Rahman ve Rahim Olan Allah'ın
Adıyla
MÜMİNUN
SURESİ
Müminlerin
Güzel Hasletleri
1- Müminler
muhakkak kurtuluşa ermişlerdir.
2- Onlar öyle
müminlerdir ki, namazlarında huşu içerisindedirler.
3-
Onlar boş sözden yüz çevirirler.
4-
Onlar zekât (vazife)lerini yaparlar.
5-
Onlar ırzlarını korurlar.
6-
Ancak hanımları yahut sahip oldukları cariyeleri hariç. Bunlarla olan helâl
ilişkilerinden dolayı kınanmazlar.
7-
Kim bundan öteye geçmek isterse işte onlar haddi aşan
kimselerdir.
8-
Onlar emanetlerine ve verdikleri söze riayet ederler.
9-
Onlar namazlarına devam ederler.
10-
İşte bu kimseler varis olacaklardır.
11- Onlar
Firdevs cennetlerine varis olacaklardır. Orada ebedî olarak
kalacaklardır.
Açıklaması
Allah Tealâ şu yedi sıfatı taşıyan müminlerin kurtuluşa
ve kazanca nail olacaklarını müjdelemekte, aynı zamanda onlar hakkında bu hükmü
vermektedir:
1- "Müminler
muhakkak kurtuluşa ermişlerdir." Onlar iman sıfatını, yani Allah'ı, Rasulünü ve
ahiret gününü tasdik etme sıfatını taşımaları sebebiyle kazançlı çıkmışlar ve
gerçek mutluluğa ermişlerdir.
2- "Onlar öyle
müminlerdir ki, namazlarında huşu sahibidirler." Yani Allah korkusu ve sükûnet
içindedirler. Huşu, kalbin ürpermesidir. Bu da korku ile ve vücut azalarının
gayet sakin olmasıyla birlikte Allah'a boyun eğmek, Onun huzurunda kulluk
zilletini hissetmek demektir.
Hasan-ı Basrî diyor ki: Onların huşuları kalplerinde
idi. Bundan dolayı gözlerini harama kapadılar ve alçakgönüllü, mütevazi
oldular.
Namazda huşuyu kalbini tamamen namaza veren, namazda
iken onun dışındaki bütün işler bırakıp tamamen namazla meşgul olan, namazı
başka şeylere tercih eden kişi elde edebilir. Bu durumda o kişide gönül
rahatlığı ve göz aydınlığı olur.
Nitekim Peygamberimiz (s.a.) İmam Ahmed ve Nesaî'nin Hz.
Enes'ten r.a.) rivayet ettiği hadis-i şeriflerinde şöyle buyururlar: "Bana güzel
koku ve kadın sevdirildi. Namaz benim göz nurum kılındı."
Yine İmam Ahmed'in Eşlem kabilesinden olan bir zattan
rivayetine göre, Peygamberimiz (s.a.) "Ya Bilâl!Namazla -namaza davet etmekle-
bizi rahatlat." Duyurdu.
Huşu namazın manalarını düşünmek, Allah Tealâ'ya
yakarmak, Allah'ı hatırlamak, O'nun tehdidinden korkmak, Kur'anın ayetlerini
ince düşünmek • e anlamaya çalışmaktır. Cenab-ı Hak buyuruyor ki: "Onlar Kuranı
hiç düşünmüyorlar mı? Yoksa kalplerinde kilitler mi var?" (Muhammed,
47/24).
Bu
durumda kul genellikle şeytanın vesveselerinden, namaz kılanı namazından
alıkoyma ve düşüncesini meşgul etme çabalarından kurtulur. Nitekim Cenab-ı Hak
şöyle buyuruyor: "Gafillerden olma." (A'raf, 7/205).
Fakat alimlerin çoğunluğu yükümlülük borcundan kurtulmak
için namazda huşuyu şart koşmamışlardır. Huşu sadece Allah katında sevabın elde
edilmesi için şarttır.
3- "Onlar boş
sözden yüz çevirirler." Yani onlar haram veya mekruh ya da hiçbir hayır
bulunmayan, insanı ilgilendirmeyen, insanın buna ihtiyaç duymadığı mubah
şeyleri baştan terk ederler. Bu ifade yalan, hakaret, sövme ile bütün günahları
ve hiçbir fayda bulunmayan söz ve davranışları içine alır. Nitekim Cenab-ı Hak
şöyle buyurur: "Onlar boş sözlerle karşılaştıkları zaman oradan vakarla geçip
giderler." (Furkan, 25/72).
Son
derece üzüntüyle belirtelim ki televizyon seyretme, faydasız mecmuaları okuma,
kağıt oynama, eğlenme, boş şeylerle oyalanma ve vaktin altın olmasına rağmen
faydasız şeylerle kaybedilmesi suretiyle asrımızda "eğlence" pek çok insanın söz
ve davranışlarına hakim olmuştur. Bundan dolayı cemiyetin fertleri arasında
vaktin hiç değeri olmaması sebebiyle ümmetimiz geri kalmışlıkla
nitelendirilmiştir.
4- "Onlar
zekâtlarını verirler." İbni Kesir diyor ki: Çoğunluk bu ayet Mekkî olmasına
rağmen buradaki "zekaf'tan muradın malların zekâtı olduğu görüşündedir. Çünkü
zekâtın hicretin ikinci yılında Medine'de farz
kılınmıştır.
Öyle anlaşılıyor ki Medine'de farz olan özel nisap ve
miktarlardır. Yoksa zekâtın aslı Mekke'de iken de vacipti. Cenab-ı Hak, Mekkî
olduğu halde En'am suresinde: "Onun hakkını hasat gününde verin." (6/141)
buyurmuştur.
Buradaki "zekât" tan muradın gönlün şirk ve batıl
kirlerinden temizlenmesi olma ihtimali de vardır. Meselâ: "Nefsini arındıran
kurtuluşa ermiştir. Nefsinin gerçek yüzünü gizleyen ise hüsrandadır." (Şems,
91/9-10); "Müşriklere yazıklar olsun. Onlar zekât vermezler. Ahireti de inkâr
ederler." (Fussilet, 9/10). Bu ayetlerin tefsirinde iki görüşten biri uygun
görülebilir; bu iki hususun ikisinin birden murad edilmiş olma ihtimali de
vardır. Buna göre kelime hem gönül temizliği, hem de malların zekâtı
anlamındadır. Aslında malın zekâtının verilmesi de gönüllerin temizliğine
girmektir. Kâmil mümin bu ikisini de yapan mümindir. En doğrusunu Allah
bilir!
Razî diyor ki: Çoğunluğun görüşü, "Burada zikredilen,
özellikle mallarda verilmesi farz olan haktır." şeklindedir. Doğruya yakın olsa
da budur. Zira, şeriatta bu lafız özellikle bu manada kullanılmıştır.[1]
5- "Onlar
ırzlarını korurlar..." Onlar ırzlarını haramdan koruyan ve Allah'ın yasakladığı
zina ve livata gibi haramlara düşmeyen, Allah'ın kendilerine nikâh akdi ile
helâl kıldığı hanımlarından başkasına veya sahip olmakla helâl kıldığı
cariyelerinden başkasına yaklaşmayan kimselerdir.
"Kim bundan öteye geçmek isterse işte böyleleri haddi
aşan kimselerdir." Yani kim bunlardan başka -kendilerine helâl olmayan- eş ve
cariyeleri arzu ederse bu tip kimseler çok aşırı giden, Allah'ın sınırlarını
aşan kimselerdir. Bu ifade "müt'a" adı verilen geçici nikâhın ve elle yapılan
"istimna"nın (mastürbasyonun) haram olduğuna delâlet
etmektedir.
6- "Müminler
emanetlerine ve verdikleri söze riayet ederler." Yani onlar emanetin değerini ve
verilen sözün kudsiyetini koruyan kimselerdir. Kendilerine emanet verildiği
zaman ihanet etmezler. Bilâkis emaneti ehline verirler. Bir söz verdikleri yahut
sözleşme yaptıkları zaman buna uyarlar. Dolayısıyla, emaneti yerine vermek ve
ahde vefa göstermek iman ehlinin vasıflandır. Hıyanet, gaddarlık, sözden cayma,
alış-veriş, kiralama veya ortaklık v.b. için bir akdin gereğini yerine
getirmemek Allah Rasulünün şu hadislerinde bildirdiği ehl-i nifakın
sıfatlarından biridir:
Buharî, Müslim, Tirmizî ve Neseî'nin Ebu Hureyre'den
(r.a.) rivayet ettiği hadis-i şeriflerinde Efendimiz (s.a.) şöyle buyuruyorlar:
"Münafık'ın alâmeti üçtür:
-
Konuştuğu zaman yalan söyler.
-
Vaad ettiği zaman vaadinden döner.
-
Kendisine emanet verildiği zaman ihanet eder."
Allah Tealâ buyuruyor ki: "Ey iman edenler. Allah'a ve
Rasulüne ihanet etmeyin. Emanetlerinize ihanet etmeyin." (Enfal,
8/27).
"Emanet ve ahit" ifadesi insanın Rabbinden aldığı şer'î
yükümlülükler ve diğer insanlardan aldığı kendisine tevdî edilen mallar veya
akitlerin yerine getirilmesi gibi hususları içine
almaktadır.
8- "Onlar
namazlarına devam ederler." Yani onlar namazı devamlı surette eda ederler,
namazı vaktinde bütün rükün ve şartlarına tam manasıyla riayet ederek
kılarlar.
Buharî ve Müslim'in Sa/«Merinde İbni Mes'ud'dan (r.a.)
naklediliyor, diyor ki:
"Rasulullah'a (s.a.) sordum.
-
Ya Rasulullah! Hangi amel Allah'a daha sevimlidir? Buyurdu
ki:
-
Namazı vaktinde kılmaktır.
-
Sonra hangisi? dedim.
-
Anne ve babaya iyilikte bulunmaktır, dedi.
-
Sonra hangisi? dedim.
-
Allah yolunda cihad etmektir, dedi.
Cenab-ı Hak müminlerin bu güzel sıfatlarını zikrederken
namazla başlayıp namazla bitirmiş, dolayısıyla bu durum namazın en faziletli
amel olduğuna delâlet etmiştir.
Nitekim Peygamberimiz (s.a.) İmam Ahmed, İbni Mace Hakim
ve Beyha-kî'nin Sevban'dan rivayet ettikleri hadis-i şerifte şöyle
buyurmaktadır: "İstikamet üzere olun. İstikametin sevabını sayıp
bitiremezsiniz. Bilin ki, amellerinizin en hayırlısı namazdır. Namaza da ancak
mümin olan devam der." Yani hakları yerine getirmek, Allah'ın koyduğu sınırlara
riayet etmek, kazaya razı olmak suretiyle istikamete sarılın. Siz istikametin
sevabını tesbit etmeye kalksanız bitiremezsiniz.
Bundan sonra da Cenab-ı Hak bu amellere verilecek güzel
mükafatı beyan etmiştir:
"İşte bu kimseler varis olacaklardır. Onlar Firdevs
cennetine varis olacaklardır. Orada ebedî olarak kalacaklardır." Yani bu güzel
vasıfları taşıyan ve kemal derecelerinde yükselen bu kimseler Firdevs
cennetlerinde konuklamaya hak kazanan ve orada devamlı bir şekilde ebediyyen
kalacak olan kimselerdir.
Buharî ve Müslim'in Sahih'lerinde Peygamberimiz'in
(s.a.) şöyle buyurduğu yer almaktadır: "Allah'tan cenneti istediğiniz zaman
Firdevs cennetini isteyin". Zira Firdevs cenneti cennetin en üst derecesi ve
cennetin merkezidir. Cennet nehirleri oradan fışkırır. Onun üstünde de
Rahman'ın arşı vardır. Denilmiştir ki: Firdevs cennet demektir, aslı Rumca veya
Farsça olup Arapçalaşmış-tır.
Bu
ayetin bir benzeri Cenab-ı Hakk'm şu kelâmlarıdır: "İşte kullarımızdan takva
sahibi olanları varis kılacağımız cennet budur." (Meryem, 19/63); "Yapmış
olduğunuz amellerinize karşılık varis olduğunuz cennet budur." (Zuhruf,
43/72).
Bu
Cenab-ı Hakk'm, cennetin dünyadaki güzel amellerin karşılığı olduğu şeklindeki
adil kanunudur. Bu yedi sıfatın tamamının yerine getirilmesi ahiret alemindeki
bu kazancı gerçekleştirecektir. Daha sonra bu ayetlerin ardından abdestin farz
olunması, oruç ve hac ayetleri nazil olmuştur. Ayet kadınlar ve erkekler
hakkında umumidir. [2]
Allah'ın
Varlığının Ve Kudretinin Delilleri -1-İnsanın Yaratılması
12-
Yemin olsun ki biz insanı süzülmüş özlü balçıktan
yarattık.
13-
Sonra onu "nutfe" halinde sağlam bir karargâh olan rahme
yerleştirdik.
14-
Sonra nutfeyi kan pıhtısı haline getirdik. Sonra da kan pıhtısını bir çiğnem
et yaptık. Sonra da bir çiğnem eti kemiklere çevirdik. Sonra da kemiklere et
giydirdik. Daha sonra da onu yeni bir varlık yaptık. Şekil verenlerin en güzeli
olan Allah ne yücedir!
15-
Sonra siz, bunun ardından da mutlaka ölürsünüz.
16- Sonra da
şüphesiz ki, siz kıyamet günü diriltileceksiniz.
Açıklaması
Cenab-ı Hak insanın ilk olarak süzülmüş çamurdan
yaratıldığını bildirmektedir. Bu da Hz. Adem (a.s.)'dir.
Yine Cenab-ı Hak yaratılışın dokuz merhalesinde insanın
değişim geçirdiğini beyan etmektedir. Bu dokuz merhale
şunlardır:
1- "Yemin olsun
ki biz insanı süzülmüş özlü balçıktan yarattık." İnsanı biz , onu yaratılış ve
fıtrat merhalelerinde değişime uğrattık. Bundan mu-cinsidir. Onun aslı ise
hiçbir bulanıklık bulunmayan çamurdan sü-hulâsadır. Yahut ilk insan Adem (a.s.)
bundan yaratılmıştır. Bu, Allah î'nın kudretine, birliğine ve bütün kemal
sıfatlarıyla muttasıf olduğuna fc-li bir delildir.
Tercih edilen görüşe göre burada insandan murad Hz. Adem
(a.s.)'dir Çün-çamurdan süzülmüş ve ondan yaratılmıştır. Nitekim Cenab-ı Hak
şöyle burmaktadır: "Sizi topraktan yaratması, sonra da birer insan olarak
yeryü-ne dağılmanız, Allah'ın varlığını, kudretini gösteren delillerindendir."
(Rum,
2- "Sonra onu
nutfe halinde sağlam bir karargâh olan rahme yerleştirdik." Sonra onun neslini
yani insan cinsini erkeklerin sulblerindeki meniden yarattık. Sonra bu meni
kadınların rahimlerine atıldı. Burada döllenmiş olarak hamilelikten itibaren
doğuma kadar sağlam, kuvvetli, istikrarlı bir korunma altında
olmuştur.
"Bm
da. a^tvetv ş\ı sşje.\\er güo\dir. "Her şeyi en güzel şekilde yaratan, inşam
önce balçıktan var eden, sonra insan soyunu adi bir suyun özünden yaratan
O'dur." (Secde, 32/7-8).
"Biz sizi bayağı bir sudan yaratmadık mı? Biz o bayağı
suyu belli bir zamana kadar sağlam bir yere yerleştirmedik mi? Onun ne
olacağını biz takdir ettik. Biz ne güzel takdir ediciyiz!" '(Mürselât,
77/20-23).
3- "Sonra
nutfeyi kan pıhtısı haline getirdik." Sonra nutfeyi asıl sıfatlarından alıp kan
pıhtısı (donmuş kan) haline getirdik. Yani erkeğin sulbü ve kadının döl
yatağından çıkan bir çeşit suyu kırmızı bir kan pıhtısı haline
çevirdik.
4- "Sonra da
kan pıhtısını bir çiğnem et yaptık." Sonra da donmuş kanı çiğnenecek bir lokma
gibi şekilsiz, düzensiz bir parça et haline getirdik. Bu değişikliğe yaratma
adı verilmiştir. Çünkü Cenab-ı Hak bazı sıfatları yok edip başka sıfatlar
yaratmaktadır. Sanki Cenab-ı Hak o et parçasında ilâve parçalar
yaratmaktadır.
5- "Sonra da
bir çiğnem eti kemiklere çevirdik." Yani kemikleri, sinirleri ve damarlarıyla
başlı, iki el ve iki ayaklı bir cisim haline çevirdik.
6- "Sonra da
kemiklere et giydirdik." Yani kemikleri örtecek, kemiklere destek olacak ve güç
verecek etle örttük. Zira et kemikleri örtmekte, böylece vücudu örten elbise
gibi olmaktadır.
7- "Daha sonra
da onu yeni bir varlık yaptık." Yani ona ruh üflemek suretiyle birinci
yaradılıştan farklı bir yaratık kıldık. Hareket etmeye başladı. Kulağı, gözü,
idraki, hareketi, titremesi olan yeni bir varlık oldu.
"Şekil verenlerin en güzeli olan Allah ne yücedir!" Yani
O'nun kudretindeki ve hikmetindeki şanı ne yücedir. Takdir edenlerin, suret
verenlerin en güzeli olan Allah bütün noksan sıfatlardan münezzeh ve
mukaddestir.
İbni Ebî Hatim ve Tayalisî Enes'ten (r.a.) rivayet
ediyorlar: Hz. Ömer (r.a.) şöyle demişti: Ben Rabbime şu dört şeyde muvafakat
ettim:
-
Ya Rasulallah! Makam-ı İbrahim'in arkasında namaz kılsak, ne buyurursunuz,
dedim. Bunun üzerine Cenab-ı Hak: "Makam-ı İbrahimi namaz kılma yeri edinin."
(Bakara, 2/125) ayetini indirdi.
-
Ya Rasulallah! Hanımların için bir perde koysan ne büyürsünüz? Çünkü
müttaki-facir herkes onların huzuruna giriyor. Bunun üzerine Cenab-ı Hak:
"Onlardan bir şey istediğiniz zaman perde arkasından isteyin." (Ahzab, 33/53)
ayetini indirdi.
-
Peygamberimiz'in (s.a.) hanımlarına: "Ya siz bu durumunuzu bırakınız,
yahut Allah ona sizden daha hayırlı eşler verir," dedim. Bunun üzerine: "O sizi
boşarsa Allah ona sizden daha hayırlı eşler verir." (Tahrim, 66/5) ayeti nazil
oldu.
'Yemin olsun ki biz insanı süzülmüş özlü balçıktan
yarattık." ayeti inmişti. 3en bu ayeti duyunca: "Şekil verenlerin en güzeli olan
Allah ne yücedir." de-üm. Bunun üzerine "Şekil verenlerin en güzeli olan Allah
ne yücedir!" ayeti indi.
8- "Sonra siz,
bunun ardından da mutlaka ölürsünüz."[3]
Yani bu yokluktan sonraki ilk yetişmenin ardından ölüme
yönelirsiniz.
9- "Sonra hiç
şüphesiz ki, siz kıyamet günü diriltileceksiniz." Sonra da hesap görülmesi,
sevap ve ceza olarak amellerin karşılığının verilmesi için son defa
kabirlerinizden çıkarılacaksınız. Nitekim Cenab-ı Hak: "Sonra Allah son defa
-yani kıyamet günü- sizi diriltecektir." (Ankebut, 25/10)
buyurmaktadır.
Bu
iki ayette Allah Tealâ, hayatı yok etmek demek olan "öldürme" ve yok :Iup helak
olduktan sonra tekrar hayat verme olan "dirilme"yi yoktan var etmekten sonraki
ilâhî kudretine delil olarak zikretti. [4]
-2-
Göklerin Yaratılması, Yağmurun Yağdırılması, Nimetlerin
Verilmesi
17-
Şüphesiz ki biz sizin üzerinizde yedi kat gökleri yarattık. Biz yarattığımız
varlıklardan gafil değiliz.
18-
Biz, gökten belli ölçüde su indirdik ve onu yeryüzüne yerleştirdik. Şüphesiz
biz onu gidermeye de kadiriz.
19-
Biz o su ile sizin için içinde bir çok meyveler bulunan hurma ve üzüm bahçeleri
yarattık. Siz bunlardan yersiniz.
20-
Ayrıca o su ile Tur-i Sina'da yetişen bir ağaç bitirdik ki, meyvesi yağlıdır,
yiyenlere katıktır.
21- Şüphesiz
sizin için hayvanlarda da ibretler vardır. Size karınlarından çıkan sütlerden
içiririz. Sizin için onlarda daha bir çok menfaatler vardır. Ayrıca onlardan
yersiniz.
22-
Bir de onların üzerinde ve gemilerin üstünde taşınırsınız.
Açıklaması
Göklerin
Yaratılması:
"Şüphesiz ki biz sizin üzerinizde yedi kat gökleri
yarattık." Allaha yemin olsun ki ey Ademoğulları! Biz sizin üzerinizde üstüste
yedi kat gökleri yarattık. Bunlar yıldızların
yörüngeleridir.
Allah Tealâ çoğunlukla göklerin ve yerin yaratılmasını
insanın yaratılmasıyla. birlikte yanyana zikretmektedir.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Göklerin ve
yerin yaratılması maunların yaratılmasından daha büyüktür." (Gafir,
40/57).
Peygamberimiz'in (s.a.) cuma sabahlarında okuduğu Secde
suresinin başında da böyledir. Bu surenin başında göklerin ve yerin
yaratılması, sonra insanın yaratılmasının beyanı ve ahiret, ceza gibi hususlar
yer almaktadır.
Bu
ayetin benzeri daha önce geçtiği gibi şu ayettir: "Allah 'm yedi kat gök-hri
nasıl yarattığını görmüyor musun?" (Nuh, 71/15).
"Allah yedi göğü ve yerden de onların mislini yaratmış
olandır. Emri bütün inanların arasında durmadan iner. Allah 'm gerçekten her
şeye kadir olduğunu, gerçekten ilmiyle her şeyi kuşatmış bulunduğunu bilmeniz
içindir." (Talak,
S5/12).
"Biz yarattığımız varlıklardan gafil değiliz." Yani biz
içlerinde göklerin de tolunduğu yaratılmış hiçbir varlığın durumunu ihmal edecek
değiliz. Bilakis o varlıkların ayakta kalması ve devamlı var olmasını garanti
altına almak için «olan koruruz. Biz buralarda olan küçük-büyük her şeyi
biliriz.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "O yeryüzüne
giren, yeryüzünden çıkan, gökyüzünden inen ve gökyüzüne çıkan her şeyi bilir.
Siz nerede olursanız olun, O sizinle beraberdir. Allah sizin yaptıklarınızı
görür. (Hadid, 6/59). [5]
Yağmur
ve Bitkiler:
"Biz gökten belli ölçüde su indirdik ve onu yeryüzüne
yerleştirdik." Yani buluttan insanların ihtiyacı kadar içmeye ve hayvanları
sulamaya yetecek kadar yağmur indirdik. Ne yeryüzünü ve yerleşik hayatı
bozgunluğa uğratacak kadar çok, ne de meyve, sebze ve ekinlere yetmeyecek kadar
az. Hatta tarım için çok saya ihtiyaç duyan ve toprağı üzerine yağmur yağmasına
dayanıklı olmayan yerlerin suyu başka beldelerden getirilir. Çorak arazi denilen
Mısır arazisine su Habeşistan diyarından kırmızı çamur (Gıryen) ile birlikte
gelir. Bu çamur îanm için oraya yerleşir, bu diyarda çok olan kumları
örter.
Yağmur buluttan yağdığı zaman biz onu yeryüzüne
yerleştiririz. Yeryüzü-ıne onu kabuJ edecek bir özellik veririz. Toprakta
bulunan tohum ve çekirdekler «odan gıdasını alır, ırmaklar ve kuyular ondan
kaynaklanır.
"Şüphesiz biz onu gidermeye de kadiriz." Yani eğer biz
onu gidermeyi ve sizden başka yerlere çevirmeyi ve yerin dibine doğru
kaybolmasını dilersek buma mutlaka yaparız. Nitekim onu indirmeye de kadiriz.
Yine biz dilersek onu içmekte ve sulamakta yararlanılamayacak şekilde acı ve
tuzlu kılarız. Biz bulutun yağmur yağdırmamasını dilersek bunu da mutlaka
yaparız. Biz bu yağmuru yeryüzünün üstünde bırakmayı dilesek onu da yaparız.
Fakat rahmetimiz ve size olan lütfumuz sebebiyle ihtiyaç anında onunla
ekinlerinizi, meyvelerinizi, hayvanlarınızı sulamanız için ve yıkama, temizlik,
soğutma ve benzeri diğer şekillerde yararlanmanız için depo şeklinde o
yağmurları yeryüzüne yerleştirdik.
"Biz o su ile sizin için... hurma ve üzüm bahçeleri
yarattık." Yani gökyüzünden yağdırdığımız su ile -Araplarda en çok bulunan
meyvelerden olan- hurma ve üzümlerin bulunduğu çok güzel manzaralı, çok şirin
bağlar, bahçeler ve bostanlar çıkardık.
"... içinde birçok meyveler bulunmaktadır. Siz de
bunlardan yersiniz." Yani sizin için bu bahçelerde hurma ve üzüm dışında çok
çeşitli meyveler de vardır. Siz de bu bahçelerin meyvelerinden yersiniz, yani
onlardan yararlanıyorsunuz, rızıklanıyorsunuz ve hayatınızı devam
ettiriyorsunuz.
"Siz de bunlardan yersiniz" ifadesi sanki mukadder bir
şeye atfedilmiştir. Takdiri şöyledir: Siz onun güzelliğine ve olgunluğuna
bakarsınız ve bunlardan yersiniz.
"Ayrıca o su ile..." Tur dağında yetişen meyvelerden hem
yağ -zeytinyağı-elde edilen- hem de yiyenlerin yağ ve katık olarak
yararlandıkları bir ağaç -zeytin ağacı- yetiştirdik.
İmam Ahmed'in Ebu Üseyd Malik b. Rabia es-Sâidî
el-Ensarî'den (r.a.) rivayetine göre Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Zeytinyağını yiyin ve onunla yağlanın. Çünkü o mübarek bir ağaçtandır." Bu
hadisi Tirmizî Hz. Ömer'den (r.a.) rivayet etmiştir. [6]
Evcil
Hayvanların Durumu:
"Şüphesiz hayvanlarda da sizin için ibretler vardır." Ey
insanlar! Deve, sığır ve koyunların yaratılmasında ve bu hayvanlardaki
faydalarda ibret alacağınız dersler, şükür ve takdire lâyık nimetler vardır.
Gıdalardan doğan kanı guddelerde kolay içilen gayet güzel, tam gıdalı süte
çevirmek suretiyle Allah Te-alâ'nm kudretine delil
getirmektedir.
Bu
faydalar çok olup burada sadece dört çeşidi
zikredilmiştir:
1- "Size
karınlarından çıkan sütlerden içiririz." Yani kanla yem artıkları arasından
çıkan sütü içer, bu sütten yağ, peynir v.s. elde
edersiniz.
2- "Sizin için
onlarda daha birçok menfaatler vardır." Bu hayvanların yünlerinden ve
kıllarından yararlanır, bunlardan elbise ve yaygılar
yaparsınız.
3- "ve
bunlardan yersiniz." Yani boğazladıktan sonra etlerinden yersiniz. Bunlardan hem
canlı olarak, hem de boğazlandıktan sonra yararlanırsınız.
4- "Bir de
onların üzerinde ve gemilerin üstünde taşınırsınız." Yani bu hayvanların
sırtına binersiniz, denizde gemilerden yararlandığınız gibi karada da ağır
yüklerinizi bu hayvanların üzerinde uzak beldelere ve memleketlere
taşırsınız.
"Onlar sizin ağırlıklarınızı yüklenir, ancak nefislerin
meşakkatiyle ulaşabileceğiniz bir memlekete götürürler. Şüphesiz ki Rabbiniz
çok şefkatli, çok merhamet edicidir." (Nahl, 16/7).
"Ellerimizin işleyip yaptıklarından kendileri için bunca
davarlar yarattığımızı, bu sayede onlara malik olmuş bulunduklarını da
görmediler mi? Biz onları kendi emirlerine verdik. İşte binecekleri bunlardan,
yiyecekleri bundandır. Bunlarda kendileri için daha nice menfaatler ve içecekler
vardır. Hâlâ şükretmezler mi?" (Yasin, 36/71-73).
Bu
nimetlerin zikredilmesi yaratıcıya işaret etmek ve Allah Tealâ'nın kudretini
tanıtmak maksadıyladır. [7]
Hz.
Nuh (A.S.) Kıssası
23-
Yemin olsun ki, biz Nuh'u kavmine peygamber olarak göndermiştik de onlara: "Ey
kavmim! Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka hiç bir ilâhınız yoktur. Hâlâ
korkmayacak mısınız?" demişti.
24- Bunun
üzerine kavminin ileri gelenleri şöyle dediler: Bu, sizin gibi beşerden başka
bir şey değildir. O sizin üzerinizde üstünlük sağlamak istiyor. Eğer dileseydi
mutlaka melekleri gönderirdi. Biz geçmiş atalarımızdan böyle bir şey
işitmedik.
25-
O, ancak kendisinde delilik bulunan bir adamdır. Hele onu bir süreye kadar
gözetleyin, bakalım.
26-
Nuh: "Ey Rabbim! Beni yalanlamalarına karşılık bana yardım et."
dedi.
27-
Biz O'na şöyle vahyettik: Gemiyi bizim murakabemiz altında ve vahyettiği-miz
şekilde yap. Nihayet emrimiz gelip tandır kaynaymca daha önce helak olacakları
bildirilen kimseler müstesna, her cinsten ikişer çifti ve aileni alıp gemiye
koy. Zulmedenler hakkında bana niyazda bulunma. Çünkü onlar boğulmaya
mahkûmdurlar.
28- Sen ve
beraberinde olanlar gemiye yerleşince: "Bizi zalim kavimden kurtaran Allah'a
hamdolsun." de.
29-
"Ey Rabbim! Beni hayırlı bir yere kondur. Sen konuklatanların en hayır-lısısın."
de.
30- Şüphesiz ki,
bunda nice deliller ve ibretler vardır. Doğrusu biz insanları imtihan
ederiz.
Açıklaması
Cenab-ı Hak Hz. Nuh (a.s.) kavmini Allah'ın azabı,
şiddetli cezası, Allah'ın kendisine şirk koşan, emrine aykırı davranan ve
peygamberlerini yalanlayan kimselerden alacağı intikamı ile uyardığı zaman
kavminin Hz. Nuh'a (a.s.) karşı tavrını beyan etti. Cenab-ı Hak şöyle buyurdu:
"Yemin olsun ki, biz Nuh'u kavmine peygamber olarak göndermiştik..." Nuh (a.s.)
da kavmine ortağı olmayan tek Allah'a ibadet etmeyi emretti. Onlara: "Siz hiç
sakınmıyor musunuz?
Allah'a şirk koşmak hususunda Allah'tan korkmuyor
musunuz?" diye tebliğde bulundu*
"Bunun üzerine kavminin ileri gelen kâfirleri..." yani
kavminin büyükleri ve önderleri şöyle dediler: Nuh ancak sizin gibi bir
beşerdir, sizin içinizden bir kimsedir. Peygamberlik iddiasıyla O, sizin
üzerinizde üstünlük sağlamak ve size karşı büyük görünmek istemektedir. Onun
ilim ve ahlâk noktasında hiçbir meziyeti yoktur. O sizin gibi olduğu halde nasıl
kendisine vahiy gelen bir peygamber olabilir?
Kavmine göre Hz. Nuh'un (a.s.) peygamberliğine engel
sayılan noktalar şunlardır:
1- "Allah
dileseydi melekleri gönderirdi." Yani Allah bir peygamber göndermek isteseydi
ilâhî mesajının iletilmesi için kendi nezdindeki meleklerden birini gönderir, bu
peygamber beşer olmazdı. Zira meleğin indirilmesi iman etmeye daha teşvik edici
ve doğruluğa delâleti daha açıktır. Bu durum onların peygamberliğin insan
cinsinden daha yüce bir unsur olan meleklere verilmesi gerektiği ve ilâhî
risaletin bir beşere yüklenmesinin mümkün olmadığı şeklindeki tasavvurlarından
doğmaktadır.
2- "Biz geçmiş
atalarımızdan böyle bir şey işitmedik." Biz geçmiş zamanlarda dedelerimizin,
geçmiş büyüklerimizin devrinde bir beşerin -peygamber olarak- gönderildiğini
işitmedik. Bu ifadeleri onların inanç noktasında taklitçiliğe dayanmalarından,
küfür ve inatçılık hususunda ısrarlı olmalarından
kaynaklanmaktadır.
3- "O ancak
kendisinde delilik bulunan bir adamdır." Yani Nuh Allah'ın size gönderdiği ve
içinizden özel olarak kendisine vahiy indirdiğini iddia etmesi hususunda deli
bir adamdır.
"Hele onu bir süreye kadar gözetleyin bakalım." Onu
şüphe nazarıyla bekleyin. Bir müddet sabredin ki sonunda ondan kurullasınız ya
da ümitsizliğe düşüp sizin dininize dönsün yahut cinnetinden ayılsın. Onların bu
ifadeleri sadece böbürlenmektir. Zira onlar Hz. Nuh'u (a.s.) aklının üstünlüğü,
sözlerinin dengeli oluşu ve tavırlarının doğruluğuyla gayet iyi
tanıyorlardı.
Hz.
Nuh (a.s.) kavmini hak dine davet etmede yıllarca sabredip kendisine pek az bir
gurup iman edince kavminin davetine icabet etmelerinden ümitsizliğe düşünce
Allah O'na Rabbinin kendisine yardım etmesi hususunda niyazda bulunmasını
vahyetti. Bunun üzerine "Nuh: Ey Rabbim! "Beni yalanlamalarına karşı bana sen
yardım et," yani onların beni yalanlamaları sebebiyle onları helak et, dedi.
Nitekim bir başka ayette: "Nuh: Ben mağlûp oldum. Bana yardımcı ol, diye
Rabbine dua etti." buyurulmaktadır. Bir başka ayet ise şöyledir. "Ey Rabbim!
Yeryüzünde hiçbir kâfiri bırakma." (Nuh, 71/36).
Allah Hz. Nuh'un duasını kabul etti ve ona gemi
yapmasını emrederek şöyle buyurdu:
"Biz ona: Gemiyi bizim murakabemiz altında ve
vahyettiğimiz şekilde yap, diye emrettik." Yani Nuh'a bizim korumamız,
gözetimimiz, öğretmemiz ve nasıl yapılacağı hususundaki irşadımız ile gemi
yapmasını emrettik.
"Nihayet emrimiz gelip tandır kaynayınca daha önce helak
olacakları bildirilen kimseler müstesna, her cinsten ikişer çifti ve aileni
alıp gemiye koy." Bi-lim azap ve heJâk i]e hükmetmemizin vakti gelip su
yeryüzünden yahut ekmek fcsnnnek için yere kazılmış olan tandırdan fışkırmca her
çeşit hayvanlar, bitki-r ve meyvelerden dişi-erkek ikişer çift yerleştir. Gemiye
aile halkını bindir, seninle birlikte
bütün iman edenleri biridir. Bu son açıklama tercih edi-jea manadır. Ancak Allah
tarafından daha önce kendi haklarında helak olmaları kararlaştırılanlar hariç.
Bunlar Hz. Nuh'un hanımı ile oğlu Ken'an olup ■«an
etmemişlerdi.
Rivayete göre Hz. Nuh'a (a.s.): "Suyun tandırdan
fışkırdığını gördüğün zaman sen ve hanımın gemiye binin." denildi. Su tandırdan
fışkırdığı zaman bu curumu hanımı kendisine haber verdi. Hz. Nuh (a.s.) da
gemiye bindi.
"Zulmedenler hakkında bana niyazda bulunma!" Yani inkâr
edenler hak-üida benden bir şey isteme, onlara şefaat etme. Kavmin hakkında
şefkat etmek sevdasına düşme. Ben üzerinde bulundukları küfür ve azgınlık
sebebiyle idarin boğulacaklarına hükmettim. Yani boğulma olayı onlar için hiç
şüphesiz meydana gelecektir.
Daha sonra Allah Nuh'a gemiye bindikten sonra kendisine
hamdetmesini t; senada bulunmasını emrederek şöyle
buyurdu:
"
Sen ve beraberinde olanlar gemiye yerleşince..." Yani sen ve seninle beraber
iman edenler gemide yerlerini alınca sen ve onlar şöyle deyin: Bizi zalim
kavimden kurtaran o kâfir, müşrik ve zalimlerden kurtaran Allah'a
hamdosun.
İbni Abbas (r.a.) diyor ki: Bu gemide seksen kişi vardı:
Hz. Nuh (a.s.), Hz. Nuh'un (a.s.) ikinci hanımı, Sam, Ham ve Yafes adlarındaki
oğulları ve bu ;eullarının birer hanımı; ayrıca 72 kişi. Tufandan sonraki
insanların tamamı îemidekilerin neslinden gelmiştir. Cenab-ı Hak daha sonra Hz.
Nuh'a gemiden rJtarken de sena ile birlikte kendisine şöyle duada bulunmasını
emretti:
"De
ki: Ey Rabbim! Beni bereketli bir menzile kondur. Sen konuklatanların en
hayırlısısın." Yani gemiden inince şöyle de: Ey Rabbim! Beni mübarek bir .nişle
indir yahut benim için bereketli olacak ve bana dünya ve ahiretin hayrından
fazlasıyla verilecek mübarek bir yere indir. Sen kullarını en iyi yerlere
indiren en hayırlı kimsesin. Çünkü sen indirdiğin kimseyi bütün hallerinde
korursun, ondan hikmetin gerektirdiği şekilde sıkıntıları
giderirsin.
Bu
ve bundan önceki dua aynı zamanda müminlere yolculuğa başlama ve yolculuğu
bitirme anındaki Allah'ı zikretmeyi öğretmektedir.
Katade diyor ki: "Allah size gemiye binince: "Bismillâhi
mecrâhâ ve mür-sâha" (Hud, 11/41) demeyi öğretti. Bineğe binerken de
"Sübhânellezî sehhare lenâ hazâ..."; "Bunu bizim emrimize veren Allah'ın şanı ne
yücedir, münezzehin Biz mutlaka ancak Rabbimize dönüp gidiciyiz." (Zuhruf,
43/13) demeyi, binekten inerken de "Ve kul Rabbi enzilnı münzelen mübareken
..."; "Ey Rabbim beni bereketli bir yere kondur..." demeyi
öğretti."
"Şüphe yok ki bunda nice ibretler vardır. Biz elbette
imtihana çekenleriz. Bu emrimizde yani müminleri kurtarmak ve kâfirleri helak
etmek hususund peygamberlerin Allah tarafından getirdikleri tebliğde onların
doğruluğuna açıl bir delil vardır. Şüphesiz biz kullarımızdan kim ibret alır,
kim bunu düşünü diye görmek için bu ayetlerde kullarımızı deniyoruz. Bu ayet
aynen şu ayet gi bidir: "Biz onlara bir delil bıraktık. Bundan ibret alan var
mı?" (Kamer, 54/15' Denilmiştir ki: Yani biz onlara imtihan edilenlerin
muamelesiyle muamele ede ceğiz.
Bu
kıssa Hud suresinde daha tafsilatlı olarak geçmiştir. [8]
Hud
(A. S.) Kıssası
31- Sonra
onların ardından başka bir nesil yetiştirdik.
32-
Onlara da: "Allah'a kulluk edin. Sizin O'ndan başka hiçbir ilâhınız yoktur. Hâlâ
sakınmayacak mısınız?" diye kendi içlerinden bir peygamber
gönderdik.
33-
Kavminin ileri gelenlerinden kendilerine dünya hayatında refah verdiğimiz
halde, inkâr edenler ve ahirete kavuşmayı yalanlayanlar şöyle dediler: "Bu
yediklerinizden yiyen, içtiklerinizden içen sadece sizin gibi bir
beşerdir."
34- "Eğer siz,
kendiniz gibi bir beşere boyun eğerseniz o takdirde siz yemin olsun ki mutlaka
hüsrana düşmüş olursunuz."
35-
"O size ölüp toprak ve kemik olduğunuz zaman tekrar çıkarılacağınız vaadinde
mi bulunuyor?"
36- "Tehdit
edildiğiniz bu şey ne kadar uzak, ne kadar uzak!"
37- "Hayat
sadece dünya hayatımızdır. Ölürüz, yaşarız. Biz diriltilecek
değiliz.
38- O Allah'a
karşı yalan uyduran bir adamdır. Biz ona inanacak
değiliz."
39- O peygamber:
"Ey Rabbim! Beni yalanlamalarına karşılık sen bana yardım et."
dedi.
40-
Allah da: "Onlar az sonra mutlaka pişman olacaklar." dedi.
41-
Derken hak ettikleri çığlık onları ya-kalayıverdi. Böylece biz onları çer-çöp
haline getirdik. O zalim kavim rahmetten uzak olsun."
Açıklaması
"Sonra onların ardından başka bir nesil yetiştirdik."
Yani helak olan Nuh kavminden sonra başka bir kavim var ettik. Bunlar Hz. Hud'un
(a.s.) kavmi olan Âd kavmidir. Zira onlar Nuh kavminden sonra onların halefleri
olmuşlardı. Bir başka görüşe göre: "Derken hak ettikleri çığlık onları
yakalayıverdi." ayetinin delaletiyle murad edilen kavim Semud
kavmidir.
Allah Tealâ onlara kendi içlerinden bir rasul gönderdi.
Bu peygamber onları hiçbir ortağı olmayan tek olan Allah'a kulluğa davet etti.
Kavmi ise onu yalanladılar, ona karşı çıktılar, kendileri gibi bir beşer olması
sebebiyle ona uymayı reddettiler.
Peygamber de onlara şöyle cevap verdi: "Siz Allah'tan
başka put ve heykellere tapmakla Allah'ın cezasından korkmuyor musunuz,
sakınmıyor musunuz? Zira ibadet sadece O'na lâyıktır. O'ndan başka hiçbir kimse
ibadet edilmeye lâyık değildir.
"Nuh kavminin ileri gelenlerinden..." yani önde
gelenlerinden bazıları şu uç kötü sıfatla
niteleniyorlardı:
a) Yaratıcıyı
inkâr ve O'nun birliğini tanımamaları.
b) Kıyamet
gününü inkâr etmeleri, öldükten sonra dirilmeyi, cezayı ve hesabı, cismen
yaratılmayı yalanlamaları.
c) Allah'ın
kendilerine nimet olarak verdiği dünya hayatına dalmaları, nihayet şımarmaları
ve nankörlük yapmaları.
Bunlar insanlara şöyle diyorlardı: Kendisinin peygamber
olduğunu iddia eden bu Hud, sıfatı ve durumu itibariyle sizin gibi normal bir
kimsedir. Onun sizin üzerinizde hiçbir meziyeti yoktur. O da sizin
yediklerinizden yiyor, sizin içtiğiniz sudan içiyor. Nasıl sizin üzerinizde
üstünlük iddia ediyor? Allah tarafından size gönderildiğini nasıl iddia
ediyor?
"Eğer kendiniz gibi bir insana boyun eğerseniz, hiç
şüphesiz o halde siz çok büyük bir kayba uğramışsınız." Onlar yemin ederek
dediler ki: Siz sizin gibi bir insana itaat eder, ona uyarsanız hiç şüphesiz o
zaman siz akıllarınızı kaybetmiş olursunuz, görüşlerinizde aldanmış olursunuz.
Sahte ilâhlarınızı bırakmanız ve hiçbir üstünlüğü olmadığı halde Nuh'a uymanız
sebebiyle şerefinizi kaybedersiniz. Peygamberin beşer oluşu bu kavmin
inkârlarına sebep olan ilk şüpheleridir.
Bundan sonra ikinci şüphelerini ortaya koydular. Bu
şüphe haşir ve neşrin doğruluğu hususunda ve bunu ispat etmek üzerine kurulu
peygamberliğe ithamda bulunmalarıdır. Şöyle diyorlardı:
"Öldüğünüz zaman, toprak ve kemik olduğunuz zaman sizin
tekrar çıkarılacağınız vaadinde mi bulunuyor?" Yani o size öldükten sonra,
çürümüş kemik ve toprak olduktan sonra dirilip kabirlerinden çıkarılacağınızı mı
vaad ediyor? Sonra bu inkâra ilâve olarak Hz. Nuh'un iddia ettiği şeyin meydana
gelmesinin son derece uzak bir ihtimal olduğunu ekleyerek şu ifadeyi
kullandılar: "Tehdit edildiğiniz o şey ne kadar uzak, ne kadar uzak!" Cismen
dirilmenin gerçekleşmesi hesap ve ceza için tekrar hayatın var oluşu şeklinde
tehdit edildiğiniz şey çok uzaktır. Sonra da bu dirilişi inkâr ettiklerini şu
ifadeleriyle bir daha vurguladılar:
"Hayat sadece bizim dünya hayatımızdır. Ölürüz ve
yaşarız. Biz tekrar diriltilecek değiliz..." Yani hayat tektir. Bu da dünya
hayatıdır. Bazıları ölür, bazıları yaşar, tekrar hayat, haşir ve dirilme
yoktur.
Haşrin doğruluğunu reddettikten sonra bunun üzerine Hz.
Hud'un peygamber oluşunu reddetme düşüncesini kurdular:
"O
sadece Allah'a karşı yalan düzen bir adamdır. Biz ona inanan kimseler değiliz."
Yani peygamberliğini iddia eden ve öldükten sonra dirilmeyi savunan Hz. Hud size
getirdiği peygamberlik, uyarı ve ahiretten haber verme konusunda sadece yalan
uyduran bir adamdır. Biz onun iddia ettiği hususları tasdik edici
değiliz.
Allah Tealâ onların ortaya koydukları bu geçen iki
şüpheye cevap vermedi. İnsanlarla uyum açısından, kendisinden kolayca tebliğ
alınması ve bunun tartışmasının yapılması bakımından; kendisi gibi beşer
olanlarla akıl, düşünce ve muhakeme kullanılarak kanaatin oluşması yönünden
peygamberin beşer olması daha tesirli ve daha gereklidir. Dolayısıyla bu mesele
sadece zorla kabul ettirmek değildir.
Haşir (mahşer yerinde toplanma) olayını uzak bir ihtimal
olarak görmeleri akıllarının zayıflığı ve dengelerinin kusurlu oluşu
sebebiyledir. Zira akıllı kimse idrak eder ki Cenab-ı Hak mümkün olan şeylere
muktedir ve her çeşit malumatı bilen kimse olunca onun haşir ve neşre kadir
olması vacip olmaktadır. Çünkü insanlar arasında adalet kalesinin tekrar
kurulması için tekrar yaratılma zaruri bir olaydır. Tekrar dirilme olmasaydı
dünyada güçlü kimse zulmederek hiçbir engel görmeden, hiçbir ceza olmadan zayıf
kimseye musallat olurdu. Bu ise son derece hikmet sahibi olan Allah'a lâyık bir
durum değildir. Bundan dolayı Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Hiç şüphesiz
kıyamet gelecektir. Benim onu hemen açıklayacağım geliyor ki herkes neye
çalışıyorsa kendisine onunla karşılık verilsin." (Tâ-Hâ,
20/15).
Hz.
Hud (a.s.) kavminin "Biz sana iman edici değiliz." şeklindeki sözleri sebebiyle
onların iman etmelerinden ümidini kesince Rabbine iltica
etti:
"Hud dedi ki: Beni yalanlamalarına karşılık sen bana
yardım et." Yani sana iman etmeye, senin birliğin ve seninle karşılamayı kabul
etmeye davet etmem hususunda beni yalanlamaları sebebiyle kavmime karşı bana
kuvvetli bir şekilde yardım et, dedi.
Allah da onun duasını kabul etti: "Allah da: Onlar az
sonra mutlaka pişman olacaklar, dedi." Yani Allah Tealâ onun duasını kabul
ederek şöyle buyurdu. Kavmin az bir zaman sonra yaptıklarına pişman
olacaklardır. Bu durum onların helak olma alâmetleri ortaya çıktığı zaman
olacaklardır. Onlar senin yaptığın Allah'a ve tevhide iman etme davetini kabul
etmediklerine, sana muhalefet ettiklerine, seni yalanlamalarına ve sana karşı
inatçılık etmelerine pişmanlık ve hasret duyacaklardır.
Sonra da ceza ve azap gelecektir. Cenab-ı Hak buyuruyor
ki: "Derken hak ettikleri çığlık onları yakalayıverdi. Böylece biz onları
çer-çöp haline getirdik." Yani onlar Cebrail'in korkunç çığlığı ile ölüp helak
oldular. Bu şiddetli, korkunç bir ses olup insanları derhal düşürüp ölümlerine
sebep oluyordu. Onlar peygamberlerini yalanlamaları ve inkâr etmeleri sebebiyle
yere düşüp helak olmuşlar, dere çöpleri gibi olmuşlardır. Çer-çöp kendisinden
hiçbir şekilde yararlanılmayan önemsiz, değersiz şeydir.
İbni Kesir diyor ki: "Anlaşılan odur ki: Bu korkunç
çığlık onlara soğuk, kuvvetli ve helak edici bir fırtına ile birlikte gelmiş
olmalıdır.
"O
zalim kavim artık ilâhi rahmetten uzak olsun." Yani küfürleri, azgınlıkları ve
peygamberlerine isyan etmeleri sebebiyle nefislerine zulmeden şu kâfir kavim
gazaba uğrayarak, yıkılarak, helak olarak rahmetten uzak olsun. Nitekim Cenab-ı
Hak şöyle buyuruyor: "Onlara biz zulmetmedik. Fakat onlar kendilerine
zulmettiler." (Zuhruf, 43/76).
Bu
ayette onların son derece aşağılanacakları ve zillete uğrayacakları
bildirilmekte, Allah'ın onlar üzerinde kudreti ortaya konmakta, onların
durumunda olan ve bu ayetleri dinleyip peygamberlerini yalanlayanlara da azabın
isabet edeceği bildirilmektedir. [9]
Hz.
Salih, Lût, Şuayb (A. S.) Ve Diğer Bazı Peygamberlerin
Kıssaları
42-
Sonra onların ardından başka nesiller yetiştirdik.
43- Hiçbir ümmet
kendi ecelini ne öne alabilir, ne de geciktirebilir.
44-
Daha sonra peygamberimizi peş peşe gönderdik. Hangi ümmete peygamberi geldiyse
onu yalanladılar. Biz de onları arka arkaya dizdik. Onları birer kıssa yaptık.
İman etmeyen kavim rahmetten uzak olsun!
Açıklaması
"Sonra onların ardından başka nesiller yetiştirdik." Âd
kavminin helak edilmesinden sonra dünyayı imar etme hususunda kendilerinden
öncekilerin yerini almaları için Hz. Salih, Lût, Şuayb, Eyyub ve Yusuf (a.s.)
kavmi gibi başka kavim ve nesiller var ettik.
"Hiçbir ümmet kendi ecelini ne öne alabilir, ne de
geciktirebilir." Bu ümmetlerden hiçbiri iman etmezlerse asla helaki için takdir
edilen yahut azabı için tayin edilen vakitten önce helak olmaz, bu vakitten geri
de kalmaz. Ayetin manası şudur: Helak olma vakti belirlenmiştir; ne öne
alınabilir, ne de geciktirilir. O halde azaba girmekte acele etmeyin. Allah'ın
nezdinde her şey belirli bir miktar iledir. Bu, insanın eceliyle irtibat
halindedir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Onların ecelleri gelince
ne bir an öne alınırlar, ne de geri bırakılabilir." (Nahl,
16/61).
"Daha sonra peygamberlerimizi peş peşe gönderdik." Biz
her ümmete birbiri ardından gelen diğer peygamberleri gönderdik. Cenab-ı Hak
şöyle buyuruyor: "Andolsun ki biz her ümmete Allah'a kulluk edin, tağuttan
kaçının diye (davette bulunan) bir peygamber gönderdik. Onlardan kimisine Allah
hidayeti ihsan eyledi. Kimisinin üzerine de sapıklık gerçek oldu." (Nahl,
16/36).
"Hangi ümmete peygamber geldiyse onu yalanladılar."
Peygamber ümmetine şeriatlar ve hükümler yüklemek suretiyle geldiği zaman
kavminin büyük bir kısmı onu yalanladılar. Bunlar peygamberlerini yalanlama
hususunda kendilerinden önce geçen Allah'ın tufanda boğulmakla ve şiddetli
çığlıkla helak ettiği kavimlerin yolundan gidiyorlardı. Cenab-ı Hak şöyle
buyuruyordu: "Ey kulların üzerine hasret (hazır ol! Çünkü) Onlar kendilerine
herhangi bir peygamber gelmeyedursun, mutlaka onunla alay ederlerdi." (Yasin,
36/30).
"Biz onları" helak etmekle "arka arkaya dizdik." Mana
şudur: Onlar peygamberlerini yalanladıklarında biz onları peşpeşe helak ettik.
Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle buyuruyor: "Nuh'tan sonra nice nesilleri
helak ettik." (İsra, 17/17).
"Biz onları birer kıssa yaptık." Onları insanlara haber
ve kıssa haline getirdik. "Ehadîs" kelimesi "uhdûse" kelimesinin çoğuludur.
"Uhdûse" kelimesi insanların eğlence olarak hayretle anlattıkları şeylere denir.
Bir ayet şu şekildedir: "Biz onları birer kıssa yaptık ve onları paramparça
ettik." (Sebe,34/19).
"İman etmeyen kavim rahmetten uzak olsun." Helak olmak,
yok olmak Allah'ın rahmetinden uzaklık Allah'ı ve Rasulünü tasdik etmeyen bir
kavmin vasfıdır. Bu ifade her kâfire beddua, zem, azarlama ve şiddetli tehdit
makamındadır. Bu ifade onların dünyada derhal helak oldukları gibi ahirette
ebedî olarak azap edilmek üzere helak edilmelerinin de beklenmesi gerektiğine
delildir. [10]
Hz.
Musa Ve Harun (A. S.) Kıssası
45- Daha sonra
da Musa'yı ve kardeşi Harun'u mucizelerimizle ve apaçık bir kuvvetle
gönderdik.
46- (Bu iki
peygamberi) Firavun ve erkânına gönderdik. Fakat onlar kibirlendiler. Zaten
kendileri büyüklük taslayan bir kavim idi.
47-
Şöyle dediler: Bu ikisinin kavimleri bize taparken, şimdi biz bizim gibi iki
beşere mi iman edecek misiz?
48-
Onlar Musa ve Harun'u yalanladılar. Böylece helak edilenlerden
oldular.
49-
Şüphesiz biz Musa'ya kavmi hidayete ersin diye kitabı (Tevrat'ı)
verdik.
Açıklaması
"Daha sonra da Musa'yı ve kardeşi Harun'u
mucizelerimizle ve apaçık bir kuvvetle gönderdik."
Önceki peygamberlerden sonra Firavun'a, kavminin önde
gelenlerine ve kendisine uyan kıptîlere Musa'yı ve kardeşi Harun'u mucizelerle,
hüccetlerle ve kesin burhanlarla gönderdik. Fakat bu kavim bu iki peygamberin
beşer olmaları sebebiyle, bunlara uymak ve emirlerine boyun eğmekten yüz
çevirmekte, büyüklük taslamaktadırlar. Nitekim geçmiş ümmetler peygamberlerin
beşer cinsinden gönderilmelerini inkâr etmişlerdi. Zaten kendileri büyüklük
taslayan bir kavim idi.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Firavun'a git.
Çünkü o pek azmıştır. Onun için de ki: Senin (küfürden) temizlenmende meylin var
mı? Ve sana Rabbini tanıtayım mı ki ondan korkasın." (Naziat, 79/17-19);
"Gerçekten Firavun yeryüzünde büyüklük tasladı." (Kasas,
28/4).
Bu
ayette geçen "âyât" (mucizeler) îbni Abbas'm (r.a.) dediği gibi şu dokuz
mucizedir: Hz. Musa'nın âsâsı, Hz. Musa'nın eli, çekirge, bit, kurbağa, kan,
denizin yarılması, kıtlık, nimetlerin ve bereketlerin
azalması.
Bu
ayet peygamberliğin Hz. Musa ile Hz. Harun arasında ortak olduğuna delâlet
etmektedir. Aynı şekilde mucizeler de birdi. Hz. Musa'nın (a.s.) mucizeleri
aynı zamanda Hz. Harun'un (a.s.) da mucizeleri idi.
Firavun ve kavminin iki önemli vasfı
vardı:
a) Kibirlenme
ve böbürlenmeleri,
b) Yüksek bir
kavim olmaları. Yani dünya işlerinde, ya da çoklukta ve kuvvette yüksek seviyede
idiler. Tarihî gerçeklerin delaletiyle medeniyet ve ilimde, izzet ve hakimiyette
yüksek seviyede idiler.
Onlar şüphelerini şu şekilde ifade etmişler idi: "Bu
ikisinin kavimleri bize taparken, şimdi biz bizim gibi iki beşere mi iman edecek
misiz?" Yani Firavun ve adamları (kavminin ileri gelenleri) şöyle dediler: Hz.
Musa ve Harun'un kavmi olan İsrailoğulları bizim emirlerimize boyun eğen
kullarımız ve hizmetçilerimiz olduğu halde şimdi biz nasıl Musa ve Harun'un
emrine boyun eğeriz.
Yani peygamberlik ile Hz. Musa ve Hz. Harun'un beşer
olma vasıfları onların ve kendilerine tabi olan insanların Firavun ve kavminin
tebası olmaları çelişki arz etmektedir. Manevî güçlere iman etmeyen,
peygamberliğin izzetini ve Allah'tan vahiy tebliğini mevki ve mala dayanan
dünyevî makam ve mevki-lerle kıyas eden maddecilerin durumu daima
böyledir.
Bu
mana aynen Kureyş'lilerin şu ifadeleri gibidir: "Şu Kur'an bu iki kasabadan
birindeki büyük bir adama indirilmeli değil miydi?" (Zuhruf,
43/31).
Onların nübüvvet ve risalet için seçilmelerinin ölçüsü,
Allah'ın peygamberlerine ikramda bulunduğu, vahiy telakki etmek ve vahyi beşere
tebliğ etmek için kendilerini ehil kılan yüce faziletler ve
sıfatlardır.
Firavun'un ve kavminin kibirlenmelerinin sonucu şu iki
husus idi:
-
Hz. Musa'nın (a.s.) peygamberliğini yalanlamaları,
-
Hz. Musa'ya (a.s.) Tevrat'ın indirilmesi.
Birinci hususa şu ayet işaret etmektedir: "Onlar Musa ve
Harun'u yalanladılar. Böylece helak edilenlerden oldular." Yani Firavun ve
kavmi Hz. Musa ve Harun'u yalanladılar. Allah da Kulzûm denizinde
(Kızıldeniz'de) boğmak suretiyle hepsini bir günde helak etti. Nitekim Cenab-ı
Hak peygamberlerini yalanlamaları sebebiyle geçmiş ümmetlerden kibirlenenleri
de helak etmiştir.
İkinci hususu ise şu ayet ifade etmektedir: "Şüphesiz
biz Musa'ya kavmi hidayete ersin diye kitabı verdik." Biz Musa'ya Tevrat'taki
ilim ve hükümlere uymak suretiyle İsrailoğulları'nm hakkı bulması ümidiyle
Firavun ve kavminin boğulmasından sonra hüküm, emir ve nehiyleri ihtiva eden
Tevrat'ı indirdik.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurdu: "Andolsun ki biz
evvelki nesilleri helak ettiğimizden sonra Musa'ya basiretler, bir hidayet ve
rahmet olmak üzere o Kitab'ı vermişizdir. Olur ki onlar nasihat kabul ederler."
(Kasas, 28/43).
İbni Kesir şöyle kaydeder: Allah Tevrat'ı indirdikten
sonra hiçbir ümmeti tamamen helak etmedi. Bilâkis müminlere kâfirlerle savaşmayı
emretti.[11]
Hz.
İsa (A. S.) Ve Annesinin Kıssası
50-
Biz Meryem'in oğlunu ve annesini bir mucize yaptık. Bu ikisini oturmaya
elverişli ve akarsulu yüksekçe bir yerde barındırdık.
Açıklaması
Biz
Hz. İsa (a.s.) ve annesini insanlar için kudretimize delâlet eden mucize kıldık.
Zira Hz. İsa'yı babasız yarattık. Allah Tealâ Hz. İsa ve annesini bir ayet, bir
mucize kıldı. Bu mucize Hz. Meryem'in Hz. İsa'yı babasız dünyaya getirmesidir.
Bu olağanüstü garip olayda her ikisi de ortak oldukları için tek bir ayet
sayılmıştır. Bu durum her şeye kadir olan ilâhî kudrete delildir. Cenab-ı Hak
şöyle buyurmuştur: "Biz Meryem 'i ve oğlunu bütün âlemlere bir mucize kıldık."
(Enbiya, 21/91).
Biz
bu iki kişiyi oturmaya, yerleşmeye elverişli, meyveli, ekinli ve verimli,
kurumayan, açık akarsulu, yüksekçe bir yerde barındırdık. Bu yer -Katade'nin
dediği gibi- Beytülmakdis idi. Bu gayet açıktır. Bir başka görüşe göre
Filistin'in Remle şehridir. Bu görüş Ebu Hureyre'den de rivayet edilmiştir.
Mukatil ve Dahhak şöyle demişlerdir: Bu yer Şam ovasıdır. Zira burası meyveli ve
akarsulu bir yerdir.
İbni Kesir diyor ki: Bu husustaki görüşlerin akla en
yakını şudur: "Biz bu ikisini oturmaya elverişli, akarsulu, yüksekçe bir yerde
barındırdık." ayeti hakkında Avfî'den gelen rivayette İbni Abbas şöyle dedi:
Burada geçen "maîn" kelimesi akarsudur. Bu da Allah Tealâ'nm hakkında: "Rabbin
senin altında bir nehir meydana getirmiştir." (Meryem, 19/24) buyurduğu
nehirdir.
Katade ve Dahhak ise şöyle demişlerdir: Bu yer
Beytülmakdis'tir. Bu görüş -Allah daha iyisini bilir- tercihe daha uygundur.
Çünkü diğer ayette zikredilen budur. Kur'an ayetleri ise birbirini tefsir eder.
Bu tefsir, daha uygundur. Sonra sahih hadislerle, sonra da diğer eserlerle
tefsir yapılır.[12]
Hayattaki
Temel Prensipler
51-
Ey peygamberler! Temiz ve helâl rı-zıklardan yiyin, salih ameller işleyin.
Şüphesiz ki ben sizin yaptıklarınızı çok iyi bilirim.
52-
İşte bu (ümmet) bir tek ümmet halinde sizin ümmetinizdir. Ben de sizin
Rabbinizim. O halde benden korkun.
53- Onlar
dinlerini aralarında parça parça edip fırkalara ayrıldılar. Her fırka kendi
görüşüyle övünüp sevinmektedir.
54-
Şimdi sen onları bir süre gaflet sarhoşluğu içinde bırak.
55- Onlar bizim
kendilerine mallar ve oğullar vermekle...
56- Onlara
iyilik etmeye koştuğumuzu mu zannediyorlar? Hayır, onlar bu işin farkında
değiller.
Açıklaması
1- "Ey
Peygamberler! Temiz ve helâl rızıklardan yeyin, salih ameller işleyin. Şüphesiz
ki ben sizin yaptıklarınızı çok iyi bilirim."
Bu
Allah tarafından peygamberlerine verilen helâlinden yemeyi ve nimete şükretmek
için salih amelleri yerine getirmeyi ihtiva eden bir emirdir. Bu, helâlin,
salih amel işlemeye bir yardımcı ve teşvik edici olduğuna
delildir.
Allah Tealâ daha sonra bu emrin sebebini zikrederek
şöyle buyurdu: "Şüphesiz ki ben yaptıklarınızı çok iyi bilirim." Yani ben sizin
bütün amellerinizden
haberdarım. Bana bundan hiçbir şey gizli kalmaz. Bu
amellerinizin karşılığını ben vereceğim.
Helâlin misallerinden biri Hz. İsa'nın (a.s.) annesinin
dikiş parası ile geçinmesi, Hz. Davud'un (a.s.) -Sahih hadiste sabit olduğu
gibi- elinin emeğini yemesi idi. Hz. Davud mucize ve olağanüstü bir iş olarak
bizzat eliyle demiri halkalı zırh yapardı.
Sahih-i Müslim'deki bir hadis-i şerifte Peygamberimiz
(s.a.) şöyle buyurdular: "Hiçbir peygamber yoktur ki koyun gütmüş olmasın."
Bunun üzerine:
-
Sen de mi Ya Rasulallah? diye sordular. Efendimiz:
-Evet, ben de Kararit mevkiinde Mekkelilerin koyunlarını
güderdim, buyurdu.
Müslim, Ahmed ve Tirmizî'nin Ebu Hureyre'den (r.a.)
rivayet ettikleri bir hadiste Efendimiz (s.a.) şöyle buyurmuşlardır: "Ey
insanlar! Allah güzeldir. Sadece güzel olanı kabul eder. Şüphesiz Allah
müminlere peygamberlere emrettiği şeyi emretti. Allah şöyle buyurdu: "Ey
peygamberler! Temiz ve helâl olan rızık-lardan yiyin. Salih ameller işleyin.
Şüphesiz ki ben sizin yaptıklarınızı çok iyi bilirim." (Mü'minûn, 23/51). Yine
şöyle buyurdu: "Ey iman edenler! Size rızık olarak verdiğimiz şeylerin temiz ve
helâlinden yeyin." (Bakara, 2/172). Sonra saçı-sakalı darmadağınık, toz-duman,
uzun yolculuk yapan kimseyi anlattı. Halbuki bu kimsenin yediği haramdır, içtiği
haramdır, giydiği haramdır, haramdan gıdalanmıştır. Bu kimse ellerini semaya
açar. Ya Rab! Ya Rab! der. Bunun duası nasıl kabul edilsin
ki?
İmam Ahmed, İbni Ebî Hatim, İbni Merduveyh ve Hakim
Şeddad b. Evs'in (r.a.) kızkardeşi Ümmi Abdullah'tan rivayet ediyorlar: Ümmi
Abdillah Peygamberimiz (s.a.) oruçlu iken iftar etmek üzere bir bardak süt
getirdi. Efendimiz (s.a.) sütü geri gönderdi ve kadına:
-
Bu süt sana nereden geldi, diye sordurdu. Kadın:
- Bana ait bir
koyundan, diye cevap verdi. Efendimiz (s.a.) sütü getireni tekrar geri gönderdi,
kadına:
-
Bu koyunu nereden aldın? diye sordu, kadın:
-
Kendi paramla satın aldım, dedi. Efendimiz (s.a.) sütü
aldı.
Ertesi gün olunca Ümmi Abdillah Peygamberimiz'e (s.a.)
geldi ve bu hareketinin sebebini sordu.
Efendimiz (s.a.):
- Peygamberler
sadece helâl ve temiz şeyleri yemekle ve salih amel işlemekle emrolundular,
buyurdu.
2- "işte bu
ümmet bir tek ümmet halinde sizin ümmetinizdir. Ben de sizin Rabbinizim. O halde
yalnız benden korkun."
Yani, ey peygamberler topluluğu! Sizin dininiz birdir,
bir tek millettir. Bu da tek olan, ortağı olmayan Allah'a kulluğa
davettir.
Bu
ifade bütün dinlerin Allah'ın birliğini tebliğde ve O'nu bilmekle, ilgili
esaslarında bir olduğuna delâlet eder. Ancak şeriatlerin ve ahkâm gibi furûa
(teferruata) dair hükümlerin zamanlara ve durumlara göre farklı farklı oluşunun
bir mahzuru yoktur. Bu durum dinde ihtilâf olarak
adlandırılmaz.
Bütün peygamberlerin amellerinin varacağı yer Allah
Tealâ'dır ve yüce Allah şöyle sesleniyor gibidir: Ben rububiyette tek olan
Rabbinizim. Benim cezamdan sakının. Ben sizin Rabbiniz olduğum halde benim
emrime aykırı davranmayın.
3- "Onlar
dinlerini aralarında parça parça edip fırkalara ayrıldılar. Her fırka kendi
görüşüyle övünüp sevinmektedir."
Yani peygamberlere tabi olanlar dinlerini parça parça
edip ayrıldılar. Çeşitli fırkalar, guruplar ve cemaatler oldular. Her fırka
içinde bulundukları sapıklıkla avunmaktadır. İçinde bulundukları fırkaların
açık bir hakikat olduğuna inanarak, kendilerinin hidayette olduğunu zannederek
kendi fırkalarını beğenirler.
Bu
parçalanma ve bölünmeyi açık bir şekilde zemmetmekte, ihtar ve tehditte
bulunmaktadır. Bu sebeple Allah Tealâ onları tehdit ederek ve korkutarak şöyle
buyurmaktadır:
"Şimdi sen onları bir süre gaflet sarhoşluğu içinde
bırak." Yani ölünceye veya öldürülünceye ve azabın ilk başlangıcını ve
belirtilerini görünceye kadar bilgisizlikleri ve sapıklıkları içinde bırak.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Sen şimdilik o kâfirlere mühlet ver,
onları biraz geciktiriver." (Tarık, 86/17); "Bırak onları, yesinler,
faydalansınlar; onları ameli oyalaya dursun. Onlar sonra bilecekler." (Hıcr,
15/3).
4- "Onlar bizim
kendilerine mallar ve oğullar vermekle, onlara iyilik etmeye koştuğumuzu mu
zannediyorlar? Hayır, onlar bu işin farkında değiller." Yani bu gurura kapılan
kimseler bizim kendilerine verdiğimiz mal ve oğulların onların bizim
yanımızdaki değerleri ve bizim nezdimizdeki itibarları sebebiyle olduğunu mu
zannediyorlar? Hayır, durum onların "Bizim mallarımız ve evlâdımız daha çoktur.
Biz azap edilecek değiliz." (Sebe, 34/35) sözleriyle ifade ettikleri gibi
değildir.
Onlar bu hususta hata ettiler, ümitleri boşa gitti.
Bilakis biz bunu bir is-tidraç olarak, mühlet vermek üzere yaparız. Bu sebeple
Allah Tealâ şöyle buyurdu: "Hayır, onlar bu işin farkında değiller." Yani onlar
bizim bunun kendilerine bir istidraç olduğunu, tevbe etmezlerse onların elinden
tutup azaba götürmek üzere bir imtihan olduğunu
hissetmiyorlar.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Artık onların ne
malları, ne evlâtları seni imrendirmesin. Allah bunlar sebebiyle ancak
kendilerini dünya hayatında azaba çarptırmayı... ister." (Tevbe,
9/55);
"Onlara fırsat vermemiz ancak günahlarını artırmaları
içindir." (Âl-i İmran, 3/178);
"Artık bu sözü yalan sayanları bana bırak. Biz onları
kendilerinin bilmeyecekleri bir yönden derece derece azaba yaklaştırıyoruz. Ben
onlara mühlet veriyorum. Şüphe yok ki benim tedbirim sağlamdır." (Kalem,
68/44-45).
"Onlar bizim kendilerine mallar ve oğullar vermekle
onlara iyilik etmeye koştuğumuzu mu zannediyorlar?.." ayeti hakkında Katade
şöyle diyor: Allah'a yemin olsun ki malları ve evladıyla Allah insanları
imtihana tabi tuttu. Ey Ademoğlu! İnsanlara malları ve evlâdı sebebiyle itibar
etmeyin. Sadece iman ve salih amelleri sebebiyle itibar
edin.
İmam Ahmed'in Abdullah b. Mes'ud'dan (r.a.) rivayet
ettiğine göre Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz ki Allah
aranızda rızıkları paylaştırdığı gibi aranızda ahlâkınızı da paylaştırdı.
Şüphesiz ki Allah dünyayı sevdiğine de sevmediğine de verir. Dini ise sadece
sevdiğine verir. Allah kime dini verirse onu sevmiş demektir. Muhammed'in nefsi
elinde olan Allah'a yemin ederim ki bir kul kalbi ve dili müslüman olmadıkça
gerçek müslüman olmaz. Komşusu onun şerrinden emin olmadıkça gerçek mümin olmaz.
Dediler ki:
-
Onun şerri nedir ya Rasulallah? Buyurdu ki:
-
Onun hilesi ve zulmüdür. Bir kul haram yolla bir mal kazanıp onu infak ederse o
mal onun için mübarek olmaz. Bu malı tasadduk ederse kabul edilmez. Eğer bu malı
sırtında bırakırsa o mal onun cehennem azığı olur. Şüphesiz Allah kötüyü kötü
ile silmez. Fakat kötüyü iyi ile siler. Pis pisi silmez." [13]
Hayırlı
İşlerde Yarışanların Vasıfları
57- Gerçekten
Rablerinin korkusundan titreyenler,
58-
Rablerinin ayetlerine iman edenler,
59-
Rablerine ortak koşmayanlar,
60- Verdiklerini
Rablerinin huzuruna dönecekler diye kalpleri ürpererek
verenler,
61-
İşte bu kimseler hayırlı işlerde yarış ederler ve bu yolda önde
giderler.
62-
Biz hiçbir kimseye gücünün üstünde bir şey yüklemeyiz. Bizim nezdimiz-de
gerçekleri konuşan bir kitap vardır. Onlara asla haksızlık
edilmez.
Açıklaması
Bunlar hayırlı işlere koşanların
sıfatlarıdır:
1- "Gerçekten
Rablerinin korkusundan titreyenler..." Yani onlar Rablerinin azabından
korkularından dolayı O'na daima itaat ederler. "İşfak"tan (titremeden) murad
edilen mana taatte devam etmektir. Yahut anlatılmak istenen mana şudur:
Rablerinin korkusundan dolayı titrerler. Böylece korku ile titremenin bir arada
zikredilmesi te'kit içindir.
2- "Rablerinin
ayetlerine iman ederler." Yani Allah'ın kâinattaki ayetlerini ve indirilen
Kur'an ayetlerini hiçbir şüphe olmayan tam bir tasdik ile tasdik ederler. Kâinat
ayetleri göklerin, yerin ve insan nefsinin yoktan var edilmesi gibi inceleme ve
düşünce vasıtasıyla Allah'ın varlığına delâlet eden, Allah'ın kudret
ayetleridir.
Kur'an'da indirilmiş ayetler ise Hz. Meryem'den haber
veren "Meryem Rabbinin kelimelerini ve kitaplarını tasdik etti." (Tahrim, 66/12)
yani olan her şeyin Allah'ın kaderi ve kazası ile olduğuna yakinen inandı,
ayetiyle Allah'ın koyduğu hükümler gibi ayetlerdir. Eğer bu hüküm bir emir ise
Allah'ın sevdiği ve razı olduğu hususlardandır, eğer bir nehiy ise bu Allah'ın
sevmediği ve hoşlanmadığı şeylerdendir. Eğer hayır ise bu
gerçektir.
3- "Rablerine
ortak koşmayanlar..." Yani O'nunla birlikte başkasına ibadet etmeyenler bilakis
sadece O'nun birliğini tanıyanlar ve tek olan, başka hiçbir varlığa muhtaç
olmayan, eş ve evlât edinmeyen Allah'tan başka ilâh olmadığını ve O'nun benzeri
dengi olmadığını bilirler.
Dikkat edilmelidir ki ikinci vasıf "Rablerinin
ayetlerine iman edenler" vasfı) ile tevhide iman etme ve Allah'ın ortağı
bulunduğunu reddetme yani "tevhid-i rububiyet" üçüncü vasıf ile "tevhid-i
ulûhiyet" ilâhlık ve kullukta birliğin ispatı ve gizli şirkin reddedilmesi yani
sadece Allah'a kulluk edilmesi ve ibadetin sadece Allah için ve O'nun rızasını
kazanmak için yapılmasına işaret vardır.
Ayetler sadece ikinci vasfı zikretmekle
yetinmemişlerdir. Çünkü müşriklerden pek çoğu tevhid-i rububiyeti itiraf
ediyorlardı. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır. "Yemin olsun ki onlara
gökleri ve yeri kim yarattı diye sorsan mutlaka Allah derler." (Lokman, 31/25).
Ama tevhid-i ulûhiyeti ve sadece Allah'a ibadette bulunmayı itiraf etmezler.
Putlara, heykellere ve diğer tapınılan şeylere taparlar.
4-
"Verdiklerini Rablerinin huzuruna dönecekler diye kalpleri ürpererek
verenler..." Yani ihsanda bulunanlar, ihsan ve iyilik şartlarını yerine
getirmede ihmalkârlık yaparız da bu sebeple amelimiz kabul edilmeyecek
korkusuyla kalpleri ürpererek titreyerek verenler... Ki bu korkuları ihtiyat ve
tedbir babın-dandır.
İmam Ahmed, Tirmizî ve İbni Hatim'in Hz. Aişe'den
rivayetlerine göre Hz. Aişe (r.a.):
-
Ya Rasulallah! "Verdiklerini... kalpleri ürpererek verenler" hırsızlık yapan,
zina eden ve içki içen, Allah'tan korkan kimse midir? dedi. Efendimiz
(s.a.):
-
Hayır, ya Ebu Bekir'in kızı, ya Sıddık'm kızı! Fakat bu kimse namaz kılan, oruç
tutan ve sadaka veren ve Allah'tan korkan kimsedir,
buyurdu.
Cenab-ı Hakkın: "Rablerinin huzuruna dönecekler" ayeti
"Onların Rablerinin huzuruna dönmeleri sebebiyle"
manasındadır.
Ayette geçen "vermek" anlamındaki kelimenin ifadesi
zekât ve sadaka gibi maddî ihsana mahsus olmayıp isterse zekât ve kefaret v.b.
gibi Allah Tealâ'nm haklan olsun, isterse emanetler, borçlar ve insanlar
arasında adaleti gözetme gibi insanlara ait haklar olsun verilmesi gerekli her
çeşit hakkı içine almaktadır. Çünkü ibadet veya bir başka vazifede ihmalkâr
olmaktan yahut herhangi bir eksiklik sebebiyle vazifede yanlışlık yapmaktan
korkarak ve bunları titreyerek yerine getiren kimse hakkını tam manasıyla ifa
etme hususunda gayretli olur.
Bu
vasıfların sıralanması son derece güzel bir şekilde yapılmıştır. Zira birinci
vasıf lâyık olmayan hususlardan kaçınmayı gerekli kılan şiddetli korkunun
meydana gelmesine delâlet etmektedir. İkinci vasıf imanın aslına ve iman
konusunda derinleşmeye delâlet eder. Üçüncü vasıf ise ibadetlerde gösterişi terk
etmeye delâlet eder. Dördüncü vasıf ise ibadet ve taatleri kusurlu yapmaktan
korkarak yerine getirmeye delâlet etmektedir. Bu da sıddıklarm makamının son
noktasıdır.
"İşte bu kimseler hayırlı işlerde yarış ederler ve bu
yolda önde giderler." Yani ibadetlerde geri kalmamak için bu yolda koşarlar,
dünyada yardım ve ikram çeşitlerinde acele davranırlar. Nitekim Cenab-ı Hak
şöyle buyurmaktadır: "Allah onlara hem dünya nimetini hem de gü&el ahire*
sevabım verdi. " (Al-i İm-ran, 3/148); "Biz ona dünyada mükâfatını verdik.
Şüphesiz o ahirette de salih-^rdendir." (Ankebut, 29/27).
Onlar ibadet ve taatlerde insanların önüne geçmişlerdir.
Kendilerine mal •re evlât verdiğimiz ve yanlışlıkla bunun kendilerine bir ikram
olduğunu zanne-kâfîrfer değif, asıf 6u kimseler amerlerinin meyvesine ahiretten
önce dün-kavuşmuşlardır.
Özetle: Gerçek mutluluk dünya mutluluğu değildir. Gerçek
mutluluk güzel nnelle, korku ve ümitle birlikte sadaka vermekle kazanılan ahiret
saadetidir.
İhlâslı müminlerin amellerinin durumunu beyan ettikten
sonra Allah Te-ılâ kulların amellerinin hükümlerinden iki hükmü
zikretti:
a) "Biz hiçbir
kimseye gücünün üstünde bir şey yüklemeyiz." Yani bizim şeriatımızın metodu
hiçbir nefse gücünün miktarından fazlasını yüklememektir.
Bu
ifade O'nun şeriatmâaki adaleti ve kullarına olan rahmetini bildirmek-edir.
Bununla ayrıca salihleri tavsif ettiği güzel vasıflara teşvik ve nefislere olay
geldiğini beyan etme manası kastedilmektedir.
b) "Bizim
nezdimizde gerçekleri konuşan bir kitap vardır." Yani bizim katınızda
insanların dünyadaki amellerini gerçeğe aykırı olmayan bir doğruluk ve aüyük bir
dikkatle beyan eden amel defterleri -bir başka görüşe göre levh-i mahfuz-
vardır.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "İşte kitabım size
gerçekleri söylü->or. Şüphesiz biz -dünyada iken- yaptıklarınızı yazıyorduk."
(Casiye, 45/29); "Eyvah bize! Bu nasıl deftermiş ki büyük küçük hiçbir şey
bırakmadan hepsini >ayıp dökmüş, derler." (Kehf,18/49). Burada tercih edilen
görüşe göre "kitap"tan murad amellerin tespit edildiği amel
defterleridir.
Cenab-ı Hak bundan sonra yükümlülüğün kolay olduğunu
ifade ettikten sonra hesap görmekte kullarına olan lütfunu beyan edip şöyle
buyurdu: "Onlara asla haksızlık edilmez." Yani onlar hayrın mükâfatı hususunda
hiçbir zarara ığratılmazlar. Bilâkis az ve çok yaptıkları amellerin sevabına
nail olurlar. Cefalarında ise arttırma yapılmaz. Onlara cezayı artırma veya
sevabı eksiltme seklinde haksızlık yapılmaz. Bilakis Allah pek çok günahları
affeder. [14]
Kâfirlerin
Ve Kureyş Müşriklerinin İşledikleri Amellerin Hoş Karşılanmaması Ve
Sebepleri
63- Fakat
onların kalpleri bundan gaflet içindedir. Onların bunun dışında yapmakta
oldukları başka işler de vardır.
64- Sonunda
sefahet içinde olanlarını azapla yakaladığımız zaman da hemen feryat
ederler.
65- Bugün feryat
etmeyin. Çünkü siz bizden hiç yardım görmeyeceksiniz.
66- Size benim
ayetlerim okunuyordu da, siz arkanızı dönüyordunuz.
67-
(Ayetlerime karşı) böbürlenerek, geceleyin saçma sapan
konuşuyordunuz.
68- Onlar hâlâ
Kur'an'ı düşünmüyorlar mı? Yoksa onlara geçmişteki atalarına gelmeyen bir şey mi
geldi?
69-
Yoksa kendi peygamberlerini tanımadıkları için mi onu inkâr
ediyorlar?
70-
Yoksa "Onda bir delilik var" mı diyorlar? Hayır o onlara hakkı getirmiştir.
Ama onların çoğu haktan hoşlanmazlar.
71-
Eğer hak onların heva ve heveslerine uysaydı hiç şüphesiz gökler, yeryüzü ve
bunların içinde bulunan kimseler fesada uğrardı. Hayır, biz onlara şeref
kaynağını getirdik. Fakat onlar kendileri için şeref vesilesi olan bu kitaptan
yüz çeviriyorlar.
72-
Yoksa sen onlardan bir ücret mi istiyorsun? Rabbinin ücreti daha hayırlıdır.
O, rızık verenlerin en hayırlısıdır.
73- Gerçekten
sen onları dosdoğru bir yola çağırıyorsun.
74-
Ama ahirete inanmayanlar o doğru yoldan mutlaka
sapmaktadırlar.
75-
Biz onlara merhamet edip başlarındaki sıkıntıyı gidersek bile, onlar yine
azgınlıkları içinde bocalayıp dururlar.
76-
And olsun biz onları azapla yakalamıştık, ama onlar yine de Rablerine boyun
eğmemişlerdi. Zaten onlar Allah'a yalvarmazlar.
77- Nihayet
üzerlerine şiddetli bir azap kapısı açtığımız zaman derhal o azabın içinde
ümitsizlikle donakalırlar.
Açıklaması
"Fakat kâfirlerin kalpleri bundan gaflet içindedir."
Yani kâfirlerin ve müşriklerin kalpleri Kur'an'da şifa veren bu beyandan, en
sağlam yolu göstermesinden, insanları dünya ve ahiretlerinde saadete
eriştirmesinden gafildirler ve sapıklık içindedirler.
"Onların bunun dışında yapmakta oldukları başka işler de
vardır." Yani kâfirlerin gaflet ve bilgisizlik dışında Allah'a şirk koşma,
Kur'an'a, Peygambe-rimiz'e (s.a.) ve müminlere dil uzatma gibi kesin olarak
gelecekte yapacakları o aşka kötü ve çirkin işler de vardır. Bunu zikretmesinin
sebebi bu amellerin Allah'ın ilminde ve Levh-i Mahfuz'da tespit edilmiş olması
ve Allah'ın ilmi bunları kuşattığı ve Allah'ın ilmi değişmeyeceği için,
geçmişte onlar adına yazılıp tescil edilmiş olmasıdır.
"Sonunda sefahat içinde olanlarını azapla yakaladığımız
zaman da hemen 'eryat ederler." Yani sonunda sefahat içinde olanlarını (dünyada
nimet içinde şımarmış olan kimseleri) şiddetli azap, sıkıntı ve musibet içinde
bıraktığımız zaman hemen bağırır, imdat isterler.
Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle
buyurmaktadır: "Hakkı yalanlayan o varlık sahiplerini bana bırak. Ve onlara
mühlet ver. Çünkü bizim yanımızda eziyetler ve yakıcı bir ateş var."
(Müzzemmil, 73/11-12).
"Biz onlardan önce nice ümmetleri helak ettik. O zaman
çığlıklar kopardılar. Halbuki o vakit kurtulma vakti değildi." (Sad,
38/3).
"Bugün feryat etmeyin. Çünkü siz bizden hiç yardım
görmeyeceksiniz." Yani feryat etmenin hiç bir faydası ve yararı yoktur. Bu
feryadınız size indirilmesi murad edilen azabı engelleyecek değildir. Bu durum
kesinleşmiş ve azap vacip olmuştur. Siz asla size yardımcı olacak ve sizinle
acıklı azap arasında perde olacak hiçbir kimse
bulamayacaksınız.
Allah'ın yardımının onlara ulaşmamasmın ve bu cezanın
meydana gelmesinin sebepleri üçtür.
*
1- "Size benim
ayetlerim okunuyordu da, siz arkanızı dönüyordunuz." Yani size ne zaman Kur'an
ayetleri okunursa siz bu ayetlerden nefret ediyorsunuz, bunları dinlemekten ve
bu ayetleri okuyan kimseden yüz çeviriyorsunuz. Tıpkı geriye dönerken topukları
üzerinde kaçan kimse gibi haktan kaçıyorsunuz. Ayette murad edilen mana şudur:
Onlar haktan, gerçeklerden yüz çeviriyorlar. Çağırıldıkları zaman ayak
diretirler. Talep edildikleri zaman gitmekten
vazgeçerler.
2- "(Ayetlerime
karşı) böbürlenerek..." Yani onlar haktan yüz çevirerek ve hakka karşı ayak
direterek hakka karşı böbürlenerek, hakkı ve hak ehlini küçümseyerek
kibirleniyorlar.
Ayette "bihi" nin zamiri Beyt-i Atik veya Harem'e
racidir. Çünkü onunla gurur duyuyorlar ve Harem'e lâyık olmadıkları halde
kendilerinin Harem'in muhibbi olduğuna inanıyorlardı. Ya da bu zamir Kur'an'a ve
Hz. Muhammed'e (s.a.) racidir. Çünkü onlar Kur'an'ı sihir, şiir veya kâhinlik
olarak niteliyorlar ve Peygamberimiz (s.a.) hakkında: "Sihirbaz, şair, kâhin,
yalancı veya mecnun" diyorlardı. Bütün bunlar batıldır, Kur'an haktır. Hz.
Muhammed (s.a.) hak peygamberdir. Haktan yüz çevirip böbürlenmek hiç de iyi bir
davranış değildir.
3- "Geceleyin
saçma sapan konuşuyorsunuz." Beytullah'm etrafında geceleyin konuşarak Kur'an'ı
terk ediyorsunuz. Ya da hezeyanlar savuruyorsunuz. Kur'an'ı anarak ve ona dil
uzatarak gece sohbeti yapıyorsunuz. Buna göre "bihi" kelimesinin muallakı
"Sâmiran" kelimesidir.
Cenab-ı Hak onların durumunu tavsif ettikten sonra
onların bu işlere teşebbüs etmelerinin şu dört sebepten birine bağlı olduğunu
beyan etti.
a) "Onlar hâlâ
Kur'an'ı düşünmüyorlar mı?" Müşrikler hâlâ bu yüce Kur'an'ı anlamaya
çalışmıyorlar mı? Halbuki bu kitap özellikle onlara indirilmişti. Kur'an
beyanı, fesahati, belagatı ve yüce muhtevası ile gayet iyi biliniyordu. Hiçbir
peygambere ondan daha mükemmel ve daha şerefli bir kitap in-dirilmemişti. Onlara
lâyık olan kendilerine verilen Allah'ın nimetini kabul etmek, o nimete karşı
şükretmek ve onu anlamaya gayret etmek ve onun gereğiyle amel
etmektir.
b) "Yoksa
onlara geçmişteki atalarına gelmeyen bir şey mi geldi?" Yoksa onlar önceki
ümmetlere peygamberlerin mucizelerle desteklenerek peş peşe geldiklerini
tevatür yoluyla bilmelerine rağmen Peygamberin gelişinin normal şartlara aykırı,
olağanüstü bir durum olduğuna mı inanıyorlar? Bu bilgi onların bu peygamberi
tasdik etmelerine sebep olmuyor mu?
c) "Yoksa kendi
peygamberlerini tanımadıkları için mi onu inkâr ediyorlar?" Yani belki de onlar
peygamberlerini peygamberlikten önceki yüksek has-letleriyle tanımıyorlar da
onun için mi inkâr ediyorlar? Halbuki onlar onun doğru sözlü ve güvenilir
olduğunu, yalandan ve kötü ahlâktan kaçtığını gayet iyi biliyorlardı. Onun
"el-Emin (Güvenilir)" olarak adlandırılmasında görüşbir-liğine vardıktan sonra
onu nasıl^alanlarlar?
Bu
sebeple Ca'ferb. EbîTalib (r.aj Habeşistan kralı Necaşı'ye: - Ey Melik! Allah
bizim içimizden soyunu, doğruluğunu ve güvenilirliğini bildiğimiz bir rasul
gönderdi, demişti.
Yine Mugire b. Şu'be (r.a.) Kisra'nın vekiliyle mübareze
ettiği zaman bunun benzeri bir söz söylemişti. Bizans kralı Herakl, Ebu Süfyan
Sahr b. Harb ve arkadaşlarına Peygamberimiz'in (s.a.) vasıfları, soyu,
dürüstlüğü ve güvenilirliği hakkında sorular sorduğu zaman Ebu Süfyan ve
arkadaşları kâfir olup henüz müslüman olmamışlardı ama onun doğrulukla muttasıf
olduklarını itiraf etmişlerdi.
ç) Yoksa "onda
delilik var" mı diyorlar? Yani onlar peygamberin akıl ve düşünce bakımından
insanların en üstünü olduğunu bilmelerine rağmen onda ne dediğini bilmeyecek
derecede delilik mi var, diyorlar?
Daha sonra Allah Tealâ onların iman etmemelerinin hakiki
sebebini şöyle beyan etti:
"Hayır, o onlara hakkı getirmiştir. Ama onların çoğu
haktan hoşlanmazlar. " Hayır o doğru sözlü ve güvenilir peygamber hiç
değişmeyen ve başka çıkış yolu olmayan hakkı getirmiştir. Bu hak Allah'ın
birliği ve gerçek saadeti temin edecek şeriatıdır. Fakat kalplerinde şirk
kökleştiği için, babalarını ve dedelerini taklit yoluna sarıldıkları için
mevkilerini, liderlik ve başkanlık makamlarını korumak için onların çoğu bu
gerçekten hoşlanmazlar.
Cenab-ı Hak "Onların çoğu" buyurdu. Çünkü onlardan bir
kısmı haktan hoşlanmadıkları için değil, Ebu Talib hakkında anlatıldığı gibi
onurları ve gururları sebebiyle kendi kavimlerinin tenkit ve ayıplamalarından
korkmaları sebebiyle imanı terk ettiler.
"Eğer hak onların heva ve heveslerine uysaydı hiç
şüphesiz gökler, yeryüzü ve bunların içinde bulunan kimseler fesada uğrardı."
Hak batılın zıttı olan her şeydir. O değişmeyen, doğru olan, gerçek ve doğru
yoldur. Hak insanların heva ve heveslerine uysaydı batıla çevrilir, bütün
kâinatın sistemi bozulurdu. Bir başka görüşe göre hak, İslâm demektir. İslâm
onların heva ve heveslerine uysa ve şirke çevrilse Allah kıyameti getirir ve
bütün âlemi helak ederdi. Kata-de'den: "Hak, Allah Tealâdır" görüşü
nakledilmiştir. Buna göre ayetin manası şöyledir. Allah onların heva ve
heveslerine tabi olan, şirk ve masiyetleri emreden bir ilâh olsaydı gerçek ilâh
olmaz, şeytan olurdu.
Umumî mana şöyledir: Hak heva ve hevese uymaz. Bilakis
insanın üzerine vacip olan heva ve hevesi terk edip hakka uymaktır. Çünkü heva
ve hevese uymak büyük fesada, bozgunculuğa sebep olmaktadır. Dolayısıyla Kur'an,
zulmün mubah sayılması, adaletin terk edilmesi, yağmacılık, soygunculuk ve
hırsızlığın normal sayılması, zinanın ve adam öldürmenin caiz sayılması, ahlâkî
değerlerin ihmal edilmesi gibi anarşi ve haktan sapmanın bulunduğu kanunları
kabul ederek, Allah'a şirk koşma ve putperestliği onaylayarak gelseydi dünyanın
düzeni tamamen bozulur ve çelişki meydana gelirdi. Medeniyet geriler, gökler ile
yeryüzü ve bunların içinde bulunan varlıklar hepsinin heva ve hevesleri bozuk
ve farklı olduğu için tamamen fesada uğrardı. Eğer tecavüz normal sayılsaydı
güvenlik ortadan kalkardı. Zulüm mubah görülseydi medeniyet yıkılırdı. Zina
caiz olsaydı soy-sop birbirine karışır, aileler
yıkılırdı...
Onların düşünceleri ve sözlerinden biri de Kur'an'm
anlattığı şu husus idi: "Bu Kur'an şu iki kasabadan büyük bir adama indirilseydi
ya!" (Zuhruf, 43/31).
Buna şu şekilde cevap verilmişti: "Rabbinin rahmetini
onlar mı paylaştırıyorlar?" (Zuhruf, 43/32); "De ki: "Eğer Rabbimin rahmetinin
hazinelerine sizler sahip olsaydınız o takdirde harcama korkusuyla mutlaka
cimrilik yapardınız." (İsra, 17/100); "Yoksa onların bu mülkten bir hisseleri mi
var? O takdirde onlar insanlara hurma çekirdeğinin zarını bile vermezlerdi."
(Nisa, 4/53).
Ayette geçen "Ve-men fîhinne" kelimesinin zamiri
gökyüzündeki melekler, yeryüzünün insanları ve cinleri gibi akıl sahiplerine
işaret etmektedir. Akıl sahibi olmayan varlıklar ise akıl sahibi varlıklara
tabidirler.
Daha sonra Allah Tealâ hak, hidayet ve hayır
alâmetlerinden yüz çevirdikleri için onları ayıplayarak şöyle buyurdu: "Hayır,
biz onlara şeref kaynağını getirdik. Fakat onlar kendileri için şeref vesilesi
olan bu kitaptan yüz çeviriyorlar. " Yani biz onlara öğüt olan ya da içinde
onların şerefi, övüncü ve itibarlarını yüceltme bulunan Kur'an'ı getirdik.
Nitekim Cenab-ı Hâk bir başka ayette şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz ki O
(Kur'an) senin ve kavmin için bir öğüt ve şereftir. " (Zuhruf, 43/44). Fakat
onlar, kendileri için ebediyet ve şeref olan bu zikirden yüz
çevirmektedirler.
Sonra Peygamberimizin (s.a.) davetindeki ihlâsmı
açıklayarak şöyle buyurdu:
"Yoksa sen onlardan bir ücret mi istiyorsun? Rabbinin
ücreti daha hayırlıdır. O rızık verenlerin en hayırlısıdır." Yani sen bu ilâhî
mesajı tebliğ etmek, hidayete davet etmek ve şanı yüceltmek üzere ücret mi
istiyorsun ki onlar sana iman etmiyorlar, senden usanç duyup sana buğzediyorlar?
Burada anlatılmak istenen husus bu suçlamanın ondan uzak olması ve
peygamberimizin bu görevi yerine getirmek için bir bedel istememesidir.
Dolayısıyla onların peygamberin sözünü kabul etmekten uzak kalmaları caiz
değildir. Allah'ın nezdindeki sevap dünyanın ücretinden daha hayırlıdır. Allah
nimet verenlerin, mükâfat verenlerin en faziletlisi, en
üstünüdür.
Kur'an'da bu ayetin benzerleri çoktur. Meselâ: "De ki:
Sizden isteyeceğim ücret sizin olsun. Benim ecir ve ücretim Allah'a aittir."
(Sebe, 34/47); "De ki: Ben sizden hiçbir ücret istemiyorum. Ben size
kendiliğinden bir şey yükleyenlerden değilim." (Sad, 38/86); "De ki: Ben sizden
buna karşılık bir ücret istemiyorum. Ancak yakın akrabamı sevmenizi istiyorum."
(Şûrâ,42/23).
Özetle: Onlar Peygamberimiz'in (s.a.) davetine icabet
etmemekte mazur değildirler. Allah onu insanlık hayatı için yüksek bir düstur
ile te'yit etmiştir. Onun mal, mülk ve mevki olarak maddi hiçbir tamahkârlığı
yoktur.
Allah Tealâ Rasulünün (s.a.) getirdiği kitabın
doğruluğunu beyan ederek şöyle buyurdu:
"Gerçekten sen onları dosdoğru bir yola çağırıyorsun."
Yani Ey Muham-med! Sen bütün insanları ve bu arada Kureyş müşriklerini dosdoğru
yola, doğru sağlam dine, izzet ve şerefin yoluna, hayra, doğruluğa ve orta yola
davet ediyorsun.
Bu
yol dinî ve dünyevî proplemlerin çözümü ve insanlığın dertleri için şifa verici
ilâç olan İslâm'dır. Nitekim bozulmamış selim akıl sahipleri ile ilim ve kültür
adamlarının yaptıkları İslâm düşmanlığından uzak tarafsız araştırmaları buna
tanık olmuştur.
"Ama ahirete iman etmeyenler o doğru yoldan mutlaka
sapmaktadırlar." Yani öldükten sonra dirilmeyi tasdik etmeyen, ahireti
yalanlayanlar bu yoldan uzak, sapmış ve zulme düşmüş kimselerdir. Çünkü doğru
yol birdir. Bu yola karşı olan yollar pek çoktur.
"Biz onlara merhamet edip başlarındaki sıkıntıyı
gidersek bile, onlar yine azgınlıkları içinde bocalayıp dururlar." Yani bu
kâfirlere geniş rahmetimizden bol bol versek, onlardan sıkıntıyı gidersek ve
Kur'an'ı onlara anlatsak bile onlar Kur'an'a iman etmeyecek ve ona boyun
eğmeyeceklerdir; sapıklıkları içinde devam edecekler, inatçılıkları ve
azgınlıklarında devam edecekler, şaşkın ve tereddüt içinde kalacaklardır.
Nitekim Cenab-ı Hak bir ayette şöyle buyurmaktadır: "Eğer Allah onlarda bir
hayır görseydi elbette onlara duyururdu. Onlara duyursa bile yine onlar muhakkak
ki yüz çevirdikleri halde arkalarına dönerdi."
(Enfal,8/23).
"Andolsun biz onları azapla yakalamıştık ama onlar yine
de Rablerine boyun eğmemişlerdi. Zaten onlar Allah 'a yalvarmazlar." Yani biz
onları musibetler ve zorluklarla imtihan ettik. Bu durum onları içinde
bulundukları inkarcılık ve hakka muhalefetten çevirmedi. Bilakis azgınlıkları
ve sapıklıkları üzerine devam ettiler. Rablerine boyun eğip ürpermediler. Dua
edip huzurunda eğilmediler. Nitekim Cenab-ı Hak bu çeşit kimseler hakkında
şöyle buyurmaktadır: "Onlara azabımız geldiği zaman yalvarmak değil raiydiler.
Fakat kalpleri katılaştı." (En'am, 6/43).
Cenab-ı Hak daha sonra onların sonunun ne olacağını
haber verdi: "Nihayet üzerlerine şiddetli bir azap kapısı açtığımız zaman
derhal o azabın içinde ümitsizlikle donakalırlar." Yani onlara Allah'ın emri
gelip de kıyamet ansızın gelince ve hiç ummadıkları şekilde onlara azap gelince
bütün hayırlardan ve her çeşit rahattan ümitsizliğe düşer, umutları kesilir,
hayalleri yıkılır. [15]
Allah'ın
Kullarına Büyük Nimetleri
78- Sizin için
kulaklar, gözler ve gönüller yaratan O'dur. Pek az
şükrediyorsunuz.
79- Sizi
yeryüzünde yeşerten O'dur. Siz ancak O'nun huzurunda
toplanacaksınız.
80- Hayat veren
de öldüren de O'dur. Gece ve gündüzün değişmesi O'nun em-riyledir. Siz hiç
aklınızı kullanmaz mısınız?
Açıklaması
Allah Tealâ kudretine, hikmetine ve ilmine delâlet eden
büyük nimetlerle kullarına lütufta bulunmuştur. Bu nimetler
şunlardır:
1- "Sizin için
kulaklar, gözler ve gönüller yaratan O'dur." Sizin için sesleri duyacak
kulakları, eşyayı görmek için gözleri, olayları anlamak için ve dünya ve
ahiretin menfaatlerini temin etmeye götüren gerçekleri idrak etmek için akılları
yaratan Allah'tır.
"Pek az şükrediyorsunuz." Yani içlerinden şükredenler
pek azdır. Yani Allah'ın kendilerine verdiği nimetlere karşılık onlar Allah'a
çok az şükrederler. Mana şudur: Onlar Allah'ın büyük nimetlerine karşılık O'na
şükretmezler. Nitekim nankör kimse için "Falan ne az şükretmektedir!" denir. Bu
ifade aynen şu ayetteki gibidir: "Ne kadar arzu etsen de insanların çoğu mümin
değildir." (Yusuf, 12/103).
2- "Sizi
yeryüzünde yeşerten O'dur. Siz ancak O'nun huzurunda toplanacaksınız. " Sizi
yaratan ve yeryüzünü imar edip medeniyete kavuşmanız için sizi çoğaltarak
yeryüzünde yayan, sizi cinsleri, renkleri, dilleri ve sıfatları farklı olarak
yeryüzünün değişik bölgelerine dağıtan Allah'tır. Sonra kıyamet günü belirli bir
günde buluşmak üzere hep birlikte toplanacaksınız. Cenab-ı Hak kü-çük-büyük
hiçbir şey bırakmadan başlangıçta yarattığı gibi aynı şekilde dirilte-cektir.
Hüküm yalnız O'nundur.
3- "Hayat veren
de öldüren de O'dur." Size hayat nimeti bahşeden O'dur. Fakat bu nimet ebedî
değildir. Ancak bundan maksat sevap yurduna intikal etmektir. Bu da can
verdikten sonra öldürmek, sonra da amellere karşılık verilmesi için tekrar
diriltmek suretiyle olur.
4- "Gece ve
gündüzün değişmesi O'nun emriyledir." Gece ve gündüzün insanların emirlerine
verilmesi ve herbirinin birbirini takip edecek şekilde, hassas bir sistemle ve
belirli bir zaman içerisinde birbirinden ayrılmadan devam etmelerinin temini
sadece Allah'a aittir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Ne güneşin aya
erişmesi gerekir, ne de gece gündüzü geçer. Her biri bir yörüngede yüzmektedir."
(Yasin, 36/40).
Bundan sonra Cenab-ı Hak bütün bunları düşünmemekten
sakındırarak şöyle buyurdu:
"Siz hiç aklınızı kullanmaz mısınız?" Bu şeyler hakkında
hiç düşünmez misiniz? O'nun kudretinin, Rab oluşunun ve birliğinin mahiyetini
düşünmez misiniz? Akıllarınız size her şeyi ezici güce sahip olan, her şeyin
kendisine boyun eğdiği aziz ve alîm (her şeyi bilen) bir Allah'ın varlığını
göstermiyor mu? Böylece Allah'ın var olduğunu, hayat sahibi ve kudret sahibi
olduğunu gayet iyi bilirsiniz. Bu ayette ihtar ve tehdit yapıldığına delil
vardır. [16]
Müşriklerin
Dirilişi İnkar Etmeleri Ve Bunun Kesin Delillerle İspat
Edilmesi
81- Hayır, onlar
öncekilerin söylediklerini söyleyip durdular.
82- Onlar: "Ölüp
toprak ve kemik olduğumuz zaman mı, gerçekten biz mi diriltilecek misiz"
dediler.
83-
Şüphesiz biz de daha önce atalarımıza yapılan tehditle tehdit edildik. Bu
öncekilerin efsanelerinden başka bir şey değildir
(dediler).
84-
De ki: "Eğer biliyorsanız söyleyin bakalım, yeryüzü ve yeryüzünde bulunanlar
kimindir?"
85-
"Allah'ındır." diyecekler. O halde siz hiç düşünmez misiniz?"
de.
86-
'Yedi göğün Rabbi ve o yüce arşın Rabbi kimdir?" de.
87-
"Allah'tır." diyecekler. "Öyleyse siz hiç O'ndan korkmaz mısınız?"
de.
88-
"Her şeyin mülkiyetini elinde tutan, koruyan fakat kendisi hiç bir şekilde
korunmayan (himayeye muhtaç olmayan) kimdir? Biliyorsanız söyleyin."
de.
89-
"Allah'tır." diyecekler. 'Peki siz nasıl aldanıyorsunuz?"
de.
90- Doğrusu biz
onlara hakkı getirdik. Fakat onlar yalancıdırlar.
Açıklaması
Müşrikler kendilerini Allah'ın birliğine ve öldükten
sonra diriltmeye kadir olduğuna irşad edecek akıllarını kullanmamaları sebebiyle
-önceki ayetle de kınanıp tehdit edilmelerine rağmen- önceki ilkel insanların
sözlerini aynen tekrar ettiler:
"Bilakis onlar öncekilerin söyledikleri gibi
söylediler." Bütün geçen hususlara rağmen bu müşrikler öldükten sonra dirilmeyi
inkâr etmekte ve bunu uzak bir ihtimal olarak görmektedirler. Onlar hiçbir
burhan olmaksızın körü körüne taklit etmek üzere peygamberlerini yalanlayan
geçmişlerinin sözlerini tekrar ettiler. Bu onları kendi sözleriyle ayıplama
ifadesidir. Bu sözün tafsilatı iki şekildedir:
a) "Dediler ki:
Biz öldükten ve toprak olduktan sonra mı diriltileceğiz1?" Yani biz öldükten
sonra ve çürümüş kemikler olduktan sonra hayata mı döneceğiz? Onlar bunda
meydana gelmesini uzak bir ihtimal olarak görüyorlardı.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştu: "Onlar derler ki:
Biz mi sahiden eski hale döndürülmüş olacağız? Biz çürüyüp dağılmış kemikler
olduğumuz vakit mi? Dediler ki: Öyle ise bu (hayata dönüş) ziyanlı bir
dönüştür. Fakat o ancak bir tek haykırıştır. Ki o zaman onlar hemen (diri
olarak) toprağın yüzünde-dirler." (Naziat, 79/10-14).
"İnsan kendisini bir nutfeden yarattığımızı görmüyor mu
ki o açıktan açığa bir hasım olmaktadır. O kendi yaradılışını unutarak bize bir
misal getirdi. "Bu çürümüş kemiklere kim can verecekmiş?" dedi. De ki: Onları
ilk defa yaratan diriltecek. O her yarattığını gayet iyi bilendir." (Yasin,
36/77-78).
b) "Şüphesiz
biz de daha önce atalarımıza yapılan tehditle tehdit edildik." Yani Muhammed'in
haber verdiği öldükten sonra diriliş vaadini eskiden geçmiş peygamberler de vaad
etmişlerdi. Sonra onlar ahmaklıkları sebebiyle bu dirilişin dünya hayatında
olacağını zannediyorlardı.
"Bu
öncekilerin efsanelerinden başka bir şey değildir." Yani, "Bu öldükten sonra
diriliş vaadi eskilerin yalanlamalarından, masallarından ve batıl inançlarından
başka bir şey değildir. Biz bu efsaneleri şuursuz olarak, doğruluğunu ispat eden
hiçbir delil olmadan babadan oğula aldık." diye iddia
ettiler.
Cenab-ı Hak sonra onlara dirilişi ispat için üç burhan
ile cevap verdi: 1- "De ki: Eğer biliyorsanız, söyleyin bakalım yeryüzü ve
yeryüzünde bulunanlar kimindir?" Yani ey peygamber! Ahireti inkâr edenlere
şöyle de: Yeryüzünü ve içinde bulunan hayvan, bitki, meyve ve benzeri
varlıkları yaratan kimdir, yeryüzünün gerçek sahibi kimdir? Siz eğer
biliyorsanız" ifadesi onları hiçe almakta ve bilgisizliklerini
vurgulamaktadır.
"Allah'ındır, diyecekler." Yani onlar aklın gereği
olarak bütün bunların, mülk, yaratık ve idare olarak sadece Allah'ın olduğunu
gösterdiği gerçeğini itiraf edeceklerdir.
"De
ki: O halde siz hiç düşünmez misiniz? " Onlara şöyle söyle: Onlar bu varlıkları
başlangıçta yaratanın tekrar yaratmaya kadir olduğunu düşünmüyor ve ibret
almıyorlar mı? İbadetin sadece yaratan ve rızık verene ait olacağını başkasına
ait olmayacağını düşünmüyorlar mı? Cenab-ı Hakkın bu ayetinin manası, üzerinde
bulundukları yolun batıl olduğunu anlamak için düşünmeye teşvik
etmektir.
Bu
kesin burhan, tekrar dirilişi inkâr edenlere ve Allah'ın rububiyetini itiraf
eden ve Allah'la birlikte başka varlıklara tapan müşriklere, putperestliğe cevap
mahiyetindedir. Bunlar Allah ile birlikte ilâhlıkta başkasını ortak koşmakta ve
tapındıkları varlıkların hiçbir şey yaratamayacaklarını ve hiçbir şeye sahip
olmadıklarını itiraf etmelerine rağmen Allah'tan başkasına tapmaktadırlar.
Onlar bununla sadece onların Allah'a yaklaştırdıklarına inanıyorlardı: "Biz
sadece bizi Allah'a yaklaştırmaları için onlara
tapıyoruz."
2- "De ki: Yedi
kat göğün Rabbi ve o yüce arşın Rabbi kimdir1?" Yine onlara şöyle söyle: Şu
göklerin ve göklerde bulunan yıldızların ve meleklerin yaratıcısı kimdir? Bütün
varlıkların tavanı hüviyetindeki bu muazzam arşın yaratıcısı kimdir? Nitekim
Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "O'nun kürsîsi gökleri ve yeri kuşatmıştır."
(Bakara, 2/255).
Yine Ebu Davud'un Peygamberimiz'den (s.a.) rivayet
ettiği bir hadis-i şerifte şöyle buyurmaktadır: "Allah'ın şanı bundan çok daha
yücedir. Arşı semalarının üstünde aynen şu şekildedir." Eliyle kubbe gibi
işaret buyurdu.
Bir
başka hadiste şöyle buyurmaktadır: "Yedi kat gökler, yedi kat yerler, bunların
aralarında ve içinde bulunan varlıklar kürsînin yanında bir çöle atılan bir
halka gibidir. Kürsî ise içindekilerle birlikte arşa nispetle bu çöldeki halka
gibidir."
"Arş" şu iki hususiyeti bir arada
bulundurmaktadır:
-
Genişlik ve yükseklikte büyüklük ve azamet: 'Yüce arşın
Rabbidir."
- Güzellik ve
göz alıcılık. Nitekim bu surenin sonunda şöyle buyurulmak-tadır: "Değerli arşın
Rabbidir." Yani güzel ve gözalıcı arşın Rabbidir demektir.
"Allah'tır, diyecekler." Yani onlar derhal bunun sadece
Allah'a ait olduğunu itiraf edeceklerdir. Ondan başka cevap
yoktur.
"De
ki: Öyleyse siz hiç O'ndan korkmaz mısınız?" Yani siz bunu itiraf ettiğinize
göre Allah'ın cezasından korkmuyor musunuz?
Süflî ve ulvî âlemler Allah Tealâ'mn mülkü olduğu gibi
bu iki âlemin işlerini idare etmek de sadece O'na aittir. Nitekim Cenab-ı Hak
şöyle buyurmaktadır:
"De
ki: Her şeyin mülkiyetini elinde tutan kimdir?" Yani mülk, tasarruf ve idare
O'nun elindedir. Nitekim şöyle buyurmaktadır: "Hiçbir canlı yoktur ki O onların
perçeminden tutmuş olmasın." (Hud, 11/56). Yani bunlarda tasarruf
sahibidir.
"... koruyan fakat kendisinden hiçbir şekilde korunmayan
kimdir? Biliyorsanız söyleyin, de." Yani O dilediğine yardım eden, dilediğini
himaye eden, 'hiçbir kimsenin O'ndan hiçbir kimseyi himaye edemediği, engel
olunamayan, karşı çıkılmayan muazzam bir şahsiyettir. O'nun dilediği şey olur,
O'nun dilemediği olmaz. Siz ilim ehli iseniz (söyleyin).
"Allah 'tır, diyecekler." Yani onlar mülkün gerçek
sahibinin ve gerçek idare edenin başkası değil sadece Allah olduğunu,
dolayısıyla O'nun hükmünü ortadan kaldıracak ve Onun kazasını reddecek hiçbir
güç olmadığını itiraf edecekler. Burada ve daha önceki yerlerdeki "lillâh"
kelimesi "Allâhü" şeklinde de okunmuştur. Mana bakımından bu ikisi arasında
hiçbir fark yoktur. Çünkü "O'nun Rabbi kimdir" ve "O kimindir?" sözleri aynı
manadadır.
"De
ki: Peki, siz nasıl aldanıyorsunuz?" Garipser bir eda ile ve onları tenkit
ederek şöyle söyle: Allah'ın birliğine inanmayı ve O'na itaati bırakıp nasıl
aldanıyorsunuz? Aldatan, şeytan ve nefsî arzulardır. Yahut Allah'ın yaratıcı,
mülkün gerçek sahibi ve gerçek idareci olduğunu açıkça ifade etmenize, bunu
bilmenize ve itiraf etmenize rağmen Allah ile birlikte başka varlıklara
tapmanızı akıllarınız nasıl kabul eder?
"Doğrusu, biz onlara hakkı getirdik. Fakat onlar
yalancıdırlar." Hayır, biz onlara hak sözü ve sadık delili ve Allah'tan başka
ilâh olmadığı şeklinde değişmez gerçeği getirdik. Buna delâlet eden kesin
delilleri ortaya koyduk. Fakat onlar bununla birlikte hakkı inkâr hususunda ve
Allah'la beraber başka varlıklara tapınmakta ısrar ederek yalancı durumuna
düştüler. Bu hususta onların lehine hiçbir delil yoktur.
Nitekim surenin sonunda şöyle buyurulmuştur: "Kim Allah
'la birlikte başka bir ilâha yalvarırsa onun bu hususta hiçbir burhanı yoktur.
Onun hesabı sadece Rabbinin nezdindedir. Şüphesiz ki kâfirler kurtuluşa
ermezler." O müşrikler bunu bir delile dayanarak değil, sadece şaşkın ve
bilgisiz babalarına ve geçmişlerine uyarak
yapmaktadırlar.
Bu
ayetlerde Allah'ın evlâdı olduğu ve ortağı bulunduğu iddialarına karşı korkutma
ve tehdit vardır. [17]
Allah
Tealâ'nın Evlâdı Ve Ortağı Bulunduğunun Reddedilmesi
91- Allah asla
çocuk edinmemiştir. O'nunla birlikte bir başka ilâh da yoktur. Aksi takdirde
her ilâh kendi yarattığını alır götürürdü. Ayrıca birbirlerine üstün gelmeye
çalışırdı. Allah onların (müşriklerin) yakıştırdıkları sıfatlardan
münezzehtir.
92-
O gaybı da, görünen âlemi de bilir. O onların tuttukları ortaklardan
yücedir.
Açıklaması
Allah Tealâ kendi nefsini şu iki şeyden tenzih etmekte
ve şöyle buyurmaktadır: "Allah hiçbir evlât edinmemiştir." Yani melekler
Allah'ın kızlarıdır diyen bazı müşriklerin iddia ettikleri gibi Allah'ın asla
evlâdı yoktur.
"O'nunla birlikte başka hiçbir ilâh yoktur." Putları
tanrı edinen putperestlerin tasavvur ettikleri gibi Allah ile birlikte bu
âlemin yaratılmasından sonra ilâhlıkta O'na ortak olan, O'ndan başka hiçbir ilâh
yoktur.
"Aksi takdirde her ilâh yarattığını alır götürür,
birbirlerine üstünlük taslarlardı. " Yani birden fazla ilâh bulunduğu kabul
edilirse bu ilâhlardan her biri yarattığı varlıklarla başbaşa kalır, var
ettiğiyle bağımsızlık kazanır, her birinin mülkü diğerinin mülkünden ayrılırdı.
Çünkü ortaklığın devam etmesi imkânsızdır. Herbirinin düşüncesi diğerini yenmek
olur, güçlünün zayıf üzerindeki gücünün ortaya çıkması için dünya krallarının
yaptığı gibi her biri diğerini ezip onun üzerine hakim olmak isterdi. Eğer bu
üstünlük mücadelesi ve parçalama olursa varlığın düzeni bozulur, gökler,
yeryüzü ve bunların içinde bulunanlar fesada uğrardı.
Ancak görünen odur ki bütün kâinat düzenli ve planlıdır.
Son derece nizam ve mükemmel bir düzen içindedir. Süflî âlem ile ulvî âlemden
her biri hiç-' bir çatışma ve düzensizlik olmaksızın irtibat
içindedir.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Rahmanın
yaratışında hiçbir düzensizlik göremezsin." (Mülk, 67/3); "Gerçekten göklerin ve
yeryüzünün yaradılışında gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde akıl
sahipleri için nice ibret verici deliller vardır." (Âl-i İmran,
3/190).
İlâhların birden fazla olmasının imkânsız olduğu sabit
olup kâfirlerin her iki durumdaki sözleri batıl ve asılsız olunca Allah Tealâ
şöyle buyurdu: 'Allah onların yakıştırdıkları sıfatlardan münezzehtir." Yani bir
ve tek olan, hak olan Allah, O'nun oğlu ve ortağı bulunduğu şeklindeki iddia
sahibi zalimlerin söylediklerinden çok çok uzaktır.
"O
gaybı da, görünen âlemi de bilir." Yani görünen ve görünmeyen her şeyin ilmi
Ona mahsustur. O mahlûkatm idrak etmesinden uzak kalan eşyayı da bilir. Onların
müşahade edip gördükleri şeyleri de bilir. O bu iki şeyi aynı şekilde
bilir.
Bu
ifade Allah'ın ortağı bulunduğunu reddetmek hususunda diğer bir delildir. Zira
Allah'tan başkası görünen âlemi yani önünde görülenleri, var olanları bilse de,
bunun yanında görünmeyen gaybî hususları kesinlikle bilemez. Bu onların
noksanlığına delildir. Allah ise kemal sıfatıyla muttasıftır. Nitekim gaybı,
görünmeyen âlemi bilmeden, sadece görünen âlemi bilmekle tam ve kâmil bir
vukufiyet sağlanmaz.
"O
onların koştukları ortaklardan çok yücedir." Allah kendisiyle birlikte başka
ilâhı ortak koşan zalim inkarcıların söylediklerinden münezzehtir, onlardan çok
çok üstündür. [18]
Cenab-ı
Hak Tarafından Peygamberimize (S. A.) Yapılan İrşadlar
93-
De ki: "Ey Rabbim! Eğer onlara vaad edilen azabı bana
göstereceksen...
94-
Beni o zalim kavmin içinde bulundurma ey Rabbim."
95- Şüphesiz ki
biz onlara vaad ettiğimizi sana göstermeye elbette
kadiriz.
96-
Sen kötülüğü en güzel şekilde önle: Biz onların neler yakıştırdıklarını çok iyi
biliriz.
97-
De ki: "Ey Rabbim! Şeytanların vesveselerinden sana
sığınırım."
98-
"Ey Rabbim! Onların benim yanımda bulunmalarından da sana
sığınırım."
Açıklaması
Allah Tealâ peygamberine felâket zamanlarında okunacak
bazı duaları emrediyor ve şöyle buyuruyor:
"De
ki: Ey Rabbim! Eğer onlara vaad edilen azabı bana göstereceksen, beni o zalim
kavmin içinde bulundurma, ey Rabbim!" Yani onlara dünyada veya ahirette vaad
ettiğin azabı bana mutlaka gösterecek isen, beni onların içine katma, beni
onlardan koru. Bana onların azabı ile azap etme. Zira azap bazan o azaba lâyık
olmayana da isabet edebilir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
"İçinizden sadece zulmedenlere dokunmayacak olan fitneden sakının" (Enfal,
8/25).
İmam Ahmed'in ve "sahihtir" kaydıyla Tirmizî'nin rivayet
ettikleri hadis-i şerife göre Peygamberimiz (s.a.) şöyle dua ediyordu:
"(Allahım!) Bir kavme fitne murad ettiğin zaman beni sana fitneye düşmeden
kavuştur."
Hasan-ı Basrî'den rivayet edildiğine göre, Cenab-ı Hak
peygamberine ümmetinde bir fitne çıkacağını haber verdi, ama bunun vaktini
bildirmedi. Ona bu duayı yapmasını emretti.
Peygamberimiz'e (s.a.) bu duanın irşad edilmesi ecrinin
büyük olması, daima Rabbini zikredici olması ve bize bu duayı öğretmesi
içindi.
"Şüphesiz ki biz onlara vaad ettiğimizi sana göstermeye
elbette kadiriz." Eğer biz dileseydik onlara vereceğimiz felâket, belâ ve
mihnetleri sana da gösterirdik. Fakat bunu belirli bir vakte erteliyoruz. Zira
onların bir kısmı veya zürriyetlerinden bir kısmı iman
edecektir.
Cenab-ı Hak daha sonra davetin başarılı olması için
davet üslûbunu öğreterek şöyle buyurdu:
"Sen kötülüğü en güzel şekilde önle. Biz onların
yakıştırdıklarını çok iyi biliriz." Yani kötülüğü iyilikle karşıla. Kâfirlerin
eziyet ve yalanlamaları gibi karşılaştığın sıkıntılara tahammül et. En güzel
hasletle, müsamaha ve af ile, eziyetlere karşı sabırla ve selâm gibi güzel söz
ile önle. Biz onların durumunu, bize yakıştırdıkları ortakları ve yalanlamayı
biliriz.
Bu
ayetin benzeri şu ayet-i kerimedir: "İyilikle kötülük bir olmaz. Sen kötülüğü
en güzel şekilde önle. O zaman aranızda düşmanlık olan kimse sana sanki samimi
bir dost gibi oluverir. Kötülükleri iyilikle önleme hasleti ancak sabredenlere
verilir. Bu ancak hayırdan büyük payı olanlara verilir." (Fussilet, 41/36-35).
Bu vasiyet veya bu haslet sadece insanların eziyetlerine karşı sabredenlere ve
çirkin tavır karşılığında güzel ifadelerle muamele edenlere ilham olunur. Buna
yalnız dünya ve ahirette büyük nasip sahipleri ulaşabilir.
Bir
rivayete göre: Bu ayet Seyf ayetiyle neshedilmiştir. Bir başka rivayete göre bu
ayet muhkem bir ayettir. Zira iyi geçinmek din ve şahsiyet özellikleriyle
çelişmediği müddetçe teşvik edilmiştir.
Sonra bu çizgi üzerine sebat etmeyi öğreterek şöyle
buyurdu:
"De
ki: Ey Rabbim! Şeytanların vesveselerinden sana sığınırım." Yani şöyle söyle:
Kötülüğü, isyankârlığı ve emirlerimize muhalif olmayı teşvik eden,
kışkırtıcılık yapan şeytanların vesveselerinden sana iltica ederim, sana
sığınırım. Benim işlerimde onların bulunmalarından sana
yönelirim.
Bu
sebeple işlerin başlangıcında yemek yeme, cima etme ve kurban kesme esnasında
şeytanın kovulması için Allah'ı zikretmek emredilmiştir. Çünkü şeytanlar
insanın yanında bulunduğu zaman vesvese meydana gelir. Şeytanlar gelmezse
vesvese olmaz.
Ebu
Davud'un rivayetine göre Peygamberimiz (s.a.) şöyle dua ediyordu: "Allahım!
Aşırı yaşlılıktan sana sığınırım. Ölüm anında şeytanın beni şaşırtmasından sana
sığınırım."
İmam Ahmed, Ebu Davud, Tirmizî, Nesaî ve Beyhakî'nin Amr
b. Şu-ayb'den, o babasından, o da dedesinden rivayet ettiğine göre: Rasulullah
(s.a.) yatağa yatarken korkudan dolayı söyleyeceğimiz şu kelimeleri bize
öğretiyordu: "Bismillah, Allah'ın gazabından ve cezasından, kullarının
şerrinden, şeytanların vesveselerinden ve benim yanımda bulunmalarından
Allah'ın tam kelimelerine sığınırım."
Abdullah b. Amr (r. a.) bulûğa eren çocuklarına yatağa
yatarken okumaları için bu duayı öğretir, henüz düşünemeyen küçük çocukları
koruması için bu duayı yazar, boyunlarına asardı. [19]
İnsanın
Ölüm Anında Salih Amel İşlemek Üzere Dünyaya Dönmeyi
İstemesi
99-
Nihayet onlardan (müşriklerden) birine ölüm geldiği zaman şöyle der: "Ey
Rabbim! Beni dünyaya geri gönder."
100- "Belki,
terk ettiğim dünyada salih amel işlerim." der. Hayır, hayır! Bu, onun söylediği
bir laftır. Onların arkalarında ta diriltilecekleri güne kadar, (dünyaya
dönmelerine) engel vardır.
Açıklaması
Bu
ayetler kâfirlerin ve Allah'ın emri hakkında ihmalkâr davranan isyankârların
son nefeslerindeki durumunu açıklamaktadır.
Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Nihayet onlardan"
müşriklerden "birine ölüm geldiği zaman şöyle der: Ey Rabbim! Beni dünyaya geri
gönder."
Yani kâfir yahut Allah'ın haklarında ihmalkârlık yapan
isyankâr kişi ölüme yaklaşıp da kendisini bekleyen azabı görünce hayatı
müddetince yapmış olduğu yanlışları düzeltmek için dünyaya dönmeyi ister ve
şöyle der: Ey Rabbim! İhmal ettiğim hususları tamamlamak ve razı olacağın
ibadet, taat, hayır ve insanların haklarını gözetme gibi hususlardaki salih
amelleri işlemek için beni dünyaya geri gönder. Onun "Belki ben" şeklindeki
ifadesiyle murad edilen mana, bu hususta şüpheli olduğu değil bu eksikliği kesin
olarak tamamlayacağı şeklindedir.
Bu
ayet aynen şu ayetler gibidir: "(Ey Peygamber!) İnsanları azabın geleceği gün
ile uyar. O gün zalimler şöyle derler: "Ey Rabbimiz! Kısa bir zamana kadar bize
müsaade et de davetini kabul edelim, peygamberlere uyalım. Onlara: "Daha önce
ahirete intikal etmeyeceğinize dair yemin etmiyor muydunuz?" denir." (İbrahim,
14/44).
"Onlar kitabın vaad ettiği akıbetten başka bir şey mi
beklerler. O akıbetin geldiği gün daha önce o kitabı unutanlar şöyle diyecekler.
Rabbimizin peygamberleri bize gerçeği getirmişti. Şimdi ise şefaat edecek
şefaatçiler yok mudur1? Yahut tekrar dünya hayatına döndürülür müyüz ki
yaptıklarımızdan başka ameller yapalım?.." (A'raf, 7/53).
"Suçluların, Rablerinin huzurunda başlarını eğerek: "Ey
Rabbimiz! Gördük, işittik. Bizi tekrar dünyaya gönder de salih ameller
işleyelim, artık kesin olarak iman ettik." dediklerini bir görsen!" (Secde,
32/12).
"Ateşin üzerinde durduruldukları zaman: "Ne olurdu
tekrar dünyaya dön-dürülseydik, Rabbimizin ayetlerini yalanlamasaydık da
müminlerden olsaydık." dediklerini bir görsen!"
(En'am,6/37).
"Zalimlerin ahiretin azabını görünce: "Dünyaya geri
dönmek için bir yol yok mudur?" dediklerini görürsün." (Şûra,
42/44).
"Onlar orada şöyle bağırışırlar: Ey Rabbimiz! Bizi
çıkar. Yapmış olduğumuzdan bambaşka iyi amel ve hareketlerde bulunacağız. Size
iyice düşünecek kimsenin düşünebileceği, öğüt kabul edilebileceği kadar ömür
vermedik mi? Size (azap ile) korkutan da gelmişti. Şimdi tadın (o azabı)? Artık
zalimler için hiçbir yardımcı yoktur." (Fatır, 35/37).
Bütün bunlar dünyaya dönüş temennisinin; can çekişme
anında, amel defterlerinin dağıtılması anında, hesap anında, cehenneme
arzolunma anında ve oraya girdikten sonra tekrarlandığına delâlet
etmektedir.
Dünyaya dönmeyi istemek yukarıda kısaca temas edildiği
gibi kâfire mahsus bir durum değildir. Bu temenni ibadet ve taatlerinde, Allah
Tealâ'mn haklarını eda etme konusunda ihmalkâr mümini de içine almaktadır.
Nitekim bir ayette şöyle buyurulmaktadır: "Herhangi birinize ölüm gelip de: "Ey
Rabbim! Beni yakın bir müddete kadar geciktirseydin de sadaka verip dursaydım,
iyi adamlardan olsaydım." diyeceğinden önce size rızık olarak verdiğimizden
(Allah yolunda) harcayın." (Münafikun, 63/10).
"Hayır, hayır! Bu, onun söylediği bir laftır. Onların
arkalarında ta diril-tilecekleri güne kadar (dünyaya dönmelerine) engel olacak
ölüm vardır."
Yani Allah Tealâ onlara şu kavliyle cevap verir. Hayır,
asla! Biz o kimsenin istediğini kabul etmeyiz. Bu, her can çekişen, her zalim
kişinin hiç şüphesiz söyleyeceği bir sözden ibarettir. Dünyaya dönüşün hiçbir
faydası yoktur. Zaten o dünyaya geri gönderilse salih amel işlemeyecek ve bu
sözünde yalancı duruma düşecektir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
"Eğer onlar geri döndürülseler nehy olundukları şeye dönerlerdi. Doğrusu onlar
yalancıdırlar." (En'am, 6/28).
Sonra can çekişme anındaki zalimlerle dünyaya dönüş
arasında ve onların önlerinde dünyaya dönmelerine engel ve perde
vardır.
"el-Berzah" dünya ve ahiret arasındaki perdedir. Kim
ölürse berzah âlemine ve kabir hayatına girer.
Bu
ifade kabir azabı ile tehdit ifadesidir. Zalimlerden can çekişen o kimselerin
kıyamet günü tekrar dünyaya dönmelerinin asla mümkün olmadığı hususunda
ümitsizlik vermektir. Çünkü onlar hayatlarının geri kalan kısımlarında geriye
dönmediklerine göre onlar bundan sonra asla dönemezler. Dönüş ancak ahiret
hayatına ve azaba maruz kalmayadır.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "Onların
önlerinde cehennem vardır." (Câsiye, 45/10); "Onların önlerinde pek katı bir
azap vardır." (İbrahim, 14/17).
Özetle: "Diriltilecekleri güne kadar" ifadesinden murad
şudur: Onlara verilecek azap diriliş gününe kadar devam edecektir. Nitekim
hadiste şu husus belirtilmiştir: Onlar kabirlerinde iken "Toprakta azap görmeye
devam edecektir." [20]
Ahiretteki
Hesapta Kurtuluş İçin Ölçüler
101- (Tekrar dirilmek için) Sûr'a üfürül-düğü zaman o
gün aralarındaki soy bağının hiçbir değeri yoktur. Onlar birbirlerine de hiçbir
şey soramazlar.
102- Artık kimlerin tartıları ağır gelmişse işte onlar
kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.
103- Kimlerin de tartıları hafif gelmişse işte onlar
kendilerine yazık edenlerdir, cehennemde ebedî
kalacaklardır.
104- Ateş onların yüzlerini yalayacak. Orada onların
dişleri sırıtıp kalacaktır.
105- (Allah
onlara şöyle buyuracak:) "Size ayetlerim okunurken siz ayetlerimi yalanlamıyor
muydunuz?"
106- Onlar da şöyle diyecekler: "Ey Rab-bimiz! Bize
kötülüğümüz galip geldi. Biz sapık bir kavim olduk."
107- "Ey Rabbimiz! Bizi buradan çıkar. Biz eğer tekrar
aynı yola dönersek gerçekten zalimler oluruz."
108- (Allah onlara): "Kesin sesinizi! Bana bir şey
söylemeyin." der.
109- Çünkü
kullarımdan bir gurup vardı. Onlar: 'Ey Rabbimiz! Biz iman ettik. Bize mağfiret
eyle. Bize rahmet eyle. Sen merhamet edenlerin en hayır-lısısın."
derlerdi.
110- Siz de
onları alaya aldınız. Hatta bu davranışınız size beni anmayı unutturdu. Siz
onlara hep gülüyordunuz.
111- Bugün de
ben onları sabırlarının karşılığı olarak kurtuluşa ermekle
mükâfatlandırdım.
Açıklaması
"Sûr'a üfürüldüğü zaman o gün aralarındaki soy bağının
hiçbir değeri yoktur. Onlar birbirlerine de hiçbir şey
soramazlar."
Yani Sûr'a ikinci defa -tekrar dirilmek için- üfürüldüğü
ve insanlar kabirlerinden kalktıkları zaman, kendilerini dehşet ve hayret
kapladığı ve her insan kendi nefsiyle meşgul olduğu için aralarında şefkat ve
merhamet bulunmasına rağmen soy bağının ve akrabalığın onlara hiçbir yararı
olmaz. O gün yakın akrabalar kendi nefisleriyle meşgul oldukları için
yakınlarını sormazlar.
Nitekim başka ayetlerde şöyle buyurulmaktadır: "O gün
insan kardeşinden, anne ve babasından, hanımından ve çocuklarından kaçar. O gün
herkesin kendisine yetecek kadar derdi vardır." (Abese,80/34-37); "O gün dost
dostunun halini soramaz. O gün onlar birbirlerine gösterilirler." (Mearic,
70/10-11).
Bu
durum Sûr'a üfürülme esnasmdadır. Yoksa cennete veya cehenneme yerleştikten
sonra cennetlikler birbirini sorarlar. Nitekim bir ayette şöyle buyurulmaktadır:
"Birbirlerine dönüp karşılıklı soru sorarlar." (Sâffât,
37/27).
Sünnet-i seniyye'de İmam Ahmed'in Misver b. Mahreme
(r.a.)'den rivayet ettikleri hadis-i şerifte Rasulullah (s.a.) şöyle
buyurmuşlardır: "Fatıma benden bir parçadır. Onu kızdıran şey beni de kızdırır,
ona neşe veren şey bana da neşe verir. Kıyamet günü bütün soy bağı kesilir,
sadece benim nesebim ve benim hısımlığım kesilmez."
Bu
hadis Buharî ve Müslim'in Sa/u/ılerinde ise Misver b. Mahreme (r.a.)'den şöyle
rivayet ediliyor. Peygamberimiz şöyle buyuruyor: "Fatıma benden bir parçadır.
Ona kuşku veren şey bana da kuşku verir. Onu rahatsız eden şey beni de rahatsız
eder."
İmam Ahmed Ebu Said el-Hudrî (r. a)'den rivayet ediyor:
Rasulullah (s.a.)'ın şu minber üzerinde şöyle söylediğini işittim: "Bazı
kimselere ne oluyor , ki, Rasulullah (s.a.)'in akrabalarının kavmine yararı
dokunmaz, diyorlar. Hayır, Allah'a yemin olsun ki benim akrabalarım dünya ve
ahirette ikrama lâyıktırlar. Şüphesiz ki ben, ey insanlar! Siz geldiğinizde
hepinizin ön-cüsüyüm."
Taberanî, Bezzar, Beyhakî ve başka zatların rivayet
ettiklerine göre Hz. Ömer (r.a.) Hz. Ali'nin kızı Ümmü Gülsüm ile evlendiği
zaman Hz. Ömer (r.a.) şöyle demiştir: Allah'a yemin olsun ki benim buna
ihtiyacım yoktur. Ancak ben Rasulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu işittim.
"Kıyamet günü benim sebebim ve nesebim dışında her sebep ve nesep kesilmiştir."
[Ben de o nesebe dahil olmak istedim.]
Sonra mes'ud olanlarla bahtsız olanların durumlarını
açıklamak üzere şöyle buyurdu:
"Kimlerin tartıları ağır gelmişse işte onlar kurtuluşa
erenlerin ta kendileridir." Yani günahları sevaplarından daha ağır gelmişse
işte onlar ziyana uğrayan, helâka uğrayan ve kendi makamlarını müminlere
bırakarak zararlı ticaretle dönen kimselerdir. İşte cehennemliklerin birinci
vasıfları budur.
Bunun ardından üç sıfat daha zikretti. Böylece dört
sıfat oldu:
1- "Cehennem'de
ebedî olarak kalacaklardır." Yani sürekli olarak ebediyete kadar cehennemde
ikamet ederek kalacaklardır. Bu ifadede kâfirlerin cehennemde ebedi olarak
kalacaklarına açık delil vardır.
2- "Ateş
onların yüzlerini yalayacak." Yani cehennem onların yüzlerini yakacak, etlerini
ve derilerini yiyecek. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurdu: "Yüzlerini de ateş
bürüyecektir." (İbrahim, 14/50).
"O
inkâr edenler yüzlerinden ve arkalarından (saran) ateşi hiçbir suretle
engelleyemeyecekleri, kendilerinin yardım da göremeyecekleri zamanı bir
bilselerdi!" (Enbiya, 21/39). Burada "yüzler" özellikle zikredilmiştir. Çünkü
yüz azaların en şereflisidir.
İbni Merduveyh Ebu'd-Derdâ (r.a.)'dan yaptığı rivayette
Cenab-ı Hakk'm "Ateş onların yüzlerini yalayacak." ayeti hakkında Peygamberimiz
(s.a.)'in şöyle buyurduğunu naklediyor: Cehennem onları yalıyor ve etleri
topuklarına akıyor.
3- "Orada
onların dişleri sırıtıp kalacaktır." Asık suratlıdır, dudakları çekilmiş,
dişleri sırıtmaktadır.
Sonra Cenab-ı Hak işledikleri küfür ve günahlarına
karşılık bir azarlama ve tehdit olarak cehennemliklere söyleyeceği sözleri
zikretmekte ve şöyle buyurmaktadır:
"Size ayetlerim okunurken siz ayetlerimi yalanlamıyor
muydunuz1?" Yani Kur'an'daki ayetlerim hatırlatma, öğüt ve şüpheleri izale etmek
üzere size okunurken siz ayetlerimi yalanlamıyor muydunuz, evet ondan yüz
çeviriyordunuz.
Bu
ayet Cenab-ı Hakk'm şu ayetleri gibidir: "Onlardan her gurup cehennemin içine
atıldıkça kendilerine bekçileri sordular: Size bu azap ile korkutan (bir
peygamber) gelmedi mi? Onlar: Evet, dediler, gerçek bize (bu) azap ile korkutan
peygamber gelmiştir. Fakat biz (onları) yalan saydık ve Allah hiçbir şey
indirmemiştir. Siz ancak büyük bir sapıklık içindesiniz, dedik." (Mülk,
67/8-9).
"O
inkâr edenler ayrı ayrı zümreler halinde cehenneme sürüldü. Nihayet oraya
geldikleri zaman onun kapıları açıldı. (Cehennemin) bekçileri onlara şöyle
dedi: Size içinizden Rabbinizin ayetlerini karşınızda okuyacak, sizi bugününüze
kavuşmakla tehdit edecek peygamberler gelmedi mi? Onlar: Evet, (geldi) dediler.
Fakat azap kelimesi biz kâfirlerin üzerine hak oldu." (Zümer,
39/71).
Bu
ayetler peygamberlerin gönderilmesi ve kitapların indirilmesi hususundaki umumî
prensibin ifadesidir. Nitekim başka ayette şöyle buyurul-muştur: "Biz bir rasul
göndermedikçe azap etmeyiz." (İsra, 17/15). Bir başka ayette ise
şöyledir:
"Böylece peygamberlerden sonra insanların Allah 'a karşı
bir bahaneleri olmasın. " (Nisa, 5/165).
Cenab-ı Hakk'm -yukarıdaki- sualine karşı kâfirler
burada şu şekilde cevap verdiler:
"Ey
Rabbimiz! Bize kötülüğümüz galip geldi. Biz sapık bir kavim olduk." Yani bize
nefislerimizin şehvetleri ve lezzetleri galip geldi. Durumumuz bizi kötü bir
sonuca götürdü. Hak ve hidayet yolunu şaşırdık. Aynen Cenab-ı Hakkın buyurduğu
gibi: "Günahlarımızı itiraf ettik. Fakat buradan çıkmaya bir yol var mı?"
(Gafır, 40/11).
"Ey
Rabbimiz! Bizi buradan çıkar. Biz eğer tekrar aynı yola dönersek gerçekten
zalimler oluruz." Ey Rabbimiz! bizi cehennemden çıkar ve dünyaya döndür. Eğer
biz geçmişte yaptıklarımıza dönersek o halde biz zalimiz, cezaya lâyık
kimseleriz, demektir.
Allah Tealâ onlara şu şekilde cevap verdi: "Kesin
sesinizi!. Benimle konuşmayın." Yani kâfirler cehennemden çıkmayı ve dünyaya
dönmeyi istedikleri zaman Allah kâfirlere: "Orada -cehennemde- zelil, rezil, hor
olarak kalın. Susun ve bu isteğinizi tekrar etmeyin. Çünkü sizin benim yanımda
hiçbir cevabınız yok, dünyaya dönüşünüz de yok." der.
Cenab-ı Hak onlara azap verilmesinin sebebini zikrederek
şöyle buyurmaktadır: "Çünkü kullarımdan bir gurup vardı. Onlar Ey Rabbimiz! Biz
iman ettik. Bize mağfiret eyle. Bize rahmet eyle. Sen merhamet edenlerin en
hayır-lısısm, derlerdi. Yani mümin kullarımdan bir topluluk şöyle diyorlardı: Ey
Rabbimiz! Biz seni ve peygamberlerini ve senin nezdinden getirdiği hakikatleri
tasdik ettik. Bizim günahlarımızı ört. Zayıflığımıza acı. Sen rahmet edenlerin
en hayırlısısın."
"Siz de onları alaya aldınız. Hatta bu davranışınız size
beni anmayı unutturdu. Siz onlara hep gülüyordunuz." Sizden görülen tavır
onların bana dua etmeleri ve bana yalvarmalarıyla alay etmek oldu. O kadar ki
onlara olan buğ-zunuz size beni zikretmeyi unutturdu ve sizi benim şanıma önem
vermemeye şevketti. Benim cezamdan korkmadmız. Onların yaptıklarıyla ve
ibadetleriyle alay ederek gülüyordunuz.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz günah
işleyenler (kâfirler) iman edenlerden bazılarına gülerlerdi. (Müminler)
yanlarından geçerken birbirlerine kaş-göz işaretleri yaparlardı." (Mutaffifîn,
83/29-30).
Cenab-ı Hak daha sonra salih kullarına verdiği mükâfatı
haber vermek üzere şöyle buyurdu: "Bugün de ben onları sabırlarının karşılığı
olarak kurtuluşa ermekle mükâfatlandırdım." Ey müminler, kıyamet günü onların
size eziyet etmelerine, sizinle istihza etmelerine karşılık sabretmeniz
sebebiyle sizi saadet ve selâmetle cennette ebedî nimetleri kazanmakla
mükafatlandırdım.
Nitekim bir başka ayette Allah şöyle buyurmaktadır:
"İşte bugün de iman edenler o kâfirlere gülüyorlar. Tahtlar üzerinde (onlara)
bakıyorlar. (Nasıl) o kâfirler işlediklerinin cezasına çarpıldılar mı?"
(Mutaffifîn, 83/34-36). [21]
Dünya
Hayatının Kısa Olduğu Uyarısı, Müşriklerin Cezalandırılması, Müminlerin Rahmete
Nail Olması
112- "Yeryüzünde kaç yıl kaldınız?"
der.
113- Onlar da: "Bir gün veya bir günden daha az kaldık.
Hesaplayanlara sor." derler.
114- Allah şöyle buyurur: "Sadece az bir zaman kaldınız.
Keşke bunu -daha önceden- bilseydiniz!"
115- "Yoksa siz, bizim sizi boşuna yarattığımızı ve
huzurumuza çıkarılmayacağınızı
mı sandınız?"
116- Mülkün
gerçek sahibi Allah pek yücedir! O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O şanlı arşın
Rabbidir.
117- Kim,
hakkında hiçbir burhanı olmadığı halde Allah'la birlikte başka bir ilâha
taparsa, onun hesabı ancak Rab-binin nezdindedir. Gerçek şudur ki kâfirler
kurtuluşa eremezler.
118- De ki: Ey
Rabbim! Mağfiret eyle. Rahmet eyle. Sen merhamet edenlerin
Açıklaması
Allah Tealâ kâfirlerin dünyadaki kısa ömürlerinde zayi
ettikleri itaat ve yalnız O'na ibadet etmeye karşılık kâfirleri uyarıyor.
Sabretselerdi müminler gibi kurtuluşa ereceklerini bildiriyor. Şöyle
buyuruyor:
'Yeryüzünde kaç yıl kaldınız?" der. Yani Allah yahut
onlara sual sormakla emrolunan melek: "Dünyadaki ikamet müddetiniz ne kadardı?
"der.
Bu
sorudan maksat susturmak azarlamak ve ihtar etmek, onların sürekli ve uzun
zannettikleri hayatın inkâr ettikleri öldükten sonra dirilmeye nispetle basit
olduğuna uyarıda bulunmak içindir. Böylece dünyadaki kötü inançlarından dolayı
pişmanlık duyarlar.
"Onlar da: Bir gün veya bir günden daha az bir zaman
kaldık" derler. İçinde bulundukları korkunç durum ve azabın büyüklüğü sebebiyle
dünyada kaldıkları müddeti unuturlar, bu müddetin bir gün veya daha az olduğunu
zannederler. Yahut bundan murad içine düştükleri acıklı azaba nispetle
kaldıkları müddeti azımsamaktadırlar.
"Hesaplayanlara sor, derler." Yani bu günlerin hesabını
yapanlara ya da kulların amellerini ve ömürlerini tespit eden Hafaza meleklerine
sor derler.
"Şöyle buyurur: Sadece az bir zaman kaldınız. Keşke bunu
bilseydiniz?'' Melek der ki: Bütün takdirlere göre siz az bir zaman kaldınız.
Siz ilimden pek az bir bilgi elde etseydiniz baki olanı fani olana tercih
ederdiniz ve Rabbinizi razı kılacak olan hususları bilirdiniz. Müminlerin
yaptığı gibi Allah'a taat etmek ve O'na ibadette bulunmak üzere sebat
etseydiniz müminlerin kazandığı gibi siz de kazançlı
olurdunuz.
İbni Ebi Hatim halka hitap eden Eyfa b. Abd el-
Kelai'den Peygam-berimiz'in (s.a.) şöyle buyurduğunu rivayet ediyor: "Şüphesiz
ki Allah cennetlikleri cennete ve cehennemlikleri cehenneme soktuğu zaman"
şöyle nida eder:
-
Yeryüzünde kaç yıl kaldınız? Onlar da :
-
Bir gün veya bir günden daha az bir zaman kaldık, derler. Cenab-ı
Hak:
- Bir gün veya
bir günden daha az bir zamanda ne güzel bir ticaret yaptınız: Rahmetimi, rızamı
ve cennetimi kazandınız. Ebedi olarak sonsuza kadar kalın,
buyurur.
Sonra da cehennemliklere şöyle nida
eder:
Ey
cehennem ehli! Yeryüzünde ne kadar kaldınız? Onlar da:
-
Bir gün veya bir günden daha az bir zaman kaldık, derler. Cenab-ı
Hak:
- Bir gün veya
bir günden daha az bir zamanda ne kötü bir ticaret yaptınız: Ateşimi ve
gazabımı kazandınız. Ebedi olarak sonsuza kadar burada kalın,
buyurur.
Cenab-ı Hak onların gafletlerine karşı şiddetli ihtarda
bulunarak şöyle buyurdu:
"Yoksa siz, bizim sizi boşuna yarattığımızı ve
huzurumuza çıkarılmayacağınızı mı sandınız?" Siz kendinizi boş yere -yani oyun
olarak batıl yere, maksatsız ve bizim tarafımızdan hiçbir hikmet olmaksızın-
yaratılmış olduğunuzu mu zannediyorsunuz? Bilâkis biz sizi ibadet, terbiye,
eğitim ve Allah Tealâ'nın emirlerini ihya etmek için yarattık. Siz ahiret
yurdunda hesap görülmesi ve amellerin karşılığının verilmesi için bize
dönmeyeceğinizi mi zannediyorsunuz? Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle
buyurmaktadır:"7/ı-san başıboş bırakılacağını mı zannediyor?"
(Kıyamet,75/36).
"Mülkün gerçek sahibi Allah pek yücedir! O'ndan başka
ilâh yoktur. O şanlı arşın Rabbidir." Şu geniş mülkün sahibi olan, sabit olan,
devamlı olan Allah boş yere bir şey yaratmaktan münezzehtir, mukaddestir. Çünkü
O bundan münezzeh olan, hak olan, mülkün gerçek sahibi olan Allah'tır. O
kâinatın nizamının hikmetle ve yüce bir maksatla idare edildiği güzel, şanlı ve
gözalıcı arşın sahibidir.
Cenab-ı Hak bundan sonra kendisine nispet edilen evlât
ve ortağı bulunmasını reddederek şöyle buyurdu:
"Kim, hakkında hiçbir burhanı olmadığı halde Allah'la
birlikte başka bir ilâha taparsa onun hesabı ancak Rabbinin nezdindedir." Yani
kim başka bir ilâha tapınmasının doğruluğuna hiçbir delil olmaksızın kendisinden
başka ibadete lâyık hiçbir varlığın bulunmadığı Allah'la birlikte başka bir
ilâha taparsa Rabbi ve yaratıcısı nezdinde onun cezası kesindir ve şiddetlidir.
Bu ifade tavsif olunmayan bir şeyle azarlama, ihtar ve tehdit şeklindedir. Kim
başka bir ilâh iddia ederse hakkında burhan olmayan bir konuda batıl bir şey
iddia etmiş olur. Hakkında burhan bulunmayan bir şeyin ispat edilmesi caiz
değildir.
"Şüphesiz ki kâfirler kurtuluşa eremezler." Yani
kâfirler cennet nimetinden hiçbir şey kazanamazlar. Onların varacağı yer
cehennemdir. Bu ifade surenin başlangıcına karşılık olmaktadır. Çünkü surenin
başlangıcı müminlerin kurtuluşu müjdesini vermektedir. Burada da kâfirlerin
elinin boş kalmasıyla sure sona ermektedir.
"De
ki: Ey Rabbiml Mağfiret eyle. Rahmet eyle. Sen rahmet edenlerin en
hayırlısısın." Yani ey Peygamber şöyle de: Ey Rabbim! Günahlarımı mağfiret et.
Ayıplarımı ört. Tevbemi kabul etmek ve azaptan kurtulmak suretiyle bana rahmet
eyle. Sen kullarına rahmet eden en hayırlı, en üstün
varlıksın.
Buharî, Müslim, Tirmizî ve İbni Habban, Hz. Ebubekir'den
(r.a.) rivayet ediyorlar: Hz. Ebubekir (r.a.) diyor ki:
- Ya Rasulallah!
Bana namazımda okuyacağım bir dua öğret dedim. Buyurdular
ki:
-
Şöyle dua et: Allahım! Ben nefsime çok zulmettim. Bu günahları senden başka
kimse affedemez. Sen senin nezdinden bir mağfiretle bana mağfiret eyle. Bana
rahmet eyle. Şüphesiz ki sen çok bağışlayıcı, çok merhamet
edicisin.
Son
iki ayet şifa ayetlerindendir. İbni Ebî Hatim Abdullah b. Mes'ud hasta bir adama
uğradı. Onun kulağına: "Sizi boşuna yarattığımızı ve huzurumuza
çıkarılmayacağınızı mı sandınız." (Müminûn, 23/115) ayetinden başlıyarak surenin
sonuna kadar -dört ayeti- okudu. Hasta şifa buldu. Bu durum Peygam-berimiz'e
(s.a.) anlatıldı. Peygamberimiz (s.a.) Abdullah b.
Mes'ud'a:
- Onun kulağına
ne okudun diye sordu. Abdullah bu durumu haber verdi. Efendimiz
(s.a.)
- Nefsimi
kudretinin elinde tutan Allaha' yemin olsun ki yakinen iman eden bir kimse bu
ayetleri bir dağa okursa o dağ yerle bir olur.
Bundan anlaşılmaktadır ki bu noktada önemli olan okuyan
kimsenin imanı, yakîninin olması, gönül temizliği, hastanın da buna müsait olup
Kur"an-la tedaviyi kabul etmesidir. [22]
[1]
İbni Kesir, III/238; Razî, XXIII/80.
[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/270-273.
[3] Ayetteki "le-meyyitûn" kelimesi "le-mâitûn" şeklinde de
okunmuştur. "Meyyit" ve "mâit" arasındaki fark şudur: Meyyit, hayy (diri) sıfatı
gibi sabit, değişmeyen bir sıfattır. Mâit ise meydana gelen olaya delâlet
etmektedir. Meselâ "Zeyd şu anda meyyittir (ölüdür)" ve 'Yarın mâittir
(ölecektir)" denir.
[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/277-279.
[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/283.
[6] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/283-284.
[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/284-285.
[8] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/289-292.
[9] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/296-299.
[10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/301-302.
[11]
İbni Kesir, III/245.
Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/305-306.
[12]
İbni Kesir, III/246.
Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/308-309.
[13] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/311-314.
[14] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/317-319.
[15] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/325-329.
[16] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/334-335.
[17] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/338-340.
[18] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/343.
[19] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/346-347.
[20] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/350-351.
[21] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/355-358.
[22] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/361-364.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder