışındaki her şeyi O var etmiştir. Her şeyi belirli bir şekilde, belirli bir miktar­da, takdiri gözetilerek meydana getirmiştir. İnsana istifade edeceği hususiyet­leri ve ona lâyık olan fiilleri hazırlamıştır. Meselâ insanı Allah takdir edilen bir şekilde, düzgün olarak en güzel surette yaratmıştır. İdrak, anlayış, düşünce, tedbir, bazı sanatları ortaya koymak ve çeşitli işleri görmek için insanda bazı duyular, güç ve imkânlar var etmiştir. Hayvanlar ve cansız varlıklar da böyle­dir. Cenab-ı Hak bunları da gayet düzgün ve takdir edilmiş bir yaratılışa uy­gun olarak ve onunla uyuşma ve uzlaşma mümkün olacak şeyleri de yaratmış­tır.

Kısaca: Cenab-ı Hak yarattığı her şeyi hikmetiyle dilediği gibi takdir et­miştir.

İbni Kesir son cümleyi şöyle tefsir etmektedir: Her şey Allah'ın yarattığı­dır ve Onun hakimiyeti altındadır. Allah her şeyin yaratıcısı, rabbi, meliki ve ilâhıdır. Her şey O'nun ezici gücü, tedbiri, emri ve idaresi altındadır.

Allah Tealâ kendi zatını celâl, izzet ve yücelik vasıflarıyla tavsif ettikten sonra bunun ardından putperestlerin iddialarını çürüttü. Şöyle buyurdu:

"Onlar Allah 'ı bırakıp bir takım (sahte) ilâhlar edindiler."

Bu sahte ilâhlar dört açıdan eksik oldukları için ilâhlığa lâyık değildirler:

1- Bu sahte ilâhlar (putlar) hiçbir şeyi yaratamazlar. Halbuki ilâh yarat­maya ve var etmeye kadir olmalıdır.

2- Sahte ilâhlar başkaları tarafından yaratılmışlardır. Yaratılmış olan var­lık ise başkasına muhtaçtır. Halbuki ilâh başkasına muhtaç olmamalıdır. Müş­rikler putlarının fayda ve zararlarının dokunduğuna inandıkları için putlar­dan, akıllılardan bahsedilir gibi "hüm" zamiriyle "Onlar yaratılmış varlıklar­dır. " ifadesiyle bahsedilmiştir.

3- Sahte ilâhlar kendileri için fayda veya zarar vermeye, yani zararı engel­lemeye ya da fayda vermeye malik değildirler. Başkası için de buna muktedir değildirler. Kendisine veya başkasına faydası dokunmayan ya da zararı engel­leyemeyen şeye tapmakta hiçbir yarar yoktur.

4- Sahte ilâhlar ne diriltmeye, ne öldürmeye ne de tekrar dünyaya getir­meye muktedir değildirler. Ne başlangıçta mükellefiyet zamanında hayat ver­meye ne de ceza-mükâfat zamanında diriltmeye kadir değildir. Böyle olan var­lık nasıl "ilâh" diye adlandırılır? Bilakis bunun hepsinin mercii can veren ve öl­düren, kıyamet gününde mahlûkatı tekrar diriltecek olan Allah'tır. Nitekim Al­lah şöyle buyurmaktadır: "Sizin yaratılmanız ve diriltilmeniz sadece bir canın yaratılması gibidir." (Lokman, 31/28).

Kısaca: Allah doğurmayan, doğurulmayan, hiçbir şey dengi olmayan, hiç­bir şeye muhtaç olmayan tek ilâhtır. Ondan başka hiçbir ilâh yoktur, Onun dı­şında hiçbir rab da yoktur. İbadet sadece Ona lâyıktır. Çünkü O neyi dilemişse olmuştur, neyi dilememişse olmamıştır.

Putperestlere ve müşriklere gelince, onlar gerçek yaratıcıdan başka var­lıklara, kendisine veya başkasına faydası ve zararı dokunmayan varlıklara taptılar. Bunu hiçbir dengeli akıllı yahut düşünce sahibi âlim kabul edemez. [1]



Müşriklerin Kur’an Hakkındaki İddiaları:


4- Kâfirler: "Bu (Kur'an) onun uydurdu­ğu bir iftiradan başka bir şey değildir. Başka bir topluluk da kendisine bu hu­susta yardım etmiştir." dediler. Böylece haksızlığa ve yalancılığa saptılar.

5- Yine onlar: "Kur'an öncekilerin ma­sallarıdır. O bunu başkalarına yazdır­mış da, sabah akşam kendisine tekrar­lanıp okunuyor." dediler.

6- De ki: Onu göklerde ve yerdeki sırları bilen "Allah" indirdi. Şüphesiz ki O çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.



Açıklaması


Allah Tealâ bu ayetlerde müşriklerin kıt akıllılıklarını ve bilgisizliklerini gösteren çürük şüphelerinden iki şüpheyi zikretti.

Birinci Şüphe: "Kâfirler: Bu (Kur'an) Muhammed'in uydurduğu bir iftira­dan başka bir şey değildir. Zaten başkaları da kendisine bu hususta yardım et­miştir, dediler."

Bu bilgisiz kâfirler: "Bu Kur'an yalandır, uydurmadır bunu Muhammed (s. a.) kendiliğinden ortaya koymuştur. Bu sözleri bir araya getirirken de -Nüzul Sebebi'nde belirtildiği gibi- sonraları Müslüman olan Ehl-i Kitap'tan bir gurup insandan da yararlanmıştır." dediler.

Cenab-ı Hak bu şüpheye "Bunlar böylece haksızlığa ve yalancılığa saptı­lar. " ifadesiyle cevap verdi. Yani kâfirler bu sözlerinin batıl, asılsız olduğunu, bu iddia ettikleri konuda kendilerinin yalancı olduklarını bildikleri halde bu batıl sözü uydurdular. Böylece onların bu sözleri bir küfür, yerinde söylenme­yen açık bir haksızlık, Rablerine karşı uydurulmuş bir yalan olmuştur. Zira on­lar mucize kelâmı -yani bu Kur'an'ı- insanlar tarafından uydurulmuş bir safsa­ta olarak kabul etmişlerdir. Bu da güçsüz kimsenin ortaya koyduğu son delili­dir. Zira bu kimse ikna edici cevap bulamayınca hiçbir delil bulunmayan inkar­cılığa ve hiçbir dayanağı olmayan yalanlamaya koştu. Eğer dedikleri doğru ol­saydı niçin benzerini getiremediler? İddia ettikleri gibi Muhammed (s. a.) baş­kalarından yararlandığı gibi kendileri başkalarından yararlanmadılar. Kendileri fesahat ve belagat ehli kimseler oldukları halde Kur'an'ın benzerini getir­mekten âciz kalmaları onlara cevap olarak ve iftiralarını boşa çıkarmak açısın­dan tek başına yeterli bir delildir.

İkinci Şüphe: 'Yine onlar: Kur'an öncekilerin masallarıdır. O bunu başka­larına yazdırmış da sabah akşam kendisine tekrarlanıp okunuyor, dediler."

Müşrik kâfirler: "Bu Kur'an öncekilerin masallarıdır, eskilerin yalanları­dır, geçmişteki insanların kitaplarında yazdıkları Rüstem ve İsfendiyar Efsa­neleri gibi efsanelerdir. Muhammed (s. a.) Ehl-i Kitap -yani Âmir, Yaser, Cebr veya İbnü'l-Hadramî'nin azatlı kölesi Ebu Fükeyhe gibi kimselerin- vasıtasıyla bunları yazmıştır. Bu sözler kendisine ezberlesin diye sabah akşam daima giz­lice okunuyor. Zira o okumayan ve yazmayan ümmi bir kimsedir." dediler.

Bu, ikinci açık bir iftiradır, haktan uzaklaşma, sapıtma ve böbürlenmedir. Çünkü onlar peygamberlikten önceki kırk sene müddetince Hz. Muhammed'in (s. a.) doğruluğunu, emin olduğunu, hayat çizgisini, yalandan çok uzak olduğu­nu gayet iyi biliyorlardı. O'nun doğru sözlülüğünü ve istikamet üzere olduğunu bildikleri için O'na "el-Emin (güvenilir kişi)" lakabını vermişlerdi. O ne hayatı­nın başında ne de sonunda hiç yazı nedir bilmeyen ümmî bir kimse idi. Allah ona peygamberlik ihsan edince müşrikler karşı çıktılar ve kendisinin son dere­ce uzak olduğu bir şeyle onu itham ettiler. O'na indirilen Kur'an'ı "efsaneler" diye nitelendirdiler. Halbuki Kur'an hikmet, medeniyet, ilim ve insan hayatı için en ideal hukuk sistemi idi.

Cenab-ı Hak onlara şu ayetle cevap verdi: "De ki: Kur'an'ı göklerde ve yer­deki sırları bilen (Allah) bilir." Yani, ey Muhammed! Onlara şöyle söyle: Gerçe­ğe uygun olarak doğrulukla öncekilerin ve sonrakilerin haberlerini ihtiva eden Kur'an'ı göklerin ve yerin gaybını bilen, açık olanları bildiği gibi gizli olanları da bilen Allah indirdi.

"Şüphesiz ki O, çok bağışlayan ve çok merhamet edendir."

Yani bu Kur'an kullara rahmet olarak inmiştir. Dolayısıyla cezanın acilen verilmesine sebep olmaz. Bunun için Allah size rahmet olsun diye derhal ceza vermemiştir. Çünkü Allah Tealâ çok bağışlayan ve çok merhamet edendir. O tevbe etmeniz, küfür ve şirkten tamamen uzaklaşmanız için mühlet verir, acele etmez.

Bu onlara tevbe etmeleri, Allah'a yönelmeleri, islâm ve hidayet sahasına girmeleri için bir çağrıdır. O'nun rahmetinin geniş olduğunu, hilminin büyük ol­duğunu kendilerine bildirmektedir. Dolayısıyla onlardan sadır olan iftira, yalan, inkâr ve inatçılığa rağmen Allah tevbe eden kimsenin tevbesini kabul eder.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Allah gerçekten üçün (üç tan­rının) biridir, diyenler andolsun kâfir olmuşlardır. Halbuki bir tek ilâhtan baş­ka hiçbir ilâh yoktur. Eğer bu söylediklerinden vazgeçmezlerse içlerinden o kâfir olanlara mutlaka pek acıklı bir azap dokunacaktır. Onlar hâlâ Allah'a dönüp O'nun mağfiretini istemeyecekler mi? Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir." (Maide, 5/73-74).

Yine Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Gerçekten mümin erkeklerle mümin kadınları belâya uğratanlar sonra da tevbe etmeyenler için cehennem azabı vardır. Onlar için yangın azabı vardır." (Burûc, 85-10).

Hasan-ı Basri diyor ki: Şu ikrama ve cömertliğe bakın. Onlar Allah'ın dostlarını öldürüyorlar. Allah da onları tevbeye ve rahmete davet ediyor.

Bu ifade sadık ve samimi tevbenin hata ve günahları sildiğine delildir. Gü­nahlar böylece Allah Tealâ tarafından bir ikram, lütuf ve rahmet olarak bağış­lanmış, affedilmiştir. [2]



Müşriklerin Kendisine Kur’an’ın İndirildiği Hz. Peygamber (a.s.) Hakkındaki Tenkitleri


7- Onlar şöyle dediler: Bu ne biçim pey­gamber ki, yemek yiyor, çarşılarda ge­ziyor? Kendisine bir melek indirilip de onunla birlikte uyarıcı olsaydı ya!

8- Yahut kendisine bir hazine indirilse veya bir bahçesi olsa oradan yeseydi ya! Zalimler (mü'minlere): Siz ancak büyü­lenmiş bir adama uyuyorsunuz, dediler.

9- Bak, sana nasıl misaller getirip de sa­pıklığa düştüler. Artık onlar hiçbir yol bulamazlar.

10- Allah yüceler yücesidir. O dilerse sa­na bundan daha hayırlısını, altlarından ırmaklar akan cennetleri verir ve senin için köşkler yapar.



Açıklaması


Müşrikler kendi iddialarına göre peygamberlikle çelişen beş vasıf zikretti­ler:

1- "Kâfirler şöyle dediler: Bu ne biçim peygamber ki, yemek yiyor?" Yani müşrikler dediler ki: Peygamberlik iddia eden bu kişinin hiçbir özelliği yoktur. O da bizim gibi yemek yiyor, bizim gibi su içiyor. Bizim ihtiyaç duyduğumuz şeylere o da ihtiyaç duyuyor. Yani onun yemek yemekten ve geçim temininden müstağni olan bir melek olması gerekirdi.

2- "O da çarşılarda geziyor." Yani kazanç temini, ticaret, rızık ve geçim ar­zusuyla çarşılara pazarlara gidip geliyor. O'nun bize olan üstünlüğü nereden geliyor? Halbuki o da bu işlerde aynen bizim gibidir.

Bu onların sırf maddî tasavvurları, basit bir karşılaştırmalarıdır. Zira pey­gamberler elle tutulur gözle görülür maddî vasıflarla ayrıcalık kazanmadılar. Onlar bu konuda kendileri dışındaki insanlar gibidirler. Peygamberler sadece manevî değerlerle ve edebî kazançlar ve gönül temizliğiyle üstünlük sahibi ol­muşlardır. Bunun için Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "De ki: Ben ancak sizin gibi bir beşerim. Ancak bana sizin ilâhınızın tek ilâh olduğu vahyolunuyor." (Kehf, 18/110).

3- "Kendisine bir melek indirilip de onunla birlikte uyarıcı olsaydı ya!" Ya­ni, Allah tarafından ona bir melek indirilseydi, melek onun iddia ettiği şeyin doğruluğuna şahit olsaydı ve ona karşı çıkana cevap verseydi ya!

Nitekim Firavun da Hz. Musa (a. s.) hakkında şöyle demişti: "Ona altın­dan bilezikler verilseydi ya da onunla birlikte melekler gelseydi ya!" (Zuhruf, 43/53).

4- 'Yahut kendisine bir hazine indirilseydi." Yani gökten ona bir hazine ve­rilseydi, o da bu hazineden harcasaydı ve dolayısıyla geçim temini için çarşı ve pazarlara gidip gelmeye ihtiyaç duymasaydı.

5- "... Veya bir bahçesi olsa ve oradan yeseydi ya!" Yani eğer hazinesi en azından zenginlerden ve imkân sahiplerinden biri olsaydı, onun bahçesi olup o bahçeden yeseydi ve o bahçenin ürünlerinden ve meyvelerinden geçimini temin etseydi ya!

Zemahşerî diyor ki: Onlar: "Peygamberin yemek yemekten ve geçim temi­ninden müstağni olan bir melek olması gerekirdi" demek istiyorlar. Sonra O'nun yanında melek bulunan bir insan olması gerektiği, böylece uyarı ve kor­kutma hususunda birbirlerine destek olması teklifini ileri sürdüler. Sonra bun­dan da vazgeçip şöyle dediler: Yanında melek yoksa gökyüzünden kendisine maddî destek olacak bir hazine indirilseydi. Sonra da bahçesi olan ve bu bahçe­den yiyip rızkını temin eden bir zat olması kanaatiyle yetindiler[3]

Bu tamamen maddeci bir anlayıştır. Peygamberin maddi nüfuz ve yetki sahiplerinin durumlarıyla kıyas yapılmasıdır. Aynı zamanda peygamberliğin insanlığın çok üstünde bambaşka bir görev olduğunu takdir etmeleridir. Onlar Rasulullah'ın (s. a.) kendisine Rabbi tarafından vahy edilen bir beşer olduğunu anlamadılar, idrak etmediler.

Rasulullah'ı (s. a.) dünya ehlinin sıfatlarıyla küçümsemeleri ve bu sebeple ayıplamalarından sonra onun "akıl" sıfatını reddettiler. Bu, başka bir şüphe yahut altıncı bir vasıftır. Şöyle diyorlardı:

6- "Zalimler (müminlere): Siz ancak büyülenmiş bir adama uyuyorsunuz, dediler." Yani kâfirler: "Siz kendisine büyü yapılmış, aklî dengesi bozulmuş, ne dediğini bilmeyen bir adama uyuyorsunuz. Böyle birinin emrettiği hususlarda nasıl itaat edilir?" dediler.

Cenab-ı Hak bu şüpheye şöyle cevap verdi: "Bak, sana nasıl misaller geti--« ie sapıklığa düştüler. Artık onlar hiçbir yol bulamazlar."

»-- ey peygamber! Hayret içinde bir bak. Senin hakkında bu sözleri nasıl  Senin için bu sıfatlan ve nadir halleri nasıl icat ettiler? Sana "büyü- iiş, mecnun, yalancı, şair" diyerek nasıl iftira ettiler. Bütün bunlar

 JBSilaz sözlerdir, uydurulmuş vasıflardır. En basit anlayış ve aklı olan  undan tasdik etmez. Onlar bu halleriyle hidayet ve hak yoldan sapan  imseler oldular. Dolayısıyla hakka giden yolu bulamazlar.

îa. rfade özlü, genel manada bir cevaptır. Cenab-ı Hak bunun ardından Dahçe ve hazine taleplerine ait hususî bir cevap getirdi ve şöyle buyurdu: "Al­lah yüceler yücesidir. O dilerse sana bundan daha hayırlısını, altlarından ır­maklar akan cennetleri verir ve senin için köşkler yapar."

Yani Rabbinin hayn boldur. Dolayısıyla O dilerse dünyada sana onlann yaptıklan tekliflerden ve onlann talep ettiklerinden daha üstününü hibe ede­bilir. Bu da sana ahirette vaad ettiği gibi altlanndan ırmaklar akan cennetleri ve pek nadir muazzam köşkler ile dünyada onlann söylediklerinden daha ha­yırlısını, daha üstününü, daha güzelini sana vermesidir.

Ancak Allah dini, peygamberliği tebliğ görevini bırakıp da dünya ile meş­gul olmaman için sana olan lütfunu bu fani dünya için değil de ebedî olan ahiret yurdu için ayırmıştır. Yüce Allah nezdinde olan daha hayırlı ve daha de­vamlıdır.

Hayseme diyor ki: Peygamberimiz'e (s. a.) denildi ki:

-Dilersen senden önce hiçbir peygambere vermediğimiz, senden sonra da hiçbir kimseye vermeyeceğimiz dünyanın hazinelerini ve anahtarlannı sana verelim. Bu Allah nezdinde sana ait olan nimetleri de eksiltmeyecek.

Peygamberimiz buyurdu ki:

-Bunu benim için ahirette toplayın. Bunun üzerine Cenab-ı Hak bu ayeti indirdi. "Allah yüceler yücesidir. O dilerse sana bundan daha hayırlısını altla­rından ırmaklar akan cennetleri verir ve senin için köşkler yapar." [4]



Müşriklerin Kıyamet Gününü İnkâr Etmeleri Müşriklerin O Gündeki Durumu Ve Onların Cennetliklerle Karşılaştırılması


11- Daha doğrusu onlar kıyameti yalan­ladılar. Biz kıyameti yalanlayanlara alev alev yanan bir ateş hazırladık.

12- Bu ateş onlara uzak bir yerden gö­zükünce, onlar bunun öfkesini ve uğul­tusunu duyarlar.

13-  Elleri boyunlarına bağlı olarak onun dar bir yerine atıldıkları zaman orada ölüp yok olmayı isterler.

14- (Onlara şöyle denir:) Bugün bir defa helak olmayı değil, birçok defa helak olmayı isteyin.

15-  De ki: Bu mu daha hayırlı, yoksa takva sahiplerine vaad edilen ebedî cennet mi? Cennet onlar için bir mükâ­fat ve dönüş yeridir.

16-  Ebedî kalacakları cennette onlar için diledikleri her şey vardır. Bu, Rab-binden istenilen bir vaaddir.



Açıklaması


"Daha doğrusu onlar kıyameti yalanladılar." Yani ey Peygamber! O müş­riklerin tavırları basiretli olduklarından ve hak yolu bulma arzusuyla değil, yalanlama arzuları ve inatçılıklarındandır. Batıl, asılsız sözlerle dil uzatma şeklindeki sana karşı tutumları onların kıyamet gününü yalanlamalarından kaynaklanmıştır.

Onları bu seviyesiz ve değersiz sözleri söylemeye teşvik eden sebep budur. Çünkü kıyamete, hesaba ve ceza görmeye yakînen iman etmeyen kimse sorum­luluğu anlayıp işlerin sonuçlarını düşünmeksizin, bir şeyi söylerken aklını ve basiretini kullanma yolunu gösteren delillerden istifade etmeksizin derhal it­ham yoluna sapar.

"Biz kıyameti yalanlayanlara alev alev yanan bir ateş hazırladık." Yani biz kıyameti ve kıyamet günündeki hesabı ve amellerin karşılığının verilmesini yalanlayan kimse için alevleri şiddetli, harıl harıl yanan, son derece sıcak acık­lı bir azap hazırladık.

Bu ayet cehennemin şu anda yaratılmış olduğuna delâlet etmektedir. Çün­kü "Biz hazırladık." ifadesi geçmişte meydana gelen bir fiildir. Meselâ bir ayet­te "Kâfirler için hazırlanan ateşten sakının." (Âl-i İmran, 3/131) buyrulmakta-dır. Aynı şekilde cennet de şu anda yaratılmıştır. Bunun delili "(Cennet) takva sahipleri için hazırlanmıştır." (Âl-i İmran, 3/133) ayetidir.

Cenab-ı Hak daha sonra cehennemin dehşetini şu iki sıfatla tavsif etmiş­tir:

Birinci Sıfat: "Bu ateş onlara uzak bir yerden gözükünce onlar bunun öfke­sini ve uğultusunu duyarlar." Yani cehennem uzaktan bakan bir kimsenin göre­ceği bir yerde olunca, cehennemin, şiddetli alevi sebebiyle öfkeli kimsenin sesi­ne ve nefesi göğüs boşluğundan çıkan ve üzüntüsü sebebiyle uğultulu konuşan kimsenin sesine benzeyen kaynama sesini duyarlar.

Abdürrezzak, İbnü'l-Münzir ve İbni Cerir Ubeyd b. Umeyr'den naklediyor­lar: "Cehennem bir nefes alır ne mukarreb meleklerden ne de gönderilen pey­gamberlerden biri ayakta kalamaz, yüzü üzeri düşerler, sinirleri tir tir titrer. Ni­hayet Hz. İbrahim (a.s.) dizleri üzerine çöker ve ya Rabbi, bugün senden sadece nefsimi kurtarmanı isterim, der."

İkinci Sıfat: "Elleri boyunlarına bağlı olarak ateşin dar bir yerine atıldıklan zaman orada ölüp yok olmayı isterler." Onlara şöyle denilir: "Bugün bir de­fa helak olmayı değil, birçok defa helak olmayı isteyin."

Cenab-ı Hak cehennemden uzak bir mesafede olduğu halde kâfirlerin du­rumunu tavsif ettikten sonra onların cehenneme atıldıktan sonraki durumları­nı tavsif etti. Elleri boyunlarına bağlı halde cehennemin dar yerine atılırlar. Yani elleri zincirlerle, kelepçelerle boyunlarına bağlanır. Bunun üzerine bağı­rır, yardım isterler. "Ey helakimiz! Gel, şimdi senin vaktindir." Onlara tek he­lak istemeyin, birçok defa helak olmayı isteyin, denilir. Yani siz bir defa helak olmaya değil pek çok defa helak olmaya mahkûmsunuz. Ya azabın çeşit çeşit olması ve her çeşidin şiddetli oluşu ve korkunçluğu sebebiyle ayrı bir azap olduğundan ya da derileri yanıp piştiği zaman onun yerine başka deri getirile­ceği için böyle denilir.

Bundan maksat helak olmakla azaptan kurtulmaktan ümitlerini kesmek ve bunların azaplarının kurtuluş olmayan ebedî bir azap olduğuna dikkat çek­mektir.

Buradaki yer darlıkla nitelendirildi. Çünkü darlıkta sıkıntı vardır. Ruh ise genişlikte rahat eder. Bunun için Allah cenneti genişliği gökler ve yeryüzü olan yer olarak tavsif etti. Hadis-i şerifte: "Her mümin için köşklerden ve cennetler­den şöyle şöyle verilir." ifadesi yer almaktadır.

Keşşaf müellifinin dediği gibi:

Cenab-ı Hak cehennemliklere çeşitli eziyet ve darlıkları bir arada vermiş­tir. Onları sıralar halinde sıkışık bir halde dar bir yere atmıştır.

Nitekim İbni Abbas (r.a.) ve İbni Ömer'den (r.a.) rivayet olunuyor ki: Ce­hennem kâfire mızrağın altındaki demirin mızrağı sıkması gibi dar gelir. Pey-gamberimiz'e (s.a) bu durum soruldu, o da şöyle cevap verdi. "Nefsimi elinde tutan Allah'a yemin olsun ki tıpkı bahçedeki kazık çirkin göründüğü gibi onlar cehennemde çirkin görünürler."

İmam Ahmed, Enes b. Malik'ten (r.a.) Peygamberimiz'in (s.a) şöyle buyur­duğunu rivayet etmektedir: "İlk cehennem elbisesini giyecek olan kimse İblis'tir. Bu elbiseyi kaşlarının üzerine koyar, arkadan da çeker. Zürriyeti de onun peşin­den gelir. İblis: Eyvah helak oldum, der. Zürriyeti de: Eyvah helak olduk, derler. Nihayet ateşin önünde dururlar. Onlara şöyle denilir: "Bugün bir defa helak ol­mayı değil, birçok defa helak olmayı isteyin." Yani bugün bir defa eyvah, yazık demeyin. Pek çok defa eyvah yazık, deyin.

İbni Kesir diyor ki: Daha isabetli olan görüşe göre ayetteki "sübur" kelime­si helak, veyl, kayıp ve yakalamayı bir arada toplamaktadır. Nitekim Hz. Musa (a.s.) da Firavun'a şöyle demişti: "Ey Firavun! Ben öyle inanıyorum ki sen he­lak olmaya mahkûmsun." (İsra 17/102).

Allah kıyamet gününü ve yalanlayanların cezasını tavsif ettikten sonra üzüntü ve pişmanlığı te'kit edecek şekilde bu ceza ile takva sahibi müminlerin sevabını karşılaştırdı. Rasulü'ne şöyle buyurdu: "De ki: Bu mu daha hayırlı, yoksa takva sahiplerine vaad edilen ebedî cennet mi? Cennet onlar için bir mükâfat ve dönüş yeridir." Ey Muhammed! O yalanlayanları hafife almak ve onla­rı üzüntüye sevk etmek için onlara şöyle de:

Size tavsif edilen bu azap mı daha faziletli yoksa ebediyete kadar devam edecek ebedî cennetin nimeti mi? Cennet Allah'ın emrettiği hususlarda O'na itaat eden, nehyettiği şeylerden sakınan takva sahiplerine vaad edilmiştir. Al­lah cenneti onların dünyadaki itaatlerinin karşılığı ve güzel akıbeti olarak kıl­mıştır. Ebediyet cenneti, nimeti hiç kesilmeyen cennettir.

"Ebedî kalacakları cennette onlar için diledikleri her şey vardır." Takva sa­hipleri için ebediyet cennetlerinde yeme, içme, giyecek, mesken, binek ve gö­rüntü olarak hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir beşer kalbine doğmayan arzu ettikleri lezzet ve zevkler vardır. Onlar nimet içinde hiç bir kesinti ve zeval olmaksızın, ondan başka bir yere intikal etmeksizin ebedî ve daimî olarak kalırlar.

Bu, onların bütün arzularının gerçekleştirileceğinin delilidir. Kendilerine lütufta bulunan ve ihsan eden Allah tarafından bir vaaddir. Bunun için Cenab-ı Hak: "Bu, Rabbinden istenilen bir vaaddir." buyurmuştur. Yani mutlaka ola­caktır, gerekli, söz verilmiş, istenmeye ve talep edilmeye ve yerine getirilmeye lâyık bir vaaddir. Nitekim Cenab-ı Hak bir ayette şöyle buyurmaktadır: "Ey Rabbimiz! Rasullerine vaad ettiğin şeyi bize ver. Kıyamet günü bizi rezil rüsvay eyleme. Şüphesiz ki sen vaadinden dönmezsin." (Âl-i İmran, 3/194), "Ey Rabbi­miz! Dünyada bize iyilik ver. Ahirette de bize iyilik ver. Bizi cehennem azabın­dan koru." (Bakara, 2/201). [5]



Kafirlerin Kıyamet Günü Taptıkları Varlıklarla Durumları


17- (Allah) onları ve Allah'tan başka taptıklarını bir araya topladığı gün: "Bu kullarımı siz mi saptırdınız, yoksa ken­dileri mi yoldan saptılar?" der.

18- Onlar: "Hâşâ! Seni tenzih ederiz! Se­ni bırakıp başka dostlar edinmek bize asla yakışmaz. Fakat sen onları ve ata­larını nimetler içinde yaşattın da so­nunda seni anmayı unuttular. Helak ol­maya lâyık bir kavim oldular." derler.

19-  (Onlara şöyle denilir:) Tapındığınız şeyler sizi söylediklerinizde yalancı çı­kardılar. Artık ne azabı geri çevirebilir­siniz, ne de yardım görebilirsiniz. Siz­den kim zulmetmişse ona büyük bir azap tattıracağız.



Açıklaması


Allah Tealâ Allah'ı bırakıp meleklere ve başka varlıklara tapınan kâfirlere kıyamet günü yapılacak takdir ve azarlamayı bildirerek şöyle buyuruyor:

"Allah kâfirleri ve onların Allah'tan başka taptıkları varlıkları bir araya topladığı gün: Bu kullarımı siz mi saptırdınız, yoksa kendi kendilerine mi doğ­ru yoldan saptılar? der." Yani ey Peygamber! O müşriklere Allah onları ve onla­rın Allah'tan başka taptıkları melekler, Mesih, Üzeyir (a.s.) ve Allah'ın konuş­turacağı putları ve Firavun gibi insanları onlarla bir araya getireceği kıyamet gününü hatırlat. O gün o tapınılan varlıklara ikrar ve ispat için şöyle denecek: Bu kullarımı hak yoldan sapıklığa siz mi düşürdünüz. Yoksa sizin tarafınızdan onlara hiçbir davet gitmeden onlar kendiliklerinden mi size taptılar, kendi ken­dilerine mi doğru yoldan saptılar?

Nitekim bir başka ayette Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Allah: Ey Meryemoğlu İsa! İnsanlara Allah'ı bırakıp da beni ve anamı iki ilah edininiz, diyen sen misin? dediği zaman o şöyle söyledi: Seni tenzih ederim (ya Rab), hakkım olmayan bir sözü söylemem bana yakışmaz. Eğer onu söylemişsem el­bette sen bunu bilirsin. Benim içimde olan her şeyi sen bilirsin. Ben ise senin zatında olanı bilmem. Şüphesiz ki gaybleri hakkıyla bilen sensin." (Maide, 5/116).

"Taptığınız şeyler" ifadesinde "mâ" harfinin kullanılması bu edatın hem akıllı varlıklar hem de diğerleri için umumî olarak konulması sebebiyledir. "Siz" ve "onlar" kelimelerinin faydası şudur: Burada fiilden ve bu fiilin varlı­ğından sual edilmemektedir. Çünkü bu fiil var olmasaydı bu azarlama yapıl­mazdı. Bu fiili üstlenen ve yapan kimseye sual sorulmaktadır. Kendisinin bun­dan sorumlu olduğunu bilmesi için onun zikredilmesi gereklidir. Soru Allah'a bilgi versinler diye değildir. Zira Allah sorulan şeyi ezelî ilmiyle bilmektedir: Bu ayetin faydası şudur: Kendilerine tapınılan bu varlıklar bu şekilde cevap vermek suretiyle kendilerine tapanları yalancı çıkararak onları tekdir etmiş ol­maktadırlar. Onlara tapanlar da bu sebeple şaşkınlığa düşmekte, rezil olmakta ve üzüntüleri artmaktadır. Bu da -Zemahşerî'nin dediği gibi- putperestleri ve diğer müşrikleri açığa vurmakta, rezil etmekte ve Allah'ın gazabına uğramaya lâyık kılmaktadır.

"Bu kullarımı siz mi saptırdınız, yoksa kendi kendilerine mi doğru yoldan saptılar?" sualinin şekli bunun Allah tarafından olduğunu göstermektedir. An­cak bu soru Allah Tealâ'nın emriyle melekler tarafından da sorulacak olabilir.

Cenab-ı Hak daha sonra kendilerine tapınılan varlıkların kıyamet günü vercekleri cevabı bildirerek şöyle buyurdu:

"Onlar: Hâşâ! Seni tenzih ederiz! Seni bırakıp başka dostlar edinmek bize asla yakışmaz. Fakat sen onları ve atalarını nimetler içinde yaşattın da sonun­da seni anmayı unuttular. Helak almaya lâyık bir kavim oldular, derler."

Yani kendilerine tapınılan bu varlıklar ya kendi dilleriyle yahut lisan-ı halleriyle kendilerine söylenen bu sözden hayret duyacaklar ve şöyle diyecek­lerdir:

Ya Rabbi! Müşriklerin sana yakıştırdıkları bu vasıflardan dolayı seni ten­zih ederiz. Bizim seni bırakarak yardımcı edinmemiz asla doğru olmaz. Biz sa­na muhtacız. Mahlûkattan hiçbirinin senden başkasına ibadet etme hakları yoktur. Biz onları bize tapmaya davet etmedik. Bilakis onlar bizim emrimiz ve rızamız olmaksızın kendiliklerinden bunu yaptılar. Biz onlardan ve onların ta­pınmalarından beriyiz, suçsuzuz. Biz senden başka dost kabul etmezken nasıl başkalarını Allah'tan başkasına tapmaya çağırırız? Fakat ömürleri uzadı. Se­nin nimet olarak verdiğin çeşitli hayırlarla dünya mallarıyla meşgul oldular. Dünyevî zevklere ve nefsî şehvetlere daldılar. Peygamberlerin diliyle onlara in­dirdiğin sadece sana ibadet etme davetini unuttular. Onlar hayırsız ve sonunda helak olmaya mahkûm bir kavim oldular.

Bu ayetin benzeri şu ayettir: "Allah onları hep birlikte toplayıp da melekle-

~z: Onlar mı size tapıyorlardı? der. Melekler: Seni tenzih ederiz, derler.   (Sebe, S4 40-41).

Bunun üzerine bunlara tapanlara şöyle denilir: "Tapındığınız şeyler sizi söylediklerinizde yalancı çıkardılar." Artık ne azabı geri çevirebilirsiniz, ne de yardım görebilirsiniz. Yani Allah'ı bırakıp da kendilerine tapındığınız varlıklar -oların "size dost ve yardımcı olacakları ve sizi Allah'a yaklaştıracakları" sek­endeki iddialarınızda sizi yalancı çıkardılar. Onlar -yani sahte ilâhlar- size ge-]ecek azabı geri çevirmeye ve ne şekilde olursa olsun asla kendilerine yardım anneye kadir değildirler.

Nitekim bir başka ayette Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Allah'ı bıra­kıp da kendisine kıyamete kadar cevap veremeyecek varlığa tapmakta olan kim­seden daha sapık kim vardır? Halbuki bu varlıklar onların kendilerine tapma­sından bile habersizdirler. İnsanlar mahşerde bir araya toplatıldıktan zaman i& varlıklar onların düşmanları olurlar. Onların (kendilerine) taptıklarını in­kâr ederler." (Ahkâf, 46/5-6).

"Sizden kim zulmetmişse ona büyük bir azap tattıracağız." Yani Allah'a şirk koşarsa, yahut inkâr ederse ya da fasıklık yaparsa kıyamet günü o kimse­ye derecesini bilemeyeceği kadar şiddetli bir azap tattırırız. Buradaki zulüm Allah'a şirk koşmak ve benzeri büyük günahlardır.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz ki şirk büyük bir zu­lümdür." (Lokman, 31/13), "Kim tevbe etmezse işte onlar zalimlerin ta kendileri­dir. " (Hucurat, 49/11). [6]



Peygamberlerin Beşer Oluşları


20- Biz senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki, onlar yemek yememiş, çarşılarda gezmemiş olsunlar. (Ey in­sanlar!) Biz sizi birbirinizle imtihan ediyoruz, sabrediyor musunuz? Rabbin her şeyi çok iyi görendir.



Açıklaması


"Biz senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki onlar yemek yememiş, çarşılarda gezmemiş olsunlar?" Yani bütün önceki peygamberler de beşer idiler. Gıdalanmak için yemek yiyor, kazanç ve ticaret için çarşılarda dolaşıyorlardı.

Bu vasıflar peygamberlerin durumlarına ve bulundukları makama ters değildir, yahut onların şanlarına aykırı gelecek vasıflar değildir. Onları farklı kılan hususiyetler faziletli ahlâk ile muttasıf olmaları, mükemmel ameller işle­meleri ve her akıl sahibine peygamberliklerinin ve Rableri nezdinden getirdik­leri haberlerin doğruluğunu gösteren olağanüstü haller ve mucizelerle te'yit edilmeleridir. Hz. Muhammed (s.a) bu konuda diğer peygamberler gibidir.

Bu ayetin benzeri şu ayetlerdir: "Biz senden önce de çeşitli kasaba halkla­rından kendilerine vahiy indirdiğimiz bazı adamları rasul olarak gönderdik." (Yusuf, 12/109); "Biz onları yemek yemeyen cesetler kılmadık." (Enbiya, 21/8).

Ayetin manası şudur: Rasul kendilerine gönderildiği kimselerin cinsinden olur. Fakirlik bir ayıp değildir. Çalışmak da insanın kıymet ve itibarını eksilt­mez. Kişilerin değerleri edep ve amelleriyledir.

"Biz sizi birbirinize imtihan vesilesi kıldık." Yani sizi birbirinizle imtihan ediyoruz. İtaat edenle isyan edeni ayırd etmek için sizi birbirinizle deniyoruz. İnsanlar zenginlik-fakirlik, ilim-bilgisizlik, anlayış-ahmaklık, sağlık-hastalık konularında farklı derecelerdedir. Nimet sahibi olan bundan mahrum olan kimseden farkıl olarak sorumludur. Allah değerli rasullerine dünyayı bahşet­meye kadirdir. Fakat O, peygamberleri, kendilerine uyulsun diye, insanların dünyadan uzaklaşıp yüceliklere kavuşmalarını, bütün güçlerini ve gayretlerini ahiret günü için harcamalarını bildirmeleri için tebliğci olarak gönderdi. Nite­kim Cenab-ı Hak kullarından itaat edenle isyan eden, hoş geçinenle eziyet ede­ni ayırd etmeyi, kullarını peygamberleriyle, onları da kullarıyla imtihan et­meyi murad etmiştir.

"Sabrediyor musunuz? Rabbin her şeyi çok iyi görendir." Yani Allah'ın sizin için murad ettiği şeye sabredin. Ey Peygamber! Rabbin sabreden kimse ile şi­kâyette bulunan kimseyi, istikamet üzere olanla hak yolu görmezden gelenleri gayet iyi bilmektedir ve onlardan herbirine lâyık oldukları sevap ve ceza ile karşılık verecektir.

Ebu'd-Derdâ (r.a.) Peygamberimiz'in (s.a) şöyle buyurduğunu rivayet et­mektedir: "Cahilden alime, halktan sultana, sultandan halkına, köleden efendi­ye, güçsüzden güçlüye, güçlüden güçsüze (hak geçtiği için) çok yazık. Hepsi bir­biri için imtihan vesilesidirler." Peygamberimiz'in (s.a.) şöyle buyurduğu riva­yet edilmektedir: "Allah Tealâ şöyle buyurmaktadır: Ben seni imtihan edeceğim ve senin sebebinle insanları imtihan edeceğim."

İmam Ahmed'in Müsned'inde Peygamberimiz'den (s.a.) şu hadis-i şerif ri­vayet edilmektedir: "Dileseydim, Allah bana altın ve gümüşten dağlar verirdi."

Buharî Sahih' inde: "Peygamberimiz (s.a.) melik ve peygamber olmakla, kul ve rasul olmak arasında muhayyer bırakıldı. O kul ve rasul olmayı tercih etti." şeklinde rivayet kaydetmektedir.

Mukatil diyor ki: Bu ayet Ebu Cehil b. Hişam, Velid b. Mugîre, As b. Vail ve diğer Kureyş ileri gelenleri Ebu Zer, Abdullah b. Mes'ud, Ammar, Bilâl, Sü-heyb ve Ebu Huzeyfe'nin azatlı kölesi Salim'in müslüman olduklarını görünce: "Biz de müslüman olup onlar gibi mi olalım?" dediler. Bunun üzerine Cenab-ı Hak: o müminlere hitap ederek "Sabrediyor musunuz?" Yani gördüğünüz bu sı­kıntılı durum, fakirlik, yorgunluk ve eziyete karşı tahammül edin, buyurdu. Sanki Cenab-ı Hak müminler için bir imtihan ve deneme olsun diye kâfirlere mühlet ve imkân tanımaktadır. Müslümanlar sabredince de Allah onlar hak­kında şu ayeti indirdi. "Sabretmelerine karşılık bugün onlara mükâfat verdim." (Mü'minûn, 23/111). [7]



Müşriklerin Kendilerine Meleklerin İnmesini Yahut Allah'ı Görmeyi Talep Etmeleri Ve Onlara Amellerinin Boşa Gittiğinin Bildirilmesi


21- Huzurumuza çıkacaklarını ummayanlar: "Bize melekler indirilse veya Rabbimizi görsek!" dediler. Yemin olsun  ki onlar kendilerini büyük görmüşler ve azgınlıkta çok ileri gitmişlerdir.

22- Melekleri gördükleri gün işte o gün suçlulara müjde yoktur. Melekler: "Size bugün müjde yasaktır, mahrumsunuz." derler.

23- Biz onların işledikleri her ameli ele alıp saçılmış toz zerreleri yaparız.

24- O gün cennetlikler en hayırlı yerde, en güzel dinlenme yerindedirler.



Açıklaması


Bu sahne kâfirlerin inkarcılık ve inatçılıkta ısrar ettikleri sahnelerden hayret verici bir sahnedir. Kur'an bu sahneyi şu ayetle tasvir etmektedir:

"Huzurumuza çıkacaklarını ummayanlar: "Bize melekler indirilse veya Rabbimizi görsek, derler."

Yani dirilişi, sevap ve cezayı inkâr eden müşrikler: "Peygamberlere indiril­diği gibi bize de melekler indirilseydi biz de bunları apaçık görseydik, bu me­lekler bize Muhammed'in (s.a) peygamberlik davasında sadık ve samimî oldu­ğunu bildirseler, ya da gündüz açıkça Rabbimizi görsek, O da Muhammed'i bize kendisinin gönderdiğini bildirse ve bize onu tasdik edip ona uymamızı emret-seydi." derler. Bir başka ayette onların bu teklifleri şu şekilde anlatılır: "Yahut Allah'ı ve melekleri kefil olarak getiresin." (İsra, 17/92). Gerçek şudur ki bu söz­leriyle sana büyüklenme, inkâr ve inatta devam etme maksadı güdüyorlardı. Bunun için Cenab-ı Hak şöyle buyurdu:

'Yemin olsun ki onlar kendilerini büyük görmüşler ve azgınlıkta çok ileri gitmişlerdir." Yani Allah'a yemin olsun ki onlar büyüklendiler, hakkı kabul et­meme gururunu gizlediler. Bu onların kalplerinde olan küfür ve inatçılıktır. Cenab-ı Hakk'ın buyurduğu gibi: "Onların göğüslerinde hiç şüphe yok ki asla yetişemeyecekleri bir büyüklük taslamaktan başka bir şey yoktur." (Gafir, 40/56). Onlar buna inandılar zulüm ve küfür hususunda haddi aştılar. Bu hu­susta son derece aşın gittiler. Bunlar bu çirkin söze ancak kibir ve azgınlıkları sebebiyle cüret ettiler.

Onlar gerçekte ise asla iman etmezler. Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle buyurmaktadır: "Eğer gerçekten biz onlara melekleri indirseydik, ölüler kendileriyle konuşsaydı, her şeyi de onlara karşı (senin söylediklerine) ke­filler olmak üzere bir araya getirip toplasaydık onlar Allah dilemedikçe yine iman edecek değillerdir." (En'am, 6/111).

Cenab-ı Hak daha sonra onların melekleri görme durumunu tehdit ederek bildirdi ve şöyle buyurdu:

"Melekleri gördükleri gün, işte o gün suçlulara müjde yoktur. Melekler: Size bugün müjde yasaktır, mahrumsunuz." derler. Yani onlar melekleri iyi bir du­rumda görmezler, sadece kötü bir durumda görürler. Onlar melekleri ölüm anında ya da kıyamet gününde görürler. Melekler: "Size hayırlı bir müjde yok­tur. Size hoşgeldiniz diyemiyeceğiz." derler. Onlara cehennemi ve Cebbar olan Allah'ın gazabını müjdelerler. Melekler onlara şöyle derler. "(Haydi) canlarınızı kurtarın. Allah'a karşı haksız olanı söylediğiniz, Allah'ın ayetlerinden kibirlenerek uzaklaştığınız için bugün horlayıcı bir azapla cezalandırılacaksınız." (En'am, 6/93).

Bir görüşe göre ise kâfirler, "hicran mahcûran" derler. Yani Allah'ın kendi­lerinden tehlike ve zararı kaldırması için: "Allah'a sığınırız, O'na niyaz ederiz." derler. Bundan maksat meleklerden sığınmalarıdır.

İbni Kesir diyor ki: Bu ifadenin kaynağı ve delili olsa da ayetin akışına gö­re bu uzak bir görüştür. Bilhassa cumhur bundan farklı bir görüşü ortaya koy­muştur. Bu "hicran mahcûran" sözü meleklerin kâfirlere söylediği bir sözdür. Bununla, "mağfiret ve cennetle müjdelenmek, takva sahiplerine verilen müjde size haramdır, yasaktır. Bugün size kurtuluş haramdır." anlamı kastedilmiştir.

Bu müminlerin ecellerinin yaklaşması vaktindeki durumlarının aksinedir. Çünkü müminler hayırlarla ve sevinçli olayların meydana gelmesiyle müjdele­nirler. Allah Tealâ şöyle buyurur: "Şüphesiz ki Rabbimiz Allahtır deyip de son­ra doğruluk üzere yürüyenlere, korkmayın, tasalanmayın vaad olunduğunuz cennette sevinin diye diye melekler inecektir. Biz dünya hayatında da ahirette de sizin dostlarınızız. Çok mağfiret edici ve çok merhamet edici Allah'tan bir lütuf olmak üzere burada canlarınızın hoşlandığı her şey sizindir. Burada ne isterse­niz (hepsi) sizin." (Fussilet, 41/30-32).

Sahih hadiste Bera b. Azib'den (r.a.) rivayet ediliyor ki: "Melekler müminin ruhuna şöyle derler: Ey güzel cesetteki güzel nefis, eğer o cesedi imar ediyorsan çık. Ravh ve Rayhan cennetine ve gazaplı olmayan Rabbinin huzuru­na çık."

Cenab-ı Hak daha sonra kâfirlerin dünyada iftihar ettikleri ikram, sada­ka, esiri serbest bırakma, yardım isteyeni kurtarma, iltica edeni himaye etme, Beytullah'a ve hacılara hizmet etme gibi hayırlı hizmetlerinin boşa çıktığını haber verdi ve şöyle buyurdu:

"Biz onların işledikleri her ameli ele alıp saçılmış toz zerreleri yaparız." Biz kıyamet günü kulların işledikleri hayır ve şer amellerinin hesabı görüldü­ğü zaman dünyada kâfirlerin güzel amellerini ele alırız. Biz bu amelleri ya Al­lah için ihlâsı ya da Allah'ın şeriatına tabi olma şeklindeki amellerin kabulü­nün şer'î şartı bulunmadığı için hiçbir faydası ve yararı olmayan saçılmış toz gibi dağınık şekle getiririz. Zira Allah rızası için halisane yapılmayan ve Al­lah'ın razı olduğu şeriat metodu üzerine yapılmayan her amel batıldır. Kâfirle­rin amelleri bu iki şarttan birini ve her ikisini de taşımamaktadır. Bu sebeple kabulden uzak olur.

Cenab-ı Hak bundan sonra o kâfirlerin durumuyla müminlerin durumunu karşılaştırdı:

"O gün cennetlikler en hayırlı yerde en güzel dinlenme yerindedirler." Yani cennet, en güzel sığınak ve konaktır, en kâmil istikrar yeridir. Buradakilerin durumu, müşriklerin cehennemdeki durumundan daha iyi, daha rahattır. "Müstekarr" istikrar yeri "makîl" kaylüle yeri demektir. Bu onların yer açısın­dan en güzel yerde, zaman açısından da en güzel zamanda olduklarına işarettir. Cehennemde hayır olmaması sebebiyle ayetten murad Cenab-ı Hakk'm "Bu mu, yoksa ebediyet cenneti mi daha hayırlıdır." ayetiyle murad edildiği gibi teh­dit ve azarlamadır.

Bu mahlûkatm hesabının yarım gün içinde biteceğine delildir. Nitekim ha-dis-i şerifte şu ifade yer almaktadır: "Şüphesiz ki Cenab-ı Hak mahlûkatm he­sabını yarım gün içinde görecektir. Bunun üzerine cennetlikler cennete, cehen­nemlikler cehenneme yerleşecektir."

Bu ayetin bir benzeri Cenab-ı Hakk'ın şu ayetidir: "Şüphesiz ki bugün cen­netlikler sevinçli olarak bir zevk ve eğlence içindedirler. Kendileri de, eşleri de gölgelerdedir. Tahtların üzerine kurulup dayanmışlardır." (Yasin, 36/55-56). [8]



Kıyamet Gününün Korkunçluğu ve Dehşeti


25- O gün gökyüzü bulutlarla yarılacak, melekler bölük bölük indirileceklerdir.

26-  O gün mülk Rahman'ındır. Bugün kâfirler için çok zor bir gündür.

27- O gün zalim ellerini ısıracak, şöyle diyecektir: Ne olaydı, keşke ben de pey­gamberle beraber hak yolu tutsaydım.

28- Vah başıma gelenlere! Keşke falanı dost edinmeseydim.

29- Yemin olsun ki, bana öğüt gelmişken beni zikirden o saptırdı. Zaten şeytan insanı yapayalnız ortada bırakır.



Açıklaması


"O gün gökyüzü bulutlarla yarılacak..." Yani ey Peygamber! Gökyüzünün bulutlarla yarılacağım, açılacağını, dünya nizamının değişeceğini, dünyanın sona ereceğini, bulutların parçalanması, çözülmesi ve havada dağılmaları sebe­biyle güneş ve yıldızların buluta benzer bir şekil alacağını hatırlat. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Gök yarıldığı zaman, yıldızlar dağılıp dö­küldüğü zaman" (İnfitar, 82/1-2); "O gün gök açılmış, kapı kapı olmuş, dağlar yürütülmüş, bir serap haline gelmiştir." (Nebe, 78/19-20); "İşte o zaman kıyamet kopmuştur. Gök yarılmış, artık o gün çözülmüştür." (Hakka, 69, 15-16).

"...ve melekler bölük bölük indirileceklerdir." Yani melekler kullar için hüc­cet ve delil olmak üzere ellerinde amel defterleri olduğu halde inerler.

Bu ayetin bir benzeri de şu ayettir: "Onlar Allah'ın buluttan gölgeler için­de meleklerle birlikte kendilerine gelivermesini ve işlerinin bitirilmesini mi bek­liyorlar." (Bakara, 2/210). "Bugün kâfirler için çok zor bir gündür." (Müddessir, 74/9-10). Müminlere gelince, Cenab-ı Hakk'ın buyurduğu gibi "Büyük korku on­lara üzüntü vermez." (Enbiya, 21/103).

İmam Ahmed Ebu Said el-Hudri'den (r.a.) rivayet ediyor: Peygamberimiz'e (s.a.):

- Ya Rasulallah! "Mikdarı elli bin yıl olan gün" (Meâric, 70/4) ayetindeki gün ne kadar da uzun bir gün! dediler. Rasulullah (s.a.):

- Nefsimi elinde tutan Allah'a yemin ederim ki bugün mümine hafifletilir, hatta bu gün mümine, dünyada kıldığı bir farz namazdan daha hafif gelir, bu­yurdu.

"O gün zalim ellerini ısıracak ve şöyle diyecektir. Ne olaydı keşke ben de peygamberle beraber hak yolu tutsaydım."

Yani ey Peygamber! Müşriğin ve her zalimin hayatında ihmal ettiği kulluk vazifesi sebebiyle ve Rasulullah'ın (s.a) getirdiği hak ve hidayet yolundan yüz çevirmesi sebebiyle pişmanlık, acı ve üzüntü duyarak ellerini ısıracağı ve "Ne olaydı keşke ben de Rasulullah (s.a) ile birlikte kurtuluş ve selâmet yoluna gir-seydim." diyeceği kıyamet gününü hatırla.

"Vah başıma gelenler! Keşke falanı dost edinmeseydim." Ey helakim! Gel artık, senin vaktin geldi. Ne olaydı keşke ben kendisine uymakla beni bu dere­ceye düşüren, beni hidayetten alıkoyan ve sapıklık yoluna sokan ve beni saptı­ran falan kişiyi samimi dost, sıcak bir arkadaş edinmeseydim diyecektir. Bu dost ister Übeyy b. Halef ister Ümeyye b. Halef, isterse başkaları olsun fark et­mez.

'Yemin olsun ki, o bana öğüt gelmişken beni zikirden saptırdı." Bu insanla­rın sözünün devamıdır. Yani bana hak ulaştıktan sonra beni Allah'ı zikretmek­ten, imandan ve Kur'an'dan saptırdı.

"Zaten şeytan insanı yapayalnız ortada bırakır. "Bu Allah'ın kelâmı olup zalimin sözünden yapılan nakil değildir. Yani şeytanın âdeti insanı haktan çe­virmek, haktan alıkoymak, insanı batıla çağırmak, batılda kullanmak, sonra da yüzüstü bırakıp belâ anında insandan uzaklaşmak, son noktada insana fay­da vermemektir.

Şeytan, o zalimin samimi dostuna işarettir. Şeytanın sapıklığa düşürmesi gibi zalim de samimî dostu sapıklığa düşürdüğü için şeytan diye adlandırılmıştır.

Yani burada şeytan kelimesiyle İblis murad edilmiştir. Zira sapıklığa teş­vik eden kimseyle dostluğa ve arkadaşlığa, Rasulullah'a (s.a) muhalif olmaya zevkeden, sonra da o kimseyi yalnız bırakan şeytandır. Yahut cins isim olup in­sanlardan ve cinlerden şeytanlık yapan herkes murad edilmiştir. Bu son mana en evlâ olan manadır.[9]



Kafirlerin Kur’an-ı Terketmeleri ve Kur’an’ın Toplu Halde İnmesini İstemeleri


30-  Peygamber: "Ey Rabbim! Doğrusu kavmim, bu Kur'an'ı bırakıp terk etti." dedi.

31- Biz her peygamberin karşısına böy­lece suçlulardan bir düşman gurubu çı-karmışızdır. Yol gösterici ve yardımcı olarak sana Rabbin yeter.

32- Kâfirler: "Kuran, Muhammed'e top­lu halde bir defada indirilmeli değil miydi?" dediler. Oysa biz onu senin kal­bine iyice yerleştirmek için böyle indir­dik. Onu tertil üzere okuttuk.

33-  Müşriklerin sana getirdikleri her misale karşı biz sana onun hakikatini ve en güzel açıklamasını getirdik.

34- Yüzüstü cehenneme sürüklenecek olanlar, işte yerleri en kötü ve yolları en sapık olanlar bunlardır.



Açıklaması


"Peygamber: Ey Rabbim! Doğrusu kavmim bu Kur'an'ı bırakıp terk etti, dedi." Yani Rasulullah (s.a) Rabbine müşriklerin kötü davranışlarından ve dü­şük sözlerinden şikâyette bulunarak şöyle dedi: Ya Rabbi! Doğrusu benim kav­mim olan Kureyşliler bu Kur'an'a kulak vermeyi terk ettiler, ona iman etmediler. O'nu dinlemekten ve ona tabi olmaktan yüz çevirdiler.

Müşrikler Kur'an'a kulak vermiyorlar ve onu dinlemiyorlardı. Nitekim Ce-nab-ı Hak onları şöyle anlatmıştı: "İnkâr edenler: "Bu Kur'anı dinlemeyin, onun hakkında yaygara yapın, belki de böylece siz üstün gelirsiniz." (dediler)." (Fussilet, 41/26).

Müşrikler kendilerine Kur'an okunduğu zaman çok gürültü çıkarıyor ve yaygara yapıyorlar, Kur'an'ı duymuyorladı. Bu Kur'an'ı terk etmek demekti. Aynı şekilde Kur'an'a iman etmemek ve onu tasdik etmemek de Kur'an'ı terk etmek sayılır. Kur'an'ın manasını düşünmemek ve anlamaya çalışmamak, Kur'an'la amel etmemek, onun emirlerine uyup nehiylerinden kaçınmamak da Kur'an'ı terk etmektir. Kur'an'ı bırakıp onun dışındaki şiir, söz, şarkı ve eğlen­ceye yönelmek de Kur'an'ı terk etmektir. İbni Kesir ayeti böyle açıklamıştır.[10]

"Biz her peygamberin karşısına böylece suçlulardan bir düşman gurubu çı-karmışızdır." Bu ayet Rasulullah'ın (s.a.) kavminden gördüğü eziyet, engelle­me ve yüz çevirmeye karşılık ona yapılan ilâhî bir tesellidir. Yani Ey Muham-med üzülme! Allah'ın mahlûkatındaki ilâhî sünneti budur. Nasıl senin aleyhin­de batıl sözler söyleyen müşrik düşmanları senin karşına çıkarmışsak aynı şe­kilde geçmiş ümmetlerin peygamberlerinden her birinin karşısına insanları kendi dalâletlerine ve küfürlerine davet eden zalim müşrik düşmanlar çıkar-mışızdır. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Biz bu şekilde her peygambe­rin karşısına insan ve cin şeytanlarını çıkardık." (En'am, 6/112). O halde onla­rın sabrettikleri gibi sen de sabret. Risaletini tebliğe devam et.

İbni Abbas diyor ki: Peygamberimiz'in (s.a.) düşmanı Ebu Cehil idi. Hz. Musa'nın düşmanı amcasının oğlu Karun idi.

Fakat zafer ve üstünlük Rasulullah'ın (s.a.) olmuştur. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: 'Yol gösterici ve yardımcı olarak sana Rabbin yeter." Seni hakka iletmek üzere, sana tabi olan, senin kitabına iman eden ve seni tas­dik eden kimselere din ve dünyanın menfaatlerini gösterici olarak Rabbin Al­lah sana yeter. O düşmanlarına karşı dünya ve ahirette sana yardımcıdır.

Allah Tealâ "hidayet" ile "yardımı" birlikte zikretti. Çünkü hidayet müminlerin kâfirlere karşı zafere kavuşmalarının yoludur.

Müşrikler hiç kimse Rasulullah (s.a.) vasıtasıyla hidayete ermemesi, ken­di sistemlerinin Kur'an sistemine galip gelmesi, üstünlük ve hakimiyet gücünü ellerinde tutmak ve güçler dengesinin kendi menfaatlerine ağırlık vermekte devam etmesi için insanların Kur'an'a uymalarını engelliyorlardı.

Cenab-ı Hak, Rasulullah'ın (s.a.) kavmini Rabbine şikâyet etmesini beyan ettikten sonra Mekke'li müşriklerin bir başka şüphesini şöyle anlattı:

"Kâfirler: "Kur'an Muhammed'e toplu halde bir defada indirilmeli değil •~ıivdi?" dediler."

Yani Mekke'li müşrikler hakkında onun uydurma ve iftira olduğu, eskile­rin masalları olduğu şeklindeki önceki itirazlarına bir itiraz daha eklediler. O da şu sözleriydi: Eğer sen kendinin Allah tarafından gönderilen bir rasul oldu­ğunu iddia ediyorsan Tevrat'ın Hz. Musa'ya, İncil'in Hz. İsa'ya ve Zebur'un Hz. Davud'a indirildiği gibi Kur'an'ı bize bir defada getirmen gerekmez miydi?

Ayetin manası şudur: Kur'an gerçekten Allah tarafından gönderilmiş ol­saydı, önceki ilâhî kitapların indirilmesi gibi Hz. Muhammed'e (s.a) bir defada indirilmeli değil miydi?

Allah Tealâ da bu itiraza şu ayetle cevap verdi: "Oysa biz onu senin kalbi­ne iyice yerleştirmek için böyle indirdik. Cibril'in diliyle onu tane tane okuttuk." Yani biz onu bu şekilde parça parça indirdik. Onu zaman zaman gönderdik. Olaylara ve meselelere ihtiyaç duyulan hükümlere göre 23 sene zarfında Cib­ril'in diliyle okuttuk.

Bunun pek çok hikmet ve faydaları vardır. En önemlileri şunlardır: [11]

a) Allah'ın şeriatını Peygamberimiz'in (s.a) kalbine iyice yerleştirmek, Kur'an'ın ezberlenmesi ve anlaşılmasına ve hükümlerinin gayet hassas ve kâ­mil bir şekilde uygulanmasına yardımcı olmak:

Peygamberimiz (s.a.) ümmî idi, onun ümmeti de iimmî olup okuma-yazma bilmiyorlardı. Kur'an eğer onlara bir defada inmiş olsaydı onu aynen muhafaza etmeleri zor olur, hata ve yanlışlık yaparlardı. Ayrıca Peygamberimiz'in (s.a) zaman zaman Cebraili görmesi onun azmini güçlendiren, ilâhî mesajı tebliğ et­me ve hayat çizgisini düzeltme hususunda onu sabırlı olmaya, kendisine mey­dan okuyanlara karşı direnmeye, kavminin, eziyetlerine karşı tahammüllü ol­maya ve cihadına devam etmeye sevk eden sebeplerden biriydi.

b) Mükellefleri bir anda pek çok hükümle yükümlü kılma meşakkatine se­bep olmamak.

Eğer müminler şeriatın emirlerini bir defada alma talebiyle karşı karşıya gelselerdi belki de sıkıntı ve zorluğa düşecekler, bu emirleri uygulamaları basit ve kolay olmayacaktı.

c) İslâm hukukunda tedrîc prensibinin gözetilmesi: Nesilden nesile intikal eden âdet ve gelenekler ve genel örfler Arap toplumunda ve diğer toplumlara hâkim idi. Onlar kendilerine tahakküm eden âdetleri terk etmek talebiyle kar-şılaşsalardı dinden nefret edip yüz çevirirler ve hep birlikte: "örf ve adetlerimi­zi bırakmayız." diye ısrar ederlerdi. Hikmet, maslahat ve eğitimdeki basan ge­reği ve bu yerleşmiş yahut alışkanlık haline gelmiş âdetlerin değişmesi için Kur'an'ın parça parça inmesi ve gönülleri nihaî hükmü kabul etmeye hazırla­mak üzere hükümlerde bir merhaleden bir başka merhaleye tedricen geçilmesi gerekliydi.

d) Olaylara, acil ve özel durumlara çözümler getirilmesi ve suallere en uy­gun, en isabetli cevapların verilmesi.

Eğer teşrî, ister barış isterse savaş durumuyla ilgili olsun bir defada olsay­dı plan deşifre olur, müslümanların üzerine hakimiyeti elde etmek için düş­manlar tuzak kurarlardı, hilekâr ve sahtekârlar da şer'î hükmün geçerlilik de­recesi hakkında kolayca şüphe uyandırırlardı.

"Onların getirdikleri her misale karşı biz sana hakkı ve en güzel açıklama­sını getirdik." Yani o inatçı müşrikler sana bir delil veya şüphe getirseler, hak­ka aykırı söz söyleseler yahut peygamberliğin hakkında şüphe verseler biz on­ların sözlerini çürütecek, hüccetlerini iptal edecek gerçekte daha doğru, onların sözlerinden daha açık, daha net ve daha fasih olan değişmeyen hakikat ile on­lara cevap veririz. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Hayır, biz hak­kı batılın tepesine atarız da o bunun beynini parçalar. Bir de görürsünüz ki, bu yok olup gitmiştir." (Enbiya, 21/18).

İnatçı kavmin Allah'ın Rasulü'nü (s.a) yalancılarla tavsif etmesinden son­ra Allah Tealâ onların ahiretteki kötü durumlarını ve kötü, çirkin sıfatlarla ce­henneme sürükleneceğine delâlet eden kıyametteki vasıflarını zikrederek şöyle buyurdu:

'Yüzüstü cehenneme sürüklenecek olanlar, işte yerleri en kötü ve yolları en sapık olanlar bunlardır." Yani zelil kılınarak, rezil edilerek ve horlanarak ce­henneme sürüklenecek ve zincirlerle cehenneme götürülecek olan ve Allah'ın Rasulü'ne iftira eden o müşrikler cennet ehline göre en kötü yer olan cehen­nemdedir. Haktan sapan en kötü yoldadır.

Bundan maksat bu yoldan onları men etmektir. Nitekim önce geçen ayette "O gün cennetlikler daha hayırlı bir yerdedirler." buyurulmuştur.

Bundan maksat fazilet derecelerini beyan etmek değildir. Bu sadece ce­hennemliklerin kötü durumunu ve cennetliklerin iyi durumunu beyan etmek­ten ibarettir. Ayrıca kâfirlerin kıyametteki yerlerinin müminlerin yerlerine gö­re çok kötü olduğuna, onların yolunun müslümanların yoluna göre çok sapık olduğuna kâfirlerin dikkatini çekmektir.

Sahih-i -Buharî'de Enes b. Malik'ten (r.a.) rivayet edilmiştir ki, bir zat:

- Ya Rasulallah! Kıyamet günü kâfir nasıl yüzüstü hasredilecek? Peygam­berimiz (s.a.) buyuruyor ki:

-  Onu ayakları üzerine yürüten Allah, kıyamet günü yüzüstü yürütmeye kadirdir. Tirmizî Ebu Hureyre'den rivayet ediyor: "Kıyamet günü insanlar üç =ınıf halinde haşrolunacak: Bir sınıf, yaya, bir sınıf binek üzerinde, bir sınıf da yüzleri üzerinde haşrolunacak. Denildi ki:

-Ya Rasulallah nasıl yüzüstü yürüyecekler?

-  Onları ayakları üzerinde yürüten Allah yüzüstü yürütmeye de kadirdir. jnlar yüzlerini her tümsekten ve dikenden sakınırlar." [12]



Bazı Peygamberlerin Kıssaları Ve Bunları Yalanlayanların Cezaları


35- Yemin olsun ki, biz Musa'ya Kitab'ı verdik. Kardeşi Harun'u da kendisine vezir yaptık.

36- Her ikisine: "Ayetlerimizi yalanlayan kavme gidin." dedik. Sonunda o kavmi tamamen helâk ettik.

37- Nuh kavmini de, elçilerimizi yalan­ladıkları zaman suda boğmuş ve onları insanlara ibret kılmıştık. Biz zalimlere acıklı bir azap hazırladık.

38- Âd ve Semud kavmini, Ashab-ı Ress'i ve bunların arasında geçen bir çok ne­silleri de helâk ettik.

39-  Her birine misaller getirdik (ama dinlemediler). Biz de hepsini tamamen helâk ettik.

40- Yemin olsun ki, onlar (Mekkeliler) felâket yağmuruna tutulan kasabaya mutlaka uğramışlardır. Orasını görme­diler mi? Doğrusu onlar tekrar dirile­ceklerini ummuyorlardı.



1. Kıssa: Hz. Musa ve Hz. Harun Kıssası:


"Yemin olsun ki biz Musa'ya Tevrat'ı verdik, kardeşi Harun'u da kendisine vezir yaptık." Cenab-ı Hak Hz. Musa'yı zikrederek anlatmaya başladı. Şöyle buyurdu: Allah'a yemin olsun ki biz Musa'ya Tevrat'ı verdik. Onunla birlikte kardeşi Harun'u da ona vezir olarak -yani destek veren, yardımcı olan bir peygamber olarak- gönderdik. Hz. Harun'un peygamberliği şu ayette sabittir: "Biz bizim rahmetimizde ona kardeşi Harun'u vezir olarak bağışladık." (Meryem, 19/53). Hz. Harun (a.s.) bu hususta Hz. Musa'ya tabidir. Bu sebeple her iki şah­sa peygamberliği tebliğ etmek emredilmiştir.

"Biz her ikisine: "Ayetlerimizi yalanlayan kavme gidin." dedik. Sonunda o kavmi tamamen helak ettik."

Yani Allah Tealâ Hz. Musa ile Hz. Harun'a: "Risaleti tebliğ etmek, yani Al­lah'ın birliğini ve rabliğini, O'ndan başka ilâh olmadığını ve O'ndan başka iba­dete lâyık hiçbir varlık olmadığını duyurmak için Firavun'a ve kavmine gidin." diye emretti. Hz. Musa ile Hz. Harun Firavun'a gittiklerinde Firavun ve ordu­su bunları yalanladı.

Nitekim Cenab-ı Hak başka surelerde bu durumu şöyle beyan etmektedir: "Hani Rabbi O'na mukaddes Tuvâ vadisinde şöyle nida etmişti: Firavun'a git. Çünkü o pek azmıştır. Bundan dolayı ona şöyle de: Senin hiç (küfürden) temiz­lenmeye meylin var mı? Seni Rabbini tanımaya irşad edeyim ki O'ndan korka-sın. Musa ona en büyük mucizeyi gösterdi. Fakat o yalanladı ve isyan etti." (Nâ-ziât, 79/19-21).

"Sen ve kardeşin birlikte mucizelerimle gidin. İkiniz de beni anmakta gev­şeklik göstermeyin. Firavun'a gidin. Çünkü o hakikaten azdı. Ona yumuşak söz söyleyin. Olur ki nasihat dinler, yahut (Allah'tan) korkar dedi. Bunun üze­rine (Musa ve Harun) Ey Rabbimiz! Doğrusu biz onun bize karşı aşın gitmesin­den yahut tuğyanını artırmasından endişe ediyoruz, dediler. Allah buyurdu ki: Korkmayın. Çünkü ben sizinle beraberim. Ben (her şeyi) işitirim, görürüm."

Firavun ve kavmi Hz. Musa'nın ve kardeşi Hz. Harun'un risaletini yalan­layıp Allah'ın birliğini kabul etmeyince Allah onları tamamen helak etti. Bu­yurdu ki: "Allah onları kökten yok etti. O kâfirler de bunun benzerine lâyıktır­lar. " (Muhammed, 47/10).

Ey Mekke kâfirleri! Küfrün ve peygamberleri yalanlamanın akıbetini bek­leyin. [13]



2. Kıssa: Hz. Nuh Kıssası:


"Nuh kavmini de elçilerimizi yalanladıkları zaman suda boğmuş ve onları insanlara ibret kılmıştık." Yani Ey Muhammed! Nuh kavminin yaptıklarını kavmine anlat. Nuh kavmi aralarında 950 sene kalarak Allah'ın birliğine da­vet eden, kendilerini O'nun azabından ve cezasından sakındıran peygamberleri Hz. Nuh aleyhisselâmı yalanladılar. O'na pek az kimse iman etti, biz de onları tufanla boğduk. İnsanların ibret almaları için onları ders, öğüt ve ibret kıldık. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Gerçekten her yanı su bastığı ve kabardığı zaman sizi gemide biz taşıdık. Onu sizin için bir öğüt ve ibret yapa­lım, onu belleyen kulaklar da bellesin diye." (Hakka, 69/11-12).

"Elçileri yalanladılar." sözü ile bir peygamberi yalanlayan bütün peygam­berleri yalanlamış olur esası üzerine Hz. Nuh'un (a.s.) Yalanlanması maksadı güdülmektedir. Zira bir peygamberle diğeri arasında hiçbir fark yoktur. Onla­rın Allah'ın birliği ve putlara tapmayı terk etmek için yaptıkları davet aynıdır. Allah'ın kendilerine her rasulü gönderdiği farz edilse bile onlar bunu yalanla­yacaklardır.

Daha sonra Cenab-ı Hak hükmü genel hatlarıyla beyan ederek şöyle bu­yurdu: "Biz zalimlere acıklı bir azap hazırladık." Biz Allah'ı inkâr eden ve Onun peygamberlerine iman etmeyen ve peygamberleri yalanlamak hususun­da onların yoluna giren her zalim için ahirette acıklı bir azap hazırladık.

Bu ifadede Kureyş kâfirlerine, Nuh kavmine isabet eden azap gibi kendile­rine de azap isabet edeceği şeklinde tehdit yapılmaktadır. [14]



3. Kıssa:Âd, Semud ve Ashabu'r-Ress Kıssası:


Ey Peygamber! Yine kavmine peygamberleri Hz. Hud'u yalanlayan Âd kıs­sasını, peygamberleri Hz. Salih'i yalanlayan Semud kabilesi kıssasını ve putpe­rest bir kavim olup kuyuları ve davarları bulunan Ashabu'r-Ress (kuyu sahip­leri) kıssasını anlat.

Allah bunlara Hz. Şuayb'ı (a.s.) -bir görüşe göre başka peygamberi- gön­derdi. O da onları Allah'ın birliğine, kendi risaletine iman etmeye davet etti. Onlar da peygamberi yalanladılar. Onlar kuyunun etrafında otururlarken Al­lah onları da evlerini de yerin dibine geçirdi.

İbni Cerir Ashabu'r-Ress'ten muradın Bürûc Suresi'nde zikredilen "Asha-bü'1-Uhdûd" olduğu görüşünü tercih etmiştir.

"... ve bunların arasında geçen bir çok nesilleri de helak ettik." Yani Nuh kavmi, Âd, Semud Kavmi ve onlar peygamberleri yalanlayınca biz onların hep­sini helak ettik.

"Her birine misaller getirdik. Biz de hepsini tamamen helak ettik." Bu ka­vimlerden herbirine hüccetleri beyan ettik ve delilleri açıkladık, onların maze­retlerini kaldırdık. Onlar da iman etmediler, bütün şüphelerine ve itirazlarına cevap verilmesine rağmen yalanladılar. Biz de onları şiddetle helak ettik. Nite­kim Cenab-ı Hak buyuruyor ki: "Nuh'tan sonra nice nesilleri helak ettik." (İsra, 17/17).

"el-Karn" kelimesi zahir olan görüşe göre, bir zaman içinde çağdaş olan ümmet demektir. Onlar gidip de yerlerine başka bir nesil geçmişse bu başka bir ümmettir. Nitekim Buharî ve Müslim'in Sahih 'lerinde şu hadis yer almak­tadır: "Asırların hayırlısı benim asrımdır. Sonra bundan sonra gelenlerdir. Da­ha sonra da onlardan sonra gelenlerdir." [15]



4. Kıssa: Hz. Lût Kıssası:


"Yemin olsun ki onlar felâket yağmuruna tutulan kasabaya mutlaka uğ­ramışlardır. " Yani Mekke müşriklerine çeşitli bir ibretleri hatırlat. Bu ibretli olay şudur:  Allah'a yemin olsun ki Mekke'liler yaz seferlerinde Şam'a yaptıklan ticaret seferleri esnasında Lût kavminin en büyük kasabaları olan Sodom kasabasına uğramışlardır.

Allah onları pişkin tuğladan yapılmış taş yağmuruyla yerin altını üstüne getirerek helak etmiştir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "Üstlerine öyle bir yağmur yağdırdık ki! Önceden uyarılan kimselerin yağmuru ne kötü­dür!" (Şuara, 26/173). Onlara, fuhuş irtikap ettikleri için bu ceza verilmiştir.

"Orasını görmediler mi? Doğrusu onlar tekrar dirileceklerini ummuyorlar­dı." Mekkeliler peygamberleri yalanlamaları ve Allah'ın emirlerine muhalefet etmeleri sebebiyle bu kasaba halkının başına gelen ilâhî azabı ve cezayı görme­diler mi? Onlar gerçekten bunu görmektedirler. Ama ibret almadılar. Mekkeli-lerin ders ve ibret almamalarının ve Hz. Peygamber'i (s.a) yalanlamalarının se­bebi öldükten sonra dirilmekten korkmamaları ve kıyamet gününü bekleme­meleridir.

Bu, Allah Tealâ'nın daha önce bu surede ifade buyurduğu "Bilâkis onlar kıyameti yalanladılar." (Furkan, 25/11) gerçeğini te'kit etmektedir. Çünkü ahi-ret gününden ve ahiret günündeki sevap ve cezadan korkmamak Rasulullah'ın (s.a.) davetinden yüz çevirmenin asıl sebebidir.

Razî "onlar dirilmeyi ummuyorlar" ayetindeki "reca (ümit)" kelimesinin gerçek anlamında olduğunu tercih etmektedir. Zira insan mükellefiyetin zor­luklarına ancak ahiret sevabını ümit ederek katlanabilir. Ahirete iman etme­yen sevabını ummaz, dolayısıyla bu zorluklara katlanmaz. [16]



Müşriklerin Hz. Peygamber (S.A.) İle Alay Etmeleri Ve Onun Davetini Sapıklık Diye Adlandırmaları


41- Onlar seni gördükleri zaman seni sa­dece alaya alırlar: "Allah'ın peygamber olarak gönderdiği bu mudur?" (derler).

42- "Eğer putlara inanmak hususunda ısrar etmeseydik, neredeyse bizi ilâhla­rımızdan saptıracaktı." derler. Onlar azabı gördükleri zaman, yolu sapık olan kimmiş bileceklerdir.

43- Nefsi arzusunu ilâh edinen kimseyi gördün mü? Ona sen mi vekil olacaksın?

44- Yoksa sen onların çoğunun işittikle­rini veya düşündüklerini mi sanırsın? Onlar ancak hayvanlar gibidirler. Hatta onlar tuttukları yol bakımından hay­vandan da aşağıdırlar.



Açıklaması


Allah Tealâ müşriklerin Rasulullah (s.a.) ile alay ettiklerini ve onu ayıp ve kusurla ayıpladıklarını bildirerek şöyle buyurmaktadır:

"Onlar seni gördükleri zaman seni sadece alaya alırlar." Ey Peygamber! Allah'ı ve Rasulü'nü inkâr eden müşrikler seni gördükleri zaman seni kendile­rinin içinde bulundukları izzet, liderlik ve zenginlikle senin içinde bulunduğun fakirlik, yetimlik ve kimsesizliğini karşılaştırarak seni alay ve eğlence konusu ederler ya da alaya alınacak kişi kabul ederler.

"Allah'ın peygamber olarak gönderdiği bu mudur?" derler. Onlar hiçe ala­rak ve basit görerek: "Allah tarafından bize peygamber gönderilen bu mudur?" derler. Nitekim Cenab-ı Hak başka peygamberlerin durumu hakkında da şöyle buyurmaktadır: "Senden önceki peygamberler ile de alay edildi." (En'am, 6/10).

Allah o müşrikleri rezil-rüsvay eylesin! Allah'ın Rasulü yoluyla hayatıyla, tasarruflarıyla, ahlakıyla, düşüncesiyle ve tatlı konuşmasıyla hem peygamber­ler hem de bütün insanlık için en üstün ideal şahsiyet idi.

Fakat bu, gerçekleri gizlemekte ve faziletleri örtmekte ısrar eden kâfirle­rin küfürde inat etmeleridir. Oysa onlar kalplerinin derinliğinde gerçeği gör­mekte ama gerçeği ortaya koymamaktadırlar. Şu sözleri bunun delilidir: "Eğer putlara inanmak hususunda ısrar etmeseydik, neredeyse bizi ilâhlarımızdan saptıracaktı, derler." Yani kendileri içinde bulundukları durumda devam edip sebat ve tahammül göstermeselerdi, putperestliğe, efsanelere, olgun akıl sahi­binin kabul edemiyeceği hurafelere sımsıkı sarümasalardı akıllarınca Muham-med (s.a) onları neredeyse putlara tapmaktan yüz çevirtecekti.

Burada onların çelişki içinde olduklarına ve inandıkları gerçeğin zıddını ortaya koyduklarına açık delil vardır. Çünkü onlar doğru sözlü, güvenilir, üs­tün akıl sahibi Muhammed Mustafa'yı (s.a) peygamberlikten önceki 40 yıllık ömrü müddetince gayet iyi tanımışlar, hiçbir gün ona herhangi bir ayıplama yahut tenkit yöneltmemişlerdi. Aksine -gayet iyi bilindiği gibi- kavminin tama­mı tarafından saygı ve ta'zime lâyık görülüyordu.

Ayrıca müşriklerin bu sözlerinde kendileri kuvvetli hüccetler ve esaslı de­lillerle tevhide ve putperestliği terk etmeye davet etmesi sebebiyle Hz. Muhammed'in (s.a) kendileri üzerindeki kuvvetli tesirini zımnen itiraf ettikleri yer almaktadır. Hatta büyüklenme, inatçılık, aşırılıkları ve Peygamberimiz'in (s.a.) yaptıklarını "saptırma" olarak nitelendirmeleri olmasaydı dinlerinden ay­rılıp İslâm'a girmeleri yakın bir ihtimal olmuştu.

Allah Tealâ onların sözlerini anlattıktan sonra onların metodlarını çürüt­tü ve görüşlerini üç açıdan tenkit etti:

a) "Onlar o azabı gördükleri zaman yolu sapık olan kimmiş, bilecekler." Bu ifade şiddetli bir vaiddir. Hakkı görmezden gelmeye delil ve incelemeden yüz çevirmeye ve onların saptırma ile tavsif etmelerine karşı bir tehdittir. Çünkü onlar kaçamayacakları azabı görünce kimin hatalı yolda olduğunu idrak ede­ceklerdir. Hatalı yolda olan, liderleri Hz. Muhammed (s.a) olan müminler mi, yoksa onlar mı? Sapan kim? Saptıran kim gayet iyi bileceklerdir.

b) "Nefsi arzusunu ilâh edinen kimseyi gördün mü? Ona sen mi vekil ola­caksın?" Bu ayet nefsî arzulan kendisine hakim olan kimsenin hak dine davet etmesinde fayda olmayacağına dikkat çekmektedir.

O halde nefsine itaat edip dinin emirlerini onun üzerine bina eden kendi­sini tamamen taklitçilik kaplayan, kulağını ikna edici delili ve parlak burhanı dinlemeye kapayan, arzularının güzel gördüğü her şeye boyun eğen kimse nefsî arzularını ilâh edinmiş demektir. Bu kimseye iyi bak! Bu durumda sen onu şirkten ve masıyetlerden men edemezsin. Onu hidayete davet etmeye gücün yetmez, onu dalâletten söküp alman için onun işlerine koruyucu olmaya ve onu hidayete ve doğruluğa irşad etmeye de gücün yetmez. Zira o kimse kendi heva-sıyla güzel gördüğü şeyi dini ve mezhebi kılmaktadır. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Ya kötü ameli kendisine süslü gösterilip de onu hoş gören adam mı? (Allah'ın hidayet ettiği kimseler gibi tanınacak?) Şüphe yok ki Allah kimi dilerse şaşırtır." (Fatır, 35/8).

İbni Abbas diyor ki: Cahiliyette insanlar beyaz taşa bir müddet ibadet eder, başka taşı daha güzel görürse birincisini bırakır, ikincisine tapardı.

Bu onların puta tapmalarında taklitçilik ve nefsî arzulara tabi olmaktan başka hiçbir hüccetleri olmadığına onları hak yola irşad edecek hiçbir düşünce ve selim akıl bulunmadığına delildir.

Bu ayetin benzeri şu ayetler vardır: "Sen onlar üzerine hakim değilsin." Gâşiye, 88/22); "Sen onlar üzerine zor kullanacak değilsin." (Kaf, 50/45); "Din­de (dine girişte) hiçbir zorlama yoktur." (Bakara, 2/256).

c) 'Yoksa sen onların çoğunun işittiklerini veya düşündüklerini mi sanıyor­sun? Onlar ancak hayvanlar gibidirler. Hatta onlar tuttukları yol bakımından hayvandan da aşağıdırlar."

Bu öncekinden daha şiddetli bir kötülemedir. Bunun için Cenab-ı Hak em=yoksa) ifadesiyle bunu zikretmiştir. Yani geçen ifadeyi şöyle kenara bırak­sak demektir.

Ayetin manası şudur: Sen zannediyor musun ki onların çoğu düşünerek ve sulayarak dinliyorlar? Yahut kendilerine okunan, kendilerini faziletlere ve güzel ahlâka ileten Kur'an hakkında düşünüp kafa yoruyorlar mı zannediyorsun? Ki onları senin davetine ikna etmek için ve onları doğru inanca çevirmek için kendini son derece yoruyorsun. Onların durumu otlayan hayvanlar gibidir: Hatta serbest bırakılan hayvanlardan daha kötü durumdadırlar, yolları onlar­dan daha yanlıştır. Çünkü bu hayvanlar kendilerine hayırlı ve faydalı olan şey­leri yaparlar, zararlı ve tehlikeli olan şeylerden kaçınırlar. Onlara gelince ken­di menfaatlerini hakkıyla takdir edemezler. Bu sebeple onları masıyetler içinde şaşkın bir halde kendilerini tehlikeye atmış vaziyette görürsün. Yaratıcının kendi üzerlerindeki nimetine şükretmezler, onun ihsanını ve şeytanın kendile­rine yaptığı kötülüğü bilmezler. Kendileri için uhrevî sevabı gerçekleştirecek şeyleri yapmazlar, kendilerini ceza ve azaba götürecek şeylerden de kaçınmaz­lar.

Tamamı değil de "onların çoğu" ifadesinin kullanılmasına sebep bazıları­nın Allah Tealâ'yı tanıyıp İslâm'ın hak olduğunu bilmeleri fakat başkanlık sev­gisi sebebiyle müslümanlığını ilân etmemeleridir.

Bu onların doğru idraki ve fıtrî şuuru kaybettiklerine, duyu organlarını ve ilâhî kabiliyetleri çalıştırmadıklarına delildir. Eğer onlar bu kabiliyetleri gere­ğince hiçbir taassuptan, atadan kalma taklitçilikten ya da liderlik ve hakimi­yet sevgisi gibi nefsî arzulardan etkilenmeden düşünürlerse hak ve tevhid me­sajına boyun eğerler, peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed'in (s.a) dave­tine iman ederlerdi. [17]



Allah'ın Varlığına Ve Birliğine Delâlet Eden Beş Delil


45-  Rabbinin gölgeyi nasıl uzattığını görmez misin? Eğer O isteseydi onu sa-bitleştirirdi. Sonra biz güneşi gölgeye bir delil kıldık.

46- Sonra da gölgeyi yavaş yavaş kendi­mize çektik.

47- Size geceyi bir örtü, uykuyu dinlen­me, gündüzü de yayılıp çalışma zamanı kılan O'dur.

48- Rahmetinin önünde rüzgârları bir müjdeci olarak gönderen de O'dur. Biz gökten tertemiz bir su indirdik.

49- Bununla ölü bir yere hayat verelim ve yarattığımız nice hayvanları ve in­sanları sulayalım diye.

50- Yemin olsun ki, düşünüp ibret alma­ları için biz bunu parça parça kıldık. Buna rağmen insanların çoğu iman et­memekte ısrar ettiler.

51- Eğer dileseydik, her ülkeye bir uya­rıcı gönderirdik.

52-  O halde kâfirlere uyma. Kur'an'la onlara karşı büyük bir cihada giriş.

53- Birinin suyu tatlı ve içimli, diğeri-ninki tuzlu ve acı olan iki denizi salıve­rip akıtan, aralarına da karışmalarına engel bir perde ve mania koyan O'dur.

54- Sudan beşer yaratıp ona nesep ve hı­sımlık veren O'dur. Rabbin (her şeye ) kadirdir.



Açıklaması


Cenab-ı Hak her mahlûkun açıkça gördüğü ve idrak ettiği kâinat olayla­rından kendi varlığına ve kudretine delâlet eden beş delili zikretti. Bunlar:

- Gölgenin yaratılması,

- Gece ve gündüzün yaratılması,

- Rüzgârların ve yağmurun yaratılması,

- Tuzlu ve tatlı denizlerin yaratılması,

- İnsanın sudan yaratılması.

Bu deliller şu şekilde zikredilmektedir:

1- "Rabbinin gölgeyi nasıl uzattığını görmez misin? Eğer O dileseydi onu sabitleştirirdi."

Ey Peygamber! Ey dinleyici! Rabbinin mükemmel kudretine ve sonsuz rahmetine delâlet eden sanatına bakmaz mısın? O gölgeyi nasıl yaymıştır? İn­sanlar gündüz boyunca onunla gölgelenmekte ve bu vesileyle güneşin doğuşun­dan batışına kadar şiddetli hararetinden korunmak suretiyle nimetinden ya­rarlanmaktadırlar. Allah dileseydi gölgeyi uzunluğu ve kısalığı değişmeyen ay­nı hal üzerine sürekli ve sabit kılardı. Gölgeyi gündüz saatlerinde ve çeşitli mevsimlerde farklı kıldı. Bu hususta insan, bitki ve hayvanlar için pek çok fay­dalar vardır. Bunun faydalarından biri: Bunun zaman ölçüsü olarak kullanıl­masıdır. Hatta fıkıh alimleri gölgeyi bazı namaz vakitleri için alâmet olarak kabul ettiler. Meselâ: Öğle vakti zeval anından, yani gölgenin doğuya doğru dönmesi ve güneşin batıya doğru meyletmesi zamanında başlar. İkindi vakti cumhura göre her şeyin gölgesi bir misline ulaştığı zaman, İmam Ebu Hani-fe'ye göre her şeyin gölgesi iki misline ulaştığı zaman başlar.

Bu "görmez misin?" kelimesinin gözle görmekle tefsir edilmesine göredir. Razî'nin görüşüne göre bunun kalbin görmesine hamledilmesi daha evlâdır. Buna göre ayetin manası: "Bilmiyor musun?" demektir. Çünkü gölge gözle gö­rülen şeylerdendir. Fakat gölgenin uzatılmasında Allah'ın kudretinin tesiri gözle görülmez.

"Sonra biz güneşi gölgeye bir delil kıldık. Sonra da gölgeyi yavaş yavaş kendimize çektik." Yani güneşin doğmasını gölgeye alâmet kıldık. Eğer güneşin doğması olmasaydı gölge nedir bilinmezdi. Zira her şey zıddıyla bilinir. Bu Al­lah Tealâ'nın önce gölgeyi yarattığına sonra da güneşi buna delil kıldığı mana­sına gelmektedir.

'Biz sonra da gölgeyi ortadan kaldırdık, onu değiştirdik ve az az, yavaş ya­vaş güneşin hareketine ve yüksekliğine göre güneşin ışığıyla gölgenin yönünü değiştirdik. Nihayet yeryüzünde dam altı veya ağaç altı hariç hiçbir yerde göl­ge kalmayacak, güneş üstlerini aydınlatacaktır.

Gölgenin var edilmesi ve güneşin doğuşundan batışına kadar değiştirilme­si, bir durumdan diğer bir duruma intikal etmesi, tutulması ve yayılması, hik­mete göre gölgede tasarruf edilmesi, kudret sahibi, her şeyden haberdar, her şeyi gören, her şeyi gayet iyi bilen, sonsuz hikmet sahibi olan son derece şef­katli ve son derece merhametli olan Allah'ın varlığına açık bir delildir.

2- "Geceyi bir örtü, uykuyu dinlenme, gündüzü de yayılıp çalışma zamanı kılan O'dur."

Yani gecenin karanlığını elbise örtüsü gibi bir örtü kılan Allah'tır. Nitekim bir başka ayette: "Bürüyüp örttüğü zaman geceye yemin olsun." (Leyi, 92/1) bu-yurulmuştur.

Cenab-ı Hak uykuyu ise gündüz yorgunluğundan ve iş ağırlığından sonra bedenin, duyu organlarının ve vücut âzalarının dinlenmesini temin için hareketi ortadan kaldıran ölüm gibi kılmıştır. Uyku sayesinde hareketler sükûnet bulur. Sinirler, azalar, beden ve ruh birlikte istirahat eder.

Allah Tealâ gündüzü de yeryüzünde insanların rızık talebi v.b sebeplerle dağıldıkları, geçimleri ve kazançları için yeryüzünde dolaştıkları yeni bir hayat kılmıştır.

Cenab-ı Hak "Geceleyin sizi öldüren (öldürür gibi uyutan) O'dur." (En'am, 6/60) ayetinde ve "Allah (ölenin) ölümü zamanında, ölmeyenin de uykusunda ruhlarını alır." (Zümer, 39/42) ayetinde buyurduğu şekliyle uyku ölüme benze-tildiği gibi uyanıklık ve yeryüzünde dağılmak da dirilişe benzetilmiştir.

Lokman (a.s.) oğluna şöyle demiştir: "Uyuyup daha sonra uyandığın gibi aynı şekilde ölüp dirileceksin."

Bu ayetin benzeri şu ayet de vardır: "O'nun rahmetinden biri olarak O is­tirahat etmeniz için geceyi ve O'nun lütfundan (rızkınızı) aramanız için gündü­zü yaratmıştır." (Kasas, 28/73).

Gece ve gecenin sükûneti, uyku ve uykunun istirahatı ile gündüz ve gün­düzün hareketliliği kâinatta tasarruf sahibi, kudret sahibi, yaratıcı ilâhın var­lığına açık bir delildir. Gündüzün ışığında hayat, güzellik, hareket ve iş hayatı vardır. Geceleyin ise sessizlik, sükûnet ve nefsin çalışmaya, terlemeye ve mü­cadeleye hazırlanma imkânı vardır. Allah Tealâ her durum için ona tamamen uygun olan ve maksadını en mükemmel şekilde gerçekleştirecek şartlar hazır­lamıştır. Bu ayet yaratıcının sonsuz kudretine delâlet etme yanında Allah'ın mahlûkatına verdiği nimetim de ortaya koymaktadır. Çünkü gecenin örtüsü içinde dinî ve dünyevî faydalar vardır. Uyku ve uyanıklığın, ölüm ve dirilişe benzetilmesinde ibret alacak kimseler için ibret vardır.

3- "Rahmetinin önünde rüzgârları bir müjdeci olarak gönderen de O'dur." Iha/ &<*?&£&*> ^eJi^ine ve yağmurun yağmasına müjdeci olarak rüzgârları gön­deren Allah Tealâ'dır.

"Biz de gökten tertemiz bir su indirdik." Biz gökten yani buluttan yağmur indirdik. Onu tertemiz ve temizleyici kıldık, cisimlerin, elbiselerin ve çeşitli eş­yanın temizlenmesinde kendisiyle temizlik yapılmasına, yeme, içme bitki ve hayvanların sulanmasında yararlanılmasına vesile kıldık.

İmam Ahmed -sahihtir diyerek- ayrıca İmam Şafii, Ebu Davud ve Tirmizî -hasen olduğunu beyan ederek- ve Nesaî Ebu Said el-Hudri'den (r.a.) rivayet ediyorlar: "Su temizdir. Hiçbir şey onu necis kılmaz (pisletmez)."

Ebu Davud, Tirmizî ve Nesaî deniz suyu ile abdest almanın hükmü sorul­duğu zaman Peygamberimiz'in (s.a.): "Onun suyu temizdir, ölüsü helâldir." bu­yurduğunu rivayet etmektedirler.

Said b. Müseyyeb ise bu ayet hakkında: "Allah o suyu temiz olarak indirdi. Hiçbir şey onu kirletmez." buyurmuştur.

"Bununla ölü bir yere hayat verelim diye..." Yani biz bu suyu bitki bulun- ; mayan ve uzun müddet yağmur bekleyen toprağa canlılık vermesi ve suya iyice I kandıktan sonra çeşitli bitki, çiçek ve ağaçlarla süslenmesi için indirdik. Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle buyurmaktadır: "Biz o toprağın üstüne suyu indirdiğimiz zaman o harekete gelir, kabarır, her güzel çiftten nice nebat bitirir."(Hac, 22/5).

"... ve bu su ile, yarattığımız nice hayvanları ve insanları sulayalım diye..." Yani hayatının devamı için bu suya şiddetle ihtiyaç duyan insan ve hayvanlar bu sudan içsinler ve bitkiler, ağaçlar sulansın diye biz bu suyu indirdik. Nite­kim bir başka ayette şöyle buyuruluyor: "İnsanlar ümitlerini kestikten sonra yağmuru indiren ve rahmetini yayan O'dur." (Şûra, 42/28).

Kısaca: Allah Tealâ suyun yararları konusunda iki şey zikretti:

a) Bitkilerin hayat bulması: "Bu su ile ölü bir yere hayat verelim diye..."

b) Hayvanın ve insanın hayat bulması: "Nice hayvanları ve insanları sula­yalım diye..."

Burada insanın ve hayvanın özellikle zikredilip kuşlar ve vahşî hayvanlar da sudan yararlandıkları halde bunların zikredilmemesinin sebebi şiddetli ih­tiyaçtır. Zira kuşlar ve vahşi hayvanlar su talebinden uzak kalabilir. İnsan ve ehli hayvandan daha çok susuzluğa dayanabilir. Genellikle su içme ihtiyacı duymayabilirler.

Ayette "en'am" ve "enasiyye" kelimelerinin nekre olarak getirilmesi ve çok­lukla nitelendirilmeleri su kaynaklarından uzakta bulunan hayvanların duru­muyla yağmur vesilesiyle yaşayan badiye halkı dikkate alındığı içindir. Şehir ve köy halkına gelince, onlar genellikle nehir ve su kaynakları yakınında otu­rurlar. Dolayısıyla kendi civarlarında bulunan suları içip kullandıkları için yağmura pek ihtiyaç hissetmezler.

Hayvanların suya daha çok ihtiyaç duymaları ve kendi isteklerini ifade et­mekten aciz oluşları sebebiyle ayet önce hayvanları zikretmiş, insanı bitki ve hayvandan sonraya bırakmıştır. İnsan ise çeşitli vasıtalarla su çıkarabilir. Ay­rıca insanlar arazilerini ve hayvanlarını sulama imkânını elde ettikleri zaman, kendilerini de sulamış olurlar. Hayatlarının ve geçimlerinin sebebi su olan var­lıkları, sulamaya muhtaç olanlardan önce zikretti.

'Yemin olsun ki, düşünüp ibret almaları için biz bunu parça parça kıldık. Buna rağmen insanların çoğu iman etmemekte ısrar ettiler."

Yani biz yağmuru parça parça gönderdik. Bir taraftan diğer tarafa çevir­dik. Bu araziye indirip diğerine indirmedik. Allah'ın nimetini düşünüp ibret al­maları için bulutlan bir yerden diğer yere şevkettik. Zira bir şeyden mahrum kalıp da sonra onun bollaşması Allah'ın lütuf ve nimetini hatırlatır, dolayısıyla şükrü gerekli kılar ve insanı ders ve ibret almaya teşvik eder. Fakat insanların çoğu nimete şükür etmemekte ısrar etmekte, nimeti inkâr etmekte ve nankör­lük etmektedirler. Bunu hakikî yaratıcıdan başkasına nispet etmekte ve "Bize falan yıldız sebebiyle, doğan veya batan yıldız sebebiyle yağmur yağdı." derler.

Nitekim Sahih-i Müslim'deki bir hadiste Peygamberimiz (s.a.) geceleyin yağan bir yağmurun ardından bir gün ashabına şöyle buyurdu:

- Rabbiniz ne buyurdu, biliyor musunuz? Onlar:

- Allah ve Rasulü daha iyi bilir, dediler. Buyurdu ki:

- Kullarımdan bir kısmı bana iman ederek, bir kısmı da kâfir olarak sa­bahladılar. Kim Allah'ın lütuf ve rahmetiyle yağmur yağdı derse bu bana iman etmiş, yıldızları inkâr etmiş olur. Kim de şu ve bu yıldız sebebiyle bize yağmur yağdı derse beni inkâr etmiş, yıldızlara inanmış olur."

Bazı alimler "Velekad sarrafhâhü..." ayetini insanların düşünüp ibret al­maları için Kur'an-ı Kerim'in uzun uzadıya açıklanması ve Kur'an'ın hüccetle­rinin ve ayetlerinin bir durumdan diğer bir duruma tatbik ve intikali olarak tefsir etmişlerdir. Bununla birlikte bunu pek çok kişi inkâr etmiştir.

Yağmurun yağdırılması ve bu husustaki Allah'ın hakimiyeti Allah'ın varlı­ğına, kudretine ve sonsuz hikmet sahibi olduğuna delildir. Allah yağmurla ölü toprağa hayat verince insanlar O'nun ölüleri ve çürümüş kemikleri diriltmeye kadir olduğunu anlarlar. Bir toplum yağmurdan mahrum kaldıklarında kendi­lerinin işledikleri bir günah sebebiyle mahrumiyete uğradıklarını, Allah'ın rah­metine ulaşmak için bulundukları durumdan uzaklaşmaları gerektiğini düşü­nürler. Yağmur düşünülüp şükür edilecek bir nimet olduğu gibi insanlara veri­len daha büyük bir nimet de Hz. Muhammed'in (s.a) Kur'anla gönderilmesidir. Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:

"Biz eğer dileseydik her ülkeye bir uyarıcı gönderirdik." Yani biz her ülkeye insanları acıklı bir azaptan korkutacak bir uyarıcı göndermek isteseydik bunu elbette yapardık. Fakat biz ey Muhammedi Seni iki âleme yani insanlara ve cinlere ve bütün yeryüzü halkına gönderdik ve sana onlara bu Kur'an'ı tebliğ etmeni emrettik. Cenab-ı Hak buyuruyor ki: "Ümmü'l-Kuraya (bütün kasaba­ların ana merkezi olan Mekke'ye) ve etrafında bulunan kimseleri uyarman için (seni gönderdik)." (Şûra, 42/7); "De ki: Ey insanlar! Ben Allah'ın hepinize gön­derdiği elçisiyim." (A'raf, 7/158).

Buharî ve Müslim'in Sahih' lerinde şu hadis yer almaktadır: "Ben hem kırmızı hem de esmer yüzlülere -yani Acemlere ve Araplara- gönderildim." Yine aynı kaynaklarda şu hadis yer almaktadır: "Peygamber sadece kendi kavmine gönderilirdi. Ben bütün insanlara gönderildim."

Ey Rasulüm! Senin peygamberliğinin umumî oluşu sana büyük sevap ve geniş mükâfat vermek içindir. Senin üzerine düşen sadece cihad edip sabret­mektir. Onların senin davetinden yüz çevirmelerine aldırış etme. Bu sebeple Cenab-ı Hak şöyle buyurdu:

"O halde kâfirlere uyma. Kur'anla onlara karşı büyük bir cihada giriş." Kâfirlerin seni davet ettikleri uzlaşma ya da kendi görüş ve düşüncelerine tabi olma yolunda kâfirlere uyma. Onlarla her çeşit maddî silâhla ya da Kur'an gibi aklî silâhla her firsatı değerlendirerek uygun bir şekilde, sabırla ve kâmil ma­nada cihad et. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Ey Peygamber! Kâfir­lerle ve münafıklarla cihad et. Onlara sert davran." (Tevbe, 9/73). Büyük cihad, içine gevşeme karışmayan cihaddır.

4- "Birinin suyu tatlı ve içimli, diğerininki tuzlu ve acı olan iki denizi salı­verip akıtan, aralarına da karışmalarına engel bir perde ve mania koyan O'dur."

Birbirine zıt özelliklerdeki iki denizi birbiriyle komşu, birbirine bitişik ama karışmayacak şekilde kılan Allah'tır. Biri gayet berrak, içimli, son derece tatlı bir su, diğeri de acı ve çok tuzludur. Fakat sanki aralarında bir engel, bir perde varmış gibi biri diğerine karışmamaktadır. Sanki bunlar birbirinden ay­rılmış, birbirinden uzaktırlar. İkisi birleşmez ve biri diğerine karışmaz. Bu iki deniz gözle bakıldığında tek denizdir. Fakat gerçekte birbirinden ayrıdırlar.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "(Birinin suyu acı diğerininki tatlı) iki denizi birbirine kavuşmak üzere salıvermiştir. (Böyle iken) Aralarında diğerine tecavüz etmeye engel bir perde vardır. (Siz ey insanlar ve cinler!) Rab-binizin hangi nimetlerini yalan sayabilirsiniz?" (Rahman, 55/19-21); "O iki de­nizin arasında bir perde koymuştur. Allah ile beraber bir ilâh mı? Hayır, onla­rın çoğu (tevhidi) bilmiyorlar." (Nemi, 27/61).

Başka hangi delil Allah'ın göz kamaştırıcı kudretine bunun kadar delâlet edebilir? Su aynı sudur. Fakat tatlı su tuzlu su ile karışmaz. Allah bu iki suyu tatlı ve tuzlu su olarak yaratmıştır. Allah nehirleri, pınarları ve kuyuları tatlı yaratmıştır. Tatlı, içimli ve berrak deniz suyu bunlardır. Allah doğu ve batıdaki denizleri ve beş okyanusu tuzlu olarak yaratmıştır. Denizin tuzluluğu safiyeti­nin ve bozulmamasının sebebidir. Denizin havası med-cezirle yenilenir, bundan dolayı balıklar denizin derinliklerinde huzurla yaşayabilirler.

5- "Sudan beşer yaratıp ona nesep ve hısımlık veren O'dur. Rabbin (her şe­ye) kadirdir."

Yani Allah Tealâ insanı güçsüz bir nutfeden yaratmış, onu düzgün ve mü­kemmel bir suretle şekillendirmiştir. Allah kadın olsun erkek olsun insanı dile­diği gibi kâmil bir yaradılışta kılmıştır ve bunları iki kısma ayırmıştır: Bunlar neseplerin kendilerine nispet edildiği erkekler ve kendileriyle hısımlık yaptığı­mız kadınlar. Yine Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "O insanı çift olarak, er­kek ve dişi olarak yaratmıştır." (Kıyamet, 75/39).

Allah bunu yapmaya veya başka her şeye mutlak derecede kadirdir. O di­lediğini yaratır. Yarattığı her şeyi eşsiz bir şekilde yaratmıştır. Varlıkta olan her şeyi gayet sağlam olarak yaratmıştır. O yoktan var etmeye, yaratmaya meydana getirmeye mükemmel bir kudret sahibidir. Ayetin kudretin ispat edil­mesiyle sona ermesi güzel bir sondur.

İbni Şirin diyor ki: Bu ayet Peygamberimiz (s.a.) ve Hz. Ali (r.a.) hakkında nazil olmuştur. Çünkü Cenab-ı Peygamber (s.a.) Hz. Ali ile nesep ve hısımlık bakımından akrabaydılar.

İbni Atıyye diyor ki: Nesep ve hısımlık bir arada kıyamete kadar hususi­yeti devam edecek hususlardandır.

Bu Allah Tealâ'nın kudretine delâlet eden diğer bir delildir. Zira Allah in­sanı en güzel surette yaratmış, onu duygu ve akıl, bilgi ve düşünce enerjileriyle donatmış, onu dünyadaki varlıkların en güçlüsü kılmıştır. Mahlûkatı insanın hizmetine ve yararına hazır hale getirmiştir. Yaratması eşsiz, sanatı hayret ve­rici, varlığa ikram edici, şu acaip kâinatı yoktan var eden Allah bütün noksan sıfatlardan münezzeh, kemal sıfatlarıyla muttasıftır. [18]


Putlara Tapma Hususunda Müşriklerin Bilgisizliği -Hz. Peygamberin Tevcih Edilmesi-İbadetin Yalnız Rahmana Yapılmasının Sebebi


55- Onlar Allah'ı bırakıp kendilerine ne fayda ne de zarar veremeyen şeylere ta­parlar. Kâfir, Rabbine karşı olanların yardımcısıdır.

56- Biz seni ancak müjdeleyici ve uyarı­cı olarak gönderdik.

57- De ki: "Ben buna sizden herhangi bir ücret istemiyorum. Ben ancak sizin, Rabbine doğru bir yol tutan kimseler olmanızı arzu ediyorum."

58- Sen ölümsüz diri olan Allah'a güven. O'nu hamd ile teşbih et. Kullarının gü­nahlarından O'nun haberdar olması kâ­fidir.

59- Gökleri, yeri ve aralarındakileri altı günde yaratan ve arşta istiva eden Rah­man olan Allah'tır. Bunu bilene sor.

60- Kâfirlere: "Rahman olan Allah'a sec­de edin." dendiği zaman: "Rahman da neymiş? Senin bize emrettiğine mi sec­de edeceğiz?" derler. Bu (secde emri) ancak onların nefretini artırdı.

61-  Gökte burçlar yaratan ve oraya bir ışık kaynağı (Güneş) ve nurlu bir Ay ko­yan (Allah) yüceler yücesidir.

62-  Düşünüp ibret almak veya şükret­mek isteyenler için gece ile gündüzü birbiri ardınca getiren O'dur.



Açıklaması


Allah Tealâ müşriklerin Allah'a kulluğu bırakıp sapıttıklarını, Rablerii tanımadıklarını ve O'nu inkâr ettiklerini haber vermektedir.

"Onlar Allah'ı bırakıp kendilerine ne fayda ne de zarar veremeyen taparlar." Yani müşrikler Allah'ı bırakıp tapındıkları takdirde kendilerine fay­da temin edemiyen, terk etmeleri halinde de kendilerine zarar veremiyen şey­lere taparlar. Sadece nefsî arzulara uymaktan, kendi nefsini tatmin etmekten başka bu hususta onların hiçbir delilleri yoktur.

Ayetlerde zikri geçen gölgenin yaratılması, uzatılması gibi nimetlerle ken­dilerine nimet veren Allah'a ibadet etmeyi terk ederler.

"Kâfir, Rabbine karşı olanların yaratmasıdır." Kâfir Rabbine isyan etmek­le birlikte düşmanlık yapmak ve şirk koşmak suretiyle "şeytanın yardımcısı-dır." Yahut Allah'a isyan etmek hususunda ona yardımcı olur. Burada murad edilen mana "kâfir" cinsi demektir. O da her kâfir arasında umumidir.

İbni Abbas diyor ki: Bu ayet Peygamberimiz'in (s.a.) Ebu Cehil adını ver­diği Ebu'l-Hakem b. Hişam hakkında nazil oldu. Fakat sebebin hususî oluşuna değil, lafzın umumî oluşuna itibar edilir. Evlâ olan "kâfir" lafzının umum için kullanılmış olmasıdır. Çünkü bu "Allah'tan başkasına taparlar" ifadesinin za­hirine daha uygundur.

"Biz seni ancak müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik." Yani müşrikler ahmak ve cahil bir toplulukturlar. Allah Rasulü Muhammed'i (s.a.) kendisine itaat edenleri cennetle müjdelemek ve kendisine isyan edenleri cehennemle uyarmak için gönderdiği halde onlar nasıl Allah'a isyan hususunda şeytana yardım ederler? Sen ey Rasulüm, onların inatçılıklarına ve inkarcılıklarına al­dırış etme. Sen sadece bir uyarıcı ve müjdeleyicisin. Hesabı görmek ve cezayı vermek Allah'a aittir. Bundan dolayı onların iman etmemelerine üzülme. Dün­ya ve ahirette kendilerine faydalı olmak isteyen kimseye alabildiğine eziyet et­mekten daha büyük bilgisizlik var mıdır?

Bu ayetin bir benzeri şudur: "Ey Peygamber! Sana Rabbinden indirileni tebliğ et. Bunu yapmazsan risaletini tebliğ etmemiş olursun. Allah seni insan­lardan (onların şerrinden) korur." (Maide, 5/67).

O kendi nefsi için herhangi bir menfaat, ücret ya da başka bir şey istemek­sizin sırf ihlâsla onlara faydalı olmayı arzu etmektedir.

Bu sebeple Cenab-ı Hak şöyle buyurdu: "De ki: Ben buna karşılık sizden herhangi bir ücret istemiyorum"

Ey Peygamber! Kavmine şöyle söyle: "Ben bu tebliğ ve uyarıya mukabil si­zin mallarınızdan bir ücret talep etmiyorum. Ben bunu sadece Allah rızasını gözeterek yapıyorum." Ayetteki "min" edatı te'kit içindir. Dolayısıyla "min ec­rin" "Herhangi bir ücret, yahut hiçbir ücret" demektir.

"Ben ancak sizin, Rabbine giden doğru bir yol tutan kimseler olmanızı ar­zu ediyorum." Yani ben sizden asla bir ücret istemedim. Ancak kim cihad yo­lunda infakta bulunmak ve nafile ibadetler yapmak suretiyle Allah'a yaklaş­mak istiyorsa ve amel-i salih ile Rabbinin rahmetine, sevabına nail olmaya ulaştıracak bir yol edinmek isterse hiç tereddüt etmeden bunu yapsın. Bundan murad şudur: Bana ödeyeceğiniz bir ücretle bana iyilik yapmayın. Hayır işle­mek, Allah'a ibadet etmek ve O'na şükretmek suretiyle kendi nefsiniz için ecir talep edin.

"Sen ölümsüz, diri olan Allah'a güven. O'nu hamd ile teşbih et." Cenab-ı Hak Rasulü'ne kâfirlerden asla hiçbir ücret istemediği halde onların kendisine eziyet etmek üzere birbirlerine destek verdiklerini beyan ettikten sonra Rasu­lü'ne bütün zararları gidermek ve bütün faydaları temin etmek için bütün işle­rinde Allah'a tevekkül etmesini emretti. Zira kim O'na tevekkül ederse Yüce Allah o kimseye yeter, her şerre karşı ona kâfidir ve onun yardımcısıdır.

Cenab-ı Hak Rasulü'ne daha sonra kendisini ortak ve evlât edinmek gibi her türlü noksanlıklardan hamd ve şükürle birlikte tenzih etmesini, "Sübha-nallah ve bi-hamdihi" diyerek hamd ve teşbihi bir arada zikretmesini emretti. Bunun için Rasulullah (s.a.) şöyle dua ederdi: "Sübhanekallâhümme Rabbena ve bi-hamdik." Yani ibadet ve tevekkülü sadece O'na yap. "Tevekkül", sebepleri­ne sarıldıktan, şer'an ve aklen istenen vasıtaları edindikten sonra her işi Al­lah'a havale etmektir.

Bu ayetin benzeri pek çok ayetler vardır. Meselâ "O doğunun ve batının rabbidir. O'ndan başka ilâh yoktur. O'nu vekil edin." (Müzzemmil, 73/9); "Sade­ce O'na ibadet et ve sadece O'na tevekkül et." (Hûd, 11/123); "De ki: O Rah­mandır. Biz O'na iman ettik ve sadece O'na tevekkül etti&. "(Mülk, 67/29).

"Kullarının günahlarından O'nun haberdar olması kâfidir." Kullarının masıyetlerini tam anlamıyla bilen olarak Allah sana yeter. O'na hiçbir şey gizli kalmaz. O bunlardan açık olanı da gizli olanı da bilir. Bunları onların aleyhine tek tek tespit eder ve bunların karşılığını da hayırsa hayır serse şer olarak ve­recektir. "O Allah ilktir ve en sonsuzdur. O gayet açıktır ve son derece gizlidir. O her şeyi gayet iyi bilmektedir." (Hadîd, 57/3). Burada Rasulü için bir teselli ve eğer iman etmezlerse küfürlerine ve masıyetlerine karşılık kafirlere vaîd ve tehdit vardır.

"Gökleri, yeri ve aralarındakileri altı günde yaratan ve Arş'a hükmeden Rahman olan Allah'tır." Yani her şeyden haberdar olan ve her şeyi gayet iyi bi­len Allah yedi kat gökleri ve yedi kat yerleri kudreti ve saltanatıyla altı günde yaratandır. Sonra da yaratıklar arasında en muazzam yaratık olan "Arş"ın -Se­lefin dediği gibi- kendi azametine lâyık olacak tarzda hakimi olur. Sahih olan görüş de budur. "Arşa istiva etmek" halef âlimlerine göre kulların işlerini idare eder, hakla hükmeder, O hüküm verenlerin en hayırlısıdır demektir.

Ayetteki "sümme" edatı zaman yoluyla değil haber yoluyla sıralama için­dir. Çünkü bu edat Arşın yaratılması konusunda kullanılmamış, sadece Arş'ın semalara yükseltilmesi konusunda kullanılmıştır.

"Bu Rahmandır, bunu bir bilene sor." Yani bu yaratıcı size olan rahmeti muazzam olan Allah'tır. Sadece O'na güvenin. Ey dinleyici! Bunu iyi tanıyan, O'nun azametini gayet iyi bilen birinden bilgi iste. O'na tabi ol ve uy. Bilindiği gibi Allah'ı en iyi bilen ve onu en iyi tanıyan onun kulu ve Rasulü olan Hz. Mu-"ammed (s.a.) dir. Onun söylediği hakkın ta kendisidir. Onun haber verdiği doğruluğun ta kendisidir. O beşerin anlaşmazlığa düştüğü meselelerinde hük­müne baş vurulan liderdir. "Söylediği kendisine vahyedilen bir vahiyden başka itr şey değildir." (Necm, 53/4).

Zikri geçen hususlardan anlaşılmıştır ki Allah Rasulü'ne kendisine tevek-cü etmesini emrettiği zaman kendi zatını şu üç vasıfla zikretti:

Birincisi: O, ölümsüz ve diridir. "Sen ölümsüz diri olan Allah'a tevekkül

İkincisi: O, bütün bilgileri gayet iyi bilmektedir. Buyurdu ki: "Kullarının günahlarından onun haberdar olması kâfidir."

Üçüncüsü: O, bütün mümkün olan her şeye kadirdir. "Gökleri, yeri ve ara-larındakileri altı günde yaratan O'dur." ayetinden murad edilen mana budur. Zira gökleri, yeri ve aralarındakileri yaratan Allah olduğuna ve O'ndan başka yaratıcı bulunmadığına göre O'nun bütün faydalı şeyleri yapmaya ve zararları engellemeye kadir olduğu ve bütün nimetlerin O'nun tarafından olduğu sabit olmuştur. O halde O'ndan başkasına güvenip dayanmak caiz değildir.

Kâfirlere gelince, onlar şükür ve tevekkül emrine, küfürle ve kendi nefisle­rine güvenmekle karşılık verdiler. Cenab-ı Hak kâfirleri şöyle anlatıyor: "Onla­ra: Rahmana secde edin denildiğinde Rahman nedir? derler." Yani onlardan Rahman ve Rahim olan Allah'a secde etmeleri talep edildiği ve sadece O'na iba­det etmeleri istendiği zaman: "Biz Rahman'ı tanımayız." derler. Onlar Allah'ın "Rahman" ismiyle anılmasını yadırgıyorlardı. Rahman'ı bilmiyorsak O'na nasıl secde ederiz? diyorlardı.

Bu aynen Hz. Musa'nın (a.s.) Firavun'a: "Ben âlemlerin Rabbinden bir el­çiyim. " (A'raf, 7/104) dediği zaman Firavun'un: "Âlemlerin Rabbi nedir ki?" de­mesine benzemektedir. (Şuara, 26/28).

"Biz senin bize emrettiğine mi secde edeceğiz? dediler. Bu onların sadece nefretini artırdı." Yani biz kendisini tanımadan sadece sen söyledin diye, senin bize kendisine secde etmemizi emrettiğin kimseye mi secde edeceğiz? dediler. Bu secde emri onların nefretini, yüz çevirmelerini, haktan ve doğrudan uzak­laşmalarını artırdı. Halbuki bu emir onları secde etmeye ve bunu kabul etmeye teşvik edici nitelikteydi.

Alimler Furkan Süresindeki bu secde ayetini okuyanın da dinleyenin de secde yapmasının gerektiğinde ittifak etmişlerdir. Bu, Rahman ve Rahim olan Allah'a ibadet eden, O'nun ulûhiyetini tanıyan ve O'na secde eden müminlerin şanındandır.

Dahhak rivayet ediyor ki: Peygamberimiz (s.a.) ve ashabı secde ettiler. Müşrikler onların secde ettiklerini görünce alaylı bir tarzda mescidin bir köşe­sine çekildiler. "Bu onların nefretini artırdı." ayetinden murad edilen mana bu­dur. Yani müminlerin secdeleri onların nefretini artırdı.

Cenab-ı Hak kâfirlerin secdeden daha fazla nefret ettiklerini anlattıktan sonra eğer düşünseler Rahman'a secde ve ibadetin vacip olduğunu anlayacak­larını zikretti. Allah Tealâ şöyle buyurdu:

"Gökte burçlar yaratan ve oraya bir ışık kaynağı (Güneş) ve aydınlatıcı bir Ay koyan (Allah) yüceler yücesidir"

Allah Tealâ göklerde yarattığı güzel varlıklarla kendi zatım yüceltmekte ve tazim etmektedir. Zikrediyor ki, gökyüzünde büyük gezegenler ve bu geze­genler için menziller, burçlar yaratan Allah çok yücedir, bütün noksan sıfatlar­dan münezzehtir. Yıldızlarla ilgilenenler bu gezegenleri 1000 olarak saymışlar, modern aletler ise 200.000 yıldızdan fazla tespit etmiştir. Cenab-ı Hak gökte bir ışık kaynağı yaratmıştır. Bu ışık kaynağı varlık da kandil gibi olan aydınla­tıcı güneştir. "Biz (gökyüzüne) parıl parıl parıldayan bir kandil astık." (Nebe1, 78/13).

Cenab-ı Hak gökyüzünde ayrıca nurlu yani ışık veren bir Ay da yaratmış­tır. Nitekim şöyle buyurmuştur: "Güneşi ışık kaynağı ve Ay'ı nurlu yaratan O'dur." (Yunus, 10/5).

"Düşünüp ibret almak veya şükretmek isteyenler için gece ile gündüzü bir­biri ardınca getiren O'dur." Kullarının ibadeti için vakit belirlemek üzere gece ile gündüzü biri diğerinin ardından gelecek şekilde peşpeşe getiren Allah'tır. Kim geceleyin bir ameli yapamazsa gündüz o eksiği tamamlar. Kim gündüz bir ameli yapamazsa gece o eksiği tamamlar. Böylece bu hususta üzerine vacip ola­nı düşünmek, Allah'ın nimetleri ve sanatının hayret verici tezahürlerini tefek­kür etmek ve sayılamıyacak ve tespit edilemiyecek derecedeki nimetlerine kar­şı Rabbine şükretmek isteyen kimse için öğüt vardır.

Buharî ve Müslim'deki sahih bir hadis-i şerifte şu ifade yer almaktadır: Allah gündüz hata işleyen kimsenin tevbe etmesi için gece rahmet elini açar, gece hata işleyen kimsenin tevbe etmesi için gündüz rahmet elini açar.

Enes b. Malik diyor ki: Peygamberimiz (s.a.) o gece Kur'an okuma imkânı bulamayan Hz. Ömer'e (r.a.):

-  Ey Hattaboğlu! Allah senin hakkında bir ayet indirdi, dedi ve şu ayeti okudu: "Düşünüp ibret almak veya şükretmek isteyenler için gece ile gündüzü birbiri ardınca getiren O'dur." Sonra da şöyle buyurdu: Gece yapamadığın nafi­lelerin gündüz kazasını yap. Gündüz yapamadıklarının da gece kazasını yap.

Ebu Davud et-Tayalisî Hasan-ı Basrî'den rivayet ediyor: Hz. Ömer (r.a.) bir gün kuşluk namazını uzattı. Ona:

- Bugün daha önce yapmadığın bir şeyi yaptın denildi. Hz. Ömer (r.a.):

-  Benim günlük virdimden bir parça kalmıştı. Onu tamamlamak istedim, yahut onu kaza etmek istedim, dedi ve şu ayeti okudu: "Düşünüp ibret almak ıeya şükretmek isteyenler için gece ile gündüzü birbiri ardınca getiren O'dur."

Bu ayetle bundan önceki ayet Allah Tealâ'nın kudretinin, birliğinin ve var­lığının delillerindendir. [19]



Rahmanin Has Kullarının Sıfatları


63- Rahman'ın (has) kulları yeryüzünde tevazu ile yürürler. Cahiller ken­dilerine sataştıkları zaman "Selâmetle kalın" deyip geçerler.

64- Onlar gecelerini Rablerine secde ve kıyam ederek geçirirler.

65-  Onlar şöyle derler: "Ey Rabbimiz! Cehennem azabını bizden uzaklaştır. Doğrusu onun azabı çok şiddetli ve devamlıdır."

66-  Gerçekten orası ne kötü bir mekân, ne kötü bir durulacak yerdir.

67-  Onlar harcadıkları zaman ne israf ederler, ne de cimrilik yaparlar. İkisi arasında orta bir yol tutarlar.

68- Onlar Allah'la birlikte bir başka ilâh edinip ona kulluk etmezler. Hak eden­ler dışında Allah'ın haram kıldığı cana kıymazlar. Zina etmezler. Kim bunları yaparsa işlediği günahın cezasını görür.

69- Kıyamet günü azabı kat kat olur. O azap içinde hor ve hakir bir halde ebedî olarak kalır.

70-  Ancak tevbe eden, iman eden ve salih amel işleyenler bunun dışındadır. İşte Allah onların kötülüklerini iyilik­lere çevirir. Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.

71-  Kim tevbe edip salih amel işlerse şüphesiz o Allah'a hakkıyla yönelmiş olur.

72- Rahman'ın (has) kulları yalan yere şahitlik etmezler. Boş sözle karşılaştık­ları zaman vakarla oradan geçip gider­ler.

73-  Onlar kendilerine Rablerinin ayetleri hatırlatıldığı zaman o ayetler karşısında sağır ve kör gibi davranmazlar.

74- Onlar: "Ey Rabbimiz! Bize eşlerimizden ve çocuklarımızdan gözlerimizin nuru olacak kimseler ihsan eyle. Bizi takva sahiplerine lider kıl." derler.

75-  İşte onlar sabretmelerinin karşılığı olarak cennetin yüksek köşkleriyle mükâfatlandırılacaklardır. Onlar orada selâm ve saygı ile karşılanacaklardır.

76- Onlar orada ebedî olarak kalacaklardır. O ne güzel bir istikrar yurdu, ne güzel bir makamdır!

77- De ki: "Duanız olmadıktan sonra Rabbim size niye değer versin? Siz (ey kâfir­ler) hakkı yalanladınız. Bu sebeple azap yakanızı bırakmayacaktır."



Açıklaması


Bu sıfatlar Allah'ın mümin kullarının, cennetin en üst derecelerine lâyık olan "Rahmanın has kulları"mn sıfatlarıdır. Bunlar topluca dokuz sıfattır:

1- Tevazu: "Rahmanın (has) kulları yeryüzünde tevazu ile yürürler." Yani Rableri tarafından güzel mükâfata lâyık olan Allah'ın ihlâsh, rabbani kulları yeryüzünde kibirlenmeden ve böbürlenmeden sükûnet ve ağırbaşlılıkla yürür­ler. Onlar yeryüzüne tevazuyla basarlar ve insanlara yumuşaklıkla muamele ederler. Onlar yeryüzünde üstünlük ve fesat arzu etmezler.

Nitekim Cenab-ı Hak Hz. Lokman'ın oğluna yaptığı vasiyeti anlatarak şöyle buyurdu: "Yeryüzünde şımarık yürüme. Zira Allah her kibir taslayanı, kendini beğenip övüneni sevmez." (Lokman, 31/18).

Murad edilen mana şudur: Onlar yapmacık tavırlarla ve gösteriş yaparak hasta gibi yürüyor, değillerdir. Ancak izzetle ve onurla sadece Allah'a boyun eğen müminin izzetiyle yürürler. Ademoğulları'nın efendisi olan Peygam­berimiz (s.a.) yürüdüğü zaman sanki yüksek bir yerden iniyormuş gibi yürüyordu. Sanki yeryüzü onun için duruluyordu.

Seleften bazıları güçsüz ve suni tavırla yürümeyi mekruh görmüşlerdi. Hatta rivayete göre Hz. Ömer (r.a.) yavaş yavaş yürüyen bir genç görmüş:

- Neyin var? Hasta mısın? diye sormuş, genç:

-  Hayır, ey müminlerin emiri deyince, Hz. Ömer o gence elindeki kırbacı göstererek ona kuvvetle yürümesini emretmiştir.

Buradaki "hevn" kelimesinden murad sükûnet ve ağırbaşlılıktır. Nitekim Rasulullah (s.a.) Buharî ve Müslim'in Sahih'lerinde Ebu Hureyre'den (r.a.) rivayet ettikleri hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır: "Namaza gelirken koşarak gelmeyin. Namaza sekînetle (vakarla) gelin, eriştiğinizi kılın. Erişemediğinizi tamamlayın."

Rivayet edilmiştir ki Hz. Ömer (r.a.) yürürken böbürlenen bir genç gördü. Ona:

- Böbürlenerek yürüyüş, Allah yolunda (cihad meydanında) hariç mekruh görülen bir yürüme şeklidir. Allah bazı kimseleri medhederek şöyle buyurdu:

"Rahmanın (has) kulları yeryüzünde tevazu ile yürürler." Sen de yürüyüşünde itidal yolunu tut, dedi.

Bu ayetin benzeri şu ayettir: 'Yeryüzünde kibir ve azametle yürüme. Çün­kü toprağı yaramazsın, boyca da dağlara eremezsin." (İsra, 17/37).

2- Hilm veya yumuşak söz: "Cahiller kendilerine sataştıkları zaman, "selâmetle kalın" deyip geçerler." Yani cahiller kendilerine kötü sözle saldınrlar-sa onlara aynı şekilde karşılık vermezler. Bilâkis affederler ve hoşgörülü dav­ranırlar. Sadece hayır söylerler. Peygamberimiz (s.a.) cahilin kendisine katı davranmasıyla hiddetlenmez, ona karşı daha fazla hilm sahibi olurdu.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Onlar lüzumsuz sözleri işitin­ce ondan yüz çevirirler." (Kasas, 28/55). Nehhas diyor ki: "Selâmen" kelimesi "teslim (selâmete ermek)" manasındadır. Araplar der ki: "Selâmen" yani "selâmette kalasın, rahat olasın."

"Selâmetle kalın, derler." ifadesi doğru söylerler demektir. Yahut meşru, iyi bir sözle karşılık verirler, demektir.

Hasan-ı Basrî diyor ki: "Selâmün aleyküm (Allah'ın selâmı üzerinize ol­sun)" derler. Eğer kendilerine bilgisizce muamele yapılırsa yumuşak davranır­lar. Gündüzleri Allah'ın kullarıyla dinledikleri şeylerle arkadaşlık yaparlar.

Bu iki sıfat Rahman'ın has kullarının diğer insanlarla aralarındaki tavır­larıdır. Bu iki sıfat eziyet etmemek ve yapılan eziyete tahammül etmek yani kırmamak ve kınlmamaktır.

Cenab-ı Hak daha sonra bu kullarıyla kendi arasındaki sıfatlarını zik­rederek şöyle buyurdu:

3. Geceleri teheccüd namazı kılmak: "Onlar gecelerini Rablerine secde ve kıyam ederek geçirirler." Yani onların gece programlan aynen gündüz program­ları gibidir. Gündüzleri en hayırlı gündüz, geceleri de en hayırlı gecedir. Ak­şamladıkları yahut geceye eriştikleri vakit Rablerine secde ve kıyamda bulu­narak gecelerini geçirirler. Gecenin bir kısmında veya çoğunluğunda itaatkâr olarak ve ibadet ehli olarak namaz kılarlar.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Onlar gecenin (ancak) az bir kısmında uyurlardı. Seher vakitlerinde de onlar istiğfar ederlerdi." (Zariyat, 51/17-18); "Onların yanları yataklarından uzaklaşır, korku ve ümitle Rablerine dua ederler." (Secde, 32/14); 'Yoksa o ahiretten korkarak, Rabbinin rahmetini umarak gecenin saatlerinde secdeye kapanır, kıyamda durur bir halde taat ve ibadet eden kimse (gibi) midir?" (Zümer, 39/9).

İbni Abbas diyor ki: Kim yatsı manazından sonra iki rekât veya daha fazla namaz kılarsa geceyi secde ve kıyam ederek geçirmiş olur.

4- Allah'ın azabından korkmak: "Onlar şöyle derler: Ey Rabbimiz! Cehen­nem azabını bizden uzaklaştır." Yani onlar Rablerinden korkan ve O'na tit­reyerek dua eden ve korkarak: "Ey Rabbimiz cehennem azabını ve onun şid­detini bizden uzak kıl." diyen kimselerdir.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Onlar Rablerinin huzuruna döneceklerinden yürekleri çarpan ve vermeleri gerekeni veren kimselerdir." (Muminun, 23/60).

Cenab-ı Hak daha sonra suallerinin ve dualarının sebebinin iki şey ol­duğunu zikretti:

a) "Doğrusu Cehennem'in azabı çok şiddetli ve devamlıdır." Yani onun azabı isyankâr insandan hiç ayrılmayan, alacaklının borçlunun peşinden ayrıl­maması gibi onu takip eden bir azaptır; yahut sonu mutlaka helak ve hüsran olan bir azaptır.

b) "Gerçekten orası ne kötü bir mekân, ne kötü bir durulacak yerdir." Yani cehennem yer olarak ne kötü konaktır, manzarası ne kötüdür. Ne kötü durula­cak yerdir. Bu asla şüphe edilmeyecek olan ve dünya ateşi vücudunu dağlayan kimsenin gayet iyi bileceği tarzda bir şeydir.

5. Harcamada itidal yolunu tutmak: "Onlar harcadıkları zaman ne israf ederler ne de cimrilik yaparlar. İkisi arasında bir yol tutarlar." Yani onlar ken­dilerine yahut ailelerine harcama yaptıkları zaman bu harcamalarında savur­gan değildirler. Onlar ihtiyaçtan fazla harcamazlar, kendi haklarında veya nafakaları üzerlerine vacip olan kimseler hakkında ihmal edip cimrilik de yap­mazlar. Bilakis itidal içinde, orta yolu tutarak, dengeli bir şekilde ihtiyaç kadar harcama yaparlar. İşlerin hayırlısı ortasıdır. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyu­ruyor: "Elini boynuna bağlı olarak asma. Elini tamamen açıp da saçıp savur­ma. Aksi takdirde kınanır, pişman olur, oturup kalırsın." (İsra, 17/29). Yani iti­dal içinde orta yolu izlemek, israfı ve cimriliği terk etmek gerekir.

İktisadın temel esası ve İslâm'da infakın ana direği budur.

İmam Ahmed, Ebud-Derda'dan (r.a.) Peygamberimiz'in (s.a) şu hadis-i şerifini rivayet ediyor: "Kişinin geçiminde orta yolu tutması onun anlayışlı ol­duğunun alâmetlerindendir."

Yine İmam Ahmed Abdullah b. Mes'ud'dan (r.a.) Peygamberimiz'in (s.a.) şöyle buyurduğunu rivayet ediyor: "İktisatla davranan fakir olmaz."

Hafız Ebubekir el-Bezzar, Huzeyfe'den (r.a.) Peygamberimiz'in (s.a.) şu hadis-i şerifini naklediyor: "Zenginlikte itidal sahibi olmak ne güzeldir! Fakir­likte itidal sahibi olmak ne güzeldir! İbadette itidal sahibi olmak ne güzeldir!"

Savurganlık kişinin malının ve ümmetin malının zayi olmasına sebeptir: "Savurganlar şeytanın kardeşleridir." (İsra, 17/27).

Bilindiği gibi hayırda israf olmaz. İsrafta da hayır yoktur. Hasan-ı Basrî diyor ki: Allah yolunda yapılan infakta israf olmaz. İyas b. Muaviye diyor ki: Allah Tealâ'nm emrini aştığın her şey israftır".

Abdülmelik b. Mervan Ömer b. Abdülaziz'le kızı Fatıma'yı evlendirdiği zaman: "Harcaman nasıl?" diye sordu. Ömer b. Abdülaziz: "İki kötü uç arasın­daki güzelliktir" dedi. Sonra bu ayeti okudu.

Hz. Ömer (r.a.) diyor ki: "Kişinin bir şeyi arzu edip de onu satın alıp yeme­si israf olarak yeter".

İbni Mace'nin Sünen' inde Enes b. Malik'ten (r.a.) Peygamberimiz'in (s.a.) şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Arzu ettiğin her şeyi yemen israf sayılır."

Cenab-ı Hak daha sonra müşriklerin ve fasıkların sıfatları olan ve mümin­lerden uzak olması gereken menfî sıfatlan zikrederek şöyle buyurdu:

6- Allah'a şirk koşmak, adam öldürmek ve zinadan uzak olmak: "Onlar Al­lah'la birlikte bir başka ilâh edinip ona kulluk etmezler. (Ölümü) hak edenler dışında Allah'ın haram kıldığı cana kıymazlar."

Yani onlar Allah'la birlikte başka bir ilâha tapınmazlar, Allah'la birlikte ibadetlerine başka bir ortak koşmazlar. Taat ve ibadeti yalnız O'na yaparlar. İman ettikten sonra küfre düşmek, evlendikten sonra zina etmek ve haksız yere cana kıymak gibi şer'î ve haklı bir sebep olmaksızın kasden cana kıymaz­lar. Bu haklı sebep de şahsî görüşle değil ancak idarecinin veya hakimin hük­müyle olur. Onlar zina da etmezler.

Bunlar cürümlerin en büyükleridir:

- Allah'a şirk koşmak,

- Cana kastederek adam öldürmek,

- Zina etmek.

Birinci cürüm Allah'ın hakkına tecavüzdür. İkincisi insanlığa (yaşama hakkına) tecavüzdür. Üçüncüsü insan haklarına tecavüz ve namusu çiğnemek­tir.

Kurtubî'nin dediği gibi bu üç sıfat ayrı ayrı kabul edildiği takdirde hepsi onbir sıfat olmaktadır.

Cenab-ı Hak daha sonra nefsi ıslah etmeye ve istikamete dönmeye teşvik etmek için tevbe kapısını açtı:

"Ancak tevbe eden, iman eden ve salih amel işleyenler bunun dışındadır. İş­te Allah onların kötülüklerini iyiliğe çevirir. Allah çok bağışlayan ve çok mer­hamet edendir."

Yani dünyada günahtan uzaklaşıp masiyetten dolayı pişman olmak suretiyle bütün yaptıklarını terk edip Allah'a yönelenler, Allah'a, Rasulü'ne ve ahiret gününe inanıp tasdik edenler ve salih amel işleyenler bundan müstes­nadır. İşte Allah tevbe sebebiyle bunların kötülüklerini siler, ve taat sebebiyle kötülüklerin yerine iyilikler getirir, yahut bu geçmiş kötülükler tevbe ile derhal iyiliklere çevrilir.

Ebu Zer Peygamberimiz'den (s.a.) rivayet ediyor: "Günahlar iyiliklerle çev­rilir. "

İmam Ahmed, Timizi ve Beyhakî, Muaz'dan Peygamberimizin (s.a.) şöyle buyurduğunu rivayet etmektedirler: "Kötülüğün peşinden iyilik yap ki onu sil-sin. İnsanlara güzel ahlâk ile muamele et." (Hûd, 11/114) ayetini te'kit etmek­tedir.

Kısaca: "Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir." ayetinin manası hakkında iki görüş vardır:

Birincisi: Onlar bu kötülüklerin yerine iyilik işlediler demektir. Hasan-ı Basrî diyor ki: Allah kötü ameli iyi amelle, şirki ihlâsla, fücuru namuslulukla, küfrü islâmla değiştirir. Yani bu değişiklik dünyada, tesiri ise ahirette olur.

İkincisi: Bu kötülükler bizzat ihlâslı tevbe ile iyiliklere döner. Çünkü bu kimse geçen günahları her hatırladıkça pişmanlık duyar, Allah'a yönelir ve is­tiğfar eder. Bu itibarla günah taate çevrilir. Yani bu değişiklik ahirette olur.

Doğru olan birinci görüştür. Tevbe önceki ameli siler, tevbe eden kimse için yeni bir sayfa açılır. Artık diğer müminler gibi salih amellere sevap verilir, kötülüklere de ceza verilir.

"Kim tevbe edip salih amel işlerse şüphesiz o Allah'a hakkıyla yönelmiş olur." Yani kim günahlarına karşı tevbe ederse ve salih ameller işlerse Allah onun tevbesini kabul eder. Çünkü O Allah katında razı olunacak bir şekilde Al­lah'a dönmüştür. Allah da O'nun cezasını silmiş, sevabı bol olarak vermiştir.

Bu ifade şirk, kasden adam öldürme ve zina gibi büyük günahlardan tevbe eden kimsenin tevbesinin kabul edileceği şeklindeki hususi ifadeden bütün günahlardan dolayı yapılacak tevbenin kabulü için umumî bir ifadedir.

Bu ayetin benzerleri çoktur: "Bilmediler mi ki Allah kullarının tevbesini kabul eder." (Tevbe, 9/104); "De ki: Ey kendilerinin aleyhinde haddi aşanlar! Al­lah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Çünkü Allah bütün günahları bağış­lar. Şüphesiz ki O çok bağışlayan ve çok merhamet edendir." (Zümer, 39/53).

7- Yalancı şahitlikten uzaklaşma ve yalandan sakınma: "Onlar yalan yere şahitlik etmezler. Boş sözle karşılaştıkları zaman vakarla oradan geçip gider-ler." Onlar başkası aleyhine kasden yalan yere şahitlikte bulunmazlar, yahut yalan meclislerinde bulunmazlar.

İbni Kesir diyor ki: Ayetin üslûbundan anlaşılan mana, onlar yalan konuşulan yerde bulunmazlar, demektir. Bunun için Cenab-ı Hak şöyle buyur­muştur: "Onlar boş sözle karşılaştıkları zaman vakarla oradan geçip giderler." Yani yalan konuşulan yerde bulunmazlar. Onların yanına uğradıklarında bun-ian hiçbir şekilde kirlenmezler. Bu ayetin benzeri: "Onlar boş sözü işittikleri zzman ondan yüz çevirirler. Bizim amellerimiz bize, sizin ameliniz size derler. Selâm üzerinize olsun. Biz cahilleri arzu etmeyiz." (Kasas, 28/55).

Gerçek şudur ki, bu ayet şu iki hususa delâlet etmektedir.

- Yalancı şahitliğin haram oluşu,

-  Boş söz meclislerinden sakınmak ya da hatalı davranan kişiyi affetmek. ♦"aMhler de bunu birinci hususa delil olarak zikretmişlerdir.

Nitekim Buhari ve Müslim'in Sa/ıiMerinde Ebu Bekre'den (r.a.) rivayet ■scilen bir hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) üç defa "Size büyük günahların €t büyüklerini haber vereyim mi?" buyurdu. Biz de, evet dedik. Bunun üzerine şeyle buyurdu: Allah'a şirk koşmak, anne-babaya isyan etmek. O sırada yaslanmış duruyordu. Oturdu ve şöyle buyurdu: "Dikkat edin yalan söz de büyük günahtır. Dikkat edin. Yalan yere şahitlik de büyük günahtır." Bunu o kadar tekrar etti ki biz: "Keşke sussa." dedik.

Hz. Ömer yalan yere şahitlik yapan kimseye 40 celde vuruyor, yüzünü siyahla boyatıyor, başını traş ettiriyor ve çarşıda dolaştırıyordu.

8- Öğütleri kabul etmek: "Onlar kendilerine Rablerinin ayetleri hatırlatıl­dığı zaman bu ayetler karşısında sağır ve kör gibi davranmazlar." Yani bu ayet­ler hatırlatıldığı zaman dinlemek için otururlar. Kendilerine hatırlatmada bulunan kimselere Allah'ın kelâmını işittikleri zaman ondan hiç etkilenmeyen, durumlarını değiştirmeyen sanki kör ve sağır gibi hakkı duymayan ve gör­meyen, küfürleri, isyanları, bilgisizlikleri ve tuğyanları üzerine devam eden kâfirler, münafıklar ve isyankâr müminler gibi değil, bilakis pür dikkat kesilen kulaklarla, basiretli açık gözlerle ve şuurlu kalplerle bu hatırlatmaya yönelir­ler.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Bir sure indirildiği zaman iç­lerinden bazıları: "Bu (sure) hanginizin imanını artırdı?" der. iman etmiş olan­lara gelince (Her inen sure) daima onların inanını artırmıştır ve onlar (bir sure indikçe) birbirlerine müjde verirler. Fakat (bu sure) kalplerinde hastalık bulunanların küfürlerine küfür katıp artırdı ve onlar kâfir olarak öldüler." (levbe, 9/124/125).

9- Allah Tealâ'ya yakarış: "Onlar: Ey Rabbimiz! Bize eşlerimizden ve çocuklarımızdan gözlerimizin nuru olacak kimseler ihsan eyle. Bizi takva sahiplerine lider kıl, derler." Onlar Rablerine niyazda bulunarak dua ederler. Allah'tan kendilerini hayır işleyen, serden uzaklaşan, gözlerini nurlandıracak, gönüllerine sürür verecek mümin, salih ve İslâm'la hidayet bulmuş saliha eş­lerle ve salih evlâtlarla rızıklandırmasım niyaz ederler. Çünkü mümin Alah'a itaatle amel eden birini gördüğünde gözü aydınlanır, dünya ve ahirette kalbi mesrur olur. Onlar ayrıca Allah'ın kendilerini hayırda ve dinin emirlerine uy­ma hususunda kendilerine uyulacak liderler kılmasını niyaz ederler.

Bu sebeple onlar kendi ibadetlerinin hanımlarının ve çocuklarının ibadet-leriyle irtibatlı olmasını, onların hidayetlerinin başkalarına faydalı olmasını arzu ettiler. Onlar hayır ve iyilik davetçileriydi. Bu daha çok sevaplı ve daha güzel neticelidir.

Müslim'in Sahih'inde Ebu Hureyre'den (r.a.) rivayet ettiği hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurdular: "İnsan ölünce üç şey hariç ameli kesilir: Faydası devamlı sadaka... Kendisinden yararlanılan ilim... Kendisine dua eden salih evlât."

Bazı alimler diyorlar ki: Bu ayet dinde liderliğin istenmesi ve arzu edil­mesi gerektiğine delâlet etmektedir. İbrahim Halil (a.s.) şöyle dua etmişti: "Bana sonuncular arasında sadık bir lisan nasip eyle."

Cenab-ı Hak bundan sonra bu 11 sıfatla muttasıf olan "Rahmanın has kulları" nın mükâfatını zikretti:

"işte onlar sabretmelerinin karşılığı olarak Cennet'in yüksek köşkleriyle mükâfatlandırılacaklardır. Onlar orada selâm ve saygı ile karşılanacaklardır." Yani bu değerli sıfatlarla bu övgüye lâyık söz ve davranışlarla muttasıf olan bu kimselere kıyamet günü cennetin yüksek köşkleri mükâfat olarak verilecektir. Bir ayette: "Onlar yüksek köşklerde emniyet içindedirler." (Sebe, 34/37) buyurulmaktadır. Onlar bu vazifeleri yerine getirmedeki sabırları ve sebatları sebebiyle bu derecelere nail olurlar. Onlar cennette selâm ve saygı ile kar­şılanacaklardır. Yani onlar ikram ve iltifat görecekler, kendilerine hürmet ve takdirle muamele edilecektir. Onlar selâmette bulunurlar. Allah'ın selâmı üzer­lerine olur.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Melekler her bir kapıdan on­ların huzuruna gelecekler (ve şöyle diyeceklerdir:) Sabrettiğiniz şeylere karşılık sizlere selâm olsun. Bu dünya yurdunun en güzel sonucudur." (Ra'd, 13/23-24). Ayetteki "Sabrettiğiniz şeylere karşılık" ifadesi cennetin lâyık olma karşılığında verileceğine delâlet etmektedir.

Ayet kendilerine horlanma ve küçümsenme ile birlikte kat kat azap ve­rilen isyankârların aksine, itaatkârların ta'zim ve hürmetle birlikte cennet nimetleri içinde olacaklarını ifade etmektedir.

"Onlar orada ebedî olarak kalacaklardır. O ne güzel bir istikrar yurdu, ne güzel bir makamdır!" Yani onların nimetleri devamlı olup kesilmez. Onlar cen­netlerde başka yere intikal etmeden sürekli şekilde kalırlar. Ölmezler ve oradan ayrılmazlar. Oradan başka bir yere gitmek de istemezler. Bu cennetler ne güzel manzaradır, ne hoş menzil ve yurtlardır.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Saadete erenlere gelince: On­lar cennettedirler. Rabbinin dilediği müstesna olmak üzere onlar orada gökler ve yeryüzü durduğu müddetçe ebedî kalıcıdırlar. Bu hiç kesilmeyen bir lütuf ve ihsandır." (Hûd, 11/108).

Kısaca: Allah "Rahmanın has kulları" na önce cennette kıymetli menfaat­ler, ikinci olarak kendilerine ta'zim gösterilmesi ikramı vaad etti. Sonra da bu iki nimetin vasfının "devamlılık" olduğunu beyan etti. "Orada ebedî olarak kalacaklardır." Ayrıca bu iki nimetin onlara "has" olduğunu beyan etti: "O ne güzel bir istikrar yurdu, ne güzel bir makamdır!"

"De ki: Duanız olmadıktan sonra Rabbim size niye değer versin?" Yani Al­lah kullarından müstağnidir. Onlara asla muhtaç değildir. Sadece kulları is­tifade etsinler diye onlara bazı yükümlülükler vermiştir. İsyanları sebebiyle onlara azap edecektir. Kulları O'na iman etmez, O'na kullukta bulunmazlarsa Allah onlara hiç değer vermez, aldırış etmez. Çünkü O mahlûkatı kendisine ibadet etsinler, O'nun birliğini kabul etsinler, sabah akşam onu tenzih, teşbih etsinler diye yaratmıştır.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "Ben insanları ve cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yarattım." (Zariyat, 51/56).

"Siz hakkı yalanladınız. Bu sebeple azap yakanızı bırakmayacaktır."

Ey Kâfirler! Ey isyankârlar! Benim peygamberlerimi yalanladığınız ve benimle karşılaşacağınıza iman etmediğiniz takdirde yalanlamanız azaba uğ­ramanıza sebep olacak, dünya ve ahirette helak olmanıza sebep olacaktır.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Bedbaht olanlara gelince: On­lar ateştedirler. Orada onların (çok feci) nefes alıp vermeleri vardır." (Hûd, 11/106-107). [20]





--------------------------------------------------------------------------------

[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/10-13.

[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/16-18.

[3] Zemahşerî, 11/400.

[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/21-23.

[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/28-30.

[6] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/33-35.

[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/38-39.

[8] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/42-44.

[9] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/48-49.

[10] İbn Kesir, III/317.

[11] Razî, XXIV/79.

[12] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/52-55.

[13] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/59-60.

[14] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/60-61.

[15] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/61.

[16] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/61-62.

[17] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/66-68.

[18] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/72-78.

[19] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/83-87.

[20] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/95-102.

25-Furkan Suresi Meali Tefsiri Oku: Müşriklerin Kendisine Kur'an'ın İndirildiği Hz. Peygamber (S. A.) Hakkındaki Tenkitleri-Müşriklerin Kıyamet Gününü İnkâr Etmeleri Müşriklerin O Gündeki Durumu Ve Onların Cennetliklerle Karşılaştırılması Rating: 4.5 Diposkan Oleh: Blogger

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder