Güncel Duyuru: Öğrencilerimizin dikkatine ! Ücretsiz TEMEL ARAPÇA SARF&NAHİV derslerimizi Eklemeye başladık 1-13.Derse kadar Tamam(Elhamdü lillah) Tıkla Ders Sayfasına Git Tags:Online Arapça Dersleri Video,İslami ilimler Video Dersleri,İlahiyat Önlisans Arapça Video Dersleri,İlahiyat Arapça Video Dersleri,İmam Hatip Arapça Dersleri Video,İlitam Arapça Video Dersleri,Tefsir Dersleri Video,Hadis Dersleri Video,Fıkıh Dersleri Video,Arapça Dershaneniz,Kur'an,Sünnet,Arapça dersleri,tefsir oku,hadis,oku,Kuran meali oku,arapça öğreniyorum,arapça dilbilgisi video,arapça nahiv video,arapça sarf dersleri video,islami sohbetler

24-Nur Suresi Meali Tefsiri Oku: Zina Haddi Ve Zina Edenlerin Hükmü-Lianın Ve Kocanın Hanımına Zina Ettiği Şeklinde İthamda Bulunmasının Hükmü

NUR SURESİ


Nur Suresinin Meziyeti


1- (Bu) bizim indirdiğimiz ve (uygulan­masını) farz kıldığımız bir suredir. Biz bu surede ibret alasınız diye açık açık ayetler indirdik.

Açıklaması


Bu sureyi Rasulullah'a (s.a.) biz verdik, biz vahyettik. Zina, kazif, Han, hayrı terk etme üzerine yemin, izin isteme, gözü harama karşı yummak ziynetlerin mahrem olan ve olmayanlara gösterilmesi, bekârları evlendirme, nikâh imkânı bulamayanların iffetli olmaları, kölelerle yapılan mükâtebe sözleşmesi, genç kızların zinaya zorlanması, Rasulullah'a (s.a.) itaat etme ve müminlere selâm verme hükümleri gibi bu surenin içinde bulunan hükümleri farz kıldık.
Biz bu surede düşünmeniz ve dolayısıyla Allah'ın birliğine ve kudretine anmanız için Allah'ın birliğine ve mükemmel kudretine delâlet eden gayet açık alâmetler ve gayet anlaşılır deliller indirdik. "Ve enzelnâ fihâ âyâtin beyyinâtin..." cümlesinin tekrarı bu surenin şanına son derece itina gösterilmesi içindir. Umumi ifade taşıyan kelimeden sonra özel ifadeli kelimenin gelişinin sebebi daima buna itina gösterilmesi içindir. [1]

Zina Haddi Ve Zina Edenlerin Hükmü


2- Zina eden kadınla zina eden erkekten her birine yüzer değnek vurun. Eğer Al­lah'a ve ahiret gününe iman ediyorsanız bunlara Allah'ın dininde acıma hissi sizi tutmasın. Müminlerden bir gurup da bunların azabına (cezasına) şahit olsun­lar.
3- Zina eden erkek zina eden veya müş­rik olan kadından başkasını nikahla­maz. Zina eden kadını da zina eden ve­ya müşrik olan erkekten başkası nikah­lamaz. Bu, müminler üzerine haram kı­lınmıştır.

Açıklama


"Zina eden kadınla zina eden erkeğin her birine yüzer değnek vurun." Bu ayet birinci ayette: "Bu, bizim indirdiğimiz ve uygulanmasını farz kıldığımız bir suredir." ayetinde işaret edilen hükümleri beyan etmeye başlamaktadır. Bu ayet, zina edenlere verilecek had cezasını beyan etmektedir.
Ayetin manası, zina eden kadınla zina edenlerden hür, âkil, baliğ ve bekâr olanlardan her birine yüz değnek vurmaktır. Zina haddi hakkındaki ayetin zi­na eden kadınla, hırsızlık haddi hakkındaki ayetin hırsızlık eden erkekle baş­lamasının hikmeti şudur:
Çünkü zinaya sebebiyet ve teşvik genellikle kadından gelir. Kadın üzerin­de zinanın ayıbı daha şiddetli ve ondaki tesiri daha devamlıdır. Hırsızlık ise ge­nellikle erkekler tarafından yapılır. Erkekler hırsızlığa kadınlardan daha cür'etli ve daha atılgandırlar. Bu sebeple erkekler kadınlardan önce zikredil­mişlerdir.
Ayetin zahiri zina edenlerin had cezasının mutlak olarak yüz değnek vu­rulması şeklindedir. Fakat kesin mütevatir sünnette evli olanla olmayan ara­sında farklılık rivayet edilmiştir.
Evli olup zina edenin cezası öldürülünceye kadar taşla taşlanmaktır. Bu-harî ve Müslim Abdullah b. Mes'ud'dan (r.a.) Efendimiz'in (s.a.) şu hadisini ri­vayet etmektedirler: "Müslümanın kanı ancak şu sebepten biriyle helâl olur:
a) Zina eden evli kadın,
b) Cana can,
c) Dinini terk eden, İslâm cemaatinden ayrılan kimse."
İbni Mace dışında Kütüb-i Süte sahipleri, İmam Malik Muvatta'da ve Ah-med Müsned'inde Ebu Hureyre (r.a.) ve Zeyd b. Halid el-Cühenî'den (r.a.) riva­yet ediyorlar ki: İki bedevi Arabî Peygamberimiz'e (s.a.) geldiler. Biri dedi ki:
Ya Rasulallah! Benim oğlum bunun yanında ücretli işçi idi. Onun hanımıyla zina etti. Oğluma karşılık ona yüz koyun ve bir cariye fidye teklif ettim. İlim ehli­ne sordum. Bana oğlumun üzerine yüz değnek vurulması ve bir yıl sürgüne gön­derilmesi cezası ve bu kadına da recm (ölünceye kadar taşlanma) cezası olduğunu haber verdiler. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.) buyurdular ki:
"Nefsimi kudretinin elinde tutan Allah'a yemin olsun ki, sizin aranızda Al­lah Tealâ'nm kitabıyla hükmedeceğim: Cariye ve koyun sana iade edilmiştir. Oğluna yüz değnek vurulacak ve bir yıl sürgün edilecektir.! -Eşlem Kabilesin­den bir adama hitaben-:
Kalk ya Üneys! Bu adamın hanımına git. Zinayı itiraf ederse onu recm et! dedi. Üneys o kadına gitti. Kadın zinayı itiraf edince Üneys kadını recm etti.
Sahabeden bir guruptan sahih hadis kitaplarında mütevatir nakille riva­yet edildiğine göre Mâız b. Malik el-Eslemî Peygamberimiz (s.a.) mescitte iken onun huzurunda dört defa zina itirafında bulundu. Peygamberimiz (s.a.) onun recm edilmesini emretti.
Müslim, Ahmed ve Ebu Davud Büreyde'den (r.a.) rivayet ettiğine göre Ga-mid oğullarından bir kadın zina itirafında bulundu. Kadın doğum yaptıktan sonra Peygamberimiz (s.a.) bu kadını recm etti.
Haricîler recm cezasının meşru olduğunu inkâr ettiler. Onlara göre had ce­zası ikiye bölünemez. Dolayısıyla Cenab-ı Hak şu ayette cariyelerin haddini hür ve evli kadınların haddinin yarısı olarak tespit ettiğine göre recm cezası­nın hür ve evli kadınların cezası olması doğru olamaz. Cenab-ı Hak buyuruyor ki: "O kadınlar evlendikten sonra bir fuhuş işlerlerse o durumda üzerlerine hür kadınlar üzerindeki cezanın yarısı verilir." (Nisa, 4/25).
Ayrıca recm Kur'an'da zina haddi ayetinde zikredilmiştir.
Kur'an'daki yüz değnek ayeti bütün zina edenler için genel bir hükümdür. Bu ayet recm haddi hakkında rivayet edilen haber-i vahidle tahsis edilemez.
Cumhur bu delillere şu şekilde cevap vermişlerdir: Haddin ikiye bölünme­si celde hakkında varit olmuştur. Onun dışındaki ceza -yani recm- genel ifade dahilinde aynen kaldı. Ayrıca şer'î hükümler maslahatların (kamu menfaatleri­nin) yeniliğine göre iniyordu. Recmin farz kılınmasını gerekli kılan maslahat 'kamu menfaati) belki de celde ayetinin inmesinden sonra meydana gelmişti. Kur'an'ın umumi ifadelerinin haber-i vahid ile tahsis edilmesine gelince, bu bi­ze göre caizdir. Bununla birlikte recm hadisleri manevî tevatür ile sabittir. Bu konuda ancak şekillerin ve hususî durumların tafsilatları hakkında varit olan hadisler âhâd hadislerdir.
"Muhsan" olmanın şartları: Baliğ olmak, akıl sahibi olmak, hür olmak, sa­hih bir evlilik bağı altına girmektir. İmam Ebu Hanife ve Malik buna "Müslü­man olmak" şartını ilâve ettiler. Onlara göre zimmî recm edilmez. Bu iki ima­ma verilen cevap Peygamberimizin (s.a.) Yahudinin recmedilmesini emretmiş olmasıdır.
Evli olmayan -bekâr olan- kimsenin zina haddi ayete göre yüz değnek vu­rulmasıdır.
Cumhura göre bu ceza sadece yüz değnek vurulması değildir. Ancak buna sünnette sabit olan delille bir yıl sürgün cezası da ilâve edilir.
Bu hadislerden biri az önce geçen ücretli işçi kıssasında yer alan: "Oğluna yüz değnek vurulması ve bir yıl sürgün cezası vardır." hadisidir.
Bir diğer hadis İmam Ahmed, Buharî ve Nesaî dışındaki Kütüb-i Sitte sa­hiplerinin Ubade b. Samit'ten (r.a.) rivayet ettikleri Peygamberimiz'in (s.a.) şu hadis-i şerifidir: "Benden alın. Allah o kadınlar için bir yol gösterdi: Bekâr be­kârla zina ederse yüz değnek ve bir yıl sürgün cezası, evli evli ile zina ederse yüz değnek ve recm cezası vardır."
Ancak evliye celde vurulması sünnet-i nebeviyyede amel edilen bir hüküm olarak istikrar bulmamış, tatbik edilen -daha önce geçtiği gibi- sadece recm ol­muştur. Bir yıl sürgün cezası cumhurun görüşüdür.
İmam Ebu Hanife ise diyor ki: Sürgün had cezasından değildir. Sürgün devlet başkanının görüşüne ve hükmüne havale edilmiş bir tazir cezasıdır.
Zahirîler ise geçen Ubade hadisiyle amel ederek evli kadına hem celde hem de recm cezası verilmesinin vacip olduğu görüşündedirler.
"Zina eden kadın ve zina eden erkek" ifadesinin umum manası müslümanı da kâfiri de içine alır. Ancak harbî olan kimseye zina haddi tatbik edilmez. Çünkü o bizim hükümlerimize bağlı olma sözü vermemiştir. Zimmiye cumhu­run görüşüne göre celde vurulur. İmam Malik'ten zimmi zina ettiği zaman cel-de vurulmayacağı rivayet edilmiştir.
"Bunlara Allah'ın dininde acıma hissi sizi tutmasın." Yani şefkat ve mer­hamet duygusu sizi zina edenlerin had cezasını terk etmeye sevk etmesin. Bu Allah Tealâ'nın hükmüdür. Allah'ın hadlerini tatil etmek caiz değildir. Nassa sarılarak Allah'ın haramlarını koruma gayreti içinde olmak vaciptir.
Nitekim Peygamberimiz (s.a.) İmam Ahmed ve Kütüb-i Süte sahiplerinin Hz. Aişe'den (r.a.) rivayet ettikleri hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmaktadırlar: "Nefsim kudretinin elinde olan Allah'a yemin ederim ki, Muhammed'in kızı Fa-iıma hırsızlık yapmış olsa onun da elini keserim."
"Allah'a ve ahiret gününe iman ediyorsanız..." Yani siz Allah'ı ve hesabın ve cezanın görüleceği ahireti tasdik ediyorsanız zina eden kimseye hadleri uy­gulayın. O ve benzerlerinin kaçınması için acıtıcı olmayan darbeleri şiddetle vurun. Bu ifade Allah'ın hadlerini tatbik ve tenfiz etmeye şiddetli bir teşvik, kuvvetli bir yönlendirmedir. Ahiret gününün zikredilmesiyle haddi tam anla­mıyla yerine getirmede yumuşaklık duygusundan etkilenen müslümanlara ce­za verileceği hatırlatılmaktadır.
Hadis-i şerifte varit olmuştur ki: (Kıyamet günü) had cezasından bir kam­çı eksilten bir vali getirilir. Ona:
- Bunu niçin yaptın? denilir. O da:
- Ya Rabbi! Kullarına rahmet etmek için, der. Allah:
- Sen onlara benden daha mı merhametlisin? der ve ateşe atılmasını emre­der.
"Müminlerden bir gurup da onların azabına (cezasına) şahit olsunlar." Ya­ni zina edenlere daha ziyade işkence olması için müslümanlardan bir gurubun önünde haddin uygulanması açıktan olsun. Çünkü zina edenlere insanların hu­zurunda celde vurulunca bu durum onları terbiye etme hususunda daha tesirli ve onları ezme hususunda daha faydalı, daha şiddetli bir tehdit, ihtar ve azar­lama olmaktadır.
"Taife"nin en azı bir kişidir. Denilmiştir ki: Taife iki veya daha fazlasıdır. Bir başka görüşe göre, üç kişi veya daha fazlasıdır. Bir diğer görüşe göre, dört kişi ve fazlasıdır. Çünkü zina şahitliğinde dört kişiden azı yeterli olmamakta­dır. Bir görüşe göre taife beş kişidir. Bir başka görüşe göre de on kişi veya daha fazlasıdır.
Katade diyor ki: Allah bir öğüt, ibret ve şiddetli ceza olması için mümin­lerden bir gurubun zina edenlerin azabına -cezasına- şahit olmalarını emretti. Bu görüş benim takdirime göre en evlâ görüştür.
Zina şu üç şeyden biriyle sabit olur:
1- İkrar veya itiraf: Bu İslâm devrinde fiilen vaki olan bir olaydır.
2- Beyyine (delil) yahut şahitlik: Yani dört hür adil müslüman kişinin fi­ilen zina halinde ve bu durumun mücerret gözle görülmesi şartıyla şahitlik et­meleri. Ancak bu durumu mücerret gözle görmek çok nadir olup pek az defa meydana gelmiştir.
3- Bilinen bir kocası olmaksızın kadının hamile kalması. [2]

Zina Haddinin Hikmeti:


Zina haddinin hikmeti, ırzları ve hakları korumak, neseplerin karışmasını engellemek, iffet, namus ve toplumun temizliğini temin, sahipsiz çocukların meydana gelmesine, zührevi hastalıkların yayılmasına mani olmak, kadının nefsine değer vermek ve kendi geleceğini koruma altına almaktır.
Huzeyfe'den (r.a.) rivayet edildiğine göre Peygamberimiz (s .a.) buyurdular ki: "Ey insanlar topluluğu! Zinadan sakının. Çünkü zinada üçü dünyada üçü ahirette altı haslet vardır. Dünyada olan hasletler şunlardır:
- Zina güzelliği giderir,
- Fakirlik meydana getirir,
- Ömrü eksiltir.
Ahirette olan hasletler ise şunlardır:
- Zina Allah Tealâ'nın gazabına,
- Hesabın kötülüğüne,
- Cehennem azabına sebep olur.
"Zina eden erkek zina eden veya müşrik olan kadından başkasını nikahla­maz. " Bu ifade yaygın olan bir durumu bildirmekte, bununla ıstılahî anlamda­ki haram kastedilmemektedir. Sadece sakınma, uzaklaşma ve elini çekme amacı güdülmektedir. Mana şudur: Fasık ve facir olan zinakâr erkek kendisi gibi zina eden fasık kadınlarla evlenmeyi arzu eder. Bu tip erkek genellikle sa-liha bir kadınla nikâhlanmayı arzu etmez. Sadece fasık ve terbiyesiz kadınla yahut ırz ve namusun mahremiyetine önem vermeyen ve iffetli olup olmamaya aldırış etmeyen kendisi gibi müşrik bir kadınla evlenmeye meyleder.
Zina eden namussuz kadın da genellikle kendisi gibi zina eden namussuz ya da genellikle iffetli olmayan müşrik bir erkekle evlenmeyi arzu eder.
Burada "zina eden erkek" ile bir önceki ayette ise "zina eden kadın" la baş­lanmıştır. Çünkü bu ayet nikâhtan ve evlenme teklifinde bulunup arzuyu orta­ya koymaktan bahsetmektedir. Genellikle bu çeşit teklif kadından değil erkek­ten gelir. Ama zinaya teşvik çoğunlukla kadından olur. Dolayısıyla önceki ayet­te kadın ile başlanmıştır. Kadın zinada asıl unsurdur. Nikâhta ise erkek asıl­dır. Çünkü genellikle nikâhı arzu eden ve talip olan erkektir.
Ayetteki bu iki cümlenin manası aynı değildir. Zira birinci cümle zina eden erkeğin iffetli mümine hanımları arzu etmediğini anlatmaktadır. İkinci cümle ise zina eden kadının iffetli mümin erkekleri arzu etmediğini, sadece facir ve müşrik erkeklere meylettiğini anlatmaktadır. Böylece mana farklı olmaktadır. Zira zina eden erkeğin ancak kendi benzerini arzu etmesinden kendisi gibi ol­mayanları istemediği manası anlaşılmaz. Ayet kadm-erkek her iki tarafta uyum, uygunluk, anlaşma ve benzerlik olduğunu açıklamaktadır.
Bugün artist kadın ve erkekler gibi sanatçıların kendisi gibi sanatçı ve ar­tist kimselerle evlenmek istediklerini duyuyoruz. Çünkü onların kanaatlerine göre her iki tarafın aynı işlerinde devam etmeleri için kıskançlık unsuru kaldı­rılmalıdır. Aksi takdirde evlilik yıkılmaya, kaldırılmaya, yok olmaya mahkûm­dur.
Nasıl iffetli erkek sadece iffetli kadınları kabul ederse iffetli şerefli kadın da hiçbir zaman kocasının rezil bir durumda olmasını, iffet ve namus sınırları­nı aşmasını kabul edemez.
Belki de kadın bu konuda erkekten daha çok öfke, kızgınlık ve nefret du­yar. Aksi de olabilir. Buradaki ölçü dindarlık, ahlâk, hassas duygular, mahre­miyet ve ırz hususunda dini kıskançlık bulunmasıdır. Halbuki bugün doğuda ve batıda ahlâk ve değerler sözlüğünden ırz meselesini kaldıran dinsiz madde­cilerde yaygın olduğu gibi erkekle kadın arasındaki ilişkinin sadece maddî ve şehevî bir ilişki olarak kabul edilmesi yaygınlaşmaktadır.
"Bu müminler üzerine haram kılınmıştır." Zina eden kadınla evlenmek mümin erkeklere ya da iffetli kadınları facir erkeklerle evlendirmek haram kı­lınmıştır. Haram kılınmaktan murad sakındırmak ve iffetli olmak manasında olup insanları zinadan şiddetle uzaklaştırmak içindir. Çünkü bu fasıklara ben­zemek demektir, töhmete maruz bırakır, kötü söze sebebiyet verir. Nesepte ten­kide ve başka kötülüklere sebep olur.
Bu görüş Hz. Ebubekir, Hz. Ömer ile tabiinden bir gurup ile çeşitli diyar-lardaki fakihlerin cumhurunun görüşüdür. Dolayısıyla zina eden kadınla ev­lenmek caizdir. Zina o kadını kocasına haram kılmaz. Aralarını ayırmak da va­cip değildir.
Taberanî ve Darekutnî'nin Hz. Aişe'den (r.a.) rivayet ettiği hadis-i şerif bu­nu te'yit etmektedir:
Rasulullah'a (s.a.) bir kadınla zina edip onunla evlenmek isteyen adamın durumu soruldu. Efendimiz (s.a.): "İlki zinadır. Sonuncusu nikâhtır. Haram he­lâli haram kılmaz." buyurdu.
Ayetteki "haram olma" hükmü ayetin varit olduğu sebeple tahsis edilmiş­tir. Yahut "İçinizden bekâr olanları evlendirin." (Nur, 24/32) ayetiyle mensûh-tur. Çünkü bu ayet zina edenleri de içine almaktadır.
Seleften bir gurup (Hz. Ali, Hz. Aişe, Bera b. Azib ve bir rivayette İbni Me-sud) şöyle demişlerdir: Kim bir kadınla zina ederse yahut o kadınla bir başkası zina ederse zina edilen o kadınla evlenmesi helâl değildir. Hz. Ali (r.a.) diyor ki: Adam zina ettiği zaman bundan dolayı hanımından ayrılmasına hükmedilmez. Kadın da zina ederse böyledir.
Bu gurubun delilleri şunlardır:
a) Ayetteki "haramlık" zahiriyle alınır.
b) "Zina eden erkek zina eden veya müşrik olan kadınlar başkasını nikah­lamaz. " ayetindeki haber nehiy manasmdadır.
c) Buna delâlet eden hadisler vardır. Bu hadislerden biri Ebu Davud'un Ammar b. Yasir'den (r.a.) rivayet ettiği Peygamberimiz'in (s.a.) şu hadis-i şerifi­dir: "Deyyus Cennete giremez."
Yine İmam Ahmed'in Abdullah b. Ömer'den (r.a.) rivayetine göre Peygam­berimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Üç kişi vardır ki Cennete giremez ve kıyamet günü Allah onlara bakmaz.
- Anne ve babasına isyan eden,
- Erkeklere benzeyen erkekleşmiş kadın,
- Deyyus,
Üç kişi vardır ki Allah kıyamet günü onlara bakmaz:
- Anne ve babasına isyan eden,
- Ayyaş,
- Verdiğini başa kakan kimse."
İmam Ahmed'e göre iffetli erkekle fahişe kadın arasında yapılan nikâh ak­di, kadın bu durumunda devam ettiği müddetçe sahih olmaz. Bu kadına tevbe etmesi teklif edilir de tevbe ederse bununla yapılan nikâh akdi sahih olur. Aksi takdirde sahih olmaz. Yine "Bu müminlere haram kılınmıştır." ayetine binaen hür ve iffetli bir kadının facir, zinakâr bir erkekle evlendirilmesi, erkek sahih bir şekilde tevbe etmedikçe sahih olmaz.
Bu ayet aynen şu ayetler gibidir: "O halde fuhuşta bulunmayan, gizli dost­lar da edinmeyen namuslu kadınlar olmak üzere onları ailelerinin izniyle ken­dinize nikahlayın." (Nisa, 4/25); "... fuhuşta bulunmayan, gizli dostlar da edin­meyen namuslu kadınlar..." (Maide, 5/5). [3]

Kazifin (Zina İftirasında Bulunmanın) Cezası


4- Muhsan (namuslu, hür, mükellef) ka­dınlara (zina ettikleri şeklinde) iftira atan, sonra da dört şahit getiremeyen kimselere seksen değnek vurun. Ebe-diyyen onların şahitliklerini kabul et­meyin. İşte bunlar fasıkların ta kendile­ridir.
5- Ancak bundan sonra tevbe edip ıslah olanlar müstesna. Çünkü Allah çok mağfiret eden, çok merhamet edendir.

Açıklaması


Bu ayet muhsan -yani hür, akıl baliğ ve iffetli- olan kadına yapılan zina if­tirasının hükmünü beyan etmektedir. Bu iftirada bulunan kişiye 80 değnek vu­rulur. İffetli adama iftirada bulunan kimseye de ittifakla aynı ceza verilir. Tıp­kı domuzun yağının haram olması, domuzun haram olması hükmüne dahil olduğu gibi, erkeğe zina iftirasında bulunmak da bu ayetin hükmüne girmekte­dir. Ayette kadınlar zikredilmiştir. Zira onlara fuhuş iftirasında bulunulması daha kötüdür. Onlarla zina yapılmış olması daha çirkindir. Hırsızlık konusun­da ise erkek daha cür'etli ve daha muktedirdir. Bundan dolayı hırsızlık cezası­nı bildiren ayette hırsız erkekler hırsız kadınlardan önce zikredilmiştir.
"Muhsanât" ifadesiyle kadın olsun erkek olsun iffetli bir kimseye iftira edilmesinin "kazif haddi" ni vacip kıldığına işaret edilmektedir. Fücûruyla (kö­tü yolda olmasıyla) tanınan bir kimseye iftira edene had cezası uygulanmaz. Zira fasıkın hiçbir değeri ve şerefi yoktur.
Ayetin manası şudur: İffetli, hür, müslüman hanımlara zina iftira ederek kötü söz söyleyip de bu suçlamayı o kadınları zina işlerken gören dört şahitle ispat edemeyenlere yani yaptıkları iftiranın doğruluğuna delîl getiremeyenlere ait üç hüküm vardır:
a) Zina iftirasında bulunan kimseye yüz değnek vurulması.
b)  Şahitliğinin ebediyyen reddedilmesi, hayatı müddetince hiçbir işte şa­hitliğinin kabul edilmemesi.
c) Fasık olması, ne Allah katında ne de insanların nezdinde adil olarak ka­bul edilmemesi. İsterse bu kişi zina iftirasında yalancı isterse doğru sözlü ol­sun. Fısk, Allah Tealâ'ya itaatin dışına çıkma demektir.
Bu, aşırı kötülemeye ve mümin kadınların mahremiyet perdesini yırtma­ya sebep olması sebebiyle zina iftirasında bulunmanın büyük günahlardan biri jlduğuna delildir. Fakat ayetin açıkça belirttiği ve iftiracının üzerine düşen şart dört şahit getirmekten aciz olmasıdır. Şeriatın kaideleri bu kişinin mükel­lef (yani hür akil baliğ) olmasını, bu fiilin haram olduğunu gerçekten bilmesini yahut yeni müslüman olup şeriatın hükümlerini bilebilecek kadar bir müddet geçiren kimse gibi hükmen bilmesini gerekli kılmaktadır.
Ayetin açık ifadesiyle kendisine zina iftira edilen kişinin şartı muhsan -ya­ni mükellef (akil baliğ) hür, müslüman ve zina etmeyen, iffetli bir kişi- olması­dır. Dolayısıyla kazif olayındaki "muhsan" kişinin şu altı şartı taşıması gerekir:
a) Bulûğ (ergenlik çağma ermiş olmak),
b) Akıllı olmak. Bu iki şart zinadan uzak olmanın gerekli esaslarındandır.
c) Hür olmak. Çünkü bu "muhsan" ifadesinin ihtiva ettiği manalardan bi­ridir.
ç) İslâm (müslüman olmak). Zira Peygamberimiz (s.a.) daha önce zikri ge­çen hadis-i şeriflerinde: "Kim Allah'a şirk koşarsa muhsan değildir." buyurdu.
d) Zinadan uzak kalıp iffetli olmak.
Buna göre deli, çocuk, köle, kâfir ve zinakâr kimseler "muhsan" olarak ka-ul edilmezler. Dolayısıyla bunlara zina iftira edenlere had cezası uygulanmaz, incak eziyette bulunma sebebiyle ta'zir cezası uygulanır.
Dikkat edilirse ayetin zahiri müslüman olsun, kâfir olsun, hür olsun bu­ran iffetli kadınları içine almaktadır. Ancak fıkıh âlimleri kazif olayındaki muhsan"ın şartlarının beş tane olduğu görüşündedirler:
a) İslâm, b) Akıl, c) Bulûğ d) Hür olmak e) Zinadan uzak, iffet sahibi ol­mak.
Daha önce geçen hadisin delaletiyle müslüman olmayı dikkate aldık. İmam Ahmed, Ebu Davud, Nesaî, İbni Mace ve Hakim'in Hz. Aişe'den (r.a.) ri­vayet ettiği Peygamberimiz'in (s.a.): "Kalem şu üç kişiden kaldırılmıştır: Ço­cuk, deli..." hadis-i şerifinin delaletiyle akıllı ve buluğa ermiş olmayı itibara al­dık. Hür olmayı şart kabul ettik. Çünkü kölenin derecesi eksiktir. Dolayısıyla köle zina ile ayıplanmayı çok büyük bir kusur olarak saymaz. Zinadan uzak kalıp iffetli olmayı dikkate aldık. Çünkü zina iftirasında bulunan kimseyi ya­lanlamak için had cezası meşrudur. Zina isnat edilen kişi gerçekten zinakâr ise, bu isnatta bulunan kişi bu sözünde sadık ise bu isnadı yapan kimseye had cezası uygulanmaz. Aynı şekilde zina isnat edilen kişi bir kadınla nikâh şüphe­siyle veya fasit bir nikâh sebebiyle münasebette bulunmazsa yine had cezası uygulanmaz. Çünkü burada, zinada şüphe vardır.
Köle veya kâfir zinadan uzak iffetli bir kimse ise bir yönden "muhsan" olup diğer yönden muhsan sayılmaz. Bu ise onun muhsan oluşunda bir şüphe sayılır. Dolayısıyla buna zina isnat eden kimseye verilecek had cezasının düşü­rülmesi gerekir.
Evliliğin de "muhsan" kişinin sıfatları arasında sayılması gerekir. Ancak alimler burada evliliğin dikkate alınmaması yani zina isnadında bulunulan ki­şinin evli erkek ya da evli kadın olması konusunun itibara alınmaması üzerin­de lian hakkındaki gelecek ayetlerin delaletiyle görüş birliğine varmışlardır. Bu sebeble lian ayeti (Nur, 24/6) kazif ayetini (Nur, 24/4) tahsis etmektedir.
"Sonra da dört şahit getiremeyenler..." ayetinin zahiri cezayı gerektiren kazfin gerçekleşmesi için zina iftirasında bulunan kişinin zina isnat edilen kimseyi zina ettiği halde gördüklerine tanık olan dört şahit getirmekten aciz olmasının şart olduğuna delâlet etmektedir. "Erba'ati" kelimesinin "tâ"sı zahi­rinde şahitlerin erkek olmalarının dikkate alındığını ifade eder. Bu durum hadlerde kadınların şahitliğinin ittifakla muteber olmadığını te'kit etmektedir.
Ayetler bu dört erkek şahide şahitliğe ehil olmaktan başka ek şart koşma-maktadır. Fakat alimler şahidin adil olmasının şart koşulmasında ihtilâf et­mişlerdir:
Şafiî, şahidin adaletli olması şarttır derken, Hanefîler, şahidin adaletli ol­ması şart değildir demişlerdir. Dört fasık şahitlikte bulundukları zaman Şafi-îlere göre iftiracı sayılır, iftira eden gibi had cezasına tabi tutulur, Hanefîlerce had cezası uygulanmaz, iftira edenden had cezası düşer. İftira edenden de aynı şekilde zina isnat edilen kimseden de had cezası düşer.
Ayetin umumî ifadesinin zahirine uyularak zina iftirasına uğrayan kadı­nın kocasının dört şahitten biri olması yeterlidir. Hanefîler bu zahirî manayı almışlardır. İmam Malik ve Şafiî ise şöyle demişlerdir: Kocanın şahitlerden biri olması muteber değildir. Kocaya lanette bulunur, diğer üç şahide had cezası vu­rulur. Çünkü zina ettiğine şahitlikte bulunmak kaziftir, bu durumda, istenen şahitlik nisabı tamamlanmamış demektir.
Ayetin zahirdeki mutlak manasına göre şahitlerin ayrı ayrı veya toplu hal­de gelmeleri sahihtir. Malikîler ve Şafîîler bunu almışlardır. Bu durum diğer hükümlerdeki şahitlik gibidir.
İmam Ebu Hanife diyor ki: Bu dört şahidin ayrı ayrı değil, sadece bir ara­da yaptıkları şahitlik kabul edilir. Ayrı ayrı şahitlik yaparlarsa şahitlikleri ka­bul edilmez. Çünkü bir kişi şahitlik yaptığı zaman (kazif) iftiracı olmuş ve dört şahit getirmemiş olur. Dolayısıyla üzerine had cezası vacip olmaz, şahitliğe de ehil olmaz. Bu görüş İmam Malik'ten de nakledilmiştir.
Yine ayetin zahirinden anlaşıldığına göre zina iftirasında bulunan sadece iki veya üç şahit getirmişse kendisine celde vurulur. Aynı şekilde bu şahitler de nisabı tamamlamazlarsa kendilerine celde vurulur. Hz. Ömer'in fiili buna delil­dir. Hz. Ömer Mugire b. Şu'benin zina ettiğine şahitlikte bulunan Şibl b. Ma'bed, Ebu Bekre (Nüfey' b. Haris) ve kardeşine celde cezası uygulamış, dör­düncüleri olan Ziyad zinanın gerçekten meydana geldiğini kesin bir ifade ile bildirmemişti.
"Onlara seksen değnek vurun." ayetindeki hitap veliyyül-emr olan idareci­leredir. Bu umumi ifadenin zahiri hür ve köleyi de içine alır. Hür ve kölenin had cezası seksen değnektir. İbni Mes'ud, Evzaî ve Şia bu görüşü kabul etmiş­lerdir. Diğer fıkıh alimlerine göre kazifte kölenin had cezası yarı ceza olup 40 celdedir. Bu zahir mana yöneticinin zina iftirasına uğrayanın talebi olmasa da haddi ikame etmesine delâlet etmektedir. İbni Ebî Leylâ da bu görüştedir. Cumhur diyor ki: Zina isnat edilen kimsenin talebi olmadıkça had cezası uygu­lanmaz. İmam Malik diyor ki: Devlet reisi onun zina iftirasında bulunduğunu işittiği zaman bu iftiraya uğrayan talep etmese bile devlet reisinin adil şahitle­ri varsa had cezası uygular.
Kısaca: Dört mezhebe göre devlet reisi kazif haddi cezasını ancak bu iftira­ya uğrayan kimsenin talebi üzerine uygular.
Kazif haddinin uygulanmasında, ırzın korunması hususundaki Allah Te-alâ'nın hakkı mahremiyeti çiğnenen kul hakkı gözetilmektedir. Fakat fıkıh alimleri bu hadde ağır basan hususun ne olduğunda ihtilâf etmişlerdir:
Şafiîler demişlerdir ki: Allah'ın müstağni oluşuna ve kulun muhtaç oluşu­na itibar edilerek kul hakkı daha ağır gelir.
Hanefiler ise Allah Tealâ'nm hakkının daha ağır basacağı görüşüne var­mışlardır. Çünkü bu haddin yerine getirilmesi kulun menfaatini de temin et­miş olmaktadır.
Bu görüş ayrılığının neticesi şu örneklerde ortaya çıkar:
a) Zina iftirasına uğrayan kimse had cezasının yerine getirilmesinden ön­ce ölürse Hanefilere göre Allah'ın hakkı ağır bastığı için had cezası sakıt olur.
Şafiîler diyor ki: İftira edilenin ölümü sebebiyle had sakıt olmaz. Bilakis kul hakkı ağır geldiği için mirasçılarının bunu talep etme hakları vardır.
b) Bir kişi bir topluluğa bir kelime ile veya birkaç kelime ile zina iftirasın­da bulunsa Hanefiler haddin birbirine girdiği görüşüne varmışlardır. Allah'ın hakkı daha galip geldiği için hepsine sadece bir had yeterlidir. Birkaç defa zina eden, yahut birkaç defa hırsızlık yapan veya birkaç defa içki içen de aynı hük­me tabidir.
c) Zina iftirasına uğrayan had cezasını affederse kul hakkı galip sayıldığı için Şafiîlere göre had cezası sakıt olur. Hanefilere göre haddin uygulanması talep edildikten sonra had cezası düşmez.
Zina iftirasında bulunan kimsenin şahitliği Şafiînin görüşüne göre celde edilmeden önce bile reddedilir. İmam Ebu Hanife ve Malik'e göre onun şahitliği celde edildikten sonra reddedilir. Çünkü ayetteki "vav" atıf harfi tertibi gerekli kılmasa da murad edilen mana tertiptir.
Zira Peygamberimiz (s.a.) Deylemî'nin ve İbni Ebî Şeybe'nin İbni Ömer'­den (r.a.) merfu olarak naklettikleri hadiste "Müslümanlar birbirleri hakkında adalet sahibidirler. Ancak kazif (zina iftirası) sebebiyle had cezasına tabi tutu­lan kişi müstesna," buyurmaktadır. Bu hadisi Darakutnî Hz. Ömer'in (r.a.) Ebu Musa el-Eş'arî'ye yazdığı meşhur mektubundan rivayet etmiştir.
Zina iftirasında bulunan kimsenin şahitliğinin reddedilmesi genel bir hü­küm olup kaziften önce de sonra da olmasını ihtiva etmektedir. Bu hüküm kâ­fir olup da sonra müslüman olan ve zina iftirasında bulunan kimsenin şahitli­ğini de içine almaktadır. Ancak Hanefîler kazif sebebiyle had cezasına tabi olan kâfiri, sonra müslüman olursa bundan istisna etmişlerdir. Zira onun müs-lümanlıktan sonra şahitliği İslâm sebebiyle yeni bir adalet sebebiyle makbul­dür.
Zina iftirasında bulunan kimsenin şahitliğinin reddedilmesi Allah'ın kazfe karşılık verdiği iki cezayı belirten ayetin zahiriyle amel edilerek Hanefîlerin görüşüne göre had cezasını tamamlayan bir hükümdür. Zahir olan husus bu iki noktanın birlikte kazif haddini oluşturmasıdır.
İmam Malik ve Şafiî demişlerdir ki: Had cezası sadece 80 değnektir. Şahit­liğin reddedilmesi had üzerine verilen ilâve bir cezadır. Çünkü had bedenî bir cezadır, şahitliğin reddedilmesi ise manevî bir cezadır. Ayrıca Peygamberi-miz'in (s.a.) Hilâl b. Ümeyye'ye (r.a.) söylediği -Buharî, Ebu Davud ve Tirmi-zî'nin İbni Abbas'tan rivayet ettikleri- "Ya beyyine ya da sırtına vurulacak had cezasıdır." şeklindeki hadis-i şerifi celdenin had cezasının tamamı olduğuna de­lâlet etmektedir.
Hanefîlerin görüşüne göre devlet reisi zina iftirasına uğrayan kişinin tale­bi olmadan bu iftirayı yapan kimsenin şahitliğini reddedemez.
Cenab-ı Hak bundan sonra tevbe durumunu reddederek şöyle buyurdu:
"Ancak bundan sonra tevbe edip ıslah olanlar müstesna. Çünkü Allah çok mağfiret eden, çok merhamet edendir." Yani sadece bu sözlerinden dönen, yap­tıklarına pişman olan, durumlarını ve davranışlarını düzelten ve muhsan (na­muslu, hür) kimselere tekrar zina iftirasında bulunmayan kimseler bundan müstesnadır.
İbni Abbas diyor ki: Yani tevbeyi izhar eden kimseler demektir. Çünkü Allah çok mağfiret eden, günahlarını örten, onlara merhamet edendir. Allah onla­rın tevoejfenhı'fcadul'eaer, onların aamgaıandUtıarı j&sıAATtbTa&drfrrAmlftrrr:
Şafiî diyor ki: Zina iftirasında bulunan kimsenin tevbesi kendisini yalan-lamasıdır. Mana Şafiî'nin ashabından Istahrî'nin tefsir ettiği gibi şöyledir: Zina iftirasında bulunan kimse: "Söylediğim hususta yalan söyledim. Bunun gibi bir davranışa tekrar dönmeyeceğim" diyecektir. Şafiî'nin ashabından Ebu İshak el-Mervezî Şafiî'nin bu sözünü şöyle tefsir etti: "Yalan söyledim." demez. Çünkü doğru sözlü olabilir. Buna göre "yalan söyledim" demesi yalan olur. Yalan ise masiyettir. Masıyet işlemek bir başka masıyetten tevbe olmaz. Bilâkis şöyle der: "Kazif batıldır, dediğimden pişman oldum ve döndüm. Bir daha tekrar bu­nu işlemiyeceğim." Ebul-Hasen el-Lahmî ise tevbenin ancak kazifte yalanla­mak suretiyle olacağını tercih etmiştir.
Alimlerden biri ise şöyle demiştir: Zina iftirasında bulunan kimsenin tev­besi diğer tevbeler gibidir. Bu tevbe de onunla rabbi arasında olur. Bunun muhtevası söylediğine pişman olmak ve bir daha dönmemeye azmetmektir.
Alimler bu istisna hakkında ihtilâf etmişlerdir: Bu istisna sadece son cüm­leye raci olup tevbe yalnız fasıklığı mı kaldırır? Böylece bu kimse tevbe edip ıs­lah olsa da daima şahitliği reddedilen bir kişi mi olur? Yoksa bu istisna ikinci ve üçüncü cümleye ya da hepsine mi raci olur?
Dikkat edilirse daha önce belirttiğimiz gibi bu ayet üç hükmü birbirlerine vav harfiyle atfedilen üç cümle halinde zikredip istisna ile sona ermiştir. Alim­ler bu istisnanın burada birinci cümleye raci olmadığını dolayısıyla kul hakkı -yani iftiraya uğrayan kişinin hakkı- için zina iftirasında bulunan kimsenin tev­besi sebebiyle haddin sakıt olmayacağı konusunda ittifak etmişlerdir.
İhtilâf, istisnanın ikinci ve üçüncü cümleye -yani şahitliğin reddedilmesi ve fasıklık noktasına- raci olmasında toplanmıştır.
Hanefi'ler diyor ki: İstisna sadece son cümleye raci olup fasıklık tevbe ile ortadan kalkar ve zina iftirasında bulunan kimsenin şahitliği ebediyyen redde­dilir. Çünkü "İşte bunlar fasıkların ta kendileridir." ayeti ihbar sigasıyla başla­yan, daha önceki cümle ile irtibatı olmayan bir cümle olup faydasız yere müminin namusunu çiğnemek suretiyle fasıklık sıfatının sabit olduğunu ve bu­na sebep olma vehmini ortadan kaldırmak için getirilmiştir. Son cümle yeni bir cümle olunca istisna da sadece o cümleye yöneltilmiş olmaktadır.
Cumhur (Malikîler, Şafiîler ve Hanbelîler) diyor ki: İstisna ikinci ve üçün­cü cümleye racidir. "Onların şahitliğini ebediyyen kabul etmeyin" cümlesi yeni bir cümle olup öncesi ile irtibatı yoktur. Çünkü bu durum had cezasını tamam­layan bir husus değildir. "İşte bunlar fasıkların ta kendileridir." cümlesi şahitli­ğin reddedilmesinin illetini beyan etmektedir. İllet olan fasıklık tevbe sebebiyle kaldırılınca illete bağlı olan (ma'lul) şahitliğin reddedilmesi durumu da orta­dan kalkar. Bu cümle sebep bildiren bir cümledir, başlıbaşına bir cümle değil­dir. Yani fasıkhkları sebebiyle şahitliklerini kabul etmeyin. Fasıklık ortadan kalkınca onların şahitlikleri niçin kabul edilmesin?
İstisnanın sadece son cümleye yahut bütün cümlelere raci olduğuna delil veya karine olduğu zaman iki gurup arasında bu ihtilâf çıkmaz. Bunu şu iki ör­nekte görmekteyiz:
Birincisi, hatayla öldürmenin diyeti hakkındaki Cenab-ı Hakkın şu ayeti­dir: "Kim bir mümini yanlışlıkla öldürürse mümin bir köleyi azat etmesi ve (ölünün) ailesine (mirasçılarına) teslim edilecek bir diyet vermesi lâzımdır. An­cak onların (bu diyeti) sadaka olarak bağışlamaları bundan müstesnadır." (Ni­sa, 4/92). Bu ayette istisnanın köle azat etmeye değil de diyete raci olduğuna delâlet eden bir karine vardır. Zira köle azat etmek Allah Tealâ'nm hakkıdır. Velinin sadaka olarak bağışlaması Allah Tealâ'nm hakkını düşürmez.
İkincisi: Cenab-ı Hakk'm Allah'a ve Rasülüne savaş açan yol kesiciler hak­kındaki ayetteki: "Ancak siz kendilerini ele geçirmeden önce tevbe eden (muha­riplerle yol kesen) kimseler bundan müstesnadır." (Maide, 5/34) ifadesi gibi. Bu­rada istisnanın önceki cümlelerin tamamına raci olduğuna dair delil vardır. Çünkü bu ayetteki "kendilerini ele geçirmeden önce" sınırlaması istisnanın son cümleye, yani ahirette ise onlara pek büyük bir azap vardır, cümlesine raci ol­masını engellemektedir. Zira tevbe ele geçirilmelerinden önce de sonra da olsa uhrevî azabı düşürmektedir. Dolayısıyla bu sınırlamanın haddin sakıt olmasın­dan başka bir faydası da yoktur. Bu istisna ittifakla bütün cümlelere racidir. [4]

Lianın Ve Kocanın Hanımına Zina Ettiği Şeklinde İthamda Bulunmasının Hükmü


6- Hanımlarına zina ithamında bulunan ve kendilerinin kendilerinden başka şa­hitleri de bulunmayan kimselerden her birinin şahitliği, kendisinin gerçekten doğru sözlü olduklarına dair Allah'a ye­min ederek dört defa şahitliktir.
7- Beşinci (defa şahitlik) de eğer yalan­cılardan ise Allah'ın laneti muhakkak kendisinin üstüne olsun (şeklindedir).
8- O kadının Allah'a yemin ile onun (ko­casının) muhakkak yalancılardan oldu­ğuna dört defa şahitlik etmesi,
9- Beşinci (defa şahitlik) de eğer o (koca­sı) doğru sözlülerden ise muhakkak Al­lah'ın gazabı kendi üzerine olsun demesi ondan (o kadından) bu azabı kaldırır.
10- Ya üzerinizde Allah'ın lütfü ve rah­meti olmasaydı ya da gerçekten Allah tevbeleri çok çok kabul eden ve sonsuz hikmet sahibi olmasaydı? (durumunuz nasıl olurdu?)


Buharî ve Müslim'in Sehl b. Sa'ddan rivayetine göre Uveymir Asım b. Adiyy'e gelip:
-  Benim için Rasulullah'a (s.a.) sor bakalım: Bir kişi hanımının yanında bir adamı görse ve onu öldürse o sebeple o kişi öldürülür mü? Yahut ona nasıl davr anılır?
Asım bu soruyu Peygamberimiz'e (s.a.) sordu. Rasulullah (s.a.) bu soruyu soranı ayıpladı. Uveymir Asım'ı gördü. Asım'a:
- Ne yaptın? diye sordu. Asım:
-  Ne yapayım, sen bana hayırlı bir iş vermedin, dedi. Ben bunu Rasulul­lah'a (s.a.) sordum. O da bu çeşit soru soranları ayıpladı, dedi. Bunun üzerine Uveymir:
-  O halde Allah'a yemin olsun ki, ben gidip Rasulullah'a soracağım, dedi. ütti, sordu. Efendimiz (s.a.):
- Allah senin hakkında ve arkadaşının hakkında -yani bu gibi olayla karşı­dan herkes hakkında- vahiy indirdi, dedi.

Açıklama


Allah Tealâ bu ayetle kocaların sıkıntısını gidermiş, onlardan biri hanımına zina isnadında bulunduğunda delil getirmesi zor durumda olduğu zaman çı­kış yolunu göstermiştir. Bu çıkış yolu erkeğin hakime gidip hanımı hakkındaki iddiayı söylemesi ve Allah Tealâ'nın emrettiği şekilde Handa bulunmasıdır. Li-an hakimin kendisine dört şahit yerine geçmek üzere, hanımına yaptığı zina is­nadında doğru sözlü olduğuna dair Allah'a dört defa yemin ederek şahit getir­mesidir.
Cenab-ı Hak şöyle buyuruyordu: "Hanımlarına zina ithamında bulu­nan..." ve bu isnatlarının doğruluğuna tanık olacak dört şahit getiremeyen kimselerden her biri üzerine vacip olan şudur: Hanımına yaptığı zina ithamın­da doğru sözlü olduğuna dair yemin ederek Allah'ı dört defa şahit tutar. Beşin­cide ise şöyle der: Eğer ben hanımıma yaptığım bu zina ithamımda yalancı isem Allah'ın laneti benim üzerime olsun. Lanet ise Allah'ın rahmetinden ko­vulmaktır.
Bunu söylediği zaman bizzat Han sebebiyle Hanefiler dışındaki alimlerin cumhuruna göre erkek hanımından ayrılmış olur. O kadın artık ebediyyen o er­keğe haram olur. Erkek onun mihrini verir. Erkeğin kazif haddi sakıt olur. Ço­cuk varsa o çocuğu erkek reddeder, kadın Han yapmazsa zina haddine çarpılır.
Kadının dört defa, kocasının kendisine yaptığı bu zina ithamında kocası­nın yalancı olduğuna dair yemin etmesi ve beşincisinde "Kocam eğer doğru söy­lüyorsa Allah'ın gazabı üzerime olsun." demesi kadına zina haddi uygulaması­nı ortadan kaldırır.
Erkeğin lanetle kadının ise gazapla tahsis edilmek suretiyle aralarının ay­rılmasının sebebi kadına şiddetli davranmaktır. Çünkü bu fuhşun sebebi ve kaynağı genellikle erkeği kendi nefsine çektiği için zinakâr kadındır.
Cenab-ı Hak daha sonra bu hükmü vesilesiyle kullarına yaptığı lütuf, ni­met ve rahmeti beyan etmiştir. Zira erkeğin muradını gerçekleştirmek için ve kadının da bu nefsini cezadan korumak için Hanı meşru kılmıştır. Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
"Ya üzerinizde Allah'ın lütfü ve rahmeti olmasaydı ya da gerçekten Allah tevbeleri çok çok kabul edici ve sonsuz hikmet sahibi olmasaydı?" Yani Allah'ın zorluk ve darlıktan kurtarıcı, ferahlık verici hükmü sebebiyle size özellikle ver­diği lütfü, nimeti, ihsanı ve rahmeti olmasaydı siz pek çok işlerinizde sıkıntı ve meşakkate düşerdiniz. Allah sizi rezil eder ve size derhal ceza verirdi. Fakat O sizin hatalarınızı örttü ve Han vesilesiyle sizi tehlikeden kurtardı. Onun zatî sı­fatlarından birisi de kendi nefsine rahmet sahibi olmayı yazması, kendisinin kullarının tevbesi, kasemden ve şiddetli yeminlerden sonra olsa da tevbeleri çok çok kabul edici olması, O'nun takdir ettiği şer'î hükümlerde verdiği emir ve nehiylerde son derece hikmet sahibi olmasıdır. Çünkü O Han yapan karı-koca-dan birinin mutlaka yalancı olmasına rağmen her ikisinden de dünyevî ceza olan had cezasını kaldırmakta ve bu cezadan daha ağır olan uhrevî cezaya lâ­yık kılmaktadır.
Rahmet tevbeye daha uygun olduğu halde ayetin "Rahîm" ismiyle değil de "Hakîm" ismiyle sona ermesinin sebebi Cenab-ı Hakk'm karı-koca arasında li-^n hükmünü meşru kılmak suretiyle kullarının hatalarını örtmeyi murad etme­lidir. [5]

İfk (Hz. Aişe'ye İftira) Kıssası


11- O iftira haberini getirenler içinizden küçük bir guruptur. Bunu kendiniz için bir kötülük sanmayın. Bilakis bu durum sizin için bir hayırdır. Onlardan her bi­rine ait elde ettiği günah vardır. Onlar­dan günahın en büyüğünü yüklenen kimseye de büyük bir azap vardır.
12- Bunu (bu iftirayı) işittiğiniz zaman mümin erkeklerin ve mümin kadınların kendiliklerinden hüsnü zanda bulun­maları ve "Bu apaçık bir iftiradır." de­meleri gerekmez miydi?
13- Bu olay için dört şahit getirmeleri gerekmez miydi? Madem ki bu şahitleri getiremediler, o halde o kimseler Allah nezdinde yalancıların ta kendileridir.
14-  Eğer dünya ve ahirette sizin üzeri­nizde Allah'ın lütfü ve merhameti olma­saydı, yaydığınız fitne yüzünden size mutlaka büyük bir azap dokunurdu.
15-  Siz o iftirayı dilinize dolamıştınız. Hakkında hiç bilginiz olmayan şeyi ağ­zınızla söylüyor ve bunu önemsiz bir şey sanıyordunuz. Oysa bu Allah katın­da büyük bir günahtır.
16- Bunu (bu iftirayı) işittiğiniz zaman: "Bu şekilde konuşmak bize yakışmaz. Hâşâ! Bu büyük bir iftiradır." demeniz gerekmez miydi?
17- Allah, eğer siz gerçekten mümin ise­niz böyle bir günaha ebediyyen dönme­menizi öğütler.
18- Allah size ayetlerini açıklıyor. Allah
her şeyi gayet iyi bilendir, sonsuz hikmet sahibidir.
19- İman edenler arasında hayasızlığın yayılmasını arzu edenlere dünyada ve ahi­rette acıklı bir azap vardır. Allah bilir, siz bilmezsiniz.
20- Ya üzerinizde Allah'ın lütfü ve rahmeti olmasaydı? Allah çok şefkatli ve çok merhametli olmasaydı? (Durumunuz nasıl olurdu?)
413
21- Ey iman edenler! Şeytanın adımları­na uymayın. Kim şeytanın adımlarına uyarsa şüphesiz ki şeytan o kimseye mutlaka hayasızlığı ve kötülüğü emre­der. Eğer üzerinizde Allah'ın lütfü ve rahmeti olmasaydı içinizden hiçbiri ebediyyen temize çıkmazdı. Fakat Allah dilediğini temize çıkarır. Allah her şeyi gayet iyi işiten ve gayet iyi bilendir.
22- İçinizden fazilet ve imkân sahipleri, akrabalara, yoksullara, Allah yolunda hicret edenlere yardımı esirgemesinler. Affetsinler  ve   müsamahalı  davra­nsınlar. Siz Allah'ın sizi affetmesini ar­zu etmez misiniz? Allah çok mağfiret eden ve çok merhamet edendir.

Açıklaması


Bu ayet, Cenab-ı Hakk'm nebisinin hanımı olan Hz. Aişe'nin ve Peygamberin namusunu korumak üzere münafıklardan olan iftira ve bühtancıların yaptıkları ithamlardan Hz. Aişe’yi akladığı ayetlerdir.
“O iftira haberini getirenler içinizden küçük bir gruptur.” Yani o yalan ve iftira olan haberi getirenler bir veya iki kişi değildir. Hz. Aişe hakkında bu iftirayı münafıkların lideri  Abdullah b. Übeyy'in liderliğindeki içinizden bir gu­rup getirmiştir. Bu yalanı uyduran ve küçük bir gurupla anlaşan odur. Bunlar bu haberi nakletmeye ve insanlar arasında yaymaya başladılar. Nihayet bu ha-her müs]üman]ardan bir kısmının zihinlerine girdi. Bunu konuşmaya başladı­lar. Bu haberin yaygınlaşması bir aya yakın sürdü. Nihayet ayet nazil oldu. Ayette geçen "usbe" tabiri bunların küçük bir gurup olduğunu işaret etmekte­dir. Cenab-ı Hakk'ın "minküm (sizden)" ifadesi "Ey müminler sizin içinizden" demektir. Çünkü Abdullah b. Übeyy, zahiren mümin bilinen kimseler cümlesindendi.
"Bunu kendiniz için bir kötülük sanmayın. Bilakis bu durum sizin için bir hayırdır." Yani ey Ebu Bekir ailesi! Ey bu yalan haberden rahatsızlık duyan ve üzülen müminler! Bu hitabın delili Cenab-ı Hakk'ın "minküm (=içinizden)' ifa­desidir. Bu olayın sizin için bir şer ve kötülük olduğunu zannetmeyin. Bilâkis bu olay büyük sevap kazanmanız, Allah'ın müminlerin annesi Hz. Aişeye ver­diği önemi ortaya çıkarması ve onun suçsuzluğu hakkında kıyamete kadar okunacak Kur'an ayetleri indirmesi sebebiyle dünya ve ahirette sizin için ha­yırlara vesiledir.
"Onlardan her birine ait elde ettiği günah vardır." Bu mesele hakkında ile­ri geri konuşan ve müminlerin annesi Hz. Aişe'ye zina ithamında bulunan her­kes için bu konuya daldığı kadar büyük bir azap yahut girdiği kadar ceza var­dır.
"Onlardan günahın en büyüğünü yüklenen kimseye de büyük bir azap var­dır. " Münafıklardan bu günahın büyük bir kısmını yüklenen kimse -çoğunlu­ğun görüşüne göre bu kişi Abdullah b. Übeyy'dir- dünya ve ahirette büyük bir azaba lâyıktır. Zira bu haberi ilk uyduran odur. Ya da bunu düzenleyen, bu de­dikoduyu üreten, yayan ve sağa sola duyuran odur. Şerrin çoğu ondan çıkmış­tır. Dünyadaki azabı münafıklığının ortaya çıkması ve toplumdan dışlanması-dır. Ahiretteki azabı ise cehennemin en alt tabakasında olmaktır.
Denilmiştir ki: Bundan murad Hassan b. Sabit'tir. İbni Kesir şöyle demek­tedir: Bu garip bir sözdür. Sahih-i Buharı'de bunun irad edilmesine delâlet eden bir ifade olmasaydı, bu lüzumsuz bir söz olurdu. Zira Hassan b. Sabit fazi­letleri, menkıbeleri ve özellikleri olan bir sahabidir. En güzel özelliği şiiriyle Peygamberimiz'i (s.a.) müdafaa etmesidir. Peygamberimiz'in (s.a.) kendisine: "(Müşriklere) hücum et. Cebrail seninle beraberdir, "buyurmuştur.[6]
Daha sonra Cenab-ı Hak Hz. Aişe (r.a.) kıssasıyla ilgili kötü sözlere dalan müminlere edep dersi verdi. Ve onlara dört ayrı konuda ihtarda bulundu.
1-"Bunu -bu iftirayı- işittiğiniz zaman mümin erkeklerin ve mümin kadın­ların kendiliklerinden hüsnü zanda bulunmaları ve 'Bu apaçık bir iftiradır.' de­meleri gerekmez miydi?" İftiracıların Hz. Aişe hakkındaki sözlerini işittiğiniz zaman insanı hüsnü zanna sevk eden imanın gereğiyle amel ederek Hz. Aişe hakkında hüsnü zanda bulunsaydmız ya! Onun suçsuzluğunu ilân ederek açık­tan: "Bu apaçık bir iftiradır," yani müminlerin annesine yapılan gayet açık bir bühtan, uydurma, yalan bir haberdir." deseydiniz ya! Çünkü meydana gelen olay Hz. Aişe'nin öğle vaktinde bütün ordunun gözleri önünde Safvan b. Muat-tal'in bineği üzerinde gelmesi sebebiyle şüpheli bir olay değildi. Rasulullah (s.a.) onlarla beraber her kötülüğü keşfeder, her şüpheyi reddederdi. Eğer bu olayda bir şüphe olsaydı bu olay bu kadar açık olmazdı. Bilakis -olması takdir edilseydi- gizli ve kapalı olurdu.
Bu muazzam bir edeptir. İman lafzıyla tasrih edilmesi müminin mümin­lere sadece hüsnü zan etmesi gerektiğine delâlet etmektedir.
2- "Bu olay için dört şahit getirmeleri gerekmez miydi? Madem ki bu şahit­leri getiremediler, o halde o kimseler Allah nezdinde yalancıların ta kendileri­dir." Onlar getirdikleri bu haberin sabit olduğuna ve onların söylediklerinin doğruluğuna ve Hz. Aişe'ye isnat ettikleri bu fiili bizzat gördüklerine tanıklık edecek dört şahit getirselerdi ya! Bu töhmeti ispat etmek için şahit getirmedik­leri zaman onlar Allah'ın hükmünde yalancı ve facir kimsedirler. Bu ayet bu if­tirayı nehyeden, zecreden ayetlerdendir.
3- "Eğer dünya ve ahirette sizin üzerinizde Allah'ın lütfü ve merhameti ol­masaydı, yaydığınız fitne yüzünden size mutlaka büyük bir azap dokunurdu." Şayet dünyada tevbeye mühlet vermek dahil çeşitli nimetlerle Allah size lütuf-ta bulunmasaydı, ahirette ise af ve mağfiretle rahmet etmesi olmasaydı, bu daldığınız iftira olayı sebebiyle sizi derhal cezalandırırdı. Bu ayet de zecr ve ne-hiy ayetlerindendir. Buradaki "levlâ" edatı başkasının varlığı sebebiyle bir şe­yin imkânsız olduğunu beyan etmek içindir.
4- "Siz o iftirayı dilinize dolamıştınız. Hakkınızda hiç bilginiz olmayan şe­yi ağzınızla söylüyor ve bunu önemsiz bir şey sanıyordunuz. Oysa bu Allah ka­tında büyük bir günahtır." Eğer sizin üzerinizde Allah'ın lütuf ve rahmeti olma­saydı iftira olayını dilinize doladığınız ve bunu birbirinize sorduğunuz zaman ve bu konuda çok konuşup bilmediğiniz konu hakkında söz söylediğiniz zaman size mutlaka azap dokunurdu. Siz bunu basit ve önemsiz zannetmiştiniz. Hal­buki bu Allah'ın şeriatında ve hükmünde büyük ve önemli bir iştir. Peygamber ailesi çirkin fuhuşla lekelendiği için bu büyük günahlardandır.
Buharî ve Müslim'in Sa/«7undeki bir hadis-i şerifte: "Kişi Allah'ın gazabı­na sebep olacak bir kelime söyler, bu kelimenin nereye ulaşacağını bilmez. Bu kelime sebebiyle cehennemde yerle gök arasından daha derin bir mesafeye yu­varlanır." buyurulmuştur. Bir rivayette ise: "Kişi bu kelimeye önem vermez." buyurmuştur.
Bu ayet de nehiy ve zecr ifade eden ayetlerdendir. Allah onları üç günahı işlemekle tavsif etmiş ve büyük azabın dokunmasını bu günahlara bağlamıştır.
i -ı günahlar şunlardır:
Birincisi: İftirayı dillerine dolamaları. Yani bu iftira hakkında araştırma-\ önem vermemeleri, sadece rastgele dinlemekle kalmayıp bunu yaygınlaştır­man, birbirinden alıp yaymaları.
İkincisi: Kesin bilmedikleri ve delilleri bulunmayan bir şey hakkında ko--şmaları. "Kesin bilgin olmayan bir hususta konuşma." (İsra, 17/36). Bu ayet rı ayete benzemektedir: "Kalplerinde olmayan şeyi dilleriyle söylüyorlar." (Âl-i -ran, 3/167).
Üçüncüsü: Bu hadise Allah nezdinde büyük günah olup şiddetli cezayı ge-rktirdiği halde bunu küçümsemeleri.
Bu da şu üç noktaya delâlet etmektedir:
a) Cenab-ı Hakkın "Bu Allah nezdinde büyüktür." ayetine binaen kazfin ima iftirasında bulunmanın) büyük günahlardan oluşu.
b) Cenab-ı Hakkın "Halbuki siz bunu önemsiz zannediyorsunuz." ayetinin iflâletiyle masiyetin büyüklüğü onu işleyenin zan ve kanaatiyle değişmez. Bel-■:.: de onu işleyen onun büyüklüğünü bilmeyebilir.
c) Her haram olan şeyde mükellefin belki de büyük günahlardan olabilir -..ye harama yönelmeyi büyük bir masıyet sayması gerekir.
5- "Bu iftirayı işittiğiniz zaman:"Bu şekilde konuşmak bize yakışmaz. Hâ-:..' Bu büyük bir iftiradır." demeniz gerekmez miydi?" Bu ayet bu konudaki
iiabı insanlara öğretmektedir. Hüsnü zan etmek şeklindeki birinci emirden • -:nra bu diğer bir edep dersidir. Mana şöyledir: Siz yakışık almayan kötü sözü
iittiğiniz zaman şöyle demeliydiniz: Bunun gibi bir sözü ağzımıza almamız, 3asulullah'm (s.a.) şerefini incitecek bir mevzuya dalmamız ve bunu bir kimse­ye anlatmamız bizim için uygun değildir, doğru değildir. Bu bize helâl değildir. Zira bunun hiçbir delili yoktur. Hâşâ, Allah'ın Rasulü'nün hanımı için bu sözü söylemekten Allah'ı tenzih ederiz. Yani biz bu işin büyüklüğünden hayrete dü-
-yoruz. Allah peygamberinin hanımını facire, zinakâr kılmaktan münezzeh­im Bu büyük bir iftiradır, günah dolu bir uydurmadır. Hz. Peygamber'e eziyet ^ermektir. Cenab-ı Hak buyuruyor ki: "Allah 'a ve Rasulüne eziyet edenleri Al­lah dünyada da ahirette de lânetlemiştir." (Ahzab, 33/57).
Her ne kadar küfrün nefrete sebep olmaması sebebiyle Hz. Nuh ve Hz. Lût'un hanımlan gibi peygamber hanımlannın kâfir olmaları caiz olsa da faci­re. zinakâr olması caiz değildir. Çünkü bu nefret ve aşağılamak için en büyük sebeplerdendir.
Kısaca: Peygamberimiz'e (s.a.) eziyette bulunmak anlamına geldiği için ikil ve din bu gibi konulara dalmayı yasaklamaktadır. Yine işledikleri büyük âunahı ve dillerine doladıkları son derece hayret ve şaşkınlığa sebep olan bu if-draya karşılık o iftiracı ve ithamcılann cezalandırılmamasını da anlamsız bu­lur.
6- "Allah, eğer siz gerçekten mümin iseniz, böyle bir günaha ebediyyen dön­memenizi öğütler."
Bu ayet de nehiy ve zecr ayetlerinden biridir. Allah müminleri tekrar böy­le bir davranışa dönmekten sakındırıyor. Yani Allah sizden asla buna benzer bir davranış meydana gelmesin diye tehdit ve ihtarla yasaklıyor. Yani gelecek­te siz sağ ve mükellef olduğunuz müddetçe böyle bir harekette bulunmayın. Eğer siz Allah'a ve O'nun şeriatine iman edenlerden, Rasulüne ta'zim edenler­den, O'nun emrine uyan ve nehyinden sakınan kimselerden iseniz, sizin bu gibi bir davranışa tekrar dönmemeniz için size bu gibi nasihat ve uyarılarla öğütte bulunmaktadır.
"Allah size ayetlerini açıklıyor. Allah her şeyi gayet iyi bilendir, sonsuz hik­met sahibidir." Allah size şer'î hükümleri, dinî ve içtimaî edepleri açıklıyor. Al­lah kullarını ıslah edecek şeyleri gayet iyi bilir, onların durumlarından haber­dardır. Herkese yaptığı amelinin karşılığını verir. Şeriatında ve takdirinde, mahlûkatının işlerinde, dünya ve ahirette kullarının saadetini gerçekleştirecek emir ve nehiyleri vermek hususunda sonsuz hikmet sahibidir.
7- "İman edenler arasında hayasızlığın yayılmasını arzu edenlere dünya ve ahirette acıklı bir azap vardır. Allah bilir, siz bilmezsiniz."
Bu, kötü bir söz duyan kişinin takınacağı üçüncü bir edeptir. Ayetin mana­sı şudur: Kasıtlı, isteyerek ve severek hayasızlığı yayanlar, müminlerin toplu­luğunda zina haberlerinin yayılmasını ve hayasızlığın yaygınlaşmasını arzu edenler için dünyada acıklı bir azap -yani kazif haddi-, ahirette ise cehennem azabı vardır. Allah her şeyin gerçek yönünü gayet iyi bilir. O'na hiçbir şey gizli kalmaz. Kalplerde olan sırları gayet iyi bilir. Her şeyi O'na havale edin ki irşad edilesiniz. Sizler bilginizin eksikliği, eşyayı tanıma eksikliği ve sadece karine ve emarelere dayanmanız sebebiyle bu gerçekleri bilmezsiniz.
İmam Ahmed, Sevban'dan (r.a.) Peygamberimiz'in (s.a.) şu hadis-i şerifini nakletmektedir: "Allah'ın kullarına eziyet etmeyin. Onları ayıplamayın. Onla­rın kusurlarını araştırmayın. Çünkü kim müslüman kardeşinin kusurlarını araştırırsa Allah da onun kusurlarını ortaya koyar, hatta onu kendi evinde rezil eder."
Rasulullah (s.a.) Abdullah b. Übeyy, Hassan ve Mistah'a celde vurdu. Saf-van Hassan'a vurmak üzere oturdu. Kılıçla bir defa vurdu. Hassan'ın gözü kör oldu.
Bu eğitici edebin derin anlamı vardır. Zira bir toplumda hayasızlığın yay­gınlaşması ve insanların bu suçu işlemeleri hususunda cür'et verir, bu fiili ko­layca işlemelerine sebep olur.
Bu ayet sadece hayasızlığın yaygınlaşmasını arzu etmenin bile azaba uğ­ramak için yeterli olduğuna delâlet etmektedir. Hayasızlığı fiilen yayanlar ise daha şiddetli cürüm, günah ve cezaya maruz kalmaktadır. Hayasızlığın yayıl­masını arzu etmenin kaynağı kin ve nefrettir. İnsanların yaşadıkları düzenli­lik, istikrar, sevgi ve kaynaşmaya karşı kıskançlık yapmak ve insanlara karşı böbürlenmektir. Abdullah b. Übeyy gibi kin ve haset dolu kişiler de bu şereftir diye bu güzel toplumun temel direklerini kemirmeye ve onun şerefini düşürme­ye, ırz ve şerefine dil uzatmaya çalışırlar.
8-  "Ya üzerinizde Allah 'in lütfü ve rahmeti olmasaydı ve Allah çok şefkatli ve çok merhametli olmasaydı?"
Yani eğer ilâhî lütuf ve rahmet olmasaydı başka bir durum olurdu. Hazfe­dilmiş olan cevap şöyledir: Helak olurdunuz yahut Allah size azap eder ve sizi kökten yok ederdi. Fakat Allah Tealâ kullarına karşı çok şefkatlidir, çok mer­hametlidir. Bu olaydan dolayı tevbe edenlerin tevbelerini kabul etmiş, hayırlı olan yola irşad etmiş, en sağlam yolu göstermiş, sapma yönünde devam etme­nin tehlikesinden sakındırmış, bu çirkin fiilin yani peygamber ailesinin ırzına dil uzatmanın tehlikesini beyan etmiştir. Dolayısıyla hamd ve minnet sadece O'na mahsustur.
Bu sebeple Cenab-ı Hak bundan sonraki ayette şeytanın vesveselerine uy­maktan sakmdırmıştır:
9- "Ey iman edenler! Şeytanın adımlarına uymayın. Kim şeytanın adımla­rına uyarsa şüphesiz ki şeytan o kimseye mutlaka hayasızlığı ve kötülüğü emre­der. " Ey Allah'a ve Rasulü'ne inanıp onları tasdik edenler! Şeytanın yollarında yürümeyi, şeytanın vesveselerine tesirlerine ve emrettiği şeylere, iftiraya, iman edenler arasında hayasızlığı yayma tekliflerine kulak vermeyin. Çünkü kim şeytanın vesveselerine uyarsa, onun izini takip ederse kaybeder, hüsrana uğrar. Çünkü şeytan sadece hayasızlığı (son derece çirkin olan şeyleri) ve mün-keri (yani şeriatın inkâr ettiği, haram kıldığı ve aklın çirkin görüp nefret ettir­diği) şeyleri emreder. Dolayısıyla hiçbir müminin şeytana uyması doğru değil­dir. Bu ifade açık bir uyarı ve nefret ettirme ifadesidir.
Allah Tealâ her ne kadar bu ayette şeytanın vesveselerine tabi olmaktan nehyetmişse de bu nehiy bütün mükelleflere aittir. Bunun delili "Kim şeytanın adımlarına uyarsa şüphesiz ki şeytan o kimseye mutlaka hayasızlığı ve kötülü­ğü emreder." ayetidir. Dolayısıyla bütün mükellefler bundan men edilmişlerdir. Müminlerin özellikle zikredilmesinin hikmeti iftiracıların durumuna benzeme­mek için masiyeti terk etmek hususunda onların daha titiz davranmaları için­dir.
"Allah'ın lütfü ve rahmeti olmasaydı, içinizden hiçbiri ebediyyen temize çıkamazdı." Bu tekrar kullara olan ikram ve nimeti te'kit etmek içindir. Ayetin manası şudur: Allah günahları silip süpüren tevbeye muvaffak kılmak suretiy­le nimetlerle ve bol rahmetle sizin üzerinize lütufta bulunmasaydı, kimseyi gü­nahından temizlemezdi; şirk, fücur ve çirkin ahlâk hastalıklarından kurtar­maz, sadece derhal ceza verirdi. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Allah zulümleri sebebiyle insanları muaheze edecek olsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı." (Nahl, 16/61). Razî diyor ki: Mümin dinde "salih" kişi olma husu­sunda Allah Tealâ'nın rızasını kazanacak dereceye ulaşınca "zekî (temizlen­miş)" olarak adlandırılır.
"Fakat Allah dilediğini temize çıkarır. Allah her şeyi gayet iyi işiten ve ga­yet iyi bilendir." Sonsuz kudret ve hikmet sahibi olan Allah Tealâ, Hassan, Mis-tah ve iftira kıssasına adı karışan diğer kimselerin tevbelerini kabul etmek gibi mahlûkatından dilediklerinin tevbelerini kabul etmek ve onları kendisini ra­zı kılacak hususlara muvaffak kılmak suretiyle mahlûkatından dilediği kimse­leri temize çıkarır. Allah kullarının sözlerini özellikle masiyete düşmede ve ma-siyetten kurtulma hususunda ihlâs sahibi olma durumunda ve masıyetin gü­nahlarından aklanmak noktasındaki sözlerini gayet iyi işitir. Hidayet ve dalâ­lete lâyık olan kimseleri, sözleri, davranışları, hayasızlığın yaygınlaşmasında ısrar edenleri ve bunlardan tevbe edenleri gayet iyi bilir. Her insan yaptığı amellerinin karşılığını verir.
Bu ifade günahlardan temizlenmeyi, tevbeye ihlâsla yönelmeyi açık bir şe­kilde teşvik etmektedir.
İftiracılara ve onların sözlerini duyanlara edep dersi verdikten sonra Al­lah Tealâ, Mıstah'a artık ebediyyen infakta bulunmamaya yemin eden Hz. Ebubekir'e (r.a.) de edep dersi verdi.
Müfessirler diyorlar ki: Bu ayet (Nur, 24/22) iftiracılara uyan Hz. Ebubekir'in teyzesinin oğlu Mistah'a infakta, yardımda bulunmamak üzere ye­min etmesi üzerine nazil olmuştu. Mistah, Hz. Ebubekr'in himayesinde bir ye­tim olup Hz. Ebubekir ona ve diğer yakınlarına infakta bulunuyordu. Cenab-ı Hak şöyle buyurdu:
"İçinizden fazilet ve imkân sahipleri, akrabalara, yoksullara, Allah yolun­da hicret edenlere yardım etmemeye yemin etmesinler." Yani dinde, ahlakta ve ihsanda fazilet sahipleri, mal ve servet hususunda imkân sahipleri Hz. Ebu Bekir'in teyzesinin oğlu olan, Mekke'den Medine'ye hicret eden fakir bir müslü-man olup Bedir savaşma katılan Mistah gibi yoksul ve muhacir yakınlarına vermemek üzere yemin etmesinler. Bu ayette Hz. Ebubekir'in (r.a.) faziletine ve şerefine delil vardır, sıla-i rahime teşvik vardır. Bu ayet sıla-i rahim husu­sunda yumuşaklık ve şefkatte son noktadır.
"Affetsinler ve müsamahalı davransınlar." Yani kötülük işleyenleri affet­sinler, günahkâr kimsenin hatasını bağışlasınlar. Ona ceza vermesinler. Onu bağışlarından mahrum kılmasınlar. Önceki iyiliklerine tekrar dönsünler. Çün­kü bir defa hata eden kimseyi cezalandırmakta şiddetli davranılmamalıdır. Meselâ, Mistah had ve darbe ile cezalandırıldı. Bu yeterlidir. Bir defa ayağı kaydı. Allah da onun tevbesini kabul etti.
"Siz Allah'ın sizi affetmesini arzu etmez misiniz1? Allah çok mağfiret eden ve çok merhamet edendir." Yani siz Allah'ın sizin günahlarınızı örtmesini iste­mez misiniz? Zira ceza amelin cinsindendir. Sana karşı hata edenin hatasını affettiğin gibi Allah da seni affeder. Senin müsamaha gösterdiğin gibi sana mü­samaha gösterilir: "Merhamet etmeyene merhamet edilmez. "[7]
Allah, itaat edip tevbe eden kullarının günahlarını mağfiret edicidir. Onlara karşı çok merhametlidir. İşledikleri, sonra da tevbe ettikleri hata sebebiyle onlara azap etmez. Siz de Allah'ın ahlakıyla ahlâklanın.
Bu ifade müminleri af ve müsamahaya teşvik etme ve tevbe edenlerin gü­nahlarını mağfiret etme şeklinde değerli bir vaaddir. Bu sebeple Hz. Ebubekir (r.a.) derhal şu sözü söyledi: "Evet Allah'a yemin olsun ki, ey Rabbimiz biz se­nin bizi mağfiret etmeni arzu ediyoruz." Sonra da Mistah'a daha önce yaptığı infakı tekrar yapmaya başladı. Şöyle diyordu. "Vallahi ona yaptığım bu infakı ebediyyen kaldırmayacağım." [8]

İfk (Hz. Aişe'ye İftira) Kıssasında Zina İthamının Ahiretteki Cezası


23- İffetli, hiç bir şeyden habersiz mümin kadınlara zina ithamında bulunanlar, dünyada da ahirette de lanetlenmişler­dir. Onlar için büyük bir azap vardır.
24- O gün onların dilleri, elleri ve ayak­ları işledikleri fiiller sebebiyle kendile­rinin aleyhinde şahitlik edecektir.
25- O gün Allah onlara hak ettikleri ceza­yı tam olarak verecek ve onlar Allah'ın apaçık hak olduğunu bileceklerdir.
26- Kötü kadınlar kötü erkeklere, kötü erkekler kötü kadınlara, temiz kadınlar temiz erkeklere, teiniz erkekler temiz kadınlara yakışır. İşte o tertemiz olan­lar onların söylediklerinden çok uzak­tırlar. Onlar için mağfiret ve değerli rı-zık vardır.

Nüzul Sebebi


Taberanî Dahhak b. Müzahim'den naklediyor: Bu ayet özellikle Peygam-:erimiz'in (s.a.) hanımları hakkında indi: "İffetli, hiçbir şeyden habersiz mümin -adınların..."
İbni Ebî Hatim, İbni Abbas'tan naklediyor: Bu ayet özellikle Hz. Aişe (r.a.) kkmda inmiştir.
İbni Cerir Hz. Aişe'den (r.a.) naklediyor: Bana bu iftira yapıldığında ben -r şeyden habersizdim. Bu haber daha sonra bana ulaştı. Rasulullah (s.a.) -nim yanımda iken ona vahyedüdi. Sonra doğrularak oturdu. Yüzünü sıvaz­ladı ve:
- Ya Aişe! Müjdeler olsun, dedi. Ben de:
- Allah'a hamdolsun, sana değil, dedim. Peygamberimiz:
-  "İffetli, hiçbir şeyden habersiz mümin kadınlara zina ithamında bulunanlar..." ayetini okudu.
Taberanî Hakem b. Uteybe'den naklediyor: Halk Hz. Aişe'nin meselesini konuşunca Rasulullah (s.a.) Hz. Aişe'ye haber gönderip şöyle dedi:
- Ya Aişe! İnsanlar ne diyorlar? Hz. Aişe:
-  Mazeretim  semadan ininceye kadar ben hiçbir şekilde özür ıilemeyeceğim, dedi. Bunun üzerine Cenab-ı Hak Nur suresinden 15 ayet in-ürdi. Sonra da 26. ayetin sonuna kadar okudu. Bu hadis mürsel olup isnadı sahihtir. [9]

Açıklaması


"İffetli, hiçbir şeyden habersiz mümin kadınlara zina ithamında bulunan­lar..." Zina ithamından çok uzak, iffetli, Allah ve Rasulü'ne inanan kadınları hayasızlık ve fuhuşla itham edenler dünya ve ahirette Allah'ın rahmetinden koyulmuşlardır. Allah'ın gazabı ve öfkesi onların üzerinedir.
Onlara bu cürümlerinin ve iftiralarının karşılığı olarak ahirette büyük ve şiddetli bir azap vardır. Bu kazfin büyük günahlardan biri olduğuna delildir.
İmam Ahmed, Buharı ve Müslim'in Ebu Hureyre'den (r.a.) rivayet ettik­lerine göre Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuşlardır: "Helak edici yedi şey­den sakının." Peygamberimize:
- Bunlar nelerdir ya Rasulallah, diye soruldu. Efendimiz:
- Allah'a şirk koşmak, sihirbazlık, Allah'ın haram kıldığı cana haksız yere kıymak, faiz yemek, yetim malı yemek, savaş günü kaçmak, hiçbir şeyden habersiz iffetli mümin kadınlara zina ithamında bulunmak.
Ebu'l-Kasım et-Taberanî, Huzeyfe'den Peygamberimiz'in (s.a.) şu hadisini rivayet etmektedir: "İffetli bir kadına zina ithamında bulunmak 100 senelik ameli silip götürür."
"O gün onların dilleri, elleri ve ayakları işledikleri fiiller sebebiyle ken­dilerinin aleyhine şahitlik edecektir." Yani onların kıyamet günündeki azabı, dilleri, elleri ve ayakları vb. azalarıyla işledikleri söz ve fiiller sebebiyle ken­dilerinin aleyhine şahitlik edecekleri günde olacaktır. Zira onları Allah kud­retiyle konuşturacaktır. Nitekim bir başka ayette şöyle buyurulmaktadır: "On­lar derilerine: "Niçin bizim aleyhimize şahitlik yaptınız?" diyecekler. Kendi deri­leri de: Bizi, her şeyi konuşturan Allah konuşturdu diyecektir." (Fussılet, 41/21).
İbni Ebî Hatim ve İbni Cerir, Ebu Said el-Hudrîden Peygamberimiz'in (s.a.) şu hadisini rivayet ediyorlar: "Kıyamet günü olduğu zaman kâfire kendi ameli tanıtılır, kâfir inkâr eder ve tartışma çıkarır. Ona:
-  İşte şunlar senin komşuların, senin aleyhine şahitlik ediyorlar, denilir. Kâfir:
- Yalan söylüyorlar, der. Ona:
- İşte ailen ve yakın akrabaların da... denilir.
- Yalan söylüyorlar, der. Kâfirlere:
- Yemin edin, denilir. Yemin ederler. Sonra da Allah onları sağır kılar. El­leri, dilleri onların aleyhine şahitlik ederler. Sonra da Allah onları cehenneme koyar."
"O gün Allah onlara hak ettikleri cezayı tam olarak verecek ve onlar Al­lah'ın apaçık hak olduğunu bileceklerdir." Bugünde Allah onların hesaplarını veya amellerinin karşılığını tam olarak verecektir. Onlar da Allah'ın vaadinin, vaîdinin ve hesabının hiçbir zulmün bulunmadığı adaletin ta kendisi olduğunu gayet iyi bileceklerdir.
Zemahşerî -Allah ona rahmet eylesin ve Kur'an-ı Kerim'e yaptığı çok dakik tefsirinden dolayı onu en hayırlı mükâfatla mükâfatlandırsın- diyor ki: Kur'an'm tamamını incelesen ve Allah'ın isyankârlara yaptığı tehditleri araş-tırsan Allah Tealâ'nın Hz. Aişe'ye (r.a.) iftira konusundaki sert ifadeler kadar hiçbir konuda sert ifade kullanmadığını görürsün. Bu konuda şiddetli vaid, tesirli ceza, dehşetli zecir ifadeleriyle dolu, bunu işleyenin cezasının büyük ol­duğunu, buna teşebbüste bulunanın dehşetli bir şey yaptığını çeşitli yollarla, her biri kendi babında yeterli, dikkat çekici üslûplarla anlattığını görürsün. Sadece bu üç ayet inmiş olsaydı bile bu konuda yeterli olurdu. Zira zina it­hamında bulunanları her iki dünyada lanete müstahak kılmakta ve onları ahirette büyük azapla tehdit etmektedir. Dillerinin, ellerinin ve ayaklarının yaptıkları iftira ve bühtanlarla kendilerinin aleyhinde şahitlik yapacağını ve Allah'ın kendilerine lâyık oldukları hak ve vacip olan cezalarını tam olarak vereceğini, nihayet o zaman Allah'ın apaçık hak olduğunu bileceklerini bir teh­dit olarak belirtmektedir.[10]
Bu sözden de Fahreddin Razî'nin sözünden de anlaşılmaktadır ki Allah Tealâ bu zina ithamında bulunanları üç şeyle cezalandırmıştır:
- Dünya ve ahirette lanete uğramış olmaları ki bu büyük bir vaîddir.
- Dillerinin, ellerinin ve ayaklarının kendi yaptıklarına şahitlik etmeleri,
- Amellerinin karşılığının tam olarak verilmesi.
"Din" ceza manasındadır. Meselâ, nasıl muamele edersen öyle ceza görür­sün, sözünde "dâne" fiili bu anlamdadır. Bir başka görüşe göre din, hesap manasındadır. Nitekim Cenab-ı Hak "İşte sağlam din budur." Yani doğru hesap Dudur, buyurmaktadır. Hak: Verilen cezanın müstahak oldukları miktarda ol­masıdır. Çünkü bu haktır, bundan fazlası batıldır.
Cenab-ı hak bundan sonra Hz. Aişe'nin suçsuz olduğuna elle tutulur, gözle jörülür maddi delil getirerek şöyle buyurdu:
"Kötü kadınlar kötü erkeklere, kötü erkekler kötü kadınlara, temiz kadın-
ar temiz erkeklere, temiz erkekler temiz kadınlara yakışır..." Yani zina eden
kötü kadınlar zina eden kötü erkeklere yakışır. Zina eden kötü erkekler zina
eden kötü kadınlara yakışır. Çünkü herkese lâyık olan, söz ve davranışlarda
onun benzeridir. Zira ahlâk hususundaki benzerlik ve tabiatlerdeki uygunluk
ülfetin ve iyi geçimin esaslarındandır. Bu ayet aynen şu ayet gibidir: "Zina eden erkek sadece zina eden kadınla veya müşrik kadınla nikahlanır. Zina eden kadını da ya zina eden bir erkek ya da bir müşrik nikâhlar." (Nur, 24/3).
Buna göre "kötü ve iyi olan" kadınlardır. Yani kötü kadınlara yaraşan kötü erkeklerle evlenmektir. Temiz erkeklere yaraşan temiz kadınlarla evlenmektir.
"Habisat" kelimesinden murad edilen mananın iftiracılardan vaki olan kazif kelimeleri olması caizdir. Buna göre ayetin manası şudur: İftiracıların kötü sözleri kötü adamlara yakışır. Aksi de doğrudur: İftirayı inkâr edenlerin iyi sözleri iyi adamlara yaraşır. Aksi de doğrudur.
Rasulullah'ın (s.a.) iyilerin incisi, ilklerin ve sonuncuların en hayırlısı ol­ması sebebiyle o yüce peygamberin hanımı Sıddîka (r.a.) iyi hanımların en iyilerindendir. Böylece iftiracıların yaydığı söylenti batıl olmaktadır. Bu söz Hz. Aişe (r.a.) için darb-ı mesel makamında cereyan etmektedir. Ona atılan iftira onun nezahet ve iyiliği durumuna uymamaktadır. Birinci görüş zahir olan husustur.
"İşte o tertemiz olanlar onların söylediklerinden (iftiradan) çok uzaktırlar. Böyleleri için mağfiret ve değerli rızık vardır." İşte Safvan ve Hz. Aişe gibi ter­temiz kadın ve erkekler kötü erkek ve kadınlardan oluşan iftiracıların söy­lediklerinden çok uzaktırlar.
Bu kimseler için haklarında söylenen yalan söz sebebiyle günahlarından mağfiret ve Allah nezdinde Naîm cennetlerinde değerli bol rızık vardır. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Biz onlar için bol rızık hazır­ladık." (Ahzab, 33/31).
Hz. Aişe'den (r.a.) rivayet edilmiştir ki: Başka hiçbir kadına verilmeyen şu dokuz şey bana verilmiştir:
1- Peygamberimiz (s.a.) benimle evlenmekle emrolunduğu zaman Cebrail avucunda benim suretim olduğu halde inmiştir.
2- Peygamberimiz (s.a.) beni bakire olarak aldı. Benden başka bakire ile evlenmedi.
3- Peygamberimiz (s.a.) başı benim kucağımda olduğu halde vefat etti.
4- Benim evime gömüldü. Melekler onu benim evimde kuşattılar.
5- Ona aileleriyle birlikte vahiy indiğinde diğer hanımları Peygam-berimiz'den (s.a.) ayrılıyorlardı. Halbuki ben onunla aynı örtü altında olduğum halde vahiy gelmişti.
6- Ben onun halifesinin ve Sıddîk'ının kızıyım.
7- Benim mazeretim (suçsuzluğum) semadan indi.
8- Ben tayyib (güzel şahsiyet) yanında tayyibe (güzel kadın) olarak yaratıldım.
9- Mağfiret ve bol, değerli rızık vaad olundu. Hz. Aişe bununla şu ayeti kast etmektedir: "Bu kimseler için mağfiret ve değerli rızık -yani cennet- var­dır." [11]

Evlere Giriş İçin İzin İsteme Ve Adabı


27- Ey iman edenler! Kendi evlerinizden başka evlere izin almadan ve orada bulunanlara selâm vermeden girmeyin,  şünürseniz bu sızın için daha hayır- 1

28- Eğer orada kimseyi bulamazsanız, size izin verilmedikçe içeriye girmeyin. Eğer size "geri dönün" denilirse hemen dönün. Bu (davranış) sizin için daha temizdir. Allah yaptıklarınızı çok iyi
büir"
29- İçinde eşyanız bulunan, oturuhnayan evlere (izinsiz) girmenizde bir mahzur yoktur. Allah sizin açığa vurduğunuzu da, gizlediğinizi de gayet iyi bilir.

Açıklaması


Bu esaslar toplum hayatının düzenini ve ailelerin evlerdeki durumunu or­taya koymaları sebebiyle sevgi ve muhabbet bağlarını korumak, müminler arasındaki karşılıklı ziyaret ve iyi geçimi devam ettirmek için konulan ve yük­sek medeniyet ifade eden sosyal, şer'î edeplerdir.
Cenab-ı Hak şöyle buyurdu: "Ey iman edenler! Kendi evlerinizden başka evlere izin almadan ve orada bulunanlara selâm vermeden girmeyin..." Yani ey Allah'ı ve Rasulünü tasdik edenlerîBaşkalarınm evine size izin verilmeden ve aile halkına selâm vermeden girmeyin. Böylece başkalarının özel hayatına bakmamış, vakıf olmanız sizin için helâl olmayan şeylere vakıf olmamış, orada bulunanlara ansızın görünmemiş, böylece onları sıkıntıya düşürmemiş ve rahatsız etmemiş, dolayısıyla can sıkıntısına, daralmaya ve nefrete sebep ol­mamış olursunuz.
O halde bir yere girmeden önce mutlaka izin alınmalı ve gelen kimsenin bilinmesi için kapının dışında selâm verilmelidir.
Selâm, geçmiş zamanda da âdet idi. O zaman evlerin kapıları bugünkü gibi yeteri şekilde sağlam kapanmış ve örtülmüş değildi. Ayrıca o zaman evler­de perde yoktu.
"İsti'nâs" kelimesi bilgi sahibi olmak, keşfetmeyi istemek demektir ve "ânese" kökünden gelmiştir. Anese ise bir şeyi zahir ve açık olarak gördü demektir. Kim başkasının evine girmek isterse ünsiyet sahibi olmalı yani o ev halkının kendisine girmek için izin verip vermeyeceklerini öğrenmelidir. "Çocuklarınız bulûğ çağına eriştikleri zaman onlardan öncekiler (büyükleri) izin istedikleri gibi onlar da izin istesinler." (Nur, 24/59) ayetinin delaletiyle is­ti'nâs izin istemek manasındadır. İbni Abbas (r.a.) kendisinden rivayet edilen daha sahih rivayete göre isti'nâsı isti'zân olarak tefsir ediyordu. İsti'nâs izin is­tendikten ve iznin meydana gelmesinden sonra hâsıl olur.
İzin isteme mendup olarak üç defa olur. Ziyaretçiye izin verilirse içeri girer, aksi takdirde ayrılır. Nitekim İmam Malik, Ahmed, Buharî, Müslim ve Ebu Davud'un Ebu Musa ve Ebu Said'den rivayet ettikleri sahih hadise göre, Ebu Musa el-Eş'arî Hz. Ömer'in huzuruna girmek için üç defa izin isteyip de izin verilmeyince ayrıldı. Sonra Hz. Ömer (r.a.):
-  Ben Abdullah b. Kays, Ebu Musa el-Eş'arî'nin izin isteme sesini duy­madım mı? Ona izin verin, buyurdu. Onu aradılar, gitmiş olduğunu anladılar. Ebu Musa daha sonra gelince Hz. Ömer (r.a.):
- Seni döndüren sebep nedir? diye sordu. Ebu Musa:
-  Ben üç defa izin istedim, bana izin verilmedi. Ben Peygamberimiz in (s.a.) şöyle buyurduğunu işittim: "Sizden biriniz üç defa izin ister de izin veril­mezse oradan ayrılsın."
Ayetin zahirine göre içeri girmeden önce mutlaka izin istenmeli ve selâm verilmelidir. Ancak birincisi yani izin istenmesi vacip, ikincisi yani selâm veril­mesi menduptur. Nitekim her yerde selâm vermenin hükmü budur. Ancak izin istemede de vacip olan bir defa istemektir. Üç defa izin istemek ise daha önce geçtiği gibi menduptur.
Görüldüğü gibi izin istemek selâmdan önce zikredilmiştir. Çünkü Kuran tertibinde asıl olan, olayların sırasına uygun olmasıdır. Bazı alimler de bu görüştedirler.
Cumhur ise selâmın izin istemeye takdim edileceği görüşündedirler. Bunun delilleri ise şunlardır:
Tirmizî, Cabir'den (r.a.) rivayet ediyor: "Selâm kelâmdan öncedir." Buharî el-Edebü'l-Müfred'de ve İbni Ebî Şeybe Musannef'inde Ebu Hurey-
re'den (r.a.) selâm vermeden izin isteyen kimse hakkında: "Selâm verinceye
kadar ona izin verilmez." dediğini nakletmişlerdir.
Kasım b. Asbağ ve İbni Abdilberr, İbni Abbas'tan (r.a.) naklediyorlar: "Hz. Ömer (r.a.) Peygamberimiz'in (s.a.) huzuruna girmek için izin istedi ve şöyle dedi: Allah'ın Rasulüne selâm olsun. Allah'ın selâmı üzerinize olsun. Ömer girebilir mi?"
Selâm da üç defa olmalıdır. Nitekim İmam Ahmed Enes'ten (r.a.) rivayet ediyor ki: Peygamberimiz (s.a.) Sa'd b. Ubade'nin yanına girmek için izin istedi ve şöyle buyurdu:
- es-Selâmü aleyke ve rahmetullah. Sa'd de:
-  Ve aleyke's-selâmü ve rahmetullah, diye cevap verdi. Ancak sesini Pey-gamberimiz'e (s.a.) ulaştıramadı. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.) üç defa telânı verdi. Sa'd de üç defa selâmını aldı.
İzin istemenin ve selâm vermenin hikmeti Ebu Davud'un Hüzeyl'den nvayet ettiği şu hadisin delaletiyle görülmesi haram olan şeylere muttali ol­maya engel olmaktır. Hüzeyl anlatıyor: Bir zat geldi (Osman: "Bu zatın ismi Sa'd idi." diyor), izin istemek için Peygamberimiz'in (s.a.) kapısında ayakta iurdu (Osman: "kapıya yönelerek" demiştir.). Peygamberimiz (s.a.) yönünü çevirerek: "İşte böyle dur. İzin istemek bakmayı engellemek içindir." buyurmuş­tur.
Buharî ve Müslim'in Sa/u/ılerinde Peygamberimizin (s.a.) şöyle buyur­duğu rivayet edilmiştir: "Eğer bir kişi senin evine izinsiz olarak muttali olursa sen de ona bir taş atıp gözünü çıkarırsan sana hiçbir günah olmaz."
Bu iki hadiste anlatılmak istenen husus şudur: İzin isteme edeplerinden biri, izin isteyen kişinin açılacak kapıya doğru yüzünü çevirmemesi, kapının sağında veya solunda durması ve evin içine bakmamasıdır.
Rivayete göre Ebu Said el-Hudrî (r.a.) yüzünü kapıya çevirerek Peygam-berimiz'den (s.a.) izin istedi. Peygamberimiz (s.a.): "Kapıya yüzünü dönerek izin isteme." buyurdu.
Bu durumda kapının açık veya kapalı olması fark etmez. Çünkü kapıyı çalan kimsenin gözü kapı açıldığı anda caiz olmayan şeyleri ya da aile halkının görmesini istemediği şeyleri görebilir.
Kapıyı çalan kimse âmâ bile olsa izin istemek vaciptir. Çünkü evlerdeki bazı özel durumlar kulakla idrak edilebilir. Ya da ev halkı âmânın eve gir­mesinden rahatsızlık duyabilir. Daha önce geçen "İzin istemek bakışı engel­lemek için meşru kılınmıştır." hadisi genel duruma göre söylenmiştir.
İzin istemenin vacip oluşu konusunda kadınla erkek, mahremle nâmah­rem arasında fark yoktur. Çünkü hüküm umumidir. İsterse ziyaretçi baba ol­sun, isterse evlât olsun aynıdır.
İmam Malik'in Muvatta'ından Ata b. Yesar'dan rivayet ettiğine göre bir adam:
-  Ya Rasulallah! Annemden de izin isteyeyim mi? diye sordu. Peygam­berimiz (s.a.):
- Evet, diye cevap verdi. Adam:
- Ona benden başka hizmet eden kimse yok. Her yanma girdiğimde izin is­teyeyim mi? diye sordu. Efendimiz (s.a.):
- Onu çıplak görmek ister misin? dedi. Adam:
- Hayır, dedi. Efendimiz (s.a.):
- O halde onun odasına girerken izin iste, buyurdu.
İbni Cerir ve Beyhakî İbni Mes'ud'dan naklediyorlar: "Anneleriniz ve kız-kardeşlerinizden izin istemek zorundasınız." Taberî Tavus'un şu sözünü rivayet ediyor: "Mahrem olan bir kadının görülmesi haram olan yerlerini görmekten daha çirkin saydığım bir şey yoktur."
Buna göre mahrem kadınlardan izin istemek de vacip olmakta ve bunun terk edilmesi caiz olmamaktadır. İbni Abbas buna şu ayeti delil gösterdi: "Çocuklarınız bulûğa eriştikleri zaman kendilerinden öncekilerin -büyük­lerinin- izin istediği gibi izin istesinler." Ayet yabancı ile mahrem arasında ayırım yapmamıştır.
27. ayette yer alan evler anlamındaki kelime nehiy cümlesinde bir nekre olup oturulan ve oturulmayan evleri içine alan genellemeyi ifade etmektedir. Ancak bu ayeti takip eden "... oturulmayan evlere -izinsiz- girmenizde bir mah­zur yoktur." ayeti birinci ayetin manasının sadece oturulan evlere ait sayılmasını gerektirmektedir. Buna göre 27. ayetin manası şöyle olacaktır-. Ey muhataplar! Başkalarına ait olan içinde oturulan evlere izin almadan gir­meyin.
Cenab-ı Hak bundan sonra izin isteme ve selâm vermenin emredilmesinin hikmetini zikrederek şöyle buyurdu:
"Düşünürseniz bu sizin için daha hayırlıdır." Yani izin isteme ve selâm verme her iki taraf için, hem izin isteyen hem de aile halkı için ansızın girmek­ten ve cahiliyet selâmından daha hayırlıdır. Cahiliyette bir adam evinden baş­ka bir eve girerken "İyi sabahlar!. İyi akşamlar!" der ve içeri girerdi. Bazan da ev sahibinin hanımıyla bir arada aynı örtü altında bulunduğu vakte tesadüf ederdi. "Düşünürseniz" ifadesi bir mahzufa müteallaktır. Yani, Rabbiniz size bu ayetleri düşünesiniz, ibret alasınız ve sizin için daha uygun olanı bilmeniz için indirdi ve irşadda bulundu, demektir.
"Hayır" kelimesi burada ism-i tafsildir. "Lealle" kelimesi de ta'lil (sebep bildirmek) içindir. Bununla illeti beyan edilen hüküm cümlenin gelişinden an­laşılmaktadır. Yani Allah size bu edebi gösterdi ve sizin daima bunu düşün­meniz ve gereğiyle amel etmeniz için bunu size beyan etti.
Cenab-ı Hak bundan sonra ikinci bir durumun -evlerin içinde oturanların bulunmadığı durumun- hükmünü beyan ederek şöyle buyurmaktadır:
"Eğer orada kimseyi bulamazsanız size izin verilmedikçe içeriye girmeyin." Yani başkalarının evinde size izin verecek bir kimse bulamazsanız, ev sahibi size izin verinceye kadar oraya girmeyin. Bu durumda giriş helâl olmaz. Çünkü bu durum başkasının mülkünde sahibinin izni olmadan tasarrufta bulunmak demektir. Ayrıca evlerin bir mahremiyeti vardır.
Evlerde ev sahiplerinin hiçbir kimsenin muttali olmasını istemediği özel gizli durumlar da vardır. Eve girilmesine engel olan husus sadece haram olan noktalara muttali olmak değildir. Bunun yanında insanların genellikle giz­ledikleri hususlara muttali olmak da vardır. Çocuğun ve hizmetçinin izin ver­mesi de sahiplerinin bulunmadığı evlere girmeyi mubah kılmaktadır. Eğer ev­de varsa ev sahibinin elçisi durumunda olan çocuk ve hizmetçinin izni muteberdir. Aksi takdirde eve girmek caiz değildir.
"Eğer evlerde hiçbir kimseyi bulamazsanız ..."ayetinin kapıyı çalan kim­senin kanaatidir. Kapıyı çalan kimse evde hiçbir kimsenin olmadığı kanaatinde ise onun eve girmesi helâl değildir.
Fakat mantık ve şeriat ölçüsü olarak yangın, boğulma veya bir münkere karşı koymak ya da bir suçu engellemek v.b. sebeplerle eve zorla girmek gibi zaruret durumu bundan müstesnadır.
"Eğer size "geri dönün" denilirse hemen dönün. Bu (davranış) sizin için daha temizdir." Yani ev sahibi sizden dönmenizi isterse dönün. Çünkü dönmek sizin için daha hayırlı, din ve dünya bakımından daha temizdir. Ey müminler! Sizin izin istemede, kapıda ayakta beklemekte veya reddedildikten sonra kapının önünde oturmakta ısrarlı davranmanız sizin için uygun değildir. Çün­kü bu çeşit ısrar zillettir, ayıptır, ev sahibine sıkıntıdır.
"Allah yaptıklarınızı çok iyi bilir." Yani Allah sizin niyetlerinizi, sözlerinizi ve davranışlarınızı gayet iyi bilir, amellerinizin karşılığını verir. Bu Allah'ın ir-şad ettiği hususlara aykırı davranan kimselere bir tehdittir. Burada bu şekilde haber vermekten maksat bu amellere karşılığının verileceğini kararlaştırmak­tır.
Sonra Allah Tealâ oturulmayan evlerin hükmünü beyan ederek şöyle buyurmuştur:
"İçinizde eşyanız bulunan, oturulmayan evlere -izinsiz- girmenizde bir mahzur yoktur." Yani özel ikamet için kullanılmayan otel, ticari mağazalar, genel hamamlar gibi umuma ait yerlerde sizin için bir menfaat varsa, gecele­mek, eşya depo etmek, alış-veriş yapmak, banyo etmek gibi istifade etmek için bu gibi yerlere -izinsiz- girmekte hiçbir günah ve hiçbir sakınca yoktur.
"Allah sizin açığa vurduğunuzu da gizlediğinizi de gayet iyi bilir." Allah Tealâ eve giriş esnasında izin istemek gibi açığa vurduğunuz hususları ve in­sanların özel durumlarına muttali olmak arzusu gibi kötü maksatlar giz­lemenizi de gayet iyi bilir. Bu ifade, gizli özel durumlara muttali olmak için ev­lere giren şüphecilere bir tehdit niteliğindedir.
Bu ayet-i kerime bir önceki ayetten daha özel bir ayettir. Başkalarının evine girmeyi mutlak olarak engelleyen önceki ayetin genel hükmünü tahsis etmektedir. Bu ayet içinde kimsenin bulunmadığı evlere veya konaklama yer­lerine giren kimsenin o yerlerde eşyası varsa izinsiz girebilmesini caiz kılmaktadır. Meselâ ilk defa izin aldıktan sonra eve giren misafirin kendisi için hazır­lanan müstakil ev olması, diğer odalar arasında bir oda olmaması gibi... [12]

Harama Bakmanın Ve Örtünmenin Hükmü


30- Mümin erkeklere söyle, gözlerini (harama karşı) yumsunlar, ırzlarını ko­rusunlar. Bu davranış onlar için daha temizdir. Şüphesiz ki Allah onların yaptıklarından haberdardır.
31- Mümin kadınlara söyle, gözlerini (harama karşı) yumsunlar, ırzlarını ko­rusunlar. Görünmesi zaruri olanlar ha­riç ziynetlerini göstermesinler. Başör­tülerini yakalarının üzerine sarkıtsın- kocalarının ba-kocalarının oğul-kardeşlerinin oğulları, kızkardeşlerinin oğulları, bun­ların hanımları, sahip oldukları köle­ler, cinsî arzu duymayan erkek uşaklar müstesna, ziynetlerini göstermesinler. Gizledikleri ziynetlerini bildirmek için ayaklarını yere vurmasınlar. Ey müminler! Hepiniz Allah'a tevbe edin ki kurtuluşa eresiniz.

Açıklama.


"Müminlere söyle, gözlerini yumsunlar." Yani ey Muhammedi Mümin kul­larımıza de ki: Allah'ın size haram kıldığı şeylere karşı gözlerinizi kapayın. Sa­dece Allah'ın bakmaya izin verdiği şeylere bakın.
Ayette "Müminler" kelimesinin kullanılması müminlerin vasıflarından bi­rinin emirlere derhal uymak olduğuna işarettir. Gözü yummaktan murad gözü kapatmak, göz kapaklarını tamamen kapatmak değil, bilakis haya sebebiyle gözleri yere indirmek, harama bakmamak demektir. Ayetteki "min" edatı "teb'îz" içindir. Yani gözlerinin bir kısmını yummak yani harama gözlerini di­kip doyuncaya kadar bakmamaktır. Böylece harama çokça bakan kimse ihtar edilmektedir, azarlanmaktadır.
Nitekim İbni Merduveyh'in rivayet ettiği nüzul sebebinde de aynı durum meydana gelmiştir. Gözleri yummak ile ırzları korumak arasındaki farka gelin­ce, ırzlarda asıl olan istisna edilenler dışında haram olması, bakışta ise asıl olan istisna edilenler dışında mubah olmasıdır.
Eğer herhangi bir kasıt olmaksızın gözümüz nâmahreme ilişirse derhal gözü yere indirmek yahut bir başka tarafa çevirmek vaciptir. Bunun delili Müslim'in Sahih'inde ayrıca Ebu Davud, Tirmizi ve Nesaî'nin Sürtenlerinde Cerir b. Abdillah el-Becelî'den rivayet ettikleri şu hadis-i şeriftir. Cerîr diyor ki: Peygamberimiz'e (s.a.) ansızın önüme çıkan bir nâmahreme bakmayı sordum. Bana hemen gözümü çevirmemi emretti.
Ebu Davud'un Büreyde'den (r.a.) rivayetine göre Peygamberimiz (s.a.) Hz. Ali'ye şöyle demiştir: "Ey Ali! Birinci bakıştan sonra tekrar bakma. Çünkü bi­rinci bakış senin hakkındır, ikincisi senin hakkın değildir."
Buharî'nin Sahih'inde Ebu Said el-Hudrî'den (r.a.) rivayet edildiğine göre ?.asulullah (s.a.):
- Yollar üzerinde oturmaktan sakının, dedi. Ashab:
- Ya Rasulallah! Mutlaka bizim meclislerimiz olmalı, orada konuşmalıyız, rdiler. Peygamberimiz (s.a.):
- Eğer mutlaka olacaksa yolun hakkını verin, buyurdu. Ashab:
- Yolun hakkı nedir, ya Rasulallah? diye sordular. Efendimiz:
- Gözü (harama karşı) kapamak, eziyet verici şeyleri kaldırmak, selâmı al­mak, iyiliği emretmek, kötülüğe mani olmaktır.
Gözü (harama karşı) kapamanın emredilmesi fesada giden yolun kapatıl­ması, günaha varmaya mani olmaktır. Çünkü harama bakmak zinanın haber­lisi, aracısıdır.
Seleften biri şöyle demiştir: Harama bakma kalbe saplanan zehirli bir ok-:ur. Bunun için Cenab-ı Hak ayette ırzı koruma emriyle aslî haram olan zinaya :eşvik edici sebeplerden biri olan gözleri koruma emrini bir arada zikretti. Ce­nab-ı Hak şöyle buyurdu:
"Irzlarını korusunlar." Yani namuslarını zina, livata gibi hayasızlığı irti­kap etmekten ve başkalarının bakışlarından korusunlar. Nitekim İmam Ah-med ve Sünen sahipleri diyor ki: "Hanımın ve elinin sahip olduğu cariyen hariç mahrem yerini koru."
Allah Tealâ bu iki hükümle emredilmesinin hikmetini beyan ederek şöyle buyurdu:
"Bu -davranış- sizin için daha nezihtir." Yani gözleri kapamak ve namusu korumak daha hayırlıdır, kalpleri için daha temizdir, dinleri için daha nezihtir. Nitekim şöyle denilmiştir: Kim gözünü korursa Allah onun basiretinde bir nur meydana getirir.
İmam Ahmed Ebu Ümame'den (r.a.) Peygamberimiz'in (s.a.) şu hadisini nakletmektedir: "Bir kadının güzelliğini görüp de gözünü kapayan hiçbir müs-lüman yoktur ki, Allah ona bunun yerine tatlılığını bulacağı bir ibadet ihsan et­mesin. "
Taberanî Abdullah b. Mes'ud'dan (r.a.) Peygamberimiz'in (s.a.) şu hadis-i kudsîsini rivayet etmektedir: "Nâmahreme bakış İblis'in zehirli oklarından bir oktur. Kim bunu benim korkumla terk ederse onun yerine kalbinde tatlılığını bulacağı bir iman veririm."
İsm-i tafdil veznindeki "daha nezih" manasında gelen "ezkâ" kelimesi gözü harama kapatmanın ve ırzı korumanın gönülleri rezaletlerin kirliliğinden te­mizleyeceği konusunda mübalağa ifade etmek içindir. Buradaki üstünlük tak-iir yoluyla yahut bakışta fayda olduğu kanaatleri itibariyledir.
"Şüphesiz ki Allah onların yaptıklarından haberdardır." Muhakkak ki Al­lah onlardan sadır olan bütün amelleri tam bir ilimle gayet iyi bilir. Ona hiçbir şey gizli kalmaz. Bu bir tehdit ve vaîddir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "O gözlerin hain bakışlarını ve gönüllerin gizlediği şeyleri (sırları) bi­lir. " (Gafir, 40/19). O gizli bakışları ve sair duyguları bilir.
Buharî Sahih'inde -muallak olarak- Ebu Hureyre'den (r.a.) Peygamberimiz'in (s.a.) şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Ademoğluna zinadan na­sibi takdir edilmiştir. Kul hiç şüphesiz buna erişecektir. Gözlerin zinası (nâmah­reme ) bakmaktır. Dilin zinası konuşmaktır. Kulakların zinası işitmektir. Elle­rin zinası dokunmaktır. Ayakların zinası (harama doğru atılan) adımlardır. Nefis temenni eder ve arzu duyar. Tenasül organı da ya bu arzuyu doğrular, ya da yalanlar."
Şer'î hitapların çoğunluğunda kadınlar genellikle erkekler için yapılan hi­taplara -tağlib yoluyla- dahil olmasına muhalif olarak Allah Tealâ erkeklere emrettiği şekilde mümine kadınlara da kendilerine emrolunan hususları te'kit etmek için gözü yummayı ve ırzı korumayı emretti. Kadınlara ait olan ziynetin gösterilmesi, örtünme ve ziynetlerine dikkat çekecek her şeyden sakınma gibi bazı hükümleri beyan etti. Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştu:
"Mümin kadınlara söyle, gözlerini yumsunlar ve ırzlarını korusunlar." Ya­ni Ey Peygamber! Mümine kadınlara da şöyle de: Eşlerinizden başka bakmanız size haram olanlara karşı gözlerinizi yumun. Zina, istimna gibi şeylerden ırzla­rınızı koruyun. Bu sebeple âlimlerin çoğuna göre kadının yabancı erkeklere şehvetli veya şehvetsiz bakması asla caiz değildir.
Bunun delili Ebu Davud ve Tirmizî'nin Ümmü Seleme (r.a.) den rivayet et­tikleri şu hadis-i şeriftir: Ümmü Seleme Meymune ile birlikte Rasulullah'ın ya­nında idi. O sıra İbni Ümmi Mektûm çıkageldi. Peygamberimiz'in (s.a.) huzu­runa girdi. Bu örtünme ile emredildiğimizden sonra idi. Peygamberimiz (s.a.):
- Ondan sakınarak örtünün, buyurdu. Dedim ki:
- Ya Rasulallah! O âmâ değil mi? Bizi görmüyor ve tanımıyor değil mi? Peygamberimiz (s.a.):
- Peki! Siz ikiniz kör müsünüz? Sizler görmüyor musunuz?
Muvattada. Hz. Aişe'nin (r.a.) yanma gelen âmâ sebebiyle örtündüğü riva­yet edilmiştir. Bunun üzerine Hz. Aişe'ye:
- Amâ sana bakmaz, denildi. Hz. Aişe (r.a.):
- Fakat ben ona bakıyorum, dedi.
Diğer bir gurup alim ise kadınların yabancı erkeklere -diz kapağı ile göbek arası hariç- şehvetsiz bakmalarını caiz görmüşlerdir. Bunun delili ise Buharî ve Müslim'in Sahih 'lerinde sabit olan şu hadistir:
Peygamberimiz (s.a.) Habeşlilere bakıyordu. Onlar mescitte bayram günü mızraklarıyla oynuyorlardı. Müminlerin annesi Hz. Aişe (r.a.) de geriden onla­ra bakıyor, Peygamberimiz (s.a.) de Hz. Aişe'yi örtüyordu. Hz. Aişe nihayet yo­ruldu ve döndü.
Bu görüş asrımızda ruhsat verici, kolaylaştırıcı bir görüştür.
İkinci görüşü -yani kadının erkeğe şehvetsiz bakmasının caiz olduğu görüşünü- ileri sürenler Hz. Aişe'nin İbni Ümmi Mektum'dan dolayı örtüye bürün­mesini mendup olarak kabul etmektedirler. Aynı şekilde Hz. Aişe'nin âmâdan dolayı örtünmesi de Hz. Aişe'nin takvası sebebiyle idi.
Kadınların nikaba (peçeye) bürünmüş olarak hiçbir erkeğin kendilerini gö-remiyeceği şekilde çarşılara, mescitlere ve yolculuğa çıkması şeklinde amelin asırlarca devam etmesi ve kadınların erkekleri görmemeleri için erkeklere ni-kab (peçe) takmalarının emredilmemesi bu görüşü desteklemektedir. Dolayısıy­la bu durum bu konuda erkeklerle kadınların hükmünün farklı olduğuna delil­dir.
Cenab-ı Hak daha sonra kadınlara özel bazı hükümler zikretti ve şöyle bu­yurdu:
1- "Görülmesi zaruri olanlar müstesna ziynetlerini göstermesinler." Yani kadınlar ziynetlerini -süslendikleri takı, kına, boya gibi süslerini- takındıkları zaman yabancı erkeklere ziynetlerinden hiçbir şey göstermesinler.
Ziynet gösterilmezse ziynet yerlerinin gösterilmesi evlâ olarak yasak ol­maktadır. Ya da ziynet zikredilmiş, ziynet yerleri kastedilmiştir. Buna göre ziy­net yerlerini göstermesinler demektir. Bunun delili Cenab-ı Hakk'm "Görülme­si zaruri olanlar müstesna..." kavl-i celilidir.
İkinci görüşe göre, ziynet yerlerinin gösterilmemesi daha evlâdır. Çünkü bizzat ziynetin kendisinin nehyedilmesi kastedilmemiştir. Her ne şekilde olur­sa olsun ziynet ile ziynet yeri arasında ilişki bulunmaktadır. Gaye ziynetin ma­halli olan göğüs, kulak, boyun, kol, pazu ve ayak gibi vücut parçalarının göste­rilmesinin yasaklanmasıdır.
İbni Abbas'tan ve bir gurup alimden nakledildiği üzere, ayrıca cumhurun meşhur görüşü olarak nakledildiği gibi müstesna olan görünen kısım, yüz, iki el ve yüzüktür.
Ebu Davud'un Sünen'in&e Hz. Aişe'den (r.a.) yaptığı şu rivayet bu konuda istifade edilen hadislerdendir: Esma bt. Ebîbekir (r.a.) üzerindeki ince elbise­lerle Peygamberimiz'in (s.a.) huzuruna girdi. Peygamberimiz (s.a.) ondan yüz çevirdi ve şöyle buyurdu:
- "Ey Esma! Kadın hayız görme çağına ulaştığı zaman -yüzüne ve ellerine işaret ederek- o kadının bu âzalarının görülmesi doğru değildir.' Bu mürsel bir hadistir.
a) Bundan dolayı Hanefîler ve Malikîler hatta Şafiî bir kavlinde: "Yüz ve eller avret değildir." demişlerdir. Buna göre "Görülen kısım müstesna" ifadesin­den murad genellikle veya âdet olarak görülen kısım müstesna demektir.
İmam Ebu Hanife'den (r.a.) rivayet edildiğine göre ayaklar da avretten de­ğildir. Çünkü ayakların örtülmesi - özellikle köy halkında - ellerin örtülmesin-ien daha çok meşakkate sebeptir. İmam Ebu Yusuf tan bir rivayette ise şöyle-ür: Kollan örtme meşakkate sebep olduğu için kollar da avret değildir.
b) İmam Ahmet ile İmam Şafiî'den nakledilen daha sahih ikinci kavle gö­re, nâmahremi ansızın görme ve devamlı bakmanın haram oluşu hakkındaki
geçen hadislerin ve Buharî'nin şu hadisinin delaletiyle hür kadının bütün be­deni avrettir.
Buharî'nin İbni Abbas'tan (r.a.) rivayetine göre Peygamberimiz (s.a.) Fadl b. Abbas'ı kurban bayramı günü arkasına bindirmişti. Fadl da Peygamberi-miz'e (s.a.) soru sormak için yaklaşan Has'am kabilesinden olan güzel kadına bakmaya başladı. Peygamberimiz (s.a.) Fadl'ın çenesinden tuttu. Kadına bak­masın diye Fadl'ın yüzünü çevirdi. Buna göre "Görünen kısım müstesna" ifade­si hiç bir kasıt olmaksızın görünen kısım müstesna, manasmdadır.
Fıkıh ve şeriat açısından tercih edilen görüşe göre; yüz ve eller fitne mey­dana gelmediği müddetçe avret değildir. Fitneden korkulduğu, sıkıntı ve darlık meydana geldiği ve fasık erkekler çoğaldığı zaman yüzü örtmek vacip olur. İkinci gurubun delillerine gelince bunlar vera, ihtiyaç, fitneden korkulması ve şeytanın kaygan zeminine dalmamak şeklinde açıklanabilir.
Şer'î olarak, istisna ve zaruret gereği olarak kız isteme, şahitlik, yargılan­ma, muamele, tedavi ve eğitim gibi durumlarda yabancı kadına bakmak caiz­dir. Kadın doktor yoksa erkek doktorun hastalık ve dert yerine tedavi için bak­ması caizdir.
2- "Başörtülerini yakalarının üzerine sarkıtsınlar." Yani saçlarını, boyun­larını ve göğüslerini örtmek için başörtülerini göğüsleri üzerine bıraksınlar. Burada "Vel yadrıbne" kelimesi bıraksınlar; aşağıya doğru salsınlar, demektir, "humür" kelimesi ise kadının başına örttüğü örtü manasındaki "hımar" kelime­sinin çoğuludur. "Cüyüb" kelimesi ise elbisenin üst kısmında bulunan ve boğa­zın bir kısmının göründüğü açıklık manasındaki "celb" kelimesinin çoğludur.
Bu, kadınların bazı gizli ziynet yerlerini örtmeleri için verilen bir irşad emridir. Buharî Hz. Aişe'nin (r.a.) şu sözünü rivayet ediyor: Allah ilk muhacir kadınlara rahmet eylesin. "Başörtülerini yakalarının üzerine sarkıtsınlar." aye­ti indiği zaman geniş örtülerini yırtıp bununla başörtüsü yapmışlardı.
3- "Kendi kocaları, babaları, kocalarının babaları, kendi oğulları, kocaları­nın oğulları, kendi kardeşleri, kardeşlerinin oğulları veya kız kardeşlerinin oğulları ... müstesna ziynetlerini göstermesinler." Yani gizli ziynetlerini, vücut­larını istifade etmeleri, bakmaları için özellikle evlendikleri kocalarına göstere­bilirler. Yahut kendi babaları ve dedelerine, kocalarının babalarına, kendi oğul­larına, kocalarının oğullarına, kendi erkek kardeşlerine, kızkardeşlerine, erkek kardeşlerinin oğullarına, kızkardeşlerinin oğullarına görünebilirler.
Bunların hepsi mahrem olup kadın tamamen açılmaksızm ziynetleriyle bu kimselere çıkabilir. Bu mahremler nesep yönünden yakın olan akrabalar olup beş çeşittirler. Bunlardan başka hısımlık yoluyla akraba olan kocanın babası ile kocanın erkek çocukları vardır. Fakat ayet nesep yoluyla mahrem olanlar­dan amcaları ve dayıları zikretmemiştir. Zira amcalık ve dayılık babalık merte­besindedir. Yine ayet süt yoluyla mahrem olanları zikretmemiştir. Ancak Sün­net İmam Ahmed, Buharî, Müslim, Ebu Davud, Nesaî ve İbni Mace'nin Hz. Ai-şe'den (r.a.) rivayet ettiği "Nesep yoluyla mahrem olan akraba süt voluyla -nahrem olur." hadisiyle buna açıklık getirmiştir.
"... yahut hanımları, sahip oldukları cariyeler, cinsî iktidarı olmayan hiz­metçiler veya kadınların mahrem yerlerini henüz anlamayan çocuklar müstes-
Bunlar da kadının saçı, başı, kolları, ayakları gibi yerlerini görmelerinde mahzur olmayan insanlardır. Bunlar,
- Kadınlar,
- Köleler,
-  Kadınlara arzusu olmayan uşaklar, hizmetçilerle, iğdiş, sakat kimseler gibi kadınlara karşı şehvet duymayan kimseler,
-  Küçüklüğü ve cinsî meselelere muttali olmamaları sebebiyle kadınların âsnımlanaâaız ve mahrem meselelerinden anlamayan kimselerdir.
Ancak alimler arasında bunların herbiri hakkında ihtilâf meydana gelmiş­tir.
Kadınlara gelince: Cumhur diyor ki: Buradaki kadınlardan murad müslü­man kadınlardır, dinde kardeşleri olan kadınlardır, ehl-i zimmet kadınları de­ğildir. Müslüman kadının yüz ve elleri dışında vücudundan hiçbir azayı kâfir kadının önünde açması kocasına veya başkalarına anlatabilir diye caiz değil­dir. Kâfir kadın müslüman kadına göre yabancı erkek gibidir.
Müslüman kadın ise dinde kızkardeşinin bu güzelliklerini başka erkeklere anlatmanın haram olduğunu bilir, bundan uzak kalır. Buharî ve Müslim'in
Said b. Mansur, İbnül-Münzir ve Beyhakî Sünen'inde Hz.Ömer'den (r.a.) rivayet ediyorlar: Hz.Ömer (r.a.) Ebu Ubeyde b. Cerrah'a şu mektubu yazdı: Müslümanların hanımlarından bazı hanımların ehl-i şirkin hanımlarıyla bir­likte hamamlara girdikleri haberi bana ulaştı. Sen bunu yasakla. Allah'a ve ahiret gününe iman eden hiçbir kadının vücuduna kendi dininden olan kadın­lardan başkasının bakması helâl değildir.
İçlerinde Hanbelîlerin bulunduğu bir alimler topluluğu şöyle demişlerdir: Bunlardan murad edilen mana müslüman ve kâfir kadınların umumudur. "Ya­hut onların kadınları" kavl-i celîlindeki tamamlama müşakele ve benzerlik içindir. Yani onların cinsindendir. Kadının kadına göre avreti mutlak olarak sa­dece dizle kapak arasıdır.
"Sahip oldukları köleler" e gelince: Çoğunluk diyor ki: Bu ifade hem köle­leri, hem de cariyeleri içine almaktadır. Dolayısıyla kadının saçı, başı, kollarının köle ve cariyelerce görülmesi caizdir.
Bunun delili İmam Ahmed, Ebu Davud, İbni Merduveyh ve Beyhakî'nin Enes'ten (r.a.) rivayet ettiklerine göre Peygamberimiz (s.a.) Hz. Fatıma'ya bir köle bağışladı. O sırada Hz. Fatıma'nın üzerinde başını örttüğü zaman ayaklarma ulaşamayacak kadar, ayaklarını örtüğü zaman da başına ulaşamayacak kadar kısa bir elbise vardı. Peygamberimiz (s.a.) bu durumu görünce şöyle bu­yurdu: "Bunun hiçbir mahzuru yoktur. Bu gelenler senin baban ve kölendir."
Bir gurup alim bunun sadece cariyelere mahsus olduğu kanaatine varmış­lardır. Çünkü köle de haram olma noktasında yabancı hür adam gibidir.
Kadınlara ihtiyaç duymayan kimselere gelince:
Alimler bundan muradın ne olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir. Denil­miştir ki: Bu şehveti tükenen yaşlı kimse ya da kadınların durumu hakkında hiçbir şey bilmeyen aptal, yahut iğdiş edilmiş kimse, ya da âmâ, ya da hizmetçi veya erkekliği dişiliği belli olmayan kimsedir.
Muteber olan diğer bir görüşe göre bununla murad edilen, kadınlara ihti-jap duymadan, kadının onun teiaündan y$ kadrolara) yasrfJajfflJ ytömS&Sfll nakletmesinden emin olduğu kimsedir. Müslim, İmam Ahmed, Ebu Davud, Nesaî, Hz. Aişe (r.a.)'dan şöyle dediğini rivayet ederler:  "Hünsa bir adam Peygamber Efendimiz (s.a.)'in eşlerinin yanına geliyordu. Onu kadınlara karşı arzu duymayanlardan sayıyorlardı. Adam bir kadını tarif ederken Peygamberi­miz (s. a.) içeri girdi. Adam şöyle diyordu: "O kadın gelirken dört olarak gelir. Arkasını döndüğü zaman sekiz olarak gelir." Bunun üzerine Peygamberimiz (s .a.) şöyle buyurdu: "Dikkat edin. Görüyorsun ki o bu konuları gayet iyi biliyor. Sakın sizin huzurunuza girmesin." Sonra da onu evden dışarı çıkardı.
Kadınların mahrem yerlerine henüz muttali olmayan çocuklar kadınların durumlarını ve avretlerini anlamayan, yaşlarının küçüklüğü sebebiyle kuvvetli cinsî eğilimleri ortaya çıkmamış olan çocuklardır. Çocuk bunu anlamayacak kadar küçük ise kadınların huzuruna girmesinde mahzur yoktur. Mürahık olan yahut buna yakın henüz bulûğa erişmemiş ve gördüğünü anlatan, çirkin kadınla güzel kadını birbirinden ayırdedebilen çocukların kadınların yanma girmelerine müsaade edilmez. Bunun delili çocuğun üç vakitte odalara girmek için izin istemesinin vacip olmasıdır. Cenab-ı Hak bunu şu ayetle beyan etmiş­tir: "Ey iman edenler! Köleleriniz ve henüz bulûğ çağına erişmemiş çocuklarınız günde üç defa sizden izin istesinler." (Nur, 24/59).
Diğer bir grup alim ise şöyle demiştir: Kadının çocuklarca ziynetlerinin görülmesi haram olmaz. Ancak çocuk mürahık olsun-olmasm kadınlara karşı arzu duyuyorsa bu müstesnadır. Buradaki mubah oluş birinci görüş sahipleri­nin kararlaştırdıklarından daha geniştir.
Cenab-ı Hak daha sonra fitneye vesile veya sebep olacak şeylerden neh-yetti:
"İnsanları gizledikleri ziynetlerini bildirmek için ayaklarını yere vurma­sınlar. " Yani kadının, ayak halkalarının sesini duyurmak için yürürken ayakla­rını yere vurması caiz değildir. Çünkü bu fitne ve fesadın kaynağıdır, dikkatleri çekmektir. Şehvet duygularını tahrik etmektir. O kadının fasıklar gurubundan olduğu şeklinde su-i zanna sebep olur. Ziynetin sesini duyurmak o ziyneti gös­termek gibidir, hatta daha da şiddetlidir. Asıl maksat tesettürdür.
Bu ifade bilezik dolu kolları sallamak, sağlardaki çıngırakları sallamak, evden dışarı çıkarken kokulanmak, süslenmek gibi hususları da içine alır. Do­layısıyla erkekler kadının kokusunu duyar, ziynetlerine kapılırlar.
Ebu Davud, Tirmizi ve Nesaî'nin Ebu Musa el-Eş'arî'den (r.a.) rivayet et­tikleri hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuşlardır: "Her göz zina eder. Kadın koku sürüp de bir meclise uğrarsa o kadın şöyle şöyledir." Yanı zınakârdır.
Ebu Davud ve İbni Mace'nin Ebu Hureyre'den (r.a.) rivayet ettikleri hadıs-i şerifte Efendimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Kokulanıp bu mescide gelen ka­dın evine dönüp cünüplükten dolayı gusletmedikçe Allah onun namazını kabul etmez."
Kadın ziynetlerini erkeklere duyurmayı kast etsin veya etmesin yabancı erkeklerin huzurunda ayakları yere vurmaktan nehyedilmiştir. Zira halkalı ayaklan veya benzerlerini (günümüzdeki yüksek topuklu ayakkabılar) yere vurmanın sonucu, gizledikleri ziyneti insanlara duyurmak ve bununla fitnenin meydana gelmesidir.
Hanefiler bu nehyi kadının sesinin avret olduğuna delil olarak getirmiş­lerdir. Çünkü ayak halkalarının sesinin işitilmesine sebep olan husus yasaklanmışsa kadının sesini yükseltmesi de yasaklanmıştır.
Kanaatimizce kadının sesi fitneden emin olunduğunda avret değildir. Zira Peygamberimiz'in (s.a.) hanımları yabancı erkeklere hadis rivayetinde bulunu­yorlardı.
"Ey müminler! Hep birlikte Allah'a tevbe edin ki kurtuluşa eresiniz." Yani ey müminler topluca Allah'a itaate dönün ve ona yönelin. Allah'ın size emretti­ği bu güzel ahlâk ve sıfatları yerine getirin. Gözleri harama karşı yummak, ırz­ları korumak, başkalarının evlerine izinsiz girmek, cahiliyetin üzerinde bulun­duğu rezil ahlâk ve sıfatlar gibi Allah'ın sizi nehyettiği hususları bırakın ki dünya ve ahiret saadetini kazanasmız.
Burada sahih imanın sahibi emre uymaya, tevbeye, hata ve kusurlardan dolayı istiğfar etmeye sevkedeceği hususlarına dikkat çekmek için "iman" sıfa­tıyla hitap edilmiştir. Zira tevbe kurtuluşun ve saadeti kazanmanın sebebidir. [13]
        

Hür Kadınlarla Evlenmek, Kölelerle Mükatebe


32-  İçinizden bekârları, kölelerinizden ve cariyelerinizden salih olanları evlen­dirin. Eğer fakir iseler Allah onları lüt-fuyla zengileştirir. Allah geniş lütuf sa­hibidir, her şeyi çok iyi bilendir.
33-  Evlenme imkânı bulamayanlar Al­lah'ın kendilerini lütfuyla zenginleştir­mesine kadar iffetlerini korusunlar. Sa­hip olduğunuz kölelerinizden azat ol­mak için bedel vermek isteyenlerin, eğer kendilerinde bir hayır görüyorsa­nız hemen bedel vermelerini kabul edin. Allah'ın size verdiği mallardan on­lara da verin. İffetli olmak isteyen cari­yelerinizi dünya hayatının geçici men­faatini kazanma hırsıyla fuhşa zorlama­yın. Kim onları buna zorlarsa şüphesiz ki Allah cariyelerin buna zorlanmala­rından sonra çok mağfiret eden, çok merhamet edendir.
34- Andolsun ki, biz size apaçık 'ayetler, sizden önce gelip geçenlerden misaller ve takva sahiplerine öğütler indirdik.

Açıklama


Ayetlerin konusu birinci evliliğin emredilmesi olan bazı hükümleri ve emirleri beyan etmektir. Yani buradaki hükümler evlilikle ilgili hükümlerdir.
Allah Tealâ buyuruyor ki: "İçinizden bekârları, kölelerinizden ve cariyeleri­nizden salih olanları evlendirin." Ey veliler! Ey efendiler! Ey ümmet! Hür ka­dın ve erkekleri engelleri kaldırmak ve işbirliği yapmak suretiyle evlendirin. Ayrıca kölelerinizden ve cariyelerinizden kendisinde salâh bulunan ve evlilik haklarını yerine getirmeye muktedir olanları evlendirin. Malla destek vermek, evlenmeyi engellememek, buna ulaştıracak vesileleri kolaylaştırmak suretiyle onlara yardımcı olun. Doğru olan görüşe göre bu hitap velilere, bir başka görü­şe göre ise eşlere aittir.
Bu emrin zahirî şekli cumhurun görüşüne göre mendup, müstehap ve müstahsen manası içindir. Çünkü Peygamberimiz'in (s.a.) asrında ve ondan sonraki asırlarda bekâr erkek ve kadınlar bulunmuş hiçbir kimse bunu yadır-gamamıştır. Zira bekâr ve dul kimse evlenmek istemezse velinin onu evlenme­ye zorlama hakkı yoktur. Alimlerin ittifakıyla efendi köle ve cariyesini evlen­meye zorlayamaz.
Razî gibi alimlerden bir gurup buradaki emrin gücü yeten her kimse için vücup ifade ettiği görüşünü ileri sürmüşlerdir. Bunun delili ise Buharı ve Müs­lim'in Sadi'lerinde İbni Mes'ud'dan rivayet edilen: "Ey gençler topluluğu! Siz­den kim evlilik masraflarını karşılamaya muktedir olursa evlensin. Çünkü evli­lik gözü daha çok kapatır, ırzı daha iyi korur. Kimin gücü yetmezse oruç tutsun. Çünkü oruç ona (zinadan korunmak için size) kalkan olur." hadisidir.
Ebu Davud ve Nesaî'nin Ma'kıl b. Yesar'dan (r.a.) rivayet ettikleri hadiste Efendimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Sevecen ve doğurgan olan kadınla evlenin. Çünkü ben diğer ümmetlere karşı sizin çokluğunuzla iftihar edeceğim." Bazı fa-kihler bu emrin vacip olduğu görüşü üzerine nikâhın velisiz caiz olmayacağı kaidesini bina ettiler.
"Salâh" dan murad edilen mana şer'î manasıdır. Bu da dinin emirlerini ve nehiylerini gözetmek demektir. Denilmiştir ki: Bundan murad edilen lügat ma­nası olup nikâha ehil olmak ve nikâhın haklarını yerine getirmek demektir.
Ayette geçen "ves-sâlihîn" kelimesinde tağlib yoluyla erkekler sigası kulla­nılmıştır. Salâh bekâr ve hür kimseler için değil de sadece köleler için itibara alınmıştır. Çünkü bu vasıf efendinin köle ve cariyelerden elde edeceği menfaat­leri görmezden gelmeye teşvik edici bir unsurdur. Efendiyi köle ve cariyesini evlendirmeye teşvik edecek olan husus bu köle ve cariyelerin istikamet üzere ve salih kimseler olmaları ya da evlilik görevlerini yerine getirme kanaatlerini taşımalarıdır.
İmam Şafiî (rh.a) "İçinizden bekârları evlendirin." ayetinin zahirini, veli­nin bulûğa ermiş bekâr kızı kızın rızası olmaksızın evlendirmesinin caiz oldu­ğuna delil getirmiştir. Çünkü ayetteki hitap velilere aittir. Velisi oldukları kim­seler ister büyük ister küçük olsunlar, ister evlenmeye razı olsunlar, isterse ra­zı olmasınlar, bu kimseleri evlendirmekle emrolunanlar velilerdir. Sünnetten velinin büyük dul kadını rızası olmaksızın evlendiremiyeceğine delâlet eden di­ğer deliller olmasaydı bu ayetin umumuna binaen dul kadının hükmü de bü­yük bakire kızın hükmü şeklinde olurdu. Fakat Peygamberimiz'in (s.a.): -Müs­lim, Ebu Davud ve Nesaî'nin İbni Abbas'tan (r.a.) rivayet ettikleri- "Bakirenin kendisine sorulur. Susması onun izin vermesidir." hadis-i şerifi bakireden izin istenmesinin ve onun rızasının alınmasının vacip olduğuna delâlet etmekte ve bu hadis ayeti tahsis etmektedir:
Şafiîler bu ayeti kadının evlilikte veli olamayacağına delil getirmişlerdir. Zira o kadını evlendirmekle emrolunan velisidir. Lâkin evlâ olan, ayetteki bu hitabın bütün insanlara yapılan ve onları evlilik hususunda yardımcı olmaya teşvik eden bir hitap olarak kabul edilmesidir. Akit yapma hükmü ise bu ayet dışındaki ayetlerden alınır.
Bazı Hanefîler de "... evlendirin." ayetinin zahirini hür erkeğin, hür kadı­nın mihrini vermeye gücü yetse bile cariye ile evlenmesinin caiz olduğuna delil olarak kabul etmişlerdir.
Şafiîler de buna karşılık "Kim namuslu kadınlarla evlenmeye muktedir ol­mazsa..." (Nisa, 4/25) ayetinin bu ayetten daha has olduğu şeklinde cevap ver­mişlerdir. Has ise amma takdim edilir. Nitekim alimler "Bekârları evlendirin." ayetindeki bekârların birtakım şartlarla mukayyed olduğu hususunda icma et­mişlerdir. Bu şartlar, kadının erkeğe hala veya teyze ile, erkek kardeşin kızı veya (kızkardeşin kızıyla evlenmek gibi) nesep yönünden, yahut süt emme se­bebiyle ya da (iki kızkardeşle aynı anda evlenmek gibi) hısımlık yönünden ha­ram olmasıdır.
Alimler "Kölelerinizden salih olanlar..." kavl-i cehlini şu iki hususa delil saymışlardır.
a) Efendinin kölesini veya cariyesini rızası olmaksızın evlendirmesi caiz değildir.
b) Kölenin veya cariyenin, efendisinin kendi üzerindeki haklarını kullan­masını engellemek için onun izni olmaksızın evlenmeleri caiz değildir. Bunu İmam Ahmed'in rivayet ettiği Peygamberimiz'in (s.a.) şu hadisi teyit etmekte­dir: "Efendisinin izni olmadan evlenen her köle zinakârdır."
Cenab-ı Hak mal bulamama sebebinin ileri sürülmesini ortadan kaldırdı ve şöyle buyurdu:
"Eğer fakir iseler Allah onları lütfuyla zengileştirir. Allah geniş lütuf sahi­bidir, her şeyi çok iyi bilendir."
Bu ayet evlenecek kimseye zenginlik vaadinde bulunmaktadır. Evlenmek isteyen erkek ya da kadın isterse fakir olsunlar fakirlik problemine bakmayın. Allah'ın lütfunda onları zengin kılacak imkânlar vardır. Allah her şeyden müs­tağnidir, geniş imkân sahibidir. O'nun hazineleri tükenmez, kudretinin sınırı da yoktur. O mahlûkatmm durumlarını gayet iyi bilir. O dilediği kimseye rızkı genişletir, dilediğine de hikmete ve maslahata uygun olarak daraltır.
İmam Ahmed, Tirmizî, Nesaî ve İbni Mace'nin Ebu Hureyre'den (r.a.) riva­yet ettiği bir hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Üç kişi vardır ki onlara yardım etmek Allah üzerine borçtur:
- İffetli bir hayat isteyerek nikâh yapan,
- Borcunu ödemek üzere mükâtebe akdi yapan köle,
- Allah yolunda cihada çıkan kimse."
İbni Mes'ud (r.a.) diyor ki: Zenginliği nikâhta arayın. Ancak evlenecek kimsenin zengin kılınması ilâhî irade şartına bağlıdır. Bunun delili: "Fakirlik­ten korkarsanız Allah sizi lütfuyla zengin kılar." (Tevbe, 9/28) ayetiyle buradaki "Allah geniş lütuf sahibidir, her şeyi çok iyi bilendir." ayetidir. Yani Allah maslahatı gayet iyi bilir ve hikmetiyle bağışta bulunur.
"Eğer onlar fakir iseler..." cümlesindeki "onlar" zamiri hür olan bekâr er­keklerle bakire kızlara ve salih olan kölelerle saliha cariyelere racidir. Dolayıyla zengin kılmaktan murad imkân genişliği verilmesi ve muhtaçlığın kaldı-oinasıdır. Bir görüşe göre ise bu zamir sadece hür olan bekâr ve bakirelere ra-r. Zira "Allah onları lütfuyla zengin kılar." ayetindeki "zengin kılmak"tan jd zenginliğe sebep olacak mal vermektir. Köleler ise mal sahibi olamazlar.
Bazı alimler bu ayeti nafakadan âciz kalmak sebebiyle nikâhın feshedil­mesinin caiz olmadığına delil kabul etmişlerdir. Çünkü Cenab-ı Hak fakirliği peşin olarak evliliğe engel kabul etmemiştir. Dolayısıyla evliliğin devamına hiç sagel sayılmaz. Her ne olursa olsun ayetten maksat, Allah katında olan lütuf-lüira güvenerek fakir olan gencin yaptığı evlilik talebinin reddedilmemesidir. ime aynı şekilde kadının da kocası nafakasında zorlandığı zaman sabretmesi mendup olmaktadır.
Ayetten anlaşılmaktadır ki fakir kimsenin evlilik masraflarını bulamasa İ» evlenmesi menduptur. Çünkü velinin fakiri evlendirmesi teşvik edildiğine -t fakirin kendisinin evlenmeye talip olması da teşvik edilmektedir.
Zengin olsun fakir olsun, hür veya cariyelerin evlendirilmesi emredildik-,,--. sonra Kur'an-ı Kerim evliliğin sebeplerinden aciz olup kendisini evlendire-si kimse bulamayanın durumuna çare olarak şöyle buyuruyor:
"Evlenme imkânı bulamayanlar Allah 'm kendilerini lütfuyla zenginleştir­mesine kadar iffetlerini korusunlar." Yani evlilik nafakalarını elde edemeyen nmseler iffetli olmaya ve nefsini korumaya gayret etsinler. Nikâh lafzından murad şer'î hakikatidir. "Nikâh bulamayanlar" nikâh kıyma imkânı bulama­yanlar demektir. Nikâhtan murad kendisiyle nikâhlanacak mihir de demek olabilir. Tıpkı binilecek şeye alet ismi olarak verilen "rikâb" kelimesi gibi.
Ayette evlenmekten aciz olan kimselerin Allah kendilerini lütfuyla zengin-eştirip evleninceye kadar kendilerine haram kılınan fuhşu yapmayıp iffet ta-afını tutmaya çalışmaları tavsiye edilmektedir. Haramdan uzaklaşıp iffet sa--ibi olmak bütün müminlere vaciptir. Bu ayette Allah tarafından bu kimselere zenginlik lutfedileceği şeklindeki önemli ve değerli bir vaad vardır. Yani insan­lar hiç bir zaman ümitsizliğe ve endişeye kapılmasınlar.
Daha önce zikri geçen hadis-i şerifte: "Ey gençler topluluğu! Sizden kimin evlenme masrafını karşılamaya gücü yetiyorsa evlensin. Çünkü o gözü harama karşı daha iyi kapatır, ırzı daha iyi korur. Kimin gücü yetmiyorsa oruç tutsun. Çünkü oruç onun için kalkandır." buyrulmuştur.
Bazı alimler bu ayeti, arzu duymakla birlikte hazırlığa sahip olmayan kimsenin evliliği terk etmesinin mendup olduğuna delil getirmişlerdir. O za-raan evliliği teşvik eden önceki ayetle çelişki meydana gelmektedir.
Şafiîler diyor ki: Bu ayet önceki ayeti tahsis etmektedir. Yani önceki ayet evlilik hazırlığına sahip olan fakirler hakkındadır. Bu ayet ise evlilik hazırlı­ğından aciz olan fakirler hakkındadır.
Hanefîler bu ayetin te'vil edilmesi görüşündedirler. Ayette geçen "nikâh" kelimesi "mektub" manasındaki "kitab" gibi; "menkûha" yani nikâhlanacak ka­dın manasmdadır. Buradaki iffet sahibi olma emri de eş bulamayan kimseye hamledilir. O zaman iki ayet arasında çelişki yoktur. Fakat "Allah 'ırı kendileri­ni lütfuyla zenginleştirmesine kadar..." kavl-i celîli bu te'vili uzak kılmaktadır. [14]

Kölelerin Mükâtebe Akdi:


"Sahip olduğunuz kölelerinizden azat olmak için bedel vermek isteyenlerin eğer kendilerinde bir hayır görüyorsanız hemen bedel vermelerini kabul edin."
Yani efendilerinden belirli bir müddet içinde belirli bir mal ödemek üzere mükâtebe akdi yapmak isteyen köleler salih, takva sahibi, güvenilir, efendisi için şart koşulan malı ödemeye ve kazanmaya muktedir iseler onlarla mükâte­be akdi yapın.
"... kendilerinde bir hayır görüyorsanız..." ayetindeki "hayır" kelimesi bir­kaç şekilde tefsir edilmiştir.
a) Denilmiştir ki burada geçen "hayır" güvenilir olmak ve kazanmaya muktedir olmak demektir. Bu İbni Abbas ve İmam Şafiî'nin tefsiridir.
b) Yine denilmiştir ki bu, meslek sahibi olmak demektir. Bu hususta Ebu Davud'un Merasîl'de, Beyhakî'nin Sünen'inde rivayet ettiği şu merfu hadis vardır: "Onlarda bir mesleğe ait beceri görüyorsanız onları insanlara yük ola­rak bırakmayın."
c) Bir başka görüşe göre buradaki "hayır" mal manasmdadır. Bu görüş Hz. Ali'den bir gurup alimden rivayet edilmiştir.
d) Bir diğer görüşe göre ise buradaki "hayır" salâh ve iman demektir. Bu Hasan-ı Basrî'nin tefsiridir. Bu görüş müslüman olmayan kimse ile mükâtebe yapılmamasını gerektirir ki bu görüşte sertlik vardır.
Cumhur'un görüşü şudur: "... onlarla mükâtebe akdi yapın..." kavl-i celîlindeki emir irşad içindir, mendup ve müstahap içindir, farz ve vücup emri de­ğildir. Bilakis efendi kölesi kendisinden mükâtebe istendiği zaman muhayyer­dir: Dilerse mükâtebe akdi yapar dilerse yapmaz. Bunun delili Peygamberi-miz'in (s.a.) - İmam Ahmed ve Ebu Davud'un rivayet ettikleri - şu hadisi şerifi­dir: "Müslüman kişinin malı ancak kendisinin gönül hoşluğuyla helâl olur."
Nitekim kefaret hususunda efendinin köleyi azat edecek birisinden satın alması vacip olmaz, buna mecbur da edilmez. Efendiye mükâtebe akdi yapması vacip değildir, buna mecbur da değildir. Bütün akitler karşılıklı rıza üzerine kurulur.
Ebu Davut ez-Zahiri ile tabiinden bir gurup şöyle demişlerdir: Buradaki emir vücup içindir. Bunun delili Buharî'nin muallak olarak rivayet ettiği ayrıca Abdurrezzak, Abal b. Humeyt ve İbni Cerîr'in Enes b. Malik'ten rivayet ettikle­ri şu hadistir: Şirin benden mükâtebe akdi yapmamı istedi. Ben kabul etme­dim. Hz. Ömer'e gitti. Hz. Ömer (r.a.) bana kamçı ile geldi ve şu ayeti okudu: "Onlarla mükâtebe akdi yapın." Enes (r.a.) bunun üzerine Şirinle mükâtebe akdi yaptı.
"Onlarla mükâtebe akdi yapın." ayetinin mutlak oluşu zahiriyle amel edip bu konulacak azat bedelinin ya peşin, ya da tek taksit ve ya bir kaç taksit ile tecil edilmiş olması caizdir. Bu Hanefîlerin ve İmam Malîki'nin ashabının mez­hebidir.
Şafîiler ise peşin bedelle yapılan mükâtebeyi kabul etmemişlerdir. Çünkü mükâtebe taksitle yapılmayı gerekli kılar. Zira mükâteb bu bedeli derhal öde­mekten acizdir. Dolayısıyla tekrar köleliğe döner. Mükâtebe maksadı hasıl ol­maz.
Mükâtebe yapılması ayette mükâtebe yapılacak kölede hayır ümid edilme­si şartına bağlıdır. Eğer kölede hayır ümid edilmezse mükâtebe yapılması ne vacip olur ne de mendup olur, bilakis bu durumda mükâtebe haram olur. Nite­kim mükâteb kölenin fasıklık yoluyla kazandığını ya da açlıktan öleceğini bilir­se yine haram olur. Tıpkı sadaka ve ya ödünç parayı haram yolda harcayacak kimseye sadaka ve ya ödünç para vermenin haram olduğu gibi.
"Allah 'in size verdiği mallardan onlara da verin." Yani, ey efendiler! Mü­kâteb kölelere mükâtebe malından dörtte bir, veya üçte bir, yahut yedide bir veyahut onda bir gibi bir şey verin. Bütün bunlar tabiinden rivayet edilmiştir. Ya da İmam Şafiî'nin dediği gibi verilebilecek çok az bir şey de olsa verin. Mü­kâtebe malından bir kısmının indirilmesi vermekten daha evlâdır. Çünkü sa­habeden nakledilen de budur. Cumhura göre yardım ve kurtuluş için efendile­rin bağışta bulunmaları menduptur. İmam Şafiî bu bağışın yapılmasının vacip olduğu görüşündedir. -Ayetin zahiriyle amel edilerek- indirim yapılan da bu manadadır.
Alimlerden bir gurup şöyle demiştir: Buradaki emir bütün insanlara yöne­lik olup "kölelerin hürriyete kavuşturulması" zekât hisselerinden biridir. Bu Hanefîlerin mezhebidir. Bu durumdaki emir vücup içindir.
Bunu daha önce geçen Ebu Hureyre'den (r.a.) rivayet edilen şu hadis teyit etmektedir:
İbni Kesir diyor ki: Birinci kavil daha meşhurdur. Yani hitabın efendilere ait olup müslümanlann cemaatine ait olmaması kavli daha meşhurdur. Çünkü zekâtta hitap kesin bir farzdır. Buradaki ayet zekâta efendilerden başka bir is­tek ilâve etmektedir. [15]

Zinaya Zorlama:


Allah Tealâ müminleri haram yollardan mal toplamaktan nehyetmekte ve şöyle buyurmaktadır: "İffetli olmak isteyen cariyelerinizi dünya hayatının geçici menfaatini kazanma hırsıyla fuhşa zorlamayın." Yani cariyeleriniz iffetli olmak istese de istemese de mal, evlât gibi dünya menfaatlerini talep ederek cariyele­rinizi zinaya zorlamayın.
Cenab-ı Hakk'ın "iffetli olmak isterlerse..." kavli zorlamanın meydana gel­mesi için şarttır; ayetin iniş sebebi olan mevcut durumu beyan etmek için bir kayıttır. Bunun delili İbni Merduveyh'in Hz. Ali'den (r.a.) rivayet ettiği şu haberdir: Onlar cahiliyette ücret elde etmek için cariyelerini zinaya zorluyorlardı. Müslüman olduktan sonra bundan nehyolunmuşlar ve bu ayet inmişti. Nüzul sebebinin de Abdullah b. Übeyy'in cariyeleri olup para kazanmak maksadıyla bunları zinaya zorladığını nüzul sebebinde beyan etmiştik.
İffetli olmayı istemek ve dünya hayatının geçici menfaatlerini kazanma kayıtlarının konulmasının pratikte yasaklamayı kaldıracak bir anlamı yoktur. Bu iki kayıt bulunsa da bulunmasa da zinaya zorlamak mutlak olarak haram­dır. Cahiliyet zamanında uygulanan bir durumu ayıplamak için bu açıklama yapılmıştır. Ayrıca iffetli olmayı isteme kaydı zorlamanın tasavvurunda ve ger­çekleşmesinde şarttır, nehiy için ise şart değildir. Fakat gerçekte zorlamanın zikredilmesi bu kayda ihtiyaç bırakmamıştır. Zinayı isteyen cariyeler dışında­kiler için zorlama tasavvur edilebilir. İffetli olmayı isteme veya iffetli olmayı is­tememe anında zinaya zorlamanın haram olduğunda icma meydana gelmiştir.
"Eğer iffetli olmayı isterlerse..." cümlesinde "izâ" yerine "in" edatının kulla­nılması iffetli olmayı isteme tereddüdü ve şüphesi durumunda zinaya zorlama yapılmamasının vacip olduğuna işaret etmek içindir. Bunun meydana geldiği anda zinaya zorlamanın haram oluşu daha şiddetli, daha çirkin ve daha evlâdır.
"Kim onları buna zorlarsa şüphesiz ki Allah cariyelerin buna zorlanmala­rından sonra çok çok mağfiret eden, çok merhamet edendir." Kim bu cariyeleri zina etmeye zorlamışsa şüphesiz ki Allah cariyelerin buna zorlanmalarından sonra o cariyelere karşı çok mağfiret edici, çok merhamet edicidir. Bu ifadeye göre zorla zina olmuş olsa bile bu bir günahtır, mağfiret edilmesi bunun delili­dir. Çünkü bu gibi bir fiil teslim ve kabulden uzak değildir.
Gayet açıktır ki mağfiret zorlanan cariyelere aittir. Bu alimlerin çoğunun görüşüdür. İbni Mes'ud'un ayeti "min ba'di ikrâbihinne lehünne" şeklindeki kı­raati bunu teyit etmektedir.
Bazı alimler de şöyle demiştir: "Mağfiret tevbe şartıyla zinaya zorlayan kimselere aittir. Bu önlerinde ümit kapısının açılmasıdır." Bu zayıf ve uzak bir tevildir. Çünkü bu ifade, zinaya zorlama emrinin basite alınmasıdır. Bu hal zi­nayı zorlamaya teşebbüs eden kimseye karşı bir korkutma ve ayıplamadır.
Bu hükümlerin açıklanmasından ve beyanından sonra Allah Tealâ bu su­renin faziletlerini zikretmiş ve Kur'anı şu üç vasıfla tavsif etmiştir:
a) "Andolsun ki biz size apaçık ayetler ... indirdik." Yani biz bu surede ve diğer surelerde sizin ihtiyaç duyduğunuz hükümleri, hadleri ve şer'î esasları tafsilatlı ayetler halinde indirdik.
b) "... Sizden önce gelip geçenlerden misaller... indirdik." Yani önceki üm­metlerin haberleri gibi hayret verici bir kıssa indirdik. Bu kıssa Hz. Yusuf (a.s.) ve Hz. Meryem kıssasına benzeyen ve Hz. Aişe'ye yapılan çirkin iftiraya konu olan kıssadır.
c) "... takva sahiplerine öğütler indirdik." Yani Allah'tan korkan ve O'nun azabından sakınan kimselere öğütler ve tehditler indirdik. Meselâ: "Zina eden­lere karşı Allah'ın dininde (hükmün uygulanmasında) sizi acıma duygusu kaplazmasın." (Nur, 24/2) ve "Siz bu iftirayı işittiğiniz zaman..." (Nur, 24/12) ayetleri .gibi.
Yani bu vasıflar ya bu surede bulunan hükümler, temsiller ve öğütler sebe-iipie, ya da Kuranın tamamında bulunan apaçık ayetler, temsiller ve öğütler fle verilmiştir. Birinci, Zemahşerî'nin, ikincisi ise Razî ile İbni Kesir'in lür. [16]

Allah İman Delilleriyle Gökleri Ve Yeri Nurlandırandır


35- Allah göklerin ve yerin nurudur. O'nun nurunun temsili, içinde kandil bulunan bir hücre gibidir. Kandil cam içindedir. Cam da sanki inci gibi parla­yan bir yıldızdır. Ne doğuda ne de tam olan mübarek zeytin ağacının yağıyla tutuşturulur. Yağ neredeyse ateş değ­meden bile tutuşup ışık verir. Bu nur üstüne nurdur. Allah dilediğini nuruna kavuşturur, misaller verir. Allah her şe­yi gayet iyi bilendir.

Açıklaması


"Allah göklerin ve yerin nurudur." Yani Allah bütün âlemi nurlandıran, kâinatta koyduğu varlığına ve birliğine delâlet eden, delillere ve Peygamberlerine indirdiği apaçık ayetlerle bütün âlemi aydınlatan, hidayeti ihsan edendir.
Kim bu nurla hidayet bulursa ve kalbi Allah'ın hidayetiyle nurlanırsa dünya ve ahiret saadetini kazanır. İşte bu manevî nurdur. Maddî nur ise yine gayet açıktır ki Allah nurun kaynağıdır, nurun yaratıcısıdır; karanlıkları silen O'dur. Kâinatı değişmeyen hassas bir sistemle idare eden O'dur. Her an ve her zaman bu âlem üzerinde O'nun tam ve en geniş manada daimî hakimiyeti ve üstünlüğü vardır.
"O'nun nuru, içinde kandil bulunan bir hücre gibidir. Kandil cam içinde­dir. Cam da sanki inci gibi parlayan bir yıldızdır." Yani kâinat sayfalarında, Kur'an'm beyanında ve müminin kalbine yerleştirdiği imanda var olan bu ilâhî nur saf ve parlak cam kandil içindeki fitilin ışığı gibidir. Bu ışık ihtiyaca göre belirli bir tarafı aydınlatmak için bir fanusa konulmuştur. Sanki bu fanusun camı bu parlaklığında büyük bir gezegen, parlak bir yıldız gibidir.
"O'nun nurunun temsili" ifadesindeki zamir görüldüğü gibi kâinatı nur-landırmak ve müminin kalbine hidayet vermek hususunda Allah'a racidir.
"Ne tam doğuda, ne de tam batıda olan mübarek bir zeytin ağacının yağıy­la tutuşturulur." Yani kandilin yağı yüksek bir dağda ya da sahrada dikilmiş olan çok faydalı mübarek zeytin ağacının yağından alınmıştır.
Bu zeytin ağacı ne güneşin sadece doğuş vaktinde vurduğu ne de sadece güneşin batış vaktinde vurduğu ağaçlardan değildir. Zira bunun dışındaki va­kitlerde güneşe perde olan gölge vardır. Bilâkis bu ağaç güneşin doğuş ve batış vaktinde ayrıca gündüzün başından sonuna kadar güneş almaktadır. Bu hem doğudan hem batıdan güneş almaktadır. Güneş ona sabah-akşam vurmaktadır. Dolayısıyla bunun zeytinyağı gayet saf, mutedil ve parlak gelmektedir.
"Yağ neredeyse ateş değmeden bile tutuşup ışık verecek şekildedir." Yani bu zeytin ağacının (zeytininden çıkarılan) yağı saflığı, parlaklığı ve aydınlığı sebe­biyle fitili tutuşturulmadan ve ateş değmeden önce sanki kendi kendine ışık vermektedir. Zira zeytinyağı halis ve saf olur da buna uzaktan bakılırsa sanki ışığı varmış gibi görülür. Ona ateş dokunduğu zaman da ışığı daha çok artar. Müminin kalbi de böyledir. Kendisine ilim gelmeden önce hidayetle amel eder, ilim gelince de nur üzerine nuru artar, hidayet üzerine hidayeti artar.
Yahya b. Sellâm diyor ki: Müminin kalbi hakka yatkın olduğu için hak kendisine beyan edilmeden önce hakkı bilir.
Buharî'nin et-Tarihu'l-Kebir'de ve Ebu Davud'un Sünen inde Ebu Said el-Hudrî'den (r.a.) rivayet ettikleri Peygamberimiz'in (s.a.): "Müminin ferasetin­den korkun. Çünkü o baktığı zaman Allah'ın nuruyla bakar." hadis-i şerifinin manası da budur.[17]
"Bu, nur üzerine nurdur." Yani üstüste ve kat kat nurdur. Bu nurda kan­dil, fanus, fitil ve yağ başka bir takviyeye gerek bırakmaksızın nurun kuvvetli ve aydınlatıcı olması hususunda birleşmişlerdir. Kandil, nuru tek yönde, dağılmadan yayılmadan toplar. Fanusun, camın şeffaflığı nuru, parlaklığı ve ışığın yansımasını artırır. Fitil ise başka bir şeyde elde edilemeyen yeterli ışık ve enerji kaynağıdır. Zeytinyağının saflığı ve temizliği tam yanma ve kamilen ay­dınlatmanın en önemli sebeplerindendir.
"Allah dilediğini nuruna kavuşturur." Yani Allah kullarından dilediği kim­seyi incelemek, fikrini kullanmak ve kâinat ayetlerini tefekkür etmek suretiyle hidayete erdirir ve muvaffak kılar.
"Allah insanlara misaller verir." Yani Allah Tealâ insanlardan mükellef olanlara iman delillerini ve hidayet vesilelerini beyan eder. Allah onlara gizli kalan gerçekleri zihinlere iyice yerleştirmek, kalbin ve gönlün derinliklerinde sabit kılmak için misal vermek, tesbitler yapmak ve manaları elle tutulur, göz­le görülür alışılmış şekillerle tasvir etmek gibi değişik şekillerde anlatır, böyle­ce iman ulu dağlar gibi kalbe yerleşir. Aklî konuları ve manaları maddî ve mü­şahhas şekillerle tasvir etmesi Kur'an-ı Kerim'in belagatla ilgili eşsiz özellikle-rindendir.
"Allah her şeyi gayet iyi bilir." Yani Yüce Allah maddî ve manevî, zahirî ve batınî her şeyi tam ve kâmil bir ilim ile gayet iyi bilir. Hidayete ehil olan, bunu telakki etmeye hazır olan kimseye hidayeti lütfeder. Bu düşüncesini kullanan ve hidayet vesilelerini kavrayan kimse için bir vaad, bundan yüz çeviren, bun­ları düşünüp tefekkür etmeyen ve buna aldırış etmeyen kimse için bir vaîd ve tehdittir.
Kısaca: Bu teşbih, müminin kalbindeki Allah'ın nurunun ve hidayetinin temsilidir. Tıpkı saf zeytinyağı ateşe dokunmadan bile neredeyse ışık verecek durumda ise, ateş değdiği zaman ışığı kat kat artıyorsa müminin kalbi de ilim gelmeden önce de hidayeti bulur, ilim gelince de hidayeti kat kat olur. [18]

Allah Tealâ'nın Nuruyla Hidayete Eren Müminler


36-  Bu kandil, Allah'ın imar edilip yük­seltilmesine ve içlerinde adının anılma­sına izin verdiği evlerdedir. Orada in­sanlar sabah-akşam O'nu teşbih ederler.
37- Öyle adamlar vardır ki, onları ne bir ticaret, ne bir alış-veriş Allah'ı anmak­tan, namazı dosdoğru kılmaktan ve ze­kât vermekten alıkoyamaz. Onlar deh­şetinden kalplerin ve gözlerin ters dö­neceği günden korkarlar.
38- Onlar, Allah'ın kendilerini işledikle­rinin en güzeliyle mükâfatlandırması ve lütfundan kendilerine daha da fazlasını ihsan etmesi için böyle yaparlar. Allah dilediğine hesapsız rızık verir.

Açıklaması


"Bu kandil, Allah'ın imar edilip yükseltilmesine ve içlerinde adının anıl­masına izin verdiği evlerdedir." Bu ayet önceki ayetle sıkı ilişkilidir. Yani bu kandil Allah'ın bina edilip yükseltilmesini, maddî kirlerden şirk, putperestlik ve boş sözler gibi manevî kirlerden temizlenerek ta'zim edilmesini emrettiği mescitlerdedir. Orada dua ve ibadet sadece Allah'a tahsis edilir. Orada Allah'ın tevhidi ve Allah'ın kitabını okumak suretiyle Allah'ın adı anılır.
Katâde diyor ki: Burada zikri geçen evler mescitlerdir. Allah mescitlerin inşa edilmesini, imar edilmesini, yükseltilmesini ve temiz tutulmasını emretti.
İbni Abbas diyor ki: Mescitler, yeryüzünde Allah'ın evleri olup yıldızların yeryüzü halkını aydınlattığı gibi bu mescitler de gökyüzü halkını aydınlatmak­tadır.
Amr b. Meymûn diyor ki: Ben "Mescitler Allah'ın evleridir. Allah'ın orada kendisini ziyaret edenlere ikramda bulunması üzerine borçtur." diyen Peygam-berimiz'in (s.a.) ashabına eriştim.
Buharî ve Müslim Sa/u'/ı'lerinde müminlerin emiri Hz. Osman'dan (r.a.) Peygamberimiz'in (s.a.) şöyle buyurduğunu rivayet etmişlerdir: "Kim Allah için O'nun rızasını isteyerek bir mescit bina ederse Allah da onun için cennette onun benzerini bina eder."
Kandilin mescitlerde kılınmasının sebebi şudur: Saf cam içine konulan kandil mescitlerde olursa daha muazzam ve daha büyük, daha nurlu olur. Fahreddin-i Razî'nin dediği gibi bununla temsil verilmesi daha mükemmel ol­muştur.
"Ne bir ticaretin, ne de alış verişin kendilerini Allah'ı anmaktan, namaz kılmaktan ve zekât vermekten alıkoymadığı kimseler orada sabah-akşam Al­lah'ı teşbih ederler." Yani dünyanın ve kazançlı muamelelerin kendilerini bir olan Allah'ı zikretmekten, namazları vaktinde dosdoğru kılmaktan, üzerlerine farz olan ve hak sahiplerine verilecek zekâtı vermekten alıkoymayan kimseler bu mescitlerde gündüzün başlangıcında ve sonunda Allah'ı tenzih eder, takdis eder ve namaz kılarlar.
Ayette geçen "rical (erler, yiğitler)" bu kimselerin yüksek gayretlerine ve samimî azimlerine ve bu sayede Allah'ın yeryüzündeki evleri olan mescitleri imar eden kimseler olduklarına işaret edilmektedir.
Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle buyurmaktadır: "Müminler­den öyle yiğit erler vardır ki, onlar Allah 'a verdikleri sözde durdular." (Ahzab, 33/23).
"Allah'ın zikrinden onları alıkoymaz." ifadesiyle murad edilen mana tek­rar olmaması için namaz dışındaki zikirlerdir. Ayette ticaret özellikle zikredil­miştir. Çünkü insanı namazdan alıkoyan en büyük meşguliyet ticarettir.
Bu ayetin benzeri Cenab-ı Hakkın şu ayetidir: "Ey iman edenler! Malları­nız ve evlâdınız sizi Allah'ın zikrinden alıkoymasın." (Münafîkun, 63/9).
"Rical" kelimesiyle cemaatle namazın erkeklerden istendiğine delil getiril­miştir. Kadınlara gelince onların evlerinde namaz kılmaları onlar için daha ef-daldir.
Bunun delili ise Ebu Davud'un Abdullah b. Mes'ud'dan (r.a.) rivayet ettiği Peygamberimiz'in (s.a.) şu hadis-i şerifidir: "Kadının evinde kıldığı namaz (ca­mideki) hücresinde kıldığı namazdan daha efdaldir. Kadının gizli köşesinde kıldığı zaman evinde kıldığı namazlar daha efdaldir." İmam Ahmed Ümmü Se-leme'den (r.a.) Peygamberimiz'in (s.a.) şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Kadınların mescitlerinin en hayırlısı evlerinin en dip köşesidir."
Mescitlerin özellikle zikredilmesi buraların inanç, fikir, disiplin, ahlâkî ta­vır, ilim ve siyaset yönünden müslümanların hayatında ışık kaynağı olmasın­dandır.
Erkeklerin ibadete yönelmelerinin sebebi Allah'ın azabından korkmaları­dır: "Onlar dehşetinden kalplerin ve gözlerin ters döneceği günden korkarlar." Yani namazlarını mescitlerde cemaatle eda eden adamlar korku ve dehşetten kalplerin ve gözlerin yuvalarından fırlayacağı kıyamet gününün cezasından korkarlar.
Nitekim Cenab-ı Hak bir ayette şöyle buyurmaktadır: "Allah onların ceza­larını gözlerin yuvalarından fırlayacağı o güne bırakır." (İbrahim, 14/43).
"Biz asık suratlı katı bir günde Rabbimizin azabından korkarız." (Dehr, 76/10).
Onların akibeti Cenab-ı Hakk'm buyurduğu gibidir: "Sonunda Allah ken­dilerini işlediklerinin en güzeliyle mükâfatlandıracak ve kendilerine daha da fazlasını ihsan edecektir." Yani onlar Allah'ın kendilerine güzel amellerinin karşılığı olarak vereceği sevap sebebiyle namazlarını kılar, zekât verirler. On­lar güzel amelleri kabul edilen, hataları affedilen, kendilerine kat kat güzel mükâfat verilen kimselerdir.
Bu aynen şu ayetler gibidir: "Kim bir hasene getirirse ona on misli verilir." (En'am, 6/160).
"Güzel amel işleyenler için güzel nimetler ve ziyadesi vardır." (Yunus, 10/26).
"Allah dilediği kimseye kat kat verir." (Bakara, 2/261). Allah Tealâ İmam Ahmed, Buharî, Müslim, Tirmizî ve İbni Mace'nin Ebu Hureyre'den (r.a.) riva­yet ettiği hadis-i kudsîde şöyle buyuruyor: "Ben salih kullarım için hiçbir gö­zün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir beşer kalbine doğmayan ni­metler hazırladım."
"Allah dilediğine hesapsız rızık verir." Yani şüphesiz Allah Tealâ lütfü ve ihsanı geniş olandır. İstediğine verir, dilediğine sayısız ve hesapsız bağışta bu­lunur. Allah her şeye kadirdir. [19]

Kafirlerin Dünyadaki Durumu Ve Ahirette Hüsrana Uğramaları


39- Kâfirlerin amelleri engin çöldeki bir serap gibidir. Susayan onu su zanneder. Nihayet oraya geldiğinde hiç bir şey bu­lamaz. Yanında sadece Allah'ı bulur. O da onun hesabını tam olarak verir. Al­lah hesabı çok süratli olandır.
40- Veya (kâfirlerin amelleri) derin bir denizdeki karanlıklar gibidir. Bir deniz ki onu üst üste dalgalar örtmüş, dalga­ların üstünden de bulutlar, birbiri üstü­ne yığılmış kat kat karanlıklar... İnsan elini çıkaracak olsa neredeyse onu bile göremeyecek. Allah kime nur vermemiş­se artık onun nuru yoktur.

Açıklaması


Bu iki misal kâfirlerin dünya ve ahiretteki durumları için yahut biri küf­rüne davet eden, diğeri küfür liderlerini taklit eden iki çeşit kâfir için Cenab-ı Hakkın verdiği iki misaldir. Nitekim kalplerde yerleşen hidayet ve ilim Ra'd suresinde, su ve ateş şeklinde iki misal olarak verilmiştir.
Buradaki birinci misal şudur: "İnkâr edenlerin amelleri engin göllerdeki serap gibidir. Çok susayan kimse onu su zanneder. Fakat oraya vardığında hiç­bir şey bulamaz."
Yani Allah'ın birliğini inkâr eden, Kur'an'ı ve kendisine vahiy indirilen peygamberi inkâr eden kâfirlerin işledikleri salih ameller, yahut küfürlerine davet eden ve bu amellerinin Allah nezdinde fayda vereceğini ve kendilerini O'nun azabından kurtaracağını zanneden sonra da ahirette bu umutları boşa çıkan ve umduklarının zıddıyla karşılaşan ve küfürlerine davet edenlerin amelleri, susuz bir kimsenin bir çölde veya orada görüp de su zannettiği sonra da ümit ettiğini bulamayan kimsenin gördüğü serap gibidir. Salih ameller, ak­raba ziyareti, fakirlere iyilik ve hayırlı maksatları yerine getirmek gibi iyi amellerdir.
Kâfirlerin ahiretteki durumu böyledir. Onlar dünyadaki amellerinin ken­dileri için faydalı olacağını ve onların Allah'ın azabından kurtarıcı olacağını zannederler. Kıyamet günü gelip de kendilerine azapla karşılık verilince amel­lerinin kendilerine fayda vermediği gerçeğiyle yüzyüze kalırlar. Onlar sadece kendilerini cehenneme götürecek Allah'ın zebanîleriyle karşılaşırlar ve orada kaynar su ve irin içerler.
Kâfirler kendileri hakkında Cenab-ı Hakk'ın şöyle buyurduğu kimselerdir: "De ki: Dünya hayatında güzel ameller işlediklerini zannederek yaptıkları gay­retleri boşa giden ve amellerinde hüsrana uğrayanları size haber vereyim mi?" (Kehf, 18/103-104).
Cenab-ı Hak burada şöyle buyurdu: "Yanında sadece Allah'ı bulur. O da onun hesabını eksiksiz görüverir. Allah hesabı süratli olandır." Yani bu kimse Allah'ın kâfirlere tehditte bulunduğu azabını ve cezasını karşısında bulur. Dünyadaki ameline karşılık Allah ona tam bir ceza verir; Allah cezası seri olandır. Hiçbir hesap diğer hesaptan O'nu alıkoymaz. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Yaptıkları ameline geliriz. Onu saçılmış toz toprak hali­ne getiririz." (Furkan, 25/23). Bu onların ahiretteki durumudur, yahut küfre davet eden kâfirlerin durumudur.
Kısaca: Kâfirler ahirette kayıp ve hüsranla yüzyüze gelecekler, kendileri­ne fayda verecek veya kendilerini kurtaracak bir şey bulamayacaklardır.
Onların dünyadaki durumlarının yahut küfür liderlerini taklit eden bilgi­siz kâfirlerin durumlarının ikinci misali Cenab-ı Hakk'ın şu ayetiyle anlatıl­maktadır:
"... Veya inkâr edenlerin amelleri derin bir denizdeki karanlıklara benzer. Bir deniz ki, onu üst üste dalgalar örtmüş, dalgaların üstünden de bulutlar. birbiri üstüne yığılmış kat kat karanlıklar..." Yani kâfirlerin dünyada hidayet üzerine olmaksızın işledikleri ameller yahut başkalarını taklit edenler derin bir denizde üst üste gelen karanlıklara benzer. Bu denizi birbirine çarpan dal­galar kaplamaktadır. Gökteki yıldızların nurunu da yoğun bir bulut perdele­mektedir.
Bu karanlıklar üç tanedir:
- Denizin karanlığı,
- Dalgaların karanlığı,
- Bulutun karanlığı.
Aynı şekilde kâfirin de üç karanlığı vardır:
- İnanç karanlığı, . - Söz karanlığı,
- Amel karanlığı.
Bu karanlıklar kâfirin hakkı görmesine ve kâinatta bulunan ibretleri ve en doğru yolu irşad eden ayetleri idrak etmesine engel olmaktadır.
Hasan-ı Basrî diyor ki: Kâfirin üç karanlığı vardır: İnanç karanlığı, söz karanlığı ve amel karanlığı.
İbni Abbas diyor ki: Kalbini, gözünü ve kulağını bu üç karanlığa benzetti­ler.
Bu misalden maksat dünyada kâfirin üzerinde çeşitli dalâletlerin üstüste yığıldığını, dolayısıyla kalbinin gözünün ve kulağının şiddetli yoğun bir karan­lık içinde olduğunu bundan sonra doğru yolu ayırt etmeye ve Hakk'm nurunu bilmeye muktedir olamayacağını beyan etmektedir.
Bu sebeple Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "... Birbiri üstüne yığılmış kat kat karanlıklar ... İnsan elini çıkaracak olsa neredeyse onu bile göremeye­cek. "
Yani bu üç karanlık üstüste yığılan, üstüste biriken karanlıklardır. Bunla­rın her biri diğerinin üzerini örtmüştür. Hatta insan bu karanlıklar içerisinde kendisine en yakın olana elini uzatsa, eline bakmak şöyle dursun neredeyse hiç göremiyecek durumdadır; bu karanlıklar o derece yoğundur.
"Allah kime nur vermediyse onun nuru yoktur." Yani Allah kime hidayet vermemişse veya kimi hidayete muvaffak kılmamışsa o kimse helak olacak, bilgisiz ve hüsran içinde hiç nuru olmayan ve hiç yol göstericisi bulunmayan batıl yolda, karanlıklar içindedir. Bu ayet aynen şu ayetler gibidir: "Allah kimi saptırmışsa ona hidayet verecek kimse yoktur." (Araf, 7/186); "Allah kimi sap-tırmışsa ona hiç bir kimse hidayet verecek değildir." (Ra'd, 13/33); "Allah zalim­leri saptırır. Allah dilediğini yapar." (İbrahim, 14/27). Bu ifade Cenab-ı Hakk'm müminlerin temsili hakkındaki "Allah nurunu dilediğine verir." ifadesinin kar­şılığıdır. [20]

Allah'ın Varlığına Ve Birliğine Delâlet Eden Kâinat Delilleri


41-  Göklerde ve yerdeki varlıkların, sı­ra sıra uçan kuşların Allah'ı teşbih etti­ğini görmez inisin? Her biri kendi niyaz ve teşbihini bilir. Allah da onların yap­tıklarını bilir.
42-  Göklerin ve yerin mülkü ancak Al­lah'ındır. Dönüş de yalnız Allah'adır.
43- Görmez misin ki, Allah bulutları yü­rütür, sonra onları bir araya getirip birbirine kenetler, daha sonra da üstüs-te yığıp sıkıştırır. Bunun üzerine arala­rından yağmurun yağdığını görürsün. Allah gökteki dağ gibi bulut kümelerin­den dolu yağdırır da onu dilediğine uğ­ratır, dilediğinden de uzaklaştırır. Şim­şeğinin parıltısı da neredeyse gözleri kapıp alıverecek!
44- Allah geceyi gündüze, gündüzü ge­ceye çevirir. Şüphesiz ki bunda basiret sahipleri için nice ibretler vardır.
45- Allah her canlıyı sudan yaratmıştır. Onlardan kimi karnı üzerinde yürür, ki­mi iki ayağı üstünde yürür; kimi de dört ayak üstünde yürür. Allah dilediğini ya­ratır. Çünkü Allah her şeye kadirdir.
46- Yemin olsun ki biz açıklayıcı ayetler indirdik. Allah dilediğini dosdoğru bir yola iletir.

Açıklaması


Bu delilleri sırasıyla açıklarsak:

1- Bütün Varlıkların Allah'ı Teşbih Etmeleri:


"Göklerde ve yerdeki varlıkların, sıra sıra uçan kuşların Allah'ı teşbih etti­ğini görmez misin?" Yani ey peygamber! Ey bu ayetin muhatabı! Delil ile bilmi­yor musun ki, göklerde ve yerde bulunan, akıl sahibi olan ve olmayan melek, insan, cin, canlı ve cansız bütün varlıklar, meselâ gökyüzünde düşmesin diye uçarken kanatlarını çırpan kuşlar, selim akıl ile düşünenlerin idrak edebileceği şekilde Allah'ı teşbih ve tenzih etmektedirler. Zira bu varlıkların farklı hususi-yetleriyle yaratılmaları yaratıcının varlığına delâlet etmektedir.
Allah'ı tenzih etmek yaratıcının bütün kemal sıfatlarıyla muttasıf olduğu­nu gösterir. Cansız varlıkları Allah'a ortak koşan, Allah'a evlât nispet eden (Al­lah'ın oğlu- Allah'ın kızı gibi isnatlarda bulunan) kâfirlerin sözlerini iptal eder. Zira bunlar Allah'ın yarattığı varlıklardır.
Mücahid ve başka alimler demişlerdir ki: Namaz insanın niyazıdır. Teşbih ise insan dışındaki diğer varlıklara aittir.
"Kuşlar" yer ve göklerdeki varlıklar ifadesine girdikleri halde ilâhî sanatın eşsizliğine ve ilâhî kudretin kemaline, kendilerini yoktan var edenin son derece latif tedbir ve idaresine özellikle delâlet ettikleri için ayrıca zikredilmişlerdir. Zira ağır cisimlerin uçma anında gökyüzünde tutulmaları yoktan var eden ya­ratıcının kudretinin kemaline delâlet eden açık bir hüccettir.
Ayete "Görmez misin?" ifadesiyle başlanılması, bütün varlıkların Allah'ı teşbih etmelerinin hiç şüphe bulunmayan ve kesin ilim derecesine ulaşan açık bir durum olması sebebiyledir.
* "Her biri kendi niyaz ve teşbihini bilir. Allah da onların yaptıklarını çok iyi bilir." Yani zikredilen varlıklardan her birine Allah niyazını ve teşbihini öğret­miştir, yani Allah Tealâ'ya ibadet etme hususundaki usul ve metodunu göster­miştir. Allah bunların hepsini gayet iyi bilir. İtaat etme yahut isyan etme hali olsun mahlûkatm davranışlarından hiçbir şey O'na gizli kalmaz. O bunların karşılığını verir.
"Göklerin ve yerin mülkü ancak Allah'ındır. Dönüş de sadece Allah'adır." Yani şüphesiz ki Allah Tealâ yer ve göklerde bulunan bütün varlıkların gerçek sahibidir. Yer ve göklerde yaratma ve öldürme açısından tasarrufta bulunan gerçek hüküm sahibi O'dur. O, ibadetin kendisinden başka hiçbir kimseye lâ­yık olmadığı, hakiki ma'bud olan ilâhtır. O'nun hükmünü değiştirecek hiçbir varlık yoktur. Bütün varlıkların kıyamet gününde dönüşü O'nadır. Bu hususta O dilediği şekilde hükmeder, dilediği şekilde karşılık verir. "Böylece kötülük edenlere yaptıklarının karşılığını verir. İyi ameller işleyenleri daha güzeliyle mükâfatlandırır." (Necm, 53/31).
Kısaca: Kâinatın azameti, yer ve göklerin eşsiz bir şekilde yoktan yaratıl­maları, Allah'ın yer ve göklerde yaydığı canlı ve cansız varlıklar, insanı vücu­dunda müşahede ettiğimiz gayet üstün sistemde, kara, deniz ve havada yaşa­yan çeşitli hayvanlar en büyük ve en küçük hayvanın yaptığı davranışlar, pe­tek yapma ve bal imal etme hususunda arının çeşitli yollara baş vurması, bö­cekleri avlama hususunda güçsüz örümceklerin baş vurdukları hileler, kuşların hayret verici davranışları, mahlûkatı hususunda var etme - yok etme, ilk yaradılış ve tekrar dirilme şeklindeki Cenab-ı Hakk'm tasarrufları ... Bütün bunlar kendisinden başka hiçbir rab bulunmayan, kendisine lâyıkıyla ibadet edilebilecek, O'ndan başka ma'bud bulunmayan, her şeyde tasarruf sahibi olan tek bir rabbin, eşsiz yaratıcı bir ilâhın varlığına kesin maddî delillerdir.
Bu, Allah'ın varlığına, kudretine ve birliğine delâlet eden ilk kâinat delili­dir. Bu bütün delilleri içine almaktadır. Bu delillerden her bir delil kanaatin oluşması konusunda tek başına yeterlidir.
İlk iki ayette zikredilen hususları iki delil halinde tasnif etmek mümkün­dür:
- Ulvî ve süflî alemdeki kulluk delili,
- Mutlak mülkün ve bütün mahlûkatın dönüşlerinin sadece Allah'a olduğu delili.
Allah'ın kudretine ve birliğine delâlet eden sonraki ayetlerde yer alan di­ğer iki delil de şunlardır: [21]

2- Yağmurun Yağdırılması:


Ey Peygamber! Ey muhatap! Yağmurun meydana gelmesi ve yağdırılması şeklini bilmiyor musun? Allah yeryüzünün beşte dördünü meydana getiren de­nizlerden yükselen buharın zerreciklerini ilâhî kudretiyle bir araya getiriyor, birleştiriyor, bu da soğuk hava tabakalarında yüksek bulutlar meydana getiri­yor. Sonra da bu yağmur bulutlarını aşılama yapan rüzgârlarla yağmurun yağ­masını istediği yere gönderiyor, sonra da bu bulutlardan yeni bulutların parça­ları arasında meydana gelen küçük delâletlerden yağmur yağdırıyor.
Böylece Allah dağlara benzeyen yoğun bulut tabakalarından yağmur yağ­dırır. Nitekim atmosferdeki soğukluğun yükselen buharlara etkisi oranında kar ve dolu yağmaktadır.
İnsanın üstünde bulunan gökyüzüne "sema" denir. Ayetteki "sema" insan­ların başları üzerinde yükselen bulut demektir. "Dağlar" ifadesi de gökyüzünde ulu dağlar gibi bir araya gelen beyaz bulutların üstünde normal olarak yerden 10.000 metreden daha fazla yükseklerde seyreden uçakta yolculuk yapan her­kesin gördüğü bulutlardan kinayedir.[22]
Bazı müfessirler de buz dağlarının fiilen gökyüzünde bulunduğu ve Al­lah'ın doluyu bu dağlardan indirdiği görüşünü ileri sürmüşlerdir. Bazı modern nazariyeler bu manayı teyit etmekte, gök tabakalarında doludan meydana gelen dağlara benzeyen kümeler bulunduğunu, denizlerden yükselen buharlar­dan daha çok yağış olduğunu ispat etmektedirler.
Yağmurun nasıl yağdırılacağı hususunda Allah'ın iradesi, kudreti ve ta­sarrufu geçerlidir. Kullarından dilediği kimselere rahmet olarak yağmur veya dolu çeşitlerini gökyüzünden yağdırır, dilediğini de mahrum bırakır. Ya ceza olarak ya da meyvaların ve çiçeklerin dökülmesine, bitki ve ağaçların telef ol­masına sebep olmamak için rahmetiyle dilediğine de yağmuru geç indirir.
Bütün bunlardan daha şaşırtıcı olanı zıddı zıddmdan, ateşi soğuktan ya­ratmasıdır. Hatta bulutların çarpışması sebebiyle çıkan şimşek neredeyse ba­kanların gözünü ahverecek derecededir. [23]

3- Gece İle Gündüzün Birbiri Ardına Gelmesi:


"Allah geceyi gündüze, gündüzü geceye çevirir. Şüphesiz ki bunda basiret mhipleri için nice ibretler vardır." Yani Allah Tealâ gece ve gündüzden birini artırıp diğerini eksiltmekle, sıcaklık ve soğukluk gibi durumlarını değiştirmek­le, değişmeyen hassas bir sistemle birbiri ardınca gelmelerini temin etmekle gece ve gündüzde tasarrufta bulunur. Bunda Allah Tealâ'nm azametine delil vardır, akıl sahiplerinden düşünen kimseler için öğüt vardır.
Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle buyurmaktadır: "Göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbirlerini takip etmelerinde akıl sa­hipleri için ibretler vardır." (Al-i İmran, 3/190).
Buharı ve Müslim'in Ebu Hureyre'den (r.a.) rivayet ettikleri bir hadis-i kudsîde Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Allah Tealâ buyuruyor ki: Âdemoğlu dehr'e (zamana) küfrederek bana eziyette bulunur. Dehr benim; em­retmek benim elimdedir. Geceyi gündüze, gündüzü geceye çeviririm." [24]

4- Çeşitli Hayvanların Yaratılması:


"Allah bütün canlıları sudan yaratmıştır... Çünkü Allah her şeye kadirdir."
Allah Tealâ birliğine ve kudretine, gökyüzü ve yeryüzü âlemine delil getir­dikten sonra çeşitli şekil, renk, hareket, sessizlik ve görevlerdeki hayvanların durumuyla delilini pekiştirdi. Yeryüzünde yürüyen bütün hayvan çeşitlerini sodan yaratan O'dur. Su insanın ana maddesidir; meydana gelmenin temelidir. Yahut kadının yumurtalıklarında aşı yapacak canlı meninin taşıdığı nutfedir. Suyun özellikle zikredilmesinin sebebi, yaradılışın ilk aslı olmasıdır. O olma­dan hiçbir canlı ayakta kalamaz.
Hayvan çeşitleri pek çoktur. Bunlardan kimi yılanlar, balıklar ve diğer sü-lüngenler gibi karın adalelerini sıkmak ve serbest bırakmak suretiyle karnı üze­rinde sürünerek yürürler. İlâhî kudretin mükemmelliğine işaret etmek, nzık ara-: vb. diğer gayelerini temin için hareket ve intikal etmelerini gerçekleştirmele-: işaret etmek için bunların sürünmelerine "yürüme" adı verilmiştir.
Bu hayvanlardan kimi de insan ve kuşlar gibi iki ayak üzerine yürürler, başka gurup da evcil hayvanlarla diğer vahşî kara hayvanları gibi dört : üzerine yürürler.
Allah Tealâ kudretiyle dilediği her şeyi yaratır. Bu özlü bir ifade olup bu­nun altına dört ayaktan fazla ayakları olan, şekilleri, tabiatları ve göçleri birbi­rinden farklı olan böcekler ve benzeri hayvanlar da girmektedir.
Şüphesiz ki Allah her şeyi yaratmaya kadirdir. Yerde ve gökte hiçbir şey Onu âciz bırakamaz. O ne dilemişse olur, dilemediği de olmaz.
Cenab-ı Hak daha sonra tevhid delillerini zikrederek ve bu delilleri bir arada toplayan genel ve kapsamlı bir ifade ile konuya son verdi.
"Yemin olsun ki biz açıklayıcı ayetler indirdik. Allah dilediğini dosdoğru bir yola iletir." Yani Allah bu Kur'an-ı Kerim'de kâinatı yaratan ve idare eden, varlığına delâlet eden, içindeki hikmetler, hükümler, esaslı ve açık misallerle hak ve doğruluk yolunu gösteren, gayet açık, tafsilatlı ayetler indirdik. Allah Tealâ akıl, basiret ve şuur sahiplerine bu ayetleri gayet iyi anlayıp düşünme yolunu gösterir. Dilediği kimseye ise dosdoğru yolu gösterir. [25]

Yeterli Beyana Rağmen Sapıklık Ve Nifak Üzerinde Devam Etme


47- Onlar (münafıklar): "Allah'a ve Rasu-lüne iman ettik ve itaat ettik." derler. Sonra da içlerinden bir gurup bunun ardından yüz  çevirir.  İşte  bunlar mümin değildirler.
48- Onlar aralarında Peygamberin hük­metmesi için, Allah'a ve Rasulüne davet edildikleri zaman bir de bakarsın ki, iç­lerinden bir gurup hemen yüz çevir­mektedir.
49-  Eğer hak kendilerinin lehine ise, Peygamberin huzuruna boyunlarını bü­kerek gelirler.
50- Onların kalplerinde bir hastalık mı var? Yoksa şüpheye mi düştüler? Ya da Allah'ın ve Rasulünün kendilerine hak­sızlık yapacağından mı korktular? Ha­yır, işte bunlar zalimlerin ta kendileri­dir.

Açıklaması


Bu sıfatlar içlerinde gizledikleri düşüncelerinin zıddını ortaya koyan mü­nafıkların sıfatlarıdır.
Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Onlar: Allah 'a ve Rasulüne iman ettik ve itaat ettik derler. Sonra da içlerinden bir gurup bunun ardından yüz çevirirler." "İşte onlar mümin değildirler." Yani münafıklar bütün insanların önlerinde: "Biz rab olarak Allah'ı, rasul olarak Muhammed'i (s.a.) tasdik ettik. Takdir et­tiği hususlarda Allah'a, hükmettiği hususlarda Rasulullah'a (s.a.) itaat ettik." derler. Sonra da onlardan bir gurup Rasulullah'ın verdiği hükmü kabul etmek­ten yüz çevirir. Amelleriyle sözlerine aykırı davranırlar. Yapmadıkları, yapma­yacakları şeyleri söylerler. Bundan sonra da diğer geri kalan münafık arkadaş­larının yanlarına dönerler. Bu ilân ettikleri şeylerden döndüklerini açıklarlar. Gerçek şudur ki bunlar münafık kimselerdir. Fiilen iman ehli değildirler. Sade­ce münafıklık üzerine ısrar etmektedirler.
Bu ayet imanın sadece sözle olmayacağının açık bir delilidir. Zira sadece bununla olsaydı, onların mümin olmadıkları ifadesi doğru olmazdı.
Onların münafıklık ve dengesizliklerinin örneklerinden biri şudur:
"Onlar aralarında Peygamberin hükmetmesi için Allah ve Rasulüne davet edildikleri zaman, bir de bakarsın ki içlerinden bir gurup hemen yüz çevirmiş­tir. " Yani onlar kendi aralarındaki anlaşmazlıklarda Peygamberin hüküm ver­mesi için, Allah'ın kitabının hakemliğine ve O'nun hidayetine tabi olmaya ve Allah'ın Rasulüne çağırıldıkları zaman Allah ve Rasulünün hükmünü kabul et­mekten yüz çevirirler. O'nun hükmüne uymak yerine böbürlenirler.
Bu Rasulullah'ın (s.a.) hükmüne razı olmamaktır. Bu aynen şu ayet gibi­dir: "Sana indirilen Kitab 'a ve senden önce indirilen kitaplara iman ettiklerini iddia edenleri görmüyor musun? Onlar tagutun hakemliğini istemektedirler. Halbuki onlar tagutu inkâr etmekle emrolundular. Şeytan onları gayet derin bir sapıklığa düşürmek istemektedir. Onlara: "Allah'ın indirdiğine (Kur'an a) ve Rasule gelin." denildiği zaman münafıkların senden yüz çevirdiklerini görür­sün." (Nisa, 4/60-61).
Bu ayette Rasulullah'ın (s.a.) hükmünün hak ve adalet üzerine kurulu Al­lah'ın hükmü olduğuna delâlet vardır.
"Eğer hak onların lehine ise Peygamberin huzuruna boyunlarını bükerek gelirler." Yani verilecek hüküm onların lehine ise onun sadece hakla hüküm ve­receğini bildikleri için, onun hükmünü kabul ederek, ona itaat ederek gelirler. Bu onların açıkça taraf olduklarına ve peşin menfaatlere talip olduklarına açık bir delildir. Onlar hakkın başkalarına ait olduklarını bildikleri yahut şüphe ettikleri zaman Hz. Peygamber'in (s.a.)hükmünden yüz çevirirler. Ama hakkın kendi lehlerine olduğunu bilirlerse nebevi hükmü kabul edip O'na razı olmaya koşarlar.
Sonra Kur'an-ı Kerim onların psikolojilerini tahlil etti. Cenab-ı Hak şöyle buyurdu:
"Onların kalplerinde bir hastalık mı var? Yoksa şüpheye mi düştüler? Ya da Allah'ın ve Rasulünün kendilerine haksızlık yapacağından mı korktular?"^
Yani onların bazan Hz. Peygamberin (s.a.) hükmünü kabul etmekte tered­düt edip şüpheye düşmeleri, bazan da ondan yüz çevirmeleri şu sebeplerden bi­riyle meydana gelmişti.
Ya onlar küfür ve nifak sebebiyle kalpleri hasta olan kimselerdir, hastalık anlardan ayrılmamaktadır. Yahut Allah ve Rasulünün hükümde onların aley­hine bir haksızlık yapacaklarından korkmaktadırlar.
Sebep ne olursa olsun bunlar sırf küfürdür. Allah da onların tamamını ve sıfatlarını gayet iyi bilmektedir.
Bu sebeple Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Hayır, onlar zalimlerin ta ken­dileridir. " Yani haksızlık yapan facirler asıl kendileridir. Onlar kendileri haksız oldukları halde haklı olana karşı haksızlık yapmak istemektedirler. Yoksa on­ar Rasulullah'm (s.a.) emin olduğunu, hükmünde adil olduğunu ve zulümden i-zak olduğunu bildikleri için Rasulullah'm (s.a.) kendilerine haksızlık yapaca-pndan korkmamaktadırlar. [26]

Müminlerin İtaatleri Ve Emirlere Uyma Görevleri


51- Aralarında Peygamberin hükmetme­si için Allah'a ve Rasulüne davet edil­dikleri zaman müminlerin sözü ancak: 'İşittik ve itaat ettik." olur. İşte bunlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.
52- Kim Allah'a ve Rasulüne itaat eder, Allah'tan korkar ve O'ndan sakınırsa iş­te onlar gerçek kazancı elde edenlerdir.
53- Onlar (münafıklar) kendilerine em­rettiğin takdirde, mutlaka cihada çıka­caklarına dair en ağır yeminleriyle Al­lah'a yemin ettiler. Sen onlara şöyle de: "Yemin etmeyin. Nasıl itaat ettiğiniz malûmdur. Şüphesiz ki Allah yaptıkları­nızdan haberdardır."
54-  (Ey Muhammed!) Onlara: "Allah'a itaat edin. Rasul'e itaat edin." de. Eğer siz yüz çevirirseniz Peygamber ancak kendisine yükletilen vazifeden, siz de ancak kendinize yükletilen vazifeden sorumlusunuz. Eğer O'na itaat ederse­niz hidayeti bulursunuz. Peygamber'e düşen görev sadece apaçık bir tebliğdir.

Açıklaması


Şu sıfatlar Allah ve Rasulüne icabet eden, Allah Tealâ'nın kitabına ve Ra-sulünün sünnetine uyan müminlerin sıfatlarıdır:
'Aralarında Peygamberin hükmetmesi için Allah'a ve Rasulüne davet edil­dikleri zaman müminlerin sözü ise ancak: "İşittik ve kabul ettik." olur. İşte bun­lar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir."
Yani imanlarında sadık olan müminlerin tavrı ve âdeti, bir kimse kendile­rinden kaynaklanan anlaşmazlıklarda Allah'ın ve Rasulünün hükmüne çağır­dığı zaman: "İşittik kabul ediyoruz ve itaat ediyoruz." demeleridir. Bu sebeple Allah Tealâ onları kurtuluşa ermekle tavsif etti. İşte bunlar istenilen dereceye ulaşmak, korkulan şeylerden salim olmak, korkulardan kurtulmak suretiyle gerçek kazancı elde edenlerdir.
Kabul ve itaat ilk müslümanlarla yapılan ilk misakm (anlaşmanın) ana mihveridir. İlk Akabe Biatı'nda Ubade b. Samit'in rivayet ettiği gibi Ensar'dan 12 kişi meşru hususlarda kabul edip itaat etmek hususunda Peygamberimiz'e (s.a.) biat etmişlerdi.
Ebu Davud ve Tirmizî'nin Ebu Necîh el-Irbad b. Sariye'den (r.a.) rivayet ettiklerine göre Rasulullah (s.a.) sahabeye vaazda bulunmuş ve şöyle buyur­muştu: "Size Allah korkusunu, Allah'ın emirlerini kabul edip itaat etmenizi tavsiye ederim..."
Ubade b. Samit (r.a.) kardeşinin oğlu Cünade b. Ebî Ümeyye'ye ölüm has­talığı sırasında vasiyette bulunarak şöyle demişti:
- Senin lehinde ve aleyhinde olan hususları sana haber vereyim mi? Cünade:
- Evet, dedi. Ubade şöyle dedi:
- Senin üzerine düşen görev, zor veya kolay, hoşuna giden veya hoşuna git­meyen emirleri kabul edip itaat etmek ve bu emirleri kendi nefsine tercih et­mektir. Dilini adaletle kullanmalısın. Sana Allah'a karşı açık bir isyan emret-medikçe idareye ehil olanla çekişmemelisin. Sana Allah'ın kitabına aykırı bir şey emrettiğinde Allah'ın kitabına uy.
Ebu'd-Derdâ diyor ki: Allah'a itaat olmadıkça İslâm olmaz. Hayır, sadece cemaatte vardır. Nasihat Allah için, Rasulü için, halife ve bütün müminler içindir.
Cenab-ı Hak daha sonra Allah ve Rasulü için yapılan her taatin gerçek ka­zancı gerçekleştireceğini beyan ederek şöyle buyurdu:
"Kim Allah ve Rasulüne itaat eder, O'na sığınırsa işte onlar gerçek kazancı elde edenlerin ta kendileridir." Yani kim emrettikleri hususlarda Allah ve Rasu­lüne itaat ederse, nehyettikleri hususları terk ederse, geçmiş günahları için Al­lah'tan korkarsa, gelecek günleri için de O'ndan sakınırsa işte bu kimseler her hayrı kazanan, dünya ve ahirette her çeşit kötülükten emin olan kimselerdir.
Allah Tealâ daha sonra bu müminlerin tavrı ile her zaman çok sayıda bu­lunan münafıkların tavrını karşılaştırdı. Münafıkların Rasulullah'm (s.a.) hük­münden hoşlanmadıklarını beyan ettikten sonra münafıkların itaat hususun­daki tavırlarını tekrar ortaya koyarak şöyle buyurdu:
"Ey Muhammedi Münafıklar kendilerine emrettiğin takdirde mutlaka ci­hada çıkacaklarına dair en ağır yeminleriyle Allah'a yemin ettiler." Yani nifak ehli ağır ve şiddetli yeminler ederek ve son derece mübalağa yaparak Peygam­berimiz'e (s.a.) eğer kendilerine cihadı ve mücahitlerle çıkmayı emredecek olur­sa istediği şekilde cihada çıkacaklarını söylediler. Şöyle diyorlardı: Allah'a ye­min olsun ki, bize diyarımızdan, mallarımızdan ve hanımlarımızdan vazgeçme­mizi emredip cihadı emredersen cihad ederiz.
Allah Tealâ onların yalanlarını beyan ederek şöyle cevap verdi:
"Sen onlara şöyle de: Yemin etmeyin. Nasıl itaat ettiğiniz malûmdur." Ya Muhammedi Onlara şöyle de: Yemin etmeyin. Sizden istenen meşru bir itaattir. O da dille doğruluk, kalple ve fiille tasdik etmektir. Bunun manası, "Sizin ne şekilde itaat ettiğiniz malûmdur, bu ise kalben tasdik olmaksızın sadece dille itaat etmek, fiil olmaksızın sadece sözle itaat etmektir, ne zaman yemin ettiy­seniz yalan söylediniz." demektir.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Kendilerinden hoşnut olma­nız için size yemin ederler. Eğer siz onlardan razı olursanız şüphesiz Allah fa-sıklar topluluğundan razı olmaz." (Tevbe, 9/96).
"Onlar yeminlerini bir kalkan edindiler ve Allah yoluna engel oldular. İşte onların hakkı horlayıcı bir azaptır." (Mücadile, 58/16).
^Bu'ıîaae yalan yere yapnan\)oş yettnnoen ne^fe. im »İîMltagfiJîgft gerektiği şekilde olsaydı, ondan nehyetmek caiz olmazdı. Bununla onların ye­minlerinin münafıklıkları sebebiyle olduğu ve onların içlerinin dışlarına uyma­dığı ortaya çıkmıştır.
"Şühhesiz ki Allah yaptıklarınızdan haberdardır." Yani Allah sizin gizli-
dardır. Bizin yalancı yeminlerinizi âe.kuftatt.m'n ğ'ÖTm\\eYmu& OtenfefiİT,
ve müminleri aldatma gibi her şeyi gayet iyi bilir; dolayısıyla her kötü amele
karşı size ceza verir. Bu bir tehdit ve korkutmadır.
Cenab-ı Hak daha sonra onlara teşvikte bulunup korkutarak şöyle buyurdu:
"De ki: Allah'a itaat edin. Rasul'e itaat edin." Ey Rasulüm! Onlara şöyle de: Allah'ın kitabına ve Rasulünün sünnetine uyun. Bu ifade münafıkların Allah'ın kitabına ve rasulünün sünnetinde bulunanlara itaat etmediklerine delildir.
"Eğer yüz çevirirseniz Peygamber ancak kendisine yükletilen, siz de ancak kendinize yükletilen vazifeden mes 'ulsünüz." Eğer O'ndan yüz çevirip size getir­diği hususları terk ederseniz, Rasül'e düşen görev ilâhî mesajı tebliğ etmek ve emaneti yerine iade etmektir. Sizin üzerinize düşen bunu kabul etmek ve em­rettiği hususlarda O'na itaat edip Onu ta'zim etmektir. Sizin üzerinize yükleti­len vazife ise itaattir.
"Eğer O'na itaat ederseniz doğru yolu bulursunuz. Peygamber'e düşen sa­dece apaçık bir tebliğdir." Yani bu Peygamber'e size emrettiği ve nehyettiği hu­suslarda itaat ederseniz hakka nail olursunuz. Çünkü O doğru bir yola davet etmektedir. Rasul'e düşen sizin muhtaç olduğunuz şeyleri apaçık bir şekilde tebliğ etmektir. Bu ayet aynen şu ayetler gibidir. "Senin üzerine düşen sadece tebliğdir. Hesabı görmek de bize aittir." (Ra'd, 13/40). Ya Muhammed sen hatır­lat! Sen sadece hatırlatıcısın. Onların üzerine zorla hükmedici değilsin. [27]

İmanın Temelleri


55- Allah içinizden iman edip salih amel işleyenlere kesinlikle vaad etmiştir ki, kendilerinden öncekileri kâfirlerin ye­rine getirdiği gibi mutlaka onları da yeryüzüne hakim kılacak, kendileri için razı olup seçtiği dinlerini iyice yerleşti­recek ve kendilerini korkularından son­ra emniyete kavuşturacaktır. Onlar sa­dece bana kulluk ederler ve bana hiçbir şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan son­ra inkâr ederse işte onlar fasıkların ta kendileridir.
56- Namazı dosdoğru kılın. Zekâtı verin ve Peygamber'e itaat edin ki rahmete eresiniz.
57- Sakın yeryüzünde kâfirlerin başka­larını aciz bırakacaklarını sanma. Onla­rın varacakları yer Cehennem'dir. O ne kötü bir dönüş yeridir!

Açıklaması


"Allah içinizden iman edip salih amel işleyenlere kesinlikle vaad etmiştir ki, mutlaka kendilerinden öncekileri kâfirlerin yerine getirdiği gibi onları da yeryüzünde mirasçı kılacaktır."
Yani Allah kendilerinden şu iki vasfı yani Allaha ve Rasulüne iman etme ve kulu Allah Tealâ'ya yaklaştıracak, O'nu razı kılacak salih amel işleme vasıf­larını bir arada bulunduran kimselere şu vaadde bulunmuştur: Peygamber'in < s.a.) ümmetini yeryüzünden halifeler, yani ülkeleri salâha ve huzura kavuştu­racak önemli liderler ve yöneticiler kılacağını vaad etmiştir. Nitekim Hz. Da-vud ve Süleyman'ı (a.s.) da yeryüzünde örnek liderler kılmış, diktatör Firavun­ların helak edilmesinden sonra İsrailoğulları'nı Mısır ve Şam'a varis kılmıştı.
Ayetteki "Minküm" Sizden, sizin içinizden ifadesindeki (min) harfi Fetih Suresi'nin son ayetinde yer alan (min) harfi gibi "beyan (açıklama)" içindir: "Al­lah onların içinden iman edip salih amel işleyenlere büyük bir ecir ve mağfiret vaad etmiştir" (Fetih, 105/ 29).
Allah'ın vaadinin sadık ve mutlaka gerçekleşecek olması sebebiyle Cenab-ı Hak "Bu, Allah'ın vaadidir. Allah vaadinden dönmez." (Zümer, 39/20) buyurdu­ğu gibi, bu vaadini de yerine getirmiştir. Arap yarımadasında müslümanları hakim kılmıştır. Daha sonra müslümanlar doğu-batı ülkelerini feth etmişler, kisraların (İran hükümdarlarının) mülkünü ve hazinelerini ele geçirmişler, kayserlerin (Rum imparatorlarının) ülkesini fethetmişlerdir. Peşpeşe gelen ha­lifeliklerle yani Raşid Halifeler, sonra Şam ve Endülüs'teki Emevî halifeleri, daha sonra Abbasi halifeleri, son olarak da 20. asrın ilk çeyreğinin sonuna 1924 yılında halifeliğin ilga edilmesine kadar devam eden Osmanlı Halifeleri ile İslâm devleti güçlü, kuvvetli bir devlet olarak hayatını devam ettirmiştir.
Peygamberimiz'in (s.a.) zamanında Mekke, Hayber, Bahreyn, Arap yarı­madasının diğer kısımları ve Yemen'in tamamı fethedilmişti. Hecer mecusile-rinden bazı Şam beldelerinden cizye alınmıştı. Rum kralı Heraklius, Mısır'daki Kıbtîlerin büyüğü Mukavkıs, Habeşistan Kralı Necaşi ve Umman kralı Pey-gamberimiz'e (s.a.) hediyeler göndermişlerdi.
Raşid Halifeler devrinde doğuda ve batıda pek çok ülkeler fethedilmişti.
Bunların arasında İran ve Rum diyarının Irak ve Şam'da pek çok şehirleri, Mı­sır ve bazı Kuzey Afrika ülkeleri de vardı. Irak şehirleriyle, Horasan ve Ehvaz şehirleri fethedilmiş, bu savaşlarda Tatar ve Moğollardan pek çok kişi öldürül­müştü.
Emevî devrinde geniş fetihler devam etmiş, Endülüs ve Hindistan'a kadar yayılmıştı.
Abbasî devrinde İslâm diyarının çeşitli kısımlarında İslâm idaresi istikra­ra kavuşmuştu.
Osmanlı Devleti zamanında İslâm toprakları doğu ve batının en uç nokta­larına kadar genişlemişti. Endülüs'ün en uç noktasına kadar batı toprakları, İstanbul, Kıbrıs, Atlantik okyanusuna kadar Kayravon ve Septe toprakları fet­hedilmiş, Fetih, Çin diyarının en doğu noktasına kadar uzanmıştı.
Buharî, Müslim ve İmam Ahmed'in Müsned'inde yer alan Peygamberi-miz'in (s.a.) şu hadis-i şerifi gerçekleşmişti: "Allah bana yeryüzünü dürdü. Do­ğusunu da batısını da gördüm. Ümmetimin mülkü (varlığı) dürülen yere kadar ulaşacak."
Bu ayetin benzeri şu ayetler vardır: "Hatırlayın ki bir zaman sayınız azdı. Yeryüzünde ezilmiştiniz. İnsanların sizi kapıp götürmesinden korkuyordunuz. Öyle iken Allah sizi barındırdı, yardımıyla destekledi ve sizi helâl ve temiz şey­lerle rızıklandırdı ki şükredesiniz."
"Biz ise istiyorduk ki yeryüzünde ezilenlere lütufta bulunalım. Onları ön­derler yapalım. Onları varisler kılalım. Ve onları yeryüzünde yerleştirelim. Fi­ravun'a, Haman'a ve askerlerine sakındıkları şeyi o zayıfların eliyle göstere­lim." (Kasas, 28/5-6).
"... kendileri için razı olup seçtiği dinlerini iyice yerleştirecektir." Yani İs­lâm dinini yeryüzünde hakim ve sabit kılacak, izzetli, güçlü, kuvvetli, düşman­larının gözünde korku uyandıran, küfür milletine karşı muzaffer yapacaktır.
"... kendilerini korkularından sonra emniyete kavuşturacaktır." Yani onla­rın durumlarını korkudan emniyete çevirecektir.
Peygamberimiz (s.a.) Adiyy b. Hatim geldiğinde:
- Hîre'yi bilir misin? diye sordu. Adiyy:
- Bilmiyorum, ama duydum, dedi. Peygamberimiz (s.a.):
- Nefsimi elinde tutan Allah'a yemin olsun ki Allah bu dini tamamlayacak, hatta devenin üstündeki hevdec (kafes) içerisindeki kadın Hîre'den yola çıka­cak, hiçbir arkadaşı olmadan gelip Beytullah'ı tavaf edecektir. Kisra b. Hür­müz'ün hazineleri de fethedilecektir, buyurdu. Adiyy:
- Kisra b. Hürmüz'ün hazineleri mi? dedi. Efendimiz:
-  Evet, Kisra b. Hürmüz'ün hazineleri. Mal çok bollaşacak, hatta kimse mal (sadaka) kabul etmeyecek.
Adiyy b. Hatim diyor ki: "Bugün Hîre'den yolcu kadın yola çıkıyor, yanında hiçbir kimse bulunmadan Mekke'ye geliyor, Kâ'be'yi tavaf edip geri dönüyor. Ayrıca ben Kisra b. Hürmüz'ün hazinelerini fetheden ordu içerisindeydim. Nef­simi elinde tutan Allah'a yemin olsun ki üçüncüsü (malın bollaşması) mutlak olarak gerçekleşecektir. Çünkü bunu Rasulullah (s.a.) söylemiştir."
Üçüncü haber adaletli raşid halife Ömer b. Abdülaziz (rh.a.) zamanında gerçekleşmiştir.
İmam Ahmed'in Übeyy b. Ka'b'dan (r.a.) rivayet ettiğine göre Peygamberi­miz (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Bu ümmet yücelik, yükseklik, dindarlık, zafer ve yeryüzüne hakim olmakla müjdelendi. İçinizden kim ahiret amelini dünya için işlerse o kimsenin ahiretten hiçbir nasibi yoktur."
Cenab-ı Hak daha sonra bu ümmetin yeryüzüne hakimiyeti esnasındaki durumunu yahut yeryüzüne hakim olma sebebini şöyle beyan etti:
"Onlar sadece bana ibadet ederler.[28] Bana hiçbir şeyi ortak koşmazlar." Ya­ni bu ümmet hiçbir ortağı olmayan bir Allah'a ibadet eder. Allah Tealâ'ya iba­deti bırakıp şirke dönmezler. Allah onlara bu müjdeyi ibadet etmeleri ve ihlâslı olmaları halinde vaad etmiştir.
İmam Ahmed, Buharî ve Müslim Muaz b. Cebel'den (r.a.) Peygamberi­mizin (s.a.) şu hadisini rivayet ederler: "Allah'ın kulları üzerindeki hakkı O'na hiçbir şeyi şirk koşmadan kulluk etmeleridir. Kulların da Allah'ın üzerindeki hakkı onlara azap etmemesidir."
"Artık bundan sonra kim inkâr ederse işte onlar fasıkların ta kendileridir." Yani kim dinden dönerse veya bu nimete nankörlük ederse "Allah 'm nimetleri­ni inkâr ederse..." (Nahl, 16/112) yahut Rabbine itaat etmekten vazgeçer ve O'nun emrinden çıkarsa işte onlar bu büyük nimeti inkâr etmeleri ve üzerle­rinde olan Allah'ın lütfunu unutmaları sebebiyle fasıklıkları tam olan kimse­lerdir, onlar tam anlamıyla fasıktırlar.
Ümmetin içinden bazılarında bazan nankörlük görülebilir. Buharî ve Müs­lim'in Sa/u'A'lerindeki şu hadis buna delildir: "Ümmetimden bir gurup hak üze­rinde devam edecekler. Kıyamete kadar onları hiçe sayanlar ya da onlara mu­halif olanlar kendilerine zarar veremezler."
Allah'a ve Rasulullah'a (s.a.) itaati emrettikten sonra Cenab-ı Hak nimete şükür olarak namaz kılmayı, Allah'ın fakir kullarına bir iyilik olmak üzere ze­kât vermeyi ve te'kit olmak üzere Rasulullah'a (s.a.) itaati emrederek şöyle bu­yurdu:
"Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin ve Peygamber'e itaat edin ki merha­mete nail olasınız." Yani namazı vaktinde rükün ve şartları tam olarak eda edin. Hiçbir ortağı olmayan tek olan Allah'a ibadet edin. Sizin üzerinize farz kı­lınan, zayıf ve fakirlere iyilik olan zekâtı verin. Emrettiği, nehyettiği ve yasak­ladığı hususlarda Allah Rasulüne (s.a.) itaat edin. Umulur ki bu sebeple Allah size rahmet eder ve sizi acıklı bir azaptan kurtarır. Hiç şüphe yok ki kim bunu yaparsa Allah ona rahmet edecektir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "Onlara Allah rahmet edecektir." (Tevbe, 9/71).
Allah Tealâ'ya ve Rasulüne (s.a.) itaati görmezden gelenler ise Allah Te-alâ'nın buyurduğu gibidir:
"Sakın yeryüzünde kâfirlerin başkalarını aciz bırakacaklarını sanma. On­ların varacakları yer Cehennem'dir. O ne kötü bir dönüş yeridir!" Yani Ey Pey­gamber! Sana muhalefet edenlerin, seni yalanlayanların, senin peygamberliği­ni inkâr edenlerin Allah'ı aciz bırakacaklarını, Allah onları helak etmeyi mu-rad ettiği zaman kaçacaklarını sanma. Bilâkis Allah onlara kadirdir. Buna kar­şılık onları dünyada hastalık, tasa, endişe ve intihar gibi çeşitli ferdî azaplarla ve savaşlarda öldürülmek, depremler, volkanlar, yangınlar ve boğulmak gibi toplu afet ve azaplarla onlara azap edecektir. Ahirette onların varacakları yer cehennem ateşidir. Kâfirlerin varacağı yer ne kötüdür. Orası ne kötü bir dönüş yeri, ne kötü bir karargâhtır. [29]

Aile İçinde İzin İsteme Durumları, Yaşlı Kadınların Dış Elbiseleri Hususunda Ruhsatlar


58-  Ey iman edenler! Sahip olduğunuz köle ve cariyelerle sizden henüz bulûğ çağına ermemiş çocuklar sabah nama­zından önce, öğle sıcağında elbiselerini­zi çıkardığınız zaman ve yatsı namazın­dan sonra olmak üzere üç vakitte, (ya­nınıza girmek için) sizden izin istesin­ler. Bunlar üç mahrem vakittir. Bunun dışındaki vakitlerde sizin için de, onlar için de hiçbir mahzur yoktur. Siz de bir­birinize sık sık gider gelirsiniz. İşte Al­lah size ayetleri böyle açıklar. Allah her şeyi gayet iyi bilendir, sonsuz hikmet sahibidir.
59-  Sizin çocuklarınız bulûğ çağına erince kendilerinden öncekiler (büyük­ler) gibi izin istesinler. İşte Allah ayetle­rini böylece size açıkça beyan eder. Al­lah her şeyi gayet iyi bilendir, sonsuz hüküm ve hikmet sahibidir.
60-  Evlenme ümidi kalmayan yaşlı ka­dınların ziynet yerlerini göstermemek üzere dış örtülerini bırakmalarında bir mahzur yoktur. Ama iffet sahibi olmala­rı (örtünüp sakınmaları) kendileri için daha hayırlıdır. Allah her şeyi gayet iyi işiten, her şeyi gayet iyi bilendir.

Açıklaması


Bu ayetler zikredilen hükümlerde itaatin vacip olduğuna delâlet eden "ila­hiyat" konularından ve bu konuda yapılan vaadlerden ve yüz çevirmeye karşı­lık yapılan vaîd ve tehditlerden sonra bu suredeki hükümleri tamamlayıcı di­ğer hükümlere dönüş niteliğindedir.
Bu ayetler, akrabaların birbirlerinden izin istemelerinin ve yaşlı kadınla­rın dış elbiselerini bırakmalarının bir ruhsat olduğu konularını beyan etmekte­dir. Bu surenin başlarında yer alan ayetler ise yabancıların birbirlerinden izin istemeleri hakkında idi. Bu ayetlerin tefsiri şöyledir:
"Ey iman edenler! Sahip olduğunuz köle ve cariyeler ve sizden henüz bulûğ çağına ermemiş çocuklar şu üç vakitte yanınıza girmek için sizden izin istesin­ler: Sabah namazından önce, öğle sıcağında elbiselerinizi çıkardığınız zaman ve yatsı namazından sonra."
Ey Allah'a ve Rasulüne iman eden mümin erkek ve kadınlar! Sizin sahip olduğunuz köle ve cariye gibi hizmetçilerinizden ve küçük çocuklarınızdan şu üç durumda veya şu üç vakitte izin istemeleri istenmektedir:
a) Sabah namazından önce: Çünkü bu vakit yatakta uyuma, yataktan kalkma, uyku elbiselerini değiştirip normal elbiseleri giyme vakti olup mah­rem yerlerin açılması ihtimalinin bulunduğu vakittir.
b) Öğle sıcağı vaktinde yahut öğle istirahati vaktinde iş elbiseleri çıkarılıp uykuya hazırlanılacak vakit: Zira insan bu durumda ailesiyle birlikte olup elbi­selerini çıkarmış bulunabilir.
c) Yatsı namazından sonra: Çünkü bu vakit günlük elbiseleri çıkarıp uyku elbiselerini (pijama ve gecelikleri) giyme vaktidir.
Bu durumlarda mahrem yerlerinin açılması korkusuyla ve benzeri uyku ve istirahat hazırlıkları sebebiyle hizmetçi ve çocuklara aile halkının yanma ansızın girmemeleri emredilir. Zira bu saatler halvet, yalnızlık ve elbiseleri çı­karma vaktidir.
"İzin istesinler" ilâhî kavlindeki emir açıkça vücup ifade etmektedir. An­cak cumhur şöyle demiştir: Bu ifade mendup ve müstahap anlamında güzel adapları ta'lim ve irşad makammdadır. Bu aynen İmam Ahmed, Ebu Davud ve Hakim'in Abdullah b. Ömer'den (r.a.) rivayet ettikleri: "Çocuklarınız yedi yaşı­na geldiği zaman onlara namaz kılmalarını emredin. On yaşına geldikleri hal­de (namaz kılmazlarsa) dövün." hadis-i şerifi gibidir.
Zira izinsiz yanlarına girme vuku bulursa bu masıyet olmaz ama evlâ ola­na aykırıdır, edeb ihlâl edilmiştir. Eğer hizmetçi efendisinin huzuruna girmek­le ona eziyet vermiş olduğunu bilirse başkasına eziyet vermek sebebiyle içeri girmesi haram olur.
Bazıları bu geçen üç vakitte izin istemenin hükmü asr-ı saadette sahabe ve tabiînin amelinin buna muhalif olarak cereyan etmesi sebebiyle yahut evle­rin kapısında örtü bulunmadığı zamanda bununla amel edilmesi sebebiyle "mensuhtur" görüşünü ileri sürmüşlerdir. Ancak daha doğru olan bu vakitlerde izin istemenin hükmünün mensuh olmayıp muhkem oluşudur. İlim ehlinin ço­ğunluğunun görüşü de budur.
İmam Ebu Hanife, "Alimlerden hiçbir kimse izin istemenin mensuh oldu­ğu görüşünü kabul etmemiştir." demektedir.
Cumhur bu ayetteki hitabın kölelerin erkekleri ve kadınları (cariyeler), küçükleri ve büyükleri için umumi olduğu görüşündedir. İbni Abbas'tan bunun küçüklere has olduğu rivayet edilmiştir. Sülemî'den de bunun sadece cariyelere ait özel bir hüküm olduğu rivayet edilmiştir. Bu iki görüşten hiçbiri makul de­ğildir.
"Sizden bulûğ çağına ermemiş kimseler" mahrem ya da yabancı erkek ve kız çocuklarıdır. " Kadınların mahrem yerleri hakkında bilgi sahibi olmayan çocuklar..." (Nur, 24/31) ayetinin delaletiyle burada adı geçen çocuklar mürâhik (temyiz çağındaki) çocuklardır.
İzin istemesinin illeti Cenab-ı Hakk'ın şu ayetinde belirtilmiştir: "Bunlar mahrem yerlerinizin açılabileceği üç halvet vaktidir." Yani burada zikredilen üç vakit genellikte tesettürün olmadığı üç halvet vaktidir. Avrete bakmak ise caiz değildir. Bu üç vaktin dışında ise Cenab-ı Hakk'ın buyurduğu gibi mubahtır:
"Bunun dışındaki vakitlerde sizin için de, onlar için de hiçbir mahzur yok­tur. " Yani bu üç vaktin dışındaki vakitlerde izin istemeyi terk etmekte hiçbir günah ve sakınca yoktur. Ancak "Eşyada asi olan mübahlıktır." kaidesine göre bu durum mubahtır.
Yatsıdan sabah namazına kadar süren vakit evlâ olarak "Sabah namazın­dan önce" denilen vakit içine girer. Ancak uyku sebebiyle bu vakitte özel yerle­re girmek nadir olduğu için ayetin nassı bunu zikretmemiştir. Zira genellikle kendisiyle amel edilen husus töhmeti ve su-i zannı engellemek için bu hususta izin istenmesidir.
; Mubah olmanın illeti ise Cenab-ı Hakk'm zikrettiği şekildedir: "Çünkü on­lar sizin yanınıza çokça girip çıkarlar. Siz de birbirinize sık sık gider gelirsi­niz. " Yani bu hizmetçiler ve küçük çocuklar hizmet ve benzeri sebeplerle sizin etrafınızda dolaşırlar. Sizinle ünsiyet kazanmak, iyi geçinmek ve işlerini gör­mek için sizin meclislerinize sık sık girip çıkarlar. Siz de genellikle birbirinize gider gelirsiniz. Cenab-ı Hak te'kit için bu ifadeyi birkaç defa zikretti. Birinci ifade köle ve hizmetçileri teselli etmek içindir, ikinci ifade kendilerine hizmet edilen efendilerin tarafını gözetmek ve onların hizmetçilerin hizmetine ihtiyaç duyduklarına işaret etmek içindir.
I Burada hükümlerin illetlerinin beyan edilmesine delil vardır. Çünkü Allah Tealâ "Bunlar mahrem yerlerinizin açılabileceği üç halvet vaktidir." ifadesiyle izin istemenin illetine dikkat çekmektedir. Nitekim bu üç vakit dışında izin is­tememenin mubah olduğunun illetinin "çokça girip çıkma" olduğuna dikkat çe­kilmiştir. Meşakkati ve mahzuru kaldırmak için başkaları hakkında affedilme­yecek hususlar "çokça girip çıkanlar" için affedilmiştir.
Bundan dolayı İmam Malik ve Ahmed b. Hanbel ve Sünen sahipleri Pey­gamberimiz'in (s.a.) kedi hakkında şöyle buyurduğunu rivayet etmişlerdir: "O necis (pis) değildir. O sizin yanınıza çokça girip çıkanlardandır."
Bu ayette aynı zamanda bulûğa ermeyen temyiz çağındaki çocuklara edep, intizam, disiplin dersi verilmekte, mes'uliyeti ve şer'î yükümlülükleri taşımaya hazırlamak için alıştınlmaktadır. Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Nefisleri­nizi ve ailelerinizi cehennem ateşinden koruyun." (Tahrim, 66/6). Yani onlara edep verin, ilim öğretin.
Bu edep verme, ta'lim, beyan ve teşri gibi hususlar Allah Tealâ'nın lütfuy-la olmuştur. Bu sebeple Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "İşte Allah size ayetle­ri bu şekilde açıkça beyan eder. Allah her şeyi çok iyi bilendir, sonsuz hüküm ve hikmet sahibidir." Yani zikredilen hükümleri beyan etmek suretiyle Allah ma­naları ve maksatlarına delâleti açık apaçık ayetleriyle size şer'î hükümleri ve sistemleri beyan eder. Allah kullarının durumlarını, kullarının menfaatlerine olan ve olmayan hususları gayet iyi bilir. Kullarının işlerini düzenlemek dünya ve ahirette onlar için en faydalı ve en münasip olan hükmü koyma hususunda sonsuz hikmet sahibidir.
Ayetler bundan sonra bulûğa eren hür kimselerin izin istemesinin hükmü­nü bilmeye geçiş yaptı. Cenab-ı Hak şöyle buyurdu: "Sizin hür çocuklarınız bu­lûğ çağına erince, kendilerinden önceki büyükleri gibi evlere girmek için izin is­tesinler. " Bu üç mahrem vakitte izin isteyen çocuklar bulûğ çağına erince onla­rın da her durumda akrabalar ve yabancılara karşı tıpkı kendilerinden önceki büyüklerin yakınlarından izin istedikleri gibi izin istemeleri vaciptir.
Bu ayet: "Kadınların mahrem yerleri hakkında bilgi sahibi olmayan çocuklar..." (Nur, 24/31) ayetini beyan etmektedir. Yani kadınların mahrem yerle­ri hakkında bilgi sahibi olmayan çocuklar müstesnadır. Bu çocuklar kadınların mahrem yerleri hakkında bilgi sahibi olurlarsa -ki bu da bulûğ sebebiyle olur-o zaman izin isterler. Ayette "tıfl" kelimesi müfret olarak zikredilmiştir. Çünkü bununla cins murad edilmektedir.
Burada köleler zikredilmemiştir. Daha önce geçen hüküm - bu üç vakitte izin isteme hükmü - köleler için de geçerlidir. Zira büyüklerinin ve küçükleri­nin hükmü birdir.
Bulûğa erme, ya ihtilâm yoluyla ya da alimlerin çoğunluğunun görüşüne göre onbeş yaşa ulaşmakla gerçekleşir. Bunun delili Abdullah b. Ömer'den (r.a.) rivayet edilen hadis-i şeriftir: Abdullah b. Ömer Uhud günü Peygaberi-miz'e (s.a.) arz olunduğunda ondört yaşında idi. Peygamberimiz (s.a.) ona izin vermedi. Hendek savaşında onbeş yaşlarında olduğ ı halde arz olundu. Pey­gamberimiz (s.a.) ona izin verdi.
İmam Ebu Hanife şöyle demiştir: Bir delikanlı 18 yaşına erişip bu yaşı ta­mamlamadıkça bulûğa erişmiş sayılmaz. Bir genç kız 17 yaşma erişmedikçe bulûğa ermiş sayılmaz. Bunun delili şu ayettir: "Yetim malına rüştüne erişince-ye kadar, o en güzel olanından başka bir suretle yaklaşmayın." (En'am, 6/152). Rüşte ermenin en az haddi 18 yaştır. İhtiyat için hüküm bunun üzerine bina edilir. Genç kızlara gelince onların erişmeleri ve yetişmeleri daha süratlidir. Onların haklarında bu noksanlık bir yıldır.[30]
Alimlerden içlerinde İmam Şafiî'nin de bulunduğu bir gurup kasıklarda kılların çıkmasının bulûğ emarelerinden olduğu görüşündedirler. Bu delili Atıyye el -Kurazî'nin rivayet ettiği hadisi şerife göre Peygamberimiz (s.a.) ku-rayza kabilesinde kılları çıkan kimselerin öldürülmesini, kılları çıkmayan kim­selerin bırakılmasını emretti. Atıyye devamla diyor ki: Bana baktılar, kıllarım çıkmamıştı. Peygamberimiz (s. a.) beni öldürmeyip bıraktı.
Hanefilere göre "Sizden henüz bulûğ çağına ermemiş çocuklar..." ayetinin delaletiyle kılların çıkması bulûğa erme olarak dikkate alınmaz. Zira bu ayet çocuk ihtilâm olmamışsa kılların çıkmasını bulûğa erme olarak kabul etme­mektedir, aynı şekilde onbeş yaşı bulûğa erme yaşı olarak kabul etmemektedir.
Daha sonra Kur'an-ı Kerim tekrar bu hükümleri ifade ederek Allah'ın ni­metlerini tekit etmeye döndü. Cenab-ı Hak şöyle buyuruyordu: "İşte Allah ayetlerini size böyle açıkça beyan eder. Allah her şeyi çok iyi bilendir, sonsuz hikmet sahibidir." Yani Cenab-ı Hak zikredilen hususları yeterli ve şifa verici bir şekilde size beyan ettiği gibi istikrarı, huzuru, dünya ve ahiret saadetini gerçekleştiren diğer hükümleri de size beyan eder. Allah kullarının durumları­nı gayet iyi bilendir, onların işlerini çözüme kavuşturmakta sonsuz hikmet sa­hibidir.
"Evlenme arzuları kesilmiş yaşlı kadınların ziynet yerlerini göstermemek kaydıyla dış örtülerini bırakmalarında bir günah yoktur."
Bu yaşlı kadınların hükmünü beyan etmektedir. Ayetin manası şudur: Ya­şı ilerlemiş, hayızdan kesilmiş, çocuk sahibi olmaktan ümidi kalmamış evlen­me arzuları bulunmayan kadınların saç, boyun, ayak gibi gizli ziynetlerini or­taya koyma kasıtları olmayıp kendilerinde bariz bir güzellik yoksa cilbab, rida ve peçe gibi dış elbiselerini çıkarmalarında hiçbir günah ve mahzur yoktur. Eğer bu gibi ziynetleri varsa dış elbiselerini çıkarmaları haramdır. Ayrıca bu durum mahrem yerleri açmaya sebep olmamalıdır.
"... Ama örtünüp sakınmaları kendileri için daha hayırlıdır. Allah her şeyi çok iyi işitendir, çok iyi bilendir." Yani iffet sahibi olmak ve örtünmek suretiyle ihtiyat sahibi olmak ve mutad elbiselerini çıkarmak caiz olsa da çıkarmamak kendileri için daha hayırlı ve daha efdaldir. Allah o kadınların sözlerini, erkek­lerle konuşmalarını, erkeklerin kendileriyle konuşmalarını gayet iyi işitendir. O, kadınların maksatlarını gayet iyi bilendir. Onların durumlarından hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz. Şeytanın vesveselerinden sakının. [31]

Belirli Bazı Evlerde İzin Almadan Yemek Yemenin Mubah Olusu


61- Âmâ kimse için hiçbir güçlük yok­tur. Topal kimse için de hiçbir güçlük yoktur. Hasta olan için de hiçbir güçlük yoktur. Sizin de kendi evlerinizde, ba­balarınızın evlerinde, annelerinizin ev­lerinde, erkek kardeşlerinizin evlerin­de, kız kardeşlerinizin evlerinde, amca­larınızın evlerinde, halalarınızın evle­rinde, dayılarınızın evlerinde, teyzele­rinizin evlerinde veya anahtarları size teslim edilen evlerde veya arkadaşını­zın evinde yemek yemenizde bir mah­zur yoktur. Birlikte veya ayrı ayrı ye­menizde de bir mahzur yoktur. Evlere girdiğiniz zaman kendinize ve ev halkı­na selâm verin. Bu, Allah nezdinde meş­ru kılınmış ve gönül okşayıcı bir sıhhat ve afiyet temennisidir. Aklınızı kullana-sınız diye Allah ayetleri size işte böyle­ce açıkça beyan ediyor.                                 .

Açıklaması


"Âmâ kimse için hiçbir mahzur yoktur. Topal için de hiçbir mahzur yoktur. Hasta kimse için de hiçbir mahzur yoktur." Yani bu üç kimsenin güçsüzlükleri ve acizlikleri sebebiyle cihadı terk etmek hususunda hiçbir günah ve sakınca yoktur. Bu tefsir Ata Horasanı ve Abdurrahman b. Zeyd b. Eslem'den nakledil­miştir. Cenab-ı Hak Berâe suresinde ise şöyle buyurmuştur: "Allah'a Rasulü için samimi olmaları şartıyla ne zayıflara ne de harcayacaklarını bulamayan­lara (geri kalmakta) bir günah yoktur. İyilik edenlere karşı (kınamak için) bir yol yoktur. Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir." Bir de şu kimselere de günah yoktur. "Kendilerini bindirmen için ne zaman sana geldilerse "Size bir binek bulamıyorum" dedin ve harcayacak bir şey bulamadılar da keder­lerinden gözleri yaş döke döke döndüler." (Tevbe, 9/91-92).
Fahreddin Razî'ye göre alimlerin çoğunluğu şöyle demişlerdir: Bundan murad edilen mana şudur: Bazı kimseler bu üç kimse ile birlikte ve bu evlerde birlikte yemek yemekten sakınıyorlardı. Allah Tealâ bu mahzuru kaldırdı.
Kanaatimce evlere girerken izin istemek ve yaşlı kadınların dış elbise al­mamaları hakkında geçen ayetler gibi bu ayet ailedeki hayat nizamı ile ilgili bir hususla ilgilidir. Ayet ailenin sağlıklı ve özürlü fertlerini yemek esnasında bir sofrada toplamak, özel evlerden, akrabaların ve arkadaşların evlerinden açık bir izin olmaksızın yemek yemek hakkındaki meşakkat ve külfeti kaldır­mak istemektedir. Ayrıca hususi ev hakkındaki hüküm yakın akraba ve ar­kadaş eviyle aynı şekildedir. Ayet daha sonrakilerle aynı hükmü taşıması ve buna atıf yapılması sebebiyle evlerde yemek yemenin hükmünü zikretti. Bu, İslâm'ın yüce adabından sosyal bir husustur.
"Evlerinizden yemenizde size hiçbir mahzur yoktur." Yani özel evlerinizden yemek yemenizde sizin için hiçbir günah yoktur. Bu ifade çocukların evlerini de içine alır. Ayet bunları açıkça belirtmese de çocukların evleri insanın kendi evi gibidir. Çocuğun evi babasının evi gibidir, çocuğun malı babasının malı yerin­dedir.
İmam Ahmed Müsned'inde ve Sünen sahipleri Peygamberimiz'in (s.a.) şu hadisini rivayet etmektedirler: "Sen ve malın babana aitsiniz."
Yine Buharî'nin Tarih, Tirmizî, Nesai ve İbni Mace'nin Sünen'lerinde Hz. Aişe'den (r.a.) rivayet ettikleri hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyur­maktadır: "Yediğiniz şeylerin en helâli ve en temizi kendi kazancınızla elde et­tiğiniz şeydir. Evlâdınız da sizin kazancınızdır."
"Kendinize mahzur yoktur." ifadesi özürlülerle birlikte yemek yemenin sağlıklı kimselerin şanını lekelemeyeceğini beyan etmektedir. Onlarla yemek yemeyerek üstünlük taslamak reddedilmiş, şer'an ve dinen zemmedilmiştir. Bu ifadeyle insanlara genişlik verilmiş, fertler arasındaki muhabbet, irtibat ve sevgi bağlarının gerekleri beyan edilmiştir.
"Ya da babalarınızın evlerinden, annelerinizin evlerinden, kardeşlerinizin evlerinden, amcalarınızın evlerinden, halalarınızın evlerinden, dayılarınızın evlerinden, teyzelerinizin evlerinden yemenizde de sizin için bir günah yoktur."
Yani Allah Tealâ yemek yemekten razı ve memnun olduklarını, cimri ol­madıklarını ve üzüntü duymadıklarını bildiğimiz onbir yerden açık izin alın­maksızın yemek yememizi bize mubah kıldı. Eğer bu ev sahipleri sıkılır, oflar yahut rahatsızlık duyarsa ev sahiplerinin yokluğunda yemeklerinden yemeyiz, bu durumda sakınmaları talep edilir. Ayette geçen bu yerler şunlardır:
- Evlerimiz ve daha önce beyan ettiğimiz çocuklarımızın evleri,
- Babalarımızın ve dedelerimizin evleri,
- Annelerimizin ve ninelerimizin evleri,
- Kardeşlerimizin evleri,
- Kızkardeşlerimizin evleri
- Amcalarımızın evleri,
- Halalarımızın evleri,
- Dayılarımızın evleri,
- Teyzelerimizin evleri,
-  Ev sahiplerinden vekâlet yoluyla anahtarlarını elimizde bulundur­duğumuz evler,
- Arkadaşlarımızın evleri...
Sahiplerinin yemek yememizden razı ve memnun olacaklarını bildiğimiz takdirde bu evlerden yemek yiyebiliriz. Aksi takdirde İmam Ahmed ve Ebu Davud'un rivayet ettikleri Peygamberimiz'in (s.a.) şu hadis-i şerifinin delaletiy­le caiz değildir. Efendimiz (s.a.) buyurdular ki: "Müslüman kişinin malı ancak gönlünün rızasıyla helâl olur." Buharî ve Müslim'in Abdullah b. Ömer'den (r.a.) rivayet ettikleri şu hadis de buna delildir: "Hiçbir kimse kimsenin hayvanını onun izni olmaksızın sağmasın."
Bu zikredilen yakın akrabalar genellikle ve gayet tabiî olarak yakın ak­rabalarının kendi yanlarında yemek yemelerinden gönülden razı olurlar.
"Anahtarlarını elinizde bulundurduğunuz evler'" maksat -İbni Abbas'm (r.a.) dediği gibi-: Adamın vekili yahut malında ve hayvanında kayyımı olan kimsedir. Bu kimsenin koruduğu malın meyvesinden yemesinde, hayvanın sütünü içmesinde hiçbir mahzur yoktur.
Anahtarlara sahip olmak: Başkasına ait bir evin anahtarlarını elinde tut­mak ve muhafazasında bulundurmaktır. Böyle kimselere müvekkil (vekil tayin eden kimse) tarafından zımnen izin verilmiş demektir. Vekil bu ameline karşı ücret almıyorsa bu kimselerin evlerinden yiyebilir ama başka yere taşıyamaz, depo edemez; bu işine karşılık ücret alıyorsa bu evlerden yemek yemez.
Aralarında tekellüf kaldırılan, katıksız sevgi bulunan samimî arkadaş­ların evlerine gelince, arkadaşının açık veya karinelerle memnun olacağını bilirse onların evinden yiyebilir.
Rivayete göre Hasan-ı Basrî evine girdi. Bir de ne görsün, arkadaşları hal­ka olmuşlar, yatağının altından içinde tatlı yiyecekler bulunan bir sepet çek­mişler, oturup yiyorlardı. Yüzünün hatları sevinçle dolmuş, gülmüş ve şöyle demişti:
- Biz onları -yani sahabenin büyüklerini- bu şekilde bulduk.
Arkadaşların evlerine girmek hususunda böyle denilir. Ancak konuda açık izin veya karine bulunmalıdır.
İmam Ebu Hanife (rh.a.) Allah'ın bu ayetle yakın akrabaların evlerinden yemek yenmesini ve evlerine izinsiz girilmesini mubah kılması sebebiyle yakın mahreminin mülkünden hırsızlık yapanın elinin kesilmeyeceğine bu ayeti delil getirmiştir. Zira izin şüphesi bulunması sebebiyle mahremin malı korunma al­tındaki mal sayılmaz. Gerçek şudur ki ya açık izin bulunmalı yahut karinelerle bilinen zımnî izin bulunmalıdır.
Cenab-ı Hak daha sonra toplu veya yalnız olarak yemek yemenin hük­münü zikrederek şöyle buyurdu:
"Toplu halde yahut ayrı ayrı yemek yemenizde hiçbir mahzur yoktur." Yani nasıl dilerseniz toplu halde veya ayrı ayrı yemek yemenizde sizin için hiçbir günah yoktur; sizin için mubahtır.
Bu, kişinin yalnız başına ve toplu halde yemek yemesi hususunda Allah Tealâ tarafından verilen bir ruhsattır. Fakat toplu halde yemek yemek daha bereketli ve daha faziletlidir.
İmam Ahmed, Ebu Davud ve İbni Mace'nin Vahşi b. Harb'den, o da babasından, babası da dedesinden rivayet ettiği hadis-i şerife göre bir adam Peygamberimiz'e (s.a.):
- Biz yemek yiyoruz, ama doymuyoruz, dedi. Peygamberimiz (s.a.):
-  Belki de ayrı ayrı yemek yiyorsunuz. Yemek üzerine toplanınız ve Al­lah'ın adım anınız ki Allah size bereket ihsan eylesin, buyurdu.
İbni Mace de Hz. Ömer'den (r.a.) rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Peygam­berimiz'in (s.a.) şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Toplu halde yemek yeyin. Ayrı ayrı yemeyin. Zira bereket cemaatle beraberdir."
Allah Tealâ daha sonra evine girenin selâm vermesinin hükmünü zik­rederek şöyle buyurdu:
"Evlere girdiğinizde kendi ev halkınıza selâm verin." Yani birbirinize selâm veriniz. Yahut yemek yemek için bu evlerden bir eve girdiğiniz zaman din ve akrabalık yönünden sizden olan ev halkına selâm verin.
Ayette, aile halkının kişinin kendisinden olduğuna, onun kendisi mer­tebesinde olduğuna delâlet etmek için "enfüsiküm (kendiniz)" kelimesi kul­lanılmıştır. Sanki, siz ev halkına selâm verdiğiniz zaman kendinize selâm ver­miş oluyorsunuz demektir.
"Bu, Allah tarafından mübarek ve gayet hoş bir iyilik ve afiyet temen­nisidir." Yani Allah'ın emriyle sabit olan, Allah tarafından meşru olan, daha fazla hayır ve sevap umulan, bunu duyan kimsenin kalbinin memnun olacağı bir selâmla selâmlayın. Zira tahıyye ve selâmın manası selâm verilen kimse için selâmet ve esenlik talep edilmesidir. Bu selâm bereket ve hoşlukla tavsif edilmiştir. Çünkü bu, Allah'tan daha fazla hayır ve helâl rızık umulan, müs-lümanın sevgisini çeken müminin mümine duasıdır.
Katade diyor ki: Ailenin yanına girdiğinde onlara selâm ver. İçinde hiç kimsenin bulunmadığı bir eve girdiğinde: "Es-selâmü aleynâ ve alâ ibâdillâhis-sâlihîn" de. Çünkü bu şekilde emredilmektedir. Mücahid ve İbni Abbas (r.a.) da böyle demektedirler.
Buharî, Cabir b. Abdillah'tan (r.a.) naklediyor: "Ailenin yanma girdiğinde onlara Allah tarafından mübarek ve hoş bir selâm ile selâm ver."
Bu hüküm -yani aile halkına selâm verilmesi- önceki ayetten "izin alıp aile halkına selâm vermedikçe" ayetinden belli olsa da yakın akrabalar arasın­daki yakınlık ilişkisinin karşılıklı selâm alışverişine muhtaç olmadığı zan­nedilmesin diye selâmın talep edildiği burada tekrar edilmektedir. Bu hareket­ler, ihmal edilmesi sahih olmayan umumî adab ve İslâmî haklardandır.
Dahhak diyor ki: Selâmda on hasene, rahmette yirmi hasene, bereketlerde otuz hasene vardır.
"Düşünesiniz diye Allah ayetleri size bu şekilde açıkça beyan ediyor." Yani bu ayetleri düşünmeniz, Allah'ın emrini, nehyini ve adabını anlamanız ve böy­lece dünya ve ahiretin saadetini kazanmanız için Allah bu ayette sizlere helâl kıldığı şeyleri anlattığı gibi, bu surede bulunan hükümleri ve şer'î esasları şifa verici bir beyanla açıklıyor ve dininizin esaslarını bu şekilde beyan ediyor. [32]

Evden Çıkarken İzin İsteme, Hz. Peygambere (S.A.) Hitap Etme Adabı, Onun Emrine Aykırı Hareket Etmekten Sakındırma


62- Gerçek müminler ancak o kimseler­dir ki, Allah'a ve Rasulüne iman eder­ler, toplanmayı gerektiren önemli bir meselede onunla bir araya geldikleri zaman Peygamber'den izin almadan ay­rılmazlar. Senden izin isteyenler işte onlar Allah'a ve Rasulüne (samimiyetle) iman edenlerdir. Eğer onlar bazı işleri için senden izin isterlerse, dilediğine izin ver. Onlar için Allah'tan mağfiret dile. Şüphesiz ki Allah çok bağışlayan­dır, çok merhamet edendir.
63- Peygamber'e aranızda hitap eder­ken birbirinize hitap eder gibi hitap et­meyin. Allah içinizden başkalarını siper edinerek sıvışıp gidenleri çok iyi bilir. Onun emrine karşı gelenler başlarına bir belâ gelmesinden yahut şiddetli bir azaba uğramaktan sakınsınlar.
64- İyi bilin ki göklerde ve yerde olan her şey mutlaka Allah'ındır. Allah sizin içinde bulunduğunuz durumu gayet iyi bilir. Kendisine döndürülecekleri gün Allah    onlara    yaptıklarını    haber verecektir. Allah her şeyi gayet iyi bilir.

Açıklaması

                             
Şu davranışlar zorunlu dinî ve içtimaî kurallardır.
1- Allah Tealâ buyuruyor ki: "Gerçek müminler ancak o kimselerdir ki Al­lah'a ve Rasulüne iman ederler. Toplanmayı gerektiren önemli bir meselede Pey­gamberle bir araya geldikleri zaman Peygamberden izin almadan ayrılmaz­lar. "
Yani imanı kâmil olan müminler Allah'ın varlığını, birliğini, Rasulünün O'nun tarafından getirdiği risaletinin doğruluğunu tasdik ederler. Cuma namazı, cemaatle namaz, bayram namazı, düşmanla savaşmaya katılma, meydana gelen çok önemli bir meselede danışma gibi önemli içtimaî bir meselede Rasulullah'tan (s.a.) izin isteyip de o kendilerine izin vermedikçe onun mec­lisinden ayrılmazlar.
Bu adap önceki adabı tamamlayıcıdır. Allah eve girerken izin istemeyi em­rettiğinde evden çıkarken de izin istemeyi, özellikle toplanmayı gerektiren önemli bir meselede Peygamberle bir araya geldikleri zaman izin istemeyi em­retti.
"el-Emru'1-Cami"' ibaresi toplanmayı gerekli kılan herhangi bir meseledir. Emr kelimesi burada mecaz yoluyla "toplayıcı" sıfatıyla tavsif edilmiştir.
İmam Ahmed, Müsned'inde, Ebu Davud, Tirmizî, İbni Hıbban ve Hakim Ebu Hureyre'den (r.a.) Peygamberimizin (s.a.) şöyle buyurduğunu rivayet et­mişlerdir: "Sizden biriniz bir meclise vardığında selâm versin. Oturmayı arzu ederse otursun. Kalktığı (ayrılacağı) zaman da selâm versin. Birinci selâm sonuncu selâmdan daha evlâ değildir."
Cenab-ı Hak bundan sonra izin isteme emrini imanın kemaline delâlet eden, ihlâslı olanı olmayandan ayırd eden bir özellik sayacak tarzda daha beliğ bir üslûpla te'kit yoluyla tekrar ederek şöyle buyurdu:
"Senden izin isteyenler işte onlar Allah 'a ve Rasulüne (samimiyetle) iman edenlerdir." Yani meclisinden ayrılmak için Rasulullah'tan (s.a.) izin isteyenler, oradan çıkmak için onunla istişare edenler Allah ve Rasulünü tasdik eden, imanın icabı ve gereğiyle amel eden kâmil müminlerdir.
Hz. Peygamberi (s.a.) ta'zim etmek ve adaba riayet etmek için izin is­temekten sonra izin verme hürriyeti de ona ait olacaktır. Bunun için Cenab-ı Hak buyuruyor ki:
"Eğer onlar bazı işleri için senden izin isterlerse içlerinden dilediğine izin ver." Yani onlardan biri aniden ortaya çıkan önemli bir iş için senden izin ister­se hikmet ve maslahata uygun olarak onlardan dilediğin kimseye izin ver.
Hz. Ömer (r.a.) Tebuk Gazvesi'nde ailesine dönmek için Peygam-berimiz'den (s.a.) izin istemiş, Efendimiz de (s.a.) ona izin vermiş ve:
-  Git, Allah'a yemin olsun ki sen münafık değilsin, demiştir. Efendimiz (s.a.) bu sözünü münafıkların işitmelerini istemişti. Münafıklar bunu işitince şöyle dediler:
-  Muhammed'e ne oluyor? Yakın arkadaşları ondan izin isteyince onlara izin veriyor, biz izin istediğimiz zaman da bize izin vermiyor. Allah'a yemin ol­sun ki, onun adaletle davranmadığını görüyoruz.
İbni Abbas (r.a.) diyor ki: Hz. Ömer (r.a.) Rasulullah'tan (s.a.) umre için izin istedi. Peygamberimiz de (s.a.) ona izin verdi. Sonra da şöyle buyurdu:
- Ya Eba Hafs! Bizi salih duanda unutma.
Bu ayet Cenab-ı Hakk'ın, dinin bazı hususlarını kendi re'yi ile içtihat et­mesi için Rasulüne havale ettiğine delâlet etmektedir.
"Onlar için Allah'tan mağfiret dile. Şüphesiz ki Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir." Yani Allah'tan onlardan sadır olan hata ve kusurları bağışlamasını iste. Zira Allah tevbe eden kullarının günahlarını bağışlayıcıdır, onlara çok merhamet edicidir. Tevbeden sonra onları cezalandırmayacaktır.
Bu ifade izin istemenin makbul bir mazeretle bile olsa evlâ olanı terk et­mek anlamında olduğuna işaret etmektedir. Çünkü izin istemekle dünya men­faatleri ahiret menfaatlerinin önüne geçirilmektedir. Dolayısıyla izin istemek daha önemli olanı terk etmek olduğu için izin isteme sebepleri ne olursa olsun istiğfarı gerektiren hususlardandır.
Cenab-ı Hak daha sonra Peygamberine (s.a.) hürmet, ta'zim ve saygı gös­terilmesini emrederek şöyle buyurmaktadır:
"Peygamber'e aranızda hitap ederken birbirinize hitap eder gibi hitap et­meyin." Yani Allah'ın Rasulünü "Ya Muhammedi Ey Abdullah'ın oğlu!" diyerek ismiyle çağırmayın. Onu ta'zim edin. Hürmet ve ta'zimle, gayet alçak sesle ve tevazu ile "Ya Nebiyyallah! Ya Rasulallah!" deyin.
Bu ifade Allah tarafından peygamber'i ismiyle ya da nesebiyle çağırmak­tan nehiydir. Bu, ayetin üslûbundan açık bir şekilde anlaşılmaktadır. Bir­birinizin adını anar gibi onun adını anmayın. Onu anne-babasının verdiği is­miyle çağırmayın.
Bir başka açıklamaya göre: Yüz çevirmeyi, çekip gitmeyi caiz görme, cevap verirken laubali davranmak ve onun meclisinden izinsiz dönüp gitmek gibi hususlarda onun size olan hitabıyla, sizin birbirinize hitap etmenizi kıyas­lamayın. Zira ona derhal cevap vermek vaciptir, onun izni olmadan çıkmak ise haramdır.
Cenab-ı Hak daha sonra uyarıda bulunarak ve bu adaba aykırı davranan­ları tehdit ederek şöyle buyurdu:
"Allah içinizden başkalarını siper edinerek sıvışıp gidenleri çok iyi bilir."
Yüce Allah hutbe esnasında mescitten sıyrılıp gidenleri yahut gizlice Hz. Peygamber'in (s.a.) meclisinden birbirlerini veya başka bir şeyi siper edinerek izinsiz peşpeşe sıyrılıp giden o kimseleri yakinen çok iyi bilir. Yerde ve gökte hiçbir şey O'na gizli kalmaz. O sebepleri ve şartları, söz ve fiillerden açık olan­ları, gizlilikleri ve sırları gayet iyi bilir.
Ebu Davud rivayet ediyor ki: Bazı münafıklara hutbe dinlemek ve mescit­te oturmak ağır geliyordu. Müslümanlardan biri Peygamberimiz'den (s.a.) izin istese münafık da onu siper edinerek onunla birlikte kalkar giderdi. Bunun üzerine Cenab-ı Hak bu ayeti indirdi.
"O'nun emrine karşı gelenler başlarına bir belâ gelmesinden yahut şiddetli bir azaba uğramaktan sakınsınlar."
Yani Rasulullah'm (s.a.) şeriatına gizli-açık muhalefet eden, karşı çıkan, onun emrinden ve ona itaatten yani onun yolundan, metodundan, çizgisinden, sünnetinden ve şeriatından uzaklaşan kimseler -yani münafıklar- başlarına bir mihnet ve belâ gelmesinden veya küfür ve nifak gibi dünyada bir imtihana tabi
tutulmaktan, yahut ahirette acıklı bir azaba uğramaktan sakınsınlar.
"Onun emri" ibaresindeki zamir ya Allah Tealâ'nm emrine yahut Rasulünün (s.a.) emrine racidir.
Bu ayet emrin zahirî şeklinin vücup ifade ettiğine delildir. Zira emrolunan şeyi terk eden kimse bu emre muhalif olmaktadır. Emre muhalif olan da ceza­ya müstahaktır. Dolayısıyla emrolunan şeyi terk eden cezaya müstahak olmak­tadır. Vücubun da bundan başka manası yoktur.
Ayet aynı zamanda sadece münafıkları değil, Allah Tealâ'nm emrine ve Rasulünün emrine muhalif olan herkesi içine almaktadır.
Cenab-ı Hak daha sonra sureye mahlûkatm çerçevesini beyan ederek ve bütün yaratıkların Allah'ın hakimiyeti ve ilmi altında olduklarını beyan ederek son vermekte ve şöyle buyurmaktadır:
"İyi bilin ki göklerde ve yerde olan her şey mutlaka Allah'ındır. O içinde bulunduğunuz durumu gayet iyi bilir."
Burada ayetteki "kad" edatı daha önceki gibi tahkik içindir. Yani göklerde ve yerde olan her şey yaratık, mülk, ilim, tasarruf, var etme ve yok etme açısından Allah'a mahsustur. O, kulların nezdindeki gizli-açık her şeyi bilir. Münafıklar durumlarını gözlerden örtmeye ve gizlemeye gayret etseler de münafıkların durumları Allah'a nasıl gizli kalır?
"Allah içinde bulunduğunuz durumu gayet iyi bilir." ifadesinin manası şudur: Allah sizin durumunuzu bilir, görür, O'ndan zerre ağırlığınca bir şey gizli kalmaz. Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle buyurmaktadır: "Ne yerde, ne gökte zerre ağırlığınca bir şey, ne bundan daha küçüğü ne de daha büyüğü Rabbindengizli kalmaz. Hepsi apaçık bir kitaptadır." (Yunus, 10/61).
"Kendisine döndürülecekleri gün Allah onlara yaptıklarını haber verecek­tir. Allah her şeyi gayet iyi bilir." Yani Allah Tealâ kıyamet gününde onlara giz­ledikleri kötü amelleri bildirecek ve onları hakkıyla cezalandıracaktır: "İnsana o gün öne aldığı ve geciktirdiği her şeyi bildirilecektir."( Kıyamet, 75/13); "Onlar yaptıklarını hazır olarak buldular. Rabbin hiçbir kimseye zulmetmez. "(Kehf, 18/49). Allah her şeyi kuşatan tam bir ilme sahiptir.Onlara bu durumu bil­direcek, hesap ve arz gününde ansızın bu bilgiyle onların karşısına çıkacaktır. Bu, Allah Tealâ'ya has, hüküm verme hususuna delildir. [33]




[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/370-371.
[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/373-377.
[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/377-379.
[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/388-394.
[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/401-403.
[6] İbni Kesir, III/272.
[7] Bu sahih bir hadis olup Taberani bu hadisi Cerir'den "Merhamet etmeyene merhamet edilmez. Affetmeyen affa nail olamaz. Pişmanlık kabul etmeyenin pişmanlığı, tevbesi kabul edilmez, "şeklinde rivayet etmiştir.
[8] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/420-427.
[9] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/433.
[10] Zemahşeri, 11/380.
[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/434-436.
[12] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/439-444.
[13] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/450-457.
[14] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/464-468.
[15] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/468-469.
[16] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/469-471.
[17] Razî, XXIII/237.
[18] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/475-477.
[19] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/480-482.
[20] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/487-488.
[21] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/492-494.
[22] Bazı nahiv alimleri "Ve yenzilü mines-semâi min cibâlin fîhâ min beredin" ayetindeki bi­rinci "min" edatının ibtidâul-gâye, ikinci "min" edatının teb'ıziyye, üçüncü "min" edatının cinsi beyan etmek için olduğunu söylemişlerdir. Ancak bu açıklama bazı müfessirlerin gökyüzünde dolu dağları olduğu, Allah'ın doluyu oradan yağdırdığı şeklindeki ifadelerine göredir. Burada (dağlar), bulutlardan kinaye olarak kabul edenlere göre ayetteki ikinci "min" edatı da ibtidâu'l-gâye içindir. Fakat bu birincisinden bedeldir. En doğruyu bilen Allah'tır." İbni Kesir, III/297.
[23] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/494-495.
[24] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/495.
[25] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/495-496.
[26] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/500-501.
[27] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/504-506.
[28] Ayette geçen "ya'büdûnenî" fiili hal mevkiindedir. Yani Allah'a ihlâsla ibadet etmeleri halinde demektir. Bu fiil onlara övgü yoluyla yeni bir isti'naf cümlesi de olabilir.
[29] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/511-514.
[30] Cessas, Ahkâmü'l-Kur'an, III/331.
[31] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/519-523.
[32] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/528-532.
[33] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/537-540.
24-Nur Suresi Meali Tefsiri Oku: Zina Haddi Ve Zina Edenlerin Hükmü-Lianın Ve Kocanın Hanımına Zina Ettiği Şeklinde İthamda Bulunmasının Hükmü Rating: 4.5 Diposkan Oleh: Blogger

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder