Güncel Duyuru: Öğrencilerimizin dikkatine ! Ücretsiz TEMEL ARAPÇA SARF&NAHİV derslerimizi Eklemeye başladık 1-13.Derse kadar Tamam(Elhamdü lillah) Tıkla Ders Sayfasına Git Tags:Online Arapça Dersleri Video,İslami ilimler Video Dersleri,İlahiyat Önlisans Arapça Video Dersleri,İlahiyat Arapça Video Dersleri,İmam Hatip Arapça Dersleri Video,İlitam Arapça Video Dersleri,Tefsir Dersleri Video,Hadis Dersleri Video,Fıkıh Dersleri Video,Arapça Dershaneniz,Kur'an,Sünnet,Arapça dersleri,tefsir oku,hadis,oku,Kuran meali oku,arapça öğreniyorum,arapça dilbilgisi video,arapça nahiv video,arapça sarf dersleri video,islami sohbetler

26-Kasas Suresi Meali Tefsiri Oku: Hz. Musa (A.S.) Kıssası -1-Güçsüz Kimselere Yardım Edilmesi-Hz. Musa'nın Dünyaya Geldikten Sonra Sahile Atılması, Emzirilmesi Ve Peygamberlikle Müjdelenmesi-Hz. Musa'nın Hatayla Mısırlıyı Öldürmesi Ve Mısır'dan Çıkması

Rahman ve Rahim Olan Allah'ın Adıyla



KASAS SURESİ


Hz. Musa (A.S.) Kıssası -1-Güçsüz Kimselere Yardım Edilmesi


1- Ta, sın, mim.

2- Bunlar apaçık kitabın ayetleridir.

3- Biz sana Musa ile Firavun kıssasını iman edecek bir kavim için gerçek yönüyle anlatacağız.

4- Gerçekten Firavun ülkesinde zor­balığa kalkıştı. Ülkesinin halkını gu­ruplara böldü. İçlerinden bir gurubu eziyor, oğullarını boğazlatıyor, ka­dınlarını sağ bırakıyordu. O gerçek­ten bozgunculardan biriydi.

5-  Biz ise yeryüzünde ezilenlere lü-tufta bulunalım, onları önderler ya­palım, onları varisler kılalım, istiyor­duk.

6- O ezilenlere yeryüzünde imkân ve­relim; Firavun'a, Haman'a ve askerle­rine o sakındıkları şeyi o ezilenlerin eliyle gösterelim, (istiyorduk).



Açıklaması


"Bunlar apaçık kitabın ayetleridir." Yani bu ayetler dini meselelerin ha­kikatini, daha önce olanları ve bundan sonra olacakları açıklayan gayet açık ve her şeyi gözler önüne koyan kitabın ayetleridir.

"Biz sana Musa ile Firavun kıssasını iman edecek bir kavim için gerçek yönüyle anlatacağız." Yani biz sana durumu olduğu gibi doğru ve gerçek ola­rak sanki sen görüyorsun gibi, sanki sen orda hazır imişsin gibi senin risale-tini ve Rabbinden sana inen kitabı tasdik edecek ve bununla kalpleri mut­main olacak bir kavim için anlatacağız. Nitekim bir başka ayette şöyle buyu-rulmuştur: "Biz sana en güzel kıssayı anlatacağız." (Yusuf, 12/3).

Allah Tealâ Hz. Muhammed'in (s.a.) peygamberliğinin doğruluğuna ve bu yüce Kur'anın herhangi bir beşer tarafından ortaya konulmayıp vahyedi-len bir vahiy olduğuna delil ikame etmek için, ibret ve öğüt olması için bu bu surede Hz. Musa ile Firavun kıssasından bir parça veya bir bölüm zikret­miştir.

Kur'anın bütün insanlık için indirilmiş olmasına rağmen burada özellik­le müminlerin zikredilmesi, bundan sadece Allah'ın peygamberi Hz. Muham-med'e (s.a.) indirilen kelâmı tasdik eden kimselerin yararlanacaklarına işa­rettir.

"Gerçekten Firavun ülkesinde zorbalığa kalkıştı." Yani Mısır kralı Fira­vun memleketinde despotluk yaptı ve böbürlendi, zulmetti, haddi aştı ve hal­kını ezdi.

"Ülkesinin halkını guruplara böldü." Mısır evlâtlarını çeşitli gurup ve fırkalara ayırdı. Her gurubu devlet işlerinden imar, ziraat v.b. işlerde kullan­dı. Sömürgeci siyaseti olan "Parçala! Hükmet!" siyasetini takip ederek hal­kın kendi aralarında ittifak etmemeleri için aralarında fitne, düşmanlık ve kin tohumları ekti.

Bu genel anlamıyla İslâm siyasetine tamamen zıttır. İlâhî hidayet ta­mamen ülfet meydana getirme ve tek kalp üzerinde birleşme, halk arasında sevgi, hoş görü, kaynaşma ve gönül temizliği ruhunun yaygınlaşması üzeri­ne kuruludur.

Bu gerçekten yöneticiyi rahatlatan, ümmete güç veren, ümmetin şeref binasını kuran ve peşpeşe zaferlerini gerçekleştiren ideal pirensiptir.

"İçlerinden bir gurubu eziyordu." Onlardan bir cemaatı -İsrailoğulları'-nı- ezilmiş ve horlanmış hale getirmişti.

Bu ezme şekilleri şöyle idi:

"Oğullarını boğazlatıyor, kadınlarını sağ bırakıyordu." Yani yeni doğan erkek çocuklarını öldürtüyor, kız çocuklarını küçümsediği ve hiçe aldığı ve sadece erkek çocuktan korktuğu için kız çocuklarına dokunmuyordou. Fira­vun ve ülkesinin halkı devletlerinin gitmesine ve helak olmalarına sebep ola­cak bir çocuğun içlerinden çıkmasından korkuyorlardı. Çünkü kâhinler, fal­cılar Firavuna şöyle demişlerdi: "îsrailoğullarında doğacak yavrunun elinde senin mülkün yok olacak." Ya da müneccimler bunu söylediler, yahut Fira­vun kendisi bir rüya gördü ve rüyayı böyle tabir etti.

Zeccac diyor ki: Firavunun ahmaklığı hayret vericidir. Bilmiyor ki kâ­hin doğru söylemişse çocukları öldürmenin hiçbir faydası olmayacaktır, ya­lan söylemişse çocukları öldürmenin bir anlamı yoktur.

"O gerçekten bozgunculardan biriydi." Yani yeryüzünde ameliyle, isyan-kârlığıyla ve zorbalığıyla fesatçılık yapıyor, günahsız yere çocukları öldürü­yor, hiçbir sebep olmaksızın korku ve dehşet yayıyordu. Kalplerine endişe ve huzursuzluk hâkim olan azgın zalimlerin durumu daima böyledir. Onlar bu gibi feci olayları fütursuzca işlerler. Şayet bir gün veya daha fazla gönül hu­zuru ve rahatlık hissetseler ve iman onların üzerine kanatlarını gerseydi ve onları serin ve geniş gölgesiyle kaplasaydı kendileri istikrar ve güven içinde yaşarlar, yeryüzünde fesat çıkarmazlar, helak olacaklarını bildiren bu gibi şiddet ve zulme ihtiyaç duymazlardı.

Cenab-ı Hak zalimlerin bu beş kötü vasfını (yani yeryüzünde zorbalığa kalkışmaları, halkı ezmeleri, küçük yavruları öldürmeleri, kız çocuklarına dokunmamaları ve bozgunculuk çıkarmaları özelliklerini) zikrettikten sonra bunların karşılığında İsrailoğulları'ndan olan ezilmeye mahkûm bırakılmış halkın beş vasfını zikretti. Bu vasıflar onların zulümden kurtarılmaları, Fi­ravun ve kavminden sonra yeryüzüne hakim önderler olmaları, Mısır ve Şam diyarına varis kılınmaları, buralarda hakimiyetin kendilerine ait olma­sı, Firavun, Haman ve ordularının korktukları helake uğramaları ve mülkle­rinin İsrailoğulları elinde yok olması olayının ortaya konulmasıdır.

Allah Tealâ bunları şöyle beyan etmektedir:

1- "Biz ise yeryüzünde ezilenlere lütufta bulunalım istiyorduk." Biz Fira-vun'un ezdiği, zelil kıldığı İsrailoğulları'ndan ezilen kimselere onları Firavun'un işkencesinden kurtarmak ve onun zulmünden korumak suretiyle lü­tuf ve ikramda bulunmak istiyorduk.

Zemahşerî burada şu suali ortaya atmaktadır: Onların ezilmeleri ile Al­lah Tealâ'nm kendilerine lütufta bulunması nasıl birleşebilir? Allah bir şeyi murad ettiği zaman bu şey bir başka vakti beklemeden derhal olmaz mı?

Sonra da bu suale cevap vermektedir: Allah'ın onları Firavun'dan kur­tarmak suretiyle yaptığı lütuf hemen yakında meydana gelince onun meyda­na gelişinin iradesi İsrailoğulları'nın ezilmeleriyle berabermiş gibi süratle tecelli etmiştir.

2- "Onları önderler kılalım" istiyorduk. Yani onları din ve dünya mese­lelerinde ilerlemiş liderler, valiler ve hakim güçler kılmayı murad ediyorduk.

3- "Onları varisler kılalım" istiyorduk. Yani Firavun'un ve ülkesinin mülkünü, elinde tuttuğu şeylere varis olacak kimseler kılalım istiyorduk. "Hor görülen o kavmide mübarek kıldığımız yerin doğularına ve batılarına varisler yaptık. Böylece sabretmelerinden dolayı Rabbinin İsrailoğullarına o pek güzel vaadi yerine geldi. Firavun ve kavminin yapmakta oldukları ve yükselttikleri şeyleri yerle bir ettik." (A'raf, 7/137); "İşte böyle yaptık. Onlara İsrailoğulları'nı mirasçı kıldık." (Şuara, 26/59).

4- "O ezilenlere yeryüzünde imkân verelim" istiyorduk. Yani onlara yetki ve nüfuz vermeyi, Mısır ve Şam diyarında serbestlik vermeyi murad ediyor­duk.

5-  "Firavun'a, Haman'a ve askerlerine o sakındıkları şeyi o ezilenlerin eliyle gösterelim istiyorduk." Yani onların korktukları o mülklerinin yok ol­ması ve İsrailoğullarmdan dünyaya yeni gelecek bir çocuk eliyle helak olma­ları şeklindeki durumu görsünler diye murad ediyorduk.

Sonunda Allah emrini infaz etti, hükmünü gerçekleştirdi. Firavun ve kavminin yok olmasını bizzat kendi evinde ve yatağında, kendi sofrasında ve masasında büyütüp yetiştirdiği birinin eliyle gerçekleştirdi. Göklerin ve ye­rin Rabbi olan Allah'ın emrinde galip ve sonsuz ezici güce sahip olduğunu, dilediği şeyin meydana geldiğini ve dilemediği şeyin olamayacağını Firavun bilsin diye Allah onun yetiştirdiği çocuğu rasul kılmış ve Ona Tevrat'ı indir­miştir.

Gayet açıktır ki İsrailoğulları şeriatlerinin aslıyla tahrife uğramayan ve bozulmayan ama bugün kaybolan ve varlığı söz konusu olmayan semavî ki­taplarıyla (hakikî Tevratla) amel ettikleri müddetçe onlara ait bu özellikler aynen gerçekleşecektir.

Tevrat'ın asıl indirildiği andaki muhtevası Kur'anın muhtevasıyla bu­luşmaktadır. Onlar doğru inançtan ve nazil olan şeriatten saptıkları için on­ların bu özellikleri kaybolmuştur. [1]



Hz. Musa'nın Dünyaya Geldikten Sonra Sahile Atılması, Emzirilmesi Ve Peygamberlikle Müjdelenmesi


7- Musa'nın annesine şöyle ilham ettik: Çocuğu emzir. Başına bir şey gelmesin­den korkunca da onu suya bırak. Sakın korkma ve üzülme. Biz onu sana geri döndüreceğiz ve onu peygamberlerden kılacağız.

8-  Firavun ailesi ileride kendilerine düşman ve üzüntü sebebi olacak yavru­yu aldı. Şüphesiz Firavun, Haman ve askerleri suçlu insanlardı.

9-  Firavun'un hanımı: "Bu yavru benim için de senin için de göz nurudur. Onu öldürmeyin. Belki bize faydalı olur ya da onu evlât ediniriz." dedi. Onlar işin farkında değillerdi.

10- Musa'nın annesinin gönlünde (evlâ­dından başka) hiçbir şey kalmadı. Eğer müminlerden olması için kalbine sabır vermeseydik, nerdeyse Musa'nın kendi çocuğu olduğunu açığa vuracaktı.

11-  Annesi, Musa'nın kızkardeşine: "Onu takip et." dedi. O da Musa'yı uzak­tan gözetledi. Firavun ve adamları işin farkında değillerdi.

12-  Biz Musa'nın (annesinden) önce süt anneleri emmesine engel olmuştuk. Bu­nun üzerine Musa'nın kızkardeşi: "Sizin için ona bakacak ve şefkatle davrana­cak bir aile göstereyim mi?" dedi.

13- Böylece biz annesi sevinsin, üzülme­sin ve Allah'ın vaadinin hak olduğunu bilsin diye Musa'yı annesine geri verdik. Fakat onların çoğu hakkı bilmezler.

14- Musa ergenlik çağına erişip olgunla-şınca ona hikmet ve ilim verdik. Biz iyi­liklerde bulunanları böyle mükâfatlan­dırırız.



Açıklaması


Cenab-ı Hakkın: "Biz ezilenlere lütufta bulunalım istiyorduk." ayetiyle Allah'ın İsrailoğulları'nı Firavun'un işkencesinden kurtarmak suretiyle onla­ra lütufta bulunduğunu beyan ettikten sonra; Allah Tealâ onlara verdiği ilk nimetlerini zikrederek başladı ve şöyle buyurdu:

"Biz Musa'nın annesine şöyle vahyettik: Çocuğu emzir..." Yani Musa'nın annesine düşmandan gizlemesi mümkün olduğu kadar gizlice yavrusunu emzirmesini ilham ettik. Bunun üzerine -denildiği gibi- yavrusunu üç ay ya da dört ay emzirdi.

"Başına bir şey gelmesinden korkunca da onu hemen suya bırak. Sakın korkma ve üzülme." dedik. Yani -yavrunun sesini komşulardan birinin duy­ması sebebiyle öldürülmesinden korktuğunda çocuğu Nü nehrine at. Fakat o durumda boğulacağından, kaybolacağından ya da dünyaya yeni gelen çocuk­ları araştıran Firavun'un bazı casuslarının eline düşeceğinden ve bu gibi korkulu durumlardan dolayı korkma. Ondan ayrılacağından dolayı üzülme, dedik.

Böylece Hak lealâ annesinin korkularından dolayı ve çocuğunu denize atmasından sonraki yeni vesveselerinden dolayı annesine güven ve kalbine sükûnet vermek suretiyle onu mutmain kıldı. Zira Allah'ın yardımı ve göze­timi hamileliğin başlangıcından itibaren ve çocukluk döneminde bütün nebi­lerini ve rasullerini kuşatmaktadır.

Musa'nın annesinin evi Nü kıyısmdaydı. Bir sandık yaptırdı, onun içine beşik koydu. Bir gün korktuğu kimseler evine girince gidip çocuğunu sandı­ğa koydu ve onu Nil'e attı. Su sandığı üzerinde taşıyıp Firavun'un sarayına kadar götürdü. Bu yavruyu Firavun'un cariyeleri aldılar ve Firavun'un hanı­mı Asiye bt. Müzahim'e götürdüler. Asiye onu görünce Allah onun kalbine bu yavrunun sevgisini düşürdü. Asiye onun hayatta kalmasını tercih etti. Fira-vun'u ikna etti ve nihayet Firavun bu yavrunun sarayda kalmasına razı ola­rak onu hanımına bıraktı.

"Biz onu sana geri döndüreceğiz ve onu peygamberlerden kılacağız." Ya­ni senin onu emzirmen için onu sana döndüreceğiz ve onu Mısır ve Şam hal­kına gönderilen bir peygamber kılacağız.

Bu tek ayet iki emir, iki nehiy, iki haber ve iki müjdeyi bir arada topla­maktadır:

İki emir: Çocuğu emzir ve çocuğu denize at, emirleridir.

İki nehiy: Korkma ve üzülme, nehiyleridir.

İki haber: Onu sana geri döndüreceğiz ve onu peygamberlerden kılacağız.

İki müjde: Bu iki haber muhtevasmdadır. Bu da Musa'yı (küçük yavru­yu) geri döndürme ve peygamberlerden kılma müjdeleridir.

"Firavun ailesi ileride kendilerine düşman ve üzüntü sebebi olacak yav­ruyu aldı." Firavun halkı sonunda dinlerine aykırı davranarak, onlarla mü­cadele ederek kendilerine düşman olacak ve onların boğulmasıyla ve mülkle­rinin ortadan kaldırılmasıyla onları üzüntüye düşürecek çocuğu aldılar.

Halbuki onlar bu yavruyu almakla kesinlikle bu amacı murad etmedi­ler. Fakat Allah onların helakini ellerinin işlediği ameller sebebiyle kıldı. Onların neticede üzülmelerine sebep olacak ve mülklerinin yok olması şeklinde bekledikleri sonucun gerçekleşmesine sebep olacak bu yavruyu aldılar ve onu yetiştirdiler.

Razî diyor ki: Bu hususta doğrusu Keşşaf tefsirinin sahibinin zikrettiği görüştür: Bu da "liyekûne" kelimesindeki "lâm" hakikat olmayıp mecaz yo­luyla kullanılan lâm-ı ta'lîldir. Çünkü bir şeyin maksadı ve gayesi varacağı noktadır. Bu lamı bir şeyin varacağı hususta teşbih yoluyla kullanmışlardır. ?ünkü onun düşman edinilmesi Firavun'un adamlarının onu almasının se­bebi değildir. Fakat bu sevgi ve sahip çıkma, fiile götüren sebeb, fiilin kendi­si için işlendiği gayeye benzetilmiştir. Tıpkı arslanın cesur adam için istiare edilmesi gibi.

Bunun sebebi Firavun ve halkının Hz. Musa eliyle helak olmalarıdır. Cenab-ı Hak bunun için şöyle buyurmuştur:

"Şüphesiz Firavun, Haman ve askerleri suçlu insanlardı." Onlar gerçek­ten günahkâr ve suçlu kimselerdi. Allah da düşmanları olan ve helak olma­larının sebebi olan Musa'yı onların elinde yetiştirmek sebebiyle onları ceza­landırdı. Çünkü onlar her şeyde hatalıdırlar. Onların kendi düşmanlarını terbiye etme hususunda hata etmiş olmaları onların yeni bir tavırları değil­dir.

Hasan-ı Basrî diyor ki: Onlar bu yavrunun -Musa'nın- kendilerinin mülklerini gidereceğinin, yok edeceğinin hiç farkında değildirler.

Müfessirlerin çoğunluğu ise şöyle dediler: Bunun manası şudur: Onlar üzerinde bulundukları küfür ve zulüm sebebiyle günahkâr ve suçlu idiler. Allah Tealâ da düşmanları ve helak olmalarına sebep olacak yavruyu (Mu­sa'yı) onların elleriyle terbiye etti.

Küçük yavrunun (Musa'nın) öldürülmemesinin sebebi ise Firavun'un hanımının ona şefaatte bulunmasıdır. Cenab-ı Hak şöyle buyurdu:

"Firavun'un hanımı: Bu yavru benim için de senin için de göz nurudur. Onu öldürmeyin, dedi." Yani bu çocuk bizim için göz nuru yani teselli kayna­ğı olur, gözleriniz onunla aydınlanır, gönülleriniz onunla ferahlanır, bundan dolayı onu öldürmeyin, dedi. Zira Allah Tealâ ona Musa'nın sevgisini ihsan etmişti. Onu gören herkes onu seviyordu.

Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle buyurmaktadır: "Hani bir zaman biz annene önemli hususlar ilham etmiştik. Ona şöyle demiştik: Mu­sa'yı sandığa koy, Nil nehrine bırak da nehir onu kıyıya vursun. Onu benim de onun da düşmanı olan biri alsın. Seni sevimli kıldım ki muhafazam altın­da yetişesin. " (Tâ-Hâ, 20/38-39).

Bu yavru sevinç, huzur ve teselli kaynağı olduğu gibi faydalı da olabilir: "Belki bize faydalı olur ya da evlât ediniriz, dedi. Onlar işin farkında değil­lerdi. " Belki de bu yavru kendisinde gördüğüm bereket kanaati ve soyluluk alâmetleri sebebiyle faydalı ve hayırlı olabilir. Ya da taşıdığı fizikî güzellik ve alımlılık sebebiyle onu evlât ediniriz, dedi. Firavun'un bu hanımından evlâdı yoktu. Allah da o hanıma bu yavru vesilesiyle hidayet verip bu yavru sebe­biyle onu cennette yerleştirerek ümidini gerçekleştirdi. Fakat Firavun ve kavmi helak olmalarının o yavru sebebiyle ve onun elinde olacağının farkın­da bile değillerdi. Allah'ın onun elinde hikmet, hüccet ve peygamberlik muci­zesi ortaya koyacağını ve bunun onların Hz. Musa'yı yalanlamalarına sebep olup helak olmalarına götüreceğini bilmiyorlardı. Görünen ve görünmeyenle­ri bilen sadece Allah Tealâ'dır. O peygamberlerine yardım eder, dinini teyit eder, düşmanlarını perişan eder ve bu durum mümin ve kâfir için ibret ve öğüt olur.

Firavunun hanımı Asiye'yi ferahlık kaplarken vesvese ve endişeler de annesinin kalbine elem veriyordu. Cenab-ı Hak şöyle buyurdu:

"Musa'nın annesinin gönlünde (evlâdından başka) hiçbir şey kalmadı. Eğer müminlerden olması için kalbine güç vermeseydik, nerdeyse Musa'nın kendi çocuğu olduğunu açığa vuracaktı."

Yani çocuğu denizde kaybolunca Musa'nın annesinin gönlü Musa'dan başka bütün dünya meşgalelerinden kopmuştu. Musa'nın Firavun'un eline düştüğünü duyunca aklı başından gitti, kendisine korku ve endişe hakim ol­du. Eğer Allah'ın kendisine evlâdını geri döndüreceği şeklinde verdiği vaade güvenip bunu tasdik edenlerden olması için Allah ona sabır ve sebat verme­seydi üzüntüsünün ve derdinin şiddetinden nerdeyse oğlunun gittiğini açık­layacak ve o yavrunun kendi yavrusu olduğunu bildirecekti: "Biz onu sana geri döndürüceğiz ve onu peygamberlerden kılacağız." denilmiştir.

Kısaca: Allah onun kalbine sebat ve sabır vermeseydi Musa'nın annesi durumunu açığa vuracak, sırrını açıklayacak, annelik sevgisi ve şefkatiyle bu yavrunun kendi çocuğu olduğunu belirtecekti. Allah ona çocuğunun habe­rini Musa'nın kızkardeşi vasıtasıyla araştırmasını ilham etti.

"Annesi Musa'nın kızkardeşine: "Onu takip et" dedi. O da Musa'yı uzak­tan gözetledi. Firavun ve adamları işin farkında değillerdi."

Musa'nın annesi kendisine söylenen sözün manasını gayet iyi anlayan büyük kızma: "Bu yavrunun izini takip et. Haberini öğren. Şehrin her tara­fında onun durumunu araştır." dedi. Kız bunun için çıktı. Allah da ona çocu­ğun Firavun'un evinde olduğunu gösterdi. Kızkardeşi küçük yavru Musa'yı uzaktan gördü. Onlar bu kızın çocuğu izlediğini, onun durumunu araştırdığı­nı ve onun kızkardeşi olduğunu hissetmemişlerdi.

Allah'ın yardımı Musa'yı takip ediyor ve kader onu annesinin beşiğine dönmeye sevkediyordu. Allah Tealâ bu durumu şöyle beyan etmektedir:

"Biz Musa'nın daha önce başka sütanneleri emmesine engel olmuştuk. Bunun üzerine Musa'nın kızkardeşi: Sizin için ona bakıp yetiştirecek ve şef­katle davranacak bir aile göstereyim mi? dedi." Yani Musa'nın Allah katında­ki değeri ve Allah'ın onu annesinden başka birinden süt emmekten koruması sebebiyle biz Musa'nın kızkardeşinin onların yanına gelmeden, Musa'nın annesine geri verilmeden önce, annesinin memesinden başka bir memeyi em­mesine mani olmuştuk.

Ayette geçen "haram kılmıştık." ifadesi engel olmuştuk manasında isti­aredir. Zira bir şey bir kimseye haram kılınmışsa ona engel olunmuştur de­mektir.

Musa'nın kızkardeşi onların çocuğun emzirilmesine önem verdiklerini ama çaresiz kaldıklarını görünce: "Bu yavruya bakıp onu emzirecek ve terbi­ye edecek, onu koruyup ona iyilikle davranacak, onunla ilgilenip koruyacak bir aileyi size göstereyim mi?" dedi.

İbni Abbas diyor ki: Musa'nın kızkardeşi bunu söyleyince onu aldılar ve hakkında şüpheye düştüler. Ona şöyle dediler:

- O ailenin bu yavruya iyilikle davranacağını ve ona şefkat göstereceğini nereden biliyorsun? Kız:

-  Ona iyilikle davranmaları ve şefkat etmelerinin sebebi kralı sevin­dirmek ve onun ödülünü almak arzularıdır, dedi.

Kız bunu söyleyip de onların eziyetinden kurtulunca birlikte dediği eve gittiler. Yavruyu annesine verdiler. Annesi çocuğuna memesini verdi. Yavru hemen memeyi aldı.

Firavun'un adamları buna çok sevindiler ve müjdeci hemen kralın hanı­mına gitti. Kralın hanımı Musa'nın annesini çağırttı. Ona iyilikte bulundu. Bol ödül verdi. Onun gerçekten Musa'nın annesi olduğunu bilmiyordu. Onu sadece çocuk onun memesini aldığı için ödüllendirmişti.

Daha sonra Asiye bu hanımın yanında ikamet edip yavruyu emzirmesi­ni istedi. Ama kadın bunu kabul etmedi.

-  Benim eşim ve evlâdım var. Sizin yanınızda kalamam. Ama eğer bu yavruyu evimde emzirmemi isterseniz bunu yaparım dedi.

Firavun'un hanımı bunu kabul etti. Bu hanıma nafaka, ikram, elbise ve bol ihsanda bulundu. Musa'nın annesi de oğluyla birlikte memnuniyet içinde evine döndü. Allah izzet, makam ve rızık korkusunu emniyete çevirmişti.[2]

Hadis-i şerifte buyurulmaktadır ki: Çalışan ve sanatında Allah'ın rızası için hayır gözeten kimse Musa'nın annesi gibidir. Musa'nın annesi hem evlâ­dını emziriyor, hem de ücretini alıyordu.

"Böylece biz, annesi sevinsin, üzülmesin ve Allah 'm vaadinin hak oldu­ğunu bilsin diye Musa 'yi annesine geri verdik."

Yani biz küçük Musa'yı Firavun ailesinin bulup almasından sonra, an­nesinin oğluyla gözü aydın olsun, oğlunun yanında bulunmasıyla ve selâme­te kavuşmasıyla sevinsin, ayrılığı sebebiyle üzülmesin ve Allah'ın oğlunu tekrar kendisine iade edeceği şeklindeki "Biz onu sana geri döndüreceğiz ve onu peygamberlerden kılacağız." mealindeki ayette zikredilen vaadinin ger­çek olup bu vaadde hiçbir şüphe bulunmadığını yakînen bilsin diye küçük Musa'yı annesine iade ettik.

İşte o zaman küçük Musa'nın annesine iade edilmesiyle Musa'nın rasul olacağı da aynen bu vaad gibi bir gün gerçekleşecekti. Annesi bu yavruyu terbiye ederken bunun için tabiî ve şer'î yönden gerekli bütün kâmil ahlâk ile muamele etmişti.

"Fakat onların çoğu hakkı bilmezler." Yani insanların çoğu Allah'ın fiil­lerindeki hikmetlerini, dünya ve ahiretteki güzel neticelerini bilmezler. Belki de bazen durum dış görünüşü itibariyle gönle hoş gelmeyebilir ama gerçekte ve asıl yönüyle sonucu gayet iyi olabilir.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır? "Siz bir şeyden hoşlanmaz­sınız, halbuki o sizin için sonunda hayırlıdır. Bir şeyi seversiniz, halbuki o si­zin için sonunda şerlidir." (Bakara, 2/216); "Bir şeyden hoşlanmazsınız hal­buki Allah o şeyde sizin için pek çok hayır takdir etmiştir." (Nisa, 4/19).

"Musa ergenlik çağına erişip olgunlaşınca ona hikmet ve ilim verdik. Biz iyiliklerde bulunanları böyle mükâfatlandırırız."

Yani Musa'nın bedenî ve aklî gücü kemale erince biz ona peygamberlik, dinî emirleri gayet iyi bir şekilde anlama (fıkıh) ve şeriat ilmi verdik. Mu­sa'ya ve annesine yaptığımız bu muamele gibi biz iyi amel işleyenleri bu iyi amellerine karşılık mükâfatlandırırız. Razî buradaki "hüküm" kelimesinden muradın peygamberlik değil, hikmet ve ilim olduğunu tercih etmiştir.[3]



Hz. Musa'nın Hatayla Mısırlıyı Öldürmesi Ve Mısır'dan Çıkması


15-  Musa, halkının bir gaflet anında şehre girdi. Orada biri kendi taraf­tarlarından, diğeri düşmanlarından olan iki adamın döğüştüğünü gördü. Kendi taraftarlarından olan adam düşmanlarından olan adama karşı Musa'dan yardım istedi. Bunun üze­rine Musa adama bir yumruk vurup öldürdü. Sonra da "Bu yaptığım şey­tanın işidir. Şeytan gerçekten sapık­lığa teşvik eden, apaçık bir düşman­dır." dedi.

16-  Musa: "Ey Rabbim! Doğrusu ben kendime zulmettim. Beni bağışla." de­di. Allah da Musa'yı bağışladı. Çünkü O çok bağışlayıcı ve çok merhamet edicidir.

17-  Musa: "Ey Rabbim! Bana lütfetti­ğin nimetler sebebiyle asla suçlulara arka çıkmayacağım." dedi.

18- Musa şehirde korku içerisinde et­rafı gözetliyordu. Bir de ne görsün! Daha dün kendisinden yardım isteyen kişi bugün yine kendisinden yardıma koşmasını istiyor. Musa ona: "Anlaşı­lan sen apaçık bir azgınsın." dedi.

19- Derken Musa her ikisinin de düş­manı olan adamı yakalamak isteyin­ce yardım dileyen: "Ey Musa! Dün bi­rini öldürdüğün gibi şimdi de beni mi öldürmek istiyorsun. Sen ancak yer­yüzünde zorba bir kimse olmak arzu-sundasın. Islah edenlerden olmak is­temiyorsun." dedi.

20- Şehrin en uzak yerinden bir adam

koşarak geldi? "Ey Musa! Şehrin ileri gelenleri seni öldürmek için plan kuruyor­lar. Hemen buradan git. Doğrusu ben sana öğüt verenlerdenim." dedi.

21- Bunun üzerine Musa korku içinde etrafını gözetleyerek şehirden çıktı. "Ey Rabbim! Beni şu zalim kavimden kurtar." dedi.



Açıklaması


"Musa, halkının bir gaflet anında şehre girdi." Musa Firavun'un yaşadı­ğı şehre girdi. Burası Mısır'dan iki fersah uzaklıkta bir kasaba idi. Bu kasa­ba -Dahhak'ın ifadesiyle- "Aynü'ş-Şems" kasabası idi. Girdiği vakit şehre gir­mesi beklenmeyen bir vakit -ya insanların evlerine çekildikleri öğle sıcağın­da kaylûle vakti ya da akşam ile yatsı arası- idi.

"Musa orada iki adamın dövüştüğünü gördü. Biri kendi taraftarların­dan diğeri düşmanlarının tarafından idi. Kendi taraftarlarından olan adam düşmanlarından olan adama karşı Musa'dan yardım istedi. Bunun üzerine Musa adama bir yumruk vurup öldürdü. Sonra da (kendi kendine) bu yaptı­ğım şeytanın işidir... dedi."

Yani Musa bu şehirde birbiriyle tartışan ve dövüşen iki kişi gördü. Bun­lardan biri İsraîlî olup kendi kabilesi ve kendi cemaatindendi. Diğeri ise inanç ve din hususunda Musa'ya muhalif olan Mısırlı bir kıptî idi. Bu kıptî şahıs Firavun'un aşçısı olup İsraîlî olan kişiden sarayın mutfağına odun taşı­masını istemiş İsrailî de bunu reddetmiş, Hz. Musa'dan kendisine baskı ya­pan kıptî düşmanına karşı yardım istemişti. Bunun üzerine Hz. Musa eliyle onu vurup öldürdü. Yani vuruşu ölüme sebep olacak bir vuruş idi. Sonra da Musa'nın kendisine yardım ettiği İbranî adam dışında hiçbir kimsenin habe­ri olmadan bu adamı gömmüştü.

Hz. Musa (a.s.) sonra yaptığına pişman olmuş ve kendi kendine "Bu olay şeytanın güzel gösterdiği ve teşvik ettiği bir olaydır." demişti. "Şeytan gerçekten sapıklığa teşvik eden apaçık bir düşmandır." Yani şeytan insanın düşmanıdır, onu saptırıcıdır, dalâlete ve yanlışlığa düşürendir, düşmanlığı ve saptırıcılığı gayet açıktır, dedi.

"Musa" daha sonra yaptığından pişman oldu. "Ey Rabbim! Doğrusu ben kendime zulmettim. Beni bağışla..." Ben bu davranışımla yani masum bir in­sanı öldürmekle kendime yazık ettim. Benim günahımı ört. Elimin işlediği bu cinayet sebebiyle beni muaheze etme. Ben sana tevbe ediyorum ve bu fi­ilimden dolayı pişmanlık duyuyorum, "dedi."

Hz. Musa bunu günah saymıştı. Zira adam öldürme asla helâl olmayan bir fiildir. Bu önceki peygamberlerin şeriatından bu yana bilinmektedir.

Nakkaş diyor ki: Hz. Musa (a.s.) onu öldürmek arzusuyla kasten vurma­dı. Sadece zulmünü engellemek arzusuyla ona bir yumruk vurdu. Ayrıca bu peygamberlikten önce idi.

Müslim'in rivayetine göre Salim b. Abdillah şöyle demiştir: "Ey Irak halkı! Ne gariptir ki küçük günahları soruyor, büyük günahları işliyorsunuz! Ben babam Abdullah b. Ömer'in (r.a.) Peygamberimiz (s.a) eliyle doğu tarafı­nı işaret ederek şöyle buyurduğunu işittim: "Fitne işte şuradan, şeytanın boynuzlarının çıktığı yerden gelir. Siz de birbirinizin boynunu vurursunuz." Musa'nın Firavun ailesinden öldürdüğü şahıs sadece hataen öldürme idi. Ce-nab-ı Hak: "Sen bir adamı öldürdün. Biz de seni gamdan kurtardık ve seni çeşitli imtihanlara tabi tuttuk." buyurdu.

"Allah da Musa'yı bağışladı. Çünkü O çok bağışlayıcı ve çok merhamet edicidir." Yani Cenab-ı Hak onu affetti ve tevbesini kabul etti. Çünkü Cenab-ı Hak kendisine yönelen kullarının günahlarını örtücüdür. Tevbe edip yönel­dikten sonra kullarını cezalandırmayıp onlara çok çok merhamet edicidir.

Bunun üzerine Hz. Musa Rabbine şükretti ve "Ey Rabbim! Bana lütfet­tiğin nimetler sebebiyle asla suçlulara arka çıkmayacağım." dedi. Yani Musa şöyle diyordu: Ey Rabbim! Bana lütfettiğin ilim, hikmet ve tevhidin, verdi­ğin makam, izzet ve nimetin hakkına beni hatadan koru. Beni korursan ben zulmeden, suç işleyen ve şirk koşan kimseye asla yardımcı olmam. Yahut ba­na bu pekçok nimetle ikramda bulunman sebebiyle yemin ederim ki sana tevbe edeceğim ve asla müşriklere destek olmayacağım.

Kuşeyrî diyor ki: Hz. Musa: "Bana lütufta bulunduğun mağfiret sebebiy­le..." dememiştir. Çünkü bu vahiyden önce idi. O Allah'ın bu adam öldürmeyi bağışladığını bilmiyordu.

Maverdî ve başkaları zikrediyorlar ki: Lütuf, mağfiret edilmek ya da hi­dayete nail almak suretiyledir.

Kurtubî ise şöyle diyor: "Onu bağışladı." ifadesi mağfiret ettiğine delâlet eder. Allah en iyi bilendir.

"Suçlulara destek olmamak" ifadesiyle Firavunla beraber bulunmak ve onun cemaatiyle birlikte olmak ve onun gurubunu çoğaltmak manası murad edilmiştir. Zira Musa daha önce baba-oğul gibi aynı bineğe biniyor ve Fira-vun'un oğlu diye adlandırılıyordu. Yahut bu ifadeyle desteklemesi suç ve gü­naha sebep olan kimsenin (mesalâ öldürülmesi helâl olmayan kimsenin öl­dürülmesine sebep olan İsrailî'nin) desteklenmesidir.

Bu ayetin benzeri şu ayettir: "Zulmedenlere meyletmeyin ki ateş size do­kunmasın." (Hud, 12/113).

"Musa şehirde korku içerisinde etrafı gözetiyordu. Bir de ne görsün! Da­ha dün kendisinden yardım isteyen kişi bugün yine kendisinden (bir başka kişiye karşı) yardımına koşmasını istiyor. Musa ona: Anlaşılan sen apaçık bir azgınsın dedi." Musa (a.s.) Mısırlı kıptînin öldürülmesi olayından sonra adam öldürdüğünün bilinmesinden ve yakalanmaktan korkuyordu. Cinayeti sebebiyle öldürülmesini bekleyerek etrafı gözetledi. Kendini gizleyerek yolda yürüdü. Bir de karşısında dün kendisinden Mısırlı hasmına karşı yardım is­teyen İsraillinin bir başka Mısırlıya karşı yine yardım ve destek istediğini gördü. Musa ona: "Sen sapıklığı açık, fesadı ve şerri çok bir kimsesin." dedi.

"Derken Musa her ikisinin de düşmanı olan adamı yakalamak isteyince yardım dileyen: Ey Musa! Dün birini öldürdüğün gibi şimdi de beni mi öl­dürmek istiyorsun? dedi." Hz. Musa (a.s.) her ikisinin düşmanı olan kıptîyi yakalamak istediğinde İsrailli onun bu durumunu reddederek ve alay ederek şöyle dedi: Sen dün bir cana kıydığın gibi bugün de beni mi öldürmek istiyor­sun? Mısırlı olayı İsrailliden öğrenmişti.

Razî diyor ki: Doğru olan bu görüştür. Çünkü Cenab-ı Hak şöyle buyur­du: "Musa her ikisinin de düşmanı olan adamı yakalamak isteyince yardım dileyen: Ey Musa!" dedi. O halde bu söz başkasının değil onun sözüdür. Aynı şekilde "Sen ancak yeryüzünde zorba bir kimse olmak arzusundasın." ifadesi sadece kâfirin sözü olmaya lâyıktır.

Bazı alimler diyor ki: Hz. Musa (a.s.) İsrailliye kızgın bir halde "apaçık bir azgın" olduğu şeklinde hitap ettiğini görünce ve yakalamaya teşebbüs edince acizliği, zayıflığı ve zilleti sebebiyle Hz. Musa'nın kendisini yakala­mak istediğini zannetti ve bu sözü söyledi. Bu adam öldürmenin ortaya çık­masına ve korkusunun artmasına sebep oldu. Çünkü dünkü olayı bu İbranî şahıstan başkası bilmiyordu. Kıptî bu sözü işitince bunu Firavun'a nakletti. Bunun üzerine Firavun'un kızgınlığı ve Hz. Musa'yı öldürme kararlılığı art­tı.

"Sen ancak yeryüzünde zorba bir kimse olmak arzusundasın. Islah eden­lerden olmak istemiyorsun, dedi."

Yani Ey Musa! Sen ancak çok adam öldüren, adam yakalayan, büyüklük taslayan, yeryüzünde çok eziyet eden, neticelere bakmayan bir kimse olmak istiyorsun. Sen insanların meselelerinde iki taraftan biri akrabasından veya kabilesinden olsa bile güzellikle ve hikmetle hükmeden, ıslah ehlinden ol­mak istemiyorsun.

"Şehrin en uzak yerinden bir adam koşarak geldi: Ey Musa! Şehrin ileri gelenleri seni öldürmek için plan kuruyorlar. Hemen buradan çık git. Doğru­su ben sana öğüt verenlerdenim, dedi."

Firavun ailesinden olan ve imanını insanlardan gizleyen mümin bir kimse Hz. Musa için Firavun kavminin planladığı kötülüğü ona haber ver­mek için şehirdeki en uzak yerden koşarak geldi ve şöyle dedi:

"Ya Musa! Firavun ve devletinin ileri gelenleri senin hakkında istişare etmektedirler ve seni öldürmek için plan kuruyorlar. Derhal bu şehirden çık. Ben senin için hiç şüphesiz iyiliksever, güvenilir bir kimseyim."

Bu kimse Hz. Musa'nın arkasından gönderilen kimselerin yoluna yakın bir yola sülük ettiği için "adam" vasfıyla tavsif edilmiştir.

"Bunun üzerine Musa korku içinde etrafını gözetleyerek şehirden çıktı." Musa kendi nefsi hakkında birilerinin kendisini takip etmesini gözetleyerek Firavun'un şehrinden çıktı.

"Musa: Ey Rabbim! Beni şu zalim kavimden kurtar, dedi." Musa bu şid­detli mihnet hakkında şöyle dua etti: "Ya Rabbi beni bu zalimlerden, Firavun ve adamlarından kurtar." Allah Hz. Musa'nın duasına icabet etti, onu kur­tardı ve Medyen'e ulaştırdı. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Bir cana kıydın. Bunun üzerine seni gamdan kurtardık ve seni imtihana tabi tut­tuk." (Tâ-Hâ, 20/40). [4]



Hz. Musa'nın Medyen Tarafına Gitmesi Ve Hz. Şuaykın Kızıyla Evlenmesi


22-  Musa Medyen tarafına yönelince: "Umarım, Rabbim bana doğru yolu gösterir." dedi.

23- Medyen Suyu'na vardığında, orada hayvanlarını sulayan bir cemaat bul­du. Onların gerisinde de hayvanları­nın suya gitmesini engellemeye çalı­şan iki hanım gördü. Onlara: "Mesele­niz nedir?" dedi. Onlar da: "Çobanlar sulayıp çekilmeden biz sulamayız. Ba­bamız ise oldukça yaşlı bir  adamdır." dediler.

24- Bunun üzerine Musa onların hay­vanlarını sulayıverdi. Sonra gölgeye çekildi. "Ey Rabbim! Bana indirece­ğin hayra çok muhtacım." dedi.

25- O sırada hanımlardan biri utana utana yürüyerek Musa'ya geldi. "Ba­bam, hayvanlarımızı sulama ücretini vermek için seni çağırıyor." dedi. Bu­nun üzerine Musa kızların babasına varıp başından geçenleri anlattığın­da o zat: "Korkma, artık o zalim ka­vimden kurtuldun." dedi.

26- Kızlardan biri: "Babacığım! Onu ücretle çalıştır. Çünkü ücretle tut­tuklarının en hayırlısı, güçlü ve gü­venilir bir adamdır." dedi.

27-  Kızların babası: "Bana sekiz yıl çalışman şartıyla bu iki kızımdan bi­riyle evlendirmek istiyorum. Eğer bunu on yıla tamamlamak istersen bu senden bir ikram olur. Fakat seni zora sokmak istemem. İnşaallah beni salihlerden bulacaksın." dedi.

28- Musa: "Bu seninle benim aramda-dır. Bu iki süreden hangisini doldu-rursam doldurayım, haksızlığa uğra-

mış olmam. Söylediklerimize Allah vekildir." dedi.


Açıklaması


"Musa Medyen tarafına yönelince: Umarım, Rabbim bana doğru yolu gösterir, dedi." Yani Musa Firavun'un şehrini terk ederek Medyen tarafına yönelmişti. Zira -daha önce beyan ettiğimiz gibi- kalbine onlarla arasında akrabalık bağı olduğu fikri doğdu. Zira onlar Medyen b. İbrahim (a.s.) nes­linden idiler, kendisi de İsrailoğullarındandır

Fakat yolu bilmeyince Allah Tealâ'nın lütfuna dayanarak: "Ey Rabbim! Beni en doğru yola ilet." dedi. Allah da ona lütufta bulundu ve onu doğru yo­la iletti. Musa üç yoldan orta yolu tercih etti. Âdet olduğu üzere insanlara yol hakkında soru soruyordu.

İbni İshak diyor ki: Musa Mısır'dan Medyen'e azıksız ve bineksiz gitti. Bu iki belde arası 8 günlük yol mesafesi idi. Yemeği sadece ağaç yaprakları idi. Medyen, Filistin diyarında Akabe körfezinin kuzeyinde bulunmaktadır.

Medyen olayları aşağıdaki şekilde gelişmiştir:

1- Su civarındaki çobanların durumu: "Medyen Suyu'na vardığında, orada hayvanlarını sulayan bir cemaat buldu. Onların gerisinde de hayvan­larının suya gitmesini engellemeye çalışan iki hanım gördü. Onlara: Meseleniz nedir? dedi. Onlar da: Çobanlar, sulayıp çekilmeden biz sulayanlayız. Ba­bamız ise oldukça yaşlı bir adamdır, dediler."

Yani Musa Medyen'e varıp Medyen Suyu'na gidince koyun çobanlarının koyunlarını suladığı bu kuyunun yanına yaklaştı ve orada hayvanlarını su­layan bir topluluk gördü. Onların alt tarafında koyunlarının diğer çobanla­rın koyunlarıyla karışmaması ve başkalarına eziyet vermemesi için diğer ço-aanlarm koyunlarıyla birlikte suya gitmelerine mani olmaya çalışan iki ka­dın gördü.

Hz. Musa (a.s.) onları görünce duygulandı ve kadınlara acıdı. Onlara:

-  Sizin meseleniz nedir? Probleminiz nedir? Niçin diğerleriyle beraber ;uya gitmiyorsunuz? dedi. Kadınlar şöyle dediler:

- Biz o topluluk su alma işini bitirmeden koyunlarımızı sulayamıyoruz. Babamız ise bizzat çobanlık yapamayacak ve koyunları sulayamayacak ka­dar pir-i fani bir ihtiyardır. Dolayısıyla biz de gördüğün şu duruma düşmeye mecbur kaldık. Bu daima kuvvetlinin zayıf karşısındaki tavrıdır. Güçlü olan saf, arı sudan içer, zayıf olan suyun geri kalan kısmından içer.

Bu ifadede kadınlara bizzat sulamaya katılmaları hususunda Hz. Mu­sa'ya özür beyan edilmekte, babalarının yaşlılığı ve ihtiyarlığı sebebiyle su­lamaya katılamadığına dikkat çekmekte ve kendilerine yardım etmesi husu­sunda Hz. Musa'nın şefkati talep edilmektedir.

2- Hz. Musa'nın kadınların koyunlarını sulaması ve Cenab-ı Hakka ni­yazda bulunması: "Bunun üzerine Musa onların hayvanlarını sulayıverdi. Sonra gölgeye çekildi. Daha sonra: "Ey Rabbim! Bana indireceğin hayra çok muhtacım," dedi."

Yani Hz. Musa (a.s.) -İbni Ebî Şeybe'nin Hz. Ömer'den (r.a.) rivayetine göre- ancak on adamın kaldırabileceği bir kaya ile ağzı örtülü bir başka kuyuya vardı. Bu kuyunun ağzındaki kayayı kaldırarak bu kadınların ko­yunlarını suladı. Sonra da kayayı tekrar aynı yerine koydu ve istirahat et­mek için bir ağaç gölgesine çekildi. Cenab-ı Hakk'a şöyle niyazda bulundu.

- Ya Rabbi! Ben açlık belâsını kaldırmak için az veya çok hayra -yiyece­ğe- muhtacım.

Hz. Musa'nın duasında "fakîr" kelimesi "lâm" harf-i cerri ile kullanıl­mıştır. Çünkü bu kelime "sâil" ve "tâlib" manasını da ifade etmektedir.

Burada Hz. Musa'nın kadınların koyunlarını güneş sıcağında suladığı­na, Hz. Musa'nın mükemmel kuvvetine, Firavun'un sarayında rahat bir ha­yat sürmesine rağmen ağır hayat şatlarına alışkın, yiğit ve dayanaklı bir kimse olduğuna dair bilgiler vardır.

İbni Abbas diyor ki: Hz. Musa (a.s.) Mısır'dan Medyen'e kadar yaya git­ti. Onun yiyeceği baklagiller ve ağaç yapraklarıydı. Bineksiz idi. Medyen'e ulaşınca ayağındaki terlikler de iyice giyilmez olmuştu. Gölgeye oturdu. O

Allah'ın kullarından en seçkini idi ve açlıktan karnı sırtına yapışmıştı. Bak­lagillerin yeşilliği adeta karnından dışa vuruyordu. O bir hurma parçasına muhtaçtı.

3- Zorluktan sonraki rahatlık: "O sırada hanımlardan biri utana utana yürüyerek Musa'ya geldi. "Babam hayvanlarımızı sulama ücretini vermek için seni çağırıyor." dedi."

Yani kızlar koyunlarla eve çabuk dönünce babaları bu durumu garip karşıladı ve onlara bunun sebebini sordu. Onlar da Hz. Musa'nın yaptığı işi anlattılar. Babaları da onu davet etmek için kızlarından birini gönderdi. Kız­lardan biri hür kadın yürüyüşüyle haya içerisinde örtüsünü bürünmüş, yü­zünü elbisesiyle örtmüş, erkeklerle konuşmaya hevesli olmayan bir kişi eda­sıyla geldi. Edep, haya ve iffet içerisinde:

- Babam bize yaptığın bu iyiliğe karşı sana mükâfat vermek ve koyunla­rımızı sulamanın ücretini ödemek için seni çağırıyor, dedi.

Alimler bu "baba" nın kim olduğunun belirlenmesinde ihtilâf etmişler­dir. Cumhur'a göre -yahut pekçok alime göre- meşhur olan görüş Hz. Musa'yı çağıran kızların babaları Medyen halkına peygamber olarak gönderilen Hz. Şuayb (a.s.) dır. Bu iki kadın da onun kızlarıdır[5] Ayrıca -Razî'nin dediği gi­bi- bu kıssada dinin kabul etmeyeceği hiçbir şey de yoktur.

Hz. Musa (a.s.) kadının bu davetini ücret almak için değil, yaşlı zatın duasını almak için kabul etti.

Rivayete göre: Kadın: "Sana ücret vermek için" dediği zaman Hz. Musa (a.s.) bundan hoşlanmamış, kendisine yemek takdim edilince de:

- Biz dinini dünya karşılığında satmayan ve iyiliğe karşı bedel kabul et­meyen bir aileyiz demiş, Hz. Şuayb (a.s.) da ona şöyle demişti:

-  Bu bize misafir olan herkese karşı adetimizdir. Ayrıca zaruri durum­larda haramlar mubah sayılır.

Hz. Musa (a.s.) babasının evini gösteren kadınla birlikte gitti. Ancak ka­dına bakmamak için onun arkasında yürümesini ve arkadan yolu tarif etme­sini istedi. Bu Allah'ın kendilerini peygamberliğe hazırladığı kimselerin ede­bidir.

4- Yaşlı zatla güven ve huzur sohbeti: "Bunun üzerine Musa kızların ba­basına varıp başından geçenleri anlattığında o zat: Korkma artık o zalim ka­vimden kurtuldun, dedi."

Yani Hz. Musa yaşlı zatın yanma gidip Firavun ve kavminin küfür ve tuğyanını, İsrailoğullarına yaptığı zulmü, Mısır'dan çıkış sebebini ve onların kendisini öldürmeyi planladıklarını anlatınca o zat: "Korkma, huzur içinde ol, kalbin hoş olsun. Çünkü sen zalimlerin saldırısından kurtuldun. Onların memleketinden çıktın. Onların bizim ülkemizde hakimiyetleri yoktur." Hz. Musa da mutmain oldu. Gönlü endişeden sükûnete erdi.

5- Kızın babasından güçlü ve güvenilir kimseyi ücretle tutması talebin­de bulunması: "Kızlardan biri: Babacığım onu ücretle çalıştır. Çünkü aücret-le tuttuklarının en hayırlısı, güçlü ve güvenilir bir adamdır, dedi."

Kızlardan Hz. Musa'yı babasına çağıranı: "Babacığım bu koyunları güt­mek için onu ücretle çalıştır. Zira ücretle tutacağın en hayırlı kişi odur. Çün­kü o koyunları korumak ve işlerini görme hususunda güçlü kuvvetli ve hain­lik etmesinden korkulmayan emin bir kişidir." dedi.

Hz. Şuayb'ın (a.s.) kızı ücretlinin en güzel sıfatları olarak "görevini yeri­ne getirme hususunda güçlü olma" ve "bir şeyi koruma hususunda güvenilir olma" sıfatlarını zikretti. Bu iki sıfatın kaynağı kızın Hz. Musa'da müşahede ettiği durumdur.

Babası Hz. Şuayb (a.s.) kızma:

- Bunu nereden anladın? dedi. Kız da babasına:

-  O ancak on kişinin kaldırabileceği bir kayayı kaldırdı. Ayrıca ben onunla birlikte gelirken onun önüne geçtim. Bana: Arkamdan gel, yanlış yo­la girersem önüme bir çakıl taşı atarak yolu bana tarif et, dedi.

Abdullah b. Mes'ud (r.a.) demiştir ki: İnsanların en ferasetlileri üç kişi­dir:

- Hz. Ömer'i (r.a.) yerine tayin eden Hz. Ebubekir.

- Hanımına "Yusuf a iyi muamele et." diyen vali.

-  "Babacığım, Onu ücretle çalıştır. Çünkü ücretle tuttuklarının en hayır­lısı güçlü ve güvenilir bir adamdır." diyen Hz. Şuayb'ın (a.s.) kızı.

6- Hz. Musa'nın (a.s.) Hz. Şuayb'a (a.s.) hısım olması: "Kızların babası: Bana sekiz yıl çalışman şartıyla seni bu iki kızımdan biriyle evlendirmek isti­yorum. Eğer bunu on yıla tamamlamak istersen bu senden bir ikram olur. Fakat seni zora sokmak istemem. İnşaallah beni salihlerden bulucaksın, de­di."

Yani Hz. Şuayb (a.s.) Hz. Musa'nın güçlü ve güvenilir bir adam olduğu­na kani oldu ve Hz. Musa'ya şöyle dedi:

- Ben seninle hısım olmak ve bu iki kızımdan birini sana nikahlamak is­tiyorum. Dilediğini seç. Bu iki kızın adları Safûriya ve Liya'dır. Mihir ise, ko­yunlarımı sekiz yıl gütmendir. İki sene ziyadesiyle teberruda bulunursan bu sana aittir. Yoksa sekiz sene yeterlidir. Bundan sonra da bu süre hakkında veya bir başka konuda seninle tartışarak seni zorlamak istemem. Beni genel anlamda salih bir kimse, dolayısıyla güzel muamele eden ve yumuşak davra­nan biri olarak göreceksin... Hz. Şuayb (a.s.) Allah adının bereketinden isti­fade etmek ve Allah'ın muvaffakiyetine ve yardımına dayanmak için "inşaal­lah" demiştir.

Hz. Musa (a.s.) buna şu şekilde cevap verdi: "Bu seninle benim aramda-dır. Bu iki süreden hangisini doldurursam doldurayım, haksızlığa uğramış olmam."

Yani Hz. Musa (a.s.) Hz. Şuayb'a (a.s.) hitaben şöyle dedi: Mesele sizin söylediğiniz gibi olsun. Bana bu iki kız hakkında ve bu iki süre -sekiz yıl ve on yıl konusunda tercih hakkı verdiniz. Her birimiz kendi şahsı adına şart koştuğu sözü yerine getirecektir. Ben on yıllık süreyi tamamlarsam bu be­nim tarafımdan bir ikram olacaktır. Sekiz yıllık süreyi tamamlarsam sorum­luluktan kurtulurum ve şartımı yerine getirmiş sayılırım. Dolayısıyla bu iki süreden birini tercih etmekte benim için bir mahzur yoktur. Sizin de benden bu iki seneden daha fazlasını isteme hakkınız yoktur.

Bu her ne kadar mecburi olmayıp mubah olsa da peygamberlik için Al­lah tarafından hazırlanan Hz. Musa (a.s.) bu iki süreden kâmil olanı tercih edecektir. Gerçekten Hz. Musa (a.s.) bu iki süreden daha fazlasını tamamla­mıştır.

İbni Cerir ve başkaları İbni Abbas'tan (r.a.) Peygamberimiz'in (s.a) şöyle buyurduğunu rivayet etmişlerdir:

- Cebrail aleyhisselâm'a Musa bu iki süreden hangisini tamamladı? diye sordu. Cebrail (a.s.):

-  Daha fazla olan, daha kâmil olan süreyi tamamladı, diye cevap ver-di.[6]

Bu Hz. Musa (a.s.) ile Şuayb (a.s.) arasında yapılan bir sözleşmedir.

"Bu seninle benim aramdadır." ifadesi "Bu iki süreden hangisini" yani en uzun süre olan on yıllık süre ile en kısa süre olan sekiz yıllık süreden hangisini doldurursam doldurayım "Haksızlığa uğramış olmam." Yani hiçbir kimse fazla bir şeyi talep etmekle başkasına zulmetmesin, demektir.

"Söylediklerimize Allah vekildir." Herkesin kendisi için diğerine verdiği söze şahit ve vekildir. Vekil aslında bir meselenin kendisine havale edildiği kimsedir. Vekil şahit manasında kullanıldığı zaman "alâ" harf-i cerriyle kul­lanılmıştır. Bu cümle Hz. Musa'nın sözüdür. Bir başka rivayete göre Hz. Şu-ayb'ın sözüdür. [7]



Hz. Musa'nın Mısır'a Dönüşü Ve Peygamberliği


29- Musa süreyi tamamlayıp da aile­siyle birlikte Mısır'a doğru yola çıktı­ğında 'Tur" tarafında bir ateş gördü. Ailesine: "Siz burada bekleyin. Ben bir ateş gördüm. Belki size oradan bir haber getiririm ya da ateşten bir kor getiririm de ısınırsınız" dedi.

30- Musa ateşin yanına  gelince, mukaddes   yerdeki   vadinin   sağ tarafındaki ağaçtan şöyle nida edildi: "Ey Musa! Ben âlemlerin rabbi olan Allahımr

31- Asanı bırak (denildi). Musa asanın yılan gibi hareket ettiğini görünce arkasına bakmadan kaçtı. Tekrar şöyle nida edildi: "Ey Musa!. Geriye dön, korkma!. Çünkü sen emniyette olanlardansın.

32- Elini koynuna sok, kusursuz pırıl pırıl parlayan bembeyaz bir el çıksın. Korkudan dolayı uzattığın ellerini kendine çek. Bu ikisi, Firavun ve adamlarına göstermen için Rab-binden sana verilen iki mucizedir. Şüphesiz ki onlar fasıklardır."



Açıklaması


"Musa süreyi tamamlayınca..." Hz. Musa iki süreden uzun olanını –yani on yıl Hz. Şuayb'ın (a.s.) koyunlarını gütme hizmetini- tamamladı.

Bu aynı zamanda ayetten de anlaşılmaktadır. Zira Cenab-ı Hak "Musa süreyi tamamlayınca" demiştir. Bunun manası iki süreden daha fazla olanını tamamlamıştır demektir. Bu tarz ifade iki sürenin bildirilmesinden sonra gelmiştir. Bir sürenin sonunda gelseydi sadece o sürenin tamamlandığı anla­şılırdı.

Hz. Musa ailesi -yani hanımıyla birlikte- arzu ettiği istikamete doğru yola devam etti. Nur dağı civarında uzaktan ışığı görünen bir ateş gördü. Ai­lesine ateşin yanına gidip yol hakkında bilgi alıncaya ya da soğuktan ısına-bilmeleri için bir kor veya yanan çıra alıp gelinceye kadar beklemelerini em­retti. Zira yağmurlu, soğuk ve karanlık bir gecede yola çıkmışlar, yolu da kaybetmişlerdi. Hz. Musa sadece ailesiyle birlikte olup yanlarında başkaları yoktu.

Ailesine saygı ifadesiyle çoğul sigasıyla "bekleyin" diye hitapta bulundu. "Bir haber getiririm" ifadesi yolu kaybettiğine delildir. "Belki böylece ısınırsı­nız" ifadesi ise havanın soğukluğuna işaret etmektedir.

"Musa ateşin yanına gelince mukaddes yerdeki vadinin sağ tarafındaki ağaçtan şöyle nida edildi: Ey Musa! Ben âlemlerin rabbi olan Allah 'im!"

Yani Musa uzaktan gördüğü ateşin yanma varınca Rabbi ona vadinin sağ tarafından yani batı cihetinden -Musa'nın sağ tarafından- nida etti.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Musa'ya o emri vahy'ettiği­miz vakit (Habibim) sen batı tarafında değildin, görenlerden de değildin." (Kasas, 28/44).

Bu ayet Hz. Musa'nın kıble yönündeki ateşe sağ tarafındaki batı tepesi­ne doğru yöneldiğini ifade etmektedir.

Rabbi mübarek vadide ağaç tarafından Hz. Musa'ya şöyle dedi: Ey Mu­sa! Ben âlemlerin rabbi olan Allah'ım. Şüphesiz ki ben senin rabbinim. Na­lını çıkar. Sen mukaddes Tuva vadisindesin. Yani sana hitap eden, seninle konuşan âlemlerin Rabbidir. Dilediğini yerine getirir. O'ndan başka hiçbir rab yoktur. O zatında, sıfatında, sözlerinde ve fillerinde mahlûkata benze­mekten münezzehtir.

Bu yer "mübarek" olmakla tavsif edilmiştir. Çünkü peygamberliğin baş­langıcı ve Allah Tealâ'nın kendisine hitap etmesi orada vaki olmuştur.

Risaletin başlangıcında "min şatı" kelimesiyle, Allah'ın kendisine hitap etmesine "Min-eşşecerati" kelimesiyle işaret edilmiştir. Yani O'na nida vadi kıyısından, ağaç tarafından gelmiştir.

Allah Tealâ bu esnada Hz. Musa'da bu kelâmın Allah'ın kelâmı olduğu şeklinde yakinî bir ilim yarattı. Hz. Musa (a.s.) -Ebu'l-Hasen el-Eş'arî'nin gö­rüşüne göre kelâm-ı kadîmi ağaçtan değil bizzat Allah Tealâ'dan işitti. –Ebu Mansur el-Matûridî'ye göre ise Hz. Musa ağaçta yaratılan ve ağaçtan işitilen sesleri işitti.

Sonra da Yüce Allah Hz. Musa'yı şu iki mucize ile te'yit etti:

a) "Asanı bırak (denildi). Musa asasının yılan gibi hareket ettiğini gö­rünce arkasına bakmadan kaçtı."

Yani ona elindeki asanı bırak diye nida edildi. Asasını yere attı. Asâ ko­şan bir yılan oldu.

Hz. Musa (a.s.) bildi ve gayet iyi anladı ki kendisiyle konuşan ve kendi­sine hitap eden, bir şeye "ol dediği zaman hemen olur" hale getirendir.

Hz. Musa (a.s.) asanın hareket ettiğini, süratle kıpırdadığını görünce yahut titreme ve hareketiyle cinnîlere benzeyen bu durumu görünce kaçarak geri geri geldi. Dönüp arkasına bakmadı. Zira beşer tabiatı bundan nefret eder.

Cenab-ı Hak onun korkusunu şöyle diyerek sakinleştirdi: "Ey Musa! Ge­riye dön, korkma. Çünkü sen emniyette olanlardansın."

Yani Ey Musa! Yerine ve ilk makamına dön. Yılandan veya ejderhadan korkma. Sen her çeşit kötülükten emniyet içindesin.

b) "Elini koynuna sok, kusursuz pırıl pırıl parlayan bembeyaz bir el çık­sın. " Yani elini cebine, baş tarafından gömleğinin üst tarafından koynuna sok ve sonra da elini çıkar; pırıl pırıl ışık dolu bir şekilde sanki bir ay parçası gibi kusursuz veya ayıpsız panldasın.

Bu geçen iki mucizeden korkusunun izale olması için Cenab-ı Hak ona hitaben şöyle buyurdu: "Korkudan dolayı uzattığın ellerini kendine çek." Yani elini göğsüne koy ki hissettiğin korku gitsin. Hz. Musa bir şeyden korktuğu zaman elini kendine çeker, yumar; bunu yaptığı zaman da meydana gelen korku giderdi.

Ona uymak için'kim bunu yapar, elini kalbine koyarsa inşaallahü tealâ hissettiği bu korku yahut onu korkutan şey dağılır. Güvenilecek olan yalnız Allah'tır.

İbni Abbas diyor ki: Korkan herkes elini göğsüne koyduğu zaman kor­kusu ortadan kalkar. "Bu asâ ve elin, Firavun ve adamlarına göstermen için Rabbinden sana verilen iki mucizedir. Şüphesiz ki onlar fasıklardır." Yani bu iki mucize -asanın yere atılıp koşan bir yılan haline çevrilmesi mucizesi ile elini koynuna sokup kusursuz bembeyaz ve nurlu bir el olarak çıkması muci­zesi- Allah'ın kudretine ve senin peygamberliğinin doğruluğuna açık ve ke­sin bir delil olup Firavun ve kavminin reisleri, büyükleri ve adamlarına pey­gamber olarak gönderilmen hususunda seni te'yit etmektedir. Zira bunlar Allah'ın taatinin dışına çıkan, Allah'ın emrine ve dinine aykırı davranan bir kavimdir. Dolayısıyla bunlar bu iki mucize ile te'yit edilmiş olarak senin kendilerine gönderilmene lâyık kimselerdir. [8]



Hz. Harun'un Peygamberliği, Firavunun Yalanlaması


33- Musa şöyle dedi: "Ey Rabbim! Ben onlardan birini öldürmüştüm. Şimdi onların da beni öldürmelerinden kor­kuyorum.

34-  Kardeşim Harun, lisan bakımın­dan benden daha fasihtir. Bu sebeple beni doğrulayan bir yardımcı olması için, onu da benimle beraber peygam­ber olarak gönder. Çünkü onların be­ni yalanlamasından korkuyorum."

35- Allah şöyle buyurdu: "Seni karde­şinle destekleyeceğiz, İkinize öyle bir güç vereceğiz ki, düşmanlarınız asla size dokunamayacaklardır. Mucizele­rimizle siz ikiniz ve size uyanlar mut­laka galip geleceksiniz."

36- Musa onlara apaçık mucizelerimi­zi getirince onlar: "Bu uydurulmuş bir sihirden başka bir şey değildir. Biz önceki atalarımızdan hiç böyle bir şey işitmedik." dediler.

37- Musa şöyle dedi: "Rabbim nezdin-den kime hidayete vereceğini, dünya­nın iyi akıbetinin kimin olacağını da­ha iyi bilir. Gerçek şudur ki zalimler kurtuluşa ermezler."



Açıklaması


Allah Tealâ Firavun'dan kaçarak ve onun şiddetinden korkarak Mısır diyarından ayrılan Hz. Musa'ya Firavun'a gitmesini emredince; "Musa şöyle dedi: Ey Rabbim! Ben onlardan birini öldürmüştüm. Şimdi onların da beni öldürmelerinden korkuyorum." Yani ya Rabbi, ben Fira-vun'un kavminden birini öldürdüğüm halde, nasıl Firavun ve kavmine gide­bilirim? Beni gördükleri zaman intikam duygusuyla beni öldürmelerinden korkuyorum.

"Kardeşim Harun lisan bakımından benden daha fasihtir. Bu sebeple be­ni doğrulayan bir yardımcı olması için onu da benimle beraber peygamber olarak gönder. Çünkü onların beni yalanlamalarından korkuyorum."

Yani kardeşim Harun lisan bakımından benden daha açıktır. Çocuklu­ğumdan beri dilimde bulunan pelteklik ve dil tutukluğu sebebiyle kardeşim benden daha güzel üslûba sahiptir. Çünkü çocukken ateş korunu elime almı­şım ve ateşle hurma arasında tercih yapmam istendiğinde ben ateş korunu dilimin üzerine koymuş olduğumdan böylece ifademde zorluk meydana gel­mişti. Bundan dolayı benim söylediğim ve Allah tarafından haber verdiğim hususlarda beni tasdik edecek, burhan ve delilleri açıklayacak, bu inkarcılar tarafından ortaya atılan şüpheleri çürütecek bir yardımcı ve vezir olarak kardeşim Harun'u benimle birlikte peygamber olarak gönder. Ben onların benim risaletimi yalanlamalarından korkuyorum.

Bu ayetin benzeri şu ayettir: "Musa şöyle dedi: Rabbim, benim göğsüme genişlik ver. İşimi kolayla. Dilimden de düğümü çöz ki sözümü iyi anlasınlar. Bana kendi ailemden bir vezir olarak kardeşim Harun'u ver. Onunla sırtımı kuvvetlendir. Onu işimde ortak kıl." (Tâ-Hâ, 20/27-32).

Cenab-ı Hak, Hz. Musa'nın bu talebini kabul etti ve şöyle buyurdu: "Se­ni kardeşinle destekleyeceğiz. İkinize öyle bir güç vereceğiz ki, düşmanlarınız asla size dokunamayacaklardır."

Yani Cenab-ı Hak, Musa'ya şöyle dedi: Biz seni peygamber olmasını is­tediğin kardeşinle kuvvetlendireceğiz, güçlendireceğiz.

Bir başka ayette Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Ey Musa! İstediğin sana verilmiştir." (Tâ-Hâ, 20/36). "Ona rahmetimiz cümlesinden kardeşi Ha­run'u da bir peygamber olarak ihsan ettik." (Meryem, 19/53).

Size ezici bir hüccet ve düşmanlarınıza karşı açık bir üstünlük verece­ğiz. Bu sebeple Allah'ın ayetlerini tebliğ etmeniz sebebiyle onların size eziyet etmelerine yol ve imkân yoktur.

Selef alimlerinden bazıları Hz. Musa'nın kardeşi Harun'un gönderilmesi talebi hakkında şöyle dediler:

Hz. Musa (a.s.) kardeşi hakkında şefaatte bulunmuş, bundan dolayı Ce­nab-ı Hak, Hz. Harun'u Hz. Musa ile birlikte nebi ve rasul olarak Firavun ve adamlarına göndermiştir. Bunun için Allah Tealâ Hz. Musa hakkında şöyle buyurdu: "O Allah katında itibarı yüksek bir zat idi." (Ahzab, 33/69).

Süddî diyor ki: İki peygamber ve iki ayet bir peygamberden ve bir ayet­ten daha kuvvetlidir.

"Mucizelerimizle siz ikiniz ve size uyanlar mutlaka galip geleceksiniz."

Yani siz ikiniz -Musa ve Harun- ayetlerimizle, mucizelerimizle gidin. Ya da biz size hakimiyet gücü vereceğiz. Yani mucizelerimizle sizi hakim kılaca­ğız. Yahut onlar size erişemiyeceklerdir. Yani ayetlerimizle kendinizi onlara karşı koruyacaksınız.

Sen -ey Musa!- kardeşinle birlikte, ikinize iman edenler ve sizin risaleti-nize tabi olanlarla beraber hüccet ve burhanla galip olacaksınız. Zira Al­lah'ın cemaati daima galip olanlardır.

Ayetlerin hakimiyetle irtibatlı kılınması asânm yılana çevrilmesini mu­cize kılmakta ve Firavun'un zararının Hz. Musa ile Hz. Harun'a ulaşmasını engellemektedir. Bu sebeple kıraat sırasında "ileykümâ" kelimesi üzerinde durmak caizdir. Okumaya devam etmek caiz olduğu gibi takdim ve te'hir de olabilir.

Cenab-ı Hak daha sonra Firavun'un Hz. Musa ile Hz. Harun'a karşı çık­ma tavrını açıklayarak şöyle buyurdu: "Musa onlara apaçık mucizelerimizi getirince onlar: Bu uydurulmuş sihirden başka bir şey değildir. Biz önceki atalarımızdan hiç böyle bir şey işitmedik, dediler."

Hz. Musa (a.s.) ile Hz. Harun (a.s.) Firavun ve adamlarına Allah'ın ken­dilerine verdiği ve Allah'ın birliği ve Onun emirlerine uyma hakkında Allah tarafından haber verdikleri hususlarda kendilerinin doğruluğuna delâlet eden göz kamaştırıcı apaçık mucizeleri arz ettikleri zaman Firavun ve adam­ları şöyle dediler: Bu yapma, uydurma, yalan ve asılsız bir sihirbazlıktan ibarettir. Biz geçmiş atalarımızın günlerinde hiçbir ortağı bulunmayan ve tek olan Allah'a ibadet etme şeklinde yaptığınız bu daveti hiç işitmedik. Ata­larımızdan hiçbirini bu din üzerinde görmedik. Biz insanların Allah'la birlik­te başka tanrılara taptıklarını gördük.

Bu izlenmesi için hiçbir delil bulunmayan taklitçilik yoluna sarılmaktır. Hz. Musa (a.s.) buna şu cevabı verdi:

"Rabbim, nezdinden kimin hidayete ereceğini, dünyanın iyi akıbetinin kimin olacağını daha iyi bilir. Gerçek şudur ki zalimler kurtuluşa ermezler."

Yani Hz. Musa (a.s.) Firavun ve adamlarına şöyle cevap verdi:

Her şeyi yaratan, göklerin ve yerin gaybını bilen ve kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Rabbim Allah, hakkı batıldan ayırd etme hususunda benden de senden de daha iyi bilir. Doğruluğa davet eden, hakkı getiren ve büyük kurtuluşa onu ehil kılan kimseyi ve yardım, zafer ve destekle dünya­da güzel akıbete kimin kavuşacağını, ahirette sevap, rahmet ve ilâhî rızaya kimin nail olacağını Allah daha iyi bilir.

"Onlar için bu dünya yurdunun iyi bir sonucu vardır. (Bu sonuç) Adn cennetleridir." (Ra'd, 13/22-23); "Dünyanın iyi sonucu kimindir, yakında kâ­firler bilecektir." (Ra'd, 13/42).

O benimle sizin aranızda hüküm verecektir. Şüphesiz ki Allah'a şirk koşanlar kurtuluşa eremezler. Kazançlı çıkamazlar, bilakis bunun zıddına ula­şırlar.

Ayette hitap, cedel ve münazara konusunda yüksek bir edebî üslûp kul­lanılmıştır. Bu sebeple Hz. Musa kardeşinin hak yolda, başkasının batıl yol­da ve sapık olduğunu ilân etmeye teşebbüs etmedi. Sadece en sahih ve en doğru olanın sonunda galip olacağı hususunu ve nihaî hükmü tartışma zemi­ninde akla bir rol vermek için bu ifadeyi tekrarladı.

Hz. Musa'nın (37. ayetteki) bu ifadesi Peygamberimiz'in (s.a.) müşrikle­re söylediği şu ifade gibidir: "Hiç şüphesiz ya biz ya da siz (iki taraftan biri) mutlak hidayet üzerinde, diğeri apaçık bir sapıklıktadır." (Sebe, 34/24).

Nitekim ayetin sonu Firavun ve kavminin yaptıkları inatçılığa karşı on­ları zecretmekte ve onların bu mücadelede kaybeden taraf olacaklarını, gele­cekte pişmanlık duyacaklarını, yenilgiye uğrayacaklarını ima etmektedir. [9]



Firavun'un Allah Tealâ'nın Rab Olduğuna Karşı Çıkması Ve Kavmiyle Birlikte İnatçılıklarının Akıbeti


38- Firavun: "Ey ileri gelenler! Ben si­zin benden başka tanrınız olduğunu bilmiyorum! Ey Hâmân! Haydi, benim için çamuru pişir de bana bir kule yap. Belki de ben böylece Musa'nın ilâhına çıkarını. Öyle sanıyorum ki, o yalancılardandır." dedi.

39- Firavun ve askerleri yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar. Bize döndürülemeyeceklerini sandılar.

40- Biz de Firavun'u ve askerlerini yakalayıp denize attık. Zalimlerin akıbeti nasıl oldu, bir bak.

41-Biz onları dünyada cehennem ate­şine çağıran önderler yaptık. Kıya­met günü de kendilerine yardım edil­meyecektir.

42- Bu dünyada biz onları lanete uğ­rattık. Kıyamet günü de onlar hor ve hakir kimselerden olacaklardır.

43- Şüphesiz ki biz ilk nesilleri helak ettikten sonra Musa'ya insanlar dü­şünsünler diye, insanların basiretleri­ni açacak deliller, hidayet rehberi ve rahmet kaynağı olarak Tevrat'ı verdik.



Açıklaması


"Firavun: Ey ileri gelenler! Ben sizin için benden başka bir ilâh tanımı­yorum, dedi."

Yani Mısır kralı diktatör zalim Firavun: "Ey kavmim! Benden başka bir ilâhın var olduğunu bilmiyorum, yani Musa'nın ilâhı mevcut değildir. İlâh sadece benim." dedi.

Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette bunu şöyle beyan eder: "Firavun halkı toplayıp nida etti. Ben sizin en yüce Rabbinizim, dedi. Allah da onu dünya ve ahiretin azabı ile yakaladı. Bunda Allah 'tan korkan için büyük ib­ret vardır." (Nâziat, 19/23-26).

Firavun böylece kavmini kendisinin ilâh olduğunu itiraf etmeye davet etmiş, kavmi de kıt akılları ve geri zekâlılıklarıyla bunu kabul etmişlerdi. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Firavun kavmini hiçe saydı. Onlar da ona itaat ettiler. Doğrusu onlar fasık bir kavim idiler." (Zuhruf, 43/54).

Firavun'un ilâhlık iddia etmedeki maksadı -Razî'nin de beyan ettiği gibi[10] kendisinin yer ve göklerin yaratıcısı olduğunu iddia etmek değil, sadece kendisinin ta'zim edilmesi, sulta ve mutlak nüfuz sahibi bir krala itaat edilip emirlerine tam anlamıyla boyun eğildiği gibi kendisine kayıtsız-şartsız itaat edilmesi idi. Bu hüküm ve saltanatın aldatıcı tezahürlerinden, mülk ve aza­met gururundandır.

"Ey Hâmân! Haydi, benim için çamuru pişir de bana bir kule yap. Belki de ben böylece Musa'nın ilâhına çıkarım. Öyle sanıyorum ki o yalancılardan­dır, dedi."

Yani ey vezirim Hâmân! Benim için tuğla hazırla! Göğe doğru yükselen çok yüksek bir kule bina et, ben ona çıkayım, semaya yükselip Musa'nın ibadet ettiği ilâhını göreyim, dedi. Musa'nın ilâhını diğer maddî cisimler gibi zannediyordu. Ben inanıyorum ki o, benden başka bir rab bulunduğu şeklin­deki sözünde yalancıdır.

Bir başka ayette de şöyle buyurulmaktadır: "Firavun dedi ki: Ey Hâ-manl Benim için yüksek bir kule yap. Olur ki ben o yollara, göklerin yollarına ulaşırım da Musa 'nın tanrısına yükselip çıkarım. Ben onun mutlak bir ya­lancı olduğunu sanıyorum. İşte bu suretle Firavunun kötü ameli süslendiril­di. O doğru yoldan saptırıldı. Firavunun hilesi sadece hüsrandır." (Gafir, 40/36-37).

Firavun ilâhlık iddia etmek ve zamanının en yüksek kulesini bina et­mekle insanları kandırmak ve kendini pahalıya satmak ve halkına karşı Musa'nın kendisinden başka bir ilâh bulunduğu şeklindeki iddiasında yalan­cı olduğunu ortaya koymak istiyordu.

Cenab-ı Hak onun gururunun ve inatçılığının sebebini şöyle beyan etti: "Firavun ve askerleri yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar. Bize dön-dürülmeyeceklerini sandılar."

Yani Firavun ve adamları azgınlık yaptılar, halka zulmettiler, yeryüzün­de çok bozgunculuk çıkardılar. Kıyamete, tekrar dirilişe, hesap ve cezaya inanmadılar. Bu şekilde düşünen herkesi tuğyan, gurur ve yeryüzünde bü­yüklük taslama hastalığı kaplar. Allah'ın kendilerini kontrol ettiğini ve lâyık oldukları şekilde cezalandıracağını bilmezler.

Bunun için Cenab-ı Hak onları ahiret cezasıyla tehdit ettikten sonra dünyada derhal çekecekleri cezalarını da beyan etti. Şöyle buyurdu:

"Biz de Firavunu ve askerlerini yakalayıp denize attık. Zalimlerin akı­beti nasıl oldu, bir bak." Yani biz onları bir sabah denizde boğduk. Onlardan hiçbir kimse kalmadı. Ey Allah'ın kudretini, azametini ve ayetlerini düşünen kişi! Kendi nefislerine zulmeden, rablerini inkâr eden ve büyüklerinin Al­lah'ı tanımayıp ilâhlık iddiasına kalkıştığı o zalimlerin akıbetinin nasıl oldu­ğuna bir bak ve düşün.

Cenab-ı Hak daha sonra onların azabının kat kat olacağını beyan ede­rek şöyle buyurdu:

"Biz onları dünyada cehennem ateşine çağıran önderler yaptık." Yani Fi­ravun ve kavminin eşrafını peygamberleri yalanlama ve yoktan var eden tek ilâhın varlığını inkâr etme hususunda sapıklık önderleri kıldık. Onlar da kendi sapıklıklarıyla yetinmediler, başkalarını da saptırmaya yeltendiler. Böylece iki cezaya müstahak oldular. Bu iki ceza sapıklık ve saptırma cezası­dır. Onların kurtulma ve şefaatçilerin yardımına nail olma hususunda hiçbir ümitleri yoktur. Onlar için kıyamet günü Allah'ın azabına karşı kendilerine yardım edecek ya da kendilerinden Allah'ın azabını giderecek hiçbir yardım­cı veya şefaatçi yoktur. Böylece hem dünya rezilliğine, hem de ahiret zilleti­ne mahkûm oldular. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurdu:

"Bu dünya hayatında biz onları lanete uğrattık. Kıyamet günü de onlar hor ve hakir kimselerden olacaklardır." Yani biz dünyada onları daimî bir şe­kilde lanete, rezilliğe, müminlerin ve gönderilen peygamberlerin dilleriyle gazaba uğrattık. Ayrıca onlar kıyamet gününde de Allah'ın rahmetinden uzaklaştırılan, kovulan kimselerdendir. Nitekim Cenab-ı Hak bir ayette şöy­le buyurmaktadır: "Burada da kıyamet gününde de lanete tabi tutuldular. Kendilerine verilen bu vergi ne kötü vergidir!" (Hud, 11/99).

Firavun ve kavminin boğulmasından sonra Hz. Musa (a.s.) ile iman or­dusu Tevrat'ın nuruna kavuşturulmuşlardır: "Şüphesiz ki biz ilk nesilleri he­lak ettikten sonra Musa'ya insanlar düşünsünler diye insanların basiretleri­ni açacak deliller, hidayet rehberi ve rahmet kaynağı olarak Tevrat'ı verdik." Yani Allah, Firavun ve kavmini helak ettikten, onlardan önce gelen Nuh, Hud, Salih ve Lût kavimlerini helak ettikten sonra Allah kulu ve Rasulü Musa'ya Tevrat'ı indirmek suretiyle ihsanda bulundu. Bu kitabı hayatı ay­dınlatan, kalplere nur veren bir kaynak olması, hakla batılı ayırd etmesi için, sapıklık ve körlükten hidayete vesile olması, kendisine iman eden kim­selere rahmet olması ve salih amellere irşad etmesi için; insanlar düşünsün­ler, bundan ibret alsınlar ve bu sebeple hidayete nail olsunlar diye indirdi.

İbni Cerir, İbni Ebî Hatim ve Bezzar'ın Ebu Said el-Hudrî'den (r.a.) mer-fu olarak rivayet ettikleri hadis-i şerifte Efendimiz (s.a.) şöyle buyururlar: "Yeryüzüne Tevrat indirildikten sonra Cenab-ı Hak Musa'dan sonra maymun haline çevrilen kasaba halkı hariç ne yerden ne de gökten gelen bir azapla bir kavmi tamamen helak etmedi." Sonra da şu ayeti okudu: "Şüphesiz ki biz ilk nesilleri helak ettikten sonra Musa'ya kitabı verdik." (Kasas, 28/43). [11]



Peygamberin Gönderilmesine Duyulan İhtiyaç, Hz. Muhammed'in (S.A.) Gönderilmesi


44-   Biz Musa'ya o emri verdiğimiz zaman sen batı yönünde değildin. Bunu görenlerden de olmadın.

45- Fakat biz nice nesiller var etmiş­tik. Bunların üzerlerinden de nice yıl­lar geçmişti. (Ey Muhammed !) Med-yen halkı arasında bulunup da onlara ayetlerimizi okuyan sen değildin. Peygamberler gönderen ancak biziz.

46-  (Ey Muhammed !) Biz (Musa'ya) nida ettiğimiz zaman sen Tur dağı ta­rafında değildin. Ancak senden önce kendilerine herhangi bir uyarıcı gel­memiş bir kavmi uyarman için Rab-binden bir rahmet olarak gönderil-din. Belki onlar bunu düşünürler

47- Eğer onlar işledikleri günahlar yüzünden başlarına bir musibet gel­diği zaman "Ey Rabbimiz !Bize pey­gamber gönderseydin de biz de senin ayetlerine uyup müminlerden olsay­dık ya" diyecek olmasalardı... (pey­gamber göndermezdik).



Açıklaması


"Biz Musa'ya o emri verdiğimiz zaman sen batı yönünde değildin. Bunu görenlerden de olmadın."

Ey Muhammed! Allah Musa ile konuştuğu, ona risalet emrini vahyetti-ği, ona Tevrat levhalarını verdiği ve ondan ahit aldığı zaman sen Musa'nın bulunduğu yerin batı tarafında değildin. O anda orada bulunanlardan da de­ğildin ki bunları bilip haber veresin.

Fakat peygamberliğine burhan olması için onun haberini sana bildirdik. Böylece sanki bu olaylar senin önünde meydana geliyor gibi geçmişlerin ha­berlerini naklediyorsun. Halbuki sen okuma-yazma bilmeyen "ümmî" bir ki­şisin. Bütün bunlar bu haber vermenin Allah Tealâ tarafından verilen bir va­hiyle olduğuna delâlet etmektedir.

Cenab-ı Hak bu haberleri nakletmenin sebebini şöyle beyan etti: "Fakat biz nice nesiller var etmiştik. Bunların üzerlerinden de nice yıllar geçmişti." Yani geçmişlerden haber verilmesine ve Kur'an-ı Kerim'de vahyin yenilene­rek indirilmesine sebep şudur: Hz. Musa'dan sonra pek çok ümmet gelip geç­miş, üzerlerinden uzun müddet geçmiştir. İlimler kaybolmaya yüz tutmuş şer'î hükümler değiştirilmiş, insanlar Allah'ın üzerlerindeki hüccetlerini ve önceki peygamberlere yaptığı vahyi yenilemek ve insanlara Allah'ın kendile­rine gönderdiği risaleti beyan etmek için getirdik.

Nitekim bir başka ayet de şu şekildedir: "Ey Kitap ehli! Peygamberlerin arası kesildiği zamanda bize ne bir rahmet müjdecisi ne de bir azap habercisi gelmedi dememeniz için size apaçık beyanda bulunan elçimiz geldi. İşte size de rahmet müjdecisi ve azap habercisi geldi artık. Allah her şeye kadirdir." (Maide, 5/19).

Bu ayet mucizeye dikkat çekmektedir. Zira üzerinden yüzlerce yıl geç­miş bir kıssayı görmeden ve o olayları yaşamadan bunu haber vermek bu ha­beri veren kişinin -Allah Rasulü'nün- peygamberliğine açık delildir.

Bu delili te'yit eden benzer deliller de bundan sonraki ayetlerde belirtil­miştir:

1- "Medyen halkı arasında bulunup da onlara ayetlerimizi okuyan sen değildin. Peygamberler gönderen ancak biziz."

Ya Muhammedi Sen Şuayb (a.s.) hakkında onun kavmine söylediklerini ve kavminin ona söylediklerini haber verdiğinde, Medyen'de Şuayb (a.s.) kavmi arasında oturup onlara indirilen ayetlerimizi okuyan kimse olduğun için haber vermedin. Ancak sana bunları biz vahyettik. Seni insanlara rasul olarak gönderdik. Peygamberliğinin sıhhatine ve risaletinin doğruluğuna burhan olması için seni bu mucize ayetlerle destekledik. Vahiy haberi olma­saydı sen bunları bilemezdin ve hiçbir kimseye de hiçbir şeyi haber veremez­din.

2-  "Biz (Musa'ya) nida ettiğimiz zaman sen Tur dağı tarafında değildin. Ancak sen önce kendilerine herhangi bir uyarıcı gelmemiş bir kavmi uyar­man için Rabbinden bir rahmet olarak gönderildin. Belki onlar bunu düşü­nürler."

Ya Muhammedi Musa'ya nida olunduğu ve ona hitap edildiği zaman sen Tur dağı civarında da değildin ki bu haberin tafsilatını bilip insanlara anla-tasm.

Bu ayet daha önce geçen şu ayete benzemektedir: "Biz Musa'ya emir verdiğimizde sen Tur dağının batı tarafında değildin." Ancak burada önceki ayetten daha hususî bir siga ile nida ifadesiyle yani niyaz gecesi Hz. Musa'ya nida olunup ilâhî kelâma muhatap olma olayına işaret edildi.[12]

Fakat biz sana öğretip haber verdik. Bu ve benzeri haberleri ihtiva eden Kur'anı sana indirdik. Seni daha önce hiç uyarılmamış bir kavmi -Arapları-eğer iman etmezler, putperestlik ve sapıklık üzerine devam ederlerse Al­lah'ın şiddetine ve azabına karşı uyarman için, senin Allah tarafından getir­diğin kitapla hidayeti bulsunlar ve saadet ehli olsunlar diye Allah tarafın­dan kendilerine gönderilen kullara rahmet olarak gönderdik.

Tarihî olup sabit olan husus Hz. İsmail'den (a.s.) sonra Araplara hiçbir peygamberin gelmemiş olmasıdır. Hz. Musa ve Hz. İsa'nın peygamberliğine gelince bu sadece İsrailoğullarma has idi.

Cenab-ı Hak daha sonra Peygamberimiz (s.a.)'in gönderilmesi sebebini açıkladı:

"Eğer onlar işledikleri günahlar yüzünden başlarına bir musibet geldiği zaman: Ey Rabbimiz! Bize peygamber gönderseydin de, biz de senin ayetleri­ne uyup müminlerden olsaydık ya! diyecek olmasalardı peygamber gönder­mezdik. "

Yani insanlar ve dolayısıyla Araplar küfürlerine karşı bir azap musibeti isabet ettiği zaman onlar: "Ey Rabbimiz! Bize sahih itikad ve tevhidi, haya­tın şer'î nizamını beyan eden bir peygamber gönderseydin, biz de tek Rab olarak sana iman etseydik ve şeriatinle amel etseydik." diyecek olmasalardı insanlara hiçbir peygamber göndermezdik.

Fakat biz onların üzerine hücceti ortaya koyacak, akide, ahlâk ve hayat düsturu konusunda Rablerinin risaletini tebliğ edecek, mazeretlerini orta­dan kaldıracak ve kendilerine hiçbir peygamber ve uyarıcı gelmedi diye delil ileri sürmelerini enlgelleyecek bir uyarıcı peygamber olarak seni gönderdik.

Nitekim Cenab-ı Hak bir ayette şöyle buyuruyor: "Biz müjdeci ve korku­tucu olarak peygamberler gönderdik ki, peygamberlerden sonra insanların Allah'a karşı bir bahaneleri olmasın. Allah mutlak galiptir, sonsuz hikmet sahibidir." (Nisa, 4/165).

Sizler: "Bizden önce kitap yalnız iki topluluğa -Yahudi ve Hristiyanlara-indirildi. Biz ise onların okuduklarından kesin olarak gafil idik." dememeniz için; Ya da: "Bize de kitap indirilseydi mutlaka onlardan daha iyi hidayete ererdik dememeniz için (bu Kur'anı) indirdik, işte size Rabbinizden apaçık bir hüccet, bir hidayet ve rahmet gelmiştir..." (En'am, 6/156-157).

Bütün bunlar Allah'ın kullarına rahmetidir. Zira Allah önceden bir teb­liğ olmaksızın hiçbir insana azap etmez. Mükellefiyet olmaksızın ve peygam­ber göndermeksizin hiçbir kimseye ceza vermez. [13]



Mekkelilerin Kur'anı Ve Peygamberimizin (S.A.) Peygamberliğini Yalanlamaları


48- Fakat onlara nezdimizden hak ge­lince: "Musa'ya verilen (kitap) gibi ona da verilseydi ya!" dediler. Onlar daha önce Musa'ya verilen kitabı in­kâr etmemişler miydi? Onlar: 'Tevrat ve Kur'an birbirini destekleyen iki si­hirdir." demişlerdi. Biz hepsini inkâr ediyoruz, demişlerdi.

49- (Ey Muhammedi) De ki: Siz eğer sözüne sadık kimselerseniz, Allah nezdinde bu iki kitaptan daha doğru bir kitap getirin, ben de ona uyayım.

50- Eğer teklifini kabul etmezlerse, bil ki onlar sırf heva ve heveslerine uymaktadırlar. Allah'ın hidayetinden mahrum olarak kendi heva ve hevesi­ne uyanlardan daha sapık kimdir? Şüphesiz ki Allah zalim kavmi doğru yola iletmez.

51- Gerçekten biz düşünsünler diye onlara vahyi peşpeşe yetiştirdik.



Açıklaması


"Onlara nezdimizden hak (kitap) gelince: "Musa'ya verilen (kitap) gibi ona da verilseydi ya!" dediler."

Yani daha önce kendilerine hiçbir peygamber gelmeyen Mekkeliler kü­für, cehalet ve sapıklık yolunda devam ederek ısrarla ve inatçılıkla şöyle de­diler: "Musa'ya verilen asâ, nurlu el, bulutun gölge yapması, kudret helvası ve bıldırcın etinin indirilmesi, taştan suyun fışkırması gibi pek çok ayet ve mucizeler, ayrıca Firavun'a, kavmine ve İsrailoğullarına davası lehinde hüc­cet ve burhan olmak üzere Allah'ın Musa'nın elleriyle ortaya koyduğu göz kamaştırıcı ve hayret verici mucizeler... gibi bazı mucizeler de Muhammed'e verilseydi ya!" dediler.

Ancak bu sadece kuru bir inatçılık, kibirlilik ve imandan kaçma olayıdır.

"Onlar daha önce Musa'ya verilen kitabı inkâr etmemişler miydi1?" Onla­rın benzeri inatçı kişiler -Musa'nın zamanında ona verilen mucizeleri kabul etmeyenler- Musa'ya verilen bu muazzam mucizeleri inkâr etmemişler miy­di? Kibirli ve inatçı kişilerin durumu daima böyledir.

"Onlar: Tevrat ve Kur'an birbirini destekleyen iki sihirdir demişler, biz hepsini inkâr ediyoruz, demişlerdi." Yani Mekke'deki o müşrikler: Kur'an ve Tevrat sihirdir, Muhammed ve Musa da yanıltma ve saptırma konusunda birbirleriyle işbirliği yapan, birbirlerini tasdik eden iki sihirbazdır; biz her ikisine de inanmıyoruz, getirdikleri kitapları da tasdik etmiyoruz." demişler­di.

Cenab-ı Hak da onlara: "Öyleyse insanlık için daha doğru bir kitabı siz ortaya koyun." diyerek meydan okudu. Şöyle buyurdu:

"De ki: Siz eğer sözüne sadık kimselerseniz Allah nezdinde bu iki kitap­tan daha doğru bir kitap getirin, ben de ona uyayım."

Yani: Ey Muhammed! Kavmine de ki: Eğer siz söylediğiniz veya iddia ettiğiniz şeylerde, hakkı reddettiğiniz, batıla yöneldiğiniz hususlarda sadık ve samimî iseniz Allah tarafından insanların hidayeti için Tevrat ve Kur'an­dan daha doğru, daha faydalı ve daha isabetli bir kitap getirin, ben de baş­kalarıyla birlikte ona uyayım. Bu ifade, onların Kur'anın benzerini getirmek­ten aciz kalacaklarına dikkat çekmektedir.

"Eğer onlar senin sözüne icabet etmezlerse bil ki onlar sırfheva ve heves­lerine uymaktadırlar." Yani onlar senin söylediğin şeyi kabul etmezler ve hakka uymazlarsa ve onlara teklifte bulunduğun Kur'an'a ve senin peygam­berliğine iman esasını yerine getirmezlerse bil ki onlar bu batıl inançlarında hiçbir delil ve hüccet olmaksızın sadece heva ve heveslerine uymaktadırlar. Onlar bu halleriyle heva ve heves topluluğudurlar.

"Allah'ın hidayetinden mahrum olarak kendi heva ve heveslerine uyan­lardan daha sapık kim vardır?" Yani nefsî arzusuyla hareket eden, Allah'ın kitabından alınmış bir hüccet olmaksızın şehvetlerine tabi olan, Allah tara­fından isabetli bir delili bulunmayan kimseden başka hidayet ve hak yoldan ayrılan daha sapık kim vardır? Bu ayet inançlar hususunda taklitçiliğin ba­tıl ve fasit olduğuna, mutlaka hüccet ve delil getirmenin gerekli olduğuna delâlet etmektedir.

"Şüphesiz ki Allah zalim kavmi doğru yola iletmez." Yani Allah şirk koş­maları, isyankârlık etmeleri, peygamberleri yalanlamaları ve nefsî arzulara tabi olmaları sebebiyle kendi nefislerine zulmeden kimseleri hakka ve hida­yete muvaffak kılmaz. Bu hüküm bütün kâfirleri içine alan genel bir hüküm­dür.

Kur'an'ın parça parça indirilmesinin hikmetine gelince, bu konuda şöyle buyuruluyor:

"Gerçekten biz iyice düşünsünler diye onlara vahyi peşpeşe yetiştirdik." Yani biz Kureyşliler ve diğer insanlar Kur'an'da bulunan hayırları ve salahı­na dair hükümlere dikkat edip ibret alsınlar, Kur'an'a, onu indirene ve ken­disine Kur'an indirilene iman etsinler, Kur'an'ın kendisinden önceki kitapla­rın bazı hükümlerini tasdik edip bazı hükümlerini nesh ettiğini görsünler di­ye ilâhî hikmetin ve maslahatın delâlet ettiği şekilde, her asra ve zamana uygun olarak Kur'anı parça parça ve art arda indirdik. [14]



Ehl-i Kitaptan Bazı Gurupların Kur'an'a İman Etmeleri


52- Bundan önce kendilerine kitap verdiğimiz   kimseler   bu   kitaba (Kur'an'a) da iman ederler.

53- Kendilerine (Kur'an) okunduğu zaman onlar: "Biz ona iman ettik. Şüphesiz o Rabbimizden indirilmiş bir haktır. Doğrusu biz ondan önce de müslümandık." derler.

54- İşte onlara sabırlarından dolayı mükâfatları iki kat verilir. Onlar kö­tülüğü iyilikle savarlar ve kendileri­ne rızık olarak verdiğimiz şeylerden Allah yolunda harcarlar.

55- Onlar boş (ve çirkin) bir söz işit­tikleri zaman ondan yüz çevirirler. Bizim amellerimiz bize, sizin amelle­riniz sizedir. Bizden emin olun, biz cahillerle olmak istemeyiz, derler.



Açıklaması


"Bundan önce kendilerine kitap verdiğimiz kimseler ona (bu kitaba) da iman ederler."

Yani Ehl-i Kitab'ın temiz ve saf olanlarından Yahudi ve Hristiyanlardan bir gurup kendi kitaplarının asıllarına uygun olduğu için ve bu kitapların Muhammed'i müjdelemesi ve bu kitaplarda onun gelişi ile ilgili vasıfların aynen ona uyması sebebiyle Kur'an'a iman ettiler.

"Bundan önce" ifadesi Kur'an'dan önce demektir. "Ona iman ederler" ifadesi Kur'an'a yahut Hz. Muhammed'e (s.a.) ya da her ikisini tasdik eder­ler demektir.

Bu ayetin benzeri ayetler çoktur: "Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler bu kitabı tilâvet hakkını tam gözeterek okurlar. İşte ona iman edenler bunlar­dır." (Bakara, 2/121); "Gerçekten Ehl-i Kitap içinde Allah'a ve hem size indi­rilen kitaba hem Allah'a büyük saygı göstererek iman edenler vardır." (Al-i İmran, 3/199); "Bundan önce kendilerine ilim verilmiş olanlar bile kendileri­ne kitap okununca yüzüstü yere kapanarak secde ediyorlar ve şöyle diyorlar­dı: Biz Rabbimizi tenzih ederiz. Rabbimizin vaadi kesinlikle meydana gele­cektir." (İsra, 17/107-108).

"Kendilerine -Kur'an- okunduğu zaman onlar: Biz ona iman ettik. Şüp­hesiz o Rabbimizden indirilmiş bir haktır. Doğrusu biz ondan önce de müslü-mandık, derler."

Yani onlara Kur'an okunduğu zaman onlar: "Biz onu tasdik ediyoruz. Biz bunun Rabbimiz tarafından indirilen güvenilir, doğru, hak kelâm oldu­ğuna iman ettik. Bu Kur'an indirilmeden ya da Hz. Muhammed (s.a.) gönde­rilmeden önce de biz Allah'ı tasdik eden, O'nun birliğini kabul eden, O'nun emrine icabet eden ihlâslı müslümanlar idik." derler.

Bu ifade onların önceki peygamberlerin kitaplarında Hz. Muhammed'in (s.a.) geleceği müjdesini gördükleri için imanlarının çok eski olduğuna delil­dir. Cenab-ı Hak da onları büyük medihle övmekte ve şöyle buyurmaktadır:

"İşte onlara sabırlarından dolayı mükâfatları iki kat verilir." Yani bu sı­fatı taşıyanlara, önce ilk kitaba -yani kendi kitaplarına- iman edip sonra da ikinci kitaba -yani Kur'an'a- iman eden bu kimselere iki iman üzerine sabre­dip sebat etmelerinin karşılığı olarak iki defa sevap vardır. Zira bu gibi bir şeye katlanma nefse ağır gelir. Ayrıca bu kimseler kavimlerinin eziyetine al­dırış etmemişlerdir.

Bu ayetin bir benzeri de şu ayettir: "Allah size rahmetinden iki nasip ve­rir..." (Hadid, 57/27). Buharî ve Müslim'in sahihlerinde Ebu Musa el-Eşa-rî'den (r.a.) şu hadis rivayet edilmiştir: Peygamberimiz (s.a.) buyuruyor ki: "Üç kişi vardır ki onlara ecirleri iki defa verilir.

Ehl-i Kitap'tan olup önce peygamberine sonra bana iman eden; Hem Allah'ın hem de efendisinin emrini yerine getiren köle;

Bir cariyesi olup onu terbiye eden, terbiyesinde itina gösteren sonra da bu cariyeyi azad edip onunla evlenen kişi... Bunlara sevapları iki defa veri­lir."

İmam Ahmed, Ebu Ümame'den rivayet ediyor: Ben fetih günü Rasulul-lah'm (s.a.) bineğinin altında idim. Çok güzel bir söz söyledi. Şöyle demişti:

"Ehl-i Kitap'tan kim müslüman olursa onun ecri iki defa verilecektir. Bizim lehimize olan şeyler onların lehinedir. Bizim aleyhimize olan şeyler onların aleyhinedir."

Allah Tealâ önce imanla medhettikten sonra bedenî ibadet ve taatlerle senada bulundu: "Onlar kötülüğü iyilikle savarlar." Sonra da itaatler, fiiller ve güzel ahlâkla meşgul olmaları vasıflarını zikretti: "Onlar boş ve çirkin bir söz işittikleri zaman ondan yüz çevirirler."

"Onlar kötülüğü iyilikle savarlar." Yani kötülüğe kötülükle karşılık ver­mezler, affedici ve hoşgörülü olurlar.

"Kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden Allah yolunda harcarlar." Yani Allah'ın helâl rızkından aile ve akrabalarına vacip nafakaları sarfeder-ler, farz olan zekâtı, müstehap olan sadakaları ve nafile sadakaları verirler.

"Onlar boş ve çirkin bir söz işittikleri zaman ondan yüz çevirirler. Bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz sizedir. Bizden emin olun. Biz cahillerle ol­mak istemiyoruz." Yani onlar müşriklerden veya başkalarından rahatsızlık verici, sövme, yalanlama gibi boş söz, seviyesiz bir söz duydukları zaman bu sözü söyleyenlerden yüz çevirirler, onlarla birlikte olmazlar, onlarla beraber hareket etmezler. Bilâkis Cenab-ı Hakkın buyurduğu gibi davranırlar: "Boş sözle karşılaştıkları zaman ilgilenmeden oradan geçerler." (Furkan, 25/72).

Kendilerine, bir beyinsiz muhatap olup da uygun olmayan ifadelerle ko­nuşursa onlar: "Bizim amellerimiz bize aittir. Bunların sevap ve cezasından biz sorumluyuz. Sizin amelleriniz sizindir ve yükümlülüğü de size aittir. Biz size karşılık vermeyiz. Siz saldırmazlık ve vedalaşma selâmıyla selâmette kalın. Emin olun." derler. Ya da: "Allah içinizde bulunduğunuz durumdan sizleri selâmete çıkarsın. Biz cahillerin yoluna uymak istemeyiz. Bunu arzu etmeyiz. Bu yolda olanlarla beraber olamayız. Biz iyi sözü tercih ederiz. Kö­tü söze misliyle karşılık vermeyiz." derler.

Bu ayetin benzeri şudur: "Onlara -Rahman'ın mümin has kullarına- ca­hiller sataştığı zaman: Selâmette olun, derler." (Furkan, 25/63).

Hasan-ı Basrî diyor ki: "Selâmün aleyküm" ibaresi müminlerin arasında selamlaşmadır, cahillere karşı da tahammül etme alâmetidir.

Muhammed b. İshak Sîretinde rivayet ediyor: Rasulullah (s.a.) Mek­ke'de iken Habeşistan'da onun çıktığı haberini duyan Hristiyanlardan yirmi veya yirmiye yakın kişi Mekke'ye geldiler. Onunla birlikte oturdular, konuş­tular, sorular sordular. Kureyş'ten bazıları da o sırada Kabe'nin etrafındaki meclislerindeydiler. Onların Peygamberimiz'e (s.a.) sormak istedikleri bütün sorular bitince Efendimiz (s.a.) onları imana davet etti ve onlara Kur'an oku­du.

Bu zatlar Kur'an'ı dinleyince gözleri yaşla doldu. Sonra da Allah'ın da­vetine icabet edip iman ettiler. Hz. Peygamber'i tasdik ettiler. Kitaplarında onun hakkında bildirilen vasıfları onun üzerinde aynen gördüler.

Efendimiz'in (s.a.) yanından kalktıkları zaman Ebu Cehil b. Hişam bir gurup Kureyşli ile birlikte önlerine geçti. Onlara hitaben:

- Allah sizi pişman eylesin ey cemaat! Sizin dininizden olup sizi buraya gönderenler sizi bu adamın haberini öğrenmek için gönderdiler. Siz, onunla birlikte oturup yeterli bilgi almakla yetinmediniz. Dininizden ayrıldınız. Onun söylediklerini tasdik ettiniz. Biz sizden daha ahmak heyet bilmiyoruz, dediler.

Onlar da Kureyşlilere şöyle dediler: Bizden emin olun. Selâmette kalın. Biz size cahilce muamele etmeyiz. Şu anda yürüdüğümüz yol bizim, sizin bu­lunduğunuz yol sizin olsun. Biz kendimiz için hiçbir hayırdan mahrum kal­mak istemeyiz.

Rivayete göre, bu kimseler Necran halkından olan Hristiyanlardır.[15]



Müşriklerin Bazı Şüphelerine Verilen Cevaplar


56- (Ey Muhammedi) Şüphesiz sen sevdiğini hidayete erdiremezsin. Fa­kat Allah dilediğini hidayete erdirir. O hidayete erecekleri çok iyi bilir.

57- İman etmeyenler: "Eğer biz senin­le beraber doğru yola uyarsak yeri­mizden, yurdumuzdan oluruz." dedi­ler. Biz onları nezdimizden bir rızık olarak her şeyin ürünlerinin toplanıp getirildiği emin harem bölgesine yer­leştirmedik mi? Fakat onların çoğu bunu bilmezler.

58- Biz refah içinde şımarıp azgınla­şan nice ülkeleri helak ettik. İşte on­ların geride bıraktıkları yerleri! Ken­dilerinden sonra bu yerlerin pek azında oturulmuştur. Oralara hep biz varis olmuşuzdur.

59- Senin Rabbin ana merkezine ayetlerimizi okuyan bir peygamber göndermeden hiçbir ülkeyi helak et­miş değildir. Biz ancak halkı zalim olan ülkeleri helak ederiz.

60- Size verilen her şey dünya hayatı­nın geçici malı ve süsüdür. Allah nez-dindekiler ise daha hayırlı ve daha devamlıdır. Hiç düşünmez misiniz?

61-  Kendisine mutlaka kavuşacağı güzel bir vaadde bulunduğumuz kim­se ile dünya hayatında imkân içeri­sinde yaşattığımız ve sonra kıyamet günü azap için huzurumuza getirile­cek olan kimseler hiç bir olur mu?



Açıklaması


"Şüphesiz sen sevdiğini hidayete erdiremezsin. Fakat Allah dilediğini hi­dayete erdirir. O hidayete erecekleri çok iyi bilir."

Yani Ey Muhammedi Şüphesiz ki sen hidayete ermesini, hidayete mu­vaffak kılınmasını arzu ettiğin kimseyi hidayete erdiremezsin. Bu sana ait değildir. Senin üzerine düşen sadece tebliğ etmektir. Dilediği kimseyi hida­yete erdirmek ve o kimsenin kalbine nur vermek ve bununla onu ihya etmek suretiyle gönlünü İslâm'a açmak şeklinde hidayete nail kılabilecek olan sa­dece Allah'tır.

Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle buyuruyor: "Ölü bir kimse iken kendisini dirilttiğimiz, ona insanların arasında yürüyeceği bir nur ver­diğimiz kimse, içinden çıkamaz bir halde karanlıklarda kalan kişi gibi olur mu?"(Enam, 6/122).

Sonsuz hikmet O'na aittir. Hidayete müsait ve lâyık olanları en iyi bilen Rabbindir. Onlar hidayete lâyık oldukları için onları hidayete erdirir. Azgın­lığa lâyık olanları da en iyi bilen Odur. Onlar da buna lâyık oldukları için bu gibi kimselere hidayet nasip etmez.

Bu ayetle murad edilen mana kavmini hidayete erdirme imkânı bula­mayan Rasulullah'ı teselli etmektir.

Dikkat çeken bir husus bu ayetin zahirinde Ebu Talib'in kâfir olduğuna bir delilin bulunmamasıdır. Lâkin Buharî ve Müslim'in Sa/wMerinde sabit olan husus -daha önce beyan ettiğim gibi- bu ayetin Peygamberimiz'in amca­sı Ebu Talib hakkında nazil olduğu hususudur.

Zeccac diyor ki: Bütün müslümanlar bu ayetin Ebu Talib hakkında nazil olduğu hususunda icma etmişlerdir. Ebu Talib ölüm döşeğinde:

-  Ey Abdi-i Menaf oğulları! Muhammed'e itaat edin ve onu tasdik edin ki kurtuluşa eresiniz ve ilâhî irşada erişesiniz, dedi.

- Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.) ona hitaben:

-  Amca! Onlara nefislerine iyilikle, hayırla davranmalarını tavsiye edi­yorsun ama kendi nefsine karşı böyle davranmıyorsun, dedi. Ebu Talib:

- Benden ne istiyorsun, yeğenim? diye sordu. Peygamberimiz (s.a.):

-  Senden sadece bir tek kelimeyi söylemeni istiyorum. Zira sen dünya günlerinden en son günü yaşıyorsun. Senin "Lâ ilahe illallah" demeni istiyo­rum ki Allah Tealâ nezdinde sana bu kelime ile şehadet edeyim, dedi. Ebu Talib:

- Yeğenim, ben senin doğru sözlü olduğunu gayet iyi biliyorum ama hal­kın: "Ölüm esnasında korktu da bunu söyledi." demelerinden hoşlanmıyo­rum. Benden sonra sana ve amcalarına karşı hakaret ve küfürlü sözler söy­leyeceklerini bilmesem bunu söylerdim. Sende gördüğüm şiddetli arzu ve iyi­likseverlik sebebiyle şu ayrılık anında senin gözünü aydın kılar, böylece seni sevindirirdim. Fakat ben büyüklerim Abdülmuttalib, Haşim ve Abdi-i Me­nafin dini üzerine öleceğim." dedi.

Kurtubî diyor ki: Doğru olan şöyle denilmesidir: Müfessirlerin büyük ço­ğunluğu bu ayetin Peygamberimiz'in (s.a.) amcası Ebu Talib hakkında nazil olduğu hususunda icma ve ittifak etmişlerdir. Bu, Buharî ve Müslim'in açık ifadeleridir.

- Bu ayetin bir benzeri de şu ayetlerdir: Onları hidayete ordirmek senin üzerine borç değil. Ancak hidayeti kime dilerse ona verir." (Bakara, 2/272); "Sen ne kadar hırs göstersen yine insanların çoğu iman edici değildirler."

Kısaca: -Razî'nin zikrettiği gibi- zorlama ve icbar manasında hidayete erdirme caiz değildir. Çünkü Allah Tealâ tarafından mükellefe bu çeşit bir hidayet verilmesi onun şanına lâyık değildir, çirkindir. Çirkin olanı yapmak ise bilgisizlik ya da buna ihtiyaç duyma sebebiyle olur. Bu da imkânsızdır. İmkânsız olanın gerekli olması da imkânsızdır. Bunun Allah için düşünül­mesi de muhaldir, imkânsızdır. Muhal ve imkânsız olanın ilâhî iradeye bağ­lanması ise caiz değildir.[16]

Cenab-ı Hak daha sonra müşriklerin Hz. Peygamber'e iman etmemeleri hususundaki şüpheleri ve ileri sürdükleri çürük bahaneleri, asılsız mazeret­leri bildirerek şöyle buyurdu:

"İman etmeyenler: Eğer biz seninle beraber doğru yola uyarsak yerimiz­den, yurdumuzdan oluruz, dediler."

Yani müşrikler: "Biz senin getirdiğin hidayet yoluna tabi olur, etrafımız­daki müşrik Arap kabilelerine muhalefet edersek bize eziyet etmelerinden ve bizimle savaşmalarından korkuyoruz, nerede bulunursak bulunalım bizi ya­kalamalarından, yurdumuzdan çıkarmalarından korkuyoruz." dediler.

Cenab-ı Hak da onların bu şüphelerine şu şekillerde cevap verdi:

1- Harem bölgesinin emniyete kavuşturulması: "Biz onları nezdimizden bir rızık olarak her şeyin ürünlerinin toplanıp getirildiği emin harem bölgesi­ne yerleştirmedik mi? Fakat onların çoğu bunu bilmezler."

Yani onların bu itirazları yalan ve batıldır. Çünkü Allah Tealâ onları emin bir beldeye, var olduğu andan itibaren muazzam ve emniyet içindeki harem bölgesine yerleştirmiştir. Onların küfürleri ve şirklerine rağmen bu harem bölgesi onlar için emniyetli olursa müslüman olup hakka tabi olurlar­sa nasıl emniyetli, güvenli bir yer olmaz?

Mekke Haremi'nin hususiyetlerinden biri Cenab-ı Hak tarafından bir rı­zık lütfü olarak her taraftan ticaret eşyalarının, başka beldelerdeki meyve ve ürünlerin o bölgeye taşınmasıdır. Fakat onların çoğu hayır ve saadet bu­lunan şeylere dikkat etmeyen, ibadete daha lâyık olanı bilmek ve ondan baş­kasına ibadet etmeyi terk etmek için düşünmeyen bilgisiz kimselerdir.

2- Ümmetlerin helak edilmesinin hatırlatılması: "Biz refah içinde şıma-rıp azgınlaşan nice ülkeleri helak ettik, işte onların geride bıraktıkları yerle­ri! Kendilerinden sonra bu yerlerin pek azında oturulmuştur. Oralara hep biz varis olmuşuzdur."

Yani Mekke halkından olan ve nimetlerin yok olmasından korkarak iman etmeme mazeretini ileri süren bu kimseler şunu iyi bilsinler ki asıl iman etmemek nimetleri ortadan kaldıran husustur. Çoğunlukla Allah halkı imanı reddeden, inkâr eden, haddi aşan, tuğyana sapan, şirretlik yapan, Al­lah'ın nimetlerine ve O'nun bol rızıklarma karşı nankörlük eden pek çok ka­sabayı helak etmiştir. Bu kimselerin yerlerinde, tavanlar başlarına yıkılmış­tır. Buralarda pek az müddetle geçici olarak kalanlar dışında hiçbir kimse oturmamaktadır. Buralarda yoldan geçenler bir gün veya daha az bir müd­det kalmaktadırlar. Buralara varis olan sadece Allah olmuştur. Çünkü bura­lar harap bir hale dönüşmüştür. Buralarda onlara halef olacak kimse kalma­mıştır. Arkasında bıraktığı mala sahip olacak bir kimse bulunmuyorsa bu çe­şit mal-mülk için: "Bu Allah'ın mirasıdır" denilir. Çünkü kâinatın hakikî sa­hibi ve mahlûkatın yok olmasından sonra ebedî ve baki olacak olan Allah'tır.

Bu ayetin benzeri şu ayettir: "Allah bir kasabayı misal olarak verdi. Bu kasaba korkudan emin huzurlu idi. Rızkı da kendisine her bir yandan bol bol geliyordu. Fakat o kasaba Allah'ın nimetlerine nankörlük etti de Allah da ona işmelekte ısrar ettikleri (kötülükleri) yüzünden açlık ve korku elbisesini giydirip acılar tattırdı." (Nahl, 16/112).

Daha sonra Allah Tealâ azabı indirmek hususundaki adaletini bildire­rek şöyle buyurdu: "Senin Rabbin ana merkezine ayetlerimizi okuyan bir pey­gamber göndermeden hiçbir ülkeyi helak etmiş değildir. Biz ancak halkı za­lim olan ülkeleri helak ederiz."

Yani bir ülkenin aslına, başşehrine veya merkezine kendilerine Allah'ın varlığına, birliğine ve sadece O'nun lâyık olduğuna delâlet eden ayetleri be­yan eden bir "rasul" göndermedikçe o ülkeyi veya o şehri içindeki halkıyla birlikte helak etmek Rabbinin âdeti ve sünneti değildir. Zira böylece o ülke halkının bilgisizlik gibi bir hüccetleri ya da hakkı bilmemek gibi bir mazeret­leri kalmayacaktır. Helak edilecek kimseler üzerlerine hüccet ikame edildik­ten sonra helak edilecektir. Allah peygamberleri ve ayetleri yalanlamak se­bebiyle nefislerine zulmeden kimselerden başka mahlûkatmdan hiçbir kim­seyi ve hiçbir ülke halkını helak etmeyecektir.

Bu Allah'ın mahlûkatı hususundaki adaletine delildir. Dolayısıyla be­yan ve tebliğ yapılmadan ceza yoktur, ayrıca iman edenler için helake uğra­ma yoktur. Ceza ve helak etme ancak haksızlık, masıyetlere bulaşma, en bü­yükleri Allah Tealâ'ya şirk koşma olan günah ve münkerleri işleme duru­munda olabilir.

Bu ayetin pek çok benzerleri de vardır. Bunlardan biri şu ayettir: "Biz bir peygamber göndermeden hiçbir kimseye azap edecek değiliz." (İsra, 17/15).

Bu ayette Ümmül-Kura'ya (Mekke'ye) gönderilen ümmî peygamber Hz. Muhammed'in (s.a.) Arap-Acem bütün herkese, her ülkeye gönderilmiş oldu­ğuna delil vardır.

Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle buyurmaktadır: "Ümmül-Kura (Mekke) ve çevresinde bulunanları uyarman için..." (Şûra, 42/7).

"De ki: Ey insanlar!. Ben sizlere hepinize Allah'ın elçisiyim." (A'raf, 7/158);

"Bununla sizi ve bu davetin ulaştığı kimseleri uyarmam için..." (En'am, 6/19).

3- Dindarlık ya da iman etme dünya menfaatlerini zayi etmez: "Size ve­rilen her şey dünya hayatının geçici malı ve süsüdür. Allah nezdindekiler ise daha hayırlı ve daha devamlıdır. Hiç düşünmez misiniz?"

Yani dünya ve dünyada bulunan her çeşit ziynet, süs ve dünya malı Al­lah'ın salih kulları için ahiret yurdunda hazırladığı menfaatler ve nimetlere nispetle fani ve önemsizdir. Ey insanlar! Size verilen mal, evlât, ziynet ve süsler sadece geçici dünya malı ve yok olmaya mahkûm ziynet olup Allah nezdinde hiçbir değeri yoktur. Bu dünya nimetleri ahiret nimetleriyle kıyas edildiği zaman yok olmaya mahkûm, değersiz şeylerdir. Ahiret nimeti baki­dir ve dünyanın geçici nimetlerinden daha hayırlıdır.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Sizin yanınızdakiler tüke­nir. Allah'ın nezdinde olan ise bakidir." (Nahl, 16/96);

"Allah'ın nezdinde olan (mükâfat) müttakiler için daha hayırlıdır." (Âl-i İmran, 3/198);

"Doğrusu siz dünya hayatını tercih ediyorsunuz. Halbuki ahiret daha hayırlı ve daha devamlıdır." (A'lâ, 87/16-17).

Yine Rasulullah (s.a.) sabit olan hadislerinde: "Allah'a yemin olsun ki, ahiretin yanında dünya hayatı sizden birinizin parmağını denize daldırıp da parmağıyla alabildiği su kadardır." buyuruyor.

Dünyayı ahiretin önüne geçirenler hiç akıllarını kullanıp düşünmezler mi? Fani hayatı baki hayata tercih edenler hiç ibret almazlar mı? Dikkat edin. İnsan kendisi için hayırlı ve sürekli olanı tercih etme hususunda dü­şünsün, kendisine isabet eden serleri de terk etsin.

Allah Tealâ daha sonra bu manayı te'kit etmek üzere şöyle buyurdu:

"Kendisine mutlaka kavuşacağı güzel bir vaadde bulunduğumuz kimse ile dünya hayatında imkân içerisinde yaşattığımız ve sonra kıyamet günü azap için huzurumuza getirilecek kimseler hiç bir olur mu?"

Yani insanın Allah nezdinde olan ecir ve mükâfatının dünya ziynetin­den daha üstün ve tercihe değer olduğunu anlaması için insan bir karşılaş­tırma yapsın. Bu karşılaştarmanın şekli şöyledir: Allah'ın kitabına iman eden, Allah'ın salih amellere cennet ve bol nimetle karşılık vermesini ve Al­lah'ın vaadini tasdik eden kimse ile Allah'ın huzuruna çıkmayı, Allah'ın va­adini ve vaîdini yalanlayan kâfir kimse bir olur mu? Bu inançsız kimse dün­ya hayatında pek az gün kalıp sonra kıyamet günü cehennem ateşinde azaba uğrayanlardan biri olacaktır.

Onların: "Biz dünya menfaatlerinin yok olmasından korkarak dini terk ettik." sözleri hata olup doğru bir söz değildir. Zira din bu menfaatleri yok et­mez. Bu dünya menfaatleri Allah'ın nazarında çok önemsizdir. Dünyayı ter­cih etmek ahiret menfaatlerini yok edecek, ahirette daimî cezaya sebep ola­caktır. [17]



Kıyamet Gününde Müşriklerin Sorulacak Üç Soruyla Susturulması


62- O gün Allah onlara nida edecek ve: "Benim ortaklarım olduklarını id­dia ettikleriniz nerede?' diyecektir.

63- O gün aleyhlerindeki hüküm kesinleşen kimseler: "Ey Rabbimiz! İş­te azdırdıklarımız, kendimiz az­dığımız gibi onları da azdırdık. On­lardan uzaklaşıp sana geldik. Zaten onlar bize tapmıyorlardı, derler."

64- Onlara: "(Bana) koştuğunuz ortak­larınızı çağırın" denir. Onlar da çağırırlar. Fakat çağırdıkları şeyler onlara cevap vermezler. Azabı görür­ler ve "Keşke dünyada hidayet üzere olsaydık." derler.

65- O gün Allah müşriklere nida eder ve: "Gönderilen peygamberlere ne cevap verdiniz?" der.

66- O gün onların haber kaynakları körelir. Artık birbirlerine de hiçbir şey sormazlar.

67- Kim şirkten vazgeçip iman eder ve salih amel işlerse kurtuluşa eren­lerden olması umulur.



Açıklaması


Allah Tealâ kıyamet günü müşrik kâfirlere yapılacak azarlamayı bil­diriyor. O gün onlara nida edilecek ve kendilerine şu üç soru yöneltilecektir:

1- Sahte ilâhların yardımı hakkında soru: "O gün Allah onlara nida ede­cek ve benim ortaklarım olduklarını iddia ettiğiniz şeyler nerede1? diyecektir."

Yani: Ey Rasul! O gün Hak Tealâ o müşriklere nida edecek ve onlara şöyle diyecektir: Sizin dünyada kendilerine taptığınız melek, cin, yıldız, put, heykel ve insan gibi sahte ilâhlar, benim ortaklarım olduğunu iddia ettiğiniz sahte tanrılar nerede? Onlar size şefaat edecekler mi? Size yardım edecekler mi?

Bu sorudan maksat küçümsemek, tahkir etmek, horlamak ve kınamak­tır. Onların vereceği hiçbir cevap yoktur. Zira onlar kıyamet günü dünyada iken içinde bulundukları durumun batıl ve yanlış olduğunu öğrenecekler, tevhid ve peygamberliğin doğruluğunu zarurî olarak idrak edeceklerdir.

Bu ayetin benzeri şudur: "Andolsun sizi ilk defa yarattığımız gibi yapayalnız teker teker huzurumuza gelmişsinizdir. Size ihsan ettiğimiz şey­leri de sırtlarınızın arkasına bırakmışsınızdır. İçinizde kendileri gerçekten or­takları olduğunu boş yere iddia ettiğiniz şefaatçilerinizi de şimdi yanınızda görmüyoruz. Andolsun aranızdaki (bağ) parça parça kopmuştur. Haklarında kuru zan beslediğiniz şeyler sizden ayrılıp gitmiştir." (En'am, 6/94).

Cenab-ı Hak daha sonra dalâlet liderleri ve küfür davetçilerinin cevabını zikrederek şöyle buyurdu: "O gün aleyhlerinizdeki hüküm kesin­leşen kimseler: Ey Rabbimiz! işte azdırdıklarımız, kendimiz azdığımız gibi onları da azdırdık. Biz onlardan uzaklaşıp sana geldik. Zaten onlar bize tap­mıyorlardı, derler."

Yani o gün aleyhlerindeki: "Ben yemin olsun ki cehennemi insan ve cin­lerle dolduracağım." (Secde, 22/13) hükmünün gereği sabit olan, bunun neti­cesi üzerlerinde kesinleşen ve artık kendileri için vaîd gerekli olan dalâlet önderleri ve küfür davetçileri şöyle diyeceklerdir: Ey Rabbimiz! Bize tabi olan ve imana karşı küfrü tercih eden o kimselerin sapıklıkları kendi tercih­leri ile olmuştur. Bizim sapıklığımız da bizim tercihimizle olmuştur. Zira bizim sapıklığımız ve onları saptırmamız zorla ve icbarla olmamıştır. Bilakis bu inanç ve amellere teşebbüs ettikleri zaman onlar hür ve tercih hakkına sahip kimselerdi. Bununla anlatılmak istenen şudur: Onların sapıklıklarının sorumluluğu bize değil, onlara aittir.

Biz onlardan, onların inançlarından ve amellerinden, onların tercih et­tikleri küfür ve isyandan uzaklaşıp sana geldik. Onlar gerçekte bize tap­mıyorlar, sadece kendi nefsî arzularına tapıyorlar ve şeytanlarına itaat ediyorlardı. Bu mabudlar kendilerine tabi olanları saptırdıklarına, onların da kendilerine uyduklarına şahit oldular. Sonra da onların kendilerine tap­malarından uzak olduklarını ilân ettiler.

Bu Cenab-ı Hakk'm şu ayetlerde buyurduğu gibiydi: "Onlar kendileri için izzet ve kuvvet olsunlar diye Allah'tan başka sahte tanrılar edindiler. Hayır, öyle değil. O tanrılar onların tapmalarına küfredecekler, onların aley­hine düşman olacaklar." (Meryem, 19/81-82);

"Allah'ı bırakıp da kendisine kıyamete kadar cevap veremiyecek kişiye tapmakta olan kimseden daha sapık kimdir? Halbuki bunlar onların tap­malarından da habersizdirler." (Ahkaf, 46/5-6);

"O zaman arkalarından uyulup gidilenler kendilerine uyanlardan hızla uzaklaşmıştır. O azabı görmüşlerdir. Aralarındaki ipler de parçalanıp kop­muştur." (Bakara, 2/166).

2- Sahte tanrıların azabı reddetmek için verdikleri cevabın sorgulan­ması:

"Onlara: Koştuğunuz ortaklarınızı çağırın, denir. Onlar da çağırırlar. Fakat çağırdıkları şeyler onlara cevap vermezler. Azabı görürler ve keşke dünyada hidayet üzere olsaydık, derler."

Yani Allah'a şirk koşanlara şöyle denir: Dünya hayatında umduğunuz gibi sizi içinde bulunduğunuz durumdan kurtarmayı vaad eden tanrılarınızı çağırın. Son derece hayret ve dehşetle tanrılarını çağırdılar. Ancak bu sahte tanrılar cevap vermekten âciz kalarak bu nidaya cevap vermediler. Onlar hiç şüphesiz cehenneme atılacaklarını kesin olarak anladılar. Kendilerini kuşatan azabı gördükleri zaman keşke dünyada iken hidayete eren mümin­lerden olsaydık diye arzu ettiler. Buna göre "lev" edatının cevabı mahzuftur. Yani onlar azabı gördükleri zaman keşke dünyada hidayete tabi olsaydık, diye temenni ettiler.

Bu ayetin benzeri şudur: "O gün Allah şöyle der: Bana iddia edip kat­tığınız ortakları çağırın. İşte onları çağırmışlar, fakat bunlar kendilerine cevap vermemişlerdir. Biz onların aralarına bir uçurum koymuşuzdur. Günahkârlar ateşi görmüşler de onun içerisine düşenlerin kendileri olduk­larını anlamışlar, (fakat) ondan savuşacak bir yer bulamamışlardır." (Kehf, 18/52-53).

Bu sorudan maksat kendilerinden beklenen fayda ve menfaati vere­meyecek kimseleri çağırmaları sebebiyle azarlama, tehdit ve insanların huzurunda rezil olmaktır. Onlar bu sahte ilâhları çağırırlarsa onlardan yardım konusunda hiçbir cevap alamayacaklardır. Onlara verilecek azap karar­laştırılmış, sabit bir durumdur. Bu soruda şirk ve dünyadaki hurafelere kar­şı ihtar ve red yapılmaktadır.

3- Tevhid ve peygamberlere icabet etmek hakkında sorulan soru:

"O gün Allah müşriklere nida eder ve gönderilen peygamberlere ne cevap verdiniz? der."

Yani o gün Allah Tealâ müşriklerin kendilerine gönderilen peygamber­lere verdikleri cevabı almak için onlarla olan durumlarının nasul olduğunu ve davet edildikleri tevhide karşı cevaplarının ne olduğunu bilmek için müş­riklere nida eder.

Bu tıpkı kula kabrinde: "Rabbin kim?", "Peygamberin kim?", "Dinin ne?" gibi sorularının sorulması gibidir. Mümine gelince, mümin Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in O'nun kulu ve rasulü olduğuna şehadet eder. Kâfir ise: "Bilmiyorum." der. Kıyamet gününde kâfirin sükûttan başka hiçbir cevabı yoktur. Bu ifadede peygamberliğin ispatı, Allah'ın birliğinin ilânı, put ve benzeri sahte ilâhlardan uzak olduğunun ilânı söz konusu edil­mektedir.

"O gün onların haber kaynaklan körelir. Artık birbirlerine de hiçbir şey soramazlar."

Yani hüccetler onlara gizli kalır, kıyamet günü kendilerini savunma şekillerinden mahrum kalırlar. Sükût etmek mecburiyetinde kaldılar. Ken­dilerini kaplayan dehşet ve şaşkınlık sebebiyle ve bütün insanlar -hatta pey­gamberler- haberlerden mahrum olma ve cevap vermekten aciz kalma hususunda eşit oldukları için zor meselelerde insanlara soru sorulduğu gibi birbirlerine soru soramazlar.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "O gün Allah bütün pey­gamberleri toplayıp da: "Size verilen o cevap nedir?" diyecek. Onlar da: "Bizim hiçbir bilgimiz yok. Şüphesiz gaybleri hakkıyla bilen sensin." diyecek­lerdir." (Maide, 5/109).

Peki bu sapıklara karşı senin kanaatin nedir? Onların hüccetleri "haberler" olarak adlandırılmıştır. Çünkü bunlar onların vereceği haberler niteliğindedir.

Allah Tealâ müşriklerin karanlık durumlarını ve azarlanmalarını beyan ettikten sonra tevbeyi ve küfürden uzak olmayı teşvik etmek üzere tevbe edenlerin durumlarını zikretti:

"Kim şirkten vazgeçip tevbe eder, iman eder ve salih amel işlerse kur­tuluşa erenlerden olması umulur."

Yani müşriklerden tevbe edenler, Allah'ı ve Allah'ın birliğini tasdik edenler ve Allah'a ihlâsla ibadet edenler, peygamberi Hz. Muhammed'e (s.a.) iman edenler ve dünyada farzlar v.b. salih amel işleyenler kıyamet günü cennette Allah'ın rızasını ve nimetini kazanacak ve kurtuluşa erecek kimseler­dir.

"Asâ" kelimesi Allah tarafından kullanıldığında "muhakkak" manasın-dadır. Zira bu hiç şüphesiz ki Allah'ın lütfü ve minnetiyle meydana gelmiştir.

Ancak "asâ" kelimesi kul tarafından kullanıldığında kurtuluş ve talep edilenin elde edilmesi ümid ve beklentisiyle "umulur ki" anlamındadır. [18]



Tercih Hususunda Mutlak Hak Sahibi Olan Şükür Ve İbadete Yegâne Lâyık Olan Kimsedir


68- Rabbin dilediğini yaratır ve seçer. Onların tercih etme hakkı yoktur. Al­lah noksan sıfatlardan münezzehtir, ve onların kendisine ortak koştukları şeylerden çok çok yücedir.

69-  Rabbin onların kalplerinin giz­lediği şeyleri ve kendilerinin açığa vurdukları şeyleri çok iyi bilir.

70-  O kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah'tır. Dünyada da ahirette de hamd O'na mahsustur. Hüküm yalnız O'nundur. Siz ancak O'na döndürüleceksiniz.



Açıklaması


"Rabbin dilediğini yaratır ve seçer. Onların seçme hakkı yoktur. Allah onların koştukları ortaklardan münezzehtir."

Yani Allah Tealâ yaratma ve seçme hususunda kendisinin hiçbir ortak veya eş kabul etmeksizin yegâne hakka sahip olduğunu bildirmektedir. Ayetin manası şudur:

Ey Muhammed! Ey bu ayetleri duyanlar! Senin Rabbin dilediğini yarat­ma ve dilediğini tercih etme hususunda mutlak hak sahibidir. O ne dilerse olur, O neyi dilemezse olmaz. Hayrı ve şerriyle bütün işler O'nun elindedir. Bunların dönüşü sadece Onadır. Risaleti eda etmek için bazı kimseleri O tercih eder. Bu görevi eda etmek için melekler ve insanlardan elçiler seçer. Şefaat hususundaki hakkını dilediğine bağışlar. Yarattığı kimselerden bir kısmına diğerlerinden farklı bazı özellikler verir.

Ne müşriklerin ne de başkalarının herhangi bir şeyi seçme, tercih etme hakkı ya da meselâ: "Bu Kur'an şu iki kasabadan büyük bir adama indiril-seydi ya!" (Zuhruf, 43/31) deme hakları yoktur. Müşrikler bu iki kişinin ya Velid b. Mugire ya da Taif reisi Urve b. Mes'ud es-Sekafî olduğunu söy­lemektedirler.

68. ayetteki "mâ kâne" kelimesindeki "mâ" İbni Abbas ve başka müfes-sirlerden nakledildiği gibi nefy (olumsuzluk) edatıdır. Zira bu makam Allah Tealâ'nın yaratma, takdir ve tercih etme hususunda tek ve yegâne varlık olduğunu ve bu konuda O'nun hiçbir benzeri olmadığını beyan etme makamıdır. Bu sebeple Allah Tealâ kendi zatının hakimiyeti hususunda her­hangi bir kimsenin kendisiyle yarışmasından münezzeh olduğunu zikretti: "Allah onların koştukları ortaklardan münezzehtir." Yani Allah müşriklerin şirk koşmasından çok yücedir. Hiçbir şey yaratamayan ve hiçbir şey tercih edemeyen putlar ve benzeri ortaklardan herhangibirinin tercih etme ve yaratma hususunda Allah'la yarışması imkânsızdır.

Cenab-ı Hak daha sonra yaptığı seçim ve tercihin sabit ve sahih ilme dayandığını beyan etti: "Rabbin onların kalplerinin neyi gizlediğini ve ken­dilerinin neyi açığa vurduğunu çok iyi bilir." Yani ey Allah'ın yarattığı kul! Senin Rabbin Onların gönüllerinin gizlediğini, vicdanlarının Rasulullah'a (s.a.) karşı taşıdığı hile ve desiseleri ve O'na karşı düşünülen düşmanlığı gayet iyi bilir. Gayet tabiî bütün mahlûkatının açıktan yaptıkları şeyleri de gayet iyi bilir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "İçinizden sözünü gizleyen kimse ile bunu açığa vuran kimse, ya da geceleyin gizlenen kimse ile gündüz yoluna devam eden kimse (O'nun ilminde) eşittir, birdir."(Ra'd, 13/10).

Bu, mutlak ve her şeyi kaplayan ilim ve ulûhiyet hususiyetlerine sahip, yegâne ilâh olan Allah tarafından sadır olmaktadır. Allah şöyle buyurmak­tadır: "O kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah'tır." Yani ulûhiyet vasfıyla tavsif olan tek varlık O'dur. O'ndan başka hiçbir mabud yoktur. Dilediğini yaratan ve dilediğini seçen O'ndan başka hiçbir ilah yoktur. O her şeyi bilen ve her şeye kadir olandır.

Bu ayette Allah'ın mümkün olan her şeye kadir olduğuna, bilinecek her şeyi gayet iyi bildiğine, bütün noksanlıklardan ve belâlardan münezzeh ol­duğuna dikkat çekilmektedir. Bunun için O hamd ve şükre lâyık olan tek varlıktır: "Dünyada da ahirette de hamd O'na mahsustur." Yani hamd, şükür ve ibadete lâyık olan sadece Allah Tealâ'dır. O dünya ve ahirette yaptığı her şeyde övgüye lâyık olandır. Çünkü O adaleti ve hikmetiyle nimetleri lütfeder ve mahlûkatına bol hayır bahşeder.

"Hüküm yalnız O'nundur. Siz ancak O'na döndürüleceksiniz." Yani her şeyde etkili ve geçerli olan karar yalnız O'na aittir. O'nun hükmünü kal­dıracak hiçbir kimse yoktur. O kullarının üzerinde ezici bir kuvvet ve kud­rete sahiptir. O çok merhametli ve çok lütuf sahibidir, her şeyden haberdar­dır. Bütün mahlûkat kıyamet günü ancak O'na dönecektir. Her amel eden kimseye hayır ve şer yaptığı ameliyle karşılık verecektir. Yerde ve gökte hiç­bir şey O'na gizli kalmaz.

Bu ayette isyankârlar için son derece tehdit ve korkutma, itaatkârlar için son derece kalbi takviye edici ifade vardır. Dolayısıyla adalet terazisi bozulmayacaktır. Allah iyi amel işleyen kullarını itaatlerine karşılık mükâfatlandıracak, isyankârları isyanlarına karşılık cezalandıracaktır. [19]



İlâhî Azamet Ve Hakimiyet Delilleri Ve Müşriklerin Tekrar İlzam Edilmeleri


71- (Ey Muhammed!) De ki: "Söyleyin bakalım! Eğer Allah geceyi kıyamet gününe kadar sürekli kılsa, Allah'tan başka hangi ilâh size bir ışık getire­bilir? Siz hiç dinlemez misiniz?"

72- De ki: "Söyleyin bakalım! Eğer Al­lah gündüzü kıyamet gününe kadar sürekli kılsa, Allah'tan başka hangi ilâh içerisinde dinlendiğiniz geceyi size getirebilir? Hiç görmez misiniz?"

73- Rahmetinin eseri olarak Allah gece ile gündüzü (birinde) dinlen­meniz ve (diğerinde) O'nun nimetini aramanız için yarattı. Buna karşılık Allah'a şükredersiniz.

74- O gün Allah müşriklere nida ede­cek ve: "Benim ortaklarım olduğunu sandığınız şeyler nerede?" diyecektir.

75- O gün biz her ümmetten bir şahit çıkarırız ve: "Haydi delilinizi getirin" deriz. O zaman hak ve hakikatin Al­lah'a ait olduğunu ve uydurdukları şeylerin kendilerini bırakıp kaybol­duklarını anlarlar.



Açıklaması


Yüce Allah, olmadığı takdirde hayatın devam edemiyeceği gece ile gün­düzü kullarının emrine vermekle kullarına lütufta bulunmakta ve şöyle buyurmaktadır:

"De ki: Söyleyin bakalım! Eğer Allah geceyi kıyamet gününe kadar üzerinizde uzatsa Allah'tan başka hangi ilâh size bir ışık getirebilir? Siz hiç dinlemez misiniz?"

Ey Peygamber! Allah'a şirk koşanlara şöyle söyle: Bana haber verin, Al­lah sizin bütün vaktinizi karanlık kılsa ve geceyi kıyamet gününe kadar sürdürse, meselâ altı ay müddetle gece ve sonra aynı şekilde gündüzün hüküm sürdüğü kutup bölgeleri gibi sizlerde usanç, bıkkınlık ve zarar mey­dana gelse; Allah'tan başka hangi ilâh gündüzün ışığını getirmeye muktedir olabilir? Siz bu nidaya düşünerek, anlayarak ve tefekkür ederek kulak ver­mez misiniz? Böylece Allah'a şirk koşmayı tamamen terk etmez misiniz? Zira Allah'tan başka herkes bundan acizdir.

Cenab-ı Hak sonra bunun aksini zikrederek şöyle buyurdu:

"Yine de ki: Söyleyin bakalım! Eğer Allah gündüzü kıyamet gününe kadar üzerinize uzatsa Allah'tan başka hangi ilâhı içinde dinlendiğiniz geceyi size getirebilir? Siz hiç görmez misiniz?"

Yani: Ey Rasul! onlara şöyle de: "Bana haber verin, Allah sizin zamanınızın tamamını gündüz kılarsa, gündüzü hiç arada gece olmaksızın peşpeşe ve daimî kılarsa ve hareket ve meşguliyet çokluğu sebebiyle beden­ler yorulur ve cisimler bitkin düşerse Allah'tan başka hangi ilâh sizi yorgun­luktan istirahata ve istikrara kavuşturacak bir geceyi getirebilir: Siz tam ilâhî kudrete delâlet eden gerçeği görmüyor musunuz? Ki böylece ibadete ve ilâhlığa lâyık olanın ve bu nimetleri ikram edenin Allah olduğunu bilesiniz."

"Allah'ın dinlenmeniz için geceyi, nimetlerini aramanız için de gündüzü yaratması O'nun rahmetindendir. Bunlar şükretmeniz içindir."

Yani ey mahlûkat, Allah'ın size olan rahmetlerinden biri gece ile gün­düzün birbiri ardınca gelmeleri ve farklı farklı olmalarıdır. O sizi rahat­latmak ve gündüz çalışma yorgunluğundan gönlün sükûnete kavuşması için geceyi karanlık kılmıştır. Menfaatlerinizi görmeniz, geçiminizi temin et­meniz, yolculuklarla bir beldeden diğerine intikal etmeniz için, rızık kaynak­larını araştırmak ve ihtiyaçları gece çalışmasında mümkün olamayan bir ünsiyet ve zevkle görmek üzere hareketler ve meşguliyetlerle dopdolu olarak gündüzü aydınlık kıldı. Böylece kendisine bu konuda hiçbir kimse ortak ol­maksızın bu nimetlerden size verdiği nimete karşı gece ve gündüz çeşitli ibadetlerle Allah'a şükredersiniz.

Bu ifadeler gerçekten gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinin mah-lûkata verilen en büyük nimetlerden, daha doğrusu ilâhî kudretin mükemmelliğine delâlet eden burhanlardan olduğunu göstermektedir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "İyice düşünüp ibret almak ar­zusunda bulunan kimseler yahut şükretmeyi dileyenler için gece ile gündüzü birbiri ardınca getiren O'dur." (Furkan, 25/62). Bu ayetlerin benzeri ayetler çoktur.

Gece ile gündüzün ardarda gelmesi şu üç sebeple olur:

- Birisinde (geceleyin) sükûnete ermeniz için,

- Diğerinde (gündüz) Allah'ın lütfunu aramanız için,

- Bu iki menfaate birlikte şükretmeniz arzu edildiği için.

Dikkat edilirse Cenab-ı Hak "Siz hiç işitmez misiniz?" ifadesini bu ayet­le irtibatı sebebiyle "gece" ile bir arada zikretmektedir. Dolayısıyla gecenin sükûneti ve karanlığında kulağın kullanılmasıyla gözle idrak edilemeyecek fayda ve menfaatler idrak edilir.

Daha sonra: "Siz hiç görmez misiniz?" ifadesiyle sıkı irtibat içinde ol­duğu gündüzü bir arada zikretti. Zira gündüz ışığında gözün kullanılması daha tesirlidir. İnsan gürültü ve hareket esnasında kulağın idrak edemiyeceği menfaat, fayda ve öğütleri gözleri sayesinde gündüz idrak eder. Buna göre her iki ayetin son cümleleri gece ile gündüzün her birine daha lâyık ifadelerle sona erdi.

Her iki cümlenin bu ifadelerle sona ermesinin sebebi insanları duyduk­ları ve gördükleri hususlardan düşünme ve inceleme yoluyla yararlanmaya teşvik etmektir. Onlar kulak ve gözden yararlanmayınca dinlemeyen ve gör­meyen insanların derecesine indirilmiştir.

Allah Tealâ kendisinden başka, sahte bir ilâha, tapınan kimselere bütün mahlûkatın huzurunda azarlama ve tehdit niteliğindeki nidayı tekrar etti:

"O gün Allah müşriklere nida edecek ve benim ortaklarım olduklarını sandığınız şeyler nerede? diyecektir."

Yani ey Peygamber! Müşriklere Rabbinin kendilerine nida edeceği o günü hatırlat. Rabbin onlara şöyle diyecektir: İçinde bulunduğunuz durum­dan sizi kurtarmaları için dünyada benim ortaklarım olduklarını iddia et­tiğiniz ortaklarım nerede?

Bu çağrıyı ikinci defa te'kit etmekten maksat Allah'a şirk koşmaktan daha çok Allah Tealâ'nm gazabını celbedecek bir şey olmadığına dikkat çekmektir. Nitekim Allah'ın birliğini kabul etmekten başka Allah Tealâ'nm rızasına sebep olacak bir şey yoktur.

Kurtubî diyor ki: Buradaki çağrı Allah tarafından değildir. Çünkü "Kıyamet günü Allah onlarla konuşmaz." (Bakara, 2/11 A) ayetine binaen Al­lah Tealâ kâfirlerle konuşmaz. Sadece onları azarlayacak ve ilzam edecek kimselere emreder ve hesap görme makamında aleyhlerindeki hücceti or­taya koyar. "[20]

Bu azarlama nidası kâfirlerin daha fazla kederlenmesine, üzüntü ve acılarının son derece artmasına sebep olacaktır. Bu durum ihmal ve kusurun kendi taraflarından olduğunun bilinmesi için kâfirlerin aleyhinde şahit getirilmesiyle te'kit edilecek, böylece gam ve kederleri artacaktır.

Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "O gün biz her ümmetten bir şahit çıkarırız ve onlara siz de delilinizi getirin, deriz. O zaman kâfirler gerçeğin Allah'a ait olduğunu ve uydurdukları şeylerin kendilerini bırakıp kaybolduk­larını anlarlar."

Yani biz her ümmetten inkarcıların aleyhine bir şahit çıkarırız ve getiri­riz. Bu şahit o ümmetin nebisi ve rasulüdür. Nitekim bir ayette şöyle buyurulmuştur: "Peygamberler ve şahitler getirilir." (Zümer, 39/69). Yine şöy­le buyurulmuştur: "Her ümmetten bir şahit getirdiğimiz, seni de onlara şahit getirdiğimiz zaman durum nasıl olur?" (Nisa, 4/41). Her peygamber üm­metinin dünyada yaptığı amellere şahit olacak, Hz. Muhammed (s.a.) de bütün peygamberlere şahitlik edecektir.

Kâfirlere: "Allah'ın ortağı bulunduğu şeklinde iddia ettiğiniz şeyin doğ­ruluğuna dair burhanınızı getirin." deriz. Onlar bunu getiremez ve cevap veremezler. O zaman yakin bir ilim ile ilâhlık hakkının sadece Allah'a ait ol­duğunu, O'ndan başka hiçbir ilâh, O'ndan başka hiçbir rab olmadığını, mül­künde ve hakimiyetinde hiçbir ortağının olmadığını anlarlar. O zaman batıl ve iftira olan şeyler dağılır, Allah'a ortak nispet etme şeklinde dünyadaki yalan ve sapıtmaları yok olur. Kendilerine hiç faydaları dokunmaz. Sahte ilâhları da tamamen kaybolur, asla kendilerine tapanlara fayda veremezler. [21]



Karun'un Hz. Musa Kavmine Karşı Kibirlenmesi Ve Kendi Malıyla Gururlanması


76- Şüphesiz ki Karun Musa'nın kavmindendi. Fakat onlara karşı kibir­lendi. Biz ona anahtarlarını bile güç­lü kuvvetli bir topluluğun zorlukla taşıyabildiği hazineler vermiştik. Bir zaman kavmi ona şöyle demişti: "Şımarma, çünkü Allah şımaranlan sevmez.

77- Allah'ın sana verdiği (nimetlerle) ahiret yurdunu gözet. Dünyadaki nasibini de unutma. Allah'ın sana yaptığı iyilik gibi sen de başkalarına iyilikte bulun. Yeryüzünde bozgun­culuk isteme. Çünkü Allah bozgun­cuları sevmez."

78- Karun ise: "Bu bana ancak benim bilgim sayesinde verilmiştir." dedi. O, Allah'ın daha önceki nesiller içinde kendinden daha güçlü ve daha zen­gin kimseleri helak ettiğini bilmiyor mu? Suçlulara günahları sorulmaz.



Karun Kıssası


Karun -bilindiği gibi- Hz. Musa'nın dedesi Kahes oğlu Yashur'un oğlu yani Hz. Musa'nın amcasının oğlu idi. İbni Abbas diyor ki: Karun aynı zamanda Hz. Musa'nın teyzesinin oğludur. Güzel şekli, yakışıklılığı sebebiy­le "el-Münevver (Nurlu)" diye adlandırılırdı. Karun İsrailoğullan arasında Tevrat'ı en iyi ezberleyen ve en güzel şekilde okuyan kişi idi. Ancak Samir-i'nin münafıklık yapması gibi Karun da münafıklık yaptı. Karun'u malının çokluğu sebebiyle aşın gitmesi helak etti.

Karun İsrailoğullan'ndan bir kişi olup Allah kendisine çok mal verdi. Hatta onun hazinelerinin anahtarlarını bir gurup insan bile zorlukla taşıyabiliyordu. Kavminden vaad ve irşad ehli kişiler Karun'a şımarıklık, zorbalık ve yeryüzünde fesat çıkarmaktan uzaklaşması, malının bir kısmın­dan dünya ihtiyaçları hususunda yetecek kadar yararlanmakla birlikte kalanını Allah'ın rızası yolunda kullanması, malını Allah Tealâ'nın gazabım celbedecek hususlarda harcamaması, böylece nimetin yok olmasıyla karşı karşıya kalmaması nasihatinde bulundular. Karun nasihat edenlerin nasihatlerine uymayı reddetti.

Karun malı hakkında: "Bu servet bana ancak bende bulunan bir ilim sayesinde verilmiştir." dedi. Anlaşılan husus Karun'un bu serveti sahip ol­duğu zekâsı, ticarî işlerdeki tecrübesi sayesinde toplamış olduğudur. Fakat Karun'dan çok daha güçlü ve çok daha zengin olan geçmiş ümmetlerdeki kendisinin benzeri kibirli, zorba kimselere Allah'ın verdiği cezadan gafil ol­du.

Kibirlilik ve büyüklük taslamak kendisini tamamen kaplamıştı. Karun heybetli, gözalıcı, muazzam ziynet içerisinde insanların huzuruna çıkıyordu. İnsanlar onun bu görünüşüne aldanmışlar, kendilerine de onun gibi mal verilmesini temenni etmişlerdi. İlim, basiret ve hikmet ehli kişiler: "Buna al­danmayın ve tamahkârlık etmeyin. Salih amel işleyen mümin için Allah'ın sevabı daha hayırlıdır." dediler. Tuğyanının, zulmünün, Allah'ın nimetini in­kâr etmesinin akıbeti olarak hiçbir yardımcı ve destekçi bulamayan Karun'u Allah sarayı ile birlikte yerin dibine geçirdi. [22]



Açıklaması


"Şüphesiz ki Karun Musa'nın kavmindendi. Fakat onlara karşı kibir­lenip azdı." Yani zenginlik, servet, zulüm ve azgınlık hususunda misal olarak anlatılan Karun İsrailoğullarındandı. Zorbalık yaptı, malının çokluğu ile kibirlendi ve İsrailoğullarına karşı yaptığı zulümde haddi aştı, onlardan kendisinin emri altına girmelerini talep etti. Halbuki Karun İsrailoğul-lannın yakın akrabası idi.

"Biz ona anahtarlarını güçlü kuvvetli bir topluluğun zorlukla taşıyabil­diği hazineler vermiştik." Biz ona hazinelerinin anahtarlarım güçlü kala­balık bir gurubun zorlukla taşıdığı birikmiş nakdî ve aynî mallardan verdik. İbni Abbas diyor ki: Karun'un hazinelerinin anahtarlarını 40 güçlü kişi an­cak taşıyabiliyordu.

Nasihat edenler ona şu beş nasihati yaptılar: "Bir zaman kavmi şöyle demişti:

1- Şımarma! Şüphesiz ki Allah şımaranları sevmez." İsrailoğullarından bir gurup nasihatçi Karun'un böbürlendiğini ve büyüklük tasladığını gör­düklerinde: "Şımarma! Elde ettiğin malla şımarma. Zira Allah verdiği nimete karşı şükretmeyen, ahirete hazırlanmayan şımarık ve şerli kimseleri sevmez." Yani onlara buğzeder ve onları cezalandırır.

Bu ayet aynen şu ayete benzemektedir: "Bu, elinizden çıkana üzül-memeniz, Allah'ın size verdikleriyle şımarmamanız içindir. Allah böbürlenen kibirli hiçbir kimseyi sevmez." (Hadid, 57/23).

2- "Allah'ın sana verdiği nimetlerle ahiret yurdunu gözet." Yani Allah'ın sana bağışladığı bu bol mal ve geniş nimeti Rabbine itaat etme, dünya ve ahirette sevap elde etmeyi temin edecek çeşitli ibadetlerle Allah'a yaklaşma yolunda kullan. Zira dünya ahiretin tarlasıdır.

3- "Dünyadaki nasibini de unutma." Yani Allah'ın yiyecek, içecek, giyin­me, barınma ve evlenme gibi mubah kıldığı dünya lezzetlerinden olan nasi­bini terk etme. Zira Rabbinin senin üzerinde hakkı vardır. Nefsinin senin üzerinde hakkı vardır. Aile halkının senin üzerinde hakkı vardır. Ziyaret­çilerinin senin üzerinde hakkı vardır. Her hak sahibine hakkını ver. İşte bu İslâm'ın bu hayattaki orta yolu izlemesinin delilidir.

Abdullah b. Ömer (r.a.) diyor ki: "Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için çalış. Yarın ölecekmiş gibi ahiret için çalış."

4- "Allah'ın sana iyilik yaptığı gibi sen de başkalarına iyilikte bulun." Yani Rabbül-âleminin sana iyilik ettiği gibi sen de O'nun yarattığı insanlara iyilikte bulun. Bu, mal ile iyilik yapılması emrinden sonra mutlak olarak iyilikte bulunma emridir. Buna mal ve mevki ihsan etmek suretiyle yardım etme, yüzünün tebessümü, güzel karşılama ve güzel itibar etme dahil olmak­tadır. Yani burada maddî ihsan ile edebî ve ahlâkî ihsan birleştirilmiştir.

5- "Yeryüzünde bozgunculuk isteme. Çünkü Allah bozguncuları sevmez." Yani zülüm yaparak, haddi aşarak, insanlara kötülük ederek yeryüzünde fesat çıkarma maksadını gütme. Çünkü Allah bozgunculuk yapanları cezalandırır, onları rahmetinden, yardımından ve sevgisinden mahrum kılar.

Fakat Karun bu nasihati reddetti ve şöyle dedi: "Bu servet bana ancak bende bulunan bir ilim sayesinde verilmiştir." Yani kavmi Karun'a nasihatte bulunup onu hayra irşad ettiklerinde Karun onlara şöyle dedi: Ben sizin söy­lediklerinize muhtaç değilim. Zira Allah Tealâ benim bu mala lâyık ol­duğumu bildiği için, benim bilgim sayesinde ve bu malı toplama şeklindeki tecrübem sayesinde, dolayısıyla ben bu mala ehil olduğum için Allah Tealâ bana bu malı verdi.

Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle buyurmaktadır: "İnsan ken­disine bir zarar dokunduğu zaman bize yalvarır. Sonra kendisine bizden bir nimet verdiğimiz zaman: Bu, bana ancak ilim sayesinde verilmiştir, dedi." ı Zümer, 39/49).

"Andolsun ki eğer ona dokunan bir sıkıntıdan sonra kendisine bizden bir rahmet tattırırsak mutlaka "Bu benim hakkımdır" der." (Fussılet, 41/50). Yani ben buna lâyıkım, der.

Allah da ona şu kelâmıyla cevap verdi: "O şımarık, Allah'ın fiaha önce gelmiş-geçmiş nesiller içinde kendinden daha güçlü ve daha zengin kimseleri helak ettiğini bilmez mi? Suçlulara günahları sorulmaz." Yani o kimse sahip olduğu ilim ve dirayet sebebiyle, malının çokluğu ve kuvvetiyle aldan-maması için bilmiyor mu ki, ondan daha çok malı olan kimseler vardı. Bu durum ona olan sevgiden dolayı yahut onun buna ehil olması sebebiyle değil­di. Zira buna rağmen Allah onların inkarcılıkları ve şükürsüzlükleri sebebiy­le onları helak etti. Suçlulara günahları sorulmaz. Yani Allah Tealâ suçluları cezalandırdığı zaman onlara günahların çeşitleri ve miktarı hakkında soru sormaya ihtiyaç yoktur. Zira Allah Tealâ bütün malûmatı bilir. Onun soru sormaya ihtiyacı yoktur. Bundan maksat açıklama ve bilgi isteme sorusudur.

Bu ayet aynen şu ayetler gibidir: "Allah yaptıklarınızdan haberdardır."; "Allah yaptıklarınızı gayet iyi bilir."

Yine Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Sonra inkâr eden kimselere izin verilmeyecek, onlardan özür dilemeleri de talep edilmeyecek" (Nahl, 16/84); "Bu onların konuşmayacakları, özür dilemeleri için kendilerine izin verilmeyecek gündür." (Mürselât, 77/25-26).

Bu ayetin benzeri şu ayet de vardır: "İşte o gün ne insana ne cinne günahı sorulmayacaktır." (Rahman, 55/39).

Bu durum bir başka zaman onları azarlama ve horlama şeklinde soru sorulmasıyla çelişki teşkil etmemektedir. Nitekim bir ayette şöyle buyurul-maktadır: "Rabbine yemin olsun ki biz onları yaptıklarından mutlaka sor­guya çekeceğiz." (Hicr, 15/92-93). [23]



Karun'un Bazı Kibir Ve Gurur Tezahürleri


79-  Karun büyük bir ihtişam içinde kavminin karşısına çıktı. Dünya hayatını arzulayanlar: "Ne olurdu Karun'a verilen (zenginlik) gibi bizim de olsaydı, gerçekten o büyük şans sahibidir." dediler.

80-  Kendilerine ilim verilenler ise: "Yazıklar olsun sizlere! İman edip salih amel işleyen için Allah'ın sevabı daha hayırlıdır. Ona da ancak sab­redenler kavuşabilir." dediler.

81- Sonunda onu da köşkünü de yerin dibine geçirdik. Allah'a karşı ken­disine yardım edecek hiçbir topluluk da olmadı. O kendisini de savuna­madı.

82-  Daha dün onun yerinde olmayı temenni edenler: "Vay! Demek ki, Al­lah kullarından dilediğinin rızkını genişletiyor ve daraltıyor. Eğer Allah bize lütufta bulunmasaydı bizi de yerin dibine geçirirdi. Vay! Demek ki kâfirler, asla kurtuluşa eremiyorlar." demeye başladılar.



Açıklaması


"Karun büyük bir ihtişam içinde kavminin karşısına çıktı." Yani Karun bir gün süslü bineklerle, kendisi ve adamlarının üzerindeki süslü elbiseleler-le, muazzam bir ihtişam ve görkemle, göz kamaştırıcı bir güzellik içerisinde, halka karşı büyüklük taslayarak, azamet ve ihtişam sergileyerek kavminin karşısına çıktı.

Razî diyor ki: Kur'an'da sadece bu kadarı zikredilmiştir. Yani bazı müfessirlerin zikrettiği şekilde bir ziynet ve ihtişam tavsifinin delili yoktur.

"Dünya hayatını arzulayanlar: Ne olurdu Karun'a verilenler gibi bizim de olaydı! Gerçekten o büyük şans sahibi bir insandır? dediler." Yani Karun ihtişam görüntüsü içerisinde halkın içerisine çıktığı zaman insanların kısmı Karun'a verilen mal-mülk gibi kendilerinin de olmasını temenni ettiler ve şöyle dediler: Keşke Karun'a verilen mal, servet ve ihtişam gibi bizim de olsaydı, biz de bunun benzerlerinden istifade etseydik. Zira O dünyada bol şans sahibi bir insandı. Bu insanın tabii bir eğilimi idi. İnsan daima imkan ve zenginliği arzu etmektedir: "Gerçekten insan mal sevgisi şiddetli bir varlıktır." (Adiyat, 100/8).

Bu gurubun karşısında bir başka gurup vardır. Bu gurup hikmet ve ilim ehli, ileri görüşlü kimselerdi: "Kendilerine ilim verilenler ise: Yazıklar olsun sizlere! İman edip salih amel işleyen için Allah'ın sevabı daha hayırlıdır. Ona da ancak sabredenler kavuşabilir, dediler."

Yani din alimleri ve faydalı ilim sahipleri şöyle dediler: Yazıklar olsun size! Yani bu temennileri ve sözleri bırakın, bunlardan vazgeçin. Çünkü Allah'ın ahiret yurdunda salih mümin kullarına verdiği sevap ve mükafatı sizin gördüğünüz ve temenni ettiğiniz şeylerden daha hayırlıdır. Fakat cen­nete ve sevaba ancak ibadet ve taatte sebat eden ve masıyetlere karşı dur­makta sabreden kimseler, ahiret yurdunu arzu eden, takdir ettiği faydalı ve zararlı hususlarda Allah'ın kazasına razı olan ve dünya sevgisinden uzak olan kimseler kavuşabilir. Nitekim bu durum sahih bir hadiste şu şekilde zikredilmektedir: "Allah Tealâ buyuruyor ki: Ben salih kullarım için hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir insan kalbine doğmayan nimetler hazırladım. Dilerseniz şu ayeti okuyun: "Artık onlar için yapmakta olduklarına bir mükafat olarak, gözlerin aydın olacağı (nimetlerden) kendi­lerine neler gizlenmiş bulunduğunu hiçbir kimse bilmez."(Secde, 32/17).

Daha sonra Cenab-ı Hak Karun'un cezasını zikrederek şöyle buyurdu: "Sonunda Karun'u da köşkünü de yere geçirdik." Yani Karun ihtişam içinde kavmine karşı büyüklük taslayarak ve gururlanarak çıktıktan sonra onu ve köşkünü depremle sarstık. Şımarıklığının ve azgınlığının cezası olarak yer onu yuttu.

Nitekim Sahih-i Buharide Salim'den babası Abdullah b. Ömer (r.a.) tarikiyle Peygamberimiz (s.a.)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Bir adam elbisesi yeri süpürürken Allah onu yerin dibine geçirdi. O kıyamet gününe kadar yere batmaya devam edecektir."

"Allah'a karşı kendisine yardım edecek hiçbir topluluk olmadı. O ken­disini de savunamadı." Yani O'na malının da adamlarının da hiç faydası dokunmadı. Ne de kendisi ve ne de başkası onu koruyamadı.

Tefsirlerde rivayet edilen Karun'un yerin dibine geçirilmesi sebeplerini beyan etmeye gerek yoktur. Çünkü bu rivayetler -Razî'nin zikrettiği[24] çoğunlukla birbiriyle çelişkili ve uyumsuzdur. Evla olan bunların atılması ve Kur'an'ın nassının işaret ettiği malûmat ile yetinilmesi ve diğer tafsilatın gaybı bilen Allah'a havale edilmesidir.

İşte o zaman insanların alacakları ibret ortaya çıkmış, Karun'un malına bakıp aldananlar işin gerçek yönünü anlamışlardı:

"Daha dün onun yerinde olmayı arzulayanlar: Vay! Demek ki Allah kullarından dilediğinin rızkını genişletiyor ve daraltıyor." dediler. Yani onu ihtişam içinde görüp yakın zamanda onun gibi olmayı temenni edenler şöyle dediler: Görmüyor musun ki Allah mahlukatından dilediği kimsenin rızkını genişletir, dilediğinin rızkını daraltır. Mal sahibi olmak Allah'ın amel sahibinden razı olduğuna delil değildir. Zira Allah hem verir, hem vermez. Hem daraltır, hem de genişletir. Hem alçaltır hem de yükseltir. Tam hikmet ve sonsuz hüccet ona aittir.

Nitekim Abdullah b. Mes'ud (r.a.)'m rivayet ettiği merfu hadiste şöyle buyurulmaktadır: "Şüphesiz ki Allah rızıklarımzı taksim ettiği gibi ahlakınızı da aranızda taksim etmiştir. Şüphesiz ki Allah malı sevdiğine de sevmediğine de verir. İmanı ise sadece sevdiği kimseye verir."

"Eğer Allah bize lütufta bulunmasaydı bizi de yerin dibine geçirirdi. Vay demek ki kafirler asla kurtuluşa eremiyorlar!" demeye başladılar." Allah'ın bize lütfü ve ihsanı olmasaydı Karun'u yerin dibine geçirdiği gibi bizi de yerin dibine geçirirdi. Çünkü biz de onun gibi olmayı arzu etmiştik. Görmüy­or musun ki Allah kendisini inkar eden, peygamberlerini yalanlayan, Allah'ın ahiretteki sevabını ve cezasını inkar eden Karun gibi kafirlere başarı ve kurtuluş nasip etmez. [25]



Amellere Karşılık Verildiği Yer


83- İşte ahiret yurdu!.. Biz onu yeryü­zünde böbürlenmek ve bozgunculuk çıkarmak istemeyenlere veririz. Ha­yırlı akıbet takva sahiplerinindir.

84- Kim iyi bir amel getirirse, ona on­dan daha hayırlısı vardır. Kim de kö­tü bir amel getirirse kötülük yapan­lar ancak işledikleriyle cezalandırı­lırlar.



Açıklaması


"İşte ahiret yurdu! Biz onu yeryüzünde böbürlenmek ve bozgunculuk çı­karmak istemeyenlere veririz."

İşte ahiret yurdu ve onun değişmeyen, yok olmayan, hiçbir yorgunluk ve sıkıntı vermeyen nimetleri! Rabbin bu nimetleri Allah'ın yarattığı kurallara karşı büyüklük, üstünlük, böbürlenme ve haksız yere baskı uygulama ya da haksız yere mallarına el koymak suretiyle bozgunculuk çıkarmak istemeyen kimselere verecektir. Nimet vaadini büyüklük ve bozgunculuğu terk etmeye değil büyüklük ve bozgunculuğu istemeyi ve kalbin bunlara meyletmesini terk etmeye bağladı. Ayrıca cennetin muazzam olduğunu ve şanının yüceliği­ni ifade için "tilke (işte)" ifadesini kullandı. Yani zikrini işittiğin ve vasıfları­nı duyduğun şu cennet demektir.

Hz. Ali (r.a.), İbni Cerir'in rivayetinde diyor ki: Kişi ayakkabı bağının arkadaşının ayakkabı bağından daha güzel olmasıyla kendisini beğenebilir. Böylece "İşte ahiret yurdu" ayetinin muhtevasına girer.

İbni Kesir diyor ki: Bu sadece bununla övünme ve başkalarına tepeden bakma maksadı güttüğü zaman böyledir. Çünkü bu kötülenmiştir. Nitekim sahih hadiste Peygamberimiz'in (s.a.) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Bana mütevazi olun diye vahyolundu. Hiçbir kimse hiçbir kimseye karşı bö­bürlenmesin. Hiçbir kimse hiçbir kimseye karşı zulmetmesin."

Bunu sadece güzel giyinmek için arzu ederse bunda hiçbir mahzur yok­tur. Müslim ve Ebu Davud'un rivayetlerine göre Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Kalbinde zerre kadar kibir bulunan Cennete giremez." Bir adam: "Kişi elbisesinin güzel olmasını, ayakkabısının güzel olmasını arzu ederse?" diye sordu. Efendimiz (s.a.): "Allah güzeldir, güzelliği sever. Kibir hakka karşı şımarmak ve insanlara hor bakmaktır." buyurdu.

"Hayırlı akıbet takva sahiplerinindir." Yani güzel sonuç (cennet) ibadet ve taatleri işlemek, mahzurlu ve haram olan şeyleri terk etmek suretiyle Al­lah'ın azabından sakınan ve cezasından korkanlara hastır. Cennet diktatör, zalim ve kâfir Firavun gibi ya da Allah'ın peygamberlerini yalanlayan şıma­rık facir zengin Karun gibi yeryüzünde fesat çıkarmak ve böbürlenmek arzu­su gütmeyenlere hastır.

Cenab-ı Hak daha sonra amellere verilen karşılığı beyan etti: "Kim iyi bir amel getirirse ona ondan daha hayırlısı vardır." Yani kim kıyamet günü güzel bir haslet getirirse ona miktar ve vasıf bakımından bu amelden daha güzel bir karşılık verilir. Allah'ın sevabı kulun güzel amelinden daha hayırlıdır. Allah kendisinden bir lütuf, rahmet ve ihsan olarak bu sevabı kat kat verir.

"Kim de kötü bir amel getirirse, kötülük işleyenler ancak işledikleriyle ce­zalandırılırlar. "

Yani kim makbul olan sahih örfe ve akla göre çirkin, şer'an da münker olan bir fiil ortaya koyarsa rahmet ve adaletin gereği olarak ona ancak mis­liyle ceza verilir. Nitekim Cenab-ı Hak bir ayette şöyle buyurmaktadır: "Kim de kötü bir amel getirirse yüzleri ateşle sürtülür. Ya siz işlediklerinizden baş­ka bir şeyle mi karşılık göreceksiniz?" (Nemi, 27/90) [26]



Peygamberimiz Ve Ashabının Kendi Kavimleriyle Yaptıkları Mücadele


85-  (Ey Muhammedi) Sana Kur'an'ı farz kılan Allah seni dönülecek yere döndürecektir. De ki: "Rabbim kimin hidayete geldiğini, kimin de apaçık bir sapıklık içinde bulunduğunu çok iyi bilir."

86-  Sen, bu kitabın sana indirileceği­ni hiç ummuyordun. Fakat Rabbin-den bir rahmettir. O halde sakın kâ­firlere destek olma.

87- Allah'ın ayetleri sana indirildik­ten sonra sakın kâfirler seni onlar­dan alıkoymasınlar. Sen Rabbine da­vet et. Sakın müşriklerden olma.

88- Allah ile beraber başka birini ilâh edinme. O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O'ndan başka her şey yok ola­caktır. Hüküm vermek sadece O'na aittir. Ve siz yalnız O'na döndürüle­ceksiniz.



Açıklaması


Allah Tealâ Rasulüne ilâhî mesajı tebliğ etmesini ve insanlara Kur'an okumasını emretmekte ve onu tekrar dönülecek yere döndüreceğini haber vermektedir:

"Sana Kur'an in tebliğini farz kılan Allah seni dönülecek yere döndüre­cektir. "

Yani sana Kur'anla amel etmeyi vacip kılan ve Kur'an'ı insanlara eda etmeyi senin üzerine farz kılan Allah seni sevgili beldene yani Mekke'ye fa­tih, muzaffer ve galip olarak tekrar döndürecektir. Bu küfrün ve putperestli­ğin merkezini kuşatıp almanın, Kâbe-i Muazzamanm etrafında dikilen put­ların kırılmasının gerçekleştirildiği büyük fetih idi.

Bu Allah tarafından Rasulü Mekke'de olup Medine'ye giderken yapılan sâdık ve mutlaka gerçekleşecek bir vaaddir. Bu sebeple Rasulullah (s.a.) mutmain olup sükûnete erdi. Muhakkak alimler diyorlar ki: Bu, peygamber­liğe delâlet eden alâmetlerden biridir. Çünkü bu ayet gaybı haber vermiş ve aynen haber verdiği gibi gerçekleşmiştir. Dolayısıyla bu mucize olmaktadır.

Allah Tealâ Rasulüne, dönülecek yere tekrar döndüreceğini vaad edince kendisini sapık söz söylemekle itham eden müşrikleri (Mekke kâfirlerini) azarlamak üzere onlara şöyle söylemesini emretti:

"De ki: Rabbim kimin hidayete geldiğini, kimin de apaçık bir sapıklık içinde bulunduğunu çok iyi bilir."

Yani Ey Rasulüm, sana muhalefet eden kavminden seni yalanlayan müşriklere ve küfürlerinde onlara tabi olan kimselere şöyle söyle: "Görünen ve görünmeyeni gayet iyi bilen, her şeyi gayet iyi gören sonsuz ilim sahibi olan Allah Tealâ benden de sizden de kimin hidayete -yani Kur'anla- geldiği­ni gayet iyi bilir." Bu bizzat Peygamberimiz (s.a.) dir. Yine Cenab-ı Hak ahi-rette kimin sevaba lâyık olduğunu ve Mekke'ye tekrar geri döndürülmekle izzet ve şerefe nail kılınacağını, dünya ve ahirette hayırlı sonuç ve zafere ki­min ereceğini, müminin zafere ereceğini, kâfirin zelil olacağını gayet iyi bile­ceksiniz.

Daha sonra Cenab-ı Hak peygamberini insanlara göndermekle onlara ihsan ettiği bu nimetini hatırlatarak şöyle buyurdu:

"Sen bu kitabın sana indirileceğini hiç ummuyordun. Fakat (bu kitap) Rabbinden rahmet olarak indi." Yani ey Peygamber bu vahiy sana indirilme­den önce vahyin sana nazil olacağını, Kur'anm senin kalbine ineceğini, Kur'anla geçmişlerin haberlerini öğreneceğini, hayat düstûrunu, toplumun saadetine ve kurtuluşuna vesile olacak hükümleri Kur'an ışığında öğrenece­ğini beklemiyordun. Fakat Rabbin sana vahyi indirdi, sana kitabı kendi nez-dinden, sana ve senin sebebinle kullarına bir rahmet kaynağı olarak indirdi.

Bundan dolayı Rabbi onu şu beş görevle görevlendirdi:

1- "O halde sakın kâfirlere destek olma." Sakın kâfirlere herhangi bir şe­kilde yardımcı olma. Onlardan ayrıl ve onlara muhalefet et. Sadece müslü-manlara destek ver. Allah seni te'yit edecek ve seni koruyacaktır.

2- "Allah'ın ayetleri sana indirildikten sonra sakın kâfirler seni onlar­dan alıkoymasınlar."

Yani o müşriklere yönelme, onlarla ve onların sana muhalefet etmele­rinden etkilenme. Onların sözlerine eğilme ki sana indirilen Allah'ın ayetle­rine tabi olmana ve bu ayetleri insanlara tebliğ etmene engel olmasınlar. Zi­ra Allah seninle beraberdir, senin dinini te'yit edecek ve seninle gönderdiği dini diğer dinlere üstün kılacaktır.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Ey Rasul! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer yapmazsan O'nun risaletini tebliğ etmiş olmazsın. Allah seni insanlardan koruyacaktır." (Maide, 5/67).

3- "Sera Rabbine davet et." Yani sen tek olan ve hiçbir ortağı bulunma­yan Rabbine ibadet etmeye davet et. O'nun dinini tebliğ et. Hiçbir tereddüt, korku ve bekleme olmaksızın O'nun risaletini ilân et.

Bu kesin ve açıktan davet etme emridir. Burada kâfirleri ve müşrikleri davet etmekte şiddetle ısrar vardır. Fakat bu, emniyet, barış, antlaşma ve uzlaşma gölgesinde olacaktır.

4- "Sakın müşriklerden olma." Yani Rabbine şirk koşan, Allah'a eş ve or­tak koşan kimselerle beraber olmaktan ve helak edenlerden olmaktan sakın. Çünkü müşriklerin metoduna, yoluna razı olan kimseler onlardan sayılır.

Müşrikleri desteklemekten nehyeden bu ayet heyecanı alevlendirmek, hissiyatı galeyana getirmek ve tevhid dininin istiklali ve sadece Allah'a kul­luk için gayreti kamçılamak kabilindendir.

Sonra da bu nehiy şöyle açıklandı:

5- "Allah ile beraber başka birini ilâh edinme. O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur." Yani Allah'la birlikte hiçbir ilâha ibadet etme. Amellerden herhangi bir amelde Allah'tan başka hiçbir ilâha dua etme. Çünkü ibadet sadece O'na lâyıktır. Başkasına yalvarmanın hiçbir faydası yoktur. Ulûhiyet sadece Onun azametine yakışır. O'ndan başka ibadete lâyık hiçbir mabud yoktur. Nitekim bir başka ayette şöyle buyurulmaktadır: "O hem doğunun hem de batının rabbidir. Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur. O halde O'nu vekil ola­rak edin." (Müzzemmil, 73/9). Yani işlerinde O'nu vekil kıl. O ne güzel vekil­dir.

Bu herkese vacip olmakla birlikte Allah Tealâ ta'zim maksadıyla Rasu-lullah'a (s.a.) özellikle hitap etti.

Allah Tealâ kendisine has "ulûhiyet" sıfatlarını beyan ederek şöyle bu­yurdu:

Birincisi: "O'nun zatından başka her şey yok olacaktır." Yani varlık âle­minde bulunan herkes fanidir. Ancak Allah'ın mukaddes zatı müstesnadır. Daimî ve baki olan, diri olan, kendi zatıyla kaim olan, bütün mahlûkatı öldü­ren ama ölümlü olmayan O'dur.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Yeryüzünde bulunan her canlı fanidir. Ancak azamet ve ikram sahibi olan Rabbinin zatı baki kalacak­tır." (Rahman, 55/26-27).

Sahih bir hadiste Ebu Hureyre'den (r.a.) Peygamberimiz'in (s.a.) şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Şair Lebîd'in söylediği en doğru söz 'İyi bi­lin ki Allah'tan başka her şey batıldır', sözüdür."

Bunun gereği olarak Allah Tealâ'nın mukaddes zatından başka her şey fanidir ve yok olmaya mahkûmdur. Çünkü ilk olan ve son olan O'dur. Her şeyden önce ve her şeyden sonra olan O'dur.

İkincisi: "Hüküm sadece O'nundur." Yani mahlûkatı hakkında geçerli hüküm verme, tasarrufta bulunma ve mülk yalnız O'nundur. O'nun hükmü­nü değiştirecek hiçbir varlık yoktur.

Üçüncüsü: "Yalnız Ona döndürüleceksiniz." Yani bütün mahlûkatm va­racağı nokta O'dur. Tekrar diriltildiğiniz günde sadece O'na döndürüleceksi­niz. O amellerinizin karşılığını verecektir. Hayırsa hayır, serse şer... [27]







--------------------------------------------------------------------------------

[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/347-349.

[2] İbni Kesir, III/382.

[3] Razî, XXIV/232.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/353-358.

[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/363-366.

[5] el-Bahru'l-Muhît, VII/114; İbni Kesir, III/384.

[6] İbni Kesir, III/386.

[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/372-376.

[8] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/383-385.

[9] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/389-392.

[10] Razî, XXIV/253.

[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/396-398.

[12] Kuvvetli olan görüşe göre Allah Tealâ Hz. Musa (a.s.) ile iki defa konuştu. Biri, pey­gamber olarak gönderildiği zaman, diğeri Hz. Musa (a.s.) buzağıya tapmalarından dolayı Cenab-ı Hakka tevbelerini arz etmek için İsrailoğulları'nın yaşlılarından 70 kişiyi seçip ilâhî huzura (mîkat yerine) vardıkları zaman. Cenab-ı Hak Hz. Musa'ya hitap edip onlar da Allah kelâmını işittikleri halde inat edip isyan etmişler ve "Biz Al­lah'ı apaçık görmedikçe asla sana iman etmeyiz." demişlerdi.

[13] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/403-405.

[14] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/409-410.

[15] İbni Kesir, III/394. Bu Urve b. Zübeyr'den rivayet edilmiştir.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/414-417.

[16] Razî, XXV/3.

[17] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/422-427.

[18] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/432-435.

[19] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/438-439.

[20] Kurtubî, XIII/309.

[21] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/444-446.

[22] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/449-450.

[23] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/450-452.

[24] Razî, XXV/17.

[25] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/455-457.

[26] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/460-461.

[27] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/464-466.

26-Kasas Suresi Meali Tefsiri Oku: Hz. Musa (A.S.) Kıssası -1-Güçsüz Kimselere Yardım Edilmesi-Hz. Musa'nın Dünyaya Geldikten Sonra Sahile Atılması, Emzirilmesi Ve Peygamberlikle Müjdelenmesi-Hz. Musa'nın Hatayla Mısırlıyı Öldürmesi Ve Mısır'dan Çıkması Rating: 4.5 Diposkan Oleh: Blogger

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder