Güncel Duyuru: Öğrencilerimizin dikkatine ! Ücretsiz TEMEL ARAPÇA SARF&NAHİV derslerimizi Eklemeye başladık 1-13.Derse kadar Tamam(Elhamdü lillah) Tıkla Ders Sayfasına Git Tags:Online Arapça Dersleri Video,İslami ilimler Video Dersleri,İlahiyat Önlisans Arapça Video Dersleri,İlahiyat Arapça Video Dersleri,İmam Hatip Arapça Dersleri Video,İlitam Arapça Video Dersleri,Tefsir Dersleri Video,Hadis Dersleri Video,Fıkıh Dersleri Video,Arapça Dershaneniz,Kur'an,Sünnet,Arapça dersleri,tefsir oku,hadis,oku,Kuran meali oku,arapça öğreniyorum,arapça dilbilgisi video,arapça nahiv video,arapça sarf dersleri video,islami sohbetler

23-Mü'minun Suresi Meali Tefsiri Oku: Allah'ın Varlığının Ve Kudretinin Delilleri -1-İnsanın Yaratılması-2- Göklerin Yaratılması, Yağmurun Yağdırılması, Nimetlerin Verilmesi-Hz. Nuh (A.S.) Kıssası

Rahman ve Rahim Olan Allah'ın Adıyla

MÜMİNUN SURESİ


Müminlerin Güzel Hasletleri


1-  Müminler muhakkak kurtuluşa er­mişlerdir.
2-  Onlar öyle müminlerdir ki, namazla­rında huşu içerisindedirler.
3- Onlar boş sözden yüz çevirirler.
4- Onlar zekât (vazife)lerini yaparlar.
5- Onlar ırzlarını korurlar.
6- Ancak hanımları yahut sahip oldukla­rı cariyeleri hariç. Bunlarla olan helâl ilişkilerinden dolayı kınanmazlar.
7- Kim bundan öteye geçmek isterse işte onlar haddi aşan kimselerdir.
8- Onlar emanetlerine ve verdikleri söze riayet ederler.
9- Onlar namazlarına devam ederler.
10- İşte bu kimseler varis olacaklardır.
11-  Onlar Firdevs cennetlerine varis olacaklardır. Orada ebedî olarak kala­caklardır.

Açıklaması


Allah Tealâ şu yedi sıfatı taşıyan müminlerin kurtuluşa ve kazanca nail olacaklarını müjdelemekte, aynı zamanda onlar hakkında bu hükmü vermek­tedir:
1- "Müminler muhakkak kurtuluşa ermişlerdir." Onlar iman sıfatını, yani Allah'ı, Rasulünü ve ahiret gününü tasdik etme sıfatını taşımaları sebebiyle kazançlı çıkmışlar ve gerçek mutluluğa ermişlerdir.
2- "Onlar öyle müminlerdir ki, namazlarında huşu sahibidirler." Yani Al­lah korkusu ve sükûnet içindedirler. Huşu, kalbin ürpermesidir. Bu da korku ile ve vücut azalarının gayet sakin olmasıyla birlikte Allah'a boyun eğmek, Onun huzurunda kulluk zilletini hissetmek demektir.
Hasan-ı Basrî diyor ki: Onların huşuları kalplerinde idi. Bundan dolayı gözlerini harama kapadılar ve alçakgönüllü, mütevazi oldular.
Namazda huşuyu kalbini tamamen namaza veren, namazda iken onun dı­şındaki bütün işler bırakıp tamamen namazla meşgul olan, namazı başka şeylere tercih eden kişi elde edebilir. Bu durumda o kişide gönül rahatlığı ve göz aydınlığı olur.
Nitekim Peygamberimiz (s.a.) İmam Ahmed ve Nesaî'nin Hz. Enes'ten r.a.) rivayet ettiği hadis-i şeriflerinde şöyle buyururlar: "Bana güzel koku ve kadın sevdirildi. Namaz benim göz nurum kılındı."
Yine İmam Ahmed'in Eşlem kabilesinden olan bir zattan rivayetine göre, Peygamberimiz (s.a.) "Ya Bilâl!Namazla -namaza davet etmekle- bizi rahatlat." Duyurdu.
Huşu namazın manalarını düşünmek, Allah Tealâ'ya yakarmak, Allah'ı hatırlamak, O'nun tehdidinden korkmak, Kur'anın ayetlerini ince düşünmek • e anlamaya çalışmaktır. Cenab-ı Hak buyuruyor ki: "Onlar Kuranı hiç dü­şünmüyorlar mı? Yoksa kalplerinde kilitler mi var?" (Muhammed, 47/24).
Bu durumda kul genellikle şeytanın vesveselerinden, namaz kılanı nama­zından alıkoyma ve düşüncesini meşgul etme çabalarından kurtulur. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Gafillerden olma." (A'raf, 7/205).
Fakat alimlerin çoğunluğu yükümlülük borcundan kurtulmak için namaz­da huşuyu şart koşmamışlardır. Huşu sadece Allah katında sevabın elde edil­mesi için şarttır.
3- "Onlar boş sözden yüz çevirirler." Yani onlar haram veya mekruh ya da hiçbir hayır bulunmayan, insanı ilgilendirmeyen, insanın buna ihtiyaç duyma­dığı mubah şeyleri baştan terk ederler. Bu ifade yalan, hakaret, sövme ile bü­tün günahları ve hiçbir fayda bulunmayan söz ve davranışları içine alır. Nite­kim Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Onlar boş sözlerle karşılaştıkları zaman ora­dan vakarla geçip giderler." (Furkan, 25/72).
Son derece üzüntüyle belirtelim ki televizyon seyretme, faydasız mecmu­aları okuma, kağıt oynama, eğlenme, boş şeylerle oyalanma ve vaktin altın ol­masına rağmen faydasız şeylerle kaybedilmesi suretiyle asrımızda "eğlence" pek çok insanın söz ve davranışlarına hakim olmuştur. Bundan dolayı cemiye­tin fertleri arasında vaktin hiç değeri olmaması sebebiyle ümmetimiz geri kal­mışlıkla nitelendirilmiştir.
4- "Onlar zekâtlarını verirler." İbni Kesir diyor ki: Çoğunluk bu ayet Mekkî olmasına rağmen buradaki "zekaf'tan muradın malların zekâtı olduğu görü­şündedir. Çünkü zekâtın hicretin ikinci yılında Medine'de farz kılınmıştır.
Öyle anlaşılıyor ki Medine'de farz olan özel nisap ve miktarlardır. Yoksa zekâtın aslı Mekke'de iken de vacipti. Cenab-ı Hak, Mekkî olduğu halde En'am suresinde: "Onun hakkını hasat gününde verin." (6/141) buyurmuştur.
Buradaki "zekât" tan muradın gönlün şirk ve batıl kirlerinden temizlen­mesi olma ihtimali de vardır. Meselâ: "Nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir. Nefsinin gerçek yüzünü gizleyen ise hüsrandadır." (Şems, 91/9-10); "Müşriklere yazıklar olsun. Onlar zekât vermezler. Ahireti de inkâr ederler." (Fussilet, 9/10). Bu ayetlerin tefsirinde iki görüşten biri uygun görülebilir; bu iki hususun ikisinin birden murad edilmiş olma ihtimali de vardır. Buna göre kelime hem gönül temizliği, hem de malların zekâtı anlamındadır. Aslında malın zekâtının veril­mesi de gönüllerin temizliğine girmektir. Kâmil mümin bu ikisini de yapan mümindir. En doğrusunu Allah bilir!
Razî diyor ki: Çoğunluğun görüşü, "Burada zikredilen, özellikle mallarda verilmesi farz olan haktır." şeklindedir. Doğruya yakın olsa da budur. Zira, şe­riatta bu lafız özellikle bu manada kullanılmıştır.[1]
5- "Onlar ırzlarını korurlar..." Onlar ırzlarını haramdan koruyan ve Al­lah'ın yasakladığı zina ve livata gibi haramlara düşmeyen, Allah'ın kendilerine nikâh akdi ile helâl kıldığı hanımlarından başkasına veya sahip olmakla helâl kıldığı cariyelerinden başkasına yaklaşmayan kimselerdir.
"Kim bundan öteye geçmek isterse işte böyleleri haddi aşan kimselerdir." Yani kim bunlardan başka -kendilerine helâl olmayan- eş ve cariyeleri arzu ederse bu tip kimseler çok aşırı giden, Allah'ın sınırlarını aşan kimselerdir. Bu ifade "müt'a" adı verilen geçici nikâhın ve elle yapılan "istimna"nın (mastür­basyonun) haram olduğuna delâlet etmektedir.
6- "Müminler emanetlerine ve verdikleri söze riayet ederler." Yani onlar emanetin değerini ve verilen sözün kudsiyetini koruyan kimselerdir. Kendileri­ne emanet verildiği zaman ihanet etmezler. Bilâkis emaneti ehline verirler. Bir söz verdikleri yahut sözleşme yaptıkları zaman buna uyarlar. Dolayısıyla, ema­neti yerine vermek ve ahde vefa göstermek iman ehlinin vasıflandır. Hıyanet, gaddarlık, sözden cayma, alış-veriş, kiralama veya ortaklık v.b. için bir akdin gereğini yerine getirmemek Allah Rasulünün şu hadislerinde bildirdiği ehl-i ni­fakın sıfatlarından biridir:
Buharî, Müslim, Tirmizî ve Neseî'nin Ebu Hureyre'den (r.a.) rivayet ettiği hadis-i şeriflerinde Efendimiz (s.a.) şöyle buyuruyorlar: "Münafık'ın alâmeti üçtür:
- Konuştuğu zaman yalan söyler.
- Vaad ettiği zaman vaadinden döner.
- Kendisine emanet verildiği zaman ihanet eder."
Allah Tealâ buyuruyor ki: "Ey iman edenler. Allah'a ve Rasulüne ihanet et­meyin. Emanetlerinize ihanet etmeyin." (Enfal, 8/27).
"Emanet ve ahit" ifadesi insanın Rabbinden aldığı şer'î yükümlülükler ve diğer insanlardan aldığı kendisine tevdî edilen mallar veya akitlerin yerine ge­tirilmesi gibi hususları içine almaktadır.
8- "Onlar namazlarına devam ederler." Yani onlar namazı devamlı surette eda ederler, namazı vaktinde bütün rükün ve şartlarına tam manasıyla riayet ederek kılarlar.
Buharî ve Müslim'in Sa/«Merinde İbni Mes'ud'dan (r.a.) naklediliyor, di­yor ki:
"Rasulullah'a (s.a.) sordum.
- Ya Rasulullah! Hangi amel Allah'a daha sevimlidir? Buyurdu ki:
- Namazı vaktinde kılmaktır.
- Sonra hangisi? dedim.
- Anne ve babaya iyilikte bulunmaktır, dedi.
- Sonra hangisi? dedim.
- Allah yolunda cihad etmektir, dedi.
Cenab-ı Hak müminlerin bu güzel sıfatlarını zikrederken namazla başla­yıp namazla bitirmiş, dolayısıyla bu durum namazın en faziletli amel olduğuna delâlet etmiştir.
Nitekim Peygamberimiz (s.a.) İmam Ahmed, İbni Mace Hakim ve Beyha-kî'nin Sevban'dan rivayet ettikleri hadis-i şerifte şöyle buyurmaktadır: "İstika­met üzere olun. İstikametin sevabını sayıp bitiremezsiniz. Bilin ki, amellerini­zin en hayırlısı namazdır. Namaza da ancak mümin olan devam der." Yani hak­ları yerine getirmek, Allah'ın koyduğu sınırlara riayet etmek, kazaya razı ol­mak suretiyle istikamete sarılın. Siz istikametin sevabını tesbit etmeye kalksa­nız bitiremezsiniz.
Bundan sonra da Cenab-ı Hak bu amellere verilecek güzel mükafatı beyan etmiştir:
"İşte bu kimseler varis olacaklardır. Onlar Firdevs cennetine varis olacak­lardır. Orada ebedî olarak kalacaklardır." Yani bu güzel vasıfları taşıyan ve ke­mal derecelerinde yükselen bu kimseler Firdevs cennetlerinde konuklamaya hak kazanan ve orada devamlı bir şekilde ebediyyen kalacak olan kimselerdir.
Buharî ve Müslim'in Sahih'lerinde Peygamberimiz'in (s.a.) şöyle buyurdu­ğu yer almaktadır: "Allah'tan cenneti istediğiniz zaman Firdevs cennetini iste­yin". Zira Firdevs cenneti cennetin en üst derecesi ve cennetin merkezidir. Cen­net nehirleri oradan fışkırır. Onun üstünde de Rahman'ın arşı vardır. Denil­miştir ki: Firdevs cennet demektir, aslı Rumca veya Farsça olup Arapçalaşmış-tır.
Bu ayetin bir benzeri Cenab-ı Hakk'm şu kelâmlarıdır: "İşte kullarımızdan takva sahibi olanları varis kılacağımız cennet budur." (Meryem, 19/63); "Yap­mış olduğunuz amellerinize karşılık varis olduğunuz cennet budur." (Zuhruf, 43/72).
Bu Cenab-ı Hakk'm, cennetin dünyadaki güzel amellerin karşılığı olduğu şeklindeki adil kanunudur. Bu yedi sıfatın tamamının yerine getirilmesi ahiret alemindeki bu kazancı gerçekleştirecektir. Daha sonra bu ayetlerin ardından abdestin farz olunması, oruç ve hac ayetleri nazil olmuştur. Ayet kadınlar ve erkekler hakkında umumidir. [2]

Allah'ın Varlığının Ve Kudretinin Delilleri -1-İnsanın Yaratılması


12- Yemin olsun ki biz insanı süzülmüş özlü balçıktan yarattık.
13- Sonra onu "nutfe" halinde sağlam bir karargâh olan rahme yerleştirdik.
14- Sonra nutfeyi kan pıhtısı haline ge­tirdik. Sonra da kan pıhtısını bir çiğ­nem et yaptık. Sonra da bir çiğnem eti kemiklere çevirdik. Sonra da kemiklere et giydirdik. Daha sonra da onu yeni bir varlık yaptık. Şekil verenlerin en güzeli olan Allah ne yücedir!
15- Sonra siz, bunun ardından da mutla­ka ölürsünüz.
16-  Sonra da şüphesiz ki, siz kıyamet günü diriltileceksiniz.

Açıklaması


Cenab-ı Hak insanın ilk olarak süzülmüş çamurdan yaratıldığını bildir­mektedir. Bu da Hz. Adem (a.s.)'dir.
Yine Cenab-ı Hak yaratılışın dokuz merhalesinde insanın değişim geçirdi­ğini beyan etmektedir. Bu dokuz merhale şunlardır:
1- "Yemin olsun ki biz insanı süzülmüş özlü balçıktan yarattık." İnsanı biz , onu yaratılış ve fıtrat merhalelerinde değişime uğrattık. Bundan mu-cinsidir. Onun aslı ise hiçbir bulanıklık bulunmayan çamurdan sü-hulâsadır. Yahut ilk insan Adem (a.s.) bundan yaratılmıştır. Bu, Allah î'nın kudretine, birliğine ve bütün kemal sıfatlarıyla muttasıf olduğuna fc-li bir delildir.
Tercih edilen görüşe göre burada insandan murad Hz. Adem (a.s.)'dir Çün-çamurdan süzülmüş ve ondan yaratılmıştır. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle burmaktadır: "Sizi topraktan yaratması, sonra da birer insan olarak yeryü-ne dağılmanız, Allah'ın varlığını, kudretini gösteren delillerindendir." (Rum,
2- "Sonra onu nutfe halinde sağlam bir karargâh olan rahme yerleştirdik." Sonra onun neslini yani insan cinsini erkeklerin sulblerindeki meniden yarat­tık. Sonra bu meni kadınların rahimlerine atıldı. Burada döllenmiş olarak ha­milelikten itibaren doğuma kadar sağlam, kuvvetli, istikrarlı bir korunma al­tında olmuştur.
"Bm da. a^tvetv ş\ı sşje.\\er güo\dir. "Her şeyi en güzel şekilde yaratan, inşam önce balçıktan var eden, sonra insan soyunu adi bir suyun özünden yaratan O'dur." (Secde, 32/7-8).
"Biz sizi bayağı bir sudan yaratmadık mı? Biz o bayağı suyu belli bir za­mana kadar sağlam bir yere yerleştirmedik mi? Onun ne olacağını biz takdir et­tik. Biz ne güzel takdir ediciyiz!" '(Mürselât, 77/20-23).
3- "Sonra nutfeyi kan pıhtısı haline getirdik." Sonra nutfeyi asıl sıfatların­dan alıp kan pıhtısı (donmuş kan) haline getirdik. Yani erkeğin sulbü ve kadı­nın döl yatağından çıkan bir çeşit suyu kırmızı bir kan pıhtısı haline çevirdik.
4- "Sonra da kan pıhtısını bir çiğnem et yaptık." Sonra da donmuş kanı çiğnenecek bir lokma gibi şekilsiz, düzensiz bir parça et haline getirdik. Bu de­ğişikliğe yaratma adı verilmiştir. Çünkü Cenab-ı Hak bazı sıfatları yok edip başka sıfatlar yaratmaktadır. Sanki Cenab-ı Hak o et parçasında ilâve parçalar yaratmaktadır.
5- "Sonra da bir çiğnem eti kemiklere çevirdik." Yani kemikleri, sinirleri ve damarlarıyla başlı, iki el ve iki ayaklı bir cisim haline çevirdik.
6- "Sonra da kemiklere et giydirdik." Yani kemikleri örtecek, kemiklere destek olacak ve güç verecek etle örttük. Zira et kemikleri örtmekte, böylece vücudu örten elbise gibi olmaktadır.
7- "Daha sonra da onu yeni bir varlık yaptık." Yani ona ruh üflemek sure­tiyle birinci yaradılıştan farklı bir yaratık kıldık. Hareket etmeye başladı. Ku­lağı, gözü, idraki, hareketi, titremesi olan yeni bir varlık oldu.
"Şekil verenlerin en güzeli olan Allah ne yücedir!" Yani O'nun kudretindeki ve hikmetindeki şanı ne yücedir. Takdir edenlerin, suret verenlerin en güzeli olan Allah bütün noksan sıfatlardan münezzeh ve mukaddestir.
İbni Ebî Hatim ve Tayalisî Enes'ten (r.a.) rivayet ediyorlar: Hz. Ömer (r.a.) şöyle demişti: Ben Rabbime şu dört şeyde muvafakat ettim:
- Ya Rasulallah! Makam-ı İbrahim'in arkasında namaz kılsak, ne buyu­rursunuz, dedim. Bunun üzerine Cenab-ı Hak: "Makam-ı İbrahimi namaz kıl­ma yeri edinin." (Bakara, 2/125) ayetini indirdi.
- Ya Rasulallah! Hanımların için bir perde koysan ne büyürsünüz? Çünkü müttaki-facir herkes onların huzuruna giriyor. Bunun üzerine Cenab-ı Hak: "Onlardan bir şey istediğiniz zaman perde arkasından isteyin." (Ahzab, 33/53) ayetini indirdi.
-  Peygamberimiz'in (s.a.) hanımlarına: "Ya siz bu durumunuzu bırakınız, yahut Allah ona sizden daha hayırlı eşler verir," dedim. Bunun üzerine: "O sizi boşarsa Allah ona sizden daha hayırlı eşler verir." (Tahrim, 66/5) ayeti nazil oldu.
'Yemin olsun ki biz insanı süzülmüş özlü balçıktan yarattık." ayeti inmişti. 3en bu ayeti duyunca: "Şekil verenlerin en güzeli olan Allah ne yücedir." de-üm. Bunun üzerine "Şekil verenlerin en güzeli olan Allah ne yücedir!" ayeti in­di.
8- "Sonra siz, bunun ardından da mutlaka ölürsünüz."[3] Yani bu yokluk­tan sonraki ilk yetişmenin ardından ölüme yönelirsiniz.
9- "Sonra hiç şüphesiz ki, siz kıyamet günü diriltileceksiniz." Sonra da he­sap görülmesi, sevap ve ceza olarak amellerin karşılığının verilmesi için son defa kabirlerinizden çıkarılacaksınız. Nitekim Cenab-ı Hak: "Sonra Allah son defa -yani kıyamet günü- sizi diriltecektir." (Ankebut, 25/10) buyurmaktadır.
Bu iki ayette Allah Tealâ, hayatı yok etmek demek olan "öldürme" ve yok :Iup helak olduktan sonra tekrar hayat verme olan "dirilme"yi yoktan var et­mekten sonraki ilâhî kudretine delil olarak zikretti. [4]

-2- Göklerin Yaratılması, Yağmurun Yağdırılması, Nimetlerin Verilmesi


17- Şüphesiz ki biz sizin üzerinizde yedi kat gökleri yarattık. Biz yarattığımız varlıklardan gafil değiliz.
18- Biz, gökten belli ölçüde su indirdik ve onu yeryüzüne yerleştirdik. Şüphe­siz biz onu gidermeye de kadiriz.
19- Biz o su ile sizin için içinde bir çok meyveler bulunan hurma ve üzüm bah­çeleri yarattık. Siz bunlardan yersiniz.
20- Ayrıca o su ile Tur-i Sina'da yetişen bir ağaç bitirdik ki, meyvesi yağlıdır, yiyenlere katıktır.
21-  Şüphesiz sizin için hayvanlarda da ibretler vardır. Size karınlarından çı­kan sütlerden içiririz. Sizin için onlar­da daha bir çok menfaatler vardır. Ay­rıca onlardan yersiniz.
22- Bir de onların üzerinde ve gemilerin üstünde taşınırsınız.

Açıklaması

 

Göklerin Yaratılması:


"Şüphesiz ki biz sizin üzerinizde yedi kat gökleri yarattık." Allaha yemin olsun ki ey Ademoğulları! Biz sizin üzerinizde üstüste yedi kat gökleri yarattık. Bunlar yıldızların yörüngeleridir.
Allah Tealâ çoğunlukla göklerin ve yerin yaratılmasını insanın yaratılmasıyla. birlikte yanyana zikretmektedir.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Göklerin ve yerin yaratılması maunların yaratılmasından daha büyüktür." (Gafir, 40/57).
Peygamberimiz'in (s.a.) cuma sabahlarında okuduğu Secde suresinin ba­şında da böyledir. Bu surenin başında göklerin ve yerin yaratılması, sonra in­sanın yaratılmasının beyanı ve ahiret, ceza gibi hususlar yer almaktadır.
Bu ayetin benzeri daha önce geçtiği gibi şu ayettir: "Allah 'm yedi kat gök-hri nasıl yarattığını görmüyor musun?" (Nuh, 71/15).
"Allah yedi göğü ve yerden de onların mislini yaratmış olandır. Emri bütün inanların arasında durmadan iner. Allah 'm gerçekten her şeye kadir olduğunu, gerçekten ilmiyle her şeyi kuşatmış bulunduğunu bilmeniz içindir." (Talak,
S5/12).
"Biz yarattığımız varlıklardan gafil değiliz." Yani biz içlerinde göklerin de tolunduğu yaratılmış hiçbir varlığın durumunu ihmal edecek değiliz. Bilakis o varlıkların ayakta kalması ve devamlı var olmasını garanti altına almak için «olan koruruz. Biz buralarda olan küçük-büyük her şeyi biliriz.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "O yeryüzüne giren, yeryüzün­den çıkan, gökyüzünden inen ve gökyüzüne çıkan her şeyi bilir. Siz nerede olur­sanız olun, O sizinle beraberdir. Allah sizin yaptıklarınızı görür. (Hadid, 6/59). [5]

Yağmur ve Bitkiler:


"Biz gökten belli ölçüde su indirdik ve onu yeryüzüne yerleştirdik." Yani bu­luttan insanların ihtiyacı kadar içmeye ve hayvanları sulamaya yetecek kadar yağmur indirdik. Ne yeryüzünü ve yerleşik hayatı bozgunluğa uğratacak kadar çok, ne de meyve, sebze ve ekinlere yetmeyecek kadar az. Hatta tarım için çok saya ihtiyaç duyan ve toprağı üzerine yağmur yağmasına dayanıklı olmayan yerlerin suyu başka beldelerden getirilir. Çorak arazi denilen Mısır arazisine su Habeşistan diyarından kırmızı çamur (Gıryen) ile birlikte gelir. Bu çamur îanm için oraya yerleşir, bu diyarda çok olan kumları örter.
Yağmur buluttan yağdığı zaman biz onu yeryüzüne yerleştiririz. Yeryüzü-ıne onu kabuJ edecek bir özellik veririz. Toprakta bulunan tohum ve çekirdekler «odan gıdasını alır, ırmaklar ve kuyular ondan kaynaklanır.
"Şüphesiz biz onu gidermeye de kadiriz." Yani eğer biz onu gidermeyi ve sizden başka yerlere çevirmeyi ve yerin dibine doğru kaybolmasını dilersek bu­ma mutlaka yaparız. Nitekim onu indirmeye de kadiriz. Yine biz dilersek onu içmekte ve sulamakta yararlanılamayacak şekilde acı ve tuzlu kılarız. Biz bulutun yağmur yağdırmamasını dilersek bunu da mutlaka yaparız. Biz bu yağ­muru yeryüzünün üstünde bırakmayı dilesek onu da yaparız. Fakat rahmeti­miz ve size olan lütfumuz sebebiyle ihtiyaç anında onunla ekinlerinizi, meyve­lerinizi, hayvanlarınızı sulamanız için ve yıkama, temizlik, soğutma ve benzeri diğer şekillerde yararlanmanız için depo şeklinde o yağmurları yeryüzüne yer­leştirdik.
"Biz o su ile sizin için... hurma ve üzüm bahçeleri yarattık." Yani gökyü­zünden yağdırdığımız su ile -Araplarda en çok bulunan meyvelerden olan- hur­ma ve üzümlerin bulunduğu çok güzel manzaralı, çok şirin bağlar, bahçeler ve bostanlar çıkardık.
"... içinde birçok meyveler bulunmaktadır. Siz de bunlardan yersiniz." Yani sizin için bu bahçelerde hurma ve üzüm dışında çok çeşitli meyveler de vardır. Siz de bu bahçelerin meyvelerinden yersiniz, yani onlardan yararlanıyorsunuz, rızıklanıyorsunuz ve hayatınızı devam ettiriyorsunuz.
"Siz de bunlardan yersiniz" ifadesi sanki mukadder bir şeye atfedilmiştir. Takdiri şöyledir: Siz onun güzelliğine ve olgunluğuna bakarsınız ve bunlardan yersiniz.
"Ayrıca o su ile..." Tur dağında yetişen meyvelerden hem yağ -zeytinyağı-elde edilen- hem de yiyenlerin yağ ve katık olarak yararlandıkları bir ağaç -zeytin ağacı- yetiştirdik.
İmam Ahmed'in Ebu Üseyd Malik b. Rabia es-Sâidî el-Ensarî'den (r.a.) ri­vayetine göre Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Zeytinyağını yiyin ve onunla yağlanın. Çünkü o mübarek bir ağaçtandır." Bu hadisi Tirmizî Hz. Ömer'den (r.a.) rivayet etmiştir. [6]

Evcil Hayvanların Durumu:


"Şüphesiz hayvanlarda da sizin için ibretler vardır." Ey insanlar! Deve, sı­ğır ve koyunların yaratılmasında ve bu hayvanlardaki faydalarda ibret alacağı­nız dersler, şükür ve takdire lâyık nimetler vardır. Gıdalardan doğan kanı gud­delerde kolay içilen gayet güzel, tam gıdalı süte çevirmek suretiyle Allah Te-alâ'nm kudretine delil getirmektedir.
Bu faydalar çok olup burada sadece dört çeşidi zikredilmiştir:
1- "Size karınlarından çıkan sütlerden içiririz." Yani kanla yem artıkları arasından çıkan sütü içer, bu sütten yağ, peynir v.s. elde edersiniz.
2- "Sizin için onlarda daha birçok menfaatler vardır." Bu hayvanların yün­lerinden ve kıllarından yararlanır, bunlardan elbise ve yaygılar yaparsınız.
3- "ve bunlardan yersiniz." Yani boğazladıktan sonra etlerinden yersiniz. Bunlardan hem canlı olarak, hem de boğazlandıktan sonra yararlanırsınız.
4- "Bir de onların üzerinde ve gemilerin üstünde taşınırsınız." Yani bu hay­vanların sırtına binersiniz, denizde gemilerden yararlandığınız gibi karada da ağır yüklerinizi bu hayvanların üzerinde uzak beldelere ve memleketlere taşırsınız.
"Onlar sizin ağırlıklarınızı yüklenir, ancak nefislerin meşakkatiyle ulaşabi­leceğiniz bir memlekete götürürler. Şüphesiz ki Rabbiniz çok şefkatli, çok mer­hamet edicidir." (Nahl, 16/7).
"Ellerimizin işleyip yaptıklarından kendileri için bunca davarlar yarattığı­mızı, bu sayede onlara malik olmuş bulunduklarını da görmediler mi? Biz on­ları kendi emirlerine verdik. İşte binecekleri bunlardan, yiyecekleri bundandır. Bunlarda kendileri için daha nice menfaatler ve içecekler vardır. Hâlâ şükret­mezler mi?" (Yasin, 36/71-73).
Bu nimetlerin zikredilmesi yaratıcıya işaret etmek ve Allah Tealâ'nın kud­retini tanıtmak maksadıyladır. [7]

Hz. Nuh (A.S.) Kıssası


23- Yemin olsun ki, biz Nuh'u kavmine peygamber olarak göndermiştik de on­lara: "Ey kavmim! Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka hiç bir ilâhınız yok­tur. Hâlâ korkmayacak mısınız?" demiş­ti.
24-  Bunun üzerine kavminin ileri ge­lenleri şöyle dediler: Bu, sizin gibi be­şerden başka bir şey değildir. O sizin üzerinizde üstünlük sağlamak istiyor. Eğer dileseydi mutlaka melekleri gön­derirdi. Biz geçmiş atalarımızdan böyle bir şey işitmedik.
25- O, ancak kendisinde delilik bulunan bir adamdır. Hele onu bir süreye kadar gözetleyin, bakalım.
26- Nuh: "Ey Rabbim! Beni yalanlamala­rına karşılık bana yardım et." dedi.
27- Biz O'na şöyle vahyettik: Gemiyi bi­zim murakabemiz altında ve vahyettiği-miz şekilde yap. Nihayet emrimiz gelip tandır kaynaymca daha önce helak ola­cakları bildirilen kimseler müstesna, her cinsten ikişer çifti ve aileni alıp ge­miye koy. Zulmedenler hakkında bana niyazda bulunma. Çünkü onlar boğul­maya mahkûmdurlar.
28-  Sen ve beraberinde olanlar gemiye yerleşince: "Bizi zalim kavimden kurta­ran Allah'a hamdolsun." de.
29- "Ey Rabbim! Beni hayırlı bir yere kondur. Sen konuklatanların en hayır-lısısın." de.
30-  Şüphesiz ki, bunda nice deliller ve ibretler vardır. Doğrusu biz insanları imtihan ederiz.

Açıklaması


Cenab-ı Hak Hz. Nuh (a.s.) kavmini Allah'ın azabı, şiddetli cezası, Allah'ın kendisine şirk koşan, emrine aykırı davranan ve peygamberlerini yalanlayan kimselerden alacağı intikamı ile uyardığı zaman kavminin Hz. Nuh'a (a.s.) karşı tavrını beyan etti. Cenab-ı Hak şöyle buyurdu: "Yemin olsun ki, biz Nuh'u kavmine peygamber olarak göndermiştik..." Nuh (a.s.) da kavmine ortağı olma­yan tek Allah'a ibadet etmeyi emretti. Onlara: "Siz hiç sakınmıyor musunuz?
Allah'a şirk koşmak hususunda Allah'tan korkmuyor musunuz?" diye tebliğde bulundu*
"Bunun üzerine kavminin ileri gelen kâfirleri..." yani kavminin büyükleri ve önderleri şöyle dediler: Nuh ancak sizin gibi bir beşerdir, sizin içinizden bir kimsedir. Peygamberlik iddiasıyla O, sizin üzerinizde üstünlük sağlamak ve si­ze karşı büyük görünmek istemektedir. Onun ilim ve ahlâk noktasında hiçbir meziyeti yoktur. O sizin gibi olduğu halde nasıl kendisine vahiy gelen bir pey­gamber olabilir?
Kavmine göre Hz. Nuh'un (a.s.) peygamberliğine engel sayılan noktalar şunlardır:
1- "Allah dileseydi melekleri gönderirdi." Yani Allah bir peygamber gön­dermek isteseydi ilâhî mesajının iletilmesi için kendi nezdindeki meleklerden birini gönderir, bu peygamber beşer olmazdı. Zira meleğin indirilmesi iman et­meye daha teşvik edici ve doğruluğa delâleti daha açıktır. Bu durum onların peygamberliğin insan cinsinden daha yüce bir unsur olan meleklere verilmesi gerektiği ve ilâhî risaletin bir beşere yüklenmesinin mümkün olmadığı şeklin­deki tasavvurlarından doğmaktadır.
2- "Biz geçmiş atalarımızdan böyle bir şey işitmedik." Biz geçmiş zaman­larda dedelerimizin, geçmiş büyüklerimizin devrinde bir beşerin -peygamber olarak- gönderildiğini işitmedik. Bu ifadeleri onların inanç noktasında taklitçi­liğe dayanmalarından, küfür ve inatçılık hususunda ısrarlı olmalarından kay­naklanmaktadır.
3- "O ancak kendisinde delilik bulunan bir adamdır." Yani Nuh Allah'ın si­ze gönderdiği ve içinizden özel olarak kendisine vahiy indirdiğini iddia etmesi hususunda deli bir adamdır.
"Hele onu bir süreye kadar gözetleyin bakalım." Onu şüphe nazarıyla bek­leyin. Bir müddet sabredin ki sonunda ondan kurullasınız ya da ümitsizliğe düşüp sizin dininize dönsün yahut cinnetinden ayılsın. Onların bu ifadeleri sa­dece böbürlenmektir. Zira onlar Hz. Nuh'u (a.s.) aklının üstünlüğü, sözlerinin dengeli oluşu ve tavırlarının doğruluğuyla gayet iyi tanıyorlardı.
Hz. Nuh (a.s.) kavmini hak dine davet etmede yıllarca sabredip kendisine pek az bir gurup iman edince kavminin davetine icabet etmelerinden ümitsizli­ğe düşünce Allah O'na Rabbinin kendisine yardım etmesi hususunda niyazda bulunmasını vahyetti. Bunun üzerine "Nuh: Ey Rabbim! "Beni yalanlamaları­na karşı bana sen yardım et," yani onların beni yalanlamaları sebebiyle onları helak et, dedi. Nitekim bir başka ayette: "Nuh: Ben mağlûp oldum. Bana yar­dımcı ol, diye Rabbine dua etti." buyurulmaktadır. Bir başka ayet ise şöyledir. "Ey Rabbim! Yeryüzünde hiçbir kâfiri bırakma." (Nuh, 71/36).
Allah Hz. Nuh'un duasını kabul etti ve ona gemi yapmasını emrederek şöyle buyurdu:
"Biz ona: Gemiyi bizim murakabemiz altında ve vahyettiğimiz şekilde yap, diye emrettik." Yani Nuh'a bizim korumamız, gözetimimiz, öğretmemiz ve nasıl yapılacağı hususundaki irşadımız ile gemi yapmasını emrettik.
"Nihayet emrimiz gelip tandır kaynayınca daha önce helak olacakları bil­dirilen kimseler müstesna, her cinsten ikişer çifti ve aileni alıp gemiye koy." Bi-lim azap ve heJâk i]e hükmetmemizin vakti gelip su yeryüzünden yahut ekmek fcsnnnek için yere kazılmış olan tandırdan fışkırmca her çeşit hayvanlar, bitki-r ve meyvelerden dişi-erkek ikişer çift yerleştir. Gemiye aile halkını bindir,  seninle birlikte bütün iman edenleri biridir. Bu son açıklama tercih edi-jea manadır. Ancak Allah tarafından daha önce kendi haklarında helak olma­ları kararlaştırılanlar hariç. Bunlar Hz. Nuh'un hanımı ile oğlu Ken'an olup ■«an etmemişlerdi.
Rivayete göre Hz. Nuh'a (a.s.): "Suyun tandırdan fışkırdığını gördüğün za­man sen ve hanımın gemiye binin." denildi. Su tandırdan fışkırdığı zaman bu curumu hanımı kendisine haber verdi. Hz. Nuh (a.s.) da gemiye bindi.
"Zulmedenler hakkında bana niyazda bulunma!" Yani inkâr edenler hak-üida benden bir şey isteme, onlara şefaat etme. Kavmin hakkında şefkat et­mek sevdasına düşme. Ben üzerinde bulundukları küfür ve azgınlık sebebiyle idarin boğulacaklarına hükmettim. Yani boğulma olayı onlar için hiç şüphesiz meydana gelecektir.
Daha sonra Allah Nuh'a gemiye bindikten sonra kendisine hamdetmesini t; senada bulunmasını emrederek şöyle buyurdu:
" Sen ve beraberinde olanlar gemiye yerleşince..." Yani sen ve seninle bera­ber iman edenler gemide yerlerini alınca sen ve onlar şöyle deyin: Bizi zalim kavimden kurtaran o kâfir, müşrik ve zalimlerden kurtaran Allah'a hamdosun.
İbni Abbas (r.a.) diyor ki: Bu gemide seksen kişi vardı: Hz. Nuh (a.s.), Hz. Nuh'un (a.s.) ikinci hanımı, Sam, Ham ve Yafes adlarındaki oğulları ve bu ;eullarının birer hanımı; ayrıca 72 kişi. Tufandan sonraki insanların tamamı îemidekilerin neslinden gelmiştir. Cenab-ı Hak daha sonra Hz. Nuh'a gemiden rJtarken de sena ile birlikte kendisine şöyle duada bulunmasını emretti:
"De ki: Ey Rabbim! Beni bereketli bir menzile kondur. Sen konuklatanların en hayırlısısın." Yani gemiden inince şöyle de: Ey Rabbim! Beni mübarek bir .nişle indir yahut benim için bereketli olacak ve bana dünya ve ahiretin hay­rından fazlasıyla verilecek mübarek bir yere indir. Sen kullarını en iyi yerlere indiren en hayırlı kimsesin. Çünkü sen indirdiğin kimseyi bütün hallerinde ko­rursun, ondan hikmetin gerektirdiği şekilde sıkıntıları giderirsin.
Bu ve bundan önceki dua aynı zamanda müminlere yolculuğa başlama ve yolculuğu bitirme anındaki Allah'ı zikretmeyi öğretmektedir.
Katade diyor ki: "Allah size gemiye binince: "Bismillâhi mecrâhâ ve mür-sâha" (Hud, 11/41) demeyi öğretti. Bineğe binerken de "Sübhânellezî sehhare lenâ hazâ..."; "Bunu bizim emrimize veren Allah'ın şanı ne yücedir, münezzeh­in Biz mutlaka ancak Rabbimize dönüp gidiciyiz." (Zuhruf, 43/13) demeyi, bi­nekten inerken de "Ve kul Rabbi enzilnı münzelen mübareken ..."; "Ey Rabbim beni bereketli bir yere kondur..." demeyi öğretti."
"Şüphe yok ki bunda nice ibretler vardır. Biz elbette imtihana çekenleriz. Bu emrimizde yani müminleri kurtarmak ve kâfirleri helak etmek hususund peygamberlerin Allah tarafından getirdikleri tebliğde onların doğruluğuna açıl bir delil vardır. Şüphesiz biz kullarımızdan kim ibret alır, kim bunu düşünü diye görmek için bu ayetlerde kullarımızı deniyoruz. Bu ayet aynen şu ayet gi bidir: "Biz onlara bir delil bıraktık. Bundan ibret alan var mı?" (Kamer, 54/15' Denilmiştir ki: Yani biz onlara imtihan edilenlerin muamelesiyle muamele ede ceğiz.
Bu kıssa Hud suresinde daha tafsilatlı olarak geçmiştir. [8]

Hud (A. S.) Kıssası


31-  Sonra onların ardından başka bir nesil yetiştirdik.
32- Onlara da: "Allah'a kulluk edin. Sizin O'ndan başka hiçbir ilâhınız yoktur. Hâlâ sakınmayacak mısınız?" diye kendi içlerinden bir peygamber gönderdik.
33- Kavminin ileri gelenlerinden kendi­lerine dünya hayatında refah verdiği­miz halde, inkâr edenler ve ahirete ka­vuşmayı yalanlayanlar şöyle dediler: "Bu yediklerinizden yiyen, içtikleriniz­den içen sadece sizin gibi bir beşerdir."
34-  "Eğer siz, kendiniz gibi bir beşere boyun eğerseniz o takdirde siz yemin olsun ki mutlaka hüsrana düşmüş olur­sunuz."
35- "O size ölüp toprak ve kemik olduğu­nuz zaman tekrar çıkarılacağınız va­adinde mi bulunuyor?"
36-  "Tehdit edildiğiniz bu şey ne kadar uzak, ne kadar uzak!"
37-  "Hayat sadece dünya hayatımızdır. Ölürüz, yaşarız. Biz diriltilecek değiliz.
38-  O Allah'a karşı yalan uyduran bir adamdır. Biz ona inanacak değiliz."
39-  O peygamber: "Ey Rabbim! Beni ya­lanlamalarına karşılık sen bana yardım et." dedi.
40- Allah da: "Onlar az sonra mutlaka pişman olacaklar." dedi.
41- Derken hak ettikleri çığlık onları ya-kalayıverdi. Böylece biz onları çer-çöp haline getirdik. O zalim kavim rahmet­ten uzak olsun."

Açıklaması


"Sonra onların ardından başka bir nesil yetiştirdik." Yani helak olan Nuh kavminden sonra başka bir kavim var ettik. Bunlar Hz. Hud'un (a.s.) kavmi olan Âd kavmidir. Zira onlar Nuh kavminden sonra onların halefleri olmuşlar­dı. Bir başka görüşe göre: "Derken hak ettikleri çığlık onları yakalayıverdi." ayetinin delaletiyle murad edilen kavim Semud kavmidir.
Allah Tealâ onlara kendi içlerinden bir rasul gönderdi. Bu peygamber on­ları hiçbir ortağı olmayan tek olan Allah'a kulluğa davet etti. Kavmi ise onu yalanladılar, ona karşı çıktılar, kendileri gibi bir beşer olması sebebiyle ona uy­mayı reddettiler.
Peygamber de onlara şöyle cevap verdi: "Siz Allah'tan başka put ve hey­kellere tapmakla Allah'ın cezasından korkmuyor musunuz, sakınmıyor musu­nuz? Zira ibadet sadece O'na lâyıktır. O'ndan başka hiçbir kimse ibadet edilme­ye lâyık değildir.
"Nuh kavminin ileri gelenlerinden..." yani önde gelenlerinden bazıları şu uç kötü sıfatla niteleniyorlardı:
a) Yaratıcıyı inkâr ve O'nun birliğini tanımamaları.
b) Kıyamet gününü inkâr etmeleri, öldükten sonra dirilmeyi, cezayı ve he­sabı, cismen yaratılmayı yalanlamaları.
c) Allah'ın kendilerine nimet olarak verdiği dünya hayatına dalmaları, ni­hayet şımarmaları ve nankörlük yapmaları.
Bunlar insanlara şöyle diyorlardı: Kendisinin peygamber olduğunu iddia eden bu Hud, sıfatı ve durumu itibariyle sizin gibi normal bir kimsedir. Onun sizin üzerinizde hiçbir meziyeti yoktur. O da sizin yediklerinizden yiyor, sizin içtiğiniz sudan içiyor. Nasıl sizin üzerinizde üstünlük iddia ediyor? Allah tara­fından size gönderildiğini nasıl iddia ediyor?
"Eğer kendiniz gibi bir insana boyun eğerseniz, hiç şüphesiz o halde siz çok büyük bir kayba uğramışsınız." Onlar yemin ederek dediler ki: Siz sizin gibi bir insana itaat eder, ona uyarsanız hiç şüphesiz o zaman siz akıllarınızı kaybet­miş olursunuz, görüşlerinizde aldanmış olursunuz. Sahte ilâhlarınızı bırakma­nız ve hiçbir üstünlüğü olmadığı halde Nuh'a uymanız sebebiyle şerefinizi kay­bedersiniz. Peygamberin beşer oluşu bu kavmin inkârlarına sebep olan ilk şüp­heleridir.
Bundan sonra ikinci şüphelerini ortaya koydular. Bu şüphe haşir ve neş­rin doğruluğu hususunda ve bunu ispat etmek üzerine kurulu peygamberliğe ithamda bulunmalarıdır. Şöyle diyorlardı:
"Öldüğünüz zaman, toprak ve kemik olduğunuz zaman sizin tekrar çıkarı­lacağınız vaadinde mi bulunuyor?" Yani o size öldükten sonra, çürümüş kemik ve toprak olduktan sonra dirilip kabirlerinden çıkarılacağınızı mı vaad ediyor? Sonra bu inkâra ilâve olarak Hz. Nuh'un iddia ettiği şeyin meydana gelmesinin son derece uzak bir ihtimal olduğunu ekleyerek şu ifadeyi kullandılar: "Tehdit edildiğiniz o şey ne kadar uzak, ne kadar uzak!" Cismen dirilmenin gerçekleş­mesi hesap ve ceza için tekrar hayatın var oluşu şeklinde tehdit edildiğiniz şey çok uzaktır. Sonra da bu dirilişi inkâr ettiklerini şu ifadeleriyle bir daha vurgu­ladılar:
"Hayat sadece bizim dünya hayatımızdır. Ölürüz ve yaşarız. Biz tekrar di­riltilecek değiliz..." Yani hayat tektir. Bu da dünya hayatıdır. Bazıları ölür, bazı­ları yaşar, tekrar hayat, haşir ve dirilme yoktur.
Haşrin doğruluğunu reddettikten sonra bunun üzerine Hz. Hud'un pey­gamber oluşunu reddetme düşüncesini kurdular:
"O sadece Allah'a karşı yalan düzen bir adamdır. Biz ona inanan kimseler değiliz." Yani peygamberliğini iddia eden ve öldükten sonra dirilmeyi savunan Hz. Hud size getirdiği peygamberlik, uyarı ve ahiretten haber verme konusun­da sadece yalan uyduran bir adamdır. Biz onun iddia ettiği hususları tasdik edici değiliz.
Allah Tealâ onların ortaya koydukları bu geçen iki şüpheye cevap vermedi. İnsanlarla uyum açısından, kendisinden kolayca tebliğ alınması ve bunun tar­tışmasının yapılması bakımından; kendisi gibi beşer olanlarla akıl, düşünce ve muhakeme kullanılarak kanaatin oluşması yönünden peygamberin beşer olması daha tesirli ve daha gereklidir. Dolayısıyla bu mesele sadece zorla kabul ettirmek değildir.
Haşir (mahşer yerinde toplanma) olayını uzak bir ihtimal olarak görmeleri akıllarının zayıflığı ve dengelerinin kusurlu oluşu sebebiyledir. Zira akıllı kim­se idrak eder ki Cenab-ı Hak mümkün olan şeylere muktedir ve her çeşit malu­matı bilen kimse olunca onun haşir ve neşre kadir olması vacip olmaktadır. Çünkü insanlar arasında adalet kalesinin tekrar kurulması için tekrar yaratıl­ma zaruri bir olaydır. Tekrar dirilme olmasaydı dünyada güçlü kimse zulmede­rek hiçbir engel görmeden, hiçbir ceza olmadan zayıf kimseye musallat olurdu. Bu ise son derece hikmet sahibi olan Allah'a lâyık bir durum değildir. Bundan dolayı Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Hiç şüphesiz kıyamet gelecektir. Be­nim onu hemen açıklayacağım geliyor ki herkes neye çalışıyorsa kendisine onunla karşılık verilsin." (Tâ-Hâ, 20/15).
Hz. Hud (a.s.) kavminin "Biz sana iman edici değiliz." şeklindeki sözleri sebebiyle onların iman etmelerinden ümidini kesince Rabbine iltica etti:
"Hud dedi ki: Beni yalanlamalarına karşılık sen bana yardım et." Yani sa­na iman etmeye, senin birliğin ve seninle karşılamayı kabul etmeye davet et­mem hususunda beni yalanlamaları sebebiyle kavmime karşı bana kuvvetli bir şekilde yardım et, dedi.
Allah da onun duasını kabul etti: "Allah da: Onlar az sonra mutlaka piş­man olacaklar, dedi." Yani Allah Tealâ onun duasını kabul ederek şöyle buyur­du. Kavmin az bir zaman sonra yaptıklarına pişman olacaklardır. Bu durum onların helak olma alâmetleri ortaya çıktığı zaman olacaklardır. Onlar senin yaptığın Allah'a ve tevhide iman etme davetini kabul etmediklerine, sana mu­halefet ettiklerine, seni yalanlamalarına ve sana karşı inatçılık etmelerine piş­manlık ve hasret duyacaklardır.
Sonra da ceza ve azap gelecektir. Cenab-ı Hak buyuruyor ki: "Derken hak ettikleri çığlık onları yakalayıverdi. Böylece biz onları çer-çöp haline getirdik." Yani onlar Cebrail'in korkunç çığlığı ile ölüp helak oldular. Bu şiddetli, korkunç bir ses olup insanları derhal düşürüp ölümlerine sebep oluyordu. Onlar pey­gamberlerini yalanlamaları ve inkâr etmeleri sebebiyle yere düşüp helak ol­muşlar, dere çöpleri gibi olmuşlardır. Çer-çöp kendisinden hiçbir şekilde yarar­lanılmayan önemsiz, değersiz şeydir.
İbni Kesir diyor ki: "Anlaşılan odur ki: Bu korkunç çığlık onlara soğuk, kuvvetli ve helak edici bir fırtına ile birlikte gelmiş olmalıdır.
"O zalim kavim artık ilâhi rahmetten uzak olsun." Yani küfürleri, azgınlık­ları ve peygamberlerine isyan etmeleri sebebiyle nefislerine zulmeden şu kâfir kavim gazaba uğrayarak, yıkılarak, helak olarak rahmetten uzak olsun. Nite­kim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Onlara biz zulmetmedik. Fakat onlar ken­dilerine zulmettiler." (Zuhruf, 43/76).
Bu ayette onların son derece aşağılanacakları ve zillete uğrayacakları bil­dirilmekte, Allah'ın onlar üzerinde kudreti ortaya konmakta, onların duru­munda olan ve bu ayetleri dinleyip peygamberlerini yalanlayanlara da azabın isabet edeceği bildirilmektedir. [9]

Hz. Salih, Lût, Şuayb (A. S.) Ve Diğer Bazı Peygamberlerin Kıssaları


42- Sonra onların ardından başka nesil­ler yetiştirdik.
43-  Hiçbir ümmet kendi ecelini ne öne alabilir, ne de geciktirebilir.
44- Daha sonra peygamberimizi peş pe­şe gönderdik. Hangi ümmete peygambe­ri geldiyse onu yalanladılar. Biz de on­ları arka arkaya dizdik. Onları birer kıssa yaptık. İman etmeyen kavim rah­metten uzak olsun!

Açıklaması


"Sonra onların ardından başka nesiller yetiştirdik." Âd kavminin helak edilmesinden sonra dünyayı imar etme hususunda kendilerinden öncekilerin yerini almaları için Hz. Salih, Lût, Şuayb, Eyyub ve Yusuf (a.s.) kavmi gibi baş­ka kavim ve nesiller var ettik.
"Hiçbir ümmet kendi ecelini ne öne alabilir, ne de geciktirebilir." Bu üm­metlerden hiçbiri iman etmezlerse asla helaki için takdir edilen yahut azabı için tayin edilen vakitten önce helak olmaz, bu vakitten geri de kalmaz. Ayetin manası şudur: Helak olma vakti belirlenmiştir; ne öne alınabilir, ne de gecikti­rilir. O halde azaba girmekte acele etmeyin. Allah'ın nezdinde her şey belirli bir miktar iledir. Bu, insanın eceliyle irtibat halindedir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Onların ecelleri gelince ne bir an öne alınırlar, ne de geri bırakılabilir." (Nahl, 16/61).
"Daha sonra peygamberlerimizi peş peşe gönderdik." Biz her ümmete birbi­ri ardından gelen diğer peygamberleri gönderdik. Cenab-ı Hak şöyle buyuru­yor: "Andolsun ki biz her ümmete Allah'a kulluk edin, tağuttan kaçının diye (davette bulunan) bir peygamber gönderdik. Onlardan kimisine Allah hidayeti ihsan eyledi. Kimisinin üzerine de sapıklık gerçek oldu." (Nahl, 16/36).
"Hangi ümmete peygamber geldiyse onu yalanladılar." Peygamber ümme­tine şeriatlar ve hükümler yüklemek suretiyle geldiği zaman kavminin büyük bir kısmı onu yalanladılar. Bunlar peygamberlerini yalanlama hususunda ken­dilerinden önce geçen Allah'ın tufanda boğulmakla ve şiddetli çığlıkla helak et­tiği kavimlerin yolundan gidiyorlardı. Cenab-ı Hak şöyle buyuruyordu: "Ey kulların üzerine hasret (hazır ol! Çünkü) Onlar kendilerine herhangi bir pey­gamber gelmeyedursun, mutlaka onunla alay ederlerdi." (Yasin, 36/30).
"Biz onları" helak etmekle "arka arkaya dizdik." Mana şudur: Onlar pey­gamberlerini yalanladıklarında biz onları peşpeşe helak ettik. Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle buyuruyor: "Nuh'tan sonra nice nesilleri helak ettik." (İsra, 17/17).
"Biz onları birer kıssa yaptık." Onları insanlara haber ve kıssa haline ge­tirdik. "Ehadîs" kelimesi "uhdûse" kelimesinin çoğuludur. "Uhdûse" kelimesi insanların eğlence olarak hayretle anlattıkları şeylere denir. Bir ayet şu şekil­dedir: "Biz onları birer kıssa yaptık ve onları paramparça ettik." (Sebe,34/19).
"İman etmeyen kavim rahmetten uzak olsun." Helak olmak, yok olmak Al­lah'ın rahmetinden uzaklık Allah'ı ve Rasulünü tasdik etmeyen bir kavmin vasfıdır. Bu ifade her kâfire beddua, zem, azarlama ve şiddetli tehdit makamındadır. Bu ifade onların dünyada derhal helak oldukları gibi ahirette ebedî olarak azap edilmek üzere helak edilmelerinin de beklenmesi gerektiğine delil­dir. [10]

Hz. Musa Ve Harun (A. S.) Kıssası


45-  Daha sonra da Musa'yı ve kardeşi Harun'u mucizelerimizle ve apaçık bir kuvvetle gönderdik.
46-  (Bu iki peygamberi) Firavun ve er­kânına gönderdik. Fakat onlar kibirlen­diler. Zaten kendileri büyüklük tasla­yan bir kavim idi.
47- Şöyle dediler: Bu ikisinin kavimleri bize taparken, şimdi biz bizim gibi iki beşere mi iman edecek misiz?
48- Onlar Musa ve Harun'u yalanladılar. Böylece helak edilenlerden oldular.
49- Şüphesiz biz Musa'ya kavmi hidaye­te ersin diye kitabı (Tevrat'ı) verdik.

Açıklaması


"Daha sonra da Musa'yı ve kardeşi Harun'u mucizelerimizle ve apaçık bir kuvvetle gönderdik."
Önceki peygamberlerden sonra Firavun'a, kavminin önde gelenlerine ve kendisine uyan kıptîlere Musa'yı ve kardeşi Harun'u mucizelerle, hüccetlerle ve kesin burhanlarla gönderdik. Fakat bu kavim bu iki peygamberin beşer ol­maları sebebiyle, bunlara uymak ve emirlerine boyun eğmekten yüz çevirmek­te, büyüklük taslamaktadırlar. Nitekim geçmiş ümmetler peygamberlerin be­şer cinsinden gönderilmelerini inkâr etmişlerdi. Zaten kendileri büyüklük tas­layan bir kavim idi.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Firavun'a git. Çünkü o pek azmıştır. Onun için de ki: Senin (küfürden) temizlenmende meylin var mı? Ve sana Rabbini tanıtayım mı ki ondan korkasın." (Naziat, 79/17-19); "Gerçekten Firavun yeryüzünde büyüklük tasladı." (Kasas, 28/4).
Bu ayette geçen "âyât" (mucizeler) îbni Abbas'm (r.a.) dediği gibi şu dokuz mucizedir: Hz. Musa'nın âsâsı, Hz. Musa'nın eli, çekirge, bit, kurbağa, kan, de­nizin yarılması, kıtlık, nimetlerin ve bereketlerin azalması.
Bu ayet peygamberliğin Hz. Musa ile Hz. Harun arasında ortak olduğuna delâlet etmektedir. Aynı şekilde mucizeler de birdi. Hz. Musa'nın (a.s.) mucize­leri aynı zamanda Hz. Harun'un (a.s.) da mucizeleri idi.
Firavun ve kavminin iki önemli vasfı vardı:
a) Kibirlenme ve böbürlenmeleri,
b) Yüksek bir kavim olmaları. Yani dünya işlerinde, ya da çoklukta ve kuvvette yüksek seviyede idiler. Tarihî gerçeklerin delaletiyle medeniyet ve ilimde, izzet ve hakimiyette yüksek seviyede idiler.
Onlar şüphelerini şu şekilde ifade etmişler idi: "Bu ikisinin kavimleri bize taparken, şimdi biz bizim gibi iki beşere mi iman edecek misiz?" Yani Firavun ve adamları (kavminin ileri gelenleri) şöyle dediler: Hz. Musa ve Harun'un kavmi olan İsrailoğulları bizim emirlerimize boyun eğen kullarımız ve hizmet­çilerimiz olduğu halde şimdi biz nasıl Musa ve Harun'un emrine boyun eğeriz.
Yani peygamberlik ile Hz. Musa ve Hz. Harun'un beşer olma vasıfları on­ların ve kendilerine tabi olan insanların Firavun ve kavminin tebası olmaları çelişki arz etmektedir. Manevî güçlere iman etmeyen, peygamberliğin izzetini ve Allah'tan vahiy tebliğini mevki ve mala dayanan dünyevî makam ve mevki-lerle kıyas eden maddecilerin durumu daima böyledir.
Bu mana aynen Kureyş'lilerin şu ifadeleri gibidir: "Şu Kur'an bu iki kasa­badan birindeki büyük bir adama indirilmeli değil miydi?" (Zuhruf, 43/31).
Onların nübüvvet ve risalet için seçilmelerinin ölçüsü, Allah'ın peygam­berlerine ikramda bulunduğu, vahiy telakki etmek ve vahyi beşere tebliğ et­mek için kendilerini ehil kılan yüce faziletler ve sıfatlardır.
Firavun'un ve kavminin kibirlenmelerinin sonucu şu iki husus idi:
- Hz. Musa'nın (a.s.) peygamberliğini yalanlamaları,
- Hz. Musa'ya (a.s.) Tevrat'ın indirilmesi.
Birinci hususa şu ayet işaret etmektedir: "Onlar Musa ve Harun'u yalan­ladılar. Böylece helak edilenlerden oldular." Yani Firavun ve kavmi Hz. Musa ve Harun'u yalanladılar. Allah da Kulzûm denizinde (Kızıldeniz'de) boğmak su­retiyle hepsini bir günde helak etti. Nitekim Cenab-ı Hak peygamberlerini ya­lanlamaları sebebiyle geçmiş ümmetlerden kibirlenenleri de helak etmiştir.
İkinci hususu ise şu ayet ifade etmektedir: "Şüphesiz biz Musa'ya kavmi hidayete ersin diye kitabı verdik." Biz Musa'ya Tevrat'taki ilim ve hükümlere uymak suretiyle İsrailoğulları'nm hakkı bulması ümidiyle Firavun ve kavmi­nin boğulmasından sonra hüküm, emir ve nehiyleri ihtiva eden Tevrat'ı indir­dik.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurdu: "Andolsun ki biz evvelki nesilleri he­lak ettiğimizden sonra Musa'ya basiretler, bir hidayet ve rahmet olmak üzere o Kitab'ı vermişizdir. Olur ki onlar nasihat kabul ederler." (Kasas, 28/43).
İbni Kesir şöyle kaydeder: Allah Tevrat'ı indirdikten sonra hiçbir ümmeti tamamen helak etmedi. Bilâkis müminlere kâfirlerle savaşmayı emretti.[11]

Hz. İsa (A. S.) Ve Annesinin Kıssası


50- Biz Meryem'in oğlunu ve annesini bir mucize yaptık. Bu ikisini oturmaya elverişli ve akarsulu yüksekçe bir yerde barındırdık.

Açıklaması


Biz Hz. İsa (a.s.) ve annesini insanlar için kudretimize delâlet eden mucize kıldık. Zira Hz. İsa'yı babasız yarattık. Allah Tealâ Hz. İsa ve annesini bir ayet, bir mucize kıldı. Bu mucize Hz. Meryem'in Hz. İsa'yı babasız dünyaya getirme­sidir. Bu olağanüstü garip olayda her ikisi de ortak oldukları için tek bir ayet sayılmıştır. Bu durum her şeye kadir olan ilâhî kudrete delildir. Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "Biz Meryem 'i ve oğlunu bütün âlemlere bir mucize kıldık." (Enbiya, 21/91).
Biz bu iki kişiyi oturmaya, yerleşmeye elverişli, meyveli, ekinli ve verimli, kurumayan, açık akarsulu, yüksekçe bir yerde barındırdık. Bu yer -Katade'nin dediği gibi- Beytülmakdis idi. Bu gayet açıktır. Bir başka görüşe göre Filistin'in Remle şehridir. Bu görüş Ebu Hureyre'den de rivayet edilmiştir. Mukatil ve Dahhak şöyle demişlerdir: Bu yer Şam ovasıdır. Zira burası meyveli ve akarsu­lu bir yerdir.
İbni Kesir diyor ki: Bu husustaki görüşlerin akla en yakını şudur: "Biz bu ikisini oturmaya elverişli, akarsulu, yüksekçe bir yerde barındırdık." ayeti hak­kında Avfî'den gelen rivayette İbni Abbas şöyle dedi: Burada geçen "maîn" keli­mesi akarsudur. Bu da Allah Tealâ'nm hakkında: "Rabbin senin altında bir ne­hir meydana getirmiştir." (Meryem, 19/24) buyurduğu nehirdir.
Katade ve Dahhak ise şöyle demişlerdir: Bu yer Beytülmakdis'tir. Bu gö­rüş -Allah daha iyisini bilir- tercihe daha uygundur. Çünkü diğer ayette zikre­dilen budur. Kur'an ayetleri ise birbirini tefsir eder. Bu tefsir, daha uygundur. Sonra sahih hadislerle, sonra da diğer eserlerle tefsir yapılır.[12]

 

Hayattaki Temel Prensipler


51- Ey peygamberler! Temiz ve helâl rı-zıklardan yiyin, salih ameller işleyin. Şüphesiz ki ben sizin yaptıklarınızı çok iyi bilirim.
52- İşte bu (ümmet) bir tek ümmet ha­linde sizin ümmetinizdir. Ben de sizin Rabbinizim. O halde benden korkun.
53-  Onlar dinlerini aralarında parça parça edip fırkalara ayrıldılar. Her fır­ka kendi görüşüyle övünüp sevinmekte­dir.
54- Şimdi sen onları bir süre gaflet sar­hoşluğu içinde bırak.
55-  Onlar bizim kendilerine mallar ve oğullar vermekle...
56-  Onlara iyilik etmeye koştuğumuzu mu zannediyorlar? Hayır, onlar bu işin farkında değiller.

Açıklaması


1- "Ey Peygamberler! Temiz ve helâl rızıklardan yeyin, salih ameller işle­yin. Şüphesiz ki ben sizin yaptıklarınızı çok iyi bilirim."
Bu Allah tarafından peygamberlerine verilen helâlinden yemeyi ve nimete şükretmek için salih amelleri yerine getirmeyi ihtiva eden bir emirdir. Bu, he­lâlin, salih amel işlemeye bir yardımcı ve teşvik edici olduğuna delildir.
Allah Tealâ daha sonra bu emrin sebebini zikrederek şöyle buyurdu: "Şüp­hesiz ki ben yaptıklarınızı çok iyi bilirim." Yani ben sizin bütün amellerinizden
haberdarım. Bana bundan hiçbir şey gizli kalmaz. Bu amellerinizin karşılığını ben vereceğim.
Helâlin misallerinden biri Hz. İsa'nın (a.s.) annesinin dikiş parası ile geçinmesi, Hz. Davud'un (a.s.) -Sahih hadiste sabit olduğu gibi- elinin emeğini yemesi idi. Hz. Davud mucize ve olağanüstü bir iş olarak bizzat eliyle demiri halkalı zırh yapardı.                                                                                               
Sahih-i Müslim'deki bir hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyur­dular: "Hiçbir peygamber yoktur ki koyun gütmüş olmasın." Bunun üzerine:
- Sen de mi Ya Rasulallah? diye sordular. Efendimiz:
-Evet, ben de Kararit mevkiinde Mekkelilerin koyunlarını güderdim, bu­yurdu.                                                                                                                    
Müslim, Ahmed ve Tirmizî'nin Ebu Hureyre'den (r.a.) rivayet ettikleri bir hadiste Efendimiz (s.a.) şöyle buyurmuşlardır: "Ey insanlar! Allah güzeldir. Sa­dece güzel olanı kabul eder. Şüphesiz Allah müminlere peygamberlere emrettiği şeyi emretti. Allah şöyle buyurdu: "Ey peygamberler! Temiz ve helâl olan rızık-lardan yiyin. Salih ameller işleyin. Şüphesiz ki ben sizin yaptıklarınızı çok iyi bilirim." (Mü'minûn, 23/51). Yine şöyle buyurdu: "Ey iman edenler! Size rızık olarak verdiğimiz şeylerin temiz ve helâlinden yeyin." (Bakara, 2/172). Sonra saçı-sakalı darmadağınık, toz-duman, uzun yolculuk yapan kimseyi anlattı. Halbuki bu kimsenin yediği haramdır, içtiği haramdır, giydiği haramdır, ha­ramdan gıdalanmıştır. Bu kimse ellerini semaya açar. Ya Rab! Ya Rab! der. Bu­nun duası nasıl kabul edilsin ki?
İmam Ahmed, İbni Ebî Hatim, İbni Merduveyh ve Hakim Şeddad b. Evs'in (r.a.) kızkardeşi Ümmi Abdullah'tan rivayet ediyorlar: Ümmi Abdillah Peygam­berimiz (s.a.) oruçlu iken iftar etmek üzere bir bardak süt getirdi. Efendimiz (s.a.) sütü geri gönderdi ve kadına:
- Bu süt sana nereden geldi, diye sordurdu. Kadın:
-  Bana ait bir koyundan, diye cevap verdi. Efendimiz (s.a.) sütü getireni tekrar geri gönderdi, kadına:
- Bu koyunu nereden aldın? diye sordu, kadın:
- Kendi paramla satın aldım, dedi. Efendimiz (s.a.) sütü aldı.
Ertesi gün olunca Ümmi Abdillah Peygamberimiz'e (s.a.) geldi ve bu hareketinin sebebini sordu.
Efendimiz (s.a.):
-  Peygamberler sadece helâl ve temiz şeyleri yemekle ve salih amel işle­mekle emrolundular, buyurdu.
2- "işte bu ümmet bir tek ümmet halinde sizin ümmetinizdir. Ben de sizin Rabbinizim. O halde yalnız benden korkun."
Yani, ey peygamberler topluluğu! Sizin dininiz birdir, bir tek millettir. Bu da tek olan, ortağı olmayan Allah'a kulluğa davettir.
Bu ifade bütün dinlerin Allah'ın birliğini tebliğde ve O'nu bilmekle, ilgili esaslarında bir olduğuna delâlet eder. Ancak şeriatlerin ve ahkâm gibi furûa (teferruata) dair hükümlerin zamanlara ve durumlara göre farklı farklı oluşu­nun bir mahzuru yoktur. Bu durum dinde ihtilâf olarak adlandırılmaz.
Bütün peygamberlerin amellerinin varacağı yer Allah Tealâ'dır ve yüce Al­lah şöyle sesleniyor gibidir: Ben rububiyette tek olan Rabbinizim. Benim ce­zamdan sakının. Ben sizin Rabbiniz olduğum halde benim emrime aykırı dav­ranmayın.
3- "Onlar dinlerini aralarında parça parça edip fırkalara ayrıldılar. Her fırka kendi görüşüyle övünüp sevinmektedir."
Yani peygamberlere tabi olanlar dinlerini parça parça edip ayrıldılar. Çe­şitli fırkalar, guruplar ve cemaatler oldular. Her fırka içinde bulundukları sa­pıklıkla avunmaktadır. İçinde bulundukları fırkaların açık bir hakikat olduğu­na inanarak, kendilerinin hidayette olduğunu zannederek kendi fırkalarını be­ğenirler.
Bu parçalanma ve bölünmeyi açık bir şekilde zemmetmekte, ihtar ve teh­ditte bulunmaktadır. Bu sebeple Allah Tealâ onları tehdit ederek ve korkuta­rak şöyle buyurmaktadır:
"Şimdi sen onları bir süre gaflet sarhoşluğu içinde bırak." Yani ölünceye veya öldürülünceye ve azabın ilk başlangıcını ve belirtilerini görünceye kadar bilgisizlikleri ve sapıklıkları içinde bırak. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuru­yor: "Sen şimdilik o kâfirlere mühlet ver, onları biraz geciktiriver." (Tarık, 86/17); "Bırak onları, yesinler, faydalansınlar; onları ameli oyalaya dursun. On­lar sonra bilecekler." (Hıcr, 15/3).
4- "Onlar bizim kendilerine mallar ve oğullar vermekle, onlara iyilik etme­ye koştuğumuzu mu zannediyorlar? Hayır, onlar bu işin farkında değiller." Yani bu gurura kapılan kimseler bizim kendilerine verdiğimiz mal ve oğulların onla­rın bizim yanımızdaki değerleri ve bizim nezdimizdeki itibarları sebebiyle ol­duğunu mu zannediyorlar? Hayır, durum onların "Bizim mallarımız ve evlâdı­mız daha çoktur. Biz azap edilecek değiliz." (Sebe, 34/35) sözleriyle ifade ettik­leri gibi değildir.
Onlar bu hususta hata ettiler, ümitleri boşa gitti. Bilakis biz bunu bir is-tidraç olarak, mühlet vermek üzere yaparız. Bu sebeple Allah Tealâ şöyle bu­yurdu: "Hayır, onlar bu işin farkında değiller." Yani onlar bizim bunun kendile­rine bir istidraç olduğunu, tevbe etmezlerse onların elinden tutup azaba götür­mek üzere bir imtihan olduğunu hissetmiyorlar.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Artık onların ne malları, ne evlât­ları seni imrendirmesin. Allah bunlar sebebiyle ancak kendilerini dünya haya­tında azaba çarptırmayı... ister." (Tevbe, 9/55);
"Onlara fırsat vermemiz ancak günahlarını artırmaları içindir." (Âl-i İmran, 3/178);
"Artık bu sözü yalan sayanları bana bırak. Biz onları kendilerinin bilmeyecekleri bir yönden derece derece azaba yaklaştırıyoruz. Ben onlara mühlet veri­yorum. Şüphe yok ki benim tedbirim sağlamdır." (Kalem, 68/44-45).
"Onlar bizim kendilerine mallar ve oğullar vermekle onlara iyilik etmeye koştuğumuzu mu zannediyorlar?.." ayeti hakkında Katade şöyle diyor: Allah'a yemin olsun ki malları ve evladıyla Allah insanları imtihana tabi tuttu. Ey Ademoğlu! İnsanlara malları ve evlâdı sebebiyle itibar etmeyin. Sadece iman ve salih amelleri sebebiyle itibar edin.
İmam Ahmed'in Abdullah b. Mes'ud'dan (r.a.) rivayet ettiğine göre Pey­gamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz ki Allah aranızda rızıkları paylaştırdığı gibi aranızda ahlâkınızı da paylaştırdı. Şüphesiz ki Allah dünya­yı sevdiğine de sevmediğine de verir. Dini ise sadece sevdiğine verir. Allah kime dini verirse onu sevmiş demektir. Muhammed'in nefsi elinde olan Allah'a yemin ederim ki bir kul kalbi ve dili müslüman olmadıkça gerçek müslüman olmaz. Komşusu onun şerrinden emin olmadıkça gerçek mümin olmaz. Dediler ki:
- Onun şerri nedir ya Rasulallah? Buyurdu ki:
- Onun hilesi ve zulmüdür. Bir kul haram yolla bir mal kazanıp onu infak ederse o mal onun için mübarek olmaz. Bu malı tasadduk ederse kabul edilmez. Eğer bu malı sırtında bırakırsa o mal onun cehennem azığı olur. Şüphesiz Al­lah kötüyü kötü ile silmez. Fakat kötüyü iyi ile siler. Pis pisi silmez." [13]

Hayırlı İşlerde Yarışanların Vasıfları


57-  Gerçekten Rablerinin korkusundan titreyenler,
58- Rablerinin ayetlerine iman edenler,
59- Rablerine ortak koşmayanlar,
60-  Verdiklerini Rablerinin huzuruna dönecekler diye kalpleri ürpererek ve­renler,
61- İşte bu kimseler hayırlı işlerde yarış ederler ve bu yolda önde giderler.
62- Biz hiçbir kimseye gücünün üstün­de bir şey yüklemeyiz. Bizim nezdimiz-de gerçekleri konuşan bir kitap vardır. Onlara asla haksızlık edilmez.

Açıklaması


Bunlar hayırlı işlere koşanların sıfatlarıdır:
1- "Gerçekten Rablerinin korkusundan titreyenler..." Yani onlar Rablerinin azabından korkularından dolayı O'na daima itaat ederler. "İşfak"tan (titreme­den) murad edilen mana taatte devam etmektir. Yahut anlatılmak istenen ma­na şudur: Rablerinin korkusundan dolayı titrerler. Böylece korku ile titreme­nin bir arada zikredilmesi te'kit içindir.
2- "Rablerinin ayetlerine iman ederler." Yani Allah'ın kâinattaki ayetlerini ve indirilen Kur'an ayetlerini hiçbir şüphe olmayan tam bir tasdik ile tasdik ederler. Kâinat ayetleri göklerin, yerin ve insan nefsinin yoktan var edilmesi gibi inceleme ve düşünce vasıtasıyla Allah'ın varlığına delâlet eden, Allah'ın kudret ayetleridir.
Kur'an'da indirilmiş ayetler ise Hz. Meryem'den haber veren "Meryem Rabbinin kelimelerini ve kitaplarını tasdik etti." (Tahrim, 66/12) yani olan her şeyin Allah'ın kaderi ve kazası ile olduğuna yakinen inandı, ayetiyle Allah'ın koyduğu hükümler gibi ayetlerdir. Eğer bu hüküm bir emir ise Allah'ın sevdiği ve razı olduğu hususlardandır, eğer bir nehiy ise bu Allah'ın sevmediği ve hoş­lanmadığı şeylerdendir. Eğer hayır ise bu gerçektir.
3- "Rablerine ortak koşmayanlar..." Yani O'nunla birlikte başkasına ibadet etmeyenler bilakis sadece O'nun birliğini tanıyanlar ve tek olan, başka hiçbir varlığa muhtaç olmayan, eş ve evlât edinmeyen Allah'tan başka ilâh olmadığı­nı ve O'nun benzeri dengi olmadığını bilirler.
Dikkat edilmelidir ki ikinci vasıf "Rablerinin ayetlerine iman edenler" vas­fı) ile tevhide iman etme ve Allah'ın ortağı bulunduğunu reddetme yani "tevhid-i rububiyet" üçüncü vasıf ile "tevhid-i ulûhiyet" ilâhlık ve kullukta birliğin ispatı ve gizli şirkin reddedilmesi yani sadece Allah'a kulluk edilmesi ve ibade­tin sadece Allah için ve O'nun rızasını kazanmak için yapılmasına işaret vardır.
Ayetler sadece ikinci vasfı zikretmekle yetinmemişlerdir. Çünkü müşrik­lerden pek çoğu tevhid-i rububiyeti itiraf ediyorlardı. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır. "Yemin olsun ki onlara gökleri ve yeri kim yarattı diye sorsan mutlaka Allah derler." (Lokman, 31/25). Ama tevhid-i ulûhiyeti ve sade­ce Allah'a ibadette bulunmayı itiraf etmezler. Putlara, heykellere ve diğer tapı­nılan şeylere taparlar.
4- "Verdiklerini Rablerinin huzuruna dönecekler diye kalpleri ürpererek ve­renler..." Yani ihsanda bulunanlar, ihsan ve iyilik şartlarını yerine getirmede ihmalkârlık yaparız da bu sebeple amelimiz kabul edilmeyecek korkusuyla kalpleri ürpererek titreyerek verenler... Ki bu korkuları ihtiyat ve tedbir babın-dandır.
İmam Ahmed, Tirmizî ve İbni Hatim'in Hz. Aişe'den rivayetlerine göre Hz. Aişe (r.a.):
- Ya Rasulallah! "Verdiklerini... kalpleri ürpererek verenler" hırsızlık yapan, zina eden ve içki içen, Allah'tan korkan kimse midir? dedi. Efendimiz (s.a.):
- Hayır, ya Ebu Bekir'in kızı, ya Sıddık'm kızı! Fakat bu kimse namaz kı­lan, oruç tutan ve sadaka veren ve Allah'tan korkan kimsedir, buyurdu.
Cenab-ı Hakkın: "Rablerinin huzuruna dönecekler" ayeti "Onların Rableri­nin huzuruna dönmeleri sebebiyle" manasındadır.
Ayette geçen "vermek" anlamındaki kelimenin ifadesi zekât ve sadaka gibi maddî ihsana mahsus olmayıp isterse zekât ve kefaret v.b. gibi Allah Tealâ'nm haklan olsun, isterse emanetler, borçlar ve insanlar arasında adaleti gözetme gibi insanlara ait haklar olsun verilmesi gerekli her çeşit hakkı içine almakta­dır. Çünkü ibadet veya bir başka vazifede ihmalkâr olmaktan yahut herhangi bir eksiklik sebebiyle vazifede yanlışlık yapmaktan korkarak ve bunları titre­yerek yerine getiren kimse hakkını tam manasıyla ifa etme hususunda gayretli olur.
Bu vasıfların sıralanması son derece güzel bir şekilde yapılmıştır. Zira bi­rinci vasıf lâyık olmayan hususlardan kaçınmayı gerekli kılan şiddetli korku­nun meydana gelmesine delâlet etmektedir. İkinci vasıf imanın aslına ve iman konusunda derinleşmeye delâlet eder. Üçüncü vasıf ise ibadetlerde gösterişi terk etmeye delâlet eder. Dördüncü vasıf ise ibadet ve taatleri kusurlu yapmaktan korkarak yerine getirmeye delâlet etmektedir. Bu da sıddıklarm ma­kamının son noktasıdır.
"İşte bu kimseler hayırlı işlerde yarış ederler ve bu yolda önde giderler." Ya­ni ibadetlerde geri kalmamak için bu yolda koşarlar, dünyada yardım ve ikram çeşitlerinde acele davranırlar. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Al­lah onlara hem dünya nimetini hem de gü&el ahire* sevabım verdi. " (Al-i İm-ran, 3/148); "Biz ona dünyada mükâfatını verdik. Şüphesiz o ahirette de salih-^rdendir." (Ankebut, 29/27).
Onlar ibadet ve taatlerde insanların önüne geçmişlerdir. Kendilerine mal •re evlât verdiğimiz ve yanlışlıkla bunun kendilerine bir ikram olduğunu zanne-kâfîrfer değif, asıf 6u kimseler amerlerinin meyvesine ahiretten önce dün-kavuşmuşlardır.
Özetle: Gerçek mutluluk dünya mutluluğu değildir. Gerçek mutluluk güzel nnelle, korku ve ümitle birlikte sadaka vermekle kazanılan ahiret saadetidir.
İhlâslı müminlerin amellerinin durumunu beyan ettikten sonra Allah Te-ılâ kulların amellerinin hükümlerinden iki hükmü zikretti:
a) "Biz hiçbir kimseye gücünün üstünde bir şey yüklemeyiz." Yani bizim şe­riatımızın metodu hiçbir nefse gücünün miktarından fazlasını yüklememektir.
Bu ifade O'nun şeriatmâaki adaleti ve kullarına olan rahmetini bildirmek-edir. Bununla ayrıca salihleri tavsif ettiği güzel vasıflara teşvik ve nefislere olay geldiğini beyan etme manası kastedilmektedir.
b) "Bizim nezdimizde gerçekleri konuşan bir kitap vardır." Yani bizim katı­nızda insanların dünyadaki amellerini gerçeğe aykırı olmayan bir doğruluk ve aüyük bir dikkatle beyan eden amel defterleri -bir başka görüşe göre levh-i mahfuz- vardır.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "İşte kitabım size gerçekleri söylü->or. Şüphesiz biz -dünyada iken- yaptıklarınızı yazıyorduk." (Casiye, 45/29); "Eyvah bize! Bu nasıl deftermiş ki büyük küçük hiçbir şey bırakmadan hepsini >ayıp dökmüş, derler." (Kehf,18/49). Burada tercih edilen görüşe göre "kitap"tan murad amellerin tespit edildiği amel defterleridir.
Cenab-ı Hak bundan sonra yükümlülüğün kolay olduğunu ifade ettikten sonra hesap görmekte kullarına olan lütfunu beyan edip şöyle buyurdu: "Onlara asla haksızlık edilmez." Yani onlar hayrın mükâfatı hususunda hiçbir zarara ığratılmazlar. Bilâkis az ve çok yaptıkları amellerin sevabına nail olurlar. Ce­falarında ise arttırma yapılmaz. Onlara cezayı artırma veya sevabı eksiltme seklinde haksızlık yapılmaz. Bilakis Allah pek çok günahları affeder. [14]

Kâfirlerin Ve Kureyş Müşriklerinin İşledikleri Amellerin Hoş Karşılanmaması Ve Sebepleri


63-  Fakat onların kalpleri bundan gaf­let içindedir. Onların bunun dışında yapmakta oldukları başka işler de var­dır.
64-  Sonunda sefahet içinde olanlarını azapla yakaladığımız zaman da hemen feryat ederler.
65-  Bugün feryat etmeyin. Çünkü siz bizden hiç yardım görmeyeceksiniz.
66-  Size benim ayetlerim okunuyordu da, siz arkanızı dönüyordunuz.
67- (Ayetlerime karşı) böbürlenerek, ge­celeyin saçma sapan konuşuyordunuz.
68-  Onlar hâlâ Kur'an'ı düşünmüyorlar mı? Yoksa onlara geçmişteki atalarına gelmeyen bir şey mi geldi?
69- Yoksa kendi peygamberlerini tanı­madıkları için mi onu inkâr ediyorlar?
70- Yoksa "Onda bir delilik var" mı di­yorlar? Hayır o onlara hakkı getirmiş­tir. Ama onların çoğu haktan hoşlan­mazlar.
71- Eğer hak onların heva ve hevesleri­ne uysaydı hiç şüphesiz gökler, yeryüzü ve bunların içinde bulunan kimseler fe­sada uğrardı. Hayır, biz onlara şeref kaynağını getirdik. Fakat onlar kendi­leri için şeref vesilesi olan bu kitaptan yüz çeviriyorlar.
72- Yoksa sen onlardan bir ücret mi isti­yorsun? Rabbinin ücreti daha hayırlı­dır. O, rızık verenlerin en hayırlısıdır.
73-  Gerçekten sen onları dosdoğru bir yola çağırıyorsun.
74- Ama ahirete inanmayanlar o doğru yoldan mutlaka sapmaktadırlar.
75- Biz onlara merhamet edip başların­daki sıkıntıyı gidersek bile, onlar yine azgınlıkları içinde bocalayıp dururlar.
76- And olsun biz onları azapla yakalamıştık, ama onlar yine de Rablerine boyun eğmemişlerdi. Zaten onlar Allah'a yalvarmazlar.
77-  Nihayet üzerlerine şiddetli bir azap kapısı açtığımız zaman derhal o azabın içinde ümitsizlikle donakalırlar.

Açıklaması


"Fakat kâfirlerin kalpleri bundan gaflet içindedir." Yani kâfirlerin ve müş­riklerin kalpleri Kur'an'da şifa veren bu beyandan, en sağlam yolu gösterme­sinden, insanları dünya ve ahiretlerinde saadete eriştirmesinden gafildirler ve sapıklık içindedirler.
"Onların bunun dışında yapmakta oldukları başka işler de vardır." Yani kâfirlerin gaflet ve bilgisizlik dışında Allah'a şirk koşma, Kur'an'a, Peygambe-rimiz'e (s.a.) ve müminlere dil uzatma gibi kesin olarak gelecekte yapacakları o aşka kötü ve çirkin işler de vardır. Bunu zikretmesinin sebebi bu amellerin Allah'ın ilminde ve Levh-i Mahfuz'da tespit edilmiş olması ve Allah'ın ilmi bun­ları kuşattığı ve Allah'ın ilmi değişmeyeceği için, geçmişte onlar adına yazılıp tescil edilmiş olmasıdır.
"Sonunda sefahat içinde olanlarını azapla yakaladığımız zaman da hemen 'eryat ederler." Yani sonunda sefahat içinde olanlarını (dünyada nimet içinde şı­marmış olan kimseleri) şiddetli azap, sıkıntı ve musibet içinde bıraktığımız za­man hemen bağırır, imdat isterler.
Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle buyurmaktadır: "Hakkı ya­lanlayan o varlık sahiplerini bana bırak. Ve onlara mühlet ver. Çünkü bizim ya­nımızda eziyetler ve yakıcı bir ateş var." (Müzzemmil, 73/11-12).
"Biz onlardan önce nice ümmetleri helak ettik. O zaman çığlıklar kopardı­lar. Halbuki o vakit kurtulma vakti değildi." (Sad, 38/3).
"Bugün feryat etmeyin. Çünkü siz bizden hiç yardım görmeyeceksiniz." Ya­ni feryat etmenin hiç bir faydası ve yararı yoktur. Bu feryadınız size indirilme­si murad edilen azabı engelleyecek değildir. Bu durum kesinleşmiş ve azap va­cip olmuştur. Siz asla size yardımcı olacak ve sizinle acıklı azap arasında perde olacak hiçbir kimse bulamayacaksınız.
Allah'ın yardımının onlara ulaşmamasmın ve bu cezanın meydana gelme­sinin sebepleri üçtür.                                                                                  
*
1- "Size benim ayetlerim okunuyordu da, siz arkanızı dönüyordunuz." Yani size ne zaman Kur'an ayetleri okunursa siz bu ayetlerden nefret ediyorsunuz, bunları dinlemekten ve bu ayetleri okuyan kimseden yüz çeviriyorsunuz. Tıpkı geriye dönerken topukları üzerinde kaçan kimse gibi haktan kaçıyorsunuz. Ayette murad edilen mana şudur: Onlar haktan, gerçeklerden yüz çeviriyorlar. Çağırıldıkları zaman ayak diretirler. Talep edildikleri zaman gitmekten vazge­çerler.
2- "(Ayetlerime karşı) böbürlenerek..." Yani onlar haktan yüz çevirerek ve hakka karşı ayak direterek hakka karşı böbürlenerek, hakkı ve hak ehlini kü­çümseyerek kibirleniyorlar.
Ayette "bihi" nin zamiri Beyt-i Atik veya Harem'e racidir. Çünkü onunla gurur duyuyorlar ve Harem'e lâyık olmadıkları halde kendilerinin Harem'in muhibbi olduğuna inanıyorlardı. Ya da bu zamir Kur'an'a ve Hz. Muhammed'e (s.a.) racidir. Çünkü onlar Kur'an'ı sihir, şiir veya kâhinlik olarak niteliyorlar ve Peygamberimiz (s.a.) hakkında: "Sihirbaz, şair, kâhin, yalancı veya mecnun" diyorlardı. Bütün bunlar batıldır, Kur'an haktır. Hz. Muhammed (s.a.) hak pey­gamberdir. Haktan yüz çevirip böbürlenmek hiç de iyi bir davranış değildir.
3- "Geceleyin saçma sapan konuşuyorsunuz." Beytullah'm etrafında gecele­yin konuşarak Kur'an'ı terk ediyorsunuz. Ya da hezeyanlar savuruyorsunuz. Kur'an'ı anarak ve ona dil uzatarak gece sohbeti yapıyorsunuz. Buna göre "bi­hi" kelimesinin muallakı "Sâmiran" kelimesidir.
Cenab-ı Hak onların durumunu tavsif ettikten sonra onların bu işlere te­şebbüs etmelerinin şu dört sebepten birine bağlı olduğunu beyan etti.
a) "Onlar hâlâ Kur'an'ı düşünmüyorlar mı?" Müşrikler hâlâ bu yüce Kur'an'ı anlamaya çalışmıyorlar mı? Halbuki bu kitap özellikle onlara indiril­mişti. Kur'an beyanı, fesahati, belagatı ve yüce muhtevası ile gayet iyi bilini­yordu. Hiçbir peygambere ondan daha mükemmel ve daha şerefli bir kitap in-dirilmemişti. Onlara lâyık olan kendilerine verilen Allah'ın nimetini kabul et­mek, o nimete karşı şükretmek ve onu anlamaya gayret etmek ve onun gere­ğiyle amel etmektir.
b) "Yoksa onlara geçmişteki atalarına gelmeyen bir şey mi geldi?" Yoksa on­lar önceki ümmetlere peygamberlerin mucizelerle desteklenerek peş peşe gel­diklerini tevatür yoluyla bilmelerine rağmen Peygamberin gelişinin normal şartlara aykırı, olağanüstü bir durum olduğuna mı inanıyorlar? Bu bilgi onla­rın bu peygamberi tasdik etmelerine sebep olmuyor mu?
c) "Yoksa kendi peygamberlerini tanımadıkları için mi onu inkâr ediyor­lar?" Yani belki de onlar peygamberlerini peygamberlikten önceki yüksek has-letleriyle tanımıyorlar da onun için mi inkâr ediyorlar? Halbuki onlar onun doğru sözlü ve güvenilir olduğunu, yalandan ve kötü ahlâktan kaçtığını gayet iyi biliyorlardı. Onun "el-Emin (Güvenilir)" olarak adlandırılmasında görüşbir-liğine vardıktan sonra onu nasıl^alanlarlar?
Bu sebeple Ca'ferb. EbîTalib (r.aj Habeşistan kralı Necaşı'ye: - Ey Melik! Allah bizim içimizden soyunu, doğruluğunu ve güvenilirliğini bildiğimiz bir rasul gönderdi, demişti.
Yine Mugire b. Şu'be (r.a.) Kisra'nın vekiliyle mübareze ettiği zaman bu­nun benzeri bir söz söylemişti. Bizans kralı Herakl, Ebu Süfyan Sahr b. Harb ve arkadaşlarına Peygamberimiz'in (s.a.) vasıfları, soyu, dürüstlüğü ve güveni­lirliği hakkında sorular sorduğu zaman Ebu Süfyan ve arkadaşları kâfir olup henüz müslüman olmamışlardı ama onun doğrulukla muttasıf olduklarını iti­raf etmişlerdi.
ç) Yoksa "onda delilik var" mı diyorlar? Yani onlar peygamberin akıl ve dü­şünce bakımından insanların en üstünü olduğunu bilmelerine rağmen onda ne dediğini bilmeyecek derecede delilik mi var, diyorlar?
Daha sonra Allah Tealâ onların iman etmemelerinin hakiki sebebini şöyle beyan etti:
"Hayır, o onlara hakkı getirmiştir. Ama onların çoğu haktan hoşlanmaz­lar. " Hayır o doğru sözlü ve güvenilir peygamber hiç değişmeyen ve başka çıkış yolu olmayan hakkı getirmiştir. Bu hak Allah'ın birliği ve gerçek saadeti temin edecek şeriatıdır. Fakat kalplerinde şirk kökleştiği için, babalarını ve dedeleri­ni taklit yoluna sarıldıkları için mevkilerini, liderlik ve başkanlık makamlarını korumak için onların çoğu bu gerçekten hoşlanmazlar.
Cenab-ı Hak "Onların çoğu" buyurdu. Çünkü onlardan bir kısmı haktan hoşlanmadıkları için değil, Ebu Talib hakkında anlatıldığı gibi onurları ve gu­rurları sebebiyle kendi kavimlerinin tenkit ve ayıplamalarından korkmaları sebebiyle imanı terk ettiler.
"Eğer hak onların heva ve heveslerine uysaydı hiç şüphesiz gökler, yeryüzü ve bunların içinde bulunan kimseler fesada uğrardı." Hak batılın zıttı olan her şeydir. O değişmeyen, doğru olan, gerçek ve doğru yoldur. Hak insanların heva ve heveslerine uysaydı batıla çevrilir, bütün kâinatın sistemi bozulurdu. Bir başka görüşe göre hak, İslâm demektir. İslâm onların heva ve heveslerine uysa ve şirke çevrilse Allah kıyameti getirir ve bütün âlemi helak ederdi. Kata-de'den: "Hak, Allah Tealâdır" görüşü nakledilmiştir. Buna göre ayetin manası şöyledir. Allah onların heva ve heveslerine tabi olan, şirk ve masiyetleri emre­den bir ilâh olsaydı gerçek ilâh olmaz, şeytan olurdu.
Umumî mana şöyledir: Hak heva ve hevese uymaz. Bilakis insanın üzeri­ne vacip olan heva ve hevesi terk edip hakka uymaktır. Çünkü heva ve hevese uymak büyük fesada, bozgunculuğa sebep olmaktadır. Dolayısıyla Kur'an, zulmün mubah sayılması, adaletin terk edilmesi, yağmacılık, soygunculuk ve hır­sızlığın normal sayılması, zinanın ve adam öldürmenin caiz sayılması, ahlâkî değerlerin ihmal edilmesi gibi anarşi ve haktan sapmanın bulunduğu kanunla­rı kabul ederek, Allah'a şirk koşma ve putperestliği onaylayarak gelseydi dün­yanın düzeni tamamen bozulur ve çelişki meydana gelirdi. Medeniyet geriler, gökler ile yeryüzü ve bunların içinde bulunan varlıklar hepsinin heva ve heves­leri bozuk ve farklı olduğu için tamamen fesada uğrardı. Eğer tecavüz normal sayılsaydı güvenlik ortadan kalkardı. Zulüm mubah görülseydi medeniyet yıkı­lırdı. Zina caiz olsaydı soy-sop birbirine karışır, aileler yıkılırdı...
Onların düşünceleri ve sözlerinden biri de Kur'an'm anlattığı şu husus idi: "Bu Kur'an şu iki kasabadan büyük bir adama indirilseydi ya!" (Zuhruf, 43/31).
Buna şu şekilde cevap verilmişti: "Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırı­yorlar?" (Zuhruf, 43/32); "De ki: "Eğer Rabbimin rahmetinin hazinelerine sizler sahip olsaydınız o takdirde harcama korkusuyla mutlaka cimrilik yapardınız." (İsra, 17/100); "Yoksa onların bu mülkten bir hisseleri mi var? O takdirde onlar insanlara hurma çekirdeğinin zarını bile vermezlerdi." (Nisa, 4/53).
Ayette geçen "Ve-men fîhinne" kelimesinin zamiri gökyüzündeki melekler, yeryüzünün insanları ve cinleri gibi akıl sahiplerine işaret etmektedir. Akıl sa­hibi olmayan varlıklar ise akıl sahibi varlıklara tabidirler.
Daha sonra Allah Tealâ hak, hidayet ve hayır alâmetlerinden yüz çevir­dikleri için onları ayıplayarak şöyle buyurdu: "Hayır, biz onlara şeref kaynağını getirdik. Fakat onlar kendileri için şeref vesilesi olan bu kitaptan yüz çeviriyor­lar. " Yani biz onlara öğüt olan ya da içinde onların şerefi, övüncü ve itibarlarını yüceltme bulunan Kur'an'ı getirdik. Nitekim Cenab-ı Hâk bir başka ayette şöy­le buyurmaktadır: "Şüphesiz ki O (Kur'an) senin ve kavmin için bir öğüt ve şe­reftir. " (Zuhruf, 43/44). Fakat onlar, kendileri için ebediyet ve şeref olan bu zi­kirden yüz çevirmektedirler.
Sonra Peygamberimizin (s.a.) davetindeki ihlâsmı açıklayarak şöyle buyurdu:
"Yoksa sen onlardan bir ücret mi istiyorsun? Rabbinin ücreti daha hayırlı­dır. O rızık verenlerin en hayırlısıdır." Yani sen bu ilâhî mesajı tebliğ etmek, hi­dayete davet etmek ve şanı yüceltmek üzere ücret mi istiyorsun ki onlar sana iman etmiyorlar, senden usanç duyup sana buğzediyorlar? Burada anlatılmak istenen husus bu suçlamanın ondan uzak olması ve peygamberimizin bu görevi yerine getirmek için bir bedel istememesidir. Dolayısıyla onların peygamberin sözünü kabul etmekten uzak kalmaları caiz değildir. Allah'ın nezdindeki sevap dünyanın ücretinden daha hayırlıdır. Allah nimet verenlerin, mükâfat verenle­rin en faziletlisi, en üstünüdür.
Kur'an'da bu ayetin benzerleri çoktur. Meselâ: "De ki: Sizden isteyeceğim ücret sizin olsun. Benim ecir ve ücretim Allah'a aittir." (Sebe, 34/47); "De ki: Ben sizden hiçbir ücret istemiyorum. Ben size kendiliğinden bir şey yükleyenler­den değilim." (Sad, 38/86); "De ki: Ben sizden buna karşılık bir ücret istemiyo­rum. Ancak yakın akrabamı sevmenizi istiyorum." (Şûrâ,42/23).
Özetle: Onlar Peygamberimiz'in (s.a.) davetine icabet etmemekte mazur değildirler. Allah onu insanlık hayatı için yüksek bir düstur ile te'yit etmiştir. Onun mal, mülk ve mevki olarak maddi hiçbir tamahkârlığı yoktur.
Allah Tealâ Rasulünün (s.a.) getirdiği kitabın doğruluğunu beyan ederek şöyle buyurdu:
"Gerçekten sen onları dosdoğru bir yola çağırıyorsun." Yani Ey Muham-med! Sen bütün insanları ve bu arada Kureyş müşriklerini dosdoğru yola, doğ­ru sağlam dine, izzet ve şerefin yoluna, hayra, doğruluğa ve orta yola davet ediyorsun.
Bu yol dinî ve dünyevî proplemlerin çözümü ve insanlığın dertleri için şifa verici ilâç olan İslâm'dır. Nitekim bozulmamış selim akıl sahipleri ile ilim ve kültür adamlarının yaptıkları İslâm düşmanlığından uzak tarafsız araştırma­ları buna tanık olmuştur.
"Ama ahirete iman etmeyenler o doğru yoldan mutlaka sapmaktadırlar." Yani öldükten sonra dirilmeyi tasdik etmeyen, ahireti yalanlayanlar bu yoldan uzak, sapmış ve zulme düşmüş kimselerdir. Çünkü doğru yol birdir. Bu yola karşı olan yollar pek çoktur.
"Biz onlara merhamet edip başlarındaki sıkıntıyı gidersek bile, onlar yine azgınlıkları içinde bocalayıp dururlar." Yani bu kâfirlere geniş rahmetimizden bol bol versek, onlardan sıkıntıyı gidersek ve Kur'an'ı onlara anlatsak bile on­lar Kur'an'a iman etmeyecek ve ona boyun eğmeyeceklerdir; sapıklıkları içinde devam edecekler, inatçılıkları ve azgınlıklarında devam edecekler, şaşkın ve te­reddüt içinde kalacaklardır. Nitekim Cenab-ı Hak bir ayette şöyle buyurmakta­dır: "Eğer Allah onlarda bir hayır görseydi elbette onlara duyururdu. Onlara duyursa bile yine onlar muhakkak ki yüz çevirdikleri halde arkalarına döner­di." (Enfal,8/23).
"Andolsun biz onları azapla yakalamıştık ama onlar yine de Rablerine bo­yun eğmemişlerdi. Zaten onlar Allah 'a yalvarmazlar." Yani biz onları musibet­ler ve zorluklarla imtihan ettik. Bu durum onları içinde bulundukları inkarcı­lık ve hakka muhalefetten çevirmedi. Bilakis azgınlıkları ve sapıklıkları üzeri­ne devam ettiler. Rablerine boyun eğip ürpermediler. Dua edip huzurunda eğil­mediler. Nitekim Cenab-ı Hak bu çeşit kimseler hakkında şöyle buyurmakta­dır: "Onlara azabımız geldiği zaman yalvarmak değil raiydiler. Fakat kalpleri katılaştı." (En'am, 6/43).
Cenab-ı Hak daha sonra onların sonunun ne olacağını haber verdi: "Niha­yet üzerlerine şiddetli bir azap kapısı açtığımız zaman derhal o azabın içinde ümitsizlikle donakalırlar." Yani onlara Allah'ın emri gelip de kıyamet ansızın gelince ve hiç ummadıkları şekilde onlara azap gelince bütün hayırlardan ve her çeşit rahattan ümitsizliğe düşer, umutları kesilir, hayalleri yıkılır. [15]

Allah'ın Kullarına Büyük Nimetleri


78-  Sizin için kulaklar, gözler ve gönül­ler yaratan O'dur. Pek az şükrediyorsu­nuz.
79-  Sizi yeryüzünde yeşerten O'dur. Siz ancak O'nun huzurunda toplanacaksı­nız.
80-  Hayat veren de öldüren de O'dur. Gece ve gündüzün değişmesi O'nun em-riyledir. Siz hiç aklınızı kullanmaz mı­sınız?

Açıklaması


Allah Tealâ kudretine, hikmetine ve ilmine delâlet eden büyük nimetlerle kullarına lütufta bulunmuştur. Bu nimetler şunlardır:
1- "Sizin için kulaklar, gözler ve gönüller yaratan O'dur." Sizin için sesleri duyacak kulakları, eşyayı görmek için gözleri, olayları anlamak için ve dünya ve ahiretin menfaatlerini temin etmeye götüren gerçekleri idrak etmek için akılları yaratan Allah'tır.
"Pek az şükrediyorsunuz." Yani içlerinden şükredenler pek azdır. Yani Al­lah'ın kendilerine verdiği nimetlere karşılık onlar Allah'a çok az şükrederler. Mana şudur: Onlar Allah'ın büyük nimetlerine karşılık O'na şükretmezler. Ni­tekim nankör kimse için "Falan ne az şükretmektedir!" denir. Bu ifade aynen şu ayetteki gibidir: "Ne kadar arzu etsen de insanların çoğu mümin değildir." (Yusuf, 12/103).
2- "Sizi yeryüzünde yeşerten O'dur. Siz ancak O'nun huzurunda toplana­caksınız. " Sizi yaratan ve yeryüzünü imar edip medeniyete kavuşmanız için si­zi çoğaltarak yeryüzünde yayan, sizi cinsleri, renkleri, dilleri ve sıfatları farklı olarak yeryüzünün değişik bölgelerine dağıtan Allah'tır. Sonra kıyamet günü belirli bir günde buluşmak üzere hep birlikte toplanacaksınız. Cenab-ı Hak kü-çük-büyük hiçbir şey bırakmadan başlangıçta yarattığı gibi aynı şekilde dirilte-cektir. Hüküm yalnız O'nundur.
3- "Hayat veren de öldüren de O'dur." Size hayat nimeti bahşeden O'dur. Fakat bu nimet ebedî değildir. Ancak bundan maksat sevap yurduna intikal et­mektir. Bu da can verdikten sonra öldürmek, sonra da amellere karşılık veril­mesi için tekrar diriltmek suretiyle olur.
4- "Gece ve gündüzün değişmesi O'nun emriyledir." Gece ve gündüzün in­sanların emirlerine verilmesi ve herbirinin birbirini takip edecek şekilde, has­sas bir sistemle ve belirli bir zaman içerisinde birbirinden ayrılmadan devam etmelerinin temini sadece Allah'a aittir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmak­tadır: "Ne güneşin aya erişmesi gerekir, ne de gece gündüzü geçer. Her biri bir yörüngede yüzmektedir." (Yasin, 36/40).
Bundan sonra Cenab-ı Hak bütün bunları düşünmemekten sakındırarak şöyle buyurdu:
"Siz hiç aklınızı kullanmaz mısınız?" Bu şeyler hakkında hiç düşünmez misiniz? O'nun kudretinin, Rab oluşunun ve birliğinin mahiyetini düşünmez misiniz? Akıllarınız size her şeyi ezici güce sahip olan, her şeyin kendisine bo­yun eğdiği aziz ve alîm (her şeyi bilen) bir Allah'ın varlığını göstermiyor mu? Böylece Allah'ın var olduğunu, hayat sahibi ve kudret sahibi olduğunu gayet iyi bilirsiniz. Bu ayette ihtar ve tehdit yapıldığına delil vardır. [16]

Müşriklerin Dirilişi İnkar Etmeleri Ve Bunun Kesin Delillerle İspat Edilmesi


81-  Hayır, onlar öncekilerin söyledikle­rini söyleyip durdular.
82-  Onlar: "Ölüp toprak ve kemik oldu­ğumuz zaman mı, gerçekten biz mi di­riltilecek misiz" dediler.
83- Şüphesiz biz de daha önce atalarımı­za yapılan tehditle tehdit edildik. Bu öncekilerin efsanelerinden başka bir şey değildir (dediler).
84- De ki: "Eğer biliyorsanız söyleyin ba­kalım, yeryüzü ve yeryüzünde bulunan­lar kimindir?"
85- "Allah'ındır." diyecekler. O halde siz hiç düşünmez misiniz?" de.
86- 'Yedi göğün Rabbi ve o yüce arşın Rabbi kimdir?" de.
87- "Allah'tır." diyecekler. "Öyleyse siz hiç O'ndan korkmaz mısınız?" de.
88- "Her şeyin mülkiyetini elinde tutan, koruyan fakat kendisi hiç bir şekilde korunmayan (himayeye muhtaç olma­yan) kimdir? Biliyorsanız söyleyin." de.
89- "Allah'tır." diyecekler. 'Peki siz nasıl aldanıyorsunuz?" de.
90-  Doğrusu biz onlara hakkı getirdik. Fakat onlar yalancıdırlar.

 

Açıklaması


Müşrikler kendilerini Allah'ın birliğine ve öldükten sonra diriltmeye kadir olduğuna irşad edecek akıllarını kullanmamaları sebebiyle -önceki ayetle de kı­nanıp tehdit edilmelerine rağmen- önceki ilkel insanların sözlerini aynen tek­rar ettiler:
"Bilakis onlar öncekilerin söyledikleri gibi söylediler." Bütün geçen husus­lara rağmen bu müşrikler öldükten sonra dirilmeyi inkâr etmekte ve bunu uzak bir ihtimal olarak görmektedirler. Onlar hiçbir burhan olmaksızın körü körüne taklit etmek üzere peygamberlerini yalanlayan geçmişlerinin sözlerini tekrar ettiler. Bu onları kendi sözleriyle ayıplama ifadesidir. Bu sözün tafsilatı iki şekildedir:
a) "Dediler ki: Biz öldükten ve toprak olduktan sonra mı diriltileceğiz1?" Ya­ni biz öldükten sonra ve çürümüş kemikler olduktan sonra hayata mı dönece­ğiz? Onlar bunda meydana gelmesini uzak bir ihtimal olarak görüyorlardı.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştu: "Onlar derler ki: Biz mi sahiden eski hale döndürülmüş olacağız? Biz çürüyüp dağılmış kemikler olduğumuz va­kit mi? Dediler ki: Öyle ise bu (hayata dönüş) ziyanlı bir dönüştür. Fakat o an­cak bir tek haykırıştır. Ki o zaman onlar hemen (diri olarak) toprağın yüzünde-dirler." (Naziat, 79/10-14).
"İnsan kendisini bir nutfeden yarattığımızı görmüyor mu ki o açıktan açı­ğa bir hasım olmaktadır. O kendi yaradılışını unutarak bize bir misal getirdi. "Bu çürümüş kemiklere kim can verecekmiş?" dedi. De ki: Onları ilk defa yara­tan diriltecek. O her yarattığını gayet iyi bilendir." (Yasin, 36/77-78).
b) "Şüphesiz biz de daha önce atalarımıza yapılan tehditle tehdit edildik." Yani Muhammed'in haber verdiği öldükten sonra diriliş vaadini eskiden geçmiş peygamberler de vaad etmişlerdi. Sonra onlar ahmaklıkları sebebiyle bu dirili­şin dünya hayatında olacağını zannediyorlardı.
"Bu öncekilerin efsanelerinden başka bir şey değildir." Yani, "Bu öldükten sonra diriliş vaadi eskilerin yalanlamalarından, masallarından ve batıl inanç­larından başka bir şey değildir. Biz bu efsaneleri şuursuz olarak, doğruluğunu ispat eden hiçbir delil olmadan babadan oğula aldık." diye iddia ettiler.
Cenab-ı Hak sonra onlara dirilişi ispat için üç burhan ile cevap verdi: 1- "De ki: Eğer biliyorsanız, söyleyin bakalım yeryüzü ve yeryüzünde bulu­nanlar kimindir?" Yani ey peygamber! Ahireti inkâr edenlere şöyle de: Yeryü­zünü ve içinde bulunan hayvan, bitki, meyve ve benzeri varlıkları yaratan kim­dir, yeryüzünün gerçek sahibi kimdir? Siz eğer biliyorsanız" ifadesi onları hiçe almakta ve bilgisizliklerini vurgulamaktadır.
"Allah'ındır, diyecekler." Yani onlar aklın gereği olarak bütün bunların, mülk, yaratık ve idare olarak sadece Allah'ın olduğunu gösterdiği gerçeğini iti­raf edeceklerdir.
"De ki: O halde siz hiç düşünmez misiniz? " Onlara şöyle söyle: Onlar bu varlıkları başlangıçta yaratanın tekrar yaratmaya kadir olduğunu düşünmüyor ve ibret almıyorlar mı? İbadetin sadece yaratan ve rızık verene ait olacağı­nı başkasına ait olmayacağını düşünmüyorlar mı? Cenab-ı Hakkın bu ayetinin manası, üzerinde bulundukları yolun batıl olduğunu anlamak için düşünmeye teşvik etmektir.
Bu kesin burhan, tekrar dirilişi inkâr edenlere ve Allah'ın rububiyetini iti­raf eden ve Allah'la birlikte başka varlıklara tapan müşriklere, putperestliğe cevap mahiyetindedir. Bunlar Allah ile birlikte ilâhlıkta başkasını ortak koş­makta ve tapındıkları varlıkların hiçbir şey yaratamayacaklarını ve hiçbir şeye sahip olmadıklarını itiraf etmelerine rağmen Allah'tan başkasına tapmaktadır­lar. Onlar bununla sadece onların Allah'a yaklaştırdıklarına inanıyorlardı: "Biz sadece bizi Allah'a yaklaştırmaları için onlara tapıyoruz."
2- "De ki: Yedi kat göğün Rabbi ve o yüce arşın Rabbi kimdir1?" Yine onlara şöyle söyle: Şu göklerin ve göklerde bulunan yıldızların ve meleklerin yaratıcısı kimdir? Bütün varlıkların tavanı hüviyetindeki bu muazzam arşın yaratıcısı kimdir? Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "O'nun kürsîsi gökleri ve yeri kuşatmıştır." (Bakara, 2/255).
Yine Ebu Davud'un Peygamberimiz'den (s.a.) rivayet ettiği bir hadis-i şe­rifte şöyle buyurmaktadır: "Allah'ın şanı bundan çok daha yücedir. Arşı sema­larının üstünde aynen şu şekildedir." Eliyle kubbe gibi işaret buyurdu.
Bir başka hadiste şöyle buyurmaktadır: "Yedi kat gökler, yedi kat yerler, bunların aralarında ve içinde bulunan varlıklar kürsînin yanında bir çöle atı­lan bir halka gibidir. Kürsî ise içindekilerle birlikte arşa nispetle bu çöldeki halka gibidir."
"Arş" şu iki hususiyeti bir arada bulundurmaktadır:
- Genişlik ve yükseklikte büyüklük ve azamet: 'Yüce arşın Rabbidir."
-  Güzellik ve göz alıcılık. Nitekim bu surenin sonunda şöyle buyurulmak-tadır: "Değerli arşın Rabbidir." Yani güzel ve gözalıcı arşın Rabbidir demektir.
"Allah'tır, diyecekler." Yani onlar derhal bunun sadece Allah'a ait olduğunu itiraf edeceklerdir. Ondan başka cevap yoktur.
"De ki: Öyleyse siz hiç O'ndan korkmaz mısınız?" Yani siz bunu itiraf etti­ğinize göre Allah'ın cezasından korkmuyor musunuz?
Süflî ve ulvî âlemler Allah Tealâ'mn mülkü olduğu gibi bu iki âlemin işle­rini idare etmek de sadece O'na aittir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmakta­dır:
"De ki: Her şeyin mülkiyetini elinde tutan kimdir?" Yani mülk, tasarruf ve idare O'nun elindedir. Nitekim şöyle buyurmaktadır: "Hiçbir canlı yoktur ki O onların perçeminden tutmuş olmasın." (Hud, 11/56). Yani bunlarda tasarruf sa­hibidir.
"... koruyan fakat kendisinden hiçbir şekilde korunmayan kimdir? Biliyor­sanız söyleyin, de." Yani O dilediğine yardım eden, dilediğini himaye eden, 'hiç­bir kimsenin O'ndan hiçbir kimseyi himaye edemediği, engel olunamayan, karşı çıkılmayan muazzam bir şahsiyettir. O'nun dilediği şey olur, O'nun dilemedi­ği olmaz. Siz ilim ehli iseniz (söyleyin).
"Allah 'tır, diyecekler." Yani onlar mülkün gerçek sahibinin ve gerçek idare edenin başkası değil sadece Allah olduğunu, dolayısıyla O'nun hükmünü orta­dan kaldıracak ve Onun kazasını reddecek hiçbir güç olmadığını itiraf edecek­ler. Burada ve daha önceki yerlerdeki "lillâh" kelimesi "Allâhü" şeklinde de okunmuştur. Mana bakımından bu ikisi arasında hiçbir fark yoktur. Çünkü "O'nun Rabbi kimdir" ve "O kimindir?" sözleri aynı manadadır.
"De ki: Peki, siz nasıl aldanıyorsunuz?" Garipser bir eda ile ve onları ten­kit ederek şöyle söyle: Allah'ın birliğine inanmayı ve O'na itaati bırakıp nasıl aldanıyorsunuz? Aldatan, şeytan ve nefsî arzulardır. Yahut Allah'ın yaratıcı, mülkün gerçek sahibi ve gerçek idareci olduğunu açıkça ifade etmenize, bunu bilmenize ve itiraf etmenize rağmen Allah ile birlikte başka varlıklara tapma­nızı akıllarınız nasıl kabul eder?
"Doğrusu, biz onlara hakkı getirdik. Fakat onlar yalancıdırlar." Hayır, biz onlara hak sözü ve sadık delili ve Allah'tan başka ilâh olmadığı şeklinde değiş­mez gerçeği getirdik. Buna delâlet eden kesin delilleri ortaya koyduk. Fakat onlar bununla birlikte hakkı inkâr hususunda ve Allah'la beraber başka var­lıklara tapınmakta ısrar ederek yalancı durumuna düştüler. Bu hususta onla­rın lehine hiçbir delil yoktur.
Nitekim surenin sonunda şöyle buyurulmuştur: "Kim Allah 'la birlikte baş­ka bir ilâha yalvarırsa onun bu hususta hiçbir burhanı yoktur. Onun hesabı sa­dece Rabbinin nezdindedir. Şüphesiz ki kâfirler kurtuluşa ermezler." O müşrik­ler bunu bir delile dayanarak değil, sadece şaşkın ve bilgisiz babalarına ve geç­mişlerine uyarak yapmaktadırlar.
Bu ayetlerde Allah'ın evlâdı olduğu ve ortağı bulunduğu iddialarına karşı korkutma ve tehdit vardır. [17]

Allah Tealâ'nın Evlâdı Ve Ortağı Bulunduğunun Reddedilmesi


91-  Allah asla çocuk edinmemiştir. O'nunla birlikte bir başka ilâh da yok­tur. Aksi takdirde her ilâh kendi yarat­tığını alır götürürdü. Ayrıca birbirleri­ne üstün gelmeye çalışırdı. Allah onla­rın (müşriklerin) yakıştırdıkları sıfat­lardan münezzehtir.
92- O gaybı da, görünen âlemi de bilir. O onların tuttukları ortaklardan yücedir.

Açıklaması


Allah Tealâ kendi nefsini şu iki şeyden tenzih etmekte ve şöyle buyurmak­tadır: "Allah hiçbir evlât edinmemiştir." Yani melekler Allah'ın kızlarıdır diyen bazı müşriklerin iddia ettikleri gibi Allah'ın asla evlâdı yoktur.
"O'nunla birlikte başka hiçbir ilâh yoktur." Putları tanrı edinen putperest­lerin tasavvur ettikleri gibi Allah ile birlikte bu âlemin yaratılmasından sonra ilâhlıkta O'na ortak olan, O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur.
"Aksi takdirde her ilâh yarattığını alır götürür, birbirlerine üstünlük tas­larlardı. " Yani birden fazla ilâh bulunduğu kabul edilirse bu ilâhlardan her biri yarattığı varlıklarla başbaşa kalır, var ettiğiyle bağımsızlık kazanır, her birinin mülkü diğerinin mülkünden ayrılırdı. Çünkü ortaklığın devam etmesi imkân­sızdır. Herbirinin düşüncesi diğerini yenmek olur, güçlünün zayıf üzerindeki gücünün ortaya çıkması için dünya krallarının yaptığı gibi her biri diğerini ezip onun üzerine hakim olmak isterdi. Eğer bu üstünlük mücadelesi ve parça­lama olursa varlığın düzeni bozulur, gökler, yeryüzü ve bunların içinde bulu­nanlar fesada uğrardı.
Ancak görünen odur ki bütün kâinat düzenli ve planlıdır. Son derece ni­zam ve mükemmel bir düzen içindedir. Süflî âlem ile ulvî âlemden her biri hiç-' bir çatışma ve düzensizlik olmaksızın irtibat içindedir.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Rahmanın yaratışında hiçbir düzensizlik göremezsin." (Mülk, 67/3); "Gerçekten göklerin ve yeryüzünün yara­dılışında gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde akıl sahipleri için nice ib­ret verici deliller vardır." (Âl-i İmran, 3/190).
İlâhların birden fazla olmasının imkânsız olduğu sabit olup kâfirlerin her iki durumdaki sözleri batıl ve asılsız olunca Allah Tealâ şöyle buyurdu: 'Allah onların yakıştırdıkları sıfatlardan münezzehtir." Yani bir ve tek olan, hak olan Allah, O'nun oğlu ve ortağı bulunduğu şeklindeki iddia sahibi zalimlerin söyle­diklerinden çok çok uzaktır.
"O gaybı da, görünen âlemi de bilir." Yani görünen ve görünmeyen her şe­yin ilmi Ona mahsustur. O mahlûkatm idrak etmesinden uzak kalan eşyayı da bilir. Onların müşahade edip gördükleri şeyleri de bilir. O bu iki şeyi aynı şekil­de bilir.
Bu ifade Allah'ın ortağı bulunduğunu reddetmek hususunda diğer bir de­lildir. Zira Allah'tan başkası görünen âlemi yani önünde görülenleri, var olan­ları bilse de, bunun yanında görünmeyen gaybî hususları kesinlikle bilemez. Bu onların noksanlığına delildir. Allah ise kemal sıfatıyla muttasıftır. Nitekim gaybı, görünmeyen âlemi bilmeden, sadece görünen âlemi bilmekle tam ve kâ­mil bir vukufiyet sağlanmaz.
"O onların koştukları ortaklardan çok yücedir." Allah kendisiyle birlikte başka ilâhı ortak koşan zalim inkarcıların söylediklerinden münezzehtir, onlar­dan çok çok üstündür. [18]

Cenab-ı Hak Tarafından Peygamberimize (S. A.) Yapılan İrşadlar


93- De ki: "Ey Rabbim! Eğer onlara vaad edilen azabı bana göstereceksen...
94- Beni o zalim kavmin içinde bulun­durma ey Rabbim."
95-  Şüphesiz ki biz onlara vaad ettiği­mizi sana göstermeye elbette kadiriz.
96- Sen kötülüğü en güzel şekilde önle: Biz onların neler yakıştırdıklarını çok iyi biliriz.
97- De ki: "Ey Rabbim! Şeytanların ves­veselerinden sana sığınırım."
98- "Ey Rabbim! Onların benim yanım­da bulunmalarından da sana sığınırım."

Açıklaması


Allah Tealâ peygamberine felâket zamanlarında okunacak bazı duaları emrediyor ve şöyle buyuruyor:
"De ki: Ey Rabbim! Eğer onlara vaad edilen azabı bana göstereceksen, beni o zalim kavmin içinde bulundurma, ey Rabbim!" Yani onlara dünyada veya ahirette vaad ettiğin azabı bana mutlaka gösterecek isen, beni onların içine katma, beni onlardan koru. Bana onların azabı ile azap etme. Zira azap bazan o azaba lâyık olmayana da isabet edebilir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyur­maktadır: "İçinizden sadece zulmedenlere dokunmayacak olan fitneden sakı­nın" (Enfal, 8/25).
İmam Ahmed'in ve "sahihtir" kaydıyla Tirmizî'nin rivayet ettikleri hadis-i şerife göre Peygamberimiz (s.a.) şöyle dua ediyordu: "(Allahım!) Bir kavme fit­ne murad ettiğin zaman beni sana fitneye düşmeden kavuştur."
Hasan-ı Basrî'den rivayet edildiğine göre, Cenab-ı Hak peygamberine üm­metinde bir fitne çıkacağını haber verdi, ama bunun vaktini bildirmedi. Ona bu duayı yapmasını emretti.
Peygamberimiz'e (s.a.) bu duanın irşad edilmesi ecrinin büyük olması, da­ima Rabbini zikredici olması ve bize bu duayı öğretmesi içindi.
"Şüphesiz ki biz onlara vaad ettiğimizi sana göstermeye elbette kadiriz." Eğer biz dileseydik onlara vereceğimiz felâket, belâ ve mihnetleri sana da gös­terirdik. Fakat bunu belirli bir vakte erteliyoruz. Zira onların bir kısmı veya zürriyetlerinden bir kısmı iman edecektir.
Cenab-ı Hak daha sonra davetin başarılı olması için davet üslûbunu öğre­terek şöyle buyurdu:
"Sen kötülüğü en güzel şekilde önle. Biz onların yakıştırdıklarını çok iyi bi­liriz." Yani kötülüğü iyilikle karşıla. Kâfirlerin eziyet ve yalanlamaları gibi karşılaştığın sıkıntılara tahammül et. En güzel hasletle, müsamaha ve af ile, eziyetlere karşı sabırla ve selâm gibi güzel söz ile önle. Biz onların durumunu, bize yakıştırdıkları ortakları ve yalanlamayı biliriz.
Bu ayetin benzeri şu ayet-i kerimedir: "İyilikle kötülük bir olmaz. Sen kö­tülüğü en güzel şekilde önle. O zaman aranızda düşmanlık olan kimse sana sanki samimi bir dost gibi oluverir. Kötülükleri iyilikle önleme hasleti ancak sabredenlere verilir. Bu ancak hayırdan büyük payı olanlara verilir." (Fussilet, 41/36-35). Bu vasiyet veya bu haslet sadece insanların eziyetlerine karşı sabre­denlere ve çirkin tavır karşılığında güzel ifadelerle muamele edenlere ilham olunur. Buna yalnız dünya ve ahirette büyük nasip sahipleri ulaşabilir.
Bir rivayete göre: Bu ayet Seyf ayetiyle neshedilmiştir. Bir başka rivayete göre bu ayet muhkem bir ayettir. Zira iyi geçinmek din ve şahsiyet özellikleriy­le çelişmediği müddetçe teşvik edilmiştir.
Sonra bu çizgi üzerine sebat etmeyi öğreterek şöyle buyurdu:
"De ki: Ey Rabbim! Şeytanların vesveselerinden sana sığınırım." Yani şöyle söyle: Kötülüğü, isyankârlığı ve emirlerimize muhalif olmayı teşvik eden, kış­kırtıcılık yapan şeytanların vesveselerinden sana iltica ederim, sana sığınırım. Benim işlerimde onların bulunmalarından sana yönelirim.
Bu sebeple işlerin başlangıcında yemek yeme, cima etme ve kurban kesme esnasında şeytanın kovulması için Allah'ı zikretmek emredilmiştir. Çünkü şey­tanlar insanın yanında bulunduğu zaman vesvese meydana gelir. Şeytanlar gelmezse vesvese olmaz.
Ebu Davud'un rivayetine göre Peygamberimiz (s.a.) şöyle dua ediyordu: "Allahım! Aşırı yaşlılıktan sana sığınırım. Ölüm anında şeytanın beni şaşırt­masından sana sığınırım."
İmam Ahmed, Ebu Davud, Tirmizî, Nesaî ve Beyhakî'nin Amr b. Şu-ayb'den, o babasından, o da dedesinden rivayet ettiğine göre: Rasulullah (s.a.) yatağa yatarken korkudan dolayı söyleyeceğimiz şu kelimeleri bize öğretiyor­du: "Bismillah, Allah'ın gazabından ve cezasından, kullarının şerrinden, şey­tanların vesveselerinden ve benim yanımda bulunmalarından Allah'ın tam ke­limelerine sığınırım."
Abdullah b. Amr (r. a.) bulûğa eren çocuklarına yatağa yatarken okumala­rı için bu duayı öğretir, henüz düşünemeyen küçük çocukları koruması için bu duayı yazar, boyunlarına asardı. [19]

İnsanın Ölüm Anında Salih Amel İşlemek Üzere Dünyaya Dönmeyi İstemesi


99- Nihayet onlardan (müşriklerden) bi­rine ölüm geldiği zaman şöyle der: "Ey Rabbim! Beni dünyaya geri gönder."
100-  "Belki, terk ettiğim dünyada salih amel işlerim." der. Hayır, hayır! Bu, onun söylediği bir laftır. Onların arka­larında ta diriltilecekleri güne kadar, (dünyaya dönmelerine) engel vardır.

 

Açıklaması


Bu ayetler kâfirlerin ve Allah'ın emri hakkında ihmalkâr davranan isyan­kârların son nefeslerindeki durumunu açıklamaktadır.
Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Nihayet onlardan" müşriklerden "birine ölüm geldiği zaman şöyle der: Ey Rabbim! Beni dünyaya geri gönder."
Yani kâfir yahut Allah'ın haklarında ihmalkârlık yapan isyankâr kişi ölüme yaklaşıp da kendisini bekleyen azabı görünce hayatı müddetince yapmış olduğu yanlışları düzeltmek için dünyaya dönmeyi ister ve şöyle der: Ey Rab­bim! İhmal ettiğim hususları tamamlamak ve razı olacağın ibadet, taat, hayır ve insanların haklarını gözetme gibi hususlardaki salih amelleri işlemek için beni dünyaya geri gönder. Onun "Belki ben" şeklindeki ifadesiyle murad edilen mana, bu hususta şüpheli olduğu değil bu eksikliği kesin olarak tamamlaya­cağı şeklindedir.
Bu ayet aynen şu ayetler gibidir: "(Ey Peygamber!) İnsanları azabın geleceği gün ile uyar. O gün zalimler şöyle derler: "Ey Rabbimiz! Kısa bir zamana kadar bize müsaade et de davetini kabul edelim, peygamberlere uyalım. Onlara: "Daha önce ahirete intikal etmeyeceğinize dair yemin etmiyor muydunuz?" denir." (İbrahim, 14/44).
"Onlar kitabın vaad ettiği akıbetten başka bir şey mi beklerler. O akıbetin geldiği gün daha önce o kitabı unutanlar şöyle diyecekler. Rabbimizin peygam­berleri bize gerçeği getirmişti. Şimdi ise şefaat edecek şefaatçiler yok mudur1? Yahut tekrar dünya hayatına döndürülür müyüz ki yaptıklarımızdan başka ameller yapalım?.." (A'raf, 7/53).
"Suçluların, Rablerinin huzurunda başlarını eğerek: "Ey Rabbimiz! Gör­dük, işittik. Bizi tekrar dünyaya gönder de salih ameller işleyelim, artık kesin olarak iman ettik." dediklerini bir görsen!" (Secde, 32/12).
"Ateşin üzerinde durduruldukları zaman: "Ne olurdu tekrar dünyaya dön-dürülseydik, Rabbimizin ayetlerini yalanlamasaydık da müminlerden olsay­dık." dediklerini bir görsen!" (En'am,6/37).
"Zalimlerin ahiretin azabını görünce: "Dünyaya geri dönmek için bir yol yok mudur?" dediklerini görürsün." (Şûra, 42/44).
"Onlar orada şöyle bağırışırlar: Ey Rabbimiz! Bizi çıkar. Yapmış ol­duğumuzdan bambaşka iyi amel ve hareketlerde bulunacağız. Size iyice düşünecek kimsenin düşünebileceği, öğüt kabul edilebileceği kadar ömür ver­medik mi? Size (azap ile) korkutan da gelmişti. Şimdi tadın (o azabı)? Artık zalimler için hiçbir yardımcı yoktur." (Fatır, 35/37).
Bütün bunlar dünyaya dönüş temennisinin; can çekişme anında, amel def­terlerinin dağıtılması anında, hesap anında, cehenneme arzolunma anında ve oraya girdikten sonra tekrarlandığına delâlet etmektedir.
Dünyaya dönmeyi istemek yukarıda kısaca temas edildiği gibi kâfire mah­sus bir durum değildir. Bu temenni ibadet ve taatlerinde, Allah Tealâ'mn hak­larını eda etme konusunda ihmalkâr mümini de içine almaktadır. Nitekim bir ayette şöyle buyurulmaktadır: "Herhangi birinize ölüm gelip de: "Ey Rabbim! Beni yakın bir müddete kadar geciktirseydin de sadaka verip dursaydım, iyi adamlardan olsaydım." diyeceğinden önce size rızık olarak verdiğimizden (Al­lah yolunda) harcayın." (Münafikun, 63/10).
"Hayır, hayır! Bu, onun söylediği bir laftır. Onların arkalarında ta diril-tilecekleri güne kadar (dünyaya dönmelerine) engel olacak ölüm vardır."
Yani Allah Tealâ onlara şu kavliyle cevap verir. Hayır, asla! Biz o kimsenin istediğini kabul etmeyiz. Bu, her can çekişen, her zalim kişinin hiç şüphesiz söyleyeceği bir sözden ibarettir. Dünyaya dönüşün hiçbir faydası yoktur. Zaten o dünyaya geri gönderilse salih amel işlemeyecek ve bu sözünde yalancı duru­ma düşecektir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Eğer onlar geri döndürülseler nehy olundukları şeye dönerlerdi. Doğrusu onlar yalancıdırlar." (En'am, 6/28).
Sonra can çekişme anındaki zalimlerle dünyaya dönüş arasında ve onların önlerinde dünyaya dönmelerine engel ve perde vardır.
"el-Berzah" dünya ve ahiret arasındaki perdedir. Kim ölürse berzah âlemine ve kabir hayatına girer.
Bu ifade kabir azabı ile tehdit ifadesidir. Zalimlerden can çekişen o kim­selerin kıyamet günü tekrar dünyaya dönmelerinin asla mümkün olmadığı hususunda ümitsizlik vermektir. Çünkü onlar hayatlarının geri kalan kısım­larında geriye dönmediklerine göre onlar bundan sonra asla dönemezler. Dönüş ancak ahiret hayatına ve azaba maruz kalmayadır.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "Onların önlerinde cehennem vardır." (Câsiye, 45/10); "Onların önlerinde pek katı bir azap vardır." (İbrahim, 14/17).
Özetle: "Diriltilecekleri güne kadar" ifadesinden murad şudur: Onlara ve­rilecek azap diriliş gününe kadar devam edecektir. Nitekim hadiste şu husus belirtilmiştir: Onlar kabirlerinde iken "Toprakta azap görmeye devam edecek­tir." [20]

Ahiretteki Hesapta Kurtuluş İçin Ölçüler


101- (Tekrar dirilmek için) Sûr'a üfürül-düğü zaman o gün aralarındaki soy bağının hiçbir değeri yoktur. Onlar bir­birlerine de hiçbir şey soramazlar.
102- Artık kimlerin tartıları ağır gelmiş­se işte onlar kurtuluşa erenlerin ta ken­dileridir.
103- Kimlerin de tartıları hafif gelmişse işte onlar kendilerine yazık edenlerdir, cehennemde ebedî kalacaklardır.
104- Ateş onların yüzlerini yalayacak. Orada onların dişleri sırıtıp kalacaktır.
105-  (Allah onlara şöyle buyuracak:) "Size ayetlerim okunurken siz ayet­lerimi yalanlamıyor muydunuz?"
106- Onlar da şöyle diyecekler: "Ey Rab-bimiz! Bize kötülüğümüz galip geldi. Biz sapık bir kavim olduk."
107- "Ey Rabbimiz! Bizi buradan çıkar. Biz eğer tekrar aynı yola dönersek ger­çekten zalimler oluruz."
108- (Allah onlara): "Kesin sesinizi! Bana bir şey söylemeyin." der.
109-  Çünkü kullarımdan bir gurup var­dı. Onlar: 'Ey Rabbimiz! Biz iman ettik. Bize mağfiret eyle. Bize rahmet eyle. Sen merhamet edenlerin en hayır-lısısın." derlerdi.
110-  Siz de onları alaya aldınız. Hatta bu davranışınız size beni anmayı unut­turdu. Siz onlara hep gülüyordunuz.
111-  Bugün de ben onları sabırlarının karşılığı olarak kurtuluşa ermekle mükâfatlandırdım.

Açıklaması


"Sûr'a üfürüldüğü zaman o gün aralarındaki soy bağının hiçbir değeri yoktur. Onlar birbirlerine de hiçbir şey soramazlar."
Yani Sûr'a ikinci defa -tekrar dirilmek için- üfürüldüğü ve insanlar kabir­lerinden kalktıkları zaman, kendilerini dehşet ve hayret kapladığı ve her insan kendi nefsiyle meşgul olduğu için aralarında şefkat ve merhamet bulunmasına rağmen soy bağının ve akrabalığın onlara hiçbir yararı olmaz. O gün yakın ak­rabalar kendi nefisleriyle meşgul oldukları için yakınlarını sormazlar.
Nitekim başka ayetlerde şöyle buyurulmaktadır: "O gün insan kardeşin­den, anne ve babasından, hanımından ve çocuklarından kaçar. O gün herkesin kendisine yetecek kadar derdi vardır." (Abese,80/34-37); "O gün dost dostunun halini soramaz. O gün onlar birbirlerine gösterilirler." (Mearic, 70/10-11).
Bu durum Sûr'a üfürülme esnasmdadır. Yoksa cennete veya cehenneme yerleştikten sonra cennetlikler birbirini sorarlar. Nitekim bir ayette şöyle buyurulmaktadır: "Birbirlerine dönüp karşılıklı soru sorarlar." (Sâffât, 37/27).
Sünnet-i seniyye'de İmam Ahmed'in Misver b. Mahreme (r.a.)'den rivayet ettikleri hadis-i şerifte Rasulullah (s.a.) şöyle buyurmuşlardır: "Fatıma benden bir parçadır. Onu kızdıran şey beni de kızdırır, ona neşe veren şey bana da neşe verir. Kıyamet günü bütün soy bağı kesilir, sadece benim nesebim ve benim hısımlığım kesilmez."
Bu hadis Buharî ve Müslim'in Sa/u/ılerinde ise Misver b. Mahreme (r.a.)'den şöyle rivayet ediliyor. Peygamberimiz şöyle buyuruyor: "Fatıma ben­den bir parçadır. Ona kuşku veren şey bana da kuşku verir. Onu rahatsız eden şey beni de rahatsız eder."
İmam Ahmed Ebu Said el-Hudrî (r. a)'den rivayet ediyor: Rasulullah (s.a.)'ın şu minber üzerinde şöyle söylediğini işittim: "Bazı kimselere ne oluyor , ki, Rasulullah (s.a.)'in akrabalarının kavmine yararı dokunmaz, diyorlar. Hayır, Allah'a yemin olsun ki benim akrabalarım dünya ve ahirette ikrama lâyıktırlar. Şüphesiz ki ben, ey insanlar! Siz geldiğinizde hepinizin ön-cüsüyüm."
Taberanî, Bezzar, Beyhakî ve başka zatların rivayet ettiklerine göre Hz. Ömer (r.a.) Hz. Ali'nin kızı Ümmü Gülsüm ile evlendiği zaman Hz. Ömer (r.a.) şöyle demiştir: Allah'a yemin olsun ki benim buna ihtiyacım yoktur. Ancak ben Rasulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu işittim. "Kıyamet günü benim sebebim ve nesebim dışında her sebep ve nesep kesilmiştir." [Ben de o nesebe dahil olmak istedim.]
Sonra mes'ud olanlarla bahtsız olanların durumlarını açıklamak üzere şöyle buyurdu:
"Kimlerin tartıları ağır gelmişse işte onlar kurtuluşa erenlerin ta ken­dileridir." Yani günahları sevaplarından daha ağır gelmişse işte onlar ziyana uğrayan, helâka uğrayan ve kendi makamlarını müminlere bırakarak zararlı ticaretle dönen kimselerdir. İşte cehennemliklerin birinci vasıfları budur.
Bunun ardından üç sıfat daha zikretti. Böylece dört sıfat oldu:
1- "Cehennem'de ebedî olarak kalacaklardır." Yani sürekli olarak ebediyete kadar cehennemde ikamet ederek kalacaklardır. Bu ifadede kâfirlerin cehen­nemde ebedi olarak kalacaklarına açık delil vardır.
2- "Ateş onların yüzlerini yalayacak." Yani cehennem onların yüzlerini yakacak, etlerini ve derilerini yiyecek. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurdu: "Yüzlerini de ateş bürüyecektir." (İbrahim, 14/50).
"O inkâr edenler yüzlerinden ve arkalarından (saran) ateşi hiçbir suretle engelleyemeyecekleri, kendilerinin yardım da göremeyecekleri zamanı bir bil­selerdi!" (Enbiya, 21/39). Burada "yüzler" özellikle zikredilmiştir. Çünkü yüz azaların en şereflisidir.
İbni Merduveyh Ebu'd-Derdâ (r.a.)'dan yaptığı rivayette Cenab-ı Hakk'm "Ateş onların yüzlerini yalayacak." ayeti hakkında Peygamberimiz (s.a.)'in şöyle buyurduğunu naklediyor: Cehennem onları yalıyor ve etleri topuklarına akıyor.
3- "Orada onların dişleri sırıtıp kalacaktır." Asık suratlıdır, dudakları çekilmiş, dişleri sırıtmaktadır.
Sonra Cenab-ı Hak işledikleri küfür ve günahlarına karşılık bir azarlama ve tehdit olarak cehennemliklere söyleyeceği sözleri zikretmekte ve şöyle buyurmaktadır:
"Size ayetlerim okunurken siz ayetlerimi yalanlamıyor muydunuz1?" Yani Kur'an'daki ayetlerim hatırlatma, öğüt ve şüpheleri izale etmek üzere size okunurken siz ayetlerimi yalanlamıyor muydunuz, evet ondan yüz çeviriyor­dunuz.
Bu ayet Cenab-ı Hakk'm şu ayetleri gibidir: "Onlardan her gurup cehen­nemin içine atıldıkça kendilerine bekçileri sordular: Size bu azap ile korkutan (bir peygamber) gelmedi mi? Onlar: Evet, dediler, gerçek bize (bu) azap ile kor­kutan peygamber gelmiştir. Fakat biz (onları) yalan saydık ve Allah hiçbir şey indirmemiştir. Siz ancak büyük bir sapıklık içindesiniz, dedik." (Mülk, 67/8-9).
"O inkâr edenler ayrı ayrı zümreler halinde cehenneme sürüldü. Nihayet oraya geldikleri zaman onun kapıları açıldı. (Cehennemin) bekçileri onlara şöy­le dedi: Size içinizden Rabbinizin ayetlerini karşınızda okuyacak, sizi bugününüze kavuşmakla tehdit edecek peygamberler gelmedi mi? Onlar: Evet, (geldi) dediler. Fakat azap kelimesi biz kâfirlerin üzerine hak oldu." (Zümer, 39/71).
Bu ayetler peygamberlerin gönderilmesi ve kitapların indirilmesi hususundaki umumî prensibin ifadesidir. Nitekim başka ayette şöyle buyurul-muştur: "Biz bir rasul göndermedikçe azap etmeyiz." (İsra, 17/15). Bir başka ayette ise şöyledir:
"Böylece peygamberlerden sonra insanların Allah 'a karşı bir bahaneleri ol­masın. " (Nisa, 5/165).
Cenab-ı Hakk'm -yukarıdaki- sualine karşı kâfirler burada şu şekilde cevap verdiler:
"Ey Rabbimiz! Bize kötülüğümüz galip geldi. Biz sapık bir kavim olduk." Yani bize nefislerimizin şehvetleri ve lezzetleri galip geldi. Durumumuz bizi kötü bir sonuca götürdü. Hak ve hidayet yolunu şaşırdık. Aynen Cenab-ı Hak­kın buyurduğu gibi: "Günahlarımızı itiraf ettik. Fakat buradan çıkmaya bir yol var mı?" (Gafır, 40/11).
"Ey Rabbimiz! Bizi buradan çıkar. Biz eğer tekrar aynı yola dönersek ger­çekten zalimler oluruz." Ey Rabbimiz! bizi cehennemden çıkar ve dünyaya dön­dür. Eğer biz geçmişte yaptıklarımıza dönersek o halde biz zalimiz, cezaya lâyık kimseleriz, demektir.
Allah Tealâ onlara şu şekilde cevap verdi: "Kesin sesinizi!. Benimle konuş­mayın." Yani kâfirler cehennemden çıkmayı ve dünyaya dönmeyi istedikleri zaman Allah kâfirlere: "Orada -cehennemde- zelil, rezil, hor olarak kalın. Susun ve bu isteğinizi tekrar etmeyin. Çünkü sizin benim yanımda hiçbir cevabınız yok, dünyaya dönüşünüz de yok." der.
Cenab-ı Hak onlara azap verilmesinin sebebini zikrederek şöyle buyur­maktadır: "Çünkü kullarımdan bir gurup vardı. Onlar Ey Rabbimiz! Biz iman ettik. Bize mağfiret eyle. Bize rahmet eyle. Sen merhamet edenlerin en hayır-lısısm, derlerdi. Yani mümin kullarımdan bir topluluk şöyle diyorlardı: Ey Rab­bimiz! Biz seni ve peygamberlerini ve senin nezdinden getirdiği hakikatleri tasdik ettik. Bizim günahlarımızı ört. Zayıflığımıza acı. Sen rahmet edenlerin en hayırlısısın."
"Siz de onları alaya aldınız. Hatta bu davranışınız size beni anmayı unut­turdu. Siz onlara hep gülüyordunuz." Sizden görülen tavır onların bana dua et­meleri ve bana yalvarmalarıyla alay etmek oldu. O kadar ki onlara olan buğ-zunuz size beni zikretmeyi unutturdu ve sizi benim şanıma önem vermemeye şevketti. Benim cezamdan korkmadmız. Onların yaptıklarıyla ve ibadetleriyle alay ederek gülüyordunuz.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz günah işleyenler (kâfirler) iman edenlerden bazılarına gülerlerdi. (Müminler) yanlarından geçer­ken birbirlerine kaş-göz işaretleri yaparlardı." (Mutaffifîn, 83/29-30).
Cenab-ı Hak daha sonra salih kullarına verdiği mükâfatı haber vermek üzere şöyle buyurdu: "Bugün de ben onları sabırlarının karşılığı olarak kur­tuluşa ermekle mükâfatlandırdım." Ey müminler, kıyamet günü onların size eziyet etmelerine, sizinle istihza etmelerine karşılık sabretmeniz sebebiyle sizi saadet ve selâmetle cennette ebedî nimetleri kazanmakla mükafatlandırdım.
Nitekim bir başka ayette Allah şöyle buyurmaktadır: "İşte bugün de iman edenler o kâfirlere gülüyorlar. Tahtlar üzerinde (onlara) bakıyorlar. (Nasıl) o kâfirler işlediklerinin cezasına çarpıldılar mı?" (Mutaffifîn, 83/34-36). [21]

Dünya Hayatının Kısa Olduğu Uyarısı, Müşriklerin Cezalandırılması, Müminlerin Rahmete Nail Olması


112- "Yeryüzünde kaç yıl kaldınız?" der.
113- Onlar da: "Bir gün veya bir günden daha az kaldık. Hesaplayanlara sor." derler.
114- Allah şöyle buyurur: "Sadece az bir zaman kaldınız. Keşke bunu -daha ön­ceden- bilseydiniz!"
115- "Yoksa siz, bizim sizi boşuna yarat­tığımızı    ve    huzurumuza    çıkarıl­mayacağınızı mı sandınız?"
116-  Mülkün gerçek sahibi Allah pek yücedir! O'ndan başka hiçbir ilâh yok­tur. O şanlı arşın Rabbidir.
117-  Kim, hakkında hiçbir burhanı ol­madığı halde Allah'la birlikte başka bir ilâha taparsa, onun hesabı ancak Rab-binin nezdindedir. Gerçek şudur ki kâfirler kurtuluşa eremezler.
118-  De ki: Ey Rabbim! Mağfiret eyle. Rahmet eyle. Sen merhamet edenlerin

Açıklaması


Allah Tealâ kâfirlerin dünyadaki kısa ömürlerinde zayi ettikleri itaat ve yalnız O'na ibadet etmeye karşılık kâfirleri uyarıyor. Sabretselerdi müminler gibi kurtuluşa ereceklerini bildiriyor. Şöyle buyuruyor:
'Yeryüzünde kaç yıl kaldınız?" der. Yani Allah yahut onlara sual sormakla emrolunan melek: "Dünyadaki ikamet müddetiniz ne kadardı? "der.
Bu sorudan maksat susturmak azarlamak ve ihtar etmek, onların sürekli ve uzun zannettikleri hayatın inkâr ettikleri öldükten sonra dirilmeye nispetle basit olduğuna uyarıda bulunmak içindir. Böylece dünyadaki kötü inançların­dan dolayı pişmanlık duyarlar.
"Onlar da: Bir gün veya bir günden daha az bir zaman kaldık" derler. İçin­de bulundukları korkunç durum ve azabın büyüklüğü sebebiyle dünyada kal­dıkları müddeti unuturlar, bu müddetin bir gün veya daha az olduğunu zan­nederler. Yahut bundan murad içine düştükleri acıklı azaba nispetle kaldıkları müddeti azımsamaktadırlar.
"Hesaplayanlara sor, derler." Yani bu günlerin hesabını yapanlara ya da kulların amellerini ve ömürlerini tespit eden Hafaza meleklerine sor derler.
"Şöyle buyurur: Sadece az bir zaman kaldınız. Keşke bunu bilseydiniz?'' Melek der ki: Bütün takdirlere göre siz az bir zaman kaldınız. Siz ilimden pek az bir bilgi elde etseydiniz baki olanı fani olana tercih ederdiniz ve Rabbinizi razı kılacak olan hususları bilirdiniz. Müminlerin yaptığı gibi Allah'a taat et­mek ve O'na ibadette bulunmak üzere sebat etseydiniz müminlerin kazandığı gibi siz de kazançlı olurdunuz.
İbni Ebi Hatim halka hitap eden Eyfa b. Abd el- Kelai'den Peygam-berimiz'in (s.a.) şöyle buyurduğunu rivayet ediyor: "Şüphesiz ki Allah cennet­likleri cennete ve cehennemlikleri cehenneme soktuğu zaman" şöyle nida eder:
- Yeryüzünde kaç yıl kaldınız? Onlar da :
- Bir gün veya bir günden daha az bir zaman kaldık, derler. Cenab-ı Hak:
-  Bir gün veya bir günden daha az bir zamanda ne güzel bir ticaret yap­tınız: Rahmetimi, rızamı ve cennetimi kazandınız. Ebedi olarak sonsuza kadar kalın, buyurur.
Sonra da cehennemliklere şöyle nida eder:
Ey cehennem ehli! Yeryüzünde ne kadar kaldınız? Onlar da:
- Bir gün veya bir günden daha az bir zaman kaldık, derler. Cenab-ı Hak:
-  Bir gün veya bir günden daha az bir zamanda ne kötü bir ticaret yap­tınız: Ateşimi ve gazabımı kazandınız. Ebedi olarak sonsuza kadar burada kalın, buyurur.
Cenab-ı Hak onların gafletlerine karşı şiddetli ihtarda bulunarak şöyle buyurdu:
"Yoksa siz, bizim sizi boşuna yarattığımızı ve huzurumuza çıkarıl­mayacağınızı mı sandınız?" Siz kendinizi boş yere -yani oyun olarak batıl yere, maksatsız ve bizim tarafımızdan hiçbir hikmet olmaksızın- yaratılmış ol­duğunuzu mu zannediyorsunuz? Bilâkis biz sizi ibadet, terbiye, eğitim ve Allah Tealâ'nın emirlerini ihya etmek için yarattık. Siz ahiret yurdunda hesap görül­mesi ve amellerin karşılığının verilmesi için bize dönmeyeceğinizi mi zan­nediyorsunuz? Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle buyurmaktadır:"7/ı-san başıboş bırakılacağını mı zannediyor?" (Kıyamet,75/36).
"Mülkün gerçek sahibi Allah pek yücedir! O'ndan başka ilâh yoktur. O şan­lı arşın Rabbidir." Şu geniş mülkün sahibi olan, sabit olan, devamlı olan Allah boş yere bir şey yaratmaktan münezzehtir, mukaddestir. Çünkü O bundan münezzeh olan, hak olan, mülkün gerçek sahibi olan Allah'tır. O kâinatın nizamının hikmetle ve yüce bir maksatla idare edildiği güzel, şanlı ve gözalıcı arşın sahibidir.
Cenab-ı Hak bundan sonra kendisine nispet edilen evlât ve ortağı bulun­masını reddederek şöyle buyurdu:
"Kim, hakkında hiçbir burhanı olmadığı halde Allah'la birlikte başka bir ilâha taparsa onun hesabı ancak Rabbinin nezdindedir." Yani kim başka bir ilâha tapınmasının doğruluğuna hiçbir delil olmaksızın kendisinden başka ibadete lâyık hiçbir varlığın bulunmadığı Allah'la birlikte başka bir ilâha taparsa Rabbi ve yaratıcısı nezdinde onun cezası kesindir ve şiddetlidir. Bu ifade tavsif olunmayan bir şeyle azarlama, ihtar ve tehdit şeklindedir. Kim başka bir ilâh iddia ederse hakkında burhan olmayan bir konuda batıl bir şey iddia etmiş olur. Hakkında burhan bulunmayan bir şeyin ispat edilmesi caiz değildir.
"Şüphesiz ki kâfirler kurtuluşa eremezler." Yani kâfirler cennet nimetinden hiçbir şey kazanamazlar. Onların varacağı yer cehennemdir. Bu ifade surenin başlangıcına karşılık olmaktadır. Çünkü surenin başlangıcı müminlerin kur­tuluşu müjdesini vermektedir. Burada da kâfirlerin elinin boş kalmasıyla sure sona ermektedir.
"De ki: Ey Rabbiml Mağfiret eyle. Rahmet eyle. Sen rahmet edenlerin en hayırlısısın." Yani ey Peygamber şöyle de: Ey Rabbim! Günahlarımı mağfiret et. Ayıplarımı ört. Tevbemi kabul etmek ve azaptan kurtulmak suretiyle bana rahmet eyle. Sen kullarına rahmet eden en hayırlı, en üstün varlıksın.
Buharî, Müslim, Tirmizî ve İbni Habban, Hz. Ebubekir'den (r.a.) rivayet ediyorlar: Hz. Ebubekir (r.a.) diyor ki:
-  Ya Rasulallah! Bana namazımda okuyacağım bir dua öğret dedim. Buyurdular ki:
- Şöyle dua et: Allahım! Ben nefsime çok zulmettim. Bu günahları senden başka kimse affedemez. Sen senin nezdinden bir mağfiretle bana mağfiret eyle. Bana rahmet eyle. Şüphesiz ki sen çok bağışlayıcı, çok merhamet edicisin.
Son iki ayet şifa ayetlerindendir. İbni Ebî Hatim Abdullah b. Mes'ud hasta bir adama uğradı. Onun kulağına: "Sizi boşuna yarattığımızı ve huzurumuza çıkarılmayacağınızı mı sandınız." (Müminûn, 23/115) ayetinden başlıyarak surenin sonuna kadar -dört ayeti- okudu. Hasta şifa buldu. Bu durum Peygam-berimiz'e (s.a.) anlatıldı. Peygamberimiz (s.a.) Abdullah b. Mes'ud'a:
-  Onun kulağına ne okudun diye sordu. Abdullah bu durumu haber verdi. Efendimiz (s.a.)
-  Nefsimi kudretinin elinde tutan Allaha' yemin olsun ki yakinen iman eden bir kimse bu ayetleri bir dağa okursa o dağ yerle bir olur.
Bundan anlaşılmaktadır ki bu noktada önemli olan okuyan kimsenin imanı, yakîninin olması, gönül temizliği, hastanın da buna müsait olup Kur"an-la tedaviyi kabul etmesidir. [22]




[1] İbni Kesir, III/238; Razî, XXIII/80.
[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/270-273.
[3] Ayetteki "le-meyyitûn" kelimesi "le-mâitûn" şeklinde de okunmuştur. "Meyyit" ve "mâit" arasındaki fark şudur: Meyyit, hayy (diri) sıfatı gibi sabit, değişmeyen bir sıfattır. Mâit ise meydana gelen olaya delâlet etmektedir. Meselâ "Zeyd şu anda meyyittir (ölüdür)" ve 'Yarın mâittir (ölecektir)" denir.
[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/277-279.
[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/283.
[6] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/283-284.
[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/284-285.
[8] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/289-292.
[9] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/296-299.
[10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/301-302.
[11] İbni Kesir, III/245.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/305-306.
[12] İbni Kesir, III/246.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/308-309.
[13] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/311-314.
[14] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/317-319.
[15] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/325-329.
[16] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/334-335.
[17] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/338-340.
[18] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/343.
[19] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/346-347.
[20] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/350-351.
[21] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/355-358.
[22] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/361-364.
23-Mü'minun Suresi Meali Tefsiri Oku: Allah'ın Varlığının Ve Kudretinin Delilleri -1-İnsanın Yaratılması-2- Göklerin Yaratılması, Yağmurun Yağdırılması, Nimetlerin Verilmesi-Hz. Nuh (A.S.) Kıssası Rating: 4.5 Diposkan Oleh: Blogger

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder