NUR
SURESİ
Nur
Suresinin Meziyeti
1-
(Bu) bizim indirdiğimiz ve (uygulanmasını) farz kıldığımız bir suredir. Biz bu
surede ibret alasınız diye açık açık ayetler indirdik.
Açıklaması
Bu
sureyi Rasulullah'a (s.a.) biz verdik, biz vahyettik. Zina, kazif, Han, hayrı
terk etme üzerine yemin, izin isteme, gözü harama karşı yummak ziynetlerin
mahrem olan ve olmayanlara gösterilmesi, bekârları evlendirme, nikâh imkânı
bulamayanların iffetli olmaları, kölelerle yapılan mükâtebe sözleşmesi, genç
kızların zinaya zorlanması, Rasulullah'a (s.a.) itaat etme ve müminlere selâm
verme hükümleri gibi bu surenin içinde bulunan hükümleri farz
kıldık.
Biz
bu surede düşünmeniz ve dolayısıyla Allah'ın birliğine ve kudretine anmanız için
Allah'ın birliğine ve mükemmel kudretine delâlet eden gayet açık alâmetler ve
gayet anlaşılır deliller indirdik. "Ve enzelnâ fihâ âyâtin beyyinâtin..."
cümlesinin tekrarı bu surenin şanına son derece itina gösterilmesi içindir.
Umumi ifade taşıyan kelimeden sonra özel ifadeli kelimenin gelişinin sebebi
daima buna itina gösterilmesi içindir. [1]
Zina
Haddi Ve Zina Edenlerin Hükmü
2- Zina eden
kadınla zina eden erkekten her birine yüzer değnek vurun. Eğer Allah'a ve
ahiret gününe iman ediyorsanız bunlara Allah'ın dininde acıma hissi sizi
tutmasın. Müminlerden bir gurup da bunların azabına (cezasına) şahit
olsunlar.
3- Zina eden
erkek zina eden veya müşrik olan kadından başkasını nikahlamaz. Zina eden
kadını da zina eden veya müşrik olan erkekten başkası nikahlamaz. Bu, müminler
üzerine haram kılınmıştır.
Açıklama
"Zina eden kadınla zina eden erkeğin her birine yüzer
değnek vurun." Bu ayet birinci ayette: "Bu, bizim indirdiğimiz ve uygulanmasını
farz kıldığımız bir suredir." ayetinde işaret edilen hükümleri beyan etmeye
başlamaktadır. Bu ayet, zina edenlere verilecek had cezasını beyan
etmektedir.
Ayetin manası, zina eden kadınla zina edenlerden hür,
âkil, baliğ ve bekâr olanlardan her birine yüz değnek vurmaktır. Zina haddi
hakkındaki ayetin zina eden kadınla, hırsızlık haddi hakkındaki ayetin
hırsızlık eden erkekle başlamasının hikmeti şudur:
Çünkü zinaya sebebiyet ve teşvik genellikle kadından
gelir. Kadın üzerinde zinanın ayıbı daha şiddetli ve ondaki tesiri daha
devamlıdır. Hırsızlık ise genellikle erkekler tarafından yapılır. Erkekler
hırsızlığa kadınlardan daha cür'etli ve daha atılgandırlar. Bu sebeple erkekler
kadınlardan önce zikredilmişlerdir.
Ayetin zahiri zina edenlerin had cezasının mutlak olarak
yüz değnek vurulması şeklindedir. Fakat kesin mütevatir sünnette evli olanla
olmayan arasında farklılık rivayet edilmiştir.
Evli olup zina edenin cezası öldürülünceye kadar taşla
taşlanmaktır. Bu-harî ve Müslim Abdullah b. Mes'ud'dan (r.a.) Efendimiz'in
(s.a.) şu hadisini rivayet etmektedirler: "Müslümanın kanı ancak şu sebepten
biriyle helâl olur:
a) Zina eden
evli kadın,
b) Cana
can,
c) Dinini terk
eden, İslâm cemaatinden ayrılan kimse."
İbni Mace dışında Kütüb-i Süte sahipleri, İmam Malik
Muvatta'da ve Ah-med Müsned'inde Ebu Hureyre (r.a.) ve Zeyd b. Halid
el-Cühenî'den (r.a.) rivayet ediyorlar ki: İki bedevi Arabî Peygamberimiz'e
(s.a.) geldiler. Biri dedi ki:
Ya
Rasulallah! Benim oğlum bunun yanında ücretli işçi idi. Onun hanımıyla zina
etti. Oğluma karşılık ona yüz koyun ve bir cariye fidye teklif ettim. İlim
ehline sordum. Bana oğlumun üzerine yüz değnek vurulması ve bir yıl sürgüne
gönderilmesi cezası ve bu kadına da recm (ölünceye kadar taşlanma) cezası
olduğunu haber verdiler. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.) buyurdular
ki:
"Nefsimi kudretinin elinde tutan Allah'a yemin olsun ki,
sizin aranızda Allah Tealâ'nm kitabıyla hükmedeceğim: Cariye ve koyun sana iade
edilmiştir. Oğluna yüz değnek vurulacak ve bir yıl sürgün edilecektir.! -Eşlem
Kabilesinden bir adama hitaben-:
Kalk ya Üneys! Bu adamın hanımına git. Zinayı itiraf
ederse onu recm et! dedi. Üneys o kadına gitti. Kadın zinayı itiraf edince Üneys
kadını recm etti.
Sahabeden bir guruptan sahih hadis kitaplarında
mütevatir nakille rivayet edildiğine göre Mâız b. Malik el-Eslemî Peygamberimiz
(s.a.) mescitte iken onun huzurunda dört defa zina itirafında bulundu.
Peygamberimiz (s.a.) onun recm edilmesini emretti.
Müslim, Ahmed ve Ebu Davud Büreyde'den (r.a.) rivayet
ettiğine göre Ga-mid oğullarından bir kadın zina itirafında bulundu. Kadın doğum
yaptıktan sonra Peygamberimiz (s.a.) bu kadını recm etti.
Haricîler recm cezasının meşru olduğunu inkâr ettiler.
Onlara göre had cezası ikiye bölünemez. Dolayısıyla Cenab-ı Hak şu ayette
cariyelerin haddini hür ve evli kadınların haddinin yarısı olarak tespit
ettiğine göre recm cezasının hür ve evli kadınların cezası olması doğru olamaz.
Cenab-ı Hak buyuruyor ki: "O kadınlar evlendikten sonra bir fuhuş işlerlerse o
durumda üzerlerine hür kadınlar üzerindeki cezanın yarısı verilir." (Nisa,
4/25).
Ayrıca recm Kur'an'da zina haddi ayetinde
zikredilmiştir.
Kur'an'daki yüz değnek ayeti bütün zina edenler için
genel bir hükümdür. Bu ayet recm haddi hakkında rivayet edilen haber-i vahidle
tahsis edilemez.
Cumhur bu delillere şu şekilde cevap vermişlerdir:
Haddin ikiye bölünmesi celde hakkında varit olmuştur. Onun dışındaki ceza -yani
recm- genel ifade dahilinde aynen kaldı. Ayrıca şer'î hükümler maslahatların
(kamu menfaatlerinin) yeniliğine göre iniyordu. Recmin farz kılınmasını gerekli
kılan maslahat 'kamu menfaati) belki de celde ayetinin inmesinden sonra meydana
gelmişti. Kur'an'ın umumi ifadelerinin haber-i vahid ile tahsis edilmesine
gelince, bu bize göre caizdir. Bununla birlikte recm hadisleri manevî tevatür
ile sabittir. Bu konuda ancak şekillerin ve hususî durumların tafsilatları
hakkında varit olan hadisler âhâd hadislerdir.
"Muhsan" olmanın şartları: Baliğ olmak, akıl sahibi
olmak, hür olmak, sahih bir evlilik bağı altına girmektir. İmam Ebu Hanife ve
Malik buna "Müslüman olmak" şartını ilâve ettiler. Onlara göre zimmî recm
edilmez. Bu iki imama verilen cevap Peygamberimizin (s.a.) Yahudinin
recmedilmesini emretmiş olmasıdır.
Evli olmayan -bekâr olan- kimsenin zina haddi ayete göre
yüz değnek vurulmasıdır.
Cumhura göre bu ceza sadece yüz değnek vurulması
değildir. Ancak buna sünnette sabit olan delille bir yıl sürgün cezası da ilâve
edilir.
Bu
hadislerden biri az önce geçen ücretli işçi kıssasında yer alan: "Oğluna yüz
değnek vurulması ve bir yıl sürgün cezası vardır."
hadisidir.
Bir
diğer hadis İmam Ahmed, Buharî ve Nesaî dışındaki Kütüb-i Sitte sahiplerinin
Ubade b. Samit'ten (r.a.) rivayet ettikleri Peygamberimiz'in (s.a.) şu hadis-i
şerifidir: "Benden alın. Allah o kadınlar için bir yol gösterdi: Bekâr bekârla
zina ederse yüz değnek ve bir yıl sürgün cezası, evli evli ile zina ederse yüz
değnek ve recm cezası vardır."
Ancak evliye celde vurulması sünnet-i nebeviyyede amel
edilen bir hüküm olarak istikrar bulmamış, tatbik edilen -daha önce geçtiği
gibi- sadece recm olmuştur. Bir yıl sürgün cezası cumhurun
görüşüdür.
İmam Ebu Hanife ise diyor ki: Sürgün had cezasından
değildir. Sürgün devlet başkanının görüşüne ve hükmüne havale edilmiş bir tazir
cezasıdır.
Zahirîler ise geçen Ubade hadisiyle amel ederek evli
kadına hem celde hem de recm cezası verilmesinin vacip olduğu
görüşündedirler.
"Zina eden kadın ve zina eden erkek" ifadesinin umum
manası müslümanı da kâfiri de içine alır. Ancak harbî olan kimseye zina haddi
tatbik edilmez. Çünkü o bizim hükümlerimize bağlı olma sözü vermemiştir. Zimmiye
cumhurun görüşüne göre celde vurulur. İmam Malik'ten zimmi zina ettiği zaman
cel-de vurulmayacağı rivayet edilmiştir.
"Bunlara Allah'ın dininde acıma hissi sizi tutmasın."
Yani şefkat ve merhamet duygusu sizi zina edenlerin had cezasını terk etmeye
sevk etmesin. Bu Allah Tealâ'nın hükmüdür. Allah'ın hadlerini tatil etmek caiz
değildir. Nassa sarılarak Allah'ın haramlarını koruma gayreti içinde olmak
vaciptir.
Nitekim Peygamberimiz (s.a.) İmam Ahmed ve Kütüb-i Süte
sahiplerinin Hz. Aişe'den (r.a.) rivayet ettikleri hadis-i şeriflerinde şöyle
buyurmaktadırlar: "Nefsim kudretinin elinde olan Allah'a yemin ederim ki,
Muhammed'in kızı Fa-iıma hırsızlık yapmış olsa onun da elini
keserim."
"Allah'a ve ahiret gününe iman ediyorsanız..." Yani siz
Allah'ı ve hesabın ve cezanın görüleceği ahireti tasdik ediyorsanız zina eden
kimseye hadleri uygulayın. O ve benzerlerinin kaçınması için acıtıcı olmayan
darbeleri şiddetle vurun. Bu ifade Allah'ın hadlerini tatbik ve tenfiz etmeye
şiddetli bir teşvik, kuvvetli bir yönlendirmedir. Ahiret gününün zikredilmesiyle
haddi tam anlamıyla yerine getirmede yumuşaklık duygusundan etkilenen
müslümanlara ceza verileceği hatırlatılmaktadır.
Hadis-i şerifte varit olmuştur ki: (Kıyamet günü) had
cezasından bir kamçı eksilten bir vali getirilir. Ona:
-
Bunu niçin yaptın? denilir. O da:
-
Ya Rabbi! Kullarına rahmet etmek için, der. Allah:
-
Sen onlara benden daha mı merhametlisin? der ve ateşe atılmasını
emreder.
"Müminlerden bir gurup da onların azabına (cezasına)
şahit olsunlar." Yani zina edenlere daha ziyade işkence olması için
müslümanlardan bir gurubun önünde haddin uygulanması açıktan olsun. Çünkü zina
edenlere insanların huzurunda celde vurulunca bu durum onları terbiye etme
hususunda daha tesirli ve onları ezme hususunda daha faydalı, daha şiddetli bir
tehdit, ihtar ve azarlama olmaktadır.
"Taife"nin en azı bir kişidir. Denilmiştir ki: Taife iki
veya daha fazlasıdır. Bir başka görüşe göre, üç kişi veya daha fazlasıdır. Bir
diğer görüşe göre, dört kişi ve fazlasıdır. Çünkü zina şahitliğinde dört kişiden
azı yeterli olmamaktadır. Bir görüşe göre taife beş kişidir. Bir başka görüşe
göre de on kişi veya daha fazlasıdır.
Katade diyor ki: Allah bir öğüt, ibret ve şiddetli ceza
olması için müminlerden bir gurubun zina edenlerin azabına -cezasına- şahit
olmalarını emretti. Bu görüş benim takdirime göre en evlâ
görüştür.
Zina şu üç şeyden biriyle sabit
olur:
1- İkrar veya
itiraf: Bu İslâm devrinde fiilen vaki olan bir olaydır.
2- Beyyine
(delil) yahut şahitlik: Yani dört hür adil müslüman kişinin fiilen zina halinde
ve bu durumun mücerret gözle görülmesi şartıyla şahitlik etmeleri. Ancak bu
durumu mücerret gözle görmek çok nadir olup pek az defa meydana
gelmiştir.
3- Bilinen bir
kocası olmaksızın kadının hamile kalması. [2]
Zina
Haddinin Hikmeti:
Zina haddinin hikmeti, ırzları ve hakları korumak,
neseplerin karışmasını engellemek, iffet, namus ve toplumun temizliğini temin,
sahipsiz çocukların meydana gelmesine, zührevi hastalıkların yayılmasına mani
olmak, kadının nefsine değer vermek ve kendi geleceğini koruma altına
almaktır.
Huzeyfe'den (r.a.) rivayet edildiğine göre Peygamberimiz
(s .a.) buyurdular ki: "Ey insanlar topluluğu! Zinadan sakının. Çünkü zinada üçü
dünyada üçü ahirette altı haslet vardır. Dünyada olan hasletler
şunlardır:
-
Zina güzelliği giderir,
-
Fakirlik meydana getirir,
-
Ömrü eksiltir.
Ahirette olan hasletler ise
şunlardır:
-
Zina Allah Tealâ'nın gazabına,
-
Hesabın kötülüğüne,
-
Cehennem azabına sebep olur.
"Zina eden erkek zina eden veya müşrik olan kadından
başkasını nikahlamaz. " Bu ifade yaygın olan bir durumu bildirmekte, bununla
ıstılahî anlamdaki haram kastedilmemektedir. Sadece sakınma, uzaklaşma ve elini
çekme amacı güdülmektedir. Mana şudur: Fasık ve facir olan zinakâr erkek kendisi
gibi zina eden fasık kadınlarla evlenmeyi arzu eder. Bu tip erkek genellikle
sa-liha bir kadınla nikâhlanmayı arzu etmez. Sadece fasık ve terbiyesiz kadınla
yahut ırz ve namusun mahremiyetine önem vermeyen ve iffetli olup olmamaya
aldırış etmeyen kendisi gibi müşrik bir kadınla evlenmeye
meyleder.
Zina eden namussuz kadın da genellikle kendisi gibi zina
eden namussuz ya da genellikle iffetli olmayan müşrik bir erkekle evlenmeyi arzu
eder.
Burada "zina eden erkek" ile bir önceki ayette ise "zina
eden kadın" la başlanmıştır. Çünkü bu ayet nikâhtan ve evlenme teklifinde
bulunup arzuyu ortaya koymaktan bahsetmektedir. Genellikle bu çeşit teklif
kadından değil erkekten gelir. Ama zinaya teşvik çoğunlukla kadından olur.
Dolayısıyla önceki ayette kadın ile başlanmıştır. Kadın zinada asıl unsurdur.
Nikâhta ise erkek asıldır. Çünkü genellikle nikâhı arzu eden ve talip olan
erkektir.
Ayetteki bu iki cümlenin manası aynı değildir. Zira
birinci cümle zina eden erkeğin iffetli mümine hanımları arzu etmediğini
anlatmaktadır. İkinci cümle ise zina eden kadının iffetli mümin erkekleri arzu
etmediğini, sadece facir ve müşrik erkeklere meylettiğini anlatmaktadır. Böylece
mana farklı olmaktadır. Zira zina eden erkeğin ancak kendi benzerini arzu
etmesinden kendisi gibi olmayanları istemediği manası anlaşılmaz. Ayet
kadm-erkek her iki tarafta uyum, uygunluk, anlaşma ve benzerlik olduğunu
açıklamaktadır.
Bugün artist kadın ve erkekler gibi sanatçıların kendisi
gibi sanatçı ve artist kimselerle evlenmek istediklerini duyuyoruz. Çünkü
onların kanaatlerine göre her iki tarafın aynı işlerinde devam etmeleri için
kıskançlık unsuru kaldırılmalıdır. Aksi takdirde evlilik yıkılmaya,
kaldırılmaya, yok olmaya mahkûmdur.
Nasıl iffetli erkek sadece iffetli kadınları kabul
ederse iffetli şerefli kadın da hiçbir zaman kocasının rezil bir durumda
olmasını, iffet ve namus sınırlarını aşmasını kabul
edemez.
Belki de kadın bu konuda erkekten daha çok öfke,
kızgınlık ve nefret duyar. Aksi de olabilir. Buradaki ölçü dindarlık, ahlâk,
hassas duygular, mahremiyet ve ırz hususunda dini kıskançlık bulunmasıdır.
Halbuki bugün doğuda ve batıda ahlâk ve değerler sözlüğünden ırz meselesini
kaldıran dinsiz maddecilerde yaygın olduğu gibi erkekle kadın arasındaki
ilişkinin sadece maddî ve şehevî bir ilişki olarak kabul edilmesi
yaygınlaşmaktadır.
"Bu
müminler üzerine haram kılınmıştır." Zina eden kadınla evlenmek mümin erkeklere
ya da iffetli kadınları facir erkeklerle evlendirmek haram kılınmıştır. Haram
kılınmaktan murad sakındırmak ve iffetli olmak manasında olup insanları zinadan
şiddetle uzaklaştırmak içindir. Çünkü bu fasıklara benzemek demektir, töhmete
maruz bırakır, kötü söze sebebiyet verir. Nesepte tenkide ve başka kötülüklere
sebep olur.
Bu
görüş Hz. Ebubekir, Hz. Ömer ile tabiinden bir gurup ile çeşitli diyar-lardaki
fakihlerin cumhurunun görüşüdür. Dolayısıyla zina eden kadınla evlenmek
caizdir. Zina o kadını kocasına haram kılmaz. Aralarını ayırmak da vacip
değildir.
Taberanî ve Darekutnî'nin Hz. Aişe'den (r.a.) rivayet
ettiği hadis-i şerif bunu te'yit etmektedir:
Rasulullah'a (s.a.) bir kadınla zina edip onunla
evlenmek isteyen adamın durumu soruldu. Efendimiz (s.a.): "İlki zinadır.
Sonuncusu nikâhtır. Haram helâli haram kılmaz." buyurdu.
Ayetteki "haram olma" hükmü ayetin varit olduğu sebeple
tahsis edilmiştir. Yahut "İçinizden bekâr olanları evlendirin." (Nur, 24/32)
ayetiyle mensûh-tur. Çünkü bu ayet zina edenleri de içine
almaktadır.
Seleften bir gurup (Hz. Ali, Hz. Aişe, Bera b. Azib ve
bir rivayette İbni Me-sud) şöyle demişlerdir: Kim bir kadınla zina ederse yahut
o kadınla bir başkası zina ederse zina edilen o kadınla evlenmesi helâl
değildir. Hz. Ali (r.a.) diyor ki: Adam zina ettiği zaman bundan dolayı
hanımından ayrılmasına hükmedilmez. Kadın da zina ederse
böyledir.
Bu
gurubun delilleri şunlardır:
a) Ayetteki
"haramlık" zahiriyle alınır.
b) "Zina eden
erkek zina eden veya müşrik olan kadınlar başkasını nikahlamaz. " ayetindeki
haber nehiy manasmdadır.
c) Buna delâlet
eden hadisler vardır. Bu hadislerden biri Ebu Davud'un Ammar b. Yasir'den (r.a.)
rivayet ettiği Peygamberimiz'in (s.a.) şu hadis-i şerifidir: "Deyyus Cennete
giremez."
Yine İmam Ahmed'in Abdullah b. Ömer'den (r.a.)
rivayetine göre Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Üç kişi vardır ki
Cennete giremez ve kıyamet günü Allah onlara bakmaz.
-
Anne ve babasına isyan eden,
-
Erkeklere benzeyen erkekleşmiş kadın,
-
Deyyus,
Üç
kişi vardır ki Allah kıyamet günü onlara bakmaz:
-
Anne ve babasına isyan eden,
-
Ayyaş,
-
Verdiğini başa kakan kimse."
İmam Ahmed'e göre iffetli erkekle fahişe kadın arasında
yapılan nikâh akdi, kadın bu durumunda devam ettiği müddetçe sahih olmaz. Bu
kadına tevbe etmesi teklif edilir de tevbe ederse bununla yapılan nikâh akdi
sahih olur. Aksi takdirde sahih olmaz. Yine "Bu müminlere haram kılınmıştır."
ayetine binaen hür ve iffetli bir kadının facir, zinakâr bir erkekle
evlendirilmesi, erkek sahih bir şekilde tevbe etmedikçe sahih
olmaz.
Bu
ayet aynen şu ayetler gibidir: "O halde fuhuşta bulunmayan, gizli dostlar da
edinmeyen namuslu kadınlar olmak üzere onları ailelerinin izniyle kendinize
nikahlayın." (Nisa, 4/25); "... fuhuşta bulunmayan, gizli dostlar da edinmeyen
namuslu kadınlar..." (Maide, 5/5). [3]
Kazifin
(Zina İftirasında Bulunmanın) Cezası
4- Muhsan
(namuslu, hür, mükellef) kadınlara (zina ettikleri şeklinde) iftira atan, sonra
da dört şahit getiremeyen kimselere seksen değnek vurun. Ebe-diyyen onların
şahitliklerini kabul etmeyin. İşte bunlar fasıkların ta
kendileridir.
5- Ancak bundan
sonra tevbe edip ıslah olanlar müstesna. Çünkü Allah çok mağfiret eden, çok
merhamet edendir.
Açıklaması
Bu
ayet muhsan -yani hür, akıl baliğ ve iffetli- olan kadına yapılan zina
iftirasının hükmünü beyan etmektedir. Bu iftirada bulunan kişiye 80 değnek
vurulur. İffetli adama iftirada bulunan kimseye de ittifakla aynı ceza verilir.
Tıpkı domuzun yağının haram olması, domuzun haram olması hükmüne dahil olduğu
gibi, erkeğe zina iftirasında bulunmak da bu ayetin hükmüne girmektedir. Ayette
kadınlar zikredilmiştir. Zira onlara fuhuş iftirasında bulunulması daha kötüdür.
Onlarla zina yapılmış olması daha çirkindir. Hırsızlık konusunda ise erkek daha
cür'etli ve daha muktedirdir. Bundan dolayı hırsızlık cezasını bildiren ayette
hırsız erkekler hırsız kadınlardan önce zikredilmiştir.
"Muhsanât" ifadesiyle kadın olsun erkek olsun iffetli
bir kimseye iftira edilmesinin "kazif haddi" ni vacip kıldığına işaret
edilmektedir. Fücûruyla (kötü yolda olmasıyla) tanınan bir kimseye iftira edene
had cezası uygulanmaz. Zira fasıkın hiçbir değeri ve şerefi
yoktur.
Ayetin manası şudur: İffetli, hür, müslüman hanımlara
zina iftira ederek kötü söz söyleyip de bu suçlamayı o kadınları zina işlerken
gören dört şahitle ispat edemeyenlere yani yaptıkları iftiranın doğruluğuna
delîl getiremeyenlere ait üç hüküm vardır:
a) Zina
iftirasında bulunan kimseye yüz değnek vurulması.
b) Şahitliğinin ebediyyen reddedilmesi, hayatı
müddetince hiçbir işte şahitliğinin kabul edilmemesi.
c) Fasık
olması, ne Allah katında ne de insanların nezdinde adil olarak kabul
edilmemesi. İsterse bu kişi zina iftirasında yalancı isterse doğru sözlü olsun.
Fısk, Allah Tealâ'ya itaatin dışına çıkma demektir.
Bu,
aşırı kötülemeye ve mümin kadınların mahremiyet perdesini yırtmaya sebep olması
sebebiyle zina iftirasında bulunmanın büyük günahlardan biri jlduğuna delildir.
Fakat ayetin açıkça belirttiği ve iftiracının üzerine düşen şart dört şahit
getirmekten aciz olmasıdır. Şeriatın kaideleri bu kişinin mükellef (yani hür
akil baliğ) olmasını, bu fiilin haram olduğunu gerçekten bilmesini yahut yeni
müslüman olup şeriatın hükümlerini bilebilecek kadar bir müddet geçiren kimse
gibi hükmen bilmesini gerekli kılmaktadır.
Ayetin açık ifadesiyle kendisine zina iftira edilen
kişinin şartı muhsan -yani mükellef (akil baliğ) hür, müslüman ve zina etmeyen,
iffetli bir kişi- olmasıdır. Dolayısıyla kazif olayındaki "muhsan" kişinin şu
altı şartı taşıması gerekir:
a) Bulûğ
(ergenlik çağma ermiş olmak),
b) Akıllı
olmak. Bu iki şart zinadan uzak olmanın gerekli
esaslarındandır.
c) Hür olmak.
Çünkü bu "muhsan" ifadesinin ihtiva ettiği manalardan
biridir.
ç) İslâm
(müslüman olmak). Zira Peygamberimiz (s.a.) daha önce zikri geçen hadis-i
şeriflerinde: "Kim Allah'a şirk koşarsa muhsan değildir."
buyurdu.
d) Zinadan uzak
kalıp iffetli olmak.
Buna göre deli, çocuk, köle, kâfir ve zinakâr kimseler
"muhsan" olarak ka-ul edilmezler. Dolayısıyla bunlara zina iftira edenlere had
cezası uygulanmaz, incak eziyette bulunma sebebiyle ta'zir cezası
uygulanır.
Dikkat edilirse ayetin zahiri müslüman olsun, kâfir
olsun, hür olsun buran iffetli kadınları içine almaktadır. Ancak fıkıh âlimleri
kazif olayındaki muhsan"ın şartlarının beş tane olduğu
görüşündedirler:
a) İslâm, b) Akıl, c) Bulûğ d) Hür olmak e) Zinadan uzak, iffet sahibi
olmak.
Daha önce geçen hadisin delaletiyle müslüman olmayı
dikkate aldık. İmam Ahmed, Ebu Davud, Nesaî, İbni Mace ve Hakim'in Hz. Aişe'den
(r.a.) rivayet ettiği Peygamberimiz'in (s.a.): "Kalem şu üç kişiden
kaldırılmıştır: Çocuk, deli..." hadis-i şerifinin delaletiyle akıllı ve buluğa
ermiş olmayı itibara aldık. Hür olmayı şart kabul ettik. Çünkü kölenin derecesi
eksiktir. Dolayısıyla köle zina ile ayıplanmayı çok büyük bir kusur olarak
saymaz. Zinadan uzak kalıp iffetli olmayı dikkate aldık. Çünkü zina iftirasında
bulunan kimseyi yalanlamak için had cezası meşrudur. Zina isnat edilen kişi
gerçekten zinakâr ise, bu isnatta bulunan kişi bu sözünde sadık ise bu isnadı
yapan kimseye had cezası uygulanmaz. Aynı şekilde zina isnat edilen kişi bir
kadınla nikâh şüphesiyle veya fasit bir nikâh sebebiyle münasebette bulunmazsa
yine had cezası uygulanmaz. Çünkü burada, zinada şüphe
vardır.
Köle veya kâfir zinadan uzak iffetli bir kimse ise bir
yönden "muhsan" olup diğer yönden muhsan sayılmaz. Bu ise onun muhsan oluşunda
bir şüphe sayılır. Dolayısıyla buna zina isnat eden kimseye verilecek had
cezasının düşürülmesi gerekir.
Evliliğin de "muhsan" kişinin sıfatları arasında
sayılması gerekir. Ancak alimler burada evliliğin dikkate alınmaması yani zina
isnadında bulunulan kişinin evli erkek ya da evli kadın olması konusunun
itibara alınmaması üzerinde lian hakkındaki gelecek ayetlerin delaletiyle görüş
birliğine varmışlardır. Bu sebeble lian ayeti (Nur, 24/6) kazif ayetini (Nur,
24/4) tahsis etmektedir.
"Sonra da dört şahit getiremeyenler..." ayetinin zahiri
cezayı gerektiren kazfin gerçekleşmesi için zina iftirasında bulunan kişinin
zina isnat edilen kimseyi zina ettiği halde gördüklerine tanık olan dört şahit
getirmekten aciz olmasının şart olduğuna delâlet etmektedir. "Erba'ati"
kelimesinin "tâ"sı zahirinde şahitlerin erkek olmalarının dikkate alındığını
ifade eder. Bu durum hadlerde kadınların şahitliğinin ittifakla muteber
olmadığını te'kit etmektedir.
Ayetler bu dört erkek şahide şahitliğe ehil olmaktan
başka ek şart koşma-maktadır. Fakat alimler şahidin adil olmasının şart
koşulmasında ihtilâf etmişlerdir:
Şafiî, şahidin adaletli olması şarttır derken,
Hanefîler, şahidin adaletli olması şart değildir demişlerdir. Dört fasık
şahitlikte bulundukları zaman Şafi-îlere göre iftiracı sayılır, iftira eden gibi
had cezasına tabi tutulur, Hanefîlerce had cezası uygulanmaz, iftira edenden had
cezası düşer. İftira edenden de aynı şekilde zina isnat edilen kimseden de had
cezası düşer.
Ayetin umumî ifadesinin zahirine uyularak zina
iftirasına uğrayan kadının kocasının dört şahitten biri olması yeterlidir.
Hanefîler bu zahirî manayı almışlardır. İmam Malik ve Şafiî ise şöyle
demişlerdir: Kocanın şahitlerden biri olması muteber değildir. Kocaya lanette
bulunur, diğer üç şahide had cezası vurulur. Çünkü zina ettiğine şahitlikte
bulunmak kaziftir, bu durumda, istenen şahitlik nisabı tamamlanmamış
demektir.
Ayetin zahirdeki mutlak manasına göre şahitlerin ayrı
ayrı veya toplu halde gelmeleri sahihtir. Malikîler ve Şafîîler bunu
almışlardır. Bu durum diğer hükümlerdeki şahitlik gibidir.
İmam Ebu Hanife diyor ki: Bu dört şahidin ayrı ayrı
değil, sadece bir arada yaptıkları şahitlik kabul edilir. Ayrı ayrı şahitlik
yaparlarsa şahitlikleri kabul edilmez. Çünkü bir kişi şahitlik yaptığı zaman
(kazif) iftiracı olmuş ve dört şahit getirmemiş olur. Dolayısıyla üzerine had
cezası vacip olmaz, şahitliğe de ehil olmaz. Bu görüş İmam Malik'ten de
nakledilmiştir.
Yine ayetin zahirinden anlaşıldığına göre zina
iftirasında bulunan sadece iki veya üç şahit getirmişse kendisine celde vurulur.
Aynı şekilde bu şahitler de nisabı tamamlamazlarsa kendilerine celde vurulur.
Hz. Ömer'in fiili buna delildir. Hz. Ömer Mugire b. Şu'benin zina ettiğine
şahitlikte bulunan Şibl b. Ma'bed, Ebu Bekre (Nüfey' b. Haris) ve kardeşine
celde cezası uygulamış, dördüncüleri olan Ziyad zinanın gerçekten meydana
geldiğini kesin bir ifade ile bildirmemişti.
"Onlara seksen değnek vurun." ayetindeki hitap
veliyyül-emr olan idarecileredir. Bu umumi ifadenin zahiri hür ve köleyi de
içine alır. Hür ve kölenin had cezası seksen değnektir. İbni Mes'ud, Evzaî ve
Şia bu görüşü kabul etmişlerdir. Diğer fıkıh alimlerine göre kazifte kölenin
had cezası yarı ceza olup 40 celdedir. Bu zahir mana yöneticinin zina iftirasına
uğrayanın talebi olmasa da haddi ikame etmesine delâlet etmektedir. İbni Ebî
Leylâ da bu görüştedir. Cumhur diyor ki: Zina isnat edilen kimsenin talebi
olmadıkça had cezası uygulanmaz. İmam Malik diyor ki: Devlet reisi onun zina
iftirasında bulunduğunu işittiği zaman bu iftiraya uğrayan talep etmese bile
devlet reisinin adil şahitleri varsa had cezası uygular.
Kısaca: Dört mezhebe göre devlet reisi kazif haddi
cezasını ancak bu iftiraya uğrayan kimsenin talebi üzerine
uygular.
Kazif haddinin uygulanmasında, ırzın korunması
hususundaki Allah Te-alâ'nın hakkı mahremiyeti çiğnenen kul hakkı
gözetilmektedir. Fakat fıkıh alimleri bu hadde ağır basan hususun ne olduğunda
ihtilâf etmişlerdir:
Şafiîler demişlerdir ki: Allah'ın müstağni oluşuna ve
kulun muhtaç oluşuna itibar edilerek kul hakkı daha ağır
gelir.
Hanefiler ise Allah Tealâ'nm hakkının daha ağır basacağı
görüşüne varmışlardır. Çünkü bu haddin yerine getirilmesi kulun menfaatini de
temin etmiş olmaktadır.
Bu
görüş ayrılığının neticesi şu örneklerde ortaya çıkar:
a) Zina
iftirasına uğrayan kimse had cezasının yerine getirilmesinden önce ölürse
Hanefilere göre Allah'ın hakkı ağır bastığı için had cezası sakıt
olur.
Şafiîler diyor ki: İftira edilenin ölümü sebebiyle had
sakıt olmaz. Bilakis kul hakkı ağır geldiği için mirasçılarının bunu talep etme
hakları vardır.
b) Bir kişi bir
topluluğa bir kelime ile veya birkaç kelime ile zina iftirasında bulunsa
Hanefiler haddin birbirine girdiği görüşüne varmışlardır. Allah'ın hakkı daha
galip geldiği için hepsine sadece bir had yeterlidir. Birkaç defa zina eden,
yahut birkaç defa hırsızlık yapan veya birkaç defa içki içen de aynı hükme
tabidir.
c) Zina
iftirasına uğrayan had cezasını affederse kul hakkı galip sayıldığı için
Şafiîlere göre had cezası sakıt olur. Hanefilere göre haddin uygulanması talep
edildikten sonra had cezası düşmez.
Zina iftirasında bulunan kimsenin şahitliği Şafiînin
görüşüne göre celde edilmeden önce bile reddedilir. İmam Ebu Hanife ve Malik'e
göre onun şahitliği celde edildikten sonra reddedilir. Çünkü ayetteki "vav" atıf
harfi tertibi gerekli kılmasa da murad edilen mana
tertiptir.
Zira Peygamberimiz (s.a.) Deylemî'nin ve İbni Ebî
Şeybe'nin İbni Ömer'den (r.a.) merfu olarak naklettikleri hadiste "Müslümanlar
birbirleri hakkında adalet sahibidirler. Ancak kazif (zina iftirası) sebebiyle
had cezasına tabi tutulan kişi müstesna," buyurmaktadır. Bu hadisi Darakutnî
Hz. Ömer'in (r.a.) Ebu Musa el-Eş'arî'ye yazdığı meşhur mektubundan rivayet
etmiştir.
Zina iftirasında bulunan kimsenin şahitliğinin
reddedilmesi genel bir hüküm olup kaziften önce de sonra da olmasını ihtiva
etmektedir. Bu hüküm kâfir olup da sonra müslüman olan ve zina iftirasında
bulunan kimsenin şahitliğini de içine almaktadır. Ancak Hanefîler kazif
sebebiyle had cezasına tabi olan kâfiri, sonra müslüman olursa bundan istisna
etmişlerdir. Zira onun müs-lümanlıktan sonra şahitliği İslâm sebebiyle yeni bir
adalet sebebiyle makbuldür.
Zina iftirasında bulunan kimsenin şahitliğinin
reddedilmesi Allah'ın kazfe karşılık verdiği iki cezayı belirten ayetin
zahiriyle amel edilerek Hanefîlerin görüşüne göre had cezasını tamamlayan bir
hükümdür. Zahir olan husus bu iki noktanın birlikte kazif haddini
oluşturmasıdır.
İmam Malik ve Şafiî demişlerdir ki: Had cezası sadece 80
değnektir. Şahitliğin reddedilmesi had üzerine verilen ilâve bir cezadır. Çünkü
had bedenî bir cezadır, şahitliğin reddedilmesi ise manevî bir cezadır. Ayrıca
Peygamberi-miz'in (s.a.) Hilâl b. Ümeyye'ye (r.a.) söylediği -Buharî, Ebu Davud
ve Tirmi-zî'nin İbni Abbas'tan rivayet ettikleri- "Ya beyyine ya da sırtına
vurulacak had cezasıdır." şeklindeki hadis-i şerifi celdenin had cezasının
tamamı olduğuna delâlet etmektedir.
Hanefîlerin görüşüne göre devlet reisi zina iftirasına
uğrayan kişinin talebi olmadan bu iftirayı yapan kimsenin şahitliğini
reddedemez.
Cenab-ı Hak bundan sonra tevbe durumunu reddederek şöyle
buyurdu:
"Ancak bundan sonra tevbe edip ıslah olanlar müstesna.
Çünkü Allah çok mağfiret eden, çok merhamet edendir." Yani sadece bu sözlerinden
dönen, yaptıklarına pişman olan, durumlarını ve davranışlarını düzelten ve
muhsan (namuslu, hür) kimselere tekrar zina iftirasında bulunmayan kimseler
bundan müstesnadır.
İbni Abbas diyor ki: Yani tevbeyi izhar eden kimseler
demektir. Çünkü Allah çok mağfiret eden, günahlarını örten, onlara merhamet
edendir. Allah onların tevoejfenhı'fcadul'eaer, onların aamgaıandUtıarı
j&sıAATtbTa&drfrrAmlftrrr:
Şafiî diyor ki: Zina iftirasında bulunan kimsenin
tevbesi kendisini yalan-lamasıdır. Mana Şafiî'nin ashabından Istahrî'nin tefsir
ettiği gibi şöyledir: Zina iftirasında bulunan kimse: "Söylediğim hususta yalan
söyledim. Bunun gibi bir davranışa tekrar dönmeyeceğim" diyecektir. Şafiî'nin
ashabından Ebu İshak el-Mervezî Şafiî'nin bu sözünü şöyle tefsir etti: "Yalan
söyledim." demez. Çünkü doğru sözlü olabilir. Buna göre "yalan söyledim" demesi
yalan olur. Yalan ise masiyettir. Masıyet işlemek bir başka masıyetten tevbe
olmaz. Bilâkis şöyle der: "Kazif batıldır, dediğimden pişman oldum ve döndüm.
Bir daha tekrar bunu işlemiyeceğim." Ebul-Hasen el-Lahmî ise tevbenin ancak
kazifte yalanlamak suretiyle olacağını tercih etmiştir.
Alimlerden biri ise şöyle demiştir: Zina iftirasında
bulunan kimsenin tevbesi diğer tevbeler gibidir. Bu tevbe de onunla rabbi
arasında olur. Bunun muhtevası söylediğine pişman olmak ve bir daha dönmemeye
azmetmektir.
Alimler bu istisna hakkında ihtilâf etmişlerdir: Bu
istisna sadece son cümleye raci olup tevbe yalnız fasıklığı mı kaldırır?
Böylece bu kimse tevbe edip ıslah olsa da daima şahitliği reddedilen bir kişi
mi olur? Yoksa bu istisna ikinci ve üçüncü cümleye ya da hepsine mi raci
olur?
Dikkat edilirse daha önce belirttiğimiz gibi bu ayet üç
hükmü birbirlerine vav harfiyle atfedilen üç cümle halinde zikredip istisna ile
sona ermiştir. Alimler bu istisnanın burada birinci cümleye raci olmadığını
dolayısıyla kul hakkı -yani iftiraya uğrayan kişinin hakkı- için zina
iftirasında bulunan kimsenin tevbesi sebebiyle haddin sakıt olmayacağı
konusunda ittifak etmişlerdir.
İhtilâf, istisnanın ikinci ve üçüncü cümleye -yani
şahitliğin reddedilmesi ve fasıklık noktasına- raci olmasında
toplanmıştır.
Hanefi'ler diyor ki: İstisna sadece son cümleye raci
olup fasıklık tevbe ile ortadan kalkar ve zina iftirasında bulunan kimsenin
şahitliği ebediyyen reddedilir. Çünkü "İşte bunlar fasıkların ta kendileridir."
ayeti ihbar sigasıyla başlayan, daha önceki cümle ile irtibatı olmayan bir
cümle olup faydasız yere müminin namusunu çiğnemek suretiyle fasıklık sıfatının
sabit olduğunu ve buna sebep olma vehmini ortadan kaldırmak için getirilmiştir.
Son cümle yeni bir cümle olunca istisna da sadece o cümleye yöneltilmiş
olmaktadır.
Cumhur (Malikîler, Şafiîler ve Hanbelîler) diyor ki:
İstisna ikinci ve üçüncü cümleye racidir. "Onların şahitliğini ebediyyen kabul
etmeyin" cümlesi yeni bir cümle olup öncesi ile irtibatı yoktur. Çünkü bu durum
had cezasını tamamlayan bir husus değildir. "İşte bunlar fasıkların ta
kendileridir." cümlesi şahitliğin reddedilmesinin illetini beyan etmektedir.
İllet olan fasıklık tevbe sebebiyle kaldırılınca illete bağlı olan (ma'lul)
şahitliğin reddedilmesi durumu da ortadan kalkar. Bu cümle sebep bildiren bir
cümledir, başlıbaşına bir cümle değildir. Yani fasıkhkları sebebiyle
şahitliklerini kabul etmeyin. Fasıklık ortadan kalkınca onların şahitlikleri
niçin kabul edilmesin?
İstisnanın sadece son cümleye yahut bütün cümlelere raci
olduğuna delil veya karine olduğu zaman iki gurup arasında bu ihtilâf çıkmaz.
Bunu şu iki örnekte görmekteyiz:
Birincisi, hatayla öldürmenin diyeti hakkındaki Cenab-ı
Hakkın şu ayetidir: "Kim bir mümini yanlışlıkla öldürürse mümin bir köleyi azat
etmesi ve (ölünün) ailesine (mirasçılarına) teslim edilecek bir diyet vermesi
lâzımdır. Ancak onların (bu diyeti) sadaka olarak bağışlamaları bundan
müstesnadır." (Nisa, 4/92). Bu ayette istisnanın köle azat etmeye değil de
diyete raci olduğuna delâlet eden bir karine vardır. Zira köle azat etmek Allah
Tealâ'nm hakkıdır. Velinin sadaka olarak bağışlaması Allah Tealâ'nm hakkını
düşürmez.
İkincisi: Cenab-ı Hakk'm Allah'a ve Rasülüne savaş açan
yol kesiciler hakkındaki ayetteki: "Ancak siz kendilerini ele geçirmeden önce
tevbe eden (muhariplerle yol kesen) kimseler bundan müstesnadır." (Maide, 5/34)
ifadesi gibi. Burada istisnanın önceki cümlelerin tamamına raci olduğuna dair
delil vardır. Çünkü bu ayetteki "kendilerini ele geçirmeden önce" sınırlaması
istisnanın son cümleye, yani ahirette ise onlara pek büyük bir azap vardır,
cümlesine raci olmasını engellemektedir. Zira tevbe ele geçirilmelerinden önce
de sonra da olsa uhrevî azabı düşürmektedir. Dolayısıyla bu sınırlamanın haddin
sakıt olmasından başka bir faydası da yoktur. Bu istisna ittifakla bütün
cümlelere racidir. [4]
Lianın
Ve Kocanın Hanımına Zina Ettiği Şeklinde İthamda Bulunmasının
Hükmü
6-
Hanımlarına zina ithamında bulunan ve kendilerinin kendilerinden başka
şahitleri de bulunmayan kimselerden her birinin şahitliği, kendisinin gerçekten
doğru sözlü olduklarına dair Allah'a yemin ederek dört defa
şahitliktir.
7-
Beşinci (defa şahitlik) de eğer yalancılardan ise Allah'ın laneti muhakkak
kendisinin üstüne olsun (şeklindedir).
8-
O kadının Allah'a yemin ile onun (kocasının) muhakkak yalancılardan olduğuna
dört defa şahitlik etmesi,
9-
Beşinci (defa şahitlik) de eğer o (kocası) doğru sözlülerden ise muhakkak
Allah'ın gazabı kendi üzerine olsun demesi ondan (o kadından) bu azabı
kaldırır.
10-
Ya üzerinizde Allah'ın lütfü ve rahmeti olmasaydı ya da gerçekten Allah
tevbeleri çok çok kabul eden ve sonsuz hikmet sahibi olmasaydı? (durumunuz nasıl
olurdu?)
Buharî ve Müslim'in Sehl b. Sa'ddan rivayetine göre
Uveymir Asım b. Adiyy'e gelip:
- Benim için
Rasulullah'a (s.a.) sor bakalım: Bir kişi hanımının yanında bir adamı görse ve
onu öldürse o sebeple o kişi öldürülür mü? Yahut ona nasıl davr
anılır?
Asım bu soruyu Peygamberimiz'e (s.a.) sordu. Rasulullah
(s.a.) bu soruyu soranı ayıpladı. Uveymir Asım'ı gördü.
Asım'a:
-
Ne yaptın? diye sordu. Asım:
- Ne yapayım,
sen bana hayırlı bir iş vermedin, dedi. Ben bunu Rasulullah'a (s.a.) sordum. O
da bu çeşit soru soranları ayıpladı, dedi. Bunun üzerine
Uveymir:
- O halde
Allah'a yemin olsun ki, ben gidip Rasulullah'a soracağım, dedi. ütti, sordu.
Efendimiz (s.a.):
-
Allah senin hakkında ve arkadaşının hakkında -yani bu gibi olayla karşıdan
herkes hakkında- vahiy indirdi, dedi.
Açıklama
Allah Tealâ bu ayetle kocaların sıkıntısını gidermiş,
onlardan biri hanımına zina isnadında bulunduğunda delil getirmesi zor durumda
olduğu zaman çıkış yolunu göstermiştir. Bu çıkış yolu erkeğin hakime gidip
hanımı hakkındaki iddiayı söylemesi ve Allah Tealâ'nın emrettiği şekilde Handa
bulunmasıdır. Li-an hakimin kendisine dört şahit yerine geçmek üzere, hanımına
yaptığı zina isnadında doğru sözlü olduğuna dair Allah'a dört defa yemin ederek
şahit getirmesidir.
Cenab-ı Hak şöyle buyuruyordu: "Hanımlarına zina
ithamında bulunan..." ve bu isnatlarının doğruluğuna tanık olacak dört şahit
getiremeyen kimselerden her biri üzerine vacip olan şudur: Hanımına yaptığı zina
ithamında doğru sözlü olduğuna dair yemin ederek Allah'ı dört defa şahit tutar.
Beşincide ise şöyle der: Eğer ben hanımıma yaptığım bu zina ithamımda yalancı
isem Allah'ın laneti benim üzerime olsun. Lanet ise Allah'ın rahmetinden
kovulmaktır.
Bunu söylediği zaman bizzat Han sebebiyle Hanefiler
dışındaki alimlerin cumhuruna göre erkek hanımından ayrılmış olur. O kadın artık
ebediyyen o erkeğe haram olur. Erkek onun mihrini verir. Erkeğin kazif haddi
sakıt olur. Çocuk varsa o çocuğu erkek reddeder, kadın Han yapmazsa zina
haddine çarpılır.
Kadının dört defa, kocasının kendisine yaptığı bu zina
ithamında kocasının yalancı olduğuna dair yemin etmesi ve beşincisinde "Kocam
eğer doğru söylüyorsa Allah'ın gazabı üzerime olsun." demesi kadına zina haddi
uygulamasını ortadan kaldırır.
Erkeğin lanetle kadının ise gazapla tahsis edilmek
suretiyle aralarının ayrılmasının sebebi kadına şiddetli davranmaktır. Çünkü bu
fuhşun sebebi ve kaynağı genellikle erkeği kendi nefsine çektiği için zinakâr
kadındır.
Cenab-ı Hak daha sonra bu hükmü vesilesiyle kullarına
yaptığı lütuf, nimet ve rahmeti beyan etmiştir. Zira erkeğin muradını
gerçekleştirmek için ve kadının da bu nefsini cezadan korumak için Hanı meşru
kılmıştır. Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
"Ya
üzerinizde Allah'ın lütfü ve rahmeti olmasaydı ya da gerçekten Allah tevbeleri
çok çok kabul edici ve sonsuz hikmet sahibi olmasaydı?" Yani Allah'ın zorluk ve
darlıktan kurtarıcı, ferahlık verici hükmü sebebiyle size özellikle verdiği
lütfü, nimeti, ihsanı ve rahmeti olmasaydı siz pek çok işlerinizde sıkıntı ve
meşakkate düşerdiniz. Allah sizi rezil eder ve size derhal ceza verirdi. Fakat O
sizin hatalarınızı örttü ve Han vesilesiyle sizi tehlikeden kurtardı. Onun zatî
sıfatlarından birisi de kendi nefsine rahmet sahibi olmayı yazması, kendisinin
kullarının tevbesi, kasemden ve şiddetli yeminlerden sonra olsa da tevbeleri çok
çok kabul edici olması, O'nun takdir ettiği şer'î hükümlerde verdiği emir ve
nehiylerde son derece hikmet sahibi olmasıdır. Çünkü O Han yapan karı-koca-dan
birinin mutlaka yalancı olmasına rağmen her ikisinden de dünyevî ceza olan had
cezasını kaldırmakta ve bu cezadan daha ağır olan uhrevî cezaya lâyık
kılmaktadır.
Rahmet tevbeye daha uygun olduğu halde ayetin "Rahîm"
ismiyle değil de "Hakîm" ismiyle sona ermesinin sebebi Cenab-ı Hakk'm karı-koca
arasında li-^n hükmünü meşru kılmak suretiyle kullarının hatalarını örtmeyi
murad etmelidir. [5]
İfk
(Hz. Aişe'ye İftira) Kıssası
11-
O iftira haberini getirenler içinizden küçük bir guruptur. Bunu kendiniz için
bir kötülük sanmayın. Bilakis bu durum sizin için bir hayırdır. Onlardan her
birine ait elde ettiği günah vardır. Onlardan günahın en büyüğünü yüklenen
kimseye de büyük bir azap vardır.
12-
Bunu (bu iftirayı) işittiğiniz zaman mümin erkeklerin ve mümin kadınların
kendiliklerinden hüsnü zanda bulunmaları ve "Bu apaçık bir iftiradır."
demeleri gerekmez miydi?
13-
Bu olay için dört şahit getirmeleri gerekmez miydi? Madem ki bu şahitleri
getiremediler, o halde o kimseler Allah nezdinde yalancıların ta
kendileridir.
14- Eğer dünya
ve ahirette sizin üzerinizde Allah'ın lütfü ve merhameti olmasaydı, yaydığınız
fitne yüzünden size mutlaka büyük bir azap dokunurdu.
15- Siz o
iftirayı dilinize dolamıştınız. Hakkında hiç bilginiz olmayan şeyi ağzınızla
söylüyor ve bunu önemsiz bir şey sanıyordunuz. Oysa bu Allah katında büyük bir
günahtır.
16-
Bunu (bu iftirayı) işittiğiniz zaman: "Bu şekilde konuşmak bize yakışmaz. Hâşâ!
Bu büyük bir iftiradır." demeniz gerekmez miydi?
17-
Allah, eğer siz gerçekten mümin iseniz böyle bir günaha ebediyyen dönmemenizi
öğütler.
18-
Allah size ayetlerini açıklıyor. Allah
her
şeyi gayet iyi bilendir, sonsuz hikmet sahibidir.
19-
İman edenler arasında hayasızlığın yayılmasını arzu edenlere dünyada ve
ahirette acıklı bir azap vardır. Allah bilir, siz
bilmezsiniz.
20-
Ya üzerinizde Allah'ın lütfü ve rahmeti olmasaydı? Allah çok şefkatli ve çok
merhametli olmasaydı? (Durumunuz nasıl olurdu?)
413
21-
Ey iman edenler! Şeytanın adımlarına uymayın. Kim şeytanın adımlarına uyarsa
şüphesiz ki şeytan o kimseye mutlaka hayasızlığı ve kötülüğü emreder. Eğer
üzerinizde Allah'ın lütfü ve rahmeti olmasaydı içinizden hiçbiri ebediyyen
temize çıkmazdı. Fakat Allah dilediğini temize çıkarır. Allah her şeyi gayet iyi
işiten ve gayet iyi bilendir.
22-
İçinizden fazilet ve imkân sahipleri, akrabalara, yoksullara, Allah yolunda
hicret edenlere yardımı esirgemesinler. Affetsinler ve
müsamahalı davransınlar. Siz
Allah'ın sizi affetmesini arzu etmez misiniz? Allah çok mağfiret eden ve çok
merhamet edendir.
Açıklaması
Bu
ayet, Cenab-ı Hakk'm nebisinin hanımı olan Hz. Aişe'nin ve Peygamberin namusunu
korumak üzere münafıklardan olan iftira ve bühtancıların yaptıkları ithamlardan
Hz. Aişe’yi akladığı ayetlerdir.
“O
iftira haberini getirenler içinizden küçük bir gruptur.” Yani o yalan ve iftira
olan haberi getirenler bir veya iki kişi değildir. Hz. Aişe hakkında bu iftirayı
münafıkların lideri Abdullah b. Übeyy'in
liderliğindeki içinizden bir gurup getirmiştir. Bu yalanı uyduran ve küçük bir
gurupla anlaşan odur. Bunlar bu haberi nakletmeye ve insanlar arasında yaymaya
başladılar. Nihayet bu ha-her müs]üman]ardan bir kısmının zihinlerine girdi.
Bunu konuşmaya başladılar. Bu haberin yaygınlaşması bir aya yakın sürdü.
Nihayet ayet nazil oldu. Ayette geçen "usbe" tabiri bunların küçük bir gurup
olduğunu işaret etmektedir. Cenab-ı Hakk'ın "minküm (sizden)" ifadesi "Ey
müminler sizin içinizden" demektir. Çünkü Abdullah b. Übeyy, zahiren mümin
bilinen kimseler cümlesindendi.
"Bunu kendiniz için bir kötülük sanmayın. Bilakis bu
durum sizin için bir hayırdır." Yani ey Ebu Bekir ailesi! Ey bu yalan haberden
rahatsızlık duyan ve üzülen müminler! Bu hitabın delili Cenab-ı Hakk'ın "minküm
(=içinizden)' ifadesidir. Bu olayın sizin için bir şer ve kötülük olduğunu
zannetmeyin. Bilâkis bu olay büyük sevap kazanmanız, Allah'ın müminlerin annesi
Hz. Aişeye verdiği önemi ortaya çıkarması ve onun suçsuzluğu hakkında kıyamete
kadar okunacak Kur'an ayetleri indirmesi sebebiyle dünya ve ahirette sizin için
hayırlara vesiledir.
"Onlardan her birine ait elde ettiği günah vardır." Bu
mesele hakkında ileri geri konuşan ve müminlerin annesi Hz. Aişe'ye zina
ithamında bulunan herkes için bu konuya daldığı kadar büyük bir azap yahut
girdiği kadar ceza vardır.
"Onlardan günahın en büyüğünü yüklenen kimseye de büyük
bir azap vardır. " Münafıklardan bu günahın büyük bir kısmını yüklenen kimse
-çoğunluğun görüşüne göre bu kişi Abdullah b. Übeyy'dir- dünya ve ahirette
büyük bir azaba lâyıktır. Zira bu haberi ilk uyduran odur. Ya da bunu
düzenleyen, bu dedikoduyu üreten, yayan ve sağa sola duyuran odur. Şerrin çoğu
ondan çıkmıştır. Dünyadaki azabı münafıklığının ortaya çıkması ve toplumdan
dışlanması-dır. Ahiretteki azabı ise cehennemin en alt tabakasında
olmaktır.
Denilmiştir ki: Bundan murad Hassan b. Sabit'tir. İbni
Kesir şöyle demektedir: Bu garip bir sözdür. Sahih-i Buharı'de bunun irad
edilmesine delâlet eden bir ifade olmasaydı, bu lüzumsuz bir söz olurdu. Zira
Hassan b. Sabit faziletleri, menkıbeleri ve özellikleri olan bir sahabidir. En
güzel özelliği şiiriyle Peygamberimiz'i (s.a.) müdafaa etmesidir.
Peygamberimiz'in (s.a.) kendisine: "(Müşriklere) hücum et. Cebrail seninle
beraberdir, "buyurmuştur.[6]
Daha sonra Cenab-ı Hak Hz. Aişe (r.a.) kıssasıyla ilgili
kötü sözlere dalan müminlere edep dersi verdi. Ve onlara dört ayrı konuda
ihtarda bulundu.
1-"Bunu -bu
iftirayı- işittiğiniz zaman mümin erkeklerin ve mümin kadınların
kendiliklerinden hüsnü zanda bulunmaları ve 'Bu apaçık bir iftiradır.' demeleri
gerekmez miydi?" İftiracıların Hz. Aişe hakkındaki sözlerini işittiğiniz zaman
insanı hüsnü zanna sevk eden imanın gereğiyle amel ederek Hz. Aişe hakkında
hüsnü zanda bulunsaydmız ya! Onun suçsuzluğunu ilân ederek açıktan: "Bu apaçık
bir iftiradır," yani müminlerin annesine yapılan gayet açık bir bühtan, uydurma,
yalan bir haberdir." deseydiniz ya! Çünkü meydana gelen olay Hz. Aişe'nin öğle
vaktinde bütün ordunun gözleri önünde Safvan b. Muat-tal'in bineği üzerinde
gelmesi sebebiyle şüpheli bir olay değildi. Rasulullah (s.a.) onlarla beraber
her kötülüğü keşfeder, her şüpheyi reddederdi. Eğer bu olayda bir şüphe olsaydı
bu olay bu kadar açık olmazdı. Bilakis -olması takdir edilseydi- gizli ve kapalı
olurdu.
Bu
muazzam bir edeptir. İman lafzıyla tasrih edilmesi müminin müminlere sadece
hüsnü zan etmesi gerektiğine delâlet etmektedir.
2- "Bu olay
için dört şahit getirmeleri gerekmez miydi? Madem ki bu şahitleri
getiremediler, o halde o kimseler Allah nezdinde yalancıların ta kendileridir."
Onlar getirdikleri bu haberin sabit olduğuna ve onların söylediklerinin
doğruluğuna ve Hz. Aişe'ye isnat ettikleri bu fiili bizzat gördüklerine tanıklık
edecek dört şahit getirselerdi ya! Bu töhmeti ispat etmek için şahit
getirmedikleri zaman onlar Allah'ın hükmünde yalancı ve facir kimsedirler. Bu
ayet bu iftirayı nehyeden, zecreden ayetlerdendir.
3- "Eğer dünya
ve ahirette sizin üzerinizde Allah'ın lütfü ve merhameti olmasaydı, yaydığınız
fitne yüzünden size mutlaka büyük bir azap dokunurdu." Şayet dünyada tevbeye
mühlet vermek dahil çeşitli nimetlerle Allah size lütuf-ta bulunmasaydı,
ahirette ise af ve mağfiretle rahmet etmesi olmasaydı, bu daldığınız iftira
olayı sebebiyle sizi derhal cezalandırırdı. Bu ayet de zecr ve ne-hiy
ayetlerindendir. Buradaki "levlâ" edatı başkasının varlığı sebebiyle bir şeyin
imkânsız olduğunu beyan etmek içindir.
4- "Siz o
iftirayı dilinize dolamıştınız. Hakkınızda hiç bilginiz olmayan şeyi ağzınızla
söylüyor ve bunu önemsiz bir şey sanıyordunuz. Oysa bu Allah katında büyük bir
günahtır." Eğer sizin üzerinizde Allah'ın lütuf ve rahmeti olmasaydı iftira
olayını dilinize doladığınız ve bunu birbirinize sorduğunuz zaman ve bu konuda
çok konuşup bilmediğiniz konu hakkında söz söylediğiniz zaman size mutlaka azap
dokunurdu. Siz bunu basit ve önemsiz zannetmiştiniz. Halbuki bu Allah'ın
şeriatında ve hükmünde büyük ve önemli bir iştir. Peygamber ailesi çirkin
fuhuşla lekelendiği için bu büyük günahlardandır.
Buharî ve Müslim'in Sa/«7undeki bir hadis-i şerifte:
"Kişi Allah'ın gazabına sebep olacak bir kelime söyler, bu kelimenin nereye
ulaşacağını bilmez. Bu kelime sebebiyle cehennemde yerle gök arasından daha
derin bir mesafeye yuvarlanır." buyurulmuştur. Bir rivayette ise: "Kişi bu
kelimeye önem vermez." buyurmuştur.
Bu
ayet de nehiy ve zecr ifade eden ayetlerdendir. Allah onları üç günahı işlemekle
tavsif etmiş ve büyük azabın dokunmasını bu günahlara
bağlamıştır.
i
-ı günahlar şunlardır:
Birincisi:
İftirayı dillerine dolamaları. Yani bu iftira hakkında araştırma-\ önem
vermemeleri, sadece rastgele dinlemekle kalmayıp bunu yaygınlaştırman,
birbirinden alıp yaymaları.
İkincisi: Kesin
bilmedikleri ve delilleri bulunmayan bir şey hakkında ko--şmaları. "Kesin bilgin
olmayan bir hususta konuşma." (İsra, 17/36). Bu ayet rı ayete benzemektedir:
"Kalplerinde olmayan şeyi dilleriyle söylüyorlar." (Âl-i -ran,
3/167).
Üçüncüsü: Bu
hadise Allah nezdinde büyük günah olup şiddetli cezayı ge-rktirdiği halde bunu
küçümsemeleri.
Bu
da şu üç noktaya delâlet etmektedir:
a) Cenab-ı
Hakkın "Bu Allah nezdinde büyüktür." ayetine binaen kazfin ima iftirasında
bulunmanın) büyük günahlardan oluşu.
b) Cenab-ı
Hakkın "Halbuki siz bunu önemsiz zannediyorsunuz." ayetinin iflâletiyle
masiyetin büyüklüğü onu işleyenin zan ve kanaatiyle değişmez. Bel-■:.: de onu
işleyen onun büyüklüğünü bilmeyebilir.
c) Her haram
olan şeyde mükellefin belki de büyük günahlardan olabilir -..ye harama yönelmeyi
büyük bir masıyet sayması gerekir.
5- "Bu iftirayı
işittiğiniz zaman:"Bu şekilde konuşmak bize yakışmaz. Hâ-:..' Bu büyük bir
iftiradır." demeniz gerekmez miydi?" Bu ayet bu konudaki
iiabı insanlara öğretmektedir. Hüsnü zan etmek
şeklindeki birinci emirden • -:nra bu diğer bir edep dersidir. Mana şöyledir:
Siz yakışık almayan kötü sözü
iittiğiniz zaman şöyle demeliydiniz: Bunun gibi bir sözü
ağzımıza almamız, 3asulullah'm (s.a.) şerefini incitecek bir mevzuya dalmamız ve
bunu bir kimseye anlatmamız bizim için uygun değildir, doğru değildir. Bu bize
helâl değildir. Zira bunun hiçbir delili yoktur. Hâşâ, Allah'ın Rasulü'nün
hanımı için bu sözü söylemekten Allah'ı tenzih ederiz. Yani biz bu işin
büyüklüğünden hayrete dü-
-yoruz. Allah peygamberinin hanımını facire, zinakâr
kılmaktan münezzehim Bu büyük bir iftiradır, günah dolu bir uydurmadır. Hz.
Peygamber'e eziyet ^ermektir. Cenab-ı Hak buyuruyor ki: "Allah 'a ve Rasulüne
eziyet edenleri Allah dünyada da ahirette de lânetlemiştir." (Ahzab,
33/57).
Her
ne kadar küfrün nefrete sebep olmaması sebebiyle Hz. Nuh ve Hz. Lût'un hanımlan
gibi peygamber hanımlannın kâfir olmaları caiz olsa da facire. zinakâr olması
caiz değildir. Çünkü bu nefret ve aşağılamak için en büyük
sebeplerdendir.
Kısaca: Peygamberimiz'e (s.a.) eziyette bulunmak
anlamına geldiği için ikil ve din bu gibi konulara dalmayı yasaklamaktadır. Yine
işledikleri büyük âunahı ve dillerine doladıkları son derece hayret ve
şaşkınlığa sebep olan bu if-draya karşılık o iftiracı ve ithamcılann
cezalandırılmamasını da anlamsız bulur.
6- "Allah, eğer
siz gerçekten mümin iseniz, böyle bir günaha ebediyyen dönmemenizi
öğütler."
Bu
ayet de nehiy ve zecr ayetlerinden biridir. Allah müminleri tekrar böyle bir
davranışa dönmekten sakındırıyor. Yani Allah sizden asla buna benzer bir
davranış meydana gelmesin diye tehdit ve ihtarla yasaklıyor. Yani gelecekte siz
sağ ve mükellef olduğunuz müddetçe böyle bir harekette bulunmayın. Eğer siz
Allah'a ve O'nun şeriatine iman edenlerden, Rasulüne ta'zim edenlerden, O'nun
emrine uyan ve nehyinden sakınan kimselerden iseniz, sizin bu gibi bir davranışa
tekrar dönmemeniz için size bu gibi nasihat ve uyarılarla öğütte
bulunmaktadır.
"Allah size ayetlerini açıklıyor. Allah her şeyi gayet
iyi bilendir, sonsuz hikmet sahibidir." Allah size şer'î hükümleri, dinî ve
içtimaî edepleri açıklıyor. Allah kullarını ıslah edecek şeyleri gayet iyi
bilir, onların durumlarından haberdardır. Herkese yaptığı amelinin karşılığını
verir. Şeriatında ve takdirinde, mahlûkatının işlerinde, dünya ve ahirette
kullarının saadetini gerçekleştirecek emir ve nehiyleri vermek hususunda sonsuz
hikmet sahibidir.
7- "İman
edenler arasında hayasızlığın yayılmasını arzu edenlere dünya ve ahirette acıklı
bir azap vardır. Allah bilir, siz bilmezsiniz."
Bu,
kötü bir söz duyan kişinin takınacağı üçüncü bir edeptir. Ayetin manası şudur:
Kasıtlı, isteyerek ve severek hayasızlığı yayanlar, müminlerin topluluğunda
zina haberlerinin yayılmasını ve hayasızlığın yaygınlaşmasını arzu edenler için
dünyada acıklı bir azap -yani kazif haddi-, ahirette ise cehennem azabı vardır.
Allah her şeyin gerçek yönünü gayet iyi bilir. O'na hiçbir şey gizli kalmaz.
Kalplerde olan sırları gayet iyi bilir. Her şeyi O'na havale edin ki irşad
edilesiniz. Sizler bilginizin eksikliği, eşyayı tanıma eksikliği ve sadece
karine ve emarelere dayanmanız sebebiyle bu gerçekleri
bilmezsiniz.
İmam Ahmed, Sevban'dan (r.a.) Peygamberimiz'in (s.a.) şu
hadis-i şerifini nakletmektedir: "Allah'ın kullarına eziyet etmeyin. Onları
ayıplamayın. Onların kusurlarını araştırmayın. Çünkü kim müslüman kardeşinin
kusurlarını araştırırsa Allah da onun kusurlarını ortaya koyar, hatta onu kendi
evinde rezil eder."
Rasulullah (s.a.) Abdullah b. Übeyy, Hassan ve Mistah'a
celde vurdu. Saf-van Hassan'a vurmak üzere oturdu. Kılıçla bir defa vurdu.
Hassan'ın gözü kör oldu.
Bu
eğitici edebin derin anlamı vardır. Zira bir toplumda hayasızlığın
yaygınlaşması ve insanların bu suçu işlemeleri hususunda cür'et verir, bu fiili
kolayca işlemelerine sebep olur.
Bu
ayet sadece hayasızlığın yaygınlaşmasını arzu etmenin bile azaba uğramak için
yeterli olduğuna delâlet etmektedir. Hayasızlığı fiilen yayanlar ise daha
şiddetli cürüm, günah ve cezaya maruz kalmaktadır. Hayasızlığın yayılmasını
arzu etmenin kaynağı kin ve nefrettir. İnsanların yaşadıkları düzenlilik,
istikrar, sevgi ve kaynaşmaya karşı kıskançlık yapmak ve insanlara karşı
böbürlenmektir. Abdullah b. Übeyy gibi kin ve haset dolu kişiler de bu şereftir
diye bu güzel toplumun temel direklerini kemirmeye ve onun şerefini düşürmeye,
ırz ve şerefine dil uzatmaya çalışırlar.
8- "Ya üzerinizde Allah 'in lütfü ve rahmeti
olmasaydı ve Allah çok şefkatli ve çok merhametli
olmasaydı?"
Yani eğer ilâhî lütuf ve rahmet olmasaydı başka bir
durum olurdu. Hazfedilmiş olan cevap şöyledir: Helak olurdunuz yahut Allah size
azap eder ve sizi kökten yok ederdi. Fakat Allah Tealâ kullarına karşı çok
şefkatlidir, çok merhametlidir. Bu olaydan dolayı tevbe edenlerin tevbelerini
kabul etmiş, hayırlı olan yola irşad etmiş, en sağlam yolu göstermiş, sapma
yönünde devam etmenin tehlikesinden sakındırmış, bu çirkin fiilin yani
peygamber ailesinin ırzına dil uzatmanın tehlikesini beyan etmiştir. Dolayısıyla
hamd ve minnet sadece O'na mahsustur.
Bu
sebeple Cenab-ı Hak bundan sonraki ayette şeytanın vesveselerine uymaktan
sakmdırmıştır:
9- "Ey iman
edenler! Şeytanın adımlarına uymayın. Kim şeytanın adımlarına uyarsa şüphesiz
ki şeytan o kimseye mutlaka hayasızlığı ve kötülüğü emreder. " Ey Allah'a ve
Rasulü'ne inanıp onları tasdik edenler! Şeytanın yollarında yürümeyi, şeytanın
vesveselerine tesirlerine ve emrettiği şeylere, iftiraya, iman edenler arasında
hayasızlığı yayma tekliflerine kulak vermeyin. Çünkü kim şeytanın vesveselerine
uyarsa, onun izini takip ederse kaybeder, hüsrana uğrar. Çünkü şeytan sadece
hayasızlığı (son derece çirkin olan şeyleri) ve mün-keri (yani şeriatın inkâr
ettiği, haram kıldığı ve aklın çirkin görüp nefret ettirdiği) şeyleri emreder.
Dolayısıyla hiçbir müminin şeytana uyması doğru değildir. Bu ifade açık bir
uyarı ve nefret ettirme ifadesidir.
Allah Tealâ her ne kadar bu ayette şeytanın
vesveselerine tabi olmaktan nehyetmişse de bu nehiy bütün mükelleflere aittir.
Bunun delili "Kim şeytanın adımlarına uyarsa şüphesiz ki şeytan o kimseye
mutlaka hayasızlığı ve kötülüğü emreder." ayetidir. Dolayısıyla bütün
mükellefler bundan men edilmişlerdir. Müminlerin özellikle zikredilmesinin
hikmeti iftiracıların durumuna benzememek için masiyeti terk etmek hususunda
onların daha titiz davranmaları içindir.
"Allah'ın lütfü ve rahmeti olmasaydı, içinizden hiçbiri
ebediyyen temize çıkamazdı." Bu tekrar kullara olan ikram ve nimeti te'kit etmek
içindir. Ayetin manası şudur: Allah günahları silip süpüren tevbeye muvaffak
kılmak suretiyle nimetlerle ve bol rahmetle sizin üzerinize lütufta
bulunmasaydı, kimseyi günahından temizlemezdi; şirk, fücur ve çirkin ahlâk
hastalıklarından kurtarmaz, sadece derhal ceza verirdi. Nitekim Cenab-ı Hak
şöyle buyuruyor: "Allah zulümleri sebebiyle insanları muaheze edecek olsaydı,
yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı." (Nahl, 16/61). Razî diyor ki: Mümin dinde
"salih" kişi olma hususunda Allah Tealâ'nın rızasını kazanacak dereceye
ulaşınca "zekî (temizlenmiş)" olarak adlandırılır.
"Fakat Allah dilediğini temize çıkarır. Allah her şeyi
gayet iyi işiten ve gayet iyi bilendir." Sonsuz kudret ve hikmet sahibi olan
Allah Tealâ, Hassan, Mis-tah ve iftira kıssasına adı karışan diğer kimselerin
tevbelerini kabul etmek gibi mahlûkatından dilediklerinin tevbelerini kabul
etmek ve onları kendisini razı kılacak hususlara muvaffak kılmak suretiyle
mahlûkatından dilediği kimseleri temize çıkarır. Allah kullarının sözlerini
özellikle masiyete düşmede ve ma-siyetten kurtulma hususunda ihlâs sahibi olma
durumunda ve masıyetin günahlarından aklanmak noktasındaki sözlerini gayet iyi
işitir. Hidayet ve dalâlete lâyık olan kimseleri, sözleri, davranışları,
hayasızlığın yaygınlaşmasında ısrar edenleri ve bunlardan tevbe edenleri gayet
iyi bilir. Her insan yaptığı amellerinin karşılığını
verir.
Bu
ifade günahlardan temizlenmeyi, tevbeye ihlâsla yönelmeyi açık bir şekilde
teşvik etmektedir.
İftiracılara ve onların sözlerini duyanlara edep dersi
verdikten sonra Allah Tealâ, Mıstah'a artık ebediyyen infakta bulunmamaya yemin
eden Hz. Ebubekir'e (r.a.) de edep dersi verdi.
Müfessirler diyorlar ki: Bu ayet (Nur, 24/22)
iftiracılara uyan Hz. Ebubekir'in teyzesinin oğlu Mistah'a infakta, yardımda
bulunmamak üzere yemin etmesi üzerine nazil olmuştu. Mistah, Hz. Ebubekr'in
himayesinde bir yetim olup Hz. Ebubekir ona ve diğer yakınlarına infakta
bulunuyordu. Cenab-ı Hak şöyle buyurdu:
"İçinizden fazilet ve imkân sahipleri, akrabalara,
yoksullara, Allah yolunda hicret edenlere yardım etmemeye yemin etmesinler."
Yani dinde, ahlakta ve ihsanda fazilet sahipleri, mal ve servet hususunda imkân
sahipleri Hz. Ebu Bekir'in teyzesinin oğlu olan, Mekke'den Medine'ye hicret eden
fakir bir müslü-man olup Bedir savaşma katılan Mistah gibi yoksul ve muhacir
yakınlarına vermemek üzere yemin etmesinler. Bu ayette Hz. Ebubekir'in (r.a.)
faziletine ve şerefine delil vardır, sıla-i rahime teşvik vardır. Bu ayet sıla-i
rahim hususunda yumuşaklık ve şefkatte son noktadır.
"Affetsinler ve müsamahalı davransınlar." Yani kötülük
işleyenleri affetsinler, günahkâr kimsenin hatasını bağışlasınlar. Ona ceza
vermesinler. Onu bağışlarından mahrum kılmasınlar. Önceki iyiliklerine tekrar
dönsünler. Çünkü bir defa hata eden kimseyi cezalandırmakta şiddetli
davranılmamalıdır. Meselâ, Mistah had ve darbe ile cezalandırıldı. Bu
yeterlidir. Bir defa ayağı kaydı. Allah da onun tevbesini kabul
etti.
"Siz Allah'ın sizi affetmesini arzu etmez misiniz1?
Allah çok mağfiret eden ve çok merhamet edendir." Yani siz Allah'ın sizin
günahlarınızı örtmesini istemez misiniz? Zira ceza amelin cinsindendir. Sana
karşı hata edenin hatasını affettiğin gibi Allah da seni affeder. Senin müsamaha
gösterdiğin gibi sana müsamaha gösterilir: "Merhamet etmeyene merhamet edilmez.
"[7]
Allah, itaat edip tevbe eden kullarının günahlarını
mağfiret edicidir. Onlara karşı çok merhametlidir. İşledikleri, sonra da tevbe
ettikleri hata sebebiyle onlara azap etmez. Siz de Allah'ın ahlakıyla
ahlâklanın.
Bu
ifade müminleri af ve müsamahaya teşvik etme ve tevbe edenlerin günahlarını
mağfiret etme şeklinde değerli bir vaaddir. Bu sebeple Hz. Ebubekir (r.a.)
derhal şu sözü söyledi: "Evet Allah'a yemin olsun ki, ey Rabbimiz biz senin
bizi mağfiret etmeni arzu ediyoruz." Sonra da Mistah'a daha önce yaptığı infakı
tekrar yapmaya başladı. Şöyle diyordu. "Vallahi ona yaptığım bu infakı ebediyyen
kaldırmayacağım." [8]
İfk
(Hz. Aişe'ye İftira) Kıssasında Zina İthamının Ahiretteki
Cezası
23-
İffetli, hiç bir şeyden habersiz mümin kadınlara zina ithamında bulunanlar,
dünyada da ahirette de lanetlenmişlerdir. Onlar için büyük bir azap
vardır.
24-
O gün onların dilleri, elleri ve ayakları işledikleri fiiller sebebiyle
kendilerinin aleyhinde şahitlik edecektir.
25-
O gün Allah onlara hak ettikleri cezayı tam olarak verecek ve onlar Allah'ın
apaçık hak olduğunu bileceklerdir.
26-
Kötü kadınlar kötü erkeklere, kötü erkekler kötü kadınlara, temiz kadınlar temiz
erkeklere, teiniz erkekler temiz kadınlara yakışır. İşte o tertemiz olanlar
onların söylediklerinden çok uzaktırlar. Onlar için mağfiret ve değerli rı-zık
vardır.
Nüzul
Sebebi
Taberanî Dahhak b. Müzahim'den naklediyor: Bu ayet
özellikle Peygam-:erimiz'in (s.a.) hanımları hakkında indi: "İffetli, hiçbir
şeyden habersiz mümin -adınların..."
İbni Ebî Hatim, İbni Abbas'tan naklediyor: Bu ayet
özellikle Hz. Aişe (r.a.) kkmda inmiştir.
İbni Cerir Hz. Aişe'den (r.a.) naklediyor: Bana bu
iftira yapıldığında ben -r şeyden habersizdim. Bu haber daha sonra bana ulaştı.
Rasulullah (s.a.) -nim yanımda iken ona vahyedüdi. Sonra doğrularak oturdu.
Yüzünü sıvazladı ve:
-
Ya Aişe! Müjdeler olsun, dedi. Ben de:
-
Allah'a hamdolsun, sana değil, dedim. Peygamberimiz:
- "İffetli,
hiçbir şeyden habersiz mümin kadınlara zina ithamında bulunanlar..." ayetini
okudu.
Taberanî Hakem b. Uteybe'den naklediyor: Halk Hz.
Aişe'nin meselesini konuşunca Rasulullah (s.a.) Hz. Aişe'ye haber gönderip şöyle
dedi:
-
Ya Aişe! İnsanlar ne diyorlar? Hz. Aişe:
- Mazeretim semadan ininceye kadar ben hiçbir şekilde
özür ıilemeyeceğim, dedi. Bunun üzerine Cenab-ı Hak Nur suresinden 15 ayet
in-ürdi. Sonra da 26. ayetin sonuna kadar okudu. Bu hadis mürsel olup isnadı
sahihtir. [9]
Açıklaması
"İffetli, hiçbir şeyden habersiz mümin kadınlara zina
ithamında bulunanlar..." Zina ithamından çok uzak, iffetli, Allah ve Rasulü'ne
inanan kadınları hayasızlık ve fuhuşla itham edenler dünya ve ahirette Allah'ın
rahmetinden koyulmuşlardır. Allah'ın gazabı ve öfkesi onların
üzerinedir.
Onlara bu cürümlerinin ve iftiralarının karşılığı olarak
ahirette büyük ve şiddetli bir azap vardır. Bu kazfin büyük günahlardan biri
olduğuna delildir.
İmam Ahmed, Buharı ve Müslim'in Ebu Hureyre'den (r.a.)
rivayet ettiklerine göre Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuşlardır: "Helak
edici yedi şeyden sakının." Peygamberimize:
-
Bunlar nelerdir ya Rasulallah, diye soruldu. Efendimiz:
-
Allah'a şirk koşmak, sihirbazlık, Allah'ın haram kıldığı cana haksız yere
kıymak, faiz yemek, yetim malı yemek, savaş günü kaçmak, hiçbir şeyden habersiz
iffetli mümin kadınlara zina ithamında bulunmak.
Ebu'l-Kasım et-Taberanî, Huzeyfe'den Peygamberimiz'in
(s.a.) şu hadisini rivayet etmektedir: "İffetli bir kadına zina ithamında
bulunmak 100 senelik ameli silip götürür."
"O
gün onların dilleri, elleri ve ayakları işledikleri fiiller sebebiyle
kendilerinin aleyhine şahitlik edecektir." Yani onların kıyamet günündeki
azabı, dilleri, elleri ve ayakları vb. azalarıyla işledikleri söz ve fiiller
sebebiyle kendilerinin aleyhine şahitlik edecekleri günde olacaktır. Zira
onları Allah kudretiyle konuşturacaktır. Nitekim bir başka ayette şöyle
buyurulmaktadır: "Onlar derilerine: "Niçin bizim aleyhimize şahitlik yaptınız?"
diyecekler. Kendi derileri de: Bizi, her şeyi konuşturan Allah konuşturdu
diyecektir." (Fussılet, 41/21).
İbni Ebî Hatim ve İbni Cerir, Ebu Said el-Hudrîden
Peygamberimiz'in (s.a.) şu hadisini rivayet ediyorlar: "Kıyamet günü olduğu
zaman kâfire kendi ameli tanıtılır, kâfir inkâr eder ve tartışma çıkarır.
Ona:
- İşte şunlar
senin komşuların, senin aleyhine şahitlik ediyorlar, denilir.
Kâfir:
-
Yalan söylüyorlar, der. Ona:
-
İşte ailen ve yakın akrabaların da... denilir.
-
Yalan söylüyorlar, der. Kâfirlere:
-
Yemin edin, denilir. Yemin ederler. Sonra da Allah onları sağır kılar. Elleri,
dilleri onların aleyhine şahitlik ederler. Sonra da Allah onları cehenneme
koyar."
"O
gün Allah onlara hak ettikleri cezayı tam olarak verecek ve onlar Allah'ın
apaçık hak olduğunu bileceklerdir." Bugünde Allah onların hesaplarını veya
amellerinin karşılığını tam olarak verecektir. Onlar da Allah'ın vaadinin,
vaîdinin ve hesabının hiçbir zulmün bulunmadığı adaletin ta kendisi olduğunu
gayet iyi bileceklerdir.
Zemahşerî -Allah ona rahmet eylesin ve Kur'an-ı Kerim'e
yaptığı çok dakik tefsirinden dolayı onu en hayırlı mükâfatla mükâfatlandırsın-
diyor ki: Kur'an'm tamamını incelesen ve Allah'ın isyankârlara yaptığı
tehditleri araş-tırsan Allah Tealâ'nın Hz. Aişe'ye (r.a.) iftira konusundaki
sert ifadeler kadar hiçbir konuda sert ifade kullanmadığını görürsün. Bu konuda
şiddetli vaid, tesirli ceza, dehşetli zecir ifadeleriyle dolu, bunu işleyenin
cezasının büyük olduğunu, buna teşebbüste bulunanın dehşetli bir şey yaptığını
çeşitli yollarla, her biri kendi babında yeterli, dikkat çekici üslûplarla
anlattığını görürsün. Sadece bu üç ayet inmiş olsaydı bile bu konuda yeterli
olurdu. Zira zina ithamında bulunanları her iki dünyada lanete müstahak
kılmakta ve onları ahirette büyük azapla tehdit etmektedir. Dillerinin,
ellerinin ve ayaklarının yaptıkları iftira ve bühtanlarla kendilerinin aleyhinde
şahitlik yapacağını ve Allah'ın kendilerine lâyık oldukları hak ve vacip olan
cezalarını tam olarak vereceğini, nihayet o zaman Allah'ın apaçık hak olduğunu
bileceklerini bir tehdit olarak belirtmektedir.[10]
Bu
sözden de Fahreddin Razî'nin sözünden de anlaşılmaktadır ki Allah Tealâ bu zina
ithamında bulunanları üç şeyle cezalandırmıştır:
-
Dünya ve ahirette lanete uğramış olmaları ki bu büyük bir
vaîddir.
-
Dillerinin, ellerinin ve ayaklarının kendi yaptıklarına şahitlik
etmeleri,
-
Amellerinin karşılığının tam olarak verilmesi.
"Din" ceza manasındadır. Meselâ, nasıl muamele edersen
öyle ceza görürsün, sözünde "dâne" fiili bu anlamdadır. Bir başka görüşe göre
din, hesap manasındadır. Nitekim Cenab-ı Hak "İşte sağlam din budur." Yani doğru
hesap Dudur, buyurmaktadır. Hak: Verilen cezanın müstahak oldukları miktarda
olmasıdır. Çünkü bu haktır, bundan fazlası batıldır.
Cenab-ı hak bundan sonra Hz. Aişe'nin suçsuz olduğuna
elle tutulur, gözle jörülür maddi delil getirerek şöyle
buyurdu:
"Kötü kadınlar kötü erkeklere, kötü erkekler kötü
kadınlara, temiz kadın-
ar
temiz erkeklere, temiz erkekler temiz kadınlara yakışır..." Yani zina
eden
kötü kadınlar zina eden kötü erkeklere yakışır. Zina
eden kötü erkekler zina
eden kötü kadınlara yakışır. Çünkü herkese lâyık olan,
söz ve davranışlarda
onun benzeridir. Zira ahlâk hususundaki benzerlik ve
tabiatlerdeki uygunluk
ülfetin ve iyi geçimin esaslarındandır. Bu ayet aynen şu
ayet gibidir: "Zina eden erkek sadece zina eden kadınla veya müşrik kadınla
nikahlanır. Zina eden kadını da ya zina eden bir erkek ya da bir müşrik
nikâhlar." (Nur, 24/3).
Buna göre "kötü ve iyi olan" kadınlardır. Yani kötü
kadınlara yaraşan kötü erkeklerle evlenmektir. Temiz erkeklere yaraşan temiz
kadınlarla evlenmektir.
"Habisat" kelimesinden murad edilen mananın
iftiracılardan vaki olan kazif kelimeleri olması caizdir. Buna göre ayetin
manası şudur: İftiracıların kötü sözleri kötü adamlara yakışır. Aksi de
doğrudur: İftirayı inkâr edenlerin iyi sözleri iyi adamlara yaraşır. Aksi de
doğrudur.
Rasulullah'ın (s.a.) iyilerin incisi, ilklerin ve
sonuncuların en hayırlısı olması sebebiyle o yüce peygamberin hanımı Sıddîka
(r.a.) iyi hanımların en iyilerindendir. Böylece iftiracıların yaydığı söylenti
batıl olmaktadır. Bu söz Hz. Aişe (r.a.) için darb-ı mesel makamında cereyan
etmektedir. Ona atılan iftira onun nezahet ve iyiliği durumuna uymamaktadır.
Birinci görüş zahir olan husustur.
"İşte o tertemiz olanlar onların söylediklerinden
(iftiradan) çok uzaktırlar. Böyleleri için mağfiret ve değerli rızık vardır."
İşte Safvan ve Hz. Aişe gibi tertemiz kadın ve erkekler kötü erkek ve
kadınlardan oluşan iftiracıların söylediklerinden çok
uzaktırlar.
Bu
kimseler için haklarında söylenen yalan söz sebebiyle günahlarından mağfiret ve
Allah nezdinde Naîm cennetlerinde değerli bol rızık vardır. Nitekim Cenab-ı Hak
şöyle buyurmaktadır: "Biz onlar için bol rızık hazırladık." (Ahzab,
33/31).
Hz.
Aişe'den (r.a.) rivayet edilmiştir ki: Başka hiçbir kadına verilmeyen şu dokuz
şey bana verilmiştir:
1-
Peygamberimiz (s.a.) benimle evlenmekle emrolunduğu zaman Cebrail avucunda benim
suretim olduğu halde inmiştir.
2-
Peygamberimiz (s.a.) beni bakire olarak aldı. Benden başka bakire ile
evlenmedi.
3-
Peygamberimiz (s.a.) başı benim kucağımda olduğu halde vefat
etti.
4- Benim evime
gömüldü. Melekler onu benim evimde kuşattılar.
5- Ona
aileleriyle birlikte vahiy indiğinde diğer hanımları Peygam-berimiz'den (s.a.)
ayrılıyorlardı. Halbuki ben onunla aynı örtü altında olduğum halde vahiy
gelmişti.
6- Ben onun
halifesinin ve Sıddîk'ının kızıyım.
7- Benim
mazeretim (suçsuzluğum) semadan indi.
8- Ben tayyib
(güzel şahsiyet) yanında tayyibe (güzel kadın) olarak
yaratıldım.
9-
Mağfiret ve bol, değerli rızık vaad
olundu. Hz. Aişe bununla şu ayeti kast etmektedir: "Bu kimseler için mağfiret ve
değerli rızık -yani cennet- vardır." [11]
Evlere
Giriş İçin İzin İsteme Ve Adabı
27-
Ey iman edenler! Kendi evlerinizden başka evlere izin almadan ve orada
bulunanlara selâm vermeden girmeyin,
şünürseniz bu sızın için daha hayır- 1
28-
Eğer orada kimseyi bulamazsanız, size izin verilmedikçe içeriye girmeyin. Eğer
size "geri dönün" denilirse hemen dönün. Bu (davranış) sizin için daha temizdir.
Allah yaptıklarınızı çok iyi
büir"
29-
İçinde eşyanız bulunan, oturuhnayan evlere (izinsiz) girmenizde bir mahzur
yoktur. Allah sizin açığa vurduğunuzu da, gizlediğinizi de gayet iyi
bilir.
Açıklaması
Bu
esaslar toplum hayatının düzenini ve ailelerin evlerdeki durumunu ortaya
koymaları sebebiyle sevgi ve muhabbet bağlarını korumak, müminler arasındaki
karşılıklı ziyaret ve iyi geçimi devam ettirmek için konulan ve yüksek
medeniyet ifade eden sosyal, şer'î edeplerdir.
Cenab-ı Hak şöyle buyurdu: "Ey iman edenler! Kendi
evlerinizden başka evlere izin almadan ve orada bulunanlara selâm vermeden
girmeyin..." Yani ey Allah'ı ve Rasulünü tasdik edenlerîBaşkalarınm evine size
izin verilmeden ve aile halkına selâm vermeden girmeyin. Böylece başkalarının
özel hayatına bakmamış, vakıf olmanız sizin için helâl olmayan şeylere vakıf
olmamış, orada bulunanlara ansızın görünmemiş, böylece onları sıkıntıya
düşürmemiş ve rahatsız etmemiş, dolayısıyla can sıkıntısına, daralmaya ve
nefrete sebep olmamış olursunuz.
O
halde bir yere girmeden önce mutlaka izin alınmalı ve gelen kimsenin bilinmesi
için kapının dışında selâm verilmelidir.
Selâm, geçmiş zamanda da âdet idi. O zaman evlerin
kapıları bugünkü gibi yeteri şekilde sağlam kapanmış ve örtülmüş değildi. Ayrıca
o zaman evlerde perde yoktu.
"İsti'nâs" kelimesi bilgi sahibi olmak, keşfetmeyi
istemek demektir ve "ânese" kökünden gelmiştir. Anese ise bir şeyi zahir ve açık
olarak gördü demektir. Kim başkasının evine girmek isterse ünsiyet sahibi olmalı
yani o ev halkının kendisine girmek için izin verip vermeyeceklerini
öğrenmelidir. "Çocuklarınız bulûğ çağına eriştikleri zaman onlardan öncekiler
(büyükleri) izin istedikleri gibi onlar da izin istesinler." (Nur, 24/59)
ayetinin delaletiyle isti'nâs izin istemek manasındadır. İbni Abbas (r.a.)
kendisinden rivayet edilen daha sahih rivayete göre isti'nâsı isti'zân olarak
tefsir ediyordu. İsti'nâs izin istendikten ve iznin meydana gelmesinden sonra
hâsıl olur.
İzin isteme mendup olarak üç defa olur. Ziyaretçiye izin
verilirse içeri girer, aksi takdirde ayrılır. Nitekim İmam Malik, Ahmed, Buharî,
Müslim ve Ebu Davud'un Ebu Musa ve Ebu Said'den rivayet ettikleri sahih hadise
göre, Ebu Musa el-Eş'arî Hz. Ömer'in huzuruna girmek için üç defa izin isteyip
de izin verilmeyince ayrıldı. Sonra Hz. Ömer (r.a.):
- Ben Abdullah
b. Kays, Ebu Musa el-Eş'arî'nin izin isteme sesini duymadım mı? Ona izin verin,
buyurdu. Onu aradılar, gitmiş olduğunu anladılar. Ebu Musa daha sonra gelince
Hz. Ömer (r.a.):
-
Seni döndüren sebep nedir? diye sordu. Ebu Musa:
- Ben üç defa
izin istedim, bana izin verilmedi. Ben Peygamberimiz in (s.a.) şöyle buyurduğunu
işittim: "Sizden biriniz üç defa izin ister de izin verilmezse oradan
ayrılsın."
Ayetin zahirine göre içeri girmeden önce mutlaka izin
istenmeli ve selâm verilmelidir. Ancak birincisi yani izin istenmesi vacip,
ikincisi yani selâm verilmesi menduptur. Nitekim her yerde selâm vermenin hükmü
budur. Ancak izin istemede de vacip olan bir defa istemektir. Üç defa izin
istemek ise daha önce geçtiği gibi menduptur.
Görüldüğü gibi izin istemek selâmdan önce
zikredilmiştir. Çünkü Kuran tertibinde asıl olan, olayların sırasına uygun
olmasıdır. Bazı alimler de bu görüştedirler.
Cumhur ise selâmın izin istemeye takdim edileceği
görüşündedirler. Bunun delilleri ise şunlardır:
Tirmizî, Cabir'den (r.a.) rivayet ediyor: "Selâm
kelâmdan öncedir." Buharî el-Edebü'l-Müfred'de ve İbni Ebî Şeybe Musannef'inde
Ebu Hurey-
re'den (r.a.) selâm vermeden izin isteyen kimse
hakkında: "Selâm verinceye
kadar ona izin verilmez." dediğini
nakletmişlerdir.
Kasım b. Asbağ ve İbni Abdilberr, İbni Abbas'tan (r.a.)
naklediyorlar: "Hz. Ömer (r.a.) Peygamberimiz'in (s.a.) huzuruna girmek için
izin istedi ve şöyle dedi: Allah'ın Rasulüne selâm olsun. Allah'ın selâmı
üzerinize olsun. Ömer girebilir mi?"
Selâm da üç defa olmalıdır. Nitekim İmam Ahmed Enes'ten
(r.a.) rivayet ediyor ki: Peygamberimiz (s.a.) Sa'd b. Ubade'nin yanına girmek
için izin istedi ve şöyle buyurdu:
-
es-Selâmü aleyke ve rahmetullah. Sa'd de:
- Ve
aleyke's-selâmü ve rahmetullah, diye cevap verdi. Ancak sesini Pey-gamberimiz'e
(s.a.) ulaştıramadı. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.) üç defa telânı verdi.
Sa'd de üç defa selâmını aldı.
İzin istemenin ve selâm vermenin hikmeti Ebu Davud'un
Hüzeyl'den nvayet ettiği şu hadisin delaletiyle görülmesi haram olan şeylere
muttali olmaya engel olmaktır. Hüzeyl anlatıyor: Bir zat geldi (Osman: "Bu
zatın ismi Sa'd idi." diyor), izin istemek için Peygamberimiz'in (s.a.)
kapısında ayakta iurdu (Osman: "kapıya yönelerek" demiştir.). Peygamberimiz
(s.a.) yönünü çevirerek: "İşte böyle dur. İzin istemek bakmayı engellemek
içindir." buyurmuştur.
Buharî ve Müslim'in Sa/u/ılerinde Peygamberimizin (s.a.)
şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Eğer bir kişi senin evine izinsiz olarak
muttali olursa sen de ona bir taş atıp gözünü çıkarırsan sana hiçbir günah
olmaz."
Bu
iki hadiste anlatılmak istenen husus şudur: İzin isteme edeplerinden biri, izin
isteyen kişinin açılacak kapıya doğru yüzünü çevirmemesi, kapının sağında veya
solunda durması ve evin içine bakmamasıdır.
Rivayete göre Ebu Said el-Hudrî (r.a.) yüzünü kapıya
çevirerek Peygam-berimiz'den (s.a.) izin istedi. Peygamberimiz (s.a.): "Kapıya
yüzünü dönerek izin isteme." buyurdu.
Bu
durumda kapının açık veya kapalı olması fark etmez. Çünkü kapıyı çalan kimsenin
gözü kapı açıldığı anda caiz olmayan şeyleri ya da aile halkının görmesini
istemediği şeyleri görebilir.
Kapıyı çalan kimse âmâ bile olsa izin istemek vaciptir.
Çünkü evlerdeki bazı özel durumlar kulakla idrak edilebilir. Ya da ev halkı
âmânın eve girmesinden rahatsızlık duyabilir. Daha önce geçen "İzin istemek
bakışı engellemek için meşru kılınmıştır." hadisi genel duruma göre
söylenmiştir.
İzin istemenin vacip oluşu konusunda kadınla erkek,
mahremle nâmahrem arasında fark yoktur. Çünkü hüküm umumidir. İsterse ziyaretçi
baba olsun, isterse evlât olsun aynıdır.
İmam Malik'in Muvatta'ından Ata b. Yesar'dan rivayet
ettiğine göre bir adam:
- Ya Rasulallah!
Annemden de izin isteyeyim mi? diye sordu. Peygamberimiz
(s.a.):
-
Evet, diye cevap verdi. Adam:
-
Ona benden başka hizmet eden kimse yok. Her yanma girdiğimde izin isteyeyim mi?
diye sordu. Efendimiz (s.a.):
-
Onu çıplak görmek ister misin? dedi. Adam:
-
Hayır, dedi. Efendimiz (s.a.):
- O
halde onun odasına girerken izin iste, buyurdu.
İbni Cerir ve Beyhakî İbni Mes'ud'dan naklediyorlar:
"Anneleriniz ve kız-kardeşlerinizden izin istemek zorundasınız." Taberî Tavus'un
şu sözünü rivayet ediyor: "Mahrem olan bir kadının görülmesi haram olan
yerlerini görmekten daha çirkin saydığım bir şey yoktur."
Buna göre mahrem kadınlardan izin istemek de vacip
olmakta ve bunun terk edilmesi caiz olmamaktadır. İbni Abbas buna şu ayeti delil
gösterdi: "Çocuklarınız bulûğa eriştikleri zaman kendilerinden öncekilerin
-büyüklerinin- izin istediği gibi izin istesinler." Ayet yabancı ile mahrem
arasında ayırım yapmamıştır.
27.
ayette yer alan evler anlamındaki kelime nehiy cümlesinde bir nekre olup
oturulan ve oturulmayan evleri içine alan genellemeyi ifade etmektedir. Ancak bu
ayeti takip eden "... oturulmayan evlere -izinsiz- girmenizde bir mahzur
yoktur." ayeti birinci ayetin manasının sadece oturulan evlere ait sayılmasını
gerektirmektedir. Buna göre 27. ayetin manası şöyle olacaktır-. Ey muhataplar!
Başkalarına ait olan içinde oturulan evlere izin almadan
girmeyin.
Cenab-ı Hak bundan sonra izin isteme ve selâm vermenin
emredilmesinin hikmetini zikrederek şöyle buyurdu:
"Düşünürseniz bu sizin için daha hayırlıdır." Yani izin
isteme ve selâm verme her iki taraf için, hem izin isteyen hem de aile halkı
için ansızın girmekten ve cahiliyet selâmından daha hayırlıdır. Cahiliyette bir
adam evinden başka bir eve girerken "İyi sabahlar!. İyi akşamlar!" der ve içeri
girerdi. Bazan da ev sahibinin hanımıyla bir arada aynı örtü altında bulunduğu
vakte tesadüf ederdi. "Düşünürseniz" ifadesi bir mahzufa müteallaktır. Yani,
Rabbiniz size bu ayetleri düşünesiniz, ibret alasınız ve sizin için daha uygun
olanı bilmeniz için indirdi ve irşadda bulundu, demektir.
"Hayır" kelimesi burada ism-i tafsildir. "Lealle"
kelimesi de ta'lil (sebep bildirmek) içindir. Bununla illeti beyan edilen hüküm
cümlenin gelişinden anlaşılmaktadır. Yani Allah size bu edebi gösterdi ve sizin
daima bunu düşünmeniz ve gereğiyle amel etmeniz için bunu size beyan
etti.
Cenab-ı Hak bundan sonra ikinci bir durumun -evlerin
içinde oturanların bulunmadığı durumun- hükmünü beyan ederek şöyle
buyurmaktadır:
"Eğer orada kimseyi bulamazsanız size izin verilmedikçe
içeriye girmeyin." Yani başkalarının evinde size izin verecek bir kimse
bulamazsanız, ev sahibi size izin verinceye kadar oraya girmeyin. Bu durumda
giriş helâl olmaz. Çünkü bu durum başkasının mülkünde sahibinin izni olmadan
tasarrufta bulunmak demektir. Ayrıca evlerin bir mahremiyeti
vardır.
Evlerde ev sahiplerinin hiçbir kimsenin muttali olmasını
istemediği özel gizli durumlar da vardır. Eve girilmesine engel olan husus
sadece haram olan noktalara muttali olmak değildir. Bunun yanında insanların
genellikle gizledikleri hususlara muttali olmak da vardır. Çocuğun ve
hizmetçinin izin vermesi de sahiplerinin bulunmadığı evlere girmeyi mubah
kılmaktadır. Eğer evde varsa ev sahibinin elçisi durumunda olan çocuk ve
hizmetçinin izni muteberdir. Aksi takdirde eve girmek caiz
değildir.
"Eğer evlerde hiçbir kimseyi bulamazsanız ..."ayetinin
kapıyı çalan kimsenin kanaatidir. Kapıyı çalan kimse evde hiçbir kimsenin
olmadığı kanaatinde ise onun eve girmesi helâl değildir.
Fakat mantık ve şeriat ölçüsü olarak yangın, boğulma
veya bir münkere karşı koymak ya da bir suçu engellemek v.b. sebeplerle eve
zorla girmek gibi zaruret durumu bundan müstesnadır.
"Eğer size "geri dönün" denilirse hemen dönün. Bu
(davranış) sizin için daha temizdir." Yani ev sahibi sizden dönmenizi isterse
dönün. Çünkü dönmek sizin için daha hayırlı, din ve dünya bakımından daha
temizdir. Ey müminler! Sizin izin istemede, kapıda ayakta beklemekte veya
reddedildikten sonra kapının önünde oturmakta ısrarlı davranmanız sizin için
uygun değildir. Çünkü bu çeşit ısrar zillettir, ayıptır, ev sahibine
sıkıntıdır.
"Allah yaptıklarınızı çok iyi bilir." Yani Allah sizin
niyetlerinizi, sözlerinizi ve davranışlarınızı gayet iyi bilir, amellerinizin
karşılığını verir. Bu Allah'ın ir-şad ettiği hususlara aykırı davranan kimselere
bir tehdittir. Burada bu şekilde haber vermekten maksat bu amellere karşılığının
verileceğini kararlaştırmaktır.
Sonra Allah Tealâ oturulmayan evlerin hükmünü beyan
ederek şöyle buyurmuştur:
"İçinizde eşyanız bulunan, oturulmayan evlere -izinsiz-
girmenizde bir mahzur yoktur." Yani özel ikamet için kullanılmayan otel, ticari
mağazalar, genel hamamlar gibi umuma ait yerlerde sizin için bir menfaat varsa,
gecelemek, eşya depo etmek, alış-veriş yapmak, banyo etmek gibi istifade etmek
için bu gibi yerlere -izinsiz- girmekte hiçbir günah ve hiçbir sakınca
yoktur.
"Allah sizin açığa vurduğunuzu da gizlediğinizi de gayet
iyi bilir." Allah Tealâ eve giriş esnasında izin istemek gibi açığa vurduğunuz
hususları ve insanların özel durumlarına muttali olmak arzusu gibi kötü
maksatlar gizlemenizi de gayet iyi bilir. Bu ifade, gizli özel durumlara
muttali olmak için evlere giren şüphecilere bir tehdit
niteliğindedir.
Bu
ayet-i kerime bir önceki ayetten daha özel bir ayettir. Başkalarının evine
girmeyi mutlak olarak engelleyen önceki ayetin genel hükmünü tahsis etmektedir.
Bu ayet içinde kimsenin bulunmadığı evlere veya konaklama yerlerine giren
kimsenin o yerlerde eşyası varsa izinsiz girebilmesini caiz kılmaktadır. Meselâ
ilk defa izin aldıktan sonra eve giren misafirin kendisi için hazırlanan
müstakil ev olması, diğer odalar arasında bir oda olmaması gibi... [12]
Harama
Bakmanın Ve Örtünmenin Hükmü
30-
Mümin erkeklere söyle, gözlerini (harama karşı) yumsunlar, ırzlarını
korusunlar. Bu davranış onlar için daha temizdir. Şüphesiz ki Allah onların
yaptıklarından haberdardır.
31-
Mümin kadınlara söyle, gözlerini (harama karşı) yumsunlar, ırzlarını
korusunlar. Görünmesi zaruri olanlar hariç ziynetlerini göstermesinler.
Başörtülerini yakalarının üzerine sarkıtsın- kocalarının ba-kocalarının
oğul-kardeşlerinin oğulları, kızkardeşlerinin oğulları, bunların hanımları,
sahip oldukları köleler, cinsî arzu duymayan erkek uşaklar müstesna,
ziynetlerini göstermesinler. Gizledikleri ziynetlerini bildirmek için ayaklarını
yere vurmasınlar. Ey müminler! Hepiniz Allah'a tevbe edin ki kurtuluşa
eresiniz.
Açıklama.
"Müminlere söyle, gözlerini yumsunlar." Yani ey
Muhammedi Mümin kullarımıza de ki: Allah'ın size haram kıldığı şeylere karşı
gözlerinizi kapayın. Sadece Allah'ın bakmaya izin verdiği şeylere
bakın.
Ayette "Müminler" kelimesinin kullanılması müminlerin
vasıflarından birinin emirlere derhal uymak olduğuna işarettir. Gözü yummaktan
murad gözü kapatmak, göz kapaklarını tamamen kapatmak değil, bilakis haya
sebebiyle gözleri yere indirmek, harama bakmamak demektir. Ayetteki "min" edatı
"teb'îz" içindir. Yani gözlerinin bir kısmını yummak yani harama gözlerini
dikip doyuncaya kadar bakmamaktır. Böylece harama çokça bakan kimse ihtar
edilmektedir, azarlanmaktadır.
Nitekim İbni Merduveyh'in rivayet ettiği nüzul sebebinde
de aynı durum meydana gelmiştir. Gözleri yummak ile ırzları korumak arasındaki
farka gelince, ırzlarda asıl olan istisna edilenler dışında haram olması,
bakışta ise asıl olan istisna edilenler dışında mubah
olmasıdır.
Eğer herhangi bir kasıt olmaksızın gözümüz nâmahreme
ilişirse derhal gözü yere indirmek yahut bir başka tarafa çevirmek vaciptir.
Bunun delili Müslim'in Sahih'inde ayrıca Ebu Davud, Tirmizi ve Nesaî'nin
Sürtenlerinde Cerir b. Abdillah el-Becelî'den rivayet ettikleri şu hadis-i
şeriftir. Cerîr diyor ki: Peygamberimiz'e (s.a.) ansızın önüme çıkan bir
nâmahreme bakmayı sordum. Bana hemen gözümü çevirmemi
emretti.
Ebu
Davud'un Büreyde'den (r.a.) rivayetine göre Peygamberimiz (s.a.) Hz. Ali'ye
şöyle demiştir: "Ey Ali! Birinci bakıştan sonra tekrar bakma. Çünkü birinci
bakış senin hakkındır, ikincisi senin hakkın değildir."
Buharî'nin Sahih'inde Ebu Said el-Hudrî'den (r.a.)
rivayet edildiğine göre ?.asulullah (s.a.):
-
Yollar üzerinde oturmaktan sakının, dedi. Ashab:
-
Ya Rasulallah! Mutlaka bizim meclislerimiz olmalı, orada konuşmalıyız, rdiler.
Peygamberimiz (s.a.):
-
Eğer mutlaka olacaksa yolun hakkını verin, buyurdu. Ashab:
-
Yolun hakkı nedir, ya Rasulallah? diye sordular.
Efendimiz:
-
Gözü (harama karşı) kapamak, eziyet verici şeyleri kaldırmak, selâmı almak,
iyiliği emretmek, kötülüğe mani olmaktır.
Gözü (harama karşı) kapamanın emredilmesi fesada giden
yolun kapatılması, günaha varmaya mani olmaktır. Çünkü harama bakmak zinanın
haberlisi, aracısıdır.
Seleften biri şöyle demiştir: Harama bakma kalbe
saplanan zehirli bir ok-:ur. Bunun için Cenab-ı Hak ayette ırzı koruma emriyle
aslî haram olan zinaya :eşvik edici sebeplerden biri olan gözleri koruma emrini
bir arada zikretti. Cenab-ı Hak şöyle buyurdu:
"Irzlarını korusunlar." Yani namuslarını zina, livata
gibi hayasızlığı irtikap etmekten ve başkalarının bakışlarından korusunlar.
Nitekim İmam Ah-med ve Sünen sahipleri diyor ki: "Hanımın ve elinin sahip olduğu
cariyen hariç mahrem yerini koru."
Allah Tealâ bu iki hükümle emredilmesinin hikmetini
beyan ederek şöyle buyurdu:
"Bu
-davranış- sizin için daha nezihtir." Yani gözleri kapamak ve namusu korumak
daha hayırlıdır, kalpleri için daha temizdir, dinleri için daha nezihtir.
Nitekim şöyle denilmiştir: Kim gözünü korursa Allah onun basiretinde bir nur
meydana getirir.
İmam Ahmed Ebu Ümame'den (r.a.) Peygamberimiz'in (s.a.)
şu hadisini nakletmektedir: "Bir kadının güzelliğini görüp de gözünü kapayan
hiçbir müs-lüman yoktur ki, Allah ona bunun yerine tatlılığını bulacağı bir
ibadet ihsan etmesin. "
Taberanî Abdullah b. Mes'ud'dan (r.a.) Peygamberimiz'in
(s.a.) şu hadis-i kudsîsini rivayet etmektedir: "Nâmahreme bakış İblis'in
zehirli oklarından bir oktur. Kim bunu benim korkumla terk ederse onun yerine
kalbinde tatlılığını bulacağı bir iman veririm."
İsm-i tafdil veznindeki "daha nezih" manasında gelen
"ezkâ" kelimesi gözü harama kapatmanın ve ırzı korumanın gönülleri rezaletlerin
kirliliğinden temizleyeceği konusunda mübalağa ifade etmek içindir. Buradaki
üstünlük tak-iir yoluyla yahut bakışta fayda olduğu kanaatleri
itibariyledir.
"Şüphesiz ki Allah onların yaptıklarından haberdardır."
Muhakkak ki Allah onlardan sadır olan bütün amelleri tam bir ilimle gayet iyi
bilir. Ona hiçbir şey gizli kalmaz. Bu bir tehdit ve vaîddir. Nitekim Cenab-ı
Hak şöyle buyurmuştur: "O gözlerin hain bakışlarını ve gönüllerin gizlediği
şeyleri (sırları) bilir. " (Gafir, 40/19). O gizli bakışları ve sair duyguları
bilir.
Buharî Sahih'inde -muallak olarak- Ebu Hureyre'den
(r.a.) Peygamberimiz'in (s.a.) şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Ademoğluna
zinadan nasibi takdir edilmiştir. Kul hiç şüphesiz buna erişecektir. Gözlerin
zinası (nâmahreme ) bakmaktır. Dilin zinası konuşmaktır. Kulakların zinası
işitmektir. Ellerin zinası dokunmaktır. Ayakların zinası (harama doğru atılan)
adımlardır. Nefis temenni eder ve arzu duyar. Tenasül organı da ya bu arzuyu
doğrular, ya da yalanlar."
Şer'î hitapların çoğunluğunda kadınlar genellikle
erkekler için yapılan hitaplara -tağlib yoluyla- dahil olmasına muhalif olarak
Allah Tealâ erkeklere emrettiği şekilde mümine kadınlara da kendilerine
emrolunan hususları te'kit etmek için gözü yummayı ve ırzı korumayı emretti.
Kadınlara ait olan ziynetin gösterilmesi, örtünme ve ziynetlerine dikkat çekecek
her şeyden sakınma gibi bazı hükümleri beyan etti. Cenab-ı Hak şöyle
buyurmuştu:
"Mümin kadınlara söyle, gözlerini yumsunlar ve ırzlarını
korusunlar." Yani Ey Peygamber! Mümine kadınlara da şöyle de: Eşlerinizden
başka bakmanız size haram olanlara karşı gözlerinizi yumun. Zina, istimna gibi
şeylerden ırzlarınızı koruyun. Bu sebeple âlimlerin çoğuna göre kadının yabancı
erkeklere şehvetli veya şehvetsiz bakması asla caiz
değildir.
Bunun delili Ebu Davud ve Tirmizî'nin Ümmü Seleme (r.a.)
den rivayet ettikleri şu hadis-i şeriftir: Ümmü Seleme Meymune ile birlikte
Rasulullah'ın yanında idi. O sıra İbni Ümmi Mektûm çıkageldi. Peygamberimiz'in
(s.a.) huzuruna girdi. Bu örtünme ile emredildiğimizden sonra idi.
Peygamberimiz (s.a.):
-
Ondan sakınarak örtünün, buyurdu. Dedim ki:
-
Ya Rasulallah! O âmâ değil mi? Bizi görmüyor ve tanımıyor değil mi?
Peygamberimiz (s.a.):
-
Peki! Siz ikiniz kör müsünüz? Sizler görmüyor musunuz?
Muvattada. Hz. Aişe'nin (r.a.) yanma gelen âmâ sebebiyle
örtündüğü rivayet edilmiştir. Bunun üzerine Hz. Aişe'ye:
-
Amâ sana bakmaz, denildi. Hz. Aişe (r.a.):
-
Fakat ben ona bakıyorum, dedi.
Diğer bir gurup alim ise kadınların yabancı erkeklere
-diz kapağı ile göbek arası hariç- şehvetsiz bakmalarını caiz görmüşlerdir.
Bunun delili ise Buharî ve Müslim'in Sahih 'lerinde sabit olan şu
hadistir:
Peygamberimiz (s.a.) Habeşlilere bakıyordu. Onlar
mescitte bayram günü mızraklarıyla oynuyorlardı. Müminlerin annesi Hz. Aişe
(r.a.) de geriden onlara bakıyor, Peygamberimiz (s.a.) de Hz. Aişe'yi
örtüyordu. Hz. Aişe nihayet yoruldu ve döndü.
Bu
görüş asrımızda ruhsat verici, kolaylaştırıcı bir
görüştür.
İkinci görüşü -yani kadının erkeğe şehvetsiz bakmasının
caiz olduğu görüşünü- ileri sürenler Hz. Aişe'nin İbni Ümmi Mektum'dan dolayı
örtüye bürünmesini mendup olarak kabul etmektedirler. Aynı şekilde Hz. Aişe'nin
âmâdan dolayı örtünmesi de Hz. Aişe'nin takvası sebebiyle
idi.
Kadınların nikaba (peçeye) bürünmüş olarak hiçbir
erkeğin kendilerini gö-remiyeceği şekilde çarşılara, mescitlere ve yolculuğa
çıkması şeklinde amelin asırlarca devam etmesi ve kadınların erkekleri
görmemeleri için erkeklere ni-kab (peçe) takmalarının emredilmemesi bu görüşü
desteklemektedir. Dolayısıyla bu durum bu konuda erkeklerle kadınların hükmünün
farklı olduğuna delildir.
Cenab-ı Hak daha sonra kadınlara özel bazı hükümler
zikretti ve şöyle buyurdu:
1-
"Görülmesi zaruri olanlar müstesna ziynetlerini göstermesinler." Yani kadınlar
ziynetlerini -süslendikleri takı, kına, boya gibi süslerini- takındıkları zaman
yabancı erkeklere ziynetlerinden hiçbir şey
göstermesinler.
Ziynet gösterilmezse ziynet yerlerinin gösterilmesi evlâ
olarak yasak olmaktadır. Ya da ziynet zikredilmiş, ziynet yerleri
kastedilmiştir. Buna göre ziynet yerlerini göstermesinler demektir. Bunun
delili Cenab-ı Hakk'm "Görülmesi zaruri olanlar müstesna..." kavl-i
celilidir.
İkinci görüşe göre, ziynet yerlerinin gösterilmemesi
daha evlâdır. Çünkü bizzat ziynetin kendisinin nehyedilmesi kastedilmemiştir.
Her ne şekilde olursa olsun ziynet ile ziynet yeri arasında ilişki
bulunmaktadır. Gaye ziynetin mahalli olan göğüs, kulak, boyun, kol, pazu ve
ayak gibi vücut parçalarının gösterilmesinin
yasaklanmasıdır.
İbni Abbas'tan ve bir gurup alimden nakledildiği üzere,
ayrıca cumhurun meşhur görüşü olarak nakledildiği gibi müstesna olan görünen
kısım, yüz, iki el ve yüzüktür.
Ebu
Davud'un Sünen'in&e Hz. Aişe'den (r.a.) yaptığı şu rivayet bu konuda
istifade edilen hadislerdendir: Esma bt. Ebîbekir (r.a.) üzerindeki ince
elbiselerle Peygamberimiz'in (s.a.) huzuruna girdi. Peygamberimiz (s.a.) ondan
yüz çevirdi ve şöyle buyurdu:
-
"Ey Esma! Kadın hayız görme çağına ulaştığı zaman -yüzüne ve ellerine işaret
ederek- o kadının bu âzalarının görülmesi doğru değildir.' Bu mürsel bir
hadistir.
a) Bundan
dolayı Hanefîler ve Malikîler hatta Şafiî bir kavlinde: "Yüz ve eller avret
değildir." demişlerdir. Buna göre "Görülen kısım müstesna" ifadesinden murad
genellikle veya âdet olarak görülen kısım müstesna
demektir.
İmam Ebu Hanife'den (r.a.) rivayet edildiğine göre
ayaklar da avretten değildir. Çünkü ayakların örtülmesi - özellikle köy
halkında - ellerin örtülmesin-ien daha çok meşakkate sebeptir. İmam Ebu Yusuf
tan bir rivayette ise şöyle-ür: Kollan örtme meşakkate sebep olduğu için kollar
da avret değildir.
b) İmam Ahmet
ile İmam Şafiî'den nakledilen daha sahih ikinci kavle göre, nâmahremi ansızın
görme ve devamlı bakmanın haram oluşu hakkındaki
geçen hadislerin ve Buharî'nin şu hadisinin delaletiyle
hür kadının bütün bedeni avrettir.
Buharî'nin İbni Abbas'tan (r.a.) rivayetine göre
Peygamberimiz (s.a.) Fadl b. Abbas'ı kurban bayramı günü arkasına bindirmişti.
Fadl da Peygamberi-miz'e (s.a.) soru sormak için yaklaşan Has'am kabilesinden
olan güzel kadına bakmaya başladı. Peygamberimiz (s.a.) Fadl'ın çenesinden
tuttu. Kadına bakmasın diye Fadl'ın yüzünü çevirdi. Buna göre "Görünen kısım
müstesna" ifadesi hiç bir kasıt olmaksızın görünen kısım müstesna,
manasmdadır.
Fıkıh ve şeriat açısından tercih edilen görüşe göre; yüz
ve eller fitne meydana gelmediği müddetçe avret değildir. Fitneden korkulduğu,
sıkıntı ve darlık meydana geldiği ve fasık erkekler çoğaldığı zaman yüzü örtmek
vacip olur. İkinci gurubun delillerine gelince bunlar vera, ihtiyaç, fitneden
korkulması ve şeytanın kaygan zeminine dalmamak şeklinde
açıklanabilir.
Şer'î olarak, istisna ve zaruret gereği olarak kız
isteme, şahitlik, yargılanma, muamele, tedavi ve eğitim gibi durumlarda yabancı
kadına bakmak caizdir. Kadın doktor yoksa erkek doktorun hastalık ve dert
yerine tedavi için bakması caizdir.
2-
"Başörtülerini yakalarının üzerine sarkıtsınlar." Yani saçlarını, boyunlarını
ve göğüslerini örtmek için başörtülerini göğüsleri üzerine bıraksınlar. Burada
"Vel yadrıbne" kelimesi bıraksınlar; aşağıya doğru salsınlar, demektir, "humür"
kelimesi ise kadının başına örttüğü örtü manasındaki "hımar" kelimesinin
çoğuludur. "Cüyüb" kelimesi ise elbisenin üst kısmında bulunan ve boğazın bir
kısmının göründüğü açıklık manasındaki "celb" kelimesinin
çoğludur.
Bu,
kadınların bazı gizli ziynet yerlerini örtmeleri için verilen bir irşad emridir.
Buharî Hz. Aişe'nin (r.a.) şu sözünü rivayet ediyor: Allah ilk muhacir kadınlara
rahmet eylesin. "Başörtülerini yakalarının üzerine sarkıtsınlar." ayeti indiği
zaman geniş örtülerini yırtıp bununla başörtüsü
yapmışlardı.
3- "Kendi
kocaları, babaları, kocalarının babaları, kendi oğulları, kocalarının oğulları,
kendi kardeşleri, kardeşlerinin oğulları veya kız kardeşlerinin oğulları ...
müstesna ziynetlerini göstermesinler." Yani gizli ziynetlerini, vücutlarını
istifade etmeleri, bakmaları için özellikle evlendikleri kocalarına
gösterebilirler. Yahut kendi babaları ve dedelerine, kocalarının babalarına,
kendi oğullarına, kocalarının oğullarına, kendi erkek kardeşlerine,
kızkardeşlerine, erkek kardeşlerinin oğullarına, kızkardeşlerinin oğullarına
görünebilirler.
Bunların hepsi mahrem olup kadın tamamen açılmaksızm
ziynetleriyle bu kimselere çıkabilir. Bu mahremler nesep yönünden yakın olan
akrabalar olup beş çeşittirler. Bunlardan başka hısımlık yoluyla akraba olan
kocanın babası ile kocanın erkek çocukları vardır. Fakat ayet nesep yoluyla
mahrem olanlardan amcaları ve dayıları zikretmemiştir. Zira amcalık ve dayılık
babalık mertebesindedir. Yine ayet süt yoluyla mahrem olanları zikretmemiştir.
Ancak Sünnet İmam Ahmed, Buharî, Müslim, Ebu Davud, Nesaî ve İbni Mace'nin Hz.
Ai-şe'den (r.a.) rivayet ettiği "Nesep yoluyla mahrem olan akraba süt voluyla
-nahrem olur." hadisiyle buna açıklık getirmiştir.
"... yahut hanımları, sahip oldukları cariyeler, cinsî
iktidarı olmayan hizmetçiler veya kadınların mahrem yerlerini henüz anlamayan
çocuklar müstes-
Bunlar da kadının saçı, başı, kolları, ayakları gibi
yerlerini görmelerinde mahzur olmayan insanlardır. Bunlar,
-
Kadınlar,
-
Köleler,
- Kadınlara
arzusu olmayan uşaklar, hizmetçilerle, iğdiş, sakat kimseler gibi kadınlara
karşı şehvet duymayan kimseler,
- Küçüklüğü ve
cinsî meselelere muttali olmamaları sebebiyle kadınların âsnımlanaâaız ve mahrem
meselelerinden anlamayan kimselerdir.
Ancak alimler arasında bunların herbiri hakkında ihtilâf
meydana gelmiştir.
Kadınlara gelince: Cumhur diyor ki: Buradaki kadınlardan
murad müslüman kadınlardır, dinde kardeşleri olan kadınlardır, ehl-i zimmet
kadınları değildir. Müslüman kadının yüz ve elleri dışında vücudundan hiçbir
azayı kâfir kadının önünde açması kocasına veya başkalarına anlatabilir diye
caiz değildir. Kâfir kadın müslüman kadına göre yabancı erkek
gibidir.
Müslüman kadın ise dinde kızkardeşinin bu güzelliklerini
başka erkeklere anlatmanın haram olduğunu bilir, bundan uzak kalır. Buharî ve
Müslim'in
Said b. Mansur, İbnül-Münzir ve Beyhakî Sünen'inde
Hz.Ömer'den (r.a.) rivayet ediyorlar: Hz.Ömer (r.a.) Ebu Ubeyde b. Cerrah'a şu
mektubu yazdı: Müslümanların hanımlarından bazı hanımların ehl-i şirkin
hanımlarıyla birlikte hamamlara girdikleri haberi bana ulaştı. Sen bunu
yasakla. Allah'a ve ahiret gününe iman eden hiçbir kadının vücuduna kendi
dininden olan kadınlardan başkasının bakması helâl
değildir.
İçlerinde Hanbelîlerin bulunduğu bir alimler topluluğu
şöyle demişlerdir: Bunlardan murad edilen mana müslüman ve kâfir kadınların
umumudur. "Yahut onların kadınları" kavl-i celîlindeki tamamlama müşakele ve
benzerlik içindir. Yani onların cinsindendir. Kadının kadına göre avreti mutlak
olarak sadece dizle kapak arasıdır.
"Sahip oldukları köleler" e gelince: Çoğunluk diyor ki:
Bu ifade hem köleleri, hem de cariyeleri içine almaktadır. Dolayısıyla kadının
saçı, başı, kollarının köle ve cariyelerce görülmesi
caizdir.
Bunun delili İmam Ahmed, Ebu Davud, İbni Merduveyh ve
Beyhakî'nin Enes'ten (r.a.) rivayet ettiklerine göre Peygamberimiz (s.a.) Hz.
Fatıma'ya bir köle bağışladı. O sırada Hz. Fatıma'nın üzerinde başını örttüğü
zaman ayaklarma ulaşamayacak kadar, ayaklarını örtüğü zaman da başına
ulaşamayacak kadar kısa bir elbise vardı. Peygamberimiz (s.a.) bu durumu görünce
şöyle buyurdu: "Bunun hiçbir mahzuru yoktur. Bu gelenler senin baban ve
kölendir."
Bir
gurup alim bunun sadece cariyelere mahsus olduğu kanaatine varmışlardır. Çünkü
köle de haram olma noktasında yabancı hür adam gibidir.
Kadınlara ihtiyaç duymayan kimselere
gelince:
Alimler bundan muradın ne olduğu hususunda ihtilâf
etmişlerdir. Denilmiştir ki: Bu şehveti tükenen yaşlı kimse ya da kadınların
durumu hakkında hiçbir şey bilmeyen aptal, yahut iğdiş edilmiş kimse, ya da âmâ,
ya da hizmetçi veya erkekliği dişiliği belli olmayan
kimsedir.
Muteber olan diğer bir görüşe göre bununla murad edilen,
kadınlara ihti-jap duymadan, kadının onun teiaündan y$ kadrolara) yasrfJajfflJ
ytömS&Sfll nakletmesinden emin olduğu kimsedir. Müslim, İmam Ahmed, Ebu
Davud, Nesaî, Hz. Aişe (r.a.)'dan şöyle dediğini rivayet ederler: "Hünsa bir adam Peygamber Efendimiz (s.a.)'in
eşlerinin yanına geliyordu. Onu kadınlara karşı arzu duymayanlardan
sayıyorlardı. Adam bir kadını tarif ederken Peygamberimiz (s. a.) içeri girdi.
Adam şöyle diyordu: "O kadın gelirken dört olarak gelir. Arkasını döndüğü zaman
sekiz olarak gelir." Bunun üzerine Peygamberimiz (s .a.) şöyle buyurdu: "Dikkat
edin. Görüyorsun ki o bu konuları gayet iyi biliyor. Sakın sizin huzurunuza
girmesin." Sonra da onu evden dışarı çıkardı.
Kadınların mahrem yerlerine henüz muttali olmayan
çocuklar kadınların durumlarını ve avretlerini anlamayan, yaşlarının küçüklüğü
sebebiyle kuvvetli cinsî eğilimleri ortaya çıkmamış olan çocuklardır. Çocuk bunu
anlamayacak kadar küçük ise kadınların huzuruna girmesinde mahzur yoktur.
Mürahık olan yahut buna yakın henüz bulûğa erişmemiş ve gördüğünü anlatan,
çirkin kadınla güzel kadını birbirinden ayırdedebilen çocukların kadınların
yanma girmelerine müsaade edilmez. Bunun delili çocuğun üç vakitte odalara
girmek için izin istemesinin vacip olmasıdır. Cenab-ı Hak bunu şu ayetle beyan
etmiştir: "Ey iman edenler! Köleleriniz ve henüz bulûğ çağına erişmemiş
çocuklarınız günde üç defa sizden izin istesinler." (Nur,
24/59).
Diğer bir grup alim ise şöyle demiştir: Kadının
çocuklarca ziynetlerinin görülmesi haram olmaz. Ancak çocuk mürahık olsun-olmasm
kadınlara karşı arzu duyuyorsa bu müstesnadır. Buradaki mubah oluş birinci görüş
sahiplerinin kararlaştırdıklarından daha geniştir.
Cenab-ı Hak daha sonra fitneye vesile veya sebep olacak
şeylerden neh-yetti:
"İnsanları gizledikleri ziynetlerini bildirmek için
ayaklarını yere vurmasınlar. " Yani kadının, ayak halkalarının sesini duyurmak
için yürürken ayaklarını yere vurması caiz değildir. Çünkü bu fitne ve fesadın
kaynağıdır, dikkatleri çekmektir. Şehvet duygularını tahrik etmektir. O kadının
fasıklar gurubundan olduğu şeklinde su-i zanna sebep olur. Ziynetin sesini
duyurmak o ziyneti göstermek gibidir, hatta daha da şiddetlidir. Asıl maksat
tesettürdür.
Bu
ifade bilezik dolu kolları sallamak, sağlardaki çıngırakları sallamak, evden
dışarı çıkarken kokulanmak, süslenmek gibi hususları da içine alır. Dolayısıyla
erkekler kadının kokusunu duyar, ziynetlerine kapılırlar.
Ebu
Davud, Tirmizi ve Nesaî'nin Ebu Musa el-Eş'arî'den (r.a.) rivayet ettikleri
hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuşlardır: "Her göz zina eder.
Kadın koku sürüp de bir meclise uğrarsa o kadın şöyle şöyledir." Yanı
zınakârdır.
Ebu
Davud ve İbni Mace'nin Ebu Hureyre'den (r.a.) rivayet ettikleri hadıs-i şerifte
Efendimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Kokulanıp bu mescide gelen kadın evine
dönüp cünüplükten dolayı gusletmedikçe Allah onun namazını kabul
etmez."
Kadın ziynetlerini erkeklere duyurmayı kast etsin veya
etmesin yabancı erkeklerin huzurunda ayakları yere vurmaktan nehyedilmiştir.
Zira halkalı ayaklan veya benzerlerini (günümüzdeki yüksek topuklu ayakkabılar)
yere vurmanın sonucu, gizledikleri ziyneti insanlara duyurmak ve bununla
fitnenin meydana gelmesidir.
Hanefiler bu nehyi kadının sesinin avret olduğuna delil
olarak getirmişlerdir. Çünkü ayak halkalarının sesinin işitilmesine sebep olan
husus yasaklanmışsa kadının sesini yükseltmesi de
yasaklanmıştır.
Kanaatimizce kadının sesi fitneden emin olunduğunda
avret değildir. Zira Peygamberimiz'in (s.a.) hanımları yabancı erkeklere hadis
rivayetinde bulunuyorlardı.
"Ey
müminler! Hep birlikte Allah'a tevbe edin ki kurtuluşa eresiniz." Yani ey
müminler topluca Allah'a itaate dönün ve ona yönelin. Allah'ın size emrettiği
bu güzel ahlâk ve sıfatları yerine getirin. Gözleri harama karşı yummak,
ırzları korumak, başkalarının evlerine izinsiz girmek, cahiliyetin üzerinde
bulunduğu rezil ahlâk ve sıfatlar gibi Allah'ın sizi nehyettiği hususları
bırakın ki dünya ve ahiret saadetini kazanasmız.
Burada sahih imanın sahibi emre uymaya, tevbeye, hata ve
kusurlardan dolayı istiğfar etmeye sevkedeceği hususlarına dikkat çekmek için
"iman" sıfatıyla hitap edilmiştir. Zira tevbe kurtuluşun ve saadeti kazanmanın
sebebidir. [13]
Hür
Kadınlarla Evlenmek, Kölelerle Mükatebe
32- İçinizden
bekârları, kölelerinizden ve cariyelerinizden salih olanları evlendirin. Eğer
fakir iseler Allah onları lüt-fuyla zengileştirir. Allah geniş lütuf sahibidir,
her şeyi çok iyi bilendir.
33- Evlenme
imkânı bulamayanlar Allah'ın kendilerini lütfuyla zenginleştirmesine kadar
iffetlerini korusunlar. Sahip olduğunuz kölelerinizden azat olmak için bedel
vermek isteyenlerin, eğer kendilerinde bir hayır görüyorsanız hemen bedel
vermelerini kabul edin. Allah'ın size verdiği mallardan onlara da verin.
İffetli olmak isteyen cariyelerinizi dünya hayatının geçici menfaatini kazanma
hırsıyla fuhşa zorlamayın. Kim onları buna zorlarsa şüphesiz ki Allah
cariyelerin buna zorlanmalarından sonra çok mağfiret eden, çok merhamet
edendir.
34-
Andolsun ki, biz size apaçık 'ayetler, sizden önce gelip geçenlerden misaller ve
takva sahiplerine öğütler indirdik.
Açıklama
Ayetlerin konusu birinci evliliğin emredilmesi olan bazı
hükümleri ve emirleri beyan etmektir. Yani buradaki hükümler evlilikle ilgili
hükümlerdir.
Allah Tealâ buyuruyor ki: "İçinizden bekârları,
kölelerinizden ve cariyelerinizden salih olanları evlendirin." Ey veliler! Ey
efendiler! Ey ümmet! Hür kadın ve erkekleri engelleri kaldırmak ve işbirliği
yapmak suretiyle evlendirin. Ayrıca kölelerinizden ve cariyelerinizden
kendisinde salâh bulunan ve evlilik haklarını yerine getirmeye muktedir olanları
evlendirin. Malla destek vermek, evlenmeyi engellememek, buna ulaştıracak
vesileleri kolaylaştırmak suretiyle onlara yardımcı olun. Doğru olan görüşe göre
bu hitap velilere, bir başka görüşe göre ise eşlere
aittir.
Bu
emrin zahirî şekli cumhurun görüşüne göre mendup, müstehap ve müstahsen manası
içindir. Çünkü Peygamberimiz'in (s.a.) asrında ve ondan sonraki asırlarda bekâr
erkek ve kadınlar bulunmuş hiçbir kimse bunu yadır-gamamıştır. Zira bekâr ve dul
kimse evlenmek istemezse velinin onu evlenmeye zorlama hakkı yoktur. Alimlerin
ittifakıyla efendi köle ve cariyesini evlenmeye
zorlayamaz.
Razî gibi alimlerden bir gurup buradaki emrin gücü yeten
her kimse için vücup ifade ettiği görüşünü ileri sürmüşlerdir. Bunun delili ise
Buharı ve Müslim'in Sadi'lerinde İbni Mes'ud'dan rivayet edilen: "Ey gençler
topluluğu! Sizden kim evlilik masraflarını karşılamaya muktedir olursa
evlensin. Çünkü evlilik gözü daha çok kapatır, ırzı daha iyi korur. Kimin gücü
yetmezse oruç tutsun. Çünkü oruç ona (zinadan korunmak için size) kalkan olur."
hadisidir.
Ebu
Davud ve Nesaî'nin Ma'kıl b. Yesar'dan (r.a.) rivayet ettikleri hadiste
Efendimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Sevecen ve doğurgan olan kadınla evlenin.
Çünkü ben diğer ümmetlere karşı sizin çokluğunuzla iftihar edeceğim." Bazı
fa-kihler bu emrin vacip olduğu görüşü üzerine nikâhın velisiz caiz olmayacağı
kaidesini bina ettiler.
"Salâh" dan murad edilen mana şer'î manasıdır. Bu da
dinin emirlerini ve nehiylerini gözetmek demektir. Denilmiştir ki: Bundan murad
edilen lügat manası olup nikâha ehil olmak ve nikâhın haklarını yerine getirmek
demektir.
Ayette geçen "ves-sâlihîn" kelimesinde tağlib yoluyla
erkekler sigası kullanılmıştır. Salâh bekâr ve hür kimseler için değil de
sadece köleler için itibara alınmıştır. Çünkü bu vasıf efendinin köle ve
cariyelerden elde edeceği menfaatleri görmezden gelmeye teşvik edici bir
unsurdur. Efendiyi köle ve cariyesini evlendirmeye teşvik edecek olan husus bu
köle ve cariyelerin istikamet üzere ve salih kimseler olmaları ya da evlilik
görevlerini yerine getirme kanaatlerini taşımalarıdır.
İmam Şafiî (rh.a) "İçinizden bekârları evlendirin."
ayetinin zahirini, velinin bulûğa ermiş bekâr kızı kızın rızası olmaksızın
evlendirmesinin caiz olduğuna delil getirmiştir. Çünkü ayetteki hitap velilere
aittir. Velisi oldukları kimseler ister büyük ister küçük olsunlar, ister
evlenmeye razı olsunlar, isterse razı olmasınlar, bu kimseleri evlendirmekle
emrolunanlar velilerdir. Sünnetten velinin büyük dul kadını rızası olmaksızın
evlendiremiyeceğine delâlet eden diğer deliller olmasaydı bu ayetin umumuna
binaen dul kadının hükmü de büyük bakire kızın hükmü şeklinde olurdu. Fakat
Peygamberimiz'in (s.a.): -Müslim, Ebu Davud ve Nesaî'nin İbni Abbas'tan (r.a.)
rivayet ettikleri- "Bakirenin kendisine sorulur. Susması onun izin vermesidir."
hadis-i şerifi bakireden izin istenmesinin ve onun rızasının alınmasının vacip
olduğuna delâlet etmekte ve bu hadis ayeti tahsis
etmektedir:
Şafiîler bu ayeti kadının evlilikte veli olamayacağına
delil getirmişlerdir. Zira o kadını evlendirmekle emrolunan velisidir. Lâkin
evlâ olan, ayetteki bu hitabın bütün insanlara yapılan ve onları evlilik
hususunda yardımcı olmaya teşvik eden bir hitap olarak kabul edilmesidir. Akit
yapma hükmü ise bu ayet dışındaki ayetlerden alınır.
Bazı Hanefîler de "... evlendirin." ayetinin zahirini
hür erkeğin, hür kadının mihrini vermeye gücü yetse bile cariye ile
evlenmesinin caiz olduğuna delil olarak kabul etmişlerdir.
Şafiîler de buna karşılık "Kim namuslu kadınlarla
evlenmeye muktedir olmazsa..." (Nisa, 4/25) ayetinin bu ayetten daha has olduğu
şeklinde cevap vermişlerdir. Has ise amma takdim edilir. Nitekim alimler
"Bekârları evlendirin." ayetindeki bekârların birtakım şartlarla mukayyed olduğu
hususunda icma etmişlerdir. Bu şartlar, kadının erkeğe hala veya teyze ile,
erkek kardeşin kızı veya (kızkardeşin kızıyla evlenmek gibi) nesep yönünden,
yahut süt emme sebebiyle ya da (iki kızkardeşle aynı anda evlenmek gibi)
hısımlık yönünden haram olmasıdır.
Alimler "Kölelerinizden salih olanlar..." kavl-i cehlini
şu iki hususa delil saymışlardır.
a) Efendinin
kölesini veya cariyesini rızası olmaksızın evlendirmesi caiz
değildir.
b) Kölenin veya
cariyenin, efendisinin kendi üzerindeki haklarını kullanmasını engellemek için
onun izni olmaksızın evlenmeleri caiz değildir. Bunu İmam Ahmed'in rivayet
ettiği Peygamberimiz'in (s.a.) şu hadisi teyit etmektedir: "Efendisinin izni
olmadan evlenen her köle zinakârdır."
Cenab-ı Hak mal bulamama sebebinin ileri sürülmesini
ortadan kaldırdı ve şöyle buyurdu:
"Eğer fakir iseler Allah onları lütfuyla zengileştirir.
Allah geniş lütuf sahibidir, her şeyi çok iyi bilendir."
Bu
ayet evlenecek kimseye zenginlik vaadinde bulunmaktadır. Evlenmek isteyen erkek
ya da kadın isterse fakir olsunlar fakirlik problemine bakmayın. Allah'ın
lütfunda onları zengin kılacak imkânlar vardır. Allah her şeyden müstağnidir,
geniş imkân sahibidir. O'nun hazineleri tükenmez, kudretinin sınırı da yoktur. O
mahlûkatmm durumlarını gayet iyi bilir. O dilediği kimseye rızkı genişletir,
dilediğine de hikmete ve maslahata uygun olarak daraltır.
İmam Ahmed, Tirmizî, Nesaî ve İbni Mace'nin Ebu
Hureyre'den (r.a.) rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.)
şöyle buyurmuştur:
"Üç
kişi vardır ki onlara yardım etmek Allah üzerine borçtur:
-
İffetli bir hayat isteyerek nikâh yapan,
-
Borcunu ödemek üzere mükâtebe akdi yapan köle,
-
Allah yolunda cihada çıkan kimse."
İbni Mes'ud (r.a.) diyor ki: Zenginliği nikâhta arayın.
Ancak evlenecek kimsenin zengin kılınması ilâhî irade şartına bağlıdır. Bunun
delili: "Fakirlikten korkarsanız Allah sizi lütfuyla zengin kılar." (Tevbe,
9/28) ayetiyle buradaki "Allah geniş lütuf sahibidir, her şeyi çok iyi
bilendir." ayetidir. Yani Allah maslahatı gayet iyi bilir ve hikmetiyle bağışta
bulunur.
"Eğer onlar fakir iseler..." cümlesindeki "onlar" zamiri
hür olan bekâr erkeklerle bakire kızlara ve salih olan kölelerle saliha
cariyelere racidir. Dolayıyla zengin kılmaktan murad imkân genişliği verilmesi
ve muhtaçlığın kaldı-oinasıdır. Bir görüşe göre ise bu zamir sadece hür olan
bekâr ve bakirelere ra-r. Zira "Allah onları lütfuyla zengin kılar." ayetindeki
"zengin kılmak"tan jd zenginliğe sebep olacak mal vermektir. Köleler ise mal
sahibi olamazlar.
Bazı alimler bu ayeti nafakadan âciz kalmak sebebiyle
nikâhın feshedilmesinin caiz olmadığına delil kabul etmişlerdir. Çünkü Cenab-ı
Hak fakirliği peşin olarak evliliğe engel kabul etmemiştir. Dolayısıyla
evliliğin devamına hiç sagel sayılmaz. Her ne olursa olsun ayetten maksat, Allah
katında olan lütuf-lüira güvenerek fakir olan gencin yaptığı evlilik talebinin
reddedilmemesidir. ime aynı şekilde kadının da kocası nafakasında zorlandığı
zaman sabretmesi mendup olmaktadır.
Ayetten anlaşılmaktadır ki fakir kimsenin evlilik
masraflarını bulamasa İ» evlenmesi menduptur. Çünkü velinin fakiri evlendirmesi
teşvik edildiğine -t fakirin kendisinin evlenmeye talip olması da teşvik
edilmektedir.
Zengin olsun fakir olsun, hür veya cariyelerin
evlendirilmesi emredildik-,,--. sonra Kur'an-ı Kerim evliliğin sebeplerinden
aciz olup kendisini evlendire-si kimse bulamayanın durumuna çare olarak şöyle
buyuruyor:
"Evlenme imkânı bulamayanlar Allah 'm kendilerini
lütfuyla zenginleştirmesine kadar iffetlerini korusunlar." Yani evlilik
nafakalarını elde edemeyen nmseler iffetli olmaya ve nefsini korumaya gayret
etsinler. Nikâh lafzından murad şer'î hakikatidir. "Nikâh bulamayanlar" nikâh
kıyma imkânı bulamayanlar demektir. Nikâhtan murad kendisiyle nikâhlanacak
mihir de demek olabilir. Tıpkı binilecek şeye alet ismi olarak verilen "rikâb"
kelimesi gibi.
Ayette evlenmekten aciz olan kimselerin Allah
kendilerini lütfuyla zengin-eştirip evleninceye kadar kendilerine haram kılınan
fuhşu yapmayıp iffet ta-afını tutmaya çalışmaları tavsiye edilmektedir. Haramdan
uzaklaşıp iffet sa--ibi olmak bütün müminlere vaciptir. Bu ayette Allah
tarafından bu kimselere zenginlik lutfedileceği şeklindeki önemli ve değerli bir
vaad vardır. Yani insanlar hiç bir zaman ümitsizliğe ve endişeye
kapılmasınlar.
Daha önce zikri geçen hadis-i şerifte: "Ey gençler
topluluğu! Sizden kimin evlenme masrafını karşılamaya gücü yetiyorsa evlensin.
Çünkü o gözü harama karşı daha iyi kapatır, ırzı daha iyi korur. Kimin gücü
yetmiyorsa oruç tutsun. Çünkü oruç onun için kalkandır."
buyrulmuştur.
Bazı alimler bu ayeti, arzu duymakla birlikte hazırlığa
sahip olmayan kimsenin evliliği terk etmesinin mendup olduğuna delil
getirmişlerdir. O za-raan evliliği teşvik eden önceki ayetle çelişki meydana
gelmektedir.
Şafiîler diyor ki: Bu ayet önceki ayeti tahsis
etmektedir. Yani önceki ayet evlilik hazırlığına sahip olan fakirler
hakkındadır. Bu ayet ise evlilik hazırlığından aciz olan fakirler
hakkındadır.
Hanefîler bu ayetin te'vil edilmesi görüşündedirler.
Ayette geçen "nikâh" kelimesi "mektub" manasındaki "kitab" gibi; "menkûha" yani
nikâhlanacak kadın manasmdadır. Buradaki iffet sahibi olma emri de eş bulamayan
kimseye hamledilir. O zaman iki ayet arasında çelişki yoktur. Fakat "Allah 'ırı
kendilerini lütfuyla zenginleştirmesine kadar..." kavl-i celîli bu te'vili uzak
kılmaktadır. [14]
Kölelerin
Mükâtebe Akdi:
"Sahip olduğunuz kölelerinizden azat olmak için bedel
vermek isteyenlerin eğer kendilerinde bir hayır görüyorsanız hemen bedel
vermelerini kabul edin."
Yani efendilerinden belirli bir müddet içinde belirli
bir mal ödemek üzere mükâtebe akdi yapmak isteyen köleler salih, takva sahibi,
güvenilir, efendisi için şart koşulan malı ödemeye ve kazanmaya muktedir iseler
onlarla mükâtebe akdi yapın.
"... kendilerinde bir hayır görüyorsanız..." ayetindeki
"hayır" kelimesi birkaç şekilde tefsir edilmiştir.
a) Denilmiştir
ki burada geçen "hayır" güvenilir olmak ve kazanmaya muktedir olmak demektir. Bu
İbni Abbas ve İmam Şafiî'nin tefsiridir.
b) Yine
denilmiştir ki bu, meslek sahibi olmak demektir. Bu hususta Ebu Davud'un
Merasîl'de, Beyhakî'nin Sünen'inde rivayet ettiği şu merfu hadis vardır:
"Onlarda bir mesleğe ait beceri görüyorsanız onları insanlara yük olarak
bırakmayın."
c) Bir başka
görüşe göre buradaki "hayır" mal manasmdadır. Bu görüş Hz. Ali'den bir gurup
alimden rivayet edilmiştir.
d) Bir diğer
görüşe göre ise buradaki "hayır" salâh ve iman demektir. Bu Hasan-ı Basrî'nin
tefsiridir. Bu görüş müslüman olmayan kimse ile mükâtebe yapılmamasını
gerektirir ki bu görüşte sertlik vardır.
Cumhur'un görüşü şudur: "... onlarla mükâtebe akdi
yapın..." kavl-i celîlindeki emir irşad içindir, mendup ve müstahap içindir,
farz ve vücup emri değildir. Bilakis efendi kölesi kendisinden mükâtebe
istendiği zaman muhayyerdir: Dilerse mükâtebe akdi yapar dilerse yapmaz. Bunun
delili Peygamberi-miz'in (s.a.) - İmam Ahmed ve Ebu Davud'un rivayet ettikleri -
şu hadisi şerifidir: "Müslüman kişinin malı ancak kendisinin gönül hoşluğuyla
helâl olur."
Nitekim kefaret hususunda efendinin köleyi azat edecek
birisinden satın alması vacip olmaz, buna mecbur da edilmez. Efendiye mükâtebe
akdi yapması vacip değildir, buna mecbur da değildir. Bütün akitler karşılıklı
rıza üzerine kurulur.
Ebu
Davut ez-Zahiri ile tabiinden bir gurup şöyle demişlerdir: Buradaki emir vücup
içindir. Bunun delili Buharî'nin muallak olarak rivayet ettiği ayrıca
Abdurrezzak, Abal b. Humeyt ve İbni Cerîr'in Enes b. Malik'ten rivayet
ettikleri şu hadistir: Şirin benden mükâtebe akdi yapmamı istedi. Ben kabul
etmedim. Hz. Ömer'e gitti. Hz. Ömer (r.a.) bana kamçı ile geldi ve şu ayeti
okudu: "Onlarla mükâtebe akdi yapın." Enes (r.a.) bunun üzerine Şirinle mükâtebe
akdi yaptı.
"Onlarla mükâtebe akdi yapın." ayetinin mutlak oluşu
zahiriyle amel edip bu konulacak azat bedelinin ya peşin, ya da tek taksit ve ya
bir kaç taksit ile tecil edilmiş olması caizdir. Bu Hanefîlerin ve İmam
Malîki'nin ashabının mezhebidir.
Şafîiler ise peşin bedelle yapılan mükâtebeyi kabul
etmemişlerdir. Çünkü mükâtebe taksitle yapılmayı gerekli kılar. Zira mükâteb bu
bedeli derhal ödemekten acizdir. Dolayısıyla tekrar köleliğe döner. Mükâtebe
maksadı hasıl olmaz.
Mükâtebe yapılması ayette mükâtebe yapılacak kölede
hayır ümid edilmesi şartına bağlıdır. Eğer kölede hayır ümid edilmezse mükâtebe
yapılması ne vacip olur ne de mendup olur, bilakis bu durumda mükâtebe haram
olur. Nitekim mükâteb kölenin fasıklık yoluyla kazandığını ya da açlıktan
öleceğini bilirse yine haram olur. Tıpkı sadaka ve ya ödünç parayı haram yolda
harcayacak kimseye sadaka ve ya ödünç para vermenin haram olduğu
gibi.
"Allah 'in size verdiği mallardan onlara da verin."
Yani, ey efendiler! Mükâteb kölelere mükâtebe malından dörtte bir, veya üçte
bir, yahut yedide bir veyahut onda bir gibi bir şey verin. Bütün bunlar
tabiinden rivayet edilmiştir. Ya da İmam Şafiî'nin dediği gibi verilebilecek çok
az bir şey de olsa verin. Mükâtebe malından bir kısmının indirilmesi vermekten
daha evlâdır. Çünkü sahabeden nakledilen de budur. Cumhura göre yardım ve
kurtuluş için efendilerin bağışta bulunmaları menduptur. İmam Şafiî bu bağışın
yapılmasının vacip olduğu görüşündedir. -Ayetin zahiriyle amel edilerek- indirim
yapılan da bu manadadır.
Alimlerden bir gurup şöyle demiştir: Buradaki emir bütün
insanlara yönelik olup "kölelerin hürriyete kavuşturulması" zekât hisselerinden
biridir. Bu Hanefîlerin mezhebidir. Bu durumdaki emir vücup
içindir.
Bunu daha önce geçen Ebu Hureyre'den (r.a.) rivayet
edilen şu hadis teyit etmektedir:
İbni Kesir diyor ki: Birinci kavil daha meşhurdur. Yani
hitabın efendilere ait olup müslümanlann cemaatine ait olmaması kavli daha
meşhurdur. Çünkü zekâtta hitap kesin bir farzdır. Buradaki ayet zekâta
efendilerden başka bir istek ilâve etmektedir.
[15]
Zinaya
Zorlama:
Allah Tealâ müminleri haram yollardan mal toplamaktan
nehyetmekte ve şöyle buyurmaktadır: "İffetli olmak isteyen cariyelerinizi dünya
hayatının geçici menfaatini kazanma hırsıyla fuhşa zorlamayın." Yani
cariyeleriniz iffetli olmak istese de istemese de mal, evlât gibi dünya
menfaatlerini talep ederek cariyelerinizi zinaya
zorlamayın.
Cenab-ı Hakk'ın "iffetli olmak isterlerse..." kavli
zorlamanın meydana gelmesi için şarttır; ayetin iniş sebebi olan mevcut durumu
beyan etmek için bir kayıttır. Bunun delili İbni Merduveyh'in Hz. Ali'den (r.a.)
rivayet ettiği şu haberdir: Onlar cahiliyette ücret elde etmek için cariyelerini
zinaya zorluyorlardı. Müslüman olduktan sonra bundan nehyolunmuşlar ve bu ayet
inmişti. Nüzul sebebinin de Abdullah b. Übeyy'in cariyeleri olup para kazanmak
maksadıyla bunları zinaya zorladığını nüzul sebebinde beyan
etmiştik.
İffetli olmayı istemek ve dünya hayatının geçici
menfaatlerini kazanma kayıtlarının konulmasının pratikte yasaklamayı kaldıracak
bir anlamı yoktur. Bu iki kayıt bulunsa da bulunmasa da zinaya zorlamak mutlak
olarak haramdır. Cahiliyet zamanında uygulanan bir durumu ayıplamak için bu
açıklama yapılmıştır. Ayrıca iffetli olmayı isteme kaydı zorlamanın tasavvurunda
ve gerçekleşmesinde şarttır, nehiy için ise şart değildir. Fakat gerçekte
zorlamanın zikredilmesi bu kayda ihtiyaç bırakmamıştır. Zinayı isteyen cariyeler
dışındakiler için zorlama tasavvur edilebilir. İffetli olmayı isteme veya
iffetli olmayı istememe anında zinaya zorlamanın haram olduğunda icma meydana
gelmiştir.
"Eğer iffetli olmayı isterlerse..." cümlesinde "izâ"
yerine "in" edatının kullanılması iffetli olmayı isteme tereddüdü ve şüphesi
durumunda zinaya zorlama yapılmamasının vacip olduğuna işaret etmek içindir.
Bunun meydana geldiği anda zinaya zorlamanın haram oluşu daha şiddetli, daha
çirkin ve daha evlâdır.
"Kim onları buna zorlarsa şüphesiz ki Allah cariyelerin
buna zorlanmalarından sonra çok çok mağfiret eden, çok merhamet edendir." Kim
bu cariyeleri zina etmeye zorlamışsa şüphesiz ki Allah cariyelerin buna
zorlanmalarından sonra o cariyelere karşı çok mağfiret edici, çok merhamet
edicidir. Bu ifadeye göre zorla zina olmuş olsa bile bu bir günahtır, mağfiret
edilmesi bunun delilidir. Çünkü bu gibi bir fiil teslim ve kabulden uzak
değildir.
Gayet açıktır ki mağfiret zorlanan cariyelere aittir. Bu
alimlerin çoğunun görüşüdür. İbni Mes'ud'un ayeti "min ba'di ikrâbihinne
lehünne" şeklindeki kıraati bunu teyit etmektedir.
Bazı alimler de şöyle demiştir: "Mağfiret tevbe şartıyla
zinaya zorlayan kimselere aittir. Bu önlerinde ümit kapısının açılmasıdır." Bu
zayıf ve uzak bir tevildir. Çünkü bu ifade, zinaya zorlama emrinin basite
alınmasıdır. Bu hal zinayı zorlamaya teşebbüs eden kimseye karşı bir korkutma
ve ayıplamadır.
Bu
hükümlerin açıklanmasından ve beyanından sonra Allah Tealâ bu surenin
faziletlerini zikretmiş ve Kur'anı şu üç vasıfla tavsif
etmiştir:
a) "Andolsun ki
biz size apaçık ayetler ... indirdik." Yani biz bu surede ve diğer surelerde
sizin ihtiyaç duyduğunuz hükümleri, hadleri ve şer'î esasları tafsilatlı ayetler
halinde indirdik.
b) "... Sizden
önce gelip geçenlerden misaller... indirdik." Yani önceki ümmetlerin haberleri
gibi hayret verici bir kıssa indirdik. Bu kıssa Hz. Yusuf (a.s.) ve Hz. Meryem
kıssasına benzeyen ve Hz. Aişe'ye yapılan çirkin iftiraya konu olan
kıssadır.
c) "... takva
sahiplerine öğütler indirdik." Yani Allah'tan korkan ve O'nun azabından sakınan
kimselere öğütler ve tehditler indirdik. Meselâ: "Zina edenlere karşı Allah'ın
dininde (hükmün uygulanmasında) sizi acıma duygusu kaplazmasın." (Nur, 24/2) ve
"Siz bu iftirayı işittiğiniz zaman..." (Nur, 24/12) ayetleri
.gibi.
Yani bu vasıflar ya bu surede bulunan hükümler,
temsiller ve öğütler sebe-iipie, ya da Kuranın tamamında bulunan apaçık ayetler,
temsiller ve öğütler fle verilmiştir. Birinci, Zemahşerî'nin, ikincisi ise Razî
ile İbni Kesir'in lür. [16]
Allah
İman Delilleriyle Gökleri Ve Yeri Nurlandırandır
35-
Allah göklerin ve yerin nurudur. O'nun nurunun temsili, içinde kandil bulunan
bir hücre gibidir. Kandil cam içindedir. Cam da sanki inci gibi parlayan bir
yıldızdır. Ne doğuda ne de tam olan mübarek zeytin ağacının yağıyla
tutuşturulur. Yağ neredeyse ateş değmeden bile tutuşup ışık verir. Bu nur
üstüne nurdur. Allah dilediğini nuruna kavuşturur, misaller verir. Allah her
şeyi gayet iyi bilendir.
Açıklaması
"Allah göklerin ve yerin nurudur." Yani Allah bütün
âlemi nurlandıran, kâinatta koyduğu varlığına ve birliğine delâlet eden,
delillere ve Peygamberlerine indirdiği apaçık ayetlerle bütün âlemi aydınlatan,
hidayeti ihsan edendir.
Kim
bu nurla hidayet bulursa ve kalbi Allah'ın hidayetiyle nurlanırsa dünya ve
ahiret saadetini kazanır. İşte bu manevî nurdur. Maddî nur ise yine gayet
açıktır ki Allah nurun kaynağıdır, nurun yaratıcısıdır; karanlıkları silen
O'dur. Kâinatı değişmeyen hassas bir sistemle idare eden O'dur. Her an ve her
zaman bu âlem üzerinde O'nun tam ve en geniş manada daimî hakimiyeti ve
üstünlüğü vardır.
"O'nun nuru, içinde kandil bulunan bir hücre gibidir.
Kandil cam içindedir. Cam da sanki inci gibi parlayan bir yıldızdır." Yani
kâinat sayfalarında, Kur'an'm beyanında ve müminin kalbine yerleştirdiği imanda
var olan bu ilâhî nur saf ve parlak cam kandil içindeki fitilin ışığı gibidir.
Bu ışık ihtiyaca göre belirli bir tarafı aydınlatmak için bir fanusa
konulmuştur. Sanki bu fanusun camı bu parlaklığında büyük bir gezegen, parlak
bir yıldız gibidir.
"O'nun nurunun temsili" ifadesindeki zamir görüldüğü
gibi kâinatı nur-landırmak ve müminin kalbine hidayet vermek hususunda Allah'a
racidir.
"Ne
tam doğuda, ne de tam batıda olan mübarek bir zeytin ağacının yağıyla
tutuşturulur." Yani kandilin yağı yüksek bir dağda ya da sahrada dikilmiş olan
çok faydalı mübarek zeytin ağacının yağından alınmıştır.
Bu
zeytin ağacı ne güneşin sadece doğuş vaktinde vurduğu ne de sadece güneşin batış
vaktinde vurduğu ağaçlardan değildir. Zira bunun dışındaki vakitlerde güneşe
perde olan gölge vardır. Bilâkis bu ağaç güneşin doğuş ve batış vaktinde ayrıca
gündüzün başından sonuna kadar güneş almaktadır. Bu hem doğudan hem batıdan
güneş almaktadır. Güneş ona sabah-akşam vurmaktadır. Dolayısıyla bunun
zeytinyağı gayet saf, mutedil ve parlak gelmektedir.
"Yağ neredeyse ateş değmeden bile tutuşup ışık verecek
şekildedir." Yani bu zeytin ağacının (zeytininden çıkarılan) yağı saflığı,
parlaklığı ve aydınlığı sebebiyle fitili tutuşturulmadan ve ateş değmeden önce
sanki kendi kendine ışık vermektedir. Zira zeytinyağı halis ve saf olur da buna
uzaktan bakılırsa sanki ışığı varmış gibi görülür. Ona ateş dokunduğu zaman da
ışığı daha çok artar. Müminin kalbi de böyledir. Kendisine ilim gelmeden önce
hidayetle amel eder, ilim gelince de nur üzerine nuru artar, hidayet üzerine
hidayeti artar.
Yahya b. Sellâm diyor ki: Müminin kalbi hakka yatkın
olduğu için hak kendisine beyan edilmeden önce hakkı
bilir.
Buharî'nin et-Tarihu'l-Kebir'de ve Ebu Davud'un Sünen
inde Ebu Said el-Hudrî'den (r.a.) rivayet ettikleri Peygamberimiz'in (s.a.):
"Müminin ferasetinden korkun. Çünkü o baktığı zaman Allah'ın nuruyla bakar."
hadis-i şerifinin manası da budur.[17]
"Bu, nur üzerine nurdur." Yani üstüste ve kat kat
nurdur. Bu nurda kandil, fanus, fitil ve yağ başka bir takviyeye gerek
bırakmaksızın nurun kuvvetli ve aydınlatıcı olması hususunda birleşmişlerdir.
Kandil, nuru tek yönde, dağılmadan yayılmadan toplar. Fanusun, camın şeffaflığı
nuru, parlaklığı ve ışığın yansımasını artırır. Fitil ise başka bir şeyde elde
edilemeyen yeterli ışık ve enerji kaynağıdır. Zeytinyağının saflığı ve temizliği
tam yanma ve kamilen aydınlatmanın en önemli
sebeplerindendir.
"Allah dilediğini nuruna kavuşturur." Yani Allah
kullarından dilediği kimseyi incelemek, fikrini kullanmak ve kâinat ayetlerini
tefekkür etmek suretiyle hidayete erdirir ve muvaffak
kılar.
"Allah insanlara misaller verir." Yani Allah Tealâ
insanlardan mükellef olanlara iman delillerini ve hidayet vesilelerini beyan
eder. Allah onlara gizli kalan gerçekleri zihinlere iyice yerleştirmek, kalbin
ve gönlün derinliklerinde sabit kılmak için misal vermek, tesbitler yapmak ve
manaları elle tutulur, gözle görülür alışılmış şekillerle tasvir etmek gibi
değişik şekillerde anlatır, böylece iman ulu dağlar gibi kalbe yerleşir. Aklî
konuları ve manaları maddî ve müşahhas şekillerle tasvir etmesi Kur'an-ı
Kerim'in belagatla ilgili eşsiz özellikle-rindendir.
"Allah her şeyi gayet iyi bilir." Yani Yüce Allah maddî
ve manevî, zahirî ve batınî her şeyi tam ve kâmil bir ilim ile gayet iyi bilir.
Hidayete ehil olan, bunu telakki etmeye hazır olan kimseye hidayeti lütfeder. Bu
düşüncesini kullanan ve hidayet vesilelerini kavrayan kimse için bir vaad,
bundan yüz çeviren, bunları düşünüp tefekkür etmeyen ve buna aldırış etmeyen
kimse için bir vaîd ve tehdittir.
Kısaca: Bu teşbih, müminin kalbindeki Allah'ın nurunun
ve hidayetinin temsilidir. Tıpkı saf zeytinyağı ateşe dokunmadan bile neredeyse
ışık verecek durumda ise, ateş değdiği zaman ışığı kat kat artıyorsa müminin
kalbi de ilim gelmeden önce de hidayeti bulur, ilim gelince de hidayeti kat kat
olur. [18]
Allah
Tealâ'nın Nuruyla Hidayete Eren Müminler
36- Bu kandil,
Allah'ın imar edilip yükseltilmesine ve içlerinde adının anılmasına izin
verdiği evlerdedir. Orada insanlar sabah-akşam O'nu teşbih
ederler.
37-
Öyle adamlar vardır ki, onları ne bir ticaret, ne bir alış-veriş Allah'ı
anmaktan, namazı dosdoğru kılmaktan ve zekât vermekten alıkoyamaz. Onlar
dehşetinden kalplerin ve gözlerin ters döneceği günden
korkarlar.
38-
Onlar, Allah'ın kendilerini işlediklerinin en güzeliyle mükâfatlandırması ve
lütfundan kendilerine daha da fazlasını ihsan etmesi için böyle yaparlar. Allah
dilediğine hesapsız rızık verir.
Açıklaması
"Bu
kandil, Allah'ın imar edilip yükseltilmesine ve içlerinde adının anılmasına
izin verdiği evlerdedir." Bu ayet önceki ayetle sıkı ilişkilidir. Yani bu kandil
Allah'ın bina edilip yükseltilmesini, maddî kirlerden şirk, putperestlik ve boş
sözler gibi manevî kirlerden temizlenerek ta'zim edilmesini emrettiği
mescitlerdedir. Orada dua ve ibadet sadece Allah'a tahsis edilir. Orada Allah'ın
tevhidi ve Allah'ın kitabını okumak suretiyle Allah'ın adı
anılır.
Katâde diyor ki: Burada zikri geçen evler mescitlerdir.
Allah mescitlerin inşa edilmesini, imar edilmesini, yükseltilmesini ve temiz
tutulmasını emretti.
İbni Abbas diyor ki: Mescitler, yeryüzünde Allah'ın
evleri olup yıldızların yeryüzü halkını aydınlattığı gibi bu mescitler de
gökyüzü halkını aydınlatmaktadır.
Amr
b. Meymûn diyor ki: Ben "Mescitler Allah'ın evleridir. Allah'ın orada kendisini
ziyaret edenlere ikramda bulunması üzerine borçtur." diyen Peygam-berimiz'in
(s.a.) ashabına eriştim.
Buharî ve Müslim Sa/u'/ı'lerinde müminlerin emiri Hz.
Osman'dan (r.a.) Peygamberimiz'in (s.a.) şöyle buyurduğunu rivayet etmişlerdir:
"Kim Allah için O'nun rızasını isteyerek bir mescit bina ederse Allah da onun
için cennette onun benzerini bina eder."
Kandilin mescitlerde kılınmasının sebebi şudur: Saf cam
içine konulan kandil mescitlerde olursa daha muazzam ve daha büyük, daha nurlu
olur. Fahreddin-i Razî'nin dediği gibi bununla temsil verilmesi daha mükemmel
olmuştur.
"Ne
bir ticaretin, ne de alış verişin kendilerini Allah'ı anmaktan, namaz kılmaktan
ve zekât vermekten alıkoymadığı kimseler orada sabah-akşam Allah'ı teşbih
ederler." Yani dünyanın ve kazançlı muamelelerin kendilerini bir olan Allah'ı
zikretmekten, namazları vaktinde dosdoğru kılmaktan, üzerlerine farz olan ve hak
sahiplerine verilecek zekâtı vermekten alıkoymayan kimseler bu mescitlerde
gündüzün başlangıcında ve sonunda Allah'ı tenzih eder, takdis eder ve namaz
kılarlar.
Ayette geçen "rical (erler, yiğitler)" bu kimselerin
yüksek gayretlerine ve samimî azimlerine ve bu sayede Allah'ın yeryüzündeki
evleri olan mescitleri imar eden kimseler olduklarına işaret
edilmektedir.
Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle
buyurmaktadır: "Müminlerden öyle yiğit erler vardır ki, onlar Allah 'a
verdikleri sözde durdular." (Ahzab, 33/23).
"Allah'ın zikrinden onları alıkoymaz." ifadesiyle murad
edilen mana tekrar olmaması için namaz dışındaki zikirlerdir. Ayette ticaret
özellikle zikredilmiştir. Çünkü insanı namazdan alıkoyan en büyük meşguliyet
ticarettir.
Bu
ayetin benzeri Cenab-ı Hakkın şu ayetidir: "Ey iman edenler! Mallarınız ve
evlâdınız sizi Allah'ın zikrinden alıkoymasın." (Münafîkun,
63/9).
"Rical" kelimesiyle cemaatle namazın erkeklerden
istendiğine delil getirilmiştir. Kadınlara gelince onların evlerinde namaz
kılmaları onlar için daha ef-daldir.
Bunun delili ise Ebu Davud'un Abdullah b. Mes'ud'dan
(r.a.) rivayet ettiği Peygamberimiz'in (s.a.) şu hadis-i şerifidir: "Kadının
evinde kıldığı namaz (camideki) hücresinde kıldığı namazdan daha efdaldir.
Kadının gizli köşesinde kıldığı zaman evinde kıldığı namazlar daha efdaldir."
İmam Ahmed Ümmü Se-leme'den (r.a.) Peygamberimiz'in (s.a.) şöyle buyurduğunu
rivayet etmektedir: "Kadınların mescitlerinin en hayırlısı evlerinin en dip
köşesidir."
Mescitlerin özellikle zikredilmesi buraların inanç,
fikir, disiplin, ahlâkî tavır, ilim ve siyaset yönünden müslümanların hayatında
ışık kaynağı olmasındandır.
Erkeklerin ibadete yönelmelerinin sebebi Allah'ın
azabından korkmalarıdır: "Onlar dehşetinden kalplerin ve gözlerin ters döneceği
günden korkarlar." Yani namazlarını mescitlerde cemaatle eda eden adamlar korku
ve dehşetten kalplerin ve gözlerin yuvalarından fırlayacağı kıyamet gününün
cezasından korkarlar.
Nitekim Cenab-ı Hak bir ayette şöyle buyurmaktadır:
"Allah onların cezalarını gözlerin yuvalarından fırlayacağı o güne bırakır."
(İbrahim, 14/43).
"Biz asık suratlı katı bir günde Rabbimizin azabından
korkarız." (Dehr, 76/10).
Onların akibeti Cenab-ı Hakk'm buyurduğu gibidir:
"Sonunda Allah kendilerini işlediklerinin en güzeliyle mükâfatlandıracak ve
kendilerine daha da fazlasını ihsan edecektir." Yani onlar Allah'ın kendilerine
güzel amellerinin karşılığı olarak vereceği sevap sebebiyle namazlarını kılar,
zekât verirler. Onlar güzel amelleri kabul edilen, hataları affedilen,
kendilerine kat kat güzel mükâfat verilen kimselerdir.
Bu
aynen şu ayetler gibidir: "Kim bir hasene getirirse ona on misli verilir."
(En'am, 6/160).
"Güzel amel işleyenler için güzel nimetler ve ziyadesi
vardır." (Yunus, 10/26).
"Allah dilediği kimseye kat kat verir." (Bakara, 2/261).
Allah Tealâ İmam Ahmed, Buharî, Müslim, Tirmizî ve İbni Mace'nin Ebu Hureyre'den
(r.a.) rivayet ettiği hadis-i kudsîde şöyle buyuruyor: "Ben salih kullarım için
hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir beşer kalbine
doğmayan nimetler hazırladım."
"Allah dilediğine hesapsız rızık verir." Yani şüphesiz
Allah Tealâ lütfü ve ihsanı geniş olandır. İstediğine verir, dilediğine sayısız
ve hesapsız bağışta bulunur. Allah her şeye kadirdir. [19]
Kafirlerin
Dünyadaki Durumu Ve Ahirette Hüsrana Uğramaları
39-
Kâfirlerin amelleri engin çöldeki bir serap gibidir. Susayan onu su zanneder.
Nihayet oraya geldiğinde hiç bir şey bulamaz. Yanında sadece Allah'ı bulur. O
da onun hesabını tam olarak verir. Allah hesabı çok süratli
olandır.
40-
Veya (kâfirlerin amelleri) derin bir denizdeki karanlıklar gibidir. Bir deniz ki
onu üst üste dalgalar örtmüş, dalgaların üstünden de bulutlar, birbiri üstüne
yığılmış kat kat karanlıklar... İnsan elini çıkaracak olsa neredeyse onu bile
göremeyecek. Allah kime nur vermemişse artık onun nuru
yoktur.
Açıklaması
Bu
iki misal kâfirlerin dünya ve ahiretteki durumları için yahut biri küfrüne
davet eden, diğeri küfür liderlerini taklit eden iki çeşit kâfir için Cenab-ı
Hakkın verdiği iki misaldir. Nitekim kalplerde yerleşen hidayet ve ilim Ra'd
suresinde, su ve ateş şeklinde iki misal olarak
verilmiştir.
Buradaki birinci misal şudur: "İnkâr edenlerin amelleri
engin göllerdeki serap gibidir. Çok susayan kimse onu su zanneder. Fakat oraya
vardığında hiçbir şey bulamaz."
Yani Allah'ın birliğini inkâr eden, Kur'an'ı ve
kendisine vahiy indirilen peygamberi inkâr eden kâfirlerin işledikleri salih
ameller, yahut küfürlerine davet eden ve bu amellerinin Allah nezdinde fayda
vereceğini ve kendilerini O'nun azabından kurtaracağını zanneden sonra da
ahirette bu umutları boşa çıkan ve umduklarının zıddıyla karşılaşan ve
küfürlerine davet edenlerin amelleri, susuz bir kimsenin bir çölde veya orada
görüp de su zannettiği sonra da ümit ettiğini bulamayan kimsenin gördüğü serap
gibidir. Salih ameller, akraba ziyareti, fakirlere iyilik ve hayırlı maksatları
yerine getirmek gibi iyi amellerdir.
Kâfirlerin ahiretteki durumu böyledir. Onlar dünyadaki
amellerinin kendileri için faydalı olacağını ve onların Allah'ın azabından
kurtarıcı olacağını zannederler. Kıyamet günü gelip de kendilerine azapla
karşılık verilince amellerinin kendilerine fayda vermediği gerçeğiyle yüzyüze
kalırlar. Onlar sadece kendilerini cehenneme götürecek Allah'ın zebanîleriyle
karşılaşırlar ve orada kaynar su ve irin içerler.
Kâfirler kendileri hakkında Cenab-ı Hakk'ın şöyle
buyurduğu kimselerdir: "De ki: Dünya hayatında güzel ameller işlediklerini
zannederek yaptıkları gayretleri boşa giden ve amellerinde hüsrana uğrayanları
size haber vereyim mi?" (Kehf, 18/103-104).
Cenab-ı Hak burada şöyle buyurdu: "Yanında sadece
Allah'ı bulur. O da onun hesabını eksiksiz görüverir. Allah hesabı süratli
olandır." Yani bu kimse Allah'ın kâfirlere tehditte bulunduğu azabını ve
cezasını karşısında bulur. Dünyadaki ameline karşılık Allah ona tam bir ceza
verir; Allah cezası seri olandır. Hiçbir hesap diğer hesaptan O'nu alıkoymaz.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Yaptıkları ameline geliriz. Onu
saçılmış toz toprak haline getiririz." (Furkan, 25/23). Bu onların ahiretteki
durumudur, yahut küfre davet eden kâfirlerin durumudur.
Kısaca: Kâfirler ahirette kayıp ve hüsranla yüzyüze
gelecekler, kendilerine fayda verecek veya kendilerini kurtaracak bir şey
bulamayacaklardır.
Onların dünyadaki durumlarının yahut küfür liderlerini
taklit eden bilgisiz kâfirlerin durumlarının ikinci misali Cenab-ı Hakk'ın şu
ayetiyle anlatılmaktadır:
"... Veya inkâr edenlerin amelleri derin bir denizdeki
karanlıklara benzer. Bir deniz ki, onu üst üste dalgalar örtmüş, dalgaların
üstünden de bulutlar. birbiri üstüne yığılmış kat kat karanlıklar..." Yani
kâfirlerin dünyada hidayet üzerine olmaksızın işledikleri ameller yahut
başkalarını taklit edenler derin bir denizde üst üste gelen karanlıklara benzer.
Bu denizi birbirine çarpan dalgalar kaplamaktadır. Gökteki yıldızların nurunu
da yoğun bir bulut perdelemektedir.
Bu
karanlıklar üç tanedir:
-
Denizin karanlığı,
-
Dalgaların karanlığı,
-
Bulutun karanlığı.
Aynı şekilde kâfirin de üç karanlığı
vardır:
-
İnanç karanlığı, . - Söz karanlığı,
-
Amel karanlığı.
Bu
karanlıklar kâfirin hakkı görmesine ve kâinatta bulunan ibretleri ve en doğru
yolu irşad eden ayetleri idrak etmesine engel olmaktadır.
Hasan-ı Basrî diyor ki: Kâfirin üç karanlığı vardır:
İnanç karanlığı, söz karanlığı ve amel karanlığı.
İbni Abbas diyor ki: Kalbini, gözünü ve kulağını bu üç
karanlığa benzettiler.
Bu
misalden maksat dünyada kâfirin üzerinde çeşitli dalâletlerin üstüste
yığıldığını, dolayısıyla kalbinin gözünün ve kulağının şiddetli yoğun bir
karanlık içinde olduğunu bundan sonra doğru yolu ayırt etmeye ve Hakk'm nurunu
bilmeye muktedir olamayacağını beyan etmektedir.
Bu
sebeple Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "... Birbiri üstüne yığılmış kat kat
karanlıklar ... İnsan elini çıkaracak olsa neredeyse onu bile göremeyecek.
"
Yani bu üç karanlık üstüste yığılan, üstüste biriken
karanlıklardır. Bunların her biri diğerinin üzerini örtmüştür. Hatta insan bu
karanlıklar içerisinde kendisine en yakın olana elini uzatsa, eline bakmak şöyle
dursun neredeyse hiç göremiyecek durumdadır; bu karanlıklar o derece
yoğundur.
"Allah kime nur vermediyse onun nuru yoktur." Yani Allah
kime hidayet vermemişse veya kimi hidayete muvaffak kılmamışsa o kimse helak
olacak, bilgisiz ve hüsran içinde hiç nuru olmayan ve hiç yol göstericisi
bulunmayan batıl yolda, karanlıklar içindedir. Bu ayet aynen şu ayetler gibidir:
"Allah kimi saptırmışsa ona hidayet verecek kimse yoktur." (Araf, 7/186); "Allah
kimi sap-tırmışsa ona hiç bir kimse hidayet verecek değildir." (Ra'd, 13/33);
"Allah zalimleri saptırır. Allah dilediğini yapar." (İbrahim, 14/27). Bu ifade
Cenab-ı Hakk'm müminlerin temsili hakkındaki "Allah nurunu dilediğine verir."
ifadesinin karşılığıdır. [20]
Allah'ın
Varlığına Ve Birliğine Delâlet Eden Kâinat Delilleri
41- Göklerde ve
yerdeki varlıkların, sıra sıra uçan kuşların Allah'ı teşbih ettiğini görmez
inisin? Her biri kendi niyaz ve teşbihini bilir. Allah da onların yaptıklarını
bilir.
42- Göklerin ve
yerin mülkü ancak Allah'ındır. Dönüş de yalnız
Allah'adır.
43-
Görmez misin ki, Allah bulutları yürütür, sonra onları bir araya getirip
birbirine kenetler, daha sonra da üstüs-te yığıp sıkıştırır. Bunun üzerine
aralarından yağmurun yağdığını görürsün. Allah gökteki dağ gibi bulut
kümelerinden dolu yağdırır da onu dilediğine uğratır, dilediğinden de
uzaklaştırır. Şimşeğinin parıltısı da neredeyse gözleri kapıp
alıverecek!
44-
Allah geceyi gündüze, gündüzü geceye çevirir. Şüphesiz ki bunda basiret
sahipleri için nice ibretler vardır.
45-
Allah her canlıyı sudan yaratmıştır. Onlardan kimi karnı üzerinde yürür, kimi
iki ayağı üstünde yürür; kimi de dört ayak üstünde yürür. Allah dilediğini
yaratır. Çünkü Allah her şeye kadirdir.
46-
Yemin olsun ki biz açıklayıcı ayetler indirdik. Allah dilediğini dosdoğru bir
yola iletir.
Açıklaması
Bu
delilleri sırasıyla açıklarsak:
1-
Bütün Varlıkların Allah'ı Teşbih Etmeleri:
"Göklerde ve yerdeki varlıkların, sıra sıra uçan
kuşların Allah'ı teşbih ettiğini görmez misin?" Yani ey peygamber! Ey bu ayetin
muhatabı! Delil ile bilmiyor musun ki, göklerde ve yerde bulunan, akıl sahibi
olan ve olmayan melek, insan, cin, canlı ve cansız bütün varlıklar, meselâ
gökyüzünde düşmesin diye uçarken kanatlarını çırpan kuşlar, selim akıl ile
düşünenlerin idrak edebileceği şekilde Allah'ı teşbih ve tenzih etmektedirler.
Zira bu varlıkların farklı hususi-yetleriyle yaratılmaları yaratıcının varlığına
delâlet etmektedir.
Allah'ı tenzih etmek yaratıcının bütün kemal
sıfatlarıyla muttasıf olduğunu gösterir. Cansız varlıkları Allah'a ortak koşan,
Allah'a evlât nispet eden (Allah'ın oğlu- Allah'ın kızı gibi isnatlarda
bulunan) kâfirlerin sözlerini iptal eder. Zira bunlar Allah'ın yarattığı
varlıklardır.
Mücahid ve başka alimler demişlerdir ki: Namaz insanın
niyazıdır. Teşbih ise insan dışındaki diğer varlıklara
aittir.
"Kuşlar" yer ve göklerdeki varlıklar ifadesine
girdikleri halde ilâhî sanatın eşsizliğine ve ilâhî kudretin kemaline,
kendilerini yoktan var edenin son derece latif tedbir ve idaresine özellikle
delâlet ettikleri için ayrıca zikredilmişlerdir. Zira ağır cisimlerin uçma
anında gökyüzünde tutulmaları yoktan var eden yaratıcının kudretinin kemaline
delâlet eden açık bir hüccettir.
Ayete "Görmez misin?" ifadesiyle başlanılması, bütün
varlıkların Allah'ı teşbih etmelerinin hiç şüphe bulunmayan ve kesin ilim
derecesine ulaşan açık bir durum olması sebebiyledir.
*
"Her biri kendi niyaz ve teşbihini bilir. Allah da onların yaptıklarını çok iyi
bilir." Yani zikredilen varlıklardan her birine Allah niyazını ve teşbihini
öğretmiştir, yani Allah Tealâ'ya ibadet etme hususundaki usul ve metodunu
göstermiştir. Allah bunların hepsini gayet iyi bilir. İtaat etme yahut isyan
etme hali olsun mahlûkatm davranışlarından hiçbir şey O'na gizli kalmaz. O
bunların karşılığını verir.
"Göklerin ve yerin mülkü ancak Allah'ındır. Dönüş de
sadece Allah'adır." Yani şüphesiz ki Allah Tealâ yer ve göklerde bulunan bütün
varlıkların gerçek sahibidir. Yer ve göklerde yaratma ve öldürme açısından
tasarrufta bulunan gerçek hüküm sahibi O'dur. O, ibadetin kendisinden başka
hiçbir kimseye lâyık olmadığı, hakiki ma'bud olan ilâhtır. O'nun hükmünü
değiştirecek hiçbir varlık yoktur. Bütün varlıkların kıyamet gününde dönüşü
O'nadır. Bu hususta O dilediği şekilde hükmeder, dilediği şekilde karşılık
verir. "Böylece kötülük edenlere yaptıklarının karşılığını verir. İyi ameller
işleyenleri daha güzeliyle mükâfatlandırır." (Necm,
53/31).
Kısaca: Kâinatın azameti, yer ve göklerin eşsiz bir
şekilde yoktan yaratılmaları, Allah'ın yer ve göklerde yaydığı canlı ve cansız
varlıklar, insanı vücudunda müşahede ettiğimiz gayet üstün sistemde, kara,
deniz ve havada yaşayan çeşitli hayvanlar en büyük ve en küçük hayvanın yaptığı
davranışlar, petek yapma ve bal imal etme hususunda arının çeşitli yollara baş
vurması, böcekleri avlama hususunda güçsüz örümceklerin baş vurdukları hileler,
kuşların hayret verici davranışları, mahlûkatı hususunda var etme - yok etme,
ilk yaradılış ve tekrar dirilme şeklindeki Cenab-ı Hakk'm tasarrufları ... Bütün
bunlar kendisinden başka hiçbir rab bulunmayan, kendisine lâyıkıyla ibadet
edilebilecek, O'ndan başka ma'bud bulunmayan, her şeyde tasarruf sahibi olan tek
bir rabbin, eşsiz yaratıcı bir ilâhın varlığına kesin maddî
delillerdir.
Bu,
Allah'ın varlığına, kudretine ve birliğine delâlet eden ilk kâinat delilidir.
Bu bütün delilleri içine almaktadır. Bu delillerden her bir delil kanaatin
oluşması konusunda tek başına yeterlidir.
İlk
iki ayette zikredilen hususları iki delil halinde tasnif etmek
mümkündür:
-
Ulvî ve süflî alemdeki kulluk delili,
-
Mutlak mülkün ve bütün mahlûkatın dönüşlerinin sadece Allah'a olduğu
delili.
Allah'ın kudretine ve birliğine delâlet eden sonraki
ayetlerde yer alan diğer iki delil de şunlardır: [21]
2-
Yağmurun Yağdırılması:
Ey
Peygamber! Ey muhatap! Yağmurun meydana gelmesi ve yağdırılması şeklini bilmiyor
musun? Allah yeryüzünün beşte dördünü meydana getiren denizlerden yükselen
buharın zerreciklerini ilâhî kudretiyle bir araya getiriyor, birleştiriyor, bu
da soğuk hava tabakalarında yüksek bulutlar meydana getiriyor. Sonra da bu
yağmur bulutlarını aşılama yapan rüzgârlarla yağmurun yağmasını istediği yere
gönderiyor, sonra da bu bulutlardan yeni bulutların parçaları arasında meydana
gelen küçük delâletlerden yağmur yağdırıyor.
Böylece Allah dağlara benzeyen yoğun bulut
tabakalarından yağmur yağdırır. Nitekim atmosferdeki soğukluğun yükselen
buharlara etkisi oranında kar ve dolu yağmaktadır.
İnsanın üstünde bulunan gökyüzüne "sema" denir. Ayetteki
"sema" insanların başları üzerinde yükselen bulut demektir. "Dağlar" ifadesi de
gökyüzünde ulu dağlar gibi bir araya gelen beyaz bulutların üstünde normal
olarak yerden 10.000 metreden daha fazla yükseklerde seyreden uçakta yolculuk
yapan herkesin gördüğü bulutlardan kinayedir.[22]
Bazı müfessirler de buz dağlarının fiilen gökyüzünde
bulunduğu ve Allah'ın doluyu bu dağlardan indirdiği görüşünü ileri
sürmüşlerdir. Bazı modern nazariyeler bu manayı teyit etmekte, gök tabakalarında
doludan meydana gelen dağlara benzeyen kümeler bulunduğunu, denizlerden yükselen
buharlardan daha çok yağış olduğunu ispat etmektedirler.
Yağmurun nasıl yağdırılacağı hususunda Allah'ın iradesi,
kudreti ve tasarrufu geçerlidir. Kullarından dilediği kimselere rahmet olarak
yağmur veya dolu çeşitlerini gökyüzünden yağdırır, dilediğini de mahrum bırakır.
Ya ceza olarak ya da meyvaların ve çiçeklerin dökülmesine, bitki ve ağaçların
telef olmasına sebep olmamak için rahmetiyle dilediğine de yağmuru geç
indirir.
Bütün bunlardan daha şaşırtıcı olanı zıddı zıddmdan,
ateşi soğuktan yaratmasıdır. Hatta bulutların çarpışması sebebiyle çıkan şimşek
neredeyse bakanların gözünü ahverecek derecededir. [23]
3-
Gece İle Gündüzün Birbiri Ardına Gelmesi:
"Allah geceyi gündüze, gündüzü geceye çevirir. Şüphesiz
ki bunda basiret mhipleri için nice ibretler vardır." Yani Allah Tealâ gece ve
gündüzden birini artırıp diğerini eksiltmekle, sıcaklık ve soğukluk gibi
durumlarını değiştirmekle, değişmeyen hassas bir sistemle birbiri ardınca
gelmelerini temin etmekle gece ve gündüzde tasarrufta bulunur. Bunda Allah
Tealâ'nm azametine delil vardır, akıl sahiplerinden düşünen kimseler için öğüt
vardır.
Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle
buyurmaktadır: "Göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbirlerini
takip etmelerinde akıl sahipleri için ibretler vardır." (Al-i İmran,
3/190).
Buharı ve Müslim'in Ebu Hureyre'den (r.a.) rivayet
ettikleri bir hadis-i kudsîde Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Allah
Tealâ buyuruyor ki: Âdemoğlu dehr'e (zamana) küfrederek bana eziyette bulunur.
Dehr benim; emretmek benim elimdedir. Geceyi gündüze, gündüzü geceye
çeviririm." [24]
4-
Çeşitli Hayvanların Yaratılması:
"Allah bütün canlıları sudan yaratmıştır... Çünkü Allah
her şeye kadirdir."
Allah Tealâ birliğine ve kudretine, gökyüzü ve yeryüzü
âlemine delil getirdikten sonra çeşitli şekil, renk, hareket, sessizlik ve
görevlerdeki hayvanların durumuyla delilini pekiştirdi. Yeryüzünde yürüyen bütün
hayvan çeşitlerini sodan yaratan O'dur. Su insanın ana maddesidir; meydana
gelmenin temelidir. Yahut kadının yumurtalıklarında aşı yapacak canlı meninin
taşıdığı nutfedir. Suyun özellikle zikredilmesinin sebebi, yaradılışın ilk aslı
olmasıdır. O olmadan hiçbir canlı ayakta kalamaz.
Hayvan çeşitleri pek çoktur. Bunlardan kimi yılanlar,
balıklar ve diğer sü-lüngenler gibi karın adalelerini sıkmak ve serbest bırakmak
suretiyle karnı üzerinde sürünerek yürürler. İlâhî kudretin mükemmelliğine
işaret etmek, nzık ara-: vb. diğer gayelerini temin için hareket ve intikal
etmelerini gerçekleştirmele-: işaret etmek için bunların sürünmelerine "yürüme"
adı verilmiştir.
Bu
hayvanlardan kimi de insan ve kuşlar gibi iki ayak üzerine yürürler, başka gurup
da evcil hayvanlarla diğer vahşî kara hayvanları gibi dört : üzerine
yürürler.
Allah Tealâ kudretiyle dilediği her şeyi yaratır. Bu
özlü bir ifade olup bunun altına dört ayaktan fazla ayakları olan, şekilleri,
tabiatları ve göçleri birbirinden farklı olan böcekler ve benzeri hayvanlar da
girmektedir.
Şüphesiz ki Allah her şeyi yaratmaya kadirdir. Yerde ve
gökte hiçbir şey Onu âciz bırakamaz. O ne dilemişse olur, dilemediği de
olmaz.
Cenab-ı Hak daha sonra tevhid delillerini zikrederek ve
bu delilleri bir arada toplayan genel ve kapsamlı bir ifade ile konuya son
verdi.
"Yemin olsun ki biz açıklayıcı ayetler indirdik. Allah
dilediğini dosdoğru bir yola iletir." Yani Allah bu Kur'an-ı Kerim'de kâinatı
yaratan ve idare eden, varlığına delâlet eden, içindeki hikmetler, hükümler,
esaslı ve açık misallerle hak ve doğruluk yolunu gösteren, gayet açık,
tafsilatlı ayetler indirdik. Allah Tealâ akıl, basiret ve şuur sahiplerine bu
ayetleri gayet iyi anlayıp düşünme yolunu gösterir. Dilediği kimseye ise
dosdoğru yolu gösterir. [25]
Yeterli
Beyana Rağmen Sapıklık Ve Nifak Üzerinde Devam Etme
47-
Onlar (münafıklar): "Allah'a ve Rasu-lüne iman ettik ve itaat ettik." derler.
Sonra da içlerinden bir gurup bunun ardından yüz çevirir.
İşte bunlar mümin
değildirler.
48-
Onlar aralarında Peygamberin hükmetmesi için, Allah'a ve Rasulüne davet
edildikleri zaman bir de bakarsın ki, içlerinden bir gurup hemen yüz
çevirmektedir.
49- Eğer hak
kendilerinin lehine ise, Peygamberin huzuruna boyunlarını bükerek
gelirler.
50-
Onların kalplerinde bir hastalık mı var? Yoksa şüpheye mi düştüler? Ya da
Allah'ın ve Rasulünün kendilerine haksızlık yapacağından mı korktular? Hayır,
işte bunlar zalimlerin ta kendileridir.
Açıklaması
Bu
sıfatlar içlerinde gizledikleri düşüncelerinin zıddını ortaya koyan
münafıkların sıfatlarıdır.
Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Onlar: Allah 'a ve
Rasulüne iman ettik ve itaat ettik derler. Sonra da içlerinden bir gurup bunun
ardından yüz çevirirler." "İşte onlar mümin değildirler." Yani münafıklar bütün
insanların önlerinde: "Biz rab olarak Allah'ı, rasul olarak Muhammed'i (s.a.)
tasdik ettik. Takdir ettiği hususlarda Allah'a, hükmettiği hususlarda
Rasulullah'a (s.a.) itaat ettik." derler. Sonra da onlardan bir gurup
Rasulullah'ın verdiği hükmü kabul etmekten yüz çevirir. Amelleriyle sözlerine
aykırı davranırlar. Yapmadıkları, yapmayacakları şeyleri söylerler. Bundan
sonra da diğer geri kalan münafık arkadaşlarının yanlarına dönerler. Bu ilân
ettikleri şeylerden döndüklerini açıklarlar. Gerçek şudur ki bunlar münafık
kimselerdir. Fiilen iman ehli değildirler. Sadece münafıklık üzerine ısrar
etmektedirler.
Bu
ayet imanın sadece sözle olmayacağının açık bir delilidir. Zira sadece bununla
olsaydı, onların mümin olmadıkları ifadesi doğru olmazdı.
Onların münafıklık ve dengesizliklerinin örneklerinden
biri şudur:
"Onlar aralarında Peygamberin hükmetmesi için Allah ve
Rasulüne davet edildikleri zaman, bir de bakarsın ki içlerinden bir gurup hemen
yüz çevirmiştir. " Yani onlar kendi aralarındaki anlaşmazlıklarda Peygamberin
hüküm vermesi için, Allah'ın kitabının hakemliğine ve O'nun hidayetine tabi
olmaya ve Allah'ın Rasulüne çağırıldıkları zaman Allah ve Rasulünün hükmünü
kabul etmekten yüz çevirirler. O'nun hükmüne uymak yerine
böbürlenirler.
Bu
Rasulullah'ın (s.a.) hükmüne razı olmamaktır. Bu aynen şu ayet gibidir: "Sana
indirilen Kitab 'a ve senden önce indirilen kitaplara iman ettiklerini iddia
edenleri görmüyor musun? Onlar tagutun hakemliğini istemektedirler. Halbuki
onlar tagutu inkâr etmekle emrolundular. Şeytan onları gayet derin bir sapıklığa
düşürmek istemektedir. Onlara: "Allah'ın indirdiğine (Kur'an a) ve Rasule
gelin." denildiği zaman münafıkların senden yüz çevirdiklerini görürsün."
(Nisa, 4/60-61).
Bu
ayette Rasulullah'ın (s.a.) hükmünün hak ve adalet üzerine kurulu Allah'ın
hükmü olduğuna delâlet vardır.
"Eğer hak onların lehine ise Peygamberin huzuruna
boyunlarını bükerek gelirler." Yani verilecek hüküm onların lehine ise onun
sadece hakla hüküm vereceğini bildikleri için, onun hükmünü kabul ederek, ona
itaat ederek gelirler. Bu onların açıkça taraf olduklarına ve peşin menfaatlere
talip olduklarına açık bir delildir. Onlar hakkın başkalarına ait olduklarını
bildikleri yahut şüphe ettikleri zaman Hz. Peygamber'in (s.a.)hükmünden yüz
çevirirler. Ama hakkın kendi lehlerine olduğunu bilirlerse nebevi hükmü kabul
edip O'na razı olmaya koşarlar.
Sonra Kur'an-ı Kerim onların psikolojilerini tahlil
etti. Cenab-ı Hak şöyle buyurdu:
"Onların kalplerinde bir hastalık mı var? Yoksa şüpheye
mi düştüler? Ya da Allah'ın ve Rasulünün kendilerine haksızlık yapacağından mı
korktular?"^
Yani onların bazan Hz. Peygamberin (s.a.) hükmünü kabul
etmekte tereddüt edip şüpheye düşmeleri, bazan da ondan yüz çevirmeleri şu
sebeplerden biriyle meydana gelmişti.
Ya
onlar küfür ve nifak sebebiyle kalpleri hasta olan kimselerdir, hastalık
anlardan ayrılmamaktadır. Yahut Allah ve Rasulünün hükümde onların aleyhine bir
haksızlık yapacaklarından korkmaktadırlar.
Sebep ne olursa olsun bunlar sırf küfürdür. Allah da
onların tamamını ve sıfatlarını gayet iyi bilmektedir.
Bu
sebeple Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Hayır, onlar zalimlerin ta
kendileridir. " Yani haksızlık yapan facirler asıl kendileridir. Onlar
kendileri haksız oldukları halde haklı olana karşı haksızlık yapmak
istemektedirler. Yoksa onar Rasulullah'm (s.a.) emin olduğunu, hükmünde adil
olduğunu ve zulümden i-zak olduğunu bildikleri için Rasulullah'm (s.a.)
kendilerine haksızlık yapaca-pndan korkmamaktadırlar. [26]
Müminlerin
İtaatleri Ve Emirlere Uyma Görevleri
51-
Aralarında Peygamberin hükmetmesi için Allah'a ve Rasulüne davet edildikleri
zaman müminlerin sözü ancak: 'İşittik ve itaat ettik." olur. İşte bunlar
kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.
52-
Kim Allah'a ve Rasulüne itaat eder, Allah'tan korkar ve O'ndan sakınırsa işte
onlar gerçek kazancı elde edenlerdir.
53-
Onlar (münafıklar) kendilerine emrettiğin takdirde, mutlaka cihada
çıkacaklarına dair en ağır yeminleriyle Allah'a yemin ettiler. Sen onlara
şöyle de: "Yemin etmeyin. Nasıl itaat ettiğiniz malûmdur. Şüphesiz ki Allah
yaptıklarınızdan haberdardır."
54- (Ey
Muhammed!) Onlara: "Allah'a itaat edin. Rasul'e itaat edin." de. Eğer siz yüz
çevirirseniz Peygamber ancak kendisine yükletilen vazifeden, siz de ancak
kendinize yükletilen vazifeden sorumlusunuz. Eğer O'na itaat ederseniz hidayeti
bulursunuz. Peygamber'e düşen görev sadece apaçık bir
tebliğdir.
Açıklaması
Şu
sıfatlar Allah ve Rasulüne icabet eden, Allah Tealâ'nın kitabına ve Ra-sulünün
sünnetine uyan müminlerin sıfatlarıdır:
'Aralarında Peygamberin hükmetmesi için Allah'a ve
Rasulüne davet edildikleri zaman müminlerin sözü ise ancak: "İşittik ve kabul
ettik." olur. İşte bunlar kurtuluşa erenlerin ta
kendileridir."
Yani imanlarında sadık olan müminlerin tavrı ve âdeti,
bir kimse kendilerinden kaynaklanan anlaşmazlıklarda Allah'ın ve Rasulünün
hükmüne çağırdığı zaman: "İşittik kabul ediyoruz ve itaat ediyoruz."
demeleridir. Bu sebeple Allah Tealâ onları kurtuluşa ermekle tavsif etti. İşte
bunlar istenilen dereceye ulaşmak, korkulan şeylerden salim olmak, korkulardan
kurtulmak suretiyle gerçek kazancı elde edenlerdir.
Kabul ve itaat ilk müslümanlarla yapılan ilk misakm
(anlaşmanın) ana mihveridir. İlk Akabe Biatı'nda Ubade b. Samit'in rivayet
ettiği gibi Ensar'dan 12 kişi meşru hususlarda kabul edip itaat etmek hususunda
Peygamberimiz'e (s.a.) biat etmişlerdi.
Ebu
Davud ve Tirmizî'nin Ebu Necîh el-Irbad b. Sariye'den (r.a.) rivayet ettiklerine
göre Rasulullah (s.a.) sahabeye vaazda bulunmuş ve şöyle buyurmuştu: "Size
Allah korkusunu, Allah'ın emirlerini kabul edip itaat etmenizi tavsiye
ederim..."
Ubade b. Samit (r.a.) kardeşinin oğlu Cünade b. Ebî
Ümeyye'ye ölüm hastalığı sırasında vasiyette bulunarak şöyle
demişti:
-
Senin lehinde ve aleyhinde olan hususları sana haber vereyim mi?
Cünade:
-
Evet, dedi. Ubade şöyle dedi:
-
Senin üzerine düşen görev, zor veya kolay, hoşuna giden veya hoşuna gitmeyen
emirleri kabul edip itaat etmek ve bu emirleri kendi nefsine tercih etmektir.
Dilini adaletle kullanmalısın. Sana Allah'a karşı açık bir isyan emret-medikçe
idareye ehil olanla çekişmemelisin. Sana Allah'ın kitabına aykırı bir şey
emrettiğinde Allah'ın kitabına uy.
Ebu'd-Derdâ diyor ki: Allah'a itaat olmadıkça İslâm
olmaz. Hayır, sadece cemaatte vardır. Nasihat Allah için, Rasulü için, halife ve
bütün müminler içindir.
Cenab-ı Hak daha sonra Allah ve Rasulü için yapılan her
taatin gerçek kazancı gerçekleştireceğini beyan ederek şöyle
buyurdu:
"Kim Allah ve Rasulüne itaat eder, O'na sığınırsa işte
onlar gerçek kazancı elde edenlerin ta kendileridir." Yani kim emrettikleri
hususlarda Allah ve Rasulüne itaat ederse, nehyettikleri hususları terk ederse,
geçmiş günahları için Allah'tan korkarsa, gelecek günleri için de O'ndan
sakınırsa işte bu kimseler her hayrı kazanan, dünya ve ahirette her çeşit
kötülükten emin olan kimselerdir.
Allah Tealâ daha sonra bu müminlerin tavrı ile her zaman
çok sayıda bulunan münafıkların tavrını karşılaştırdı. Münafıkların
Rasulullah'm (s.a.) hükmünden hoşlanmadıklarını beyan ettikten sonra
münafıkların itaat hususundaki tavırlarını tekrar ortaya koyarak şöyle
buyurdu:
"Ey
Muhammedi Münafıklar kendilerine emrettiğin takdirde mutlaka cihada
çıkacaklarına dair en ağır yeminleriyle Allah'a yemin ettiler." Yani nifak ehli
ağır ve şiddetli yeminler ederek ve son derece mübalağa yaparak Peygamberimiz'e
(s.a.) eğer kendilerine cihadı ve mücahitlerle çıkmayı emredecek olursa
istediği şekilde cihada çıkacaklarını söylediler. Şöyle diyorlardı: Allah'a
yemin olsun ki, bize diyarımızdan, mallarımızdan ve hanımlarımızdan
vazgeçmemizi emredip cihadı emredersen cihad ederiz.
Allah Tealâ onların yalanlarını beyan ederek şöyle cevap
verdi:
"Sen onlara şöyle de: Yemin etmeyin. Nasıl itaat
ettiğiniz malûmdur." Ya Muhammedi Onlara şöyle de: Yemin etmeyin. Sizden istenen
meşru bir itaattir. O da dille doğruluk, kalple ve fiille tasdik etmektir. Bunun
manası, "Sizin ne şekilde itaat ettiğiniz malûmdur, bu ise kalben tasdik
olmaksızın sadece dille itaat etmek, fiil olmaksızın sadece sözle itaat
etmektir, ne zaman yemin ettiyseniz yalan söylediniz."
demektir.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Kendilerinden
hoşnut olmanız için size yemin ederler. Eğer siz onlardan razı olursanız
şüphesiz Allah fa-sıklar topluluğundan razı olmaz." (Tevbe,
9/96).
"Onlar yeminlerini bir kalkan edindiler ve Allah yoluna
engel oldular. İşte onların hakkı horlayıcı bir azaptır." (Mücadile,
58/16).
^Bu'ıîaae yalan yere yapnan\)oş yettnnoen ne^fe. im
»İîMltagfiJîgft gerektiği şekilde olsaydı, ondan nehyetmek caiz olmazdı. Bununla
onların yeminlerinin münafıklıkları sebebiyle olduğu ve onların içlerinin
dışlarına uymadığı ortaya çıkmıştır.
"Şühhesiz ki Allah yaptıklarınızdan haberdardır." Yani
Allah sizin gizli-
dardır. Bizin yalancı yeminlerinizi âe.kuftatt.m'n
ğ'ÖTm\\eYmu& OtenfefiİT,
ve
müminleri aldatma gibi her şeyi gayet iyi bilir; dolayısıyla her kötü
amele
karşı size ceza verir. Bu bir tehdit ve
korkutmadır.
Cenab-ı Hak daha sonra onlara teşvikte bulunup
korkutarak şöyle buyurdu:
"De
ki: Allah'a itaat edin. Rasul'e itaat edin." Ey Rasulüm! Onlara şöyle de:
Allah'ın kitabına ve Rasulünün sünnetine uyun. Bu ifade münafıkların Allah'ın
kitabına ve rasulünün sünnetinde bulunanlara itaat etmediklerine
delildir.
"Eğer yüz çevirirseniz Peygamber ancak kendisine
yükletilen, siz de ancak kendinize yükletilen vazifeden mes 'ulsünüz." Eğer
O'ndan yüz çevirip size getirdiği hususları terk ederseniz, Rasül'e düşen görev
ilâhî mesajı tebliğ etmek ve emaneti yerine iade etmektir. Sizin üzerinize düşen
bunu kabul etmek ve emrettiği hususlarda O'na itaat edip Onu ta'zim etmektir.
Sizin üzerinize yükletilen vazife ise itaattir.
"Eğer O'na itaat ederseniz doğru yolu bulursunuz.
Peygamber'e düşen sadece apaçık bir tebliğdir." Yani bu Peygamber'e size
emrettiği ve nehyettiği hususlarda itaat ederseniz hakka nail olursunuz. Çünkü
O doğru bir yola davet etmektedir. Rasul'e düşen sizin muhtaç olduğunuz şeyleri
apaçık bir şekilde tebliğ etmektir. Bu ayet aynen şu ayetler gibidir. "Senin
üzerine düşen sadece tebliğdir. Hesabı görmek de bize aittir." (Ra'd, 13/40). Ya
Muhammed sen hatırlat! Sen sadece hatırlatıcısın. Onların üzerine zorla
hükmedici değilsin. [27]
İmanın
Temelleri
55-
Allah içinizden iman edip salih amel işleyenlere kesinlikle vaad etmiştir ki,
kendilerinden öncekileri kâfirlerin yerine getirdiği gibi mutlaka onları da
yeryüzüne hakim kılacak, kendileri için razı olup seçtiği dinlerini iyice
yerleştirecek ve kendilerini korkularından sonra emniyete kavuşturacaktır.
Onlar sadece bana kulluk ederler ve bana hiçbir şeyi ortak koşmazlar. Kim
bundan sonra inkâr ederse işte onlar fasıkların ta
kendileridir.
56-
Namazı dosdoğru kılın. Zekâtı verin ve Peygamber'e itaat edin ki rahmete
eresiniz.
57-
Sakın yeryüzünde kâfirlerin başkalarını aciz bırakacaklarını sanma. Onların
varacakları yer Cehennem'dir. O ne kötü bir dönüş yeridir!
Açıklaması
"Allah içinizden iman edip salih amel işleyenlere
kesinlikle vaad etmiştir ki, mutlaka kendilerinden öncekileri kâfirlerin yerine
getirdiği gibi onları da yeryüzünde mirasçı kılacaktır."
Yani Allah kendilerinden şu iki vasfı yani Allaha ve
Rasulüne iman etme ve kulu Allah Tealâ'ya yaklaştıracak, O'nu razı kılacak salih
amel işleme vasıflarını bir arada bulunduran kimselere şu vaadde bulunmuştur:
Peygamber'in < s.a.) ümmetini yeryüzünden halifeler, yani ülkeleri salâha ve
huzura kavuşturacak önemli liderler ve yöneticiler kılacağını vaad etmiştir.
Nitekim Hz. Da-vud ve Süleyman'ı (a.s.) da yeryüzünde örnek liderler kılmış,
diktatör Firavunların helak edilmesinden sonra İsrailoğulları'nı Mısır ve Şam'a
varis kılmıştı.
Ayetteki "Minküm" Sizden, sizin içinizden ifadesindeki
(min) harfi Fetih Suresi'nin son ayetinde yer alan (min) harfi gibi "beyan
(açıklama)" içindir: "Allah onların içinden iman edip salih amel işleyenlere
büyük bir ecir ve mağfiret vaad etmiştir" (Fetih, 105/
29).
Allah'ın vaadinin sadık ve mutlaka gerçekleşecek olması
sebebiyle Cenab-ı Hak "Bu, Allah'ın vaadidir. Allah vaadinden dönmez." (Zümer,
39/20) buyurduğu gibi, bu vaadini de yerine getirmiştir. Arap yarımadasında
müslümanları hakim kılmıştır. Daha sonra müslümanlar doğu-batı ülkelerini feth
etmişler, kisraların (İran hükümdarlarının) mülkünü ve hazinelerini ele
geçirmişler, kayserlerin (Rum imparatorlarının) ülkesini fethetmişlerdir.
Peşpeşe gelen halifeliklerle yani Raşid Halifeler, sonra Şam ve Endülüs'teki
Emevî halifeleri, daha sonra Abbasi halifeleri, son olarak da 20. asrın ilk
çeyreğinin sonuna 1924 yılında halifeliğin ilga edilmesine kadar devam eden
Osmanlı Halifeleri ile İslâm devleti güçlü, kuvvetli bir devlet olarak hayatını
devam ettirmiştir.
Peygamberimiz'in (s.a.) zamanında Mekke, Hayber,
Bahreyn, Arap yarımadasının diğer kısımları ve Yemen'in tamamı fethedilmişti.
Hecer mecusile-rinden bazı Şam beldelerinden cizye alınmıştı. Rum kralı
Heraklius, Mısır'daki Kıbtîlerin büyüğü Mukavkıs, Habeşistan Kralı Necaşi ve
Umman kralı Pey-gamberimiz'e (s.a.) hediyeler
göndermişlerdi.
Raşid Halifeler devrinde doğuda ve batıda pek çok
ülkeler fethedilmişti.
Bunların arasında İran ve Rum diyarının Irak ve Şam'da
pek çok şehirleri, Mısır ve bazı Kuzey Afrika ülkeleri de vardı. Irak
şehirleriyle, Horasan ve Ehvaz şehirleri fethedilmiş, bu savaşlarda Tatar ve
Moğollardan pek çok kişi öldürülmüştü.
Emevî devrinde geniş fetihler devam etmiş, Endülüs ve
Hindistan'a kadar yayılmıştı.
Abbasî devrinde İslâm diyarının çeşitli kısımlarında
İslâm idaresi istikrara kavuşmuştu.
Osmanlı Devleti zamanında İslâm toprakları doğu ve
batının en uç noktalarına kadar genişlemişti. Endülüs'ün en uç noktasına kadar
batı toprakları, İstanbul, Kıbrıs, Atlantik okyanusuna kadar Kayravon ve Septe
toprakları fethedilmiş, Fetih, Çin diyarının en doğu noktasına kadar
uzanmıştı.
Buharî, Müslim ve İmam Ahmed'in Müsned'inde yer alan
Peygamberi-miz'in (s.a.) şu hadis-i şerifi gerçekleşmişti: "Allah bana yeryüzünü
dürdü. Doğusunu da batısını da gördüm. Ümmetimin mülkü (varlığı) dürülen yere
kadar ulaşacak."
Bu
ayetin benzeri şu ayetler vardır: "Hatırlayın ki bir zaman sayınız azdı.
Yeryüzünde ezilmiştiniz. İnsanların sizi kapıp götürmesinden korkuyordunuz. Öyle
iken Allah sizi barındırdı, yardımıyla destekledi ve sizi helâl ve temiz
şeylerle rızıklandırdı ki şükredesiniz."
"Biz ise istiyorduk ki yeryüzünde ezilenlere lütufta
bulunalım. Onları önderler yapalım. Onları varisler kılalım. Ve onları
yeryüzünde yerleştirelim. Firavun'a, Haman'a ve askerlerine sakındıkları şeyi o
zayıfların eliyle gösterelim." (Kasas, 28/5-6).
"... kendileri için razı olup seçtiği dinlerini iyice
yerleştirecektir." Yani İslâm dinini yeryüzünde hakim ve sabit kılacak,
izzetli, güçlü, kuvvetli, düşmanlarının gözünde korku uyandıran, küfür
milletine karşı muzaffer yapacaktır.
"... kendilerini korkularından sonra emniyete
kavuşturacaktır." Yani onların durumlarını korkudan emniyete
çevirecektir.
Peygamberimiz (s.a.) Adiyy b. Hatim
geldiğinde:
-
Hîre'yi bilir misin? diye sordu. Adiyy:
-
Bilmiyorum, ama duydum, dedi. Peygamberimiz (s.a.):
-
Nefsimi elinde tutan Allah'a yemin olsun ki Allah bu dini tamamlayacak, hatta
devenin üstündeki hevdec (kafes) içerisindeki kadın Hîre'den yola çıkacak,
hiçbir arkadaşı olmadan gelip Beytullah'ı tavaf edecektir. Kisra b. Hürmüz'ün
hazineleri de fethedilecektir, buyurdu. Adiyy:
-
Kisra b. Hürmüz'ün hazineleri mi? dedi. Efendimiz:
- Evet, Kisra b.
Hürmüz'ün hazineleri. Mal çok bollaşacak, hatta kimse mal (sadaka) kabul
etmeyecek.
Adiyy b. Hatim diyor ki: "Bugün Hîre'den yolcu kadın
yola çıkıyor, yanında hiçbir kimse bulunmadan Mekke'ye geliyor, Kâ'be'yi tavaf
edip geri dönüyor. Ayrıca ben Kisra b. Hürmüz'ün hazinelerini fetheden ordu
içerisindeydim. Nefsimi elinde tutan Allah'a yemin olsun ki üçüncüsü (malın
bollaşması) mutlak olarak gerçekleşecektir. Çünkü bunu Rasulullah (s.a.)
söylemiştir."
Üçüncü haber adaletli raşid halife Ömer b. Abdülaziz
(rh.a.) zamanında gerçekleşmiştir.
İmam Ahmed'in Übeyy b. Ka'b'dan (r.a.) rivayet ettiğine
göre Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Bu ümmet yücelik, yükseklik,
dindarlık, zafer ve yeryüzüne hakim olmakla müjdelendi. İçinizden kim ahiret
amelini dünya için işlerse o kimsenin ahiretten hiçbir nasibi
yoktur."
Cenab-ı Hak daha sonra bu ümmetin yeryüzüne hakimiyeti
esnasındaki durumunu yahut yeryüzüne hakim olma sebebini şöyle beyan
etti:
"Onlar sadece bana ibadet ederler.[28]
Bana hiçbir şeyi ortak koşmazlar." Yani bu ümmet hiçbir ortağı olmayan bir
Allah'a ibadet eder. Allah Tealâ'ya ibadeti bırakıp şirke dönmezler. Allah
onlara bu müjdeyi ibadet etmeleri ve ihlâslı olmaları halinde vaad
etmiştir.
İmam Ahmed, Buharî ve Müslim Muaz b. Cebel'den (r.a.)
Peygamberimizin (s.a.) şu hadisini rivayet ederler: "Allah'ın kulları
üzerindeki hakkı O'na hiçbir şeyi şirk koşmadan kulluk etmeleridir. Kulların da
Allah'ın üzerindeki hakkı onlara azap etmemesidir."
"Artık bundan sonra kim inkâr ederse işte onlar
fasıkların ta kendileridir." Yani kim dinden dönerse veya bu nimete nankörlük
ederse "Allah 'm nimetlerini inkâr ederse..." (Nahl, 16/112) yahut Rabbine
itaat etmekten vazgeçer ve O'nun emrinden çıkarsa işte onlar bu büyük nimeti
inkâr etmeleri ve üzerlerinde olan Allah'ın lütfunu unutmaları sebebiyle
fasıklıkları tam olan kimselerdir, onlar tam anlamıyla
fasıktırlar.
Ümmetin içinden bazılarında bazan nankörlük görülebilir.
Buharî ve Müslim'in Sa/u'A'lerindeki şu hadis buna delildir: "Ümmetimden bir
gurup hak üzerinde devam edecekler. Kıyamete kadar onları hiçe sayanlar ya da
onlara muhalif olanlar kendilerine zarar veremezler."
Allah'a ve Rasulullah'a (s.a.) itaati emrettikten sonra
Cenab-ı Hak nimete şükür olarak namaz kılmayı, Allah'ın fakir kullarına bir
iyilik olmak üzere zekât vermeyi ve te'kit olmak üzere Rasulullah'a (s.a.)
itaati emrederek şöyle buyurdu:
"Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin ve Peygamber'e
itaat edin ki merhamete nail olasınız." Yani namazı vaktinde rükün ve şartları
tam olarak eda edin. Hiçbir ortağı olmayan tek olan Allah'a ibadet edin. Sizin
üzerinize farz kılınan, zayıf ve fakirlere iyilik olan zekâtı verin. Emrettiği,
nehyettiği ve yasakladığı hususlarda Allah Rasulüne (s.a.) itaat edin. Umulur
ki bu sebeple Allah size rahmet eder ve sizi acıklı bir azaptan kurtarır. Hiç
şüphe yok ki kim bunu yaparsa Allah ona rahmet edecektir. Nitekim Cenab-ı Hak
şöyle buyurmuştur: "Onlara Allah rahmet edecektir." (Tevbe,
9/71).
Allah Tealâ'ya ve Rasulüne (s.a.) itaati görmezden
gelenler ise Allah Te-alâ'nın buyurduğu gibidir:
"Sakın yeryüzünde kâfirlerin başkalarını aciz
bırakacaklarını sanma. Onların varacakları yer Cehennem'dir. O ne kötü bir
dönüş yeridir!" Yani Ey Peygamber! Sana muhalefet edenlerin, seni
yalanlayanların, senin peygamberliğini inkâr edenlerin Allah'ı aciz
bırakacaklarını, Allah onları helak etmeyi mu-rad ettiği zaman kaçacaklarını
sanma. Bilâkis Allah onlara kadirdir. Buna karşılık onları dünyada hastalık,
tasa, endişe ve intihar gibi çeşitli ferdî azaplarla ve savaşlarda öldürülmek,
depremler, volkanlar, yangınlar ve boğulmak gibi toplu afet ve azaplarla onlara
azap edecektir. Ahirette onların varacakları yer cehennem ateşidir. Kâfirlerin
varacağı yer ne kötüdür. Orası ne kötü bir dönüş yeri, ne kötü bir
karargâhtır. [29]
Aile
İçinde İzin İsteme Durumları, Yaşlı Kadınların Dış Elbiseleri Hususunda
Ruhsatlar
58- Ey iman
edenler! Sahip olduğunuz köle ve cariyelerle sizden henüz bulûğ çağına ermemiş
çocuklar sabah namazından önce, öğle sıcağında elbiselerinizi çıkardığınız
zaman ve yatsı namazından sonra olmak üzere üç vakitte, (yanınıza girmek için)
sizden izin istesinler. Bunlar üç mahrem vakittir. Bunun dışındaki vakitlerde
sizin için de, onlar için de hiçbir mahzur yoktur. Siz de birbirinize sık sık
gider gelirsiniz. İşte Allah size ayetleri böyle açıklar. Allah her şeyi gayet
iyi bilendir, sonsuz hikmet sahibidir.
59- Sizin
çocuklarınız bulûğ çağına erince kendilerinden öncekiler (büyükler) gibi izin
istesinler. İşte Allah ayetlerini böylece size açıkça beyan eder. Allah her
şeyi gayet iyi bilendir, sonsuz hüküm ve hikmet sahibidir.
60- Evlenme
ümidi kalmayan yaşlı kadınların ziynet yerlerini göstermemek üzere dış
örtülerini bırakmalarında bir mahzur yoktur. Ama iffet sahibi olmaları (örtünüp
sakınmaları) kendileri için daha hayırlıdır. Allah her şeyi gayet iyi işiten,
her şeyi gayet iyi bilendir.
Açıklaması
Bu
ayetler zikredilen hükümlerde itaatin vacip olduğuna delâlet eden "ilahiyat"
konularından ve bu konuda yapılan vaadlerden ve yüz çevirmeye karşılık yapılan
vaîd ve tehditlerden sonra bu suredeki hükümleri tamamlayıcı diğer hükümlere
dönüş niteliğindedir.
Bu
ayetler, akrabaların birbirlerinden izin istemelerinin ve yaşlı kadınların dış
elbiselerini bırakmalarının bir ruhsat olduğu konularını beyan etmektedir. Bu
surenin başlarında yer alan ayetler ise yabancıların birbirlerinden izin
istemeleri hakkında idi. Bu ayetlerin tefsiri şöyledir:
"Ey
iman edenler! Sahip olduğunuz köle ve cariyeler ve sizden henüz bulûğ çağına
ermemiş çocuklar şu üç vakitte yanınıza girmek için sizden izin istesinler:
Sabah namazından önce, öğle sıcağında elbiselerinizi çıkardığınız zaman ve yatsı
namazından sonra."
Ey
Allah'a ve Rasulüne iman eden mümin erkek ve kadınlar! Sizin sahip olduğunuz
köle ve cariye gibi hizmetçilerinizden ve küçük çocuklarınızdan şu üç durumda
veya şu üç vakitte izin istemeleri istenmektedir:
a) Sabah
namazından önce: Çünkü bu vakit yatakta uyuma, yataktan kalkma, uyku
elbiselerini değiştirip normal elbiseleri giyme vakti olup mahrem yerlerin
açılması ihtimalinin bulunduğu vakittir.
b) Öğle sıcağı
vaktinde yahut öğle istirahati vaktinde iş elbiseleri çıkarılıp uykuya
hazırlanılacak vakit: Zira insan bu durumda ailesiyle birlikte olup
elbiselerini çıkarmış bulunabilir.
c) Yatsı
namazından sonra: Çünkü bu vakit günlük elbiseleri çıkarıp uyku elbiselerini
(pijama ve gecelikleri) giyme vaktidir.
Bu
durumlarda mahrem yerlerinin açılması korkusuyla ve benzeri uyku ve istirahat
hazırlıkları sebebiyle hizmetçi ve çocuklara aile halkının yanma ansızın
girmemeleri emredilir. Zira bu saatler halvet, yalnızlık ve elbiseleri çıkarma
vaktidir.
"İzin istesinler" ilâhî kavlindeki emir açıkça vücup
ifade etmektedir. Ancak cumhur şöyle demiştir: Bu ifade mendup ve müstahap
anlamında güzel adapları ta'lim ve irşad makammdadır. Bu aynen İmam Ahmed, Ebu
Davud ve Hakim'in Abdullah b. Ömer'den (r.a.) rivayet ettikleri: "Çocuklarınız
yedi yaşına geldiği zaman onlara namaz kılmalarını emredin. On yaşına
geldikleri halde (namaz kılmazlarsa) dövün." hadis-i şerifi
gibidir.
Zira izinsiz yanlarına girme vuku bulursa bu masıyet
olmaz ama evlâ olana aykırıdır, edeb ihlâl edilmiştir. Eğer hizmetçi
efendisinin huzuruna girmekle ona eziyet vermiş olduğunu bilirse başkasına
eziyet vermek sebebiyle içeri girmesi haram olur.
Bazıları bu geçen üç vakitte izin istemenin hükmü asr-ı
saadette sahabe ve tabiînin amelinin buna muhalif olarak cereyan etmesi
sebebiyle yahut evlerin kapısında örtü bulunmadığı zamanda bununla amel
edilmesi sebebiyle "mensuhtur" görüşünü ileri sürmüşlerdir. Ancak daha doğru
olan bu vakitlerde izin istemenin hükmünün mensuh olmayıp muhkem oluşudur. İlim
ehlinin çoğunluğunun görüşü de budur.
İmam Ebu Hanife, "Alimlerden hiçbir kimse izin istemenin
mensuh olduğu görüşünü kabul etmemiştir." demektedir.
Cumhur bu ayetteki hitabın kölelerin erkekleri ve
kadınları (cariyeler), küçükleri ve büyükleri için umumi olduğu görüşündedir.
İbni Abbas'tan bunun küçüklere has olduğu rivayet edilmiştir. Sülemî'den de
bunun sadece cariyelere ait özel bir hüküm olduğu rivayet edilmiştir. Bu iki
görüşten hiçbiri makul değildir.
"Sizden bulûğ çağına ermemiş kimseler" mahrem ya da
yabancı erkek ve kız çocuklarıdır. " Kadınların mahrem yerleri hakkında bilgi
sahibi olmayan çocuklar..." (Nur, 24/31) ayetinin delaletiyle burada adı geçen
çocuklar mürâhik (temyiz çağındaki) çocuklardır.
İzin istemesinin illeti Cenab-ı Hakk'ın şu ayetinde
belirtilmiştir: "Bunlar mahrem yerlerinizin açılabileceği üç halvet vaktidir."
Yani burada zikredilen üç vakit genellikte tesettürün olmadığı üç halvet
vaktidir. Avrete bakmak ise caiz değildir. Bu üç vaktin dışında ise Cenab-ı
Hakk'ın buyurduğu gibi mubahtır:
"Bunun dışındaki vakitlerde sizin için de, onlar için de
hiçbir mahzur yoktur. " Yani bu üç vaktin dışındaki vakitlerde izin istemeyi
terk etmekte hiçbir günah ve sakınca yoktur. Ancak "Eşyada asi olan
mübahlıktır." kaidesine göre bu durum mubahtır.
Yatsıdan sabah namazına kadar süren vakit evlâ olarak
"Sabah namazından önce" denilen vakit içine girer. Ancak uyku sebebiyle bu
vakitte özel yerlere girmek nadir olduğu için ayetin nassı bunu zikretmemiştir.
Zira genellikle kendisiyle amel edilen husus töhmeti ve su-i zannı engellemek
için bu hususta izin istenmesidir.
;
Mubah olmanın illeti ise Cenab-ı Hakk'm zikrettiği şekildedir: "Çünkü onlar
sizin yanınıza çokça girip çıkarlar. Siz de birbirinize sık sık gider
gelirsiniz. " Yani bu hizmetçiler ve küçük çocuklar hizmet ve benzeri
sebeplerle sizin etrafınızda dolaşırlar. Sizinle ünsiyet kazanmak, iyi geçinmek
ve işlerini görmek için sizin meclislerinize sık sık girip çıkarlar. Siz de
genellikle birbirinize gider gelirsiniz. Cenab-ı Hak te'kit için bu ifadeyi
birkaç defa zikretti. Birinci ifade köle ve hizmetçileri teselli etmek içindir,
ikinci ifade kendilerine hizmet edilen efendilerin tarafını gözetmek ve onların
hizmetçilerin hizmetine ihtiyaç duyduklarına işaret etmek
içindir.
I
Burada hükümlerin illetlerinin beyan edilmesine delil vardır. Çünkü Allah Tealâ
"Bunlar mahrem yerlerinizin açılabileceği üç halvet vaktidir." ifadesiyle izin
istemenin illetine dikkat çekmektedir. Nitekim bu üç vakit dışında izin
istememenin mubah olduğunun illetinin "çokça girip çıkma" olduğuna dikkat
çekilmiştir. Meşakkati ve mahzuru kaldırmak için başkaları hakkında
affedilmeyecek hususlar "çokça girip çıkanlar" için
affedilmiştir.
Bundan dolayı İmam Malik ve Ahmed b. Hanbel ve Sünen
sahipleri Peygamberimiz'in (s.a.) kedi hakkında şöyle buyurduğunu rivayet
etmişlerdir: "O necis (pis) değildir. O sizin yanınıza çokça girip
çıkanlardandır."
Bu
ayette aynı zamanda bulûğa ermeyen temyiz çağındaki çocuklara edep, intizam,
disiplin dersi verilmekte, mes'uliyeti ve şer'î yükümlülükleri taşımaya
hazırlamak için alıştınlmaktadır. Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
"Nefislerinizi ve ailelerinizi cehennem ateşinden koruyun." (Tahrim, 66/6).
Yani onlara edep verin, ilim öğretin.
Bu
edep verme, ta'lim, beyan ve teşri gibi hususlar Allah Tealâ'nın lütfuy-la
olmuştur. Bu sebeple Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "İşte Allah size ayetleri
bu şekilde açıkça beyan eder. Allah her şeyi çok iyi bilendir, sonsuz hüküm ve
hikmet sahibidir." Yani zikredilen hükümleri beyan etmek suretiyle Allah
manaları ve maksatlarına delâleti açık apaçık ayetleriyle size şer'î hükümleri
ve sistemleri beyan eder. Allah kullarının durumlarını, kullarının menfaatlerine
olan ve olmayan hususları gayet iyi bilir. Kullarının işlerini düzenlemek dünya
ve ahirette onlar için en faydalı ve en münasip olan hükmü koyma hususunda
sonsuz hikmet sahibidir.
Ayetler bundan sonra bulûğa eren hür kimselerin izin
istemesinin hükmünü bilmeye geçiş yaptı. Cenab-ı Hak şöyle buyurdu: "Sizin hür
çocuklarınız bulûğ çağına erince, kendilerinden önceki büyükleri gibi evlere
girmek için izin istesinler. " Bu üç mahrem vakitte izin isteyen çocuklar bulûğ
çağına erince onların da her durumda akrabalar ve yabancılara karşı tıpkı
kendilerinden önceki büyüklerin yakınlarından izin istedikleri gibi izin
istemeleri vaciptir.
Bu
ayet: "Kadınların mahrem yerleri hakkında bilgi sahibi olmayan çocuklar..."
(Nur, 24/31) ayetini beyan etmektedir. Yani kadınların mahrem yerleri hakkında
bilgi sahibi olmayan çocuklar müstesnadır. Bu çocuklar kadınların mahrem yerleri
hakkında bilgi sahibi olurlarsa -ki bu da bulûğ sebebiyle olur-o zaman izin
isterler. Ayette "tıfl" kelimesi müfret olarak zikredilmiştir. Çünkü bununla
cins murad edilmektedir.
Burada köleler zikredilmemiştir. Daha önce geçen hüküm -
bu üç vakitte izin isteme hükmü - köleler için de geçerlidir. Zira büyüklerinin
ve küçüklerinin hükmü birdir.
Bulûğa erme, ya ihtilâm yoluyla ya da alimlerin
çoğunluğunun görüşüne göre onbeş yaşa ulaşmakla gerçekleşir. Bunun delili
Abdullah b. Ömer'den (r.a.) rivayet edilen hadis-i şeriftir: Abdullah b. Ömer
Uhud günü Peygaberi-miz'e (s.a.) arz olunduğunda ondört yaşında idi.
Peygamberimiz (s.a.) ona izin vermedi. Hendek savaşında onbeş yaşlarında olduğ ı
halde arz olundu. Peygamberimiz (s.a.) ona izin verdi.
İmam Ebu Hanife şöyle demiştir: Bir delikanlı 18 yaşına
erişip bu yaşı tamamlamadıkça bulûğa erişmiş sayılmaz. Bir genç kız 17 yaşma
erişmedikçe bulûğa ermiş sayılmaz. Bunun delili şu ayettir: "Yetim malına
rüştüne erişince-ye kadar, o en güzel olanından başka bir suretle yaklaşmayın."
(En'am, 6/152). Rüşte ermenin en az haddi 18 yaştır. İhtiyat için hüküm bunun
üzerine bina edilir. Genç kızlara gelince onların erişmeleri ve yetişmeleri daha
süratlidir. Onların haklarında bu noksanlık bir yıldır.[30]
Alimlerden içlerinde İmam Şafiî'nin de bulunduğu bir
gurup kasıklarda kılların çıkmasının bulûğ emarelerinden olduğu görüşündedirler.
Bu delili Atıyye el -Kurazî'nin rivayet ettiği hadisi şerife göre Peygamberimiz
(s.a.) ku-rayza kabilesinde kılları çıkan kimselerin öldürülmesini, kılları
çıkmayan kimselerin bırakılmasını emretti. Atıyye devamla diyor ki: Bana
baktılar, kıllarım çıkmamıştı. Peygamberimiz (s. a.) beni öldürmeyip
bıraktı.
Hanefilere göre "Sizden henüz bulûğ çağına ermemiş
çocuklar..." ayetinin delaletiyle kılların çıkması bulûğa erme olarak dikkate
alınmaz. Zira bu ayet çocuk ihtilâm olmamışsa kılların çıkmasını bulûğa erme
olarak kabul etmemektedir, aynı şekilde onbeş yaşı bulûğa erme yaşı olarak
kabul etmemektedir.
Daha sonra Kur'an-ı Kerim tekrar bu hükümleri ifade
ederek Allah'ın nimetlerini tekit etmeye döndü. Cenab-ı Hak şöyle buyuruyordu:
"İşte Allah ayetlerini size böyle açıkça beyan eder. Allah her şeyi çok iyi
bilendir, sonsuz hikmet sahibidir." Yani Cenab-ı Hak zikredilen hususları
yeterli ve şifa verici bir şekilde size beyan ettiği gibi istikrarı, huzuru,
dünya ve ahiret saadetini gerçekleştiren diğer hükümleri de size beyan eder.
Allah kullarının durumlarını gayet iyi bilendir, onların işlerini çözüme
kavuşturmakta sonsuz hikmet sahibidir.
"Evlenme arzuları kesilmiş yaşlı kadınların ziynet
yerlerini göstermemek kaydıyla dış örtülerini bırakmalarında bir günah
yoktur."
Bu
yaşlı kadınların hükmünü beyan etmektedir. Ayetin manası şudur: Yaşı ilerlemiş,
hayızdan kesilmiş, çocuk sahibi olmaktan ümidi kalmamış evlenme arzuları
bulunmayan kadınların saç, boyun, ayak gibi gizli ziynetlerini ortaya koyma
kasıtları olmayıp kendilerinde bariz bir güzellik yoksa cilbab, rida ve peçe
gibi dış elbiselerini çıkarmalarında hiçbir günah ve mahzur yoktur. Eğer bu gibi
ziynetleri varsa dış elbiselerini çıkarmaları haramdır. Ayrıca bu durum mahrem
yerleri açmaya sebep olmamalıdır.
"... Ama örtünüp sakınmaları kendileri için daha
hayırlıdır. Allah her şeyi çok iyi işitendir, çok iyi bilendir." Yani iffet
sahibi olmak ve örtünmek suretiyle ihtiyat sahibi olmak ve mutad elbiselerini
çıkarmak caiz olsa da çıkarmamak kendileri için daha hayırlı ve daha efdaldir.
Allah o kadınların sözlerini, erkeklerle konuşmalarını, erkeklerin kendileriyle
konuşmalarını gayet iyi işitendir. O, kadınların maksatlarını gayet iyi
bilendir. Onların durumlarından hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz. Şeytanın
vesveselerinden sakının. [31]
Belirli
Bazı Evlerde İzin Almadan Yemek Yemenin Mubah Olusu
61-
Âmâ kimse için hiçbir güçlük yoktur. Topal kimse için de hiçbir güçlük yoktur.
Hasta olan için de hiçbir güçlük yoktur. Sizin de kendi evlerinizde,
babalarınızın evlerinde, annelerinizin evlerinde, erkek kardeşlerinizin
evlerinde, kız kardeşlerinizin evlerinde, amcalarınızın evlerinde,
halalarınızın evlerinde, dayılarınızın evlerinde, teyzelerinizin evlerinde
veya anahtarları size teslim edilen evlerde veya arkadaşınızın evinde yemek
yemenizde bir mahzur yoktur. Birlikte veya ayrı ayrı yemenizde de bir mahzur
yoktur. Evlere girdiğiniz zaman kendinize ve ev halkına selâm verin. Bu, Allah
nezdinde meşru kılınmış ve gönül okşayıcı bir sıhhat ve afiyet temennisidir.
Aklınızı kullana-sınız diye Allah ayetleri size işte böylece açıkça beyan
ediyor.
.
Açıklaması
"Âmâ kimse için hiçbir mahzur yoktur. Topal için de
hiçbir mahzur yoktur. Hasta kimse için de hiçbir mahzur yoktur." Yani bu üç
kimsenin güçsüzlükleri ve acizlikleri sebebiyle cihadı terk etmek hususunda
hiçbir günah ve sakınca yoktur. Bu tefsir Ata Horasanı ve Abdurrahman b. Zeyd b.
Eslem'den nakledilmiştir. Cenab-ı Hak Berâe suresinde ise şöyle buyurmuştur:
"Allah'a Rasulü için samimi olmaları şartıyla ne zayıflara ne de
harcayacaklarını bulamayanlara (geri kalmakta) bir günah yoktur. İyilik
edenlere karşı (kınamak için) bir yol yoktur. Allah çok bağışlayandır, çok
merhamet edendir." Bir de şu kimselere de günah yoktur. "Kendilerini bindirmen
için ne zaman sana geldilerse "Size bir binek bulamıyorum" dedin ve harcayacak
bir şey bulamadılar da kederlerinden gözleri yaş döke döke döndüler." (Tevbe,
9/91-92).
Fahreddin Razî'ye göre alimlerin çoğunluğu şöyle
demişlerdir: Bundan murad edilen mana şudur: Bazı kimseler bu üç kimse ile
birlikte ve bu evlerde birlikte yemek yemekten sakınıyorlardı. Allah Tealâ bu
mahzuru kaldırdı.
Kanaatimce evlere girerken izin istemek ve yaşlı
kadınların dış elbise almamaları hakkında geçen ayetler gibi bu ayet ailedeki
hayat nizamı ile ilgili bir hususla ilgilidir. Ayet ailenin sağlıklı ve özürlü
fertlerini yemek esnasında bir sofrada toplamak, özel evlerden, akrabaların ve
arkadaşların evlerinden açık bir izin olmaksızın yemek yemek hakkındaki meşakkat
ve külfeti kaldırmak istemektedir. Ayrıca hususi ev hakkındaki hüküm yakın
akraba ve arkadaş eviyle aynı şekildedir. Ayet daha sonrakilerle aynı hükmü
taşıması ve buna atıf yapılması sebebiyle evlerde yemek yemenin hükmünü
zikretti. Bu, İslâm'ın yüce adabından sosyal bir husustur.
"Evlerinizden yemenizde size hiçbir mahzur yoktur." Yani
özel evlerinizden yemek yemenizde sizin için hiçbir günah yoktur. Bu ifade
çocukların evlerini de içine alır. Ayet bunları açıkça belirtmese de çocukların
evleri insanın kendi evi gibidir. Çocuğun evi babasının evi gibidir, çocuğun
malı babasının malı yerindedir.
İmam Ahmed Müsned'inde ve Sünen sahipleri
Peygamberimiz'in (s.a.) şu hadisini rivayet etmektedirler: "Sen ve malın babana
aitsiniz."
Yine Buharî'nin Tarih, Tirmizî, Nesai ve İbni Mace'nin
Sünen'lerinde Hz. Aişe'den (r.a.) rivayet ettikleri hadis-i şerifte
Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmaktadır: "Yediğiniz şeylerin en helâli ve en
temizi kendi kazancınızla elde ettiğiniz şeydir. Evlâdınız da sizin
kazancınızdır."
"Kendinize mahzur yoktur." ifadesi özürlülerle birlikte
yemek yemenin sağlıklı kimselerin şanını lekelemeyeceğini beyan etmektedir.
Onlarla yemek yemeyerek üstünlük taslamak reddedilmiş, şer'an ve dinen
zemmedilmiştir. Bu ifadeyle insanlara genişlik verilmiş, fertler arasındaki
muhabbet, irtibat ve sevgi bağlarının gerekleri beyan
edilmiştir.
"Ya
da babalarınızın evlerinden, annelerinizin evlerinden, kardeşlerinizin
evlerinden, amcalarınızın evlerinden, halalarınızın evlerinden, dayılarınızın
evlerinden, teyzelerinizin evlerinden yemenizde de sizin için bir günah
yoktur."
Yani Allah Tealâ yemek yemekten razı ve memnun
olduklarını, cimri olmadıklarını ve üzüntü duymadıklarını bildiğimiz onbir
yerden açık izin alınmaksızın yemek yememizi bize mubah kıldı. Eğer bu ev
sahipleri sıkılır, oflar yahut rahatsızlık duyarsa ev sahiplerinin yokluğunda
yemeklerinden yemeyiz, bu durumda sakınmaları talep edilir. Ayette geçen bu
yerler şunlardır:
-
Evlerimiz ve daha önce beyan ettiğimiz çocuklarımızın
evleri,
-
Babalarımızın ve dedelerimizin evleri,
-
Annelerimizin ve ninelerimizin evleri,
-
Kardeşlerimizin evleri,
-
Kızkardeşlerimizin evleri
-
Amcalarımızın evleri,
-
Halalarımızın evleri,
-
Dayılarımızın evleri,
-
Teyzelerimizin evleri,
- Ev
sahiplerinden vekâlet yoluyla anahtarlarını elimizde bulundurduğumuz
evler,
-
Arkadaşlarımızın evleri...
Sahiplerinin yemek yememizden razı ve memnun
olacaklarını bildiğimiz takdirde bu evlerden yemek yiyebiliriz. Aksi takdirde
İmam Ahmed ve Ebu Davud'un rivayet ettikleri Peygamberimiz'in (s.a.) şu hadis-i
şerifinin delaletiyle caiz değildir. Efendimiz (s.a.) buyurdular ki: "Müslüman
kişinin malı ancak gönlünün rızasıyla helâl olur." Buharî ve Müslim'in Abdullah
b. Ömer'den (r.a.) rivayet ettikleri şu hadis de buna delildir: "Hiçbir kimse
kimsenin hayvanını onun izni olmaksızın sağmasın."
Bu
zikredilen yakın akrabalar genellikle ve gayet tabiî olarak yakın akrabalarının
kendi yanlarında yemek yemelerinden gönülden razı olurlar.
"Anahtarlarını elinizde bulundurduğunuz evler'" maksat
-İbni Abbas'm (r.a.) dediği gibi-: Adamın vekili yahut malında ve hayvanında
kayyımı olan kimsedir. Bu kimsenin koruduğu malın meyvesinden yemesinde,
hayvanın sütünü içmesinde hiçbir mahzur yoktur.
Anahtarlara sahip olmak: Başkasına ait bir evin
anahtarlarını elinde tutmak ve muhafazasında bulundurmaktır. Böyle kimselere
müvekkil (vekil tayin eden kimse) tarafından zımnen izin verilmiş demektir.
Vekil bu ameline karşı ücret almıyorsa bu kimselerin evlerinden yiyebilir ama
başka yere taşıyamaz, depo edemez; bu işine karşılık ücret alıyorsa bu evlerden
yemek yemez.
Aralarında tekellüf kaldırılan, katıksız sevgi bulunan
samimî arkadaşların evlerine gelince, arkadaşının açık veya karinelerle memnun
olacağını bilirse onların evinden yiyebilir.
Rivayete göre Hasan-ı Basrî evine girdi. Bir de ne
görsün, arkadaşları halka olmuşlar, yatağının altından içinde tatlı yiyecekler
bulunan bir sepet çekmişler, oturup yiyorlardı. Yüzünün hatları sevinçle
dolmuş, gülmüş ve şöyle demişti:
-
Biz onları -yani sahabenin büyüklerini- bu şekilde bulduk.
Arkadaşların evlerine girmek hususunda böyle denilir.
Ancak konuda açık izin veya karine bulunmalıdır.
İmam Ebu Hanife (rh.a.) Allah'ın bu ayetle yakın
akrabaların evlerinden yemek yenmesini ve evlerine izinsiz girilmesini mubah
kılması sebebiyle yakın mahreminin mülkünden hırsızlık yapanın elinin
kesilmeyeceğine bu ayeti delil getirmiştir. Zira izin şüphesi bulunması
sebebiyle mahremin malı korunma altındaki mal sayılmaz. Gerçek şudur ki ya açık
izin bulunmalı yahut karinelerle bilinen zımnî izin
bulunmalıdır.
Cenab-ı Hak daha sonra toplu veya yalnız olarak yemek
yemenin hükmünü zikrederek şöyle buyurdu:
"Toplu halde yahut ayrı ayrı yemek yemenizde hiçbir
mahzur yoktur." Yani nasıl dilerseniz toplu halde veya ayrı ayrı yemek yemenizde
sizin için hiçbir günah yoktur; sizin için mubahtır.
Bu,
kişinin yalnız başına ve toplu halde yemek yemesi hususunda Allah Tealâ
tarafından verilen bir ruhsattır. Fakat toplu halde yemek yemek daha bereketli
ve daha faziletlidir.
İmam Ahmed, Ebu Davud ve İbni Mace'nin Vahşi b.
Harb'den, o da babasından, babası da dedesinden rivayet ettiği hadis-i şerife
göre bir adam Peygamberimiz'e (s.a.):
-
Biz yemek yiyoruz, ama doymuyoruz, dedi. Peygamberimiz
(s.a.):
- Belki de ayrı
ayrı yemek yiyorsunuz. Yemek üzerine toplanınız ve Allah'ın adım anınız ki
Allah size bereket ihsan eylesin, buyurdu.
İbni Mace de Hz. Ömer'den (r.a.) rivayet ettiği bir
hadis-i şerifte Peygamberimiz'in (s.a.) şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir:
"Toplu halde yemek yeyin. Ayrı ayrı yemeyin. Zira bereket cemaatle
beraberdir."
Allah Tealâ daha sonra evine girenin selâm vermesinin
hükmünü zikrederek şöyle buyurdu:
"Evlere girdiğinizde kendi ev halkınıza selâm verin."
Yani birbirinize selâm veriniz. Yahut yemek yemek için bu evlerden bir eve
girdiğiniz zaman din ve akrabalık yönünden sizden olan ev halkına selâm
verin.
Ayette, aile halkının kişinin kendisinden olduğuna, onun
kendisi mertebesinde olduğuna delâlet etmek için "enfüsiküm (kendiniz)"
kelimesi kullanılmıştır. Sanki, siz ev halkına selâm verdiğiniz zaman kendinize
selâm vermiş oluyorsunuz demektir.
"Bu, Allah tarafından mübarek ve gayet hoş bir iyilik ve
afiyet temennisidir." Yani Allah'ın emriyle sabit olan, Allah tarafından meşru
olan, daha fazla hayır ve sevap umulan, bunu duyan kimsenin kalbinin memnun
olacağı bir selâmla selâmlayın. Zira tahıyye ve selâmın manası selâm verilen
kimse için selâmet ve esenlik talep edilmesidir. Bu selâm bereket ve hoşlukla
tavsif edilmiştir. Çünkü bu, Allah'tan daha fazla hayır ve helâl rızık umulan,
müs-lümanın sevgisini çeken müminin mümine duasıdır.
Katade diyor ki: Ailenin yanına girdiğinde onlara selâm
ver. İçinde hiç kimsenin bulunmadığı bir eve girdiğinde: "Es-selâmü aleynâ ve
alâ ibâdillâhis-sâlihîn" de. Çünkü bu şekilde emredilmektedir. Mücahid ve İbni
Abbas (r.a.) da böyle demektedirler.
Buharî, Cabir b. Abdillah'tan (r.a.) naklediyor:
"Ailenin yanma girdiğinde onlara Allah tarafından mübarek ve hoş bir selâm ile
selâm ver."
Bu
hüküm -yani aile halkına selâm verilmesi- önceki ayetten "izin alıp aile halkına
selâm vermedikçe" ayetinden belli olsa da yakın akrabalar arasındaki yakınlık
ilişkisinin karşılıklı selâm alışverişine muhtaç olmadığı zannedilmesin diye
selâmın talep edildiği burada tekrar edilmektedir. Bu hareketler, ihmal
edilmesi sahih olmayan umumî adab ve İslâmî haklardandır.
Dahhak diyor ki: Selâmda on hasene, rahmette yirmi
hasene, bereketlerde otuz hasene vardır.
"Düşünesiniz diye Allah ayetleri size bu şekilde açıkça
beyan ediyor." Yani bu ayetleri düşünmeniz, Allah'ın emrini, nehyini ve adabını
anlamanız ve böylece dünya ve ahiretin saadetini kazanmanız için Allah bu
ayette sizlere helâl kıldığı şeyleri anlattığı gibi, bu surede bulunan hükümleri
ve şer'î esasları şifa verici bir beyanla açıklıyor ve dininizin esaslarını bu
şekilde beyan ediyor. [32]
Evden
Çıkarken İzin İsteme, Hz. Peygambere (S.A.) Hitap Etme Adabı, Onun Emrine Aykırı
Hareket Etmekten Sakındırma
62- Gerçek
müminler ancak o kimselerdir ki, Allah'a ve Rasulüne iman ederler, toplanmayı
gerektiren önemli bir meselede onunla bir araya geldikleri zaman Peygamber'den
izin almadan ayrılmazlar. Senden izin isteyenler işte onlar Allah'a ve Rasulüne
(samimiyetle) iman edenlerdir. Eğer onlar bazı işleri için senden izin
isterlerse, dilediğine izin ver. Onlar için Allah'tan mağfiret dile. Şüphesiz ki
Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.
63- Peygamber'e
aranızda hitap ederken birbirinize hitap eder gibi hitap etmeyin. Allah
içinizden başkalarını siper edinerek sıvışıp gidenleri çok iyi bilir. Onun
emrine karşı gelenler başlarına bir belâ gelmesinden yahut şiddetli bir azaba
uğramaktan sakınsınlar.
64- İyi bilin
ki göklerde ve yerde olan her şey mutlaka Allah'ındır. Allah sizin içinde
bulunduğunuz durumu gayet iyi bilir. Kendisine döndürülecekleri gün Allah onlara
yaptıklarını haber verecektir.
Allah her şeyi gayet iyi bilir.
Açıklaması
Şu
davranışlar zorunlu dinî ve içtimaî kurallardır.
1- Allah Tealâ
buyuruyor ki: "Gerçek müminler ancak o kimselerdir ki Allah'a ve Rasulüne iman
ederler. Toplanmayı gerektiren önemli bir meselede Peygamberle bir araya
geldikleri zaman Peygamberden izin almadan ayrılmazlar. "
Yani imanı kâmil olan müminler Allah'ın varlığını,
birliğini, Rasulünün O'nun tarafından getirdiği risaletinin doğruluğunu tasdik
ederler. Cuma namazı, cemaatle namaz, bayram namazı, düşmanla savaşmaya katılma,
meydana gelen çok önemli bir meselede danışma gibi önemli içtimaî bir meselede
Rasulullah'tan (s.a.) izin isteyip de o kendilerine izin vermedikçe onun
meclisinden ayrılmazlar.
Bu
adap önceki adabı tamamlayıcıdır. Allah eve girerken izin istemeyi emrettiğinde
evden çıkarken de izin istemeyi, özellikle toplanmayı gerektiren önemli bir
meselede Peygamberle bir araya geldikleri zaman izin istemeyi
emretti.
"el-Emru'1-Cami"' ibaresi toplanmayı gerekli kılan
herhangi bir meseledir. Emr kelimesi burada mecaz yoluyla "toplayıcı" sıfatıyla
tavsif edilmiştir.
İmam Ahmed, Müsned'inde, Ebu Davud, Tirmizî, İbni Hıbban
ve Hakim Ebu Hureyre'den (r.a.) Peygamberimizin (s.a.) şöyle buyurduğunu rivayet
etmişlerdir: "Sizden biriniz bir meclise vardığında selâm versin. Oturmayı arzu
ederse otursun. Kalktığı (ayrılacağı) zaman da selâm versin. Birinci selâm
sonuncu selâmdan daha evlâ değildir."
Cenab-ı Hak bundan sonra izin isteme emrini imanın
kemaline delâlet eden, ihlâslı olanı olmayandan ayırd eden bir özellik sayacak
tarzda daha beliğ bir üslûpla te'kit yoluyla tekrar ederek şöyle
buyurdu:
"Senden izin isteyenler işte onlar Allah 'a ve Rasulüne
(samimiyetle) iman edenlerdir." Yani meclisinden ayrılmak için Rasulullah'tan
(s.a.) izin isteyenler, oradan çıkmak için onunla istişare edenler Allah ve
Rasulünü tasdik eden, imanın icabı ve gereğiyle amel eden kâmil
müminlerdir.
Hz.
Peygamberi (s.a.) ta'zim etmek ve adaba riayet etmek için izin istemekten sonra
izin verme hürriyeti de ona ait olacaktır. Bunun için Cenab-ı Hak buyuruyor
ki:
"Eğer onlar bazı işleri için senden izin isterlerse
içlerinden dilediğine izin ver." Yani onlardan biri aniden ortaya çıkan önemli
bir iş için senden izin isterse hikmet ve maslahata uygun olarak onlardan
dilediğin kimseye izin ver.
Hz.
Ömer (r.a.) Tebuk Gazvesi'nde ailesine dönmek için Peygam-berimiz'den (s.a.)
izin istemiş, Efendimiz de (s.a.) ona izin vermiş ve:
- Git, Allah'a
yemin olsun ki sen münafık değilsin, demiştir. Efendimiz (s.a.) bu sözünü
münafıkların işitmelerini istemişti. Münafıklar bunu işitince şöyle
dediler:
- Muhammed'e ne
oluyor? Yakın arkadaşları ondan izin isteyince onlara izin veriyor, biz izin
istediğimiz zaman da bize izin vermiyor. Allah'a yemin olsun ki, onun adaletle
davranmadığını görüyoruz.
İbni Abbas (r.a.) diyor ki: Hz. Ömer (r.a.)
Rasulullah'tan (s.a.) umre için izin istedi. Peygamberimiz de (s.a.) ona izin
verdi. Sonra da şöyle buyurdu:
-
Ya Eba Hafs! Bizi salih duanda unutma.
Bu
ayet Cenab-ı Hakk'ın, dinin bazı hususlarını kendi re'yi ile içtihat etmesi
için Rasulüne havale ettiğine delâlet etmektedir.
"Onlar için Allah'tan mağfiret dile. Şüphesiz ki Allah
çok bağışlayandır, çok merhamet edendir." Yani Allah'tan onlardan sadır olan
hata ve kusurları bağışlamasını iste. Zira Allah tevbe eden kullarının
günahlarını bağışlayıcıdır, onlara çok merhamet edicidir. Tevbeden sonra onları
cezalandırmayacaktır.
Bu
ifade izin istemenin makbul bir mazeretle bile olsa evlâ olanı terk etmek
anlamında olduğuna işaret etmektedir. Çünkü izin istemekle dünya menfaatleri
ahiret menfaatlerinin önüne geçirilmektedir. Dolayısıyla izin istemek daha
önemli olanı terk etmek olduğu için izin isteme sebepleri ne olursa olsun
istiğfarı gerektiren hususlardandır.
Cenab-ı Hak daha sonra Peygamberine (s.a.) hürmet,
ta'zim ve saygı gösterilmesini emrederek şöyle
buyurmaktadır:
"Peygamber'e aranızda hitap ederken birbirinize hitap
eder gibi hitap etmeyin." Yani Allah'ın Rasulünü "Ya Muhammedi Ey Abdullah'ın
oğlu!" diyerek ismiyle çağırmayın. Onu ta'zim edin. Hürmet ve ta'zimle, gayet
alçak sesle ve tevazu ile "Ya Nebiyyallah! Ya Rasulallah!"
deyin.
Bu
ifade Allah tarafından peygamber'i ismiyle ya da nesebiyle çağırmaktan
nehiydir. Bu, ayetin üslûbundan açık bir şekilde anlaşılmaktadır. Birbirinizin
adını anar gibi onun adını anmayın. Onu anne-babasının verdiği ismiyle
çağırmayın.
Bir
başka açıklamaya göre: Yüz çevirmeyi, çekip gitmeyi caiz görme, cevap verirken
laubali davranmak ve onun meclisinden izinsiz dönüp gitmek gibi hususlarda onun
size olan hitabıyla, sizin birbirinize hitap etmenizi kıyaslamayın. Zira ona
derhal cevap vermek vaciptir, onun izni olmadan çıkmak ise
haramdır.
Cenab-ı Hak daha sonra uyarıda bulunarak ve bu adaba
aykırı davrananları tehdit ederek şöyle buyurdu:
"Allah içinizden başkalarını siper edinerek sıvışıp
gidenleri çok iyi bilir."
Yüce Allah hutbe esnasında mescitten sıyrılıp gidenleri
yahut gizlice Hz. Peygamber'in (s.a.) meclisinden birbirlerini veya başka bir
şeyi siper edinerek izinsiz peşpeşe sıyrılıp giden o kimseleri yakinen çok iyi
bilir. Yerde ve gökte hiçbir şey O'na gizli kalmaz. O sebepleri ve şartları, söz
ve fiillerden açık olanları, gizlilikleri ve sırları gayet iyi
bilir.
Ebu
Davud rivayet ediyor ki: Bazı münafıklara hutbe dinlemek ve mescitte oturmak
ağır geliyordu. Müslümanlardan biri Peygamberimiz'den (s.a.) izin istese münafık
da onu siper edinerek onunla birlikte kalkar giderdi. Bunun üzerine Cenab-ı Hak
bu ayeti indirdi.
"O'nun emrine karşı gelenler başlarına bir belâ
gelmesinden yahut şiddetli bir azaba uğramaktan
sakınsınlar."
Yani Rasulullah'm (s.a.) şeriatına gizli-açık muhalefet
eden, karşı çıkan, onun emrinden ve ona itaatten yani onun yolundan, metodundan,
çizgisinden, sünnetinden ve şeriatından uzaklaşan kimseler -yani münafıklar-
başlarına bir mihnet ve belâ gelmesinden veya küfür ve nifak gibi dünyada bir
imtihana tabi
tutulmaktan, yahut ahirette acıklı bir azaba uğramaktan
sakınsınlar.
"Onun emri" ibaresindeki zamir ya Allah Tealâ'nm emrine
yahut Rasulünün (s.a.) emrine racidir.
Bu
ayet emrin zahirî şeklinin vücup ifade ettiğine delildir. Zira emrolunan şeyi
terk eden kimse bu emre muhalif olmaktadır. Emre muhalif olan da cezaya
müstahaktır. Dolayısıyla emrolunan şeyi terk eden cezaya müstahak olmaktadır.
Vücubun da bundan başka manası yoktur.
Ayet aynı zamanda sadece münafıkları değil, Allah
Tealâ'nm emrine ve Rasulünün emrine muhalif olan herkesi içine
almaktadır.
Cenab-ı Hak daha sonra sureye mahlûkatm çerçevesini
beyan ederek ve bütün yaratıkların Allah'ın hakimiyeti ve ilmi altında
olduklarını beyan ederek son vermekte ve şöyle
buyurmaktadır:
"İyi bilin ki göklerde ve yerde olan her şey mutlaka
Allah'ındır. O içinde bulunduğunuz durumu gayet iyi
bilir."
Burada ayetteki "kad" edatı daha önceki gibi tahkik
içindir. Yani göklerde ve yerde olan her şey yaratık, mülk, ilim, tasarruf, var
etme ve yok etme açısından Allah'a mahsustur. O, kulların nezdindeki gizli-açık
her şeyi bilir. Münafıklar durumlarını gözlerden örtmeye ve gizlemeye gayret
etseler de münafıkların durumları Allah'a nasıl gizli
kalır?
"Allah içinde bulunduğunuz durumu gayet iyi bilir."
ifadesinin manası şudur: Allah sizin durumunuzu bilir, görür, O'ndan zerre
ağırlığınca bir şey gizli kalmaz. Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle
buyurmaktadır: "Ne yerde, ne gökte zerre ağırlığınca bir şey, ne bundan daha
küçüğü ne de daha büyüğü Rabbindengizli kalmaz. Hepsi apaçık bir kitaptadır."
(Yunus, 10/61).
"Kendisine döndürülecekleri gün Allah onlara
yaptıklarını haber verecektir. Allah her şeyi gayet iyi bilir." Yani Allah
Tealâ kıyamet gününde onlara gizledikleri kötü amelleri bildirecek ve onları
hakkıyla cezalandıracaktır: "İnsana o gün öne aldığı ve geciktirdiği her şeyi
bildirilecektir."( Kıyamet, 75/13); "Onlar yaptıklarını hazır olarak buldular.
Rabbin hiçbir kimseye zulmetmez. "(Kehf, 18/49). Allah her şeyi kuşatan tam bir
ilme sahiptir.Onlara bu durumu bildirecek, hesap ve arz gününde ansızın bu
bilgiyle onların karşısına çıkacaktır. Bu, Allah Tealâ'ya has, hüküm verme
hususuna delildir. [33]
[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/370-371.
[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/373-377.
[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/377-379.
[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/388-394.
[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/401-403.
[6]
İbni Kesir, III/272.
[7] Bu sahih bir hadis olup Taberani bu hadisi Cerir'den
"Merhamet etmeyene merhamet edilmez. Affetmeyen affa nail olamaz. Pişmanlık
kabul etmeyenin pişmanlığı, tevbesi kabul edilmez, "şeklinde rivayet
etmiştir.
[8] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/420-427.
[9] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/433.
[10] Zemahşeri, 11/380.
[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/434-436.
[12] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/439-444.
[13] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/450-457.
[14] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/464-468.
[15] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/468-469.
[16] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/469-471.
[17] Razî, XXIII/237.
[18] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/475-477.
[19] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/480-482.
[20] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/487-488.
[21] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/492-494.
[22] Bazı nahiv alimleri "Ve yenzilü mines-semâi min cibâlin
fîhâ min beredin" ayetindeki birinci "min" edatının ibtidâul-gâye, ikinci "min"
edatının teb'ıziyye, üçüncü "min" edatının cinsi beyan etmek için olduğunu
söylemişlerdir. Ancak bu açıklama bazı müfessirlerin gökyüzünde dolu dağları
olduğu, Allah'ın doluyu oradan yağdırdığı şeklindeki ifadelerine göredir. Burada
(dağlar), bulutlardan kinaye olarak kabul edenlere göre ayetteki ikinci "min"
edatı da ibtidâu'l-gâye içindir. Fakat bu birincisinden bedeldir. En doğruyu
bilen Allah'tır." İbni Kesir, III/297.
[23] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/494-495.
[24] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/495.
[25] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/495-496.
[26] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/500-501.
[27] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/504-506.
[28] Ayette geçen "ya'büdûnenî" fiili hal mevkiindedir. Yani
Allah'a ihlâsla ibadet etmeleri halinde demektir. Bu fiil onlara övgü yoluyla
yeni bir isti'naf cümlesi de olabilir.
[29] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/511-514.
[30] Cessas, Ahkâmü'l-Kur'an, III/331.
[31] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/519-523.
[32] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/528-532.
[33] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/537-540.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder