Güncel Duyuru: Öğrencilerimizin dikkatine ! Ücretsiz TEMEL ARAPÇA SARF&NAHİV derslerimizi Eklemeye başladık 1-13.Derse kadar Tamam(Elhamdü lillah) Tıkla Ders Sayfasına Git Tags:Online Arapça Dersleri Video,İslami ilimler Video Dersleri,İlahiyat Önlisans Arapça Video Dersleri,İlahiyat Arapça Video Dersleri,İmam Hatip Arapça Dersleri Video,İlitam Arapça Video Dersleri,Tefsir Dersleri Video,Hadis Dersleri Video,Fıkıh Dersleri Video,Arapça Dershaneniz,Kur'an,Sünnet,Arapça dersleri,tefsir oku,hadis,oku,Kuran meali oku,arapça öğreniyorum,arapça dilbilgisi video,arapça nahiv video,arapça sarf dersleri video,islami sohbetler

22-Hac Suresi Meali Tefsiri Oku: Takvanın (Allah Teala'dan Korkmanın) Emredilmesi-İnsanın Ve Bitkilerin Yaratılmasıyla Öldükten Sonra Dirilmeye Delil Getirilmesi-Batılla Mücadele, Tereddütlü İman, Salih Müminlerin Mükâfatı

Rahman ve Rahim Olan Allah 'm Adıyla


HAC SURESİ
  

Takvanın (Allah Teala'dan Korkmanın) Emredilmesi


1-  Ey insanlar! Rabbinizden korkun. Zira kıyametin sarsıntısı büyük bir şey­dir.

2-  Onu gördüğünüz zaman her emzikli kadın emzirdiği çocuğundan geçer. Her hamile kadın çocuğunu düşürür. Sen insanları sarhoş görürsün. Aslında on­lar sarhoş değildirler. Fakat Allah'ın azabı şiddetlidir.

3- İnsanlardan öylesi vardır ki, bilgisiz­ce Allah hakkında mücadele eder, her azgın şeytanın ardına düşer.

4-  Şeytan hakkında yazılmıştır ki, kim şeytanı dost edinirse o onu saptırır ve onu cehennem azabına sürükler.



Açıklaması


Allah kullarına takvayı emrediyor ve onlara kıyametin dehşeti, sarsın­tıları ve ahiretin durumları hakkında karşılaşacaklarını bildiriyor ve şöyle buyuruyor:

"Ey insanlar! Rabbinizden korkun. Zira kıyametin sarsıntısı büyük bir şey­dir. " Ey âdemoğulları! Rabbinize itaat etmek ve O'na isyan etmemek suretiyle

O'nun cezasından sakının. Zira kıyametin sarsıntısı yahut insanlar kabirlerin­den kalkmadan önce kıyamet koptuğu zamanki şiddetli hareket çok korkunç­tur. Meydana gelmesi çok dehşetlidir.

Buna şu ayetler de delildir: "Yeryüzü kendisinden gelen şiddetli bir sarsıntı ile zelzeleye uğratıldığı zaman ve yeryüzü bütün ağırlıklarını çıkardığı zaman..." (Zilzal, 99/1-2);

"Yerle dağlar yerlerinden kaldırılıp da birbirine bir çarpma ile hepsi toz haline geldiği zaman..." (Hakka, 69-14-15);

"Yeryüzünün bir sarsıntı ile sarsıldığı, dağların didik didik parçalandığı, hepsinin dağılıp toz haline geldiği zaman..." (Vakıa, 56/4-6).

Bu günün özellikleri şunlardır:

1- "O sarsıntıyı gördüğünüz zaman her emzikli kadın emzirdiği çocuğunu unutur." O gün o sarsıntı sebebiyle emzikli kadın bebeğini unutur. Ayette geçen "el-murdıa" kelimesi çocuğunu emziren, çocuğuna meme veren kadın demektir, "el-murdı"' ise emzirmeye hazırlıklı olan yahut emzirmese bile emzirme durumunda olan demektir. "Emzirdiği çocuğunu" ya da emzirmeyi "unutur".

2- "Her hamile kadın çocuğunu düşürür." Dehşetin, korkunun şiddeti sebebiyle hamile kadın karnındaki yavrusunu düşürür.

Hasan-ı Basrî diyor ki: Emzikli kadın çocuğunu emzirmekten gafil kalır, hamile kadın karnındaki çocuğunu vakti tamam olmadan düşürür.

3- "Sen insanları sarhoş görürsün." İnsanları korkudan dolayı sarhoş gibi görürsün. Onlar gerçekte ve hakikatte içki içip sarhoş olmuş değildirler. Fakat şiddetli azap onların akıllarını ve ayırd etme gücünü kaybettirir.

Bu şiddetli uyarıya rağmen bazı insanlar öldükten sonra dirilmeyi inkâr ediyorlar ve bilgisizce Allah katında mücadele ediyorlar. İnsanlardan bir kısmı Allah'ın sıfatları ve fiilleri hakkında, öldükten sonra dirilmeye ve başka husus­lara kadir oluşu hakkında doğru bir bilgi olmaksızın ve doğru bir akıl olmak­sızın tartışırlar. Bu batıl yoldaki mücadelesinde azgın ve inatçı şeytanın iz­lerine uyar. O hak yolda mücadele etmez, sadece batıl yolda mücadele eder.

Daha önce de beyan edildiği gibi denilmiştir ki: Bu ayet Nadr b. Haris hakkında nazil olmuştur. Nadr mücadeleci bir kimse idi. Nadr:

- Melekler Allah'ın kızlarıdır. Kur'an öncekilerin masallarıdır. Allah çürümüş ve toprak olmuş insanları diriltmeye, kadir değildir, diyordu.

Bu ayet -Keşşafta denildiği gibi- Allah için caiz olmayan hususlarda, caiz olmayan sıfat ve fiillerde hiçbir ilme müracaat etmeden, hiçbir hüccete ve doğ­ru burhana uymadan mücadele eden, ne yaptığını bilmeyen, hakla batılı ayırd edemeyen herkes hakkında umumidir.

Ayet mefhumu itibariyle haklı mücadelenin caiz olduğuna delâlet etmek­tedir. Haklı mücadele bilerek ilimle yapılan ve "Onlarla güzel bir şekilde mücadele et." (Nahl, 16/125) ayetinde murad olunan mücadeledir.

Batıl mücadele ise "Sana ancak mücadele ile vurdular." (Zuhruf, 43/58) ayetiyle murad edilen mücadeledir.

"O kendi üzerine şunu takdir etti ki: Kim şeytanı dost edinirse onu (hak yoldan) saptıruçaktır..." Cenab-ı Hak şeytana uyan, onu kendisine dost ve yar­dımcı kılan herkesi dalâlete düşüreceğine ve o kimsenin şeytanı dost edin­mesini, kendisine cennet yolundan sapmak, ateşe yönelmek ve cehenneme ulaşmaktan başka fayda vermeyeceğine karar verdi.

Kastedilen mana şudur: Şeytana uymak dünyada sapıklığa, ahirette ise cehennem azabına götürür. Sanki Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: Şeytana uyan kimse için şeytanın o kimseyi cennetten sapıtacağı, onu cehenneme sürükleyeceği kararlaştırılmıştır. Bu ayet şeytana tabi olanlara bir tehdit niteliğindedir. [1]



İnsanın Ve Bitkilerin Yaratılmasıyla Öldükten Sonra Dirilmeye Delil Getirilmesi


5- Ey insanlar! Eğer dirilmekten şüphe ediyorsanız (şunu iyi bilin ki) biz sizin aslınızı topraktan, sonra onun neslini nutfeden, sonra pıhtılaşmış kandan, sonra da belirsiz bir vakte kadar rahim­lerde tutuyor, sonra da sizi bebek olarak dünyaya getiriyoruz. Daha sonra siz en güçlü çağınıza eriyorsunuz. Kiminiz ölüyor, kiminiz (kemale erip) hayatın en kötü devresine ulaşıyor. Ar­tık bilgi durumundan sonra (hiçbir şeyi) idrak edemez oluyor. Sen yer­yüzünü kupkuru görürsün. Fakat biz oraya su indirdiğimiz zaman harekete geçer, kabarır, her sınıftan güzel güzel bitkiler bitirir.

6- Bundan dolayı Allah haktır, ölüleri O diriltecektir. O her şeye kadirdir.

7- Kıyamet hiç şüphesiz kopacaktır. Al­lah kabirlerde olanları diriltecektir.



Açıklaması


Allah Tealâ öldükten sonra dirilmeyi inkâr edenin tutumunu zikrettikten sonra ilk defa yaratma şeklinde müşahede ettiği hususların tekrar yaratmaya kadir olduğuna delil oluşunu zikretti ve şöyle buyurdu:

"Ey insanlar! Eğer tekrar dirilmekten şüphe ediyorsanız..." Yani ey öldük­ten sanra dirilmeyi inkâr eden insanlar, tekrar dirilmenin mümkün olduğun­dan ve kıyamet günü bunun olacağından şüphede iseniz yaratılışınızın başlan­gıcına bakın. Başlangıcına kadir olan varlık insanın uğradığı şu yedi mer­halelerin delaletiyle tekrar diriltmeye de kadirdir:

1- "Biz sizi topraktan yarattık." Yani sizin aslınız olan Adem'i topraktan yarattık. Meniyi meydana getiren maddeleri su ve topraktan oluşan bitkiler­den yarattık.

2- "Sonra nutfeden..." Yani sonra topraktan oluşan gıdalardan meydana gelen meni vasıtasıyla normal doğumlar meydana geldi.

3- "Sonra kan pıhtısından..." Yani sonra nutfe Allah'ın izniyle 40 gün son­ra yoğun veya donuk bir kan parçasına yahut kırmızı kan pıhtısına dönüşür.

4- "Sonra da belirli belirsiz bir çiğnem et parçasından yarattık." Yani son­ra bu kan pıhtısı et parçası olur. Bu et parçası ya tam bir halde oluşur. Yani şekli, duyguları ve beden azalarının planlaması tam olur. Ya da tamam-lanamaz ve henüz şekillenmeden önce yahut şekillendikten sonra kadın onu düşürür. Yahut şekli, duygu organları noksan olarak doğum meydana gelir.

Razî diyor ki: "Belli belirsiz bir çiğnem et parçası" ifadesinin insan olacak kimse için kullanılmış olması gerekir. Çünkü Cenab-ı Hak ayetin başında: "Sizi biz yarattık." buyurmaktadır. Bu da "belli belirsiz bir çiğnem et parçası" ifadesinin düşük çocuk için kullanılma ihtimalini uzak kılmaktadır.

Kısaca: "Mukhallaka "kendisinde hiçbir eksiklik ve hiçbir ayıp bulun­mayan yaratılışı tam olan düzgün et parçası "Gayri mukhallaka" ise ayıplı, kusurlu ve tam olarak yaratılmamış et parçasıdır.

"Size beyan etmemiz için..." Yani size mükemmel kudretimizi ve hik­metimizi beyan etmemiz için ve böylece öldükten sonra dirilmenin mümkün ol­duğuna delil saymanız için sizi bu çeşit bir tedricî şekille yarattık. Zira beşeriyeti önce topraktan, sonra da ikinci olarak su ile toprak arasında hiçbir uygunluk olmadığı halde nutfeden (meniden) yaratmaya muktedir olan, aralarındaki açık farklılığa rağmen nutfeyi de kan pıhtısı haline getiren, daha sonra da kan pıhtısını et parçası, et parçasını kemik haline getiren başlangıçta olduğu gibi tekrar yaratmaya muktedirdir. Hatta bu -Zemahşerî'nin dediği gibi- daha da basittir.

5-  "Sonra da sizi bebek olarak dünyaya getiriyoruz." Sonra sizi an­nelerinizin karnından beden, akıl ve duygulan zayıf yavrular olarak çıkarırız. Sonra her yavru gelişir; Allah ona yavaş yavaş güç ve kuvvet verir.

6-  "Daha sonra siz en güçlü çağınıza eriyorsunuz." Bedenî ve aklî gücünüz kemale eriyor, nihayet gençliğin baharında kemal derecesine ulaşıyorsunuz.

7- "Kiminiz ölüyor, kiminiz de hayatın en kötü devresine ulaşıyor." Yani siz­den bir kısmınız henüz olgunluk çağına erişmeden yahut gençlik ve kuvvetlilik halinde ölüyor. Bir kısmınız da yaşlılık ve çöküntü, kuvvet, akıl ve anlayış zayıflığı ve bunaklık yaşına kadar ulaşıyor. Nihayet eskiden çocuklukta olduğu gibi güçsüz, aklı basit, anlayışı az, bildiği şeyleri unutmuş hale dönüyor. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Kime uzun ömür verirsek onu yaratılış­ta geriletiriz." (Yasin, 36/68).

Kısaca: Yaratılışın uğradığı bu zikredilen merhaleler ölüm ve diğer durumların insanın başına gelmesi her şeye kadir ve her şeye hâkim olan, mahlûkatı yoktan var eden, sonra onları tekrar diriltecek olan, akla ve kıyasa göre tekrar diriltmek yoktan var etmekten daha basit gelen yaratıcının "Al­lah'ın" varlığına kesin bir delildir.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "Allah sizi bir güçsüzlükten yaratan, sonra bu güçsüzlüğün ardından size kuvvet veren, sonra da bu kuv­vetin arkasında tekrar güçsüzlük ve yaşlılık verendir. O dilediğini yaratır. O herşeyi gayet iyi bilen ve her şeye kadir olandır." (Rum, 30/54).

Bundan sonra Cenab-ı Hak öldükten sonra dirilmenin mümkün olduğuna insanın yaratılmasına benzeyen bitkilerin yaratılış şekli ile ikinci delili zikret­ti. Şöyle buyurdu:

"Sen yeryüzünü kupkuru görürsün." Yani ey insan, düşündüğün zaman yeryüzünü ölü, kuru, çorak ve bitkisiz görürsün. Biz yeryüzüne yağmur suyu ve benzerlerini yağdırdığımız zaman yeryüzü bitki ile harekete geçer, ölümün­den sonra canlanır. Gittikçe bitkiler artar. Su ve bitkilerle yeryüzü yeşerir, kabarır, yükselir.

Daha sonra her çeşit bitki ve ekinlerden gayet güzel, süslü, hoş ve kokulu, güzel manzaralı, değişik renk, tat, koku, şekil ve yararları bulunan meyve, seb­ze ve bitkiler çıkarır. Hiçbir bitkinin yeşermediği kupkuru ve ölü toprağı dirilt­meye kadir olan elbette ölüleri diriltmeye de kadirdir.

Bu anlatılanların şu beş sonucu vardır:

1- "Benden dolayı Allah haktır." Size şu beyan ettiğim insan, hayvan ve bitkilerin yaratılışı, her yaratığın bir halden diğer hale geçişi Allah'ın hiç şüp­he bulunmayan değişmez, engel olunmayan, kaybolmayan, yaratıcı, yönetici, dilediğini yapan hak varlık oluşu sebebiyledir. Onun dışındaki bütün yaratık­lar güçsüz ve zayıftırlar. Bu belirtilen şeylerden hiçbirini yapamazlar. Bu da yaratma hususunda tek olan yaratıcının varlığına delâlet etmektedir.

2- "Ölüleri O diriltecektir. "İnsanı, hayvan ve bitkiyi dirilttiği ve ölü toprak­tan canlı bitkileri yeşerttiği gibi ölüleri diriltmeye kadir olan ilâh da Odur. Bu ifade bu eşyaları meydana getirmekten âciz olmayan kimse nasıl ölüleri tekrar diriltmekten âciz olabilir? diye bir uyarıdır.: "Bunları dirilten ölüleri de diril­tecektir. Şüphesiz ki O her şeye kadirdir." (Fussilet, 41/39).

3- "Şüphesiz O her şeye kadirdir." Allah her şeye muktedirdir. Bu belirtilen hususlarda ve diğer mümkün olan şeylere kadir olan Allah yok olduktan, çürüdükten sonra cesetleri tekrar diriltmeye kadirdir. Bütün malûmatı bilmek­tedir: "De ki: Onları ilk defa yoktan var eden tekrar diriltecektir. O bütün yaratıkları gayet iyi bilir." (Yasin, 36/79).

4- "Kıyamet hiç şüphesiz kopacaktır." Şunu iyi bilin ki ölüleri diriltmeye kadir olan kıyamet gününü de getirmeye kadirdir. Kıyamet Allah'ın size vaad ettiği gibi hiç seksiz şüphesiz mutlaka olacaktır.

Yedinci ayet, altıncı ayete mana yönünden olmasa da lafız yönünden at-fedilmiştir. Burada mutlaka bunu tazmin edecek gizli bir fiile ihtiyaç vardır. Bu da "vel-ya'lemû (bilsinler ki)" fiilidir.

5- "Allah kabirlerde olanları diriltecektir." Şunu yakinen bilin ki Allah kabir ehlini diriltecektir. Onlar kabirlerinde çürümüş kemikler olduktan sonra tekrar onları yaratacak, ikinci defa mahşer, hesap, sevap ve ceza günü için on­ları var edecektir.

Kısaca; insan, hayvan ve bitkinin yaratılış merhalelerinin beyan edilmesi Cenab-ı Hakkın mümkün olan herşeye kadir olduğuna, bütün malûmatı bil­diğine delildir. Bu tekrar diriltmenin mümkün, kıyametin de takdir edilmiş ol­duğunu ispat etmektedir. [2]



Batılla Mücadele, Tereddütlü İman, Salih Müminlerin Mükâfatı


8- İnsanlardan bir kısmı bilgisi, hidaye­ti ve aydınlatıcı bir kitabı olmaksızın Allah hakkında tartışma çıkarır.

9- Allah yolundan saptırmak için bir ta­raflarını eğip büker (büyüklük taslar). Dünyada rezillik onadır. Biz ona kıya­met günü yakıcı azabı tattırırız.

10- Bu senin kendi ellerinle yaptıkların­dan dolayıdır. Yoksa Allah kullarına karşı hiç de zalim değildir.

11- İnsanlardan bir kısmı da Allah'a bir uçurum kenarında ibadet eder. Eğer kendisine bir hayır dokunursa bundan huzur duyar. Başına bir belâ gelirse yüz üstü döner. Dünyayı da ahireti de kaybeder. İşte apaçık kayıp budur.

12- O Alah'ı bırakıp kendisine zararı ve­ya faydası dokunmayacak olan şeylere yalvarır. İşte derin sapıklık budur.

13-   O kendisine zararı faydasından da­ha yakın olan putlara yalvarır. (Putlar ise) ne kötü dost, ne kötü arkadaştır.

14-   Şüphesiz ki Allah iman eden ve sa-lih amel işleyenleri altlarından ırmak­lar akan cennetlere koyar. Allah şüphe­siz dilediğini yapar.



Açıklaması


Bu ayetler "İnsanlardan bir kısmı Allah hakkında bilgisizce tartışma çıka­rır ve her azgın şeytanın ardına düşer." ayetinde sözü geçen taklitçi, bilgisiz, sapık gurubun durumunu beyan ettikten sonra üç gurup insanın durumunu beyan etmektedir:

Buradaki birinci gurup dalâlet davetçileri, küfür ve bid'at reisleridir. Ce-nab-ı Hak şöyle buyuruyor: "İnsanlardan bir kısmı bilgisi, hidayeti ve aydınla­tıcı bir kitabı olmaksızın Allah hakkında tartışma çıkarır."

Yani bazı kimseler Allah'ın tevhidi, fiilleri ve sıfatları hakkında doğru bir akıl, açık bir nakil olmaksızın; sadece mücerret görüş ve nefsî arzuyla mücade­le etmektedirler.

"Allah 'in yolundan saptırmak için bir taraflarını eğip büker." Yani hakka davet edildiğinde kibirlendiği için kabul etmez ve onunla mücadele eder. Nite­kim Cenab-ı Hak Lokman'm oğluna söylediği sözü nakleder: "İnsanlara yana­ğını çevirme." (Lokman, 31/18). Yani insanlara karşı kibirlenip onlardan yüz çevirme.

Bu çeşit kimsenin hedefi ve akıbeti müminleri kendileri için en hayırlı yol olan Allah'ın dininden uzaklaştırmaktır, "li-yudüle" kelimesindeki lâm ya lâ-mu'1-akıbettir; çünkü bunu kastetmemektedir. Yani, nihayet bu çeşit kimsenin sonu Allah'ın yolundan sapan kimselerden olmaktır. Yahut bu "lâm" lâmü't-ta'lildir. Yani sebep bildiren lamdır. Zemahşerî diyor ki: Bu, mücadele etmesi­nin, tartışma çıkarmasının sebebini bildirmektedir. Onun mücadelesi dalâlete sebep olunca sanki dalâlet onun asıl amacı olmaktadır:

Bundan sonra Cenab-ı Hak bu çeşit kimsenin cezasını belirterek şöyle bu­yurdu:

"Dünyada rezillik onadır. Biz ona kıyamet günü yakıcı azabı tattırırız." Ya­ni onun dünyadaki azabı rezil, rüsvay olmak, horlanmak ve zillete uğramaktır. Meselâ bu durumda olan Ebu Cehil, Bedir'de öldürüldü. Ahirette ise yakıcı cezası cehennem azabına maruz kalmak yahut ateşte yakılmaktır.

"Bu senin kendi ellerinle yaptıklarından dolayıdır. Yoksa Allah kullarına karşı hiç de zalim değildir." Onun uğradığı dünya rezilliği ve ahiret azabı işle­diği küfür ve masıyetlerdir. Allah facirlere ceza verme ve salihlere mükâfat verme hususundaki adaleti gereği ona bu şekilde muamelede bulunacaktır. Çünkü Allah kullarına zulmetmez.

Yahut bu kimseye azarlama ve tehdit olarak şöyle denilecektir: "Tutun onu. Sürükleyerek ta cehennemin ortasına götürün. Sonra tepesinin üstüne o kaynar su azabından dökün. Tat bakalım. Çünkü sen çok ulu, çok değerli bir ki­şisin. Şüphesiz ki bu şüphe duyduğunuz bir şeydir." (Duhan, 44/47-50).Adalet ayetinin benzeri de şudur: "Bu, kötülük edenleri yaptıklarına karşılık cezalan­dırması, güzel amel işleyenlere de daha güzeliyle mükâfat vermesi içindir." (Necm, 53/31).

Kısaca: Bu ceza haktır, küfür ve büyük günah işleme sebebiyle adalettir.

İkinci gurup ise bedbaht olan dalâlet ehlidir. Onlar şüphe, nifak, çıkar ve maddî menfaat peşinde olanlardır. Onlar: "Allah'a bir uçurum kenarında iba­det eder." Yani insanlardan bazıları Allah'a şüphe içinde ve dinin bir tarafıyla ibadet eder, kalbiyle ibadet etmezler. Tıpkı bir vadinin kıyısında duran yahut yenilgiyi hissettiği anda kaçmak için ordunun bir kenarında duran kimse gibi onun imanı tereddütlüdür, kalbi mutmain değildir. Bu dine güveni yoktur, niyeti de sadık değil, ibadette samimi ve ihlâslı değildir. Bunlar münafıklardan bir guruptur.

"Eğer kendisine bir hayır dokunursa bundan huzur duyar..." Yani İslâm'a girince kendisine ganimet, mal, hayvanlarının yavrulaması ve evlât sahibi ol­ması gibi maddi bir hayır gelirse bu dinden razı olur, gönlü huzura erer. Eğer hastalık isabet eder, hanımı evlât sahibi olmaz, hayvanları yavrulamazsa yani mal ve canda eksiklik hissederse, yahut gelirlerde ve mahsulâtta azalma ve yok olma hissederse irtidat eder ve kâfir olur. İşte bu münafıklığın ta kendisi­dir.

"Dünyayı da ahireti de kaybeder. İşte apaçık kayıp budur." Bu kimse hem dünyayı hem ahireti kaybetmiştir. Ne dünyanın izzet, şeref ve ganimetini elde eder, ne de ahiretin sevabından istifade edebilir. Çünkü bu kimse Yüce Allah'ı inkâr etmiştir. Bu kimse ahirette son derece perişanlık ve horlanma içerisinde bulunacaktır. İşte bu hiç benzeri bulunmayan gayet açık bir kayıptır, yahut bu çok büyük bir yenilgi, büyük bir zarardır.

Bu zararın ve kaybın büyüklüğünü tekit etmek üzere Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "O Allah'ı bırakıp kendisine zararı veya faydası dokunmaya­cak olan şeylere yalvarır." Yani Allah'tan başka putlar ve diğer şirk koşulan sahte tanrılara tapar, onlardan medet bekler, yardım ister ve rızık talep eder. Bu putlar kendilerine tapmazsa zarar veremezler, taparsa da ahirette hiçbir yaran dokunmaz.

"İşte derin sapıklık budur." Yani bu irtidat ve bu putlara tapınma dalâlete derinliğine batma ve doğru yoldan çok uzaklaşmadır.

Cenab-ı Hak daha sonra bu hususu bir defa daha te'kit ederek şöyle bu­yurdu: "O kendisine zararı faydasından daha yakın olan putlara yalvarır. (Put­lar ise) ne kötü yardımcı, ne fena arkadaştır!" Yani o kimse kendisine ahiretten önce dünyadaki zararı daha yakın olan putlara yalvarır. Ahirette ise zararı muhakkaktır, kesindir. O ne kötü yardımcı, ne kötü arkadaştır! Yahut kâfir kendisini cehenneme sokan putlara tapmakla zarar ettiğini iyice anlayınca: Bu putlar ne kötü dost, ne kötü yardımcıdır! Ne kötü arkadaş ve ne kötü yakındır! der.

Üçüncü gurup ise kalpleriyle iman edip imanlarını fiilleriyle tasdik eden mes'ut ve muttaki kişilerdir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:

"Şüphesiz ki Allah iman eden ve salih amel işleyenleri altlarından ırmak­lar akan cennetlere koyar." Yani Allah Tealâ imanlarında samimî olan, salih ameller, ibadet ve taatler işleyen, haramları terk eden kişileri ağaçları altın­dan ırmaklar akan cennet bahçelerine sokmakla mükâfatlandırır.

"Allah şüphesiz" taat ehline ikram edip sevap vermek, masiyet ehlini kü­çük düşürmek ve lütfundan mahrum etmek gibi "dilediği her şeyi yapar." Her şeyi muradına ve mutlak iradesine uygun olarak yapar. O'nun kazasını redde­decek ve hükmünü engeleyecek hiçbir güç yoktur. Müminleri cennete, kâfirleri de cehenneme koyar. [3]



Peygambere Yardım Edilmesinden Ümitsiz Olanın Durumu Ve Apaçık Mucizelerin İndirilmesi


15-  Kim dünyada da ahirette de pey­gambere Allah'ın asla yardım etmeye­ceğini sanıyorsa yukarıya bağladığı ipe kendini asıp sonra ipi kessin (kendini boğsun). Bir düşünün bakalım, bu hile­si kendisini öfkelendiren şeye engel olabilir mi?

16-  İşte böylece biz onu apaçık ayetler olarak indirdik. Allah, şüphesiz diledi­ğini doğru yola eriştirir.



Açıklaması


Kim dünyada Peygamber'e Allah'ın asla yardım etmeyeceğini sanıyorsa evinin tavanına bir ip assın. Sonra onunla kendini boğsun. Sonra da kendi ken­dine düşünsün ve tasavvur etsin: Bu yaptığı davranış Allah'ın Rasulüne yar­dım edilmesinden dolayı duyduğu öfkesini bakalım yatıştıracak mı? Hayır. As­la!

Ayette boğulmak "ipi kesmek" olarak adlandırılmıştır. Zira kendini boğan hayatını kesmektedir. Darağacı kurma şeklindeki davranışı da alaylı bir ifade olsun diye "hile" olarak adlandırıldı. Çünkü bu davranışıyla kıskandığı kimse­ye (Rasulullah'a) değil kendine hile yapmaktadır. Yahut bu davranışı bir hile gibidir. Zaten bundan başka bir davranış da yapamamaktadır.

Ebu Cafer en-Nahhas diyor ki: Bu ayet hakkında söylenen en güzel tefsir­lerden biri şudur: Ayetin manası: Kim Allah'ın Hz. Muhammed'e (s.a.) asla yar­dım etmeyeceğini zannediyorsa ve kendisinin ona verilen yardımı kesmeye ha­zırlandığını söylüyorsa yukarıya ulaşacak bir yol, bir çare arasın. Sonra da ha­zırlandığı şekilde ona gelen yardımı kessin. Daha sonra da şöyle bir baksın: Bu hilesi ve çaresi onun öfkelendiği Allah'ın Rasulüne yaptığı yardımı engelleyebi­lecek mi? Bu sözün manası şudur: Bu gibi bir davranışı yapmak suretiyle hile yapamaz ve çare bulamazsa bu ilâhî yardımı kesmeyi de başaramaz.

Her iki manaya göre de Yüce Allah mutlaka dinine, kitabına ve Rasulüne hiç şüphesiz yardım edecektir. Öfkeli kişiler dilediklerini yapsınlar.

"işte böylece biz Kur'anı apaçık ayetler olarak indirdik." Yani önceki ayet­leri indirdiğimiz gibi biz Kur'an'ın tamamını ibret alacaklar ibret alsınlar diye manalarına delâleti gayet açık ayetler olarak indirdik.

"Allah şüphesiz dilediğini doğru yola iletir." Zira Allah iman edeceklerini, indirdiği kitabına iman etmeye hazır olduklarını gayet iyi bildiği kimseleri doğru yola iletir ve muvaffak kılar. [4]



Ümmetler Arasında İlâhî Hüküm Verilmesi, Kâinattaki Her Şeyin Allah'ın İzzetine Boyun Eğmesi


17-  İman edenler, Yahudiler, Sabiîler, Hristiyanlar, Mecusiler ve Allah'a şirk koşanlar arasında Allah kıyamet günü kesin hüküm verecektir. Zira Allah her şeyi hakkıyla görüp bilendir.

18-  Göklerde ve yerde olan varlıkların; Güneş, Ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar ve hayvanların; insanların bir çoğunun Al­lah'a secde ettiğini görmüyor musun? İnsanların birçoğu da azabı hak etmiş­tir. Allah'ın alçalttığı kimseyi yükselte­bilecek kimse yoktur. Şüphesiz Allah dilediği şeyi yapar.



Açıklaması


Yüce Allah (kıyamet günü) kendisine ve peygamberlerine iman edenler, lahudiler, Hristiyanlar, Museviler, Allahla birlikte O'ndan başkasına tapan müşrikler gibi çeşitli din ve inanışların arasında kesin hüküm verecektir. Onla-ıtn aralarında adaletle hükmedecek, iman edenleri cennete, küfredenleri de ce­henneme sokacaktır. Zira Cenab-ı Hak onların emellerini görmekte, söz ve dav­ranışlarını tespit etmekte, kalplerini ve kalplerinde gizlediklerini gayet iyi bil­mektedir. "..Allah'a secde ettiğini görmüyor musun?" Her şeyin isteyerek veya istemeyerek Allah'ın azametine secde ettiğini, Ona boyun eğdiğini bilmiyor musun? Her şeyin secdesi Ona ait özel bir şekilde olur. Göklerde bulunan var­lıklar yani melekler yeryüzünde bulunan varlıklar; insanlar ve cinler, ulvî alemden Güneş, Ay ve yıldızlar, süflî alemden ağaçlar ve bütün hayvanlar, sevaba lâyık pek çok insanlar O'na secde ederler. Yahut Allah'a isteyerek, tercih . ve bu şekilde ibadet etmek üzere secde ederler. Bundan imtina eden, çekinen ve böbürlenenlerden pek çoğu da cezayı hak etmişlerdir. Cenab-ı Hak bu varlıkları açıkça belirtmiştir. Çünkü Allah terk edilip bu varlıklara tapılmıştır.

Cenab-ı Hak da bu varlıkların yaratıcıya secde ettiklerini, bunların Rablerine itaat edip emre hazır olduklarını Allah Tealâ'ya boyun eğdiklerini beyan etmiş­tir.

Allah kimi alçaltırsa onu şakî, bedbaht kılar. Yahut imana istidadı olmadı­ğı için kimi küfür ve bedbahtlık ile alçaltırsa hiçbir kimse ondan bu alçaklığı gideremez, hiçbir kimse onu mesut, bahtiyar, mümin kılamaz. Çünkü bu iş Al­lah'ın elindedir. Dilediğini muvaffak kılar, dilediğini rezil eder.

Allah kulları hakkında "alçaltma ve değer verme gibi hususundan diledi­ğini yapar." Onun takdirini geri çevirecek, Onun hükmünü değiştirecek hiçbir güç yoktur. Bu ayetin benzeri ayetler çoktur. Meselâ: "Onlar Allah'ın yarattığı eşyanın gölgelerinin Allah'a boyun eğip secde ederek, sağa sola vurmasını gör­mezler mi?" (Nahl, 16/48); "Hiçbir şey yoktur ki Allah'ı teşbih etmesin. Fakat siz onların teşbih etmesini anlayamazsınız." (İsra,17/44).

İradenin mutlak olarak Allah için kullanılmasına gelince, İbni Ebi Hati-min Hz. Ali (r.a) den naklettiği şu hadis bunu açıklamaktadır: Hz. Ali'ye:

-Şurada bir adam var, "irade" hakkında konuşuyor, dediler Hz. Ali (r.a.):

-Ey Allah'ın kulu! Allah seni senin dilediğin şekilde mi, kendi dilediği şe­kilde mi yarattı? diye sordu. Adam:

-Tabi kendi dilediği şekilde, diye cevap verdi. Hz. Ali:

-Allah sana senin dilediğin zaman mı hastalık verir yoksa kendi dilediği zaman mı hastalık verir? dedi. Adam:

-Tabi kendi dilediği zaman, dedi. Hz. Ali: Allah sana kendi dilediği zaman mı şifa verir, yoksa senin dilediğin zaman mı? diye sordu. Adam:

-Tabi kendi dilediği zaman, diye cevap verdi. Hz. Ali:

-Allah seni kendi dilediği yere mi koyar, yoksa senin dilediğin yere mi? di­ye sordu. Adam:

- Tabi kendi dilediği yere, diye cevap verdi. Hz.Ali:

-  Bundan başka söyleseydin şu gözlerinin bulunduğu kafanı vururdum, dedi. [5]



Kâfirlerin Ve Müminlerin Amellerine Karşılık Verilmesi


19- İşte bu iki gurup, Rableri hakkında münakaşa eden (mümin-kâfir) iki ha­sım guruptur. İnkâr edenlere ateşten elbiseler biçilir. Başlarının üstünden kaynar sular dökülür.

20- Bununla karınlarında olanlar ve de­rileri eritilir.

21- Ayrıca onlar için demirden topuzlar vardır.

22- Onlar ne zaman cehennem azabının sıkıntısından çıkmak isteseler tekrar oraya döndürülürler. Yakıcı azabı ta­dın bakalım!

23-  Şüphesiz ki Allah iman edip salih amel işleyenleri altından ırmaklar akan cennetlere koyar. Onlar orada al­tın bilezikler ve inciler takınırlar. Ora­daki elbiseleri de ipektendir.

24-  Onlar sözlerin güzelini söylemeye irşad edilmişlerdir ve sonsuz hamde lâ­yık olan Allah'ın yoluna eriştirilmişler-dir.



Açıklaması


Allah Tealâ, dini, zatı ve sıfatları hakkında münakaşa eden iki tarafın tar­tışmalarını haber vererek şöyle buyurmaktadır:

"İşte bu iki gurup Rableri hakkında münakaşa eden (mümin-kâfir) iki ha­sım guruptur." Yani beyanları daha önce geçen çeşitli din ve inanç mensupları birbirinden ayrı özelliklere sahip iki ana gurupturlar:

- Müminler gurubu,

- Daha önce geçen çeşitli dinlere tabi olan kâfirler gurubu.

Bunlar Rableri hakkında ve Onun dini hususunda mücadele ve münakaşa ettiler. Her biri kendisinin hak yol üzerinde olduğuna ve hasmının batıl üzerin­de olduğuna inanıyor, gayretini, davranışını ve düşüncesini bu temel üzerine kuruyordu.

Gerçek şudur ki bu iki gurubun sonu gayet açıktır. Birinci gurup olan kâ­firlerin cezası şudur: "İnkâr edenlere ateşten elbiseler biçilir." Kâfirleri cehen­nem ateşi kıskıvrak kuşatır. Burada azabın şiddetine ve bunların durumları­nın basitliğine işaret olmak üzere, elbisenin sahibini kuşatması gibi kendileri­ni kuşatan cehennem ateşinden elbiseler biçilmiş olması misali verilmektedir.

Nitekim Cenab-ı Hak başka yerlerde de şöyle buyurur: "Onlara cehennem­de ateşten yatak, üstlerine de (ateşten) örtüler vardır." (A'raf, 7/41); "Gömlekleri katrandandır. Yüzlerini ateş kaplar." (İbrahim, 14/50).

"Başlarının üstünden kaynar sular dökülür. Bununla karınlarında olanlar ve derileri eritilir." Yani başlarından aşağıya karınlarındaki bağırsakları erite­cek, derilerini kızartacak derecede kaynamış su dökülür; bu su içlerini dışları­nı yakar.

İbni Cerir, Tirmizî, Ebî Hatim ve Abd b. Humeyd, Ebu Hureyre'den (r.a.) Peygamberimiz'in (s.a.) şöyle buyurduğunu rivayet etmektedirler. "Kaynar su-başlarının üzerine dökülür. Beyine sirayet eder. Nihayet karın boşluğuna varır. Karındaki organları siler süpürür. Sonunda ayaklarına varır. İşte eritme budur. Sonra vücut eski haline döndürülür."

"Ayrıca onlar için demirden topuzlar vardır." Yani demirden tokmaklar ve­ya kırbaçlar vardır. Bunlarla onların yüzlerine, başlarına, azalarına ve vücut­larına vurulur.

İmam Ahmed b. Hanbel, Ebu Said el-Hudrî'den (r.a.) Peygamberimiz'in (s.a.) şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Eğer bir dağa bu demir topuzlar­dan biriyle vurulsa dağ paramparça olur, sonra tekrar eski haline dönerdi. Eğer cehennem irinlerinden bir kova dünyaya dökülse bütün dünya ehlini pis koku kaplardı."

"Onlar ne zaman cehennem azabının sıkıntısından çıkmak isteseler..." Aza­bın ve üzüntünün şiddetli olması sebebiyle cehennemden kaçmak istediklerin­de tekrar eski hallerine döndürülürler ve onlara: "Yakıcı azabı, bu cehennemin yakıcı azabını tadın!" denilir.

Fudayl b. Iyad diyor ki: Allah'a yemin ederim ki oradan çıkmayı bile düşü­nemezler. Çünkü ayakları zincirli, elleri bağlıdır. Fakat alev onları kaldırır, tokmaklar da tekrar yerlerine döndürür.

"Yakıcı azabı tadın bakalım!" ifadesinin manası "Onlara: Dünyada yalan­layıp durduğunuz ateşin azabını tadın! denir." (Secde, 32/20) ayetinde de oldu­ğu gibi şudur: Onlar hem sözle hem amelî olarak azab edilerek horlanırlar.

Kâfirlerin kötü durumları ve içinde bulundukları azap, işkence, yakıcı ateş ve zincirler beyan edildikten sonra Allah Tealâ cennetliklerin güzelliğini anlatarak şöyle buyurdu:

"Şüphesiz ki Allah iman edip salih ameller işleyenleri..." yani ibadet ve ta-atte bulunanları, münkerlerden kaçınanları ağaçlarının, köşklerinin altından, yanlarından ırmaklar akan yüksek cennetlere koyar, onları istedikleri makam­lara yükseltir.

"Onlar orada altın bilezikler ve inciler takınırlar." Yani onların takmacak-.an takılar ellerindeki altın bilezikler olacak yahut incilerle süslenmiş altın bi­lezikler olacaktır. İnciler verilir, bu incilerle başlarını, alınlarını süslerler.

Nitekim Peygamberimiz (s.a.) Buharı ve Müslim'in rivayet ettikleri bir ha-iis-i şerifte: "Müminin takısı abdest suyunun ulaştığı yere kadardır." buyur­muştur.

"Oradaki elbiseleri de ipektendir." Yani cehennemlikler kendileri için biçi­len -ateşten- elbiseleri giyerken cennetlikler de dünyada erkeklere giyilmesi iaram olan ipek elbiseleri giyerler. Bunu bir başka ayet te'kid etmektedir: "On­arın oradaki elbiseleri ipektir." (Fatır, 35/33).

"Onlar sözlerin güzeline irşad edilmişlerdir." Yani güzel söze eriştirilmiş-.erdir. Bu da kelime-i tevhiddir. Yahut cennete girerken söyleyecekleri: "Bize verdiği vaadinde duran ve bizi bu yere varis kılan Allah 'a hamdolsun. Cennette istediğimiz yeri yurt edinebiliyoruz. İyi amellerde bulunanların mükâfatı ne gü­zelmiş! " (Zümer, 39/74). şeklindeki sözleridir. Yahut meleklerin kendilerine se­lâm vermeleridir. Bu da başlarına vurulan, azarlanan ve kendilerine "Yakıcı azabı tadın" denilen cehennemliklere karşı cennetliklere yapılan bir ikramdır.

"Onlar sonsuz hamde lâyık olan Allah'ın yoluna eriştirilmişlerdir." Yani övülen yola yahut verdiği nimetler ve lütuflarına karşılık Rablerine şükrede­cekleri yere, yahut süsleriyle ve davranışlarıyla Rablerini razı kılacak güzel bir çizgiye irşad edilmişlerdir. Daha doğru mana şudur: Bizzat övgüye lâyık olan Allah'ın yoluna, yahut neticesi övgüye lâyık olan cennet yoluna eriştirilmişler-dir. [6]



Mescid-i Haram'a Girmeyi Engellemek


25- Şüphesiz inkâr edenlere, mukim mi­safir bütün insanları kendisinde eşit kıldığımız Mescid-i Haram'dan ve Al­lah'ın yolundan alıkoyanlara ve orada (Mescid-i Haram'da) zulümle haktan sapmaya yeltenen kimseye biz acıklı bir azap tattıracağız.



Açıklaması


Allah'ı ve Rasulünü inkâr edenler bu inkârcılıklarıyla birlikte Allah'ın yo­lundan ve aslında insanlar içinde Mescid-i Haram'a en lâyık olan ve oraya gel­mek isteyen müminleri Mescid-i Haram'dan alıkoymakta, oraya girilmesine engel olmaktadırlar. Halbuki Allah Tealâ burayı namaz kılmak, ibadet etmek, tavaf etmek, hac ve umre vazifesini yerine getirmek için bütün insanlara ait kıldı. Bu hususta insanlardan orada mukim olanlar, badiye halkı (taşradan, çölden gelen) ve uzaklardan gelen misafir eşittir.

Kim orta yoldan, hak yoldan saparak herhangi bir kötülüğü yapmak ister­se; orada bunun zulüm ve haksızlık olduğunu bilerek ve kasıtlı olarak büyük günahlardan bir günaha yeltenirse biz kıyamet günü ona acıklı bir azabı tattı­racağız.

Mücahid diyor ki: Ayette geçen "bi-zulmin" ifadesi "Orada kötü bir amel iş­ler," demektir. İbni Ebî Hatim diyor ki: Harem bölgesinin özelliklerinden biri şudur: Orada şerre niyetli, azimli olan kimse, o şerri işlemese de cezalandırılır.

İbni Ebî Hatim, Ya'la b. Ümeyye'den Peygamberimiz'in (s.a.) şöyle buyur­duğunu rivayet ediyor: "Mekke'de yiyeceklerin ihtikârı, haksız rekabet için de­polanması ilhaddır (haddi aşmaktır)."

Bu bir çeşit zulümdür. Zira bu "ilhad" ve "zulüm" kelimeleri küfürden kü­çük günahlara kadar bütün günahları ihtiva etmektedir. Bu yerin çok muhte­rem olması sebebiyle Allah Tealâ orada kötülüğe niyet etmeye bile tehditte bu­lundu. Kim bir kötülüğe niyet eder, o kötülüğü işlemezse bundan dolayı hesaba çekilmez. Ama Mekke bundan müstesnadır.

Kısaca: Ayet bütün günah çeşitlerini içine almaktadır. Harem bölgesinde kötülüğe niyet edip de bunu işlemeyen kimse de cezalandırılmaktadır.

Nitekim Allah Tealâ Harem-i bütün insanlara açık bir ibadet yeri kılmış­tır. Şehirli ile bedevi, mukim ile misafir, Mekkeli ile Afakî ayırımı yapılmaksı­zın bütün insanlar arzda eşittirler. [7]



Beytullah'ın Yerinin Belirlenmesi, Beytullah'a Hacca Gitmenin Emredilmesi


26-  Bir zaman biz İbrahim'e Kabe'nin yerini gösterip şöyle vahyettik: "Bana hiçbir şeyi şirk koşma. Beytimi tavaf edenler, kıyam edenler, rükû ve secde edenler için temizle.

27- İnsanlar için de haccı ilân et. Gerek yaya olarak, gerekse uzak yollardan gelen yorgun binekler üzerinde sana gelsinler.

28- Böylece onlar kendileri için bir ta­kım faydalı hususları bizzat görsünler. Allah'ın kendilerine rızık olarak verdi­ği hayvanlar üzerine (onları kurban ederken) belirli günlerde Allah'ın adını ansınlar. Siz de bunlardan yeyin, yok­sula ve fakire yedirin.

29-  Sonra bedenî kirlerini gidersinler. Adaklarını yerine getirsinler. Beyt-i Atîk'i (Kabe'yi) tavaf etsinler."



Açıklaması


İnsanlara şunu hatırlat ey Muhammedi Bir vakit biz İbrahim'e ibadet için müracaat edeceği bir merci olsun diye Kabe nin yerini göstermiştik, onu irs, ad etmiş ve Kabe'yi bina etmesi için izin vermiştik.

Vaktin hatırlatılmasından maksat müşriklerin ibret almaları ve putlara tapmaktan vazgeçip bir olan gerçek din ve hüküm koyucu Allah'a ibadete yö­nelmeleri için bu büyük olayın meydana gelişini hatırlatmaktır.

Burada ilk gününden itibaren Allah'ın birliği, hiçbir ortağı bulunmayan tek olan Allah'a ibadet edilmesi üzerine kurulan bir yerde Allah'a şirk koşanla­ra karşı tehdit ve azarlama yapılmaktadır.

Yine bu ayette "Beyt-i Atık" i ilk bina edenin Hz. İbrahim (a.s.) olduğuna, Kabe'nin Hz. Nuh'tan (a.s.) sonra kaldırılıp izi kaybolduktan sonra Hz. İbra­him'e (a.s.) kadar bina edilmediğine delil vardır.

Nitekim Buharî ve Müslim'in Sa/u/ılerinde Ebu Zer'den (r.a.) şöyle bir ha­dis nakledilmektedir:

- Ya Rasulallah! İlk olarak hangi mescit yapıldı? diye sordum. Peygamberi­miz (s.a.)

- Mescid-i Haram, dedi.

- Sonra hangisi? dedim, Efendimiz (s.a.):

- Beytü'l-Makdis, dedi.

- Aralarındaki müddet ne kadar? dedim. Efendimiz:

- 40 senedir, dedi.

Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "İnsanlar için yeryüzünde kurulan ilk Al­lah evi Mekke'de bulunan mübarek olan ve bütün âlemler için hidayet kaynağı olan Kâbedir" (Al-i İmran, 3/96); "İbrahim'e ve İsmail'e:, tavaf edenler, orada oturanlar, rükû ve secde edenler için Beytimi temizleyin, diye emrettik." (Baka­ra, 2/125).

"..Bana hiçbir şeyi şirk koşma..." Yani ona şöyle dedik: Onu sadece benim adıma bina et. İbadet hususunda benim yaratıklarımdan hiçbir kimseyi bana ortak koşma. Beytimi şirkten, putlardan, heykellerden ve etrafına atılan her çeşit pisliklerden temizle. Onu hiçbir ortağı bulunmayan tek olan Allah'a iba­det edenler için halis eyle. Onu tavaf edenler ibadeti sadece Allah Tealâ'ya ait kılsınlar. Ondan başka hiçbir yerde bunun gibisi olmasın. Namaz kılıp dua eden Allah için, rükû edip secde eden Allah için yapsın.

Tavafla namaz bir arada zikredilmiştir. Çünkü bu iki ibadet sadece Bey-tullah'a mahsustur. Tavaf Beytullah'm etrafında olur, namaz da Beytullah'a doğru kılınır.

Ayette geçen el-kâimûn; namaz kılanlardır. Allah Tealâ burada namazın rükünlerinden en önemlilerini zikretti. Bunlar da kıyam, rükû ve sücuddur.

"İnsanlar içinde haccı ilân et." Yani onları sana bina etmeni emrettiğimiz bu beyti haccetmeye davet ederek çağır. Yaya olarak, yürüyerek ve uzak yoldan gelen arık yorgun develer, binekler üzerinde gelsinler.

"Ezan ve te'zîn" namaz için yapılan duyuruya benzer yüksek sesle yapılan ilândır. Burada murad edilen mana, insanlar içinde Allah'ın kendilerine haccı farz kıldığını ve onları bunu eda etmeye davet ettiğini ilân etmektir.

Rivayete göre: Hz. İbrahim (a.s.) haccı ilân etmekle emrolunduğunda:

- Ya Rabbi! Benim sesim nereye ulaşır? dedi. Cenab-ı Hak: Sen ilân et. Ulaştırmak bana aittir, buyurdu.

Hz. İbrahim Halilullah (a.s.) da Ebu Kubeys Dağı'na çıkıp:

-  Ey insanlar! Allah size cennette mükâfat olarak vermek için ve sizi ce­hennem azabından korumak için bu beytini haccetmeyi emretti. O halde siz de haccı eda edin, diye nida etti. Bunun üzerine erkeklerin sulbünde ve kadınların rahminde olanlar: "Lebbeyk Allahümme Lebbeyk" diye bu davete icabet etti­ler.[8]

Bu harikulade bir mucizedir. Allah Tealâ Hz. İbrahim'in (a.s.) sesini yer ve gökyüzünün her tarafında bulunanlara ulaştırmaya kadirdir.

Bu ayet Cenab-ı Hakkın Hz. İbrahim'den (a.s.) haber verdiği ayet gibidir. Nitekim Hz. İbrahim (a.s.) duasında şöyle demişti: "Allahım! İnsanların kalp­lerini onlara meylettir!." (İbrahim, 14/37).

Ehl-i İslâmdan hiçbir kimse yoktur ki Kabe'yi görmeye ve tavafa hasret duymasın. İnsanlar her taraftan ve her ülkeden oraya yönelirler.

"Gerek yaya ve gerekse yorgun binekler üzerinde." ayeti gücü yeten kimse­nin yaya olarak haccetmesinin binekte haccetmekten daha efdal olduğuna delil olarak getirilebilir. Çünkü ayette yayalar önce zikredilmiştir. Bu da onlara önem verildiğine, himmetlerinin kuvvetli, azimlerinin şiddetli olduğuna delâlet eder.

İbni Abbas diyor ki: Kaybettiğim hiçbir şeye üzülmüyorum. Ancak yaya olarak haccetmeyi isterdim. Çünkü Allah: "Sana yaya olarak gelsinler." buyu­ruyor.[9]

Alimlerin çoğunluğunun görüşü Rasulullah'a (s.a.) uyarak binekle haccet­menin daha efdal olduğu şeklindedir. Çünkü Peygamberimiz (s.a.) mükemmel bir kuvvete sahip olmakla birlikte binekle haccetmiştir.

Hacıların gelişi Beytullah'a olduğu halde "Sana gelsinler" ifadesinin kulla­nılması Hz. İbrahim'in (a.s.) davetçi olduğuna ve onun bundan sonra da önder olduğuna işaret etmek içindir. Bu ifade ile Hz. İbrahim'e (a.s.) şeref bahşedil­miştir.

Cenab-ı Hak daha sonra hacca davet edilmesinin sebep ve hikmetini be­yan ederek şöyle buyurdu:

"Böylece onlar kendileri için birtakım faydalı hususları bizzat görsünler..." Yani onlar kendileri için Allah'ın rızasına nail olmak gibi dini yararlara ve kur­ban, ticaret gibi dünyevî yararlara ve bu büyük toplantıdaki tanışmaya bizzat şahit olsunlar diye onları hacca davet et. Bu ifade hacda ticaret yapmanın caiz olduğuna delildir.

Ayrıca Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği deve, sığır ve koyun gibi hayvanlar üzerine hamd, şükür tekbir ve teşbih ile sena ederek Allah'ın adını ansınlar. Bu da belirli günlerde, İmam Malik, Ebu Yusuf ve Muhammed'e göre Kurban bayramının üç veya dört günü, İmam Ebu Hanife ve İmam Şafiî'ye gö­re Zilhicce'nin ilk 10 günü Allah'ı zikretmek suretiyle olur.

Allah'ın adım zikretmek hamd ve şükür manasında ise buradaki "alâ" edatı sebep bildirmek için kullanılmış olur.

Zemahşerî Allah'ın adını zikretmenin kurban kesmekten kinaye olduğu görüşündedir. Zira Ehl-i İslâm kurban kestikleri veya hayvan boğazladıkları zaman Allah'ın adını mutlaka zikrederler. Buna göre "alâ" edatı istilâ (üzeri­ne) manasında kullanılmış olmaktadır.

Burada ayrıca Allah'a kendisiyle yaklaşılacak ibadetlerde asıl maksadın Allah'ın adının zikredilmesi olduğuna işaret vardır. Bu üslûp şirksiz olarak sa­dece Allah'ın zikredilmesinin en büyük maksat olduğunu açıklamak, rızkın ve­rilmesinin şükrü teşvik etmek için, bu ibadetle Allah'a yaklaşmak için ve infak noktasında kullara kolaylık olması içindir.

Sonra Allah Tealâ "mubah" bir emir olarak kurban etlerinden yenmesini emrederek şöyle buyurdu: "Siz de bunlardan yeyin. Yoksula ve fakire yedirin." Yani kurbanlar üzerine Allah'ın adını zikredin, etlerinden yeyin, sıkıntı ve dar­lığa düşen yoksula, muhtaç fakire yedirin.

Kurbanlardan yemek zikredildiği gibidir. Çünkü Cahiliyet ehli kurbanla­rından yemiyorlardı.

Zemahşerî diyor ki: Bu emirde fakirlerle eşitlik ve onlara yardımcı olmak, alçak gönüllü davranmak manası olduğu için bu emrin mendup olması da caiz­dir. Buradan hareketle fakihler imkân sahibi kimsenin kurbanından sadece üç­te bir miktarını yemesini müstahap görmüşlerdir.

Sabit olan rivayete göre Rasulullah (s.a.) hedy kurbanını kestikten sonra her deveden bir parça etin kesilip pişirilmesini emretti. Kendisi de bundan ye-yip, çorbasından içti.

İmam Şafiî'nin mezhebine göre kurban etinden yemek müstehap, yedir­mek vaciptir. Eğer hepsini yedirirse caizdir ve emir yerine getirilmiş olur.

"Siz de yiyin" ifadesiyle bu kurbanlardan yemenin mubah olduğunu vur­gulamak için 2. şahıs kullanılarak iltifat sanatı yapılmıştır.

Cenab-ı Hak daha sonra temizliği, adak ve tavafın yerine getirilmesini emrederek şöyle buyurdu:

"Sonra bedenî kirlerini gidersinler. Adaklarını yerine getirsinler. Kâbeyi ta­vaf etsinler."

Bu üç vacip vücup ifadesiyle emredilmiştir. Yani tırnaklarını kesip saçları­nı traş etmek suretiyle bedenlerindeki kirleri gidersinler. Allah Tealâ'ya yak­laşmak için ibadet ve taat cinsinden adaklarını yerine getirsinler. Ayette geçen "nezir", insanın kendi kendine edasını vacip kıldığı adaktır.

Ayrıca haccın rükünlerinden biri olan farz tavafını (tavaf-ı ifada'yı) yerine getirsinler. Bir başka tefsire göre burada zikredilen tavaf veda tavafıdır denil­miştir. Beyt-i atik, kadîm olan beyttir. Yani Kâbe-i Muazzama, ibadet için tayin edilen en eski, en kadîm Allah evidir. [10]



Allah'ın Yasaklarına Saygı Gösterilmesi


30-  İşte kim Allah'ın yasaklarına saygı gösterirse bu Rabbinin yanında kendisi için daha hayırlıdır. (Kur'anda haram oldukları) okunanlar dışındaki hayvan­lar sizlere helâl kılınmıştır. Artık o murdar putlardan kaçının. Yalan söz­den de kaçının.

31- Allah'ın muvahhidleri olun. O'na or­tak koşanlardan olmayın. Kim Allah'a ortak koşarsa sanki o gökten düşüp kendisini kuşlar kapmış veya rüzgâr kendisini ıssız bir yere sürüklemiş olduğu (kimse) gibidir.

32-  İşte kim Allah'ın mukaddes kıldığı esaslara saygı gösterirse şüphesiz ki bu kalplerdeki takvadandır.

33-  Bunlardan (kurbanlıklarda) belirli bir müddete kadar sizin için menfaat­ler vardır. Sonra varacakları yer Beyt-i Atik (Kabe civarı) dır.

34-  Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği hayvanlar üzerine (bunları ke­serken) Allah'ın adını ansınlar diye biz her ümmet için kurban kesme hükmü koyduk. Sizin ilâhınız bir tek ilâhtır. O halde sadece O'na teslim olun. Sen mü­tevazı ve ihlâslı olanları müjdele.

35-  Onlar, Allah anılınca kalpleri titre­yen, uğradıkları musibetlere sabreden, namazı dosdoğru kılan, kendilerine rı­zık olarak verdiğimiz şeylerden (Allah yolunda) harcayan kimselerdir.



Açıklaması


"İşte, kim Allah'ın yasaklarına saygı gösterirse..." Bunlar, hac menasikini eda ederken emredilen bu taatlerin bol sevaplarıdır. Kim, masiyetlerden ve ha­ramlardan kaçınmak ve emirlere sarılmak suretiyle vücubunu bilerek ve gere­ğiyle amel ederek Allah'ın hükümlerine saygı gösterirse buna karşılık bol se­vap alır. Sevap her iki husus hakkında birlikte olur: Taatleri işlemek, yasaklar­dan kaçınmak yahut haramları terk etmek.

Hurumât (Allah'ın yasakları) hürmet kelimesinin çoğuludur. Hürmet ise Allah'ın hacc'da ihramlı iken haram kıldığı; münakaşa, cima, günah işleme, av­lanma gibi nehyedilen her şeydir. Bunların ta'zimi bunlardan kaçınmak sure­tiyle olur.

Bir başka görüşe göre hurumât, hacc'daki ve diğer ibadetlerdeki her çeşit emirlerdir. Bir diğer görüşe göre sadece hac menasikidir. Bir diğer görüşe göre ise bunlar beş haramdır: el-Mescidül-Haram, el-Beytül-Haram (Kabe), el-Meş'airül-Haram, el-Beledül-Haram, eş-Şehrul-Haram.

Bunlara ta'zim günahlardan kaçınmak suretiyle olur. Bu konuda yapılan haksız tecavüzler de günah cümlesindendir.

"Bu Rabbinin yanında kendisi için daha hayırlıdır." cümlesinin zamiri ta'zime racidir. Yani bu hususlara ta'zim etmek, Allah Tealâ katında garantili olan sevabı almaya sebeptir. Buna göre "hayır" kelimesi tafdil babından olmaz.

"Kur'an'da okunanlar dışındaki hayvanlar sizlere helâl kılınmıştır." Ey in­sanlar! Maide Suresi'ndeki ayette ve diğer ayetlerde belirtilen ve istisna edilen, ölü hayvan eti, kan, domuz eti, Allah'tan başkası adına kesilen hayvan eti v.s dışındaki hayvanları boğazlamak ve etini yemek size mubah kılınmıştır. Cahi-liyet ehlinin kendilerine haram kıldığı Bahîra, Şaibe, Vasile ve Hami gibi hay­vanlar size haram kılınmamıştır.

"Okunan" ifadesinden fiil-i müzarinin zahir manası olan gelecekte inecek ayetler murad edilmemiştir. Bilakis daha önce inen ayetler murad edilmiştir. Müzari fiille ifade edilmiş olması bu okunan ayetlerin devamlı hatırda tutul­ması ve dikkate alınması gerektiğine işaret etmek içindir.

Müstesna ile hayvanlardan bazılarının haram kılındığı murad edilmişse istisna muttasıldır. Müstesna ile kan, domuz eti ve başkaları da murad edilmisse b\j istisna munkatı'dır. Tercih edilen görüş birinci görüştür» Mİ3İÛU ya­saklarına saygı göstermenin Harem bölgesinde hac ve umre menasikini eda ederken avlanmaktan kaçınmak hükmü verildiği gibi diğer hayvan etlerinden sakınmak gerektiği şeklinde meydana gelebilecek yanlış bir anlayışı ortadan kaldırmak için bu cümle bir ara cümlesi olarak gelmiştir.

"Artık o murdar putlardan kaçının." Yani o pis putlardan sakının. Putlar, bunları çirkin göstermek ve nefret ettirmek için "murdar" olarak vasıflandırıl­mıştır. Yani putlara tapmaktan uzaklasın. Bu murdar bir şeydir. Putlardan uzaklaşmaktan murad onlara tapmaktan ve onları ta'zim etmekten sakınmak­tır. Bu durumu te'kit etmek için bizzat kendisinden uzaklaşmayı emretti.

Bu cümle "Kim Allah'ın yasaklarına saygı gösterirse... " ayetiyle irtibat ha­lindedir. Yani Allah'ın yasaklarına saygı göstermekte hayır ve Allah rızası var­sa ve Allah'ın yasak ettiği şeylerden sakınmak Allah'ın yasaklarına saygı gös­termek ise, putlardan kaçının, onlara ta'zim etmeyin. Cahiliyet halkının yaptı­ğı gibi putlar için kurban kesmeyin.

'Yalan sözden sakının. Allah'ın muvahhidleri olun. O'na ortak koşanlar­dan olmayın." Yani yalandan, batıldan ve yalan yere şahitlikten uzak durun. Bütün bunlar "yalan söz" ibaresi altına girer. Daha güzeli yalan yere şahitliği de ihtiva etmesi için umumi ifade kullanılmasıdır.

İmam Ahmed, Ebu Davud ve başkalarının İbni Mes'ud'dan (r.a.) naklettik­leri hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) -üç defa-: "Yalan yere şahitlik Allah'a şirk koşmaya eşit sayılmıştır." buyurmuş ve bu ayeti okumuştur.

Allah'ın muvahhidleri olarak, dinde ihlâslı kimseler olarak, batıldan yüzçevirenler olarak, Hakka yönelmek ve Allah'a hiçbir kimseyi şirk koşma­mak üzere bu emirlere sımsıkı sarılın.

Daha sonra dalâleti, helaki, hidayetten uzaklaşması hususunda müşrik için şirkten kaçınmanın gerekli, şart olduğunu kararlaştıran bir ara cümle ile misal vererek şöyle buyurdu: "Kim Allah'a ortak koşarsa sanki o..." Yani kim Allahla birlikte başka bir ilâh tanır, O'ndan başkasına taparsa büyük bir hüs­rana uğramış, açık bir helake düşmüş olur. O bu şirkiyle gökyüzünden düşüp de yırtıcı kuşların kendisini derhal kaptığı yani paramparça ettiği ve her biri­nin bir parça koparıp aldığı ve tamamen helake uğrayan kimse gibidir. Yahut rüzgârın savurduğu, helak edici ıssız, kurtuluş olmayan bir yere sürüklediği kimse gibidir. Bu iki temsilî teşbihten maksat şirkin durumunu, çirkinliğini göstermek ve şirkten nefret ettirmektir.

Cenab-ı Hak bundan sonra mukaddes kıldığı esaslara saygı göstermenin sebebini zikretti:

"İşte kim Allah'ın mukaddes kıldığı esaslara saygı gösterirse şüphesiz ki bu kalplerdeki takvadandır."

İşte durum böyledir. Kim kurbanlara (Harem'e hedy olarak kesilen kur­banlıklara) bunları semiz, dolgun ve pahalı olanlardan seçmek suretiyle değer verirse; yahut kim Allah'ın emirlerine ve hac menasikine ve dolayısıyla İbni Abbas'ın dediği gibi güzel yetiştirmek ve semizletmek suretiyle kurbanlıklara değer verirse şüphesiz bunlara değer vermek, saygı göstermek kalplerinde tak­va olanların davranışlarındandır.

Bu ilâve kelimeler hazfedilmiştir. Keşşafta zikredildiği gibi bunlar olma­dan mana doğru olmaz.

İbnü'l-Arabî "şeâir" hakkında şöyle diyor: Doğru olan bu kelimenin kur­banlık deve manasında olmasıdır.

Rivayete göre Peygamberimiz (s.a.) 100 deveyi hedy kurbanı olarak kesti. Aralarında burnunda altından bir halka bulunan Ebu Cehil'in devesi de vardı.

İmam Ahmed ve Ebu Davud Abdullah b. Ömer'den (r.a) naklediyorlar: Hz. Ömer bir "necip" deveyi kurban kesmek istedi. Buna mukabil Hz Ömer'e 300 dinar teklif etti. Hz Ömer Peygamberimize geldi:

-Ya Resulallah ! Ben hedy kurbanı olarak bir necib deveyi kesmek istiyo­rum. Buna mukabil bana 300 dinar verildi. Bunu satıp parasıyla deve alayım mı? Peygamberimiz (s.a.):

- Hayır, onu kes, buyurdu.

İbni Ömer kurbanlık develeri -pahalı Mısır kumaşı- "kabatl" ile örtülmüş halde getirir, etlerini ve üzerlerindeki örtüleri sadaka olarak dağıtırdı.

"Bunlarda (kurbanlıklarda) belirli bir müddete kadar sizin için menfaatler vardır." Yani sizin için kurbanlıklarda belirli bir müddete yani kesilinceye ka­dar sütleri, yünleri, kıllarından binek olarak kullanılmasında faydalar vardır. Etlerinden yenilir ve sadaka olur.

Kurbanlıklara -büdn veya hedy ismi verilip kurban olarak belirlendikten sonra bile- binmek caizdir. Buharı ve Müslim'in Sa/uMerinde Enes'ten (r.a.) ri­vayet edildiğine göre Rasulullah (s.a.) kurbanlık bir deveyi süren birini gördü, Ona:

- Deveye bin, dedi. O adam:

- O kurbanlık devedir, dedi. Efendimiz (s.a.) ikinci ve üçüncü defa o şahsa:

- Deveye bin, kendine yazık etme, buyurdu.

"Sonra varacakları yer Beyt-i Atiktir." Yani sonra hedyin kurban edileceği yere, Beyt-i Atîk'e yani Kabe'ye yani Harem bölgesine varacaklardır. Zira bü­tün Harem, Beyt-i Haram hükmündedir.

Nitekim Cenab-ı Hak: "Kâbeye ulaşacak bir kurbanlıktır..." (Maide, 5/95); "Kurbanlık olarak tahsis ettiğiniz hayvanları yerine ulaşmaktan alıkoyanlar..." (Fetih, 48/25) buyurmaktadır.

Buna göre ayette "sümme (sonra)" kelimesiyle atfedilen cümle tam bir cümle olmaktadır. Bununla kurbanlara saygı gösterilmesi ve belirli bir müddet onlardan istifade edilmesi beyan edildikten sonra kurbanların kesilecekleri yer (Harem bölgesi) beyan edilmektedir.

Kâbe-i Muazzama'nın "Beyt-i Atık" olarak tesmiye edilmesinin sebebini, Buharı Tarihinde, ayrıca rivayet ettikleri Peygamberimizin (s.a) şu hadisi beyan etmektedir: "Allah O'na "Beyt-i Atîk" ismini verdi. Çünkü onu diktatörler­den azad etti. Oraya hiçbir diktatör hakim olamadı."                                 ;

Cenab-ı Hak bundan sonra da kurban kesilmesinin meşruiyetini ve bütün dinlerde Allah adına kan döküldüğünü bildirerek şöyle buyurdu:

"Biz her ümmet için kurban kesme hükmü koydurduk." Biz daha önce ge­çen her din için Allah Tealâ'ya yaklaşmak için kesmek üzere kurban hükmü koyduk. Kurban sadece Hz. Muhammed (s.a.) ümmetine has bir şey değildir. Her ümmette kurban kesme vardır. İbnü'l-Arabî'nin dediği gibi doğru olan gö­rüşe göre, "mensek" ibadet ve Allah'a yaklaştıran amellerdir.

"Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği hayvanlar üzerine Allah'ın adını ansınlar diye..." Yani biz kurbanı boğazlarken yani kesmeye başlarken Allah'ın adını anmaları için ve kendilerine verdiğimiz nimetlere şükretmeleri için kur­ban hükmünü koyduk.

Buharî ve Müslim'in Sahihlerinde Enes'ten (r.a.) sabit olan şu hadis bu manayı te'yit etmektedir: "Rasulullah'a (s.a.J boynuzlu, gayet güzel iki koç ge­tirildi. Efendimiz (s.a.) besmele çekti ve tekbir getirdi. Ayağını da kurbanları üzerine koydu."

İmam Ahmed ve İbni Mace, Zeyd b. Erkam'dan rivayet ediyor: Peygambe-rimiz'e:

- Ya Rasulallah?.. Bu kurbanlar nedir? dedi. Peygamberimiz (s.a.):

- Babanız İbrahim'in sünnetidir, dedi. Ben de:

- Bunlardan bize ait olan ne var? dedim. Efendimiz (s.a.):

- Her kılına bir "hasene" sevap var, buyurdu. Ben de.

- Peki ya yünü? diye sordum. Efendimiz (s.a.):

- Yününden her kıla bir "hasene" vardır, buyurdu.

"Sizin ilâhınız bir tek ilâhtır, o halde sadece O'na teslim olun. Sen müteva-zi ve ihlâslı olanları müjdele." Yani mabudunuz birdir. Peygamberlerin şeriat­ları çeşitli olsa bile, birbirlerini neshetseler bile hepsi tek olan, ortağı bulunma­yan Allah'a kulluk etmeye davet ederler.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Biz senden önce hiçbir pey­gamber göndermedik ki, ona: "Benden başka hiçbir ilâh yoktur. O halde ancak bana ibadet edin." diye vahyetmiş olmayalım." (Enbiya, 21/25).

"Sizin ilâhınız..." ifadesi sadece yüce isminin zikredilmesi şeklindeki önce­ki ayetin sebebini bildirme mesabesindedir. Zira Allah Tealâ'nm "ulûhiyet" sıfa­tıyla tahsis edilmesi kurbanlara Onun isminden başka bir ismin zikredilme­mesini gerekli kılar. Ayette "Sizin ilâhınız birdir." buyurmayıp "Sizin ilâhınız bir tek ilâhtır." buyurması Allah Tealâ'nm zatında ve ulûhiyetinde tek olduğu­nu ifade etmek içindir.

İlâh bir olunca sadece O'na teslim olun. O halde sadece Ona kullukta bu­lunmak, O'na teslim olmak ve bütün hükümlerde O'na boyun eğmek gerekir.

Ey Peygamber! Allah için huşu duyan mütevazi kullarıma bol sevap ile müjde ver. Ayette geçen "muhbitîn" dümdüz, seviyesi yüksek olmayan toprak manasına gelen "habt" kelimesinden gelmektedir.

Burada hitabın Peygamberimiz'e (s.a.) çevrilmesinin sırrı, ulûhiyetin aza­metini, kullara emir ve nehiy vermek makamındaki hakim gücünü ortaya koy­maktır. Mükellefiyet durumu bitince amel işleyen ihlâslı kullarına yaptığı va­adi bildirmek için hitabı Peygamberimize (s.a.) yöneltti.

Bu ihlâslı kulların dört vasfı vardır:

1-  Allah anıldığı zaman korku ve huşu duymaları: "Onlar Allah anılınca kalpleri titreyen kimselerdir." Yani Allah'ın adı anıldığı zaman bundan kalpleri ürperir.

2-  Musibetlere karşı sabırlı olmaları: "Uğradıkları musibetlere sabreder­ler. " Yani Allah Tealâ'ya taat hususunda elem ve meşakketlere tahammül eder­ler.

3- Namazı dosdoğru kılmaları: "Onlar namazı dosdoğru kılanlardır." Yani namazlarını vakitlerinde Allah Tealâ'ya huşu ile birlikte, erkânları ve şartları tam olarak eda ederler.

4- Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği şeylerden Allah yolunda harca­maları: Onlar Allah'ın kendilerine verdiği helâl rızkın bir kısmını ailelerine, yakınlarına, fakirlere ve muhtaçlara infak ederler. Allah Tealâ'nın koyduğu sı­nırları muhafaza ederek yaratılmışlara güzellikle muamele ederler.

Bunlar münafıkların sıfatlarının hilâfmadır. Çünkü münafıklar bunların tamamen aksi sıfatlara sahiptirler.

Bu ayetin benzeri şu ayetler vardır: "Gerçek müminler ancak Allah adı anıldığı zaman kalpleri ürperen, O'nun ayetleri okunduğu zaman imanları ar­tan, sadece Rablerine tevekkül eden kimselerdir." (Enfal, 8/2);

"Allah sözlerin en güzeli olan Kur'anı ayetleri birbirine benzeyen, karşılık­lı hükümleri zikreden bir kitap olarak indirmiştir. O Kur'an dan Rablerinden korkanların derileri ürperir. Sonra derileri de kalpleri de Allah'ın zikrine karşı yumuşar." (Zümer, 39/23). [11]



Kurbanlıkları Keserken Besmele Çekilmesi, Etlerinden Yenilmesi Ve Başkalarına Da Yedirilmesi


36- Biz kurbanlık develeri sizin için Al­lah'ın (dininin) nişaneleri kıldık. On­larda sizin için hayır vardır. (Kurban­lıklar) sıra sıra dizildiklerinde onların üzerine (kesim vakti) Allah'ın adını anın. Yanları üstü düştükleri (can ver­dikleri) zaman da onlardan yeyin. Ka­naatkar fakire ve isteyen yoksula da yedirin. Biz şükretmeniz için o hayvan­ları sizin emrinize verdik.

37- Kurbanların ne etleri ne de kanları hiçbir zaman Allah'a ulaşmaz. Ancak sizin takvanız O'na ulaşır. İşte böylece Allah bunları sizin emrinize verdi ki si­zi hidayete erdirdiği için Allah'ı yücel-tesiniz. (Habibim) Sen iyi amel işleyen­leri müjdele.



Açıklaması


Allah Tealâ, Beytü'l-Haram'a hediye edilen develeri Allah'a yaklaşmaya büyük bir vesile kılmakla kullarına lütufta bulunmaktadır. Hatta bunlar Bey-mllah'a hediye edilen en faziletli kurbanlardır.

"Biz kurbanlık develeri sizin için Allah'ın nişaneleri kıldık." Biz kurbanlık develeri -ve aynı şekilde sığırları- Allah'ın dininin alâmetlerinden ve Ona ita­atin delillerinden kıldık. Onların Harem bölgesinde boğazlanmasında ahirette büyük bir sevap, dünyada ise üzerine binmek, sütünü almak ve etleriyle fakir­lere büyük bir yarar vardır.

"el-Büdn" kelimesi İmam Ebu Hanife ile sahabe ve tabiînden bir gurup ali­me göre hem deve hem de sığır için kullanılır. Müslim, Cabir'in (r.a.) şu sözünü rivayet etmiştir: Biz bir bedeneyi (büyük baş hayvanı) yedi kişi namına kurban etmiştik. Cabire "Peki ya sığır?" denildi. Sığır da bedeneden (büyük baş hay­vanlardan) değil midir? dedi. İbni Ömer (r.a.): "Biz bedene olarak deve ve sığırı biliriz." demiştir.

Şafiîlerin mezhebine göre ise "büdn" kelimesi gerçekte sadece deve için kullanılır. Onun sığır için kullanılması mecazdır. Dolayısıyla bir kimse bedene kurban etmeye adak adaşa sığır onun yerine geçmez. Ayrıca "savaff ve "ve-cebet cunûbühâ" kelimeleri de buna delildir. Zira hayvanın ayakta boğazlanma­sı özellikle deve için alışılagelen bir âdettir. Ebu Davud'un Cabir'den rivayet ettiği Peygamberimiz'in (s.a.): "Bedene yedi kişi, sığır yedi kişi namına kesilir." hadisi de bu manayı te'yit etmektedir. Zira atıf ayrılığı gerektirir. Daha önce geçen Cabir ve İbni Ömer'in sözleri de bu ikisi (deve ve sığır) hakkındaki hük­mün birliğini murad ettiği şeklinde yorumlanır. Lügat yönünden açık ve daha doğru olan ifade de budur.

"(Kurbanlıklar) sıra sıra dizildiklerinde onların üzerine Allah'ın adını anın." Yani kurbanlık develer elleri ayakları aynı hizada, ayakta dizildiklerin­de keserken "Bismillahi vallâhu ekber, Allâhümme minke ve ileyke" diyerek Al­lah'ın adını anın.

"Yanları üstüne düştükleri zaman da onlardan yiyin. Kanaatkar fakire ve isteyen yoksula da yedirin." Yani yere düşünce ve ruhu çıkınca yahut can verin­ce onların etinden yemek size mubah olur. Onlardan ister el açmayan, kanaat­kar, isterse el açıp isteyen fakirlere yedirmek sizin üzerinize borçtur. Yani ye-yin ve yedirin.

"Onlardan yiyin." emri mubah kılma emridir. İmam Malik diyor ki: Bu müstehaptır. Bazı alimler ise vaciptir, demişlerdir. Zahir olan görüş onlardan yemenin vacip olmadığı şeklindedir. Zira selef alimleri bu hedy kurbanlarından bir şeyi yemenin vacip olmadığı hususunda ittifak etmişlerdir. Bu sadece cahi-liyet ehlinin hedy kurbanlarından yemek hususunda çekinmeleri âdetini orta­dan kaldırmak için ifade edilmiştir. Burada anlatılmak istenen kurban etinden yemenin mubah veya mendup olduğudur.

"Kanaatkar olan fakire ve isteyen yoksula yedirin." ifadenin zahiri -daha önce geçtiği gibi- hedy kurbanından fakirlere yedirmenin vacip olduğu şeklin­dedir. İmam Şafiî bu manayı almış ve kurban etinden fakirlere yedirilmesini vacip saymıştır.

İmam Ebu Hanife ise fakirlere yedirmenin mendup olduğu kanaatine var­mıştır. Çünkü kurbanda ibadet kan akıtmakla gerçekleşir. Etinden fakirlere yedirmek ise umumî hükmü üzerine yani mendup olarak aynen devam eder.

"Biz o hayvanları sizin emrinize verdik. Umulur ki şükredersiniz." Yani hayvanları boğazlamak, etinden yemek ve fakirlere yedirmek hususunda hayır olarak zikredilen sebeplerle yahut bu gibi bir emirle bu hayvanları büyüklükle­rine ve güçlü-kuvvetli olmalarına rağmen sizin emrinize verdik. Onları size bo­yun eğer, binmek, sağmak ve boğazlamak gibi isteklerinize ve arzularınıza tes­lim olur halde kıldık. Böylece verdiği nimetlerine karşı Allah'a yaklaşmak ve amelde ihlâslı olmak suretiyle Allah'a şükredersiniz.

Kısaca, bu nimet şükür ve hamdi gerektiren değerli bir nimettir.

Cenab-ı Hakk'm "şükretmeniz için" kavli önceki cümlenin sebebini bildir­mektedir. "Lealle" kelimesi arzu edilen neticenin beklenilmesi yani "recâ" ifade eden "umulur ki" manasında değildir. Çünkü bu Allah için imkânsızdır. Zira iş­lerin neticelerini bilmemek anlamındadır. Dolayısıyla buradaki "lealle" "... için" manasında olup sebep bildirmektedir.

Bu ayetin benzeri şu ayettir: "Onlar kendileri için bizzat kudretimizin ese­ri olarak yarattığımız hayvanları görmüyorlar mı? Üstelik o mallara sahiptir­ler. Biz o hayvanları kendilerine boyun eğdirdik. Bazılarına binerler, bazıları­nın da etini yerler. Kendileri için bu hayvanlarda daha nice faydalar ve içecek­ler var. Hiç şükretmezler mi?" (Yasin, 36/71-73).

Cenab-ı Hak daha sonra bu hayvanları boğazlamanın hedefini zikrederek şöyle buyurdu:

"Kurbanların ne etleri ne de kanları hiçbir zaman Allah'a ulaşmaz." Yani Allah size bu hedy ve kurbanları kesmeyi bunları boğazlarken O'nu anmanız için meşru kıldı. Kurbanların etlerinden veya kanlarından hiçbir şey, hiçbir za­man Allah'a ulaşmaz. O'na ancak takva ve ihlâs ulaşır, O'na salih ameller yük­selir. Cahiliyet ehli kurbanları ilâhları için kestiklerinde ilâhları üzerine o kur­banların etlerinden koyar, onların üzerine kurbanların kanlarından sürerlerdi. Müslümanlar da onlar gibi yapmak istediler. Bunun üzerine "Kurbanların ne etleri ne de kanları hiçbir zaman Allah'a ulaşmaz." ayeti indi.

Allah Tealâ daha sonra hayvanları insanların emrine verip boyun eğdirdi­ğini tekrar zikretti. Zira tekrarda şükre ve Allah'ı sena etmeye ve Onun aza­meti ve büyüklüğünü tanımaya sebep olacak nimeti hatırlatma vardır. Buyur­du ki:

"İşte böylece Allah bunları sizin emrinize verdi ki sizi hidayete erdirdiği için O'nu yüceltesiniz. Bunun için Allah bu hayvanları sizin emrinize verdi. Ya­hut böylece sizin emrinize verdi ki sizi dinine ve şeriatına sevdiği ve razı oldu­ğu yola irşad ettiği ve sevmediği şeylerden sizi nehyettiği, zararlı olan ve fay­dalı olmayan şeylerden razı olmadığı için Allah'a şükredersiniz ve O'nu ta'zim edersiniz."

Daha sonra da hidayet ve hak yol üzerinde olanlara şu kavliyle vaadde bu­lundu:

"İyi hareket edenleri müjdele." Ya Muhammed?.. Amellerinde iyi davranan­ları, Allah'ın hadlerini yerine getirenleri, kendilerine meşru kılman hususlara tabi olanları, Allah'ın emirlerine itaat edenleri, Rabbi (c.c.) tarafından getirdi­ğin ve kendilerine tebliğ ettiğin hususlarda seni tasdik edenleri müjdele! [12]



Allah'ın Müminleri Müdafaa Etmesi, Savaşın Meşru Kılınmasının Sebepleri


38-  Şüphesiz ki Allah iman edenleri müdafaa eder. Zira Allah son derece hain ve nankör olan hiçbir kimseyi sev­mez.

39- Saldırıya uğrayan müminlere zulme uğramaları sebebiyle (cihat etmeleri için) izin verildi. Şüphesiz ki Allah on­lara yardım etmeye elbette kadirdir.

40-  Onlar sadece "Rabbimiz Allah'tır." dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarıldılar. Eğer Allah insanların bir kısmını diğerleriyle engellemeseydi manastırlar, kiliseler, havralar ve içle­rinde Allah'ın adı çokça anılan mescit­ler yıkılırdı. Allah dinine yardım eden­lere mutlaka yardım eder. Şüphesiz Al­lah mutlak kuvvet sahibidir, her şeye galiptir.

41- O müminlere yeryüzünde imkân ve iktidar verdiğimiz zaman onlar namaz­larını dosdoğru kılar, zekâtlarını verir­ler, iyiliği emrederler, kötülüğü engel­lerler. Bütün işlerin sonu Allah'a dö­ner.



Açıklaması


"Şüphesiz ki Allah iman edenleri müdafaa eder." Yani Allah kendisine te-%-ekkül eden, sığınan kullarını şerli kimselerin şerrinden, facirlerin tuzakların­dan korur. Onları muhafaza eder, himayesi altına alır, düşmanlarına karşı on­lara yardım eder.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz biz rasullerimize ve anan edenlere hem dünya hayatında hem de şahitlerin şahitlik edeceği kıyamet gününde mutlaka yardım edeceğiz." (Gafir, 40/51).

Bir başka ayette şöyle buyuruyor: "Kim Allah'a tevekkül ederse Allah O'na yeter. Allah emrini mutlaka yerine getirir. Allah her şey için bir ölçü koymuş-'îur."(Talak, 65/3).

"Yûdafi 'u" kelimesi müfâ'ale sigasında olup ya korumak hususunda müba­lâğa ifade etmek için (yani çok iyi korur manasında) yahut sadece fiilin tekrarı­na delâlet etmek için (yani devamlı korur manasında) kullanılır. Müfâ'ale si-şası fiilin tekrarına delâlet eder.

"Zira Allah son derece hain ve nankör olan hiçbir kimseyi sevmez." Yani Allah Tealâ ahdinde, misakında ve emanetinde hıyanet eden, nimetleri itiraf etmeyip inkâr eden kimseyi sevmez.

Bundan maksat şudur: Müminler Allah'ın sevgili dostlarıdır. Allah bunla­rın düşmanlarını cezalandıracaktır. Bu ifade vaad ve tehdidin sebebini bildir­mektedir. Zira "sevmemek" cezayı gerektiren buğzdan kinayedir. Emanete hıya­net etmek ya bütün emanetlere hıyanet etmek yahut Allah'ın emanetleri olan emirleri ve nehiylerinde hıyanet etmektir.

Bu ayet ya zımnen bir tehdittir. Cenab-ı Hakk'm hac ayetlerinden önce zikrettiği Mescid-i Haram'dan alıkoyanların akıbetini beyan etmektedir. Böylece kelâm "Şüphesiz inkâr edenler insanları Allah 'ırı yolundan ve Mescid-i ha­ramdan alıkoyanlar..." (Hac, 22/25) ayetiyle irtibat halinde olmaktadır.

Ya da bu ayet müşriklerin kendilerini engellemelerinden sonra mukaddes Haremi görmeye susayan müminlere bir vaaddir. Böylece kelâm öncesiyle doğ­rudan irtibat halinde olmaktadır.

Çünkü müşrikler Allah'ın Rasulünü çok sevdiği öz vatanından çıkarttılar. Peygamberimiz Mekke'den çıkarken Mekke'ye doğru yönelip: "Allah'a yemin ederim ki Ey Mekke! Sen Allah 'm beldeleri içinde bana en sevimli olan yersin. Sen Allah'ın beldeleri içinde Allah'a en sevimli olan yersin. Senin halkın beni senden çıkarmasalardı asla çıkmazdım." demişti.

Görünen odur ki, bu ayet (Hac, 22/38) Allah tarafından bir vaad ve müminlere Allah'ın yardımı, onları düşmanlara karşı hakim kılma müjdesidir. Bunun zımnında şiddetli bir korkutma ve müşriklere kahrolacakları, rezil-rüsvay olacakları tehdidi vardır. Ayrıca cihadın meşru kılınmasına hazırlık ve baş­langıç yapılacaktır.

"Saldırıya uğrayan müminlere zulme uğramaları sebebiyle (savaş için) izin verildi." Saldırıya uğrayan müminlere müşriklerin kendilerini mallarından ve yurtlarından çıkarmaları, bazılarına vurmak ve yaralamak suretiyle zulmet­meleri sebebiyle savaş için izin verildi. Müminler dövülmüş, başı yarılmış bir şekilde Peygamberimiz'e (s.a.) geliyor şikayette bulunuyorlar, Peygamberimiz (s.a.) de onlara sabırlı olmalarını emrediyor ve şöyle diyordu: "Ben henüz onlar­la savaşmakla emrolunmadım." Nihayet hicret etti. Hicretin ikinci yılında bu ayet nazil oldu.

Bu ayet İbni Abbas, Hz. Aişe, Mücahid, Dahhak Urve b. Zübeyr, Zeyd b. Eşlem, Mükatil, Katade ve Zührî gibi seleften pekçok alimin görüşü olarak sa­vaşı nehyeden 70 küsur ayetten sonra savaşa izin hakkında inen ilk ayettir. Bu gayet açıktır. Daha önce zikri geçen nüzul sebebi bunu te'yit etmektedir. Bu ayet ilahî müdafaa ve yardımdan sonra zikredilmiştir.

İbni Cerir, Ebul-Âliyye'den naklediyor: Savaş hakkında inen ilk ayet "Si­zinle savaşanlarla Allah yolunda savaşın." (Bakara, 2/190) ayetidir.

Hakim, el-İklil'de bu konuda inen ilk ayet "Şüphesiz Allah müminlerden nefislerini Cennet karşılığında satın almıştır." (Tevbe,9/lll) ayetidir, demekte­dir.

Cumhura ait birinci görüşe göre "izin verildi." ayetinden maksat savaşın mubah ve meşru oluşudur. Burada izin verilen gerçekten savaşın kendisidir, cümlenin siyakı buna delâlet ettiği için hazfedilmiştir. Burada zikri geçen kim­selerden murad yurtlarından haksız yere çıkarılmaları vasfının delaletiyle "Muhacirler" dir.

Bazılarına ait ikinci görüşe göre murad edilen mana daha önce verilmiş olan savaş izninin savaşın meşru oluşu sebeplerini beyan etmek için hazırlık olarak hikâye edilmesidir.

ce kelâm "Şüphesiz inkâr edenler insanları Allah'ın yolundan ve Mescid-i ha­ram'dan alıkoyanlar..." (Hac, 22/25) ayetiyle irtibat halinde olmaktadır.

Ya da bu ayet müşriklerin kendilerini engellemelerinden sonra mukaddes Harem'i görmeye susayan müminlere bir vaaddir. Böylece kelâm öncesiyle doğ­rudan irtibat halinde olmaktadır.

Çünkü müşrikler Allah'ın Rasulünü çok sevdiği öz vatanından çıkarttılar. Peygamberimiz Mekke'den çıkarken Mekke'ye doğru yönelip: "Allah'a yemin ederim ki Ey Mekke! Sen Allah'ın beldeleri içinde bana en sevimli olan yersin. Sen Allah 'm beldeleri içinde Allah 'a en sevimli olan yersin. Senin halkın beni senden çıkarmasalardı asla çıkmazdım." demişti.

Görünen odur ki, bu ayet (Hac, 22/38) Allah tarafından bir vaad ve müminlere Allah'ın yardımı, onları düşmanlara karşı hakim kılma müjdesidir. Bunun zımnında şiddetli bir korkutma ve müşriklere kahrolacaklan, rezil-rüs-vay olacakları tehdidi vardır. Ayrıca cihadın meşru kılınmasına hazırlık ve baş­langıç yapılacaktır.

"Saldırıya uğrayan müminlere zulme uğramaları sebebiyle (savaş için) izin verildi." Saldırıya uğrayan müminlere müşriklerin kendilerini mallarından ve yurtlarından çıkarmaları, bazılarına vurmak ve yaralamak suretiyle zulmet­meleri sebebiyle savaş için izin verildi. Müminler dövülmüş, başı yarılmış bir şekilde Peygamberimiz'e (s.a.) geliyor şikayette bulunuyorlar, Peygamberimiz (s.a.) de onlara sabırlı olmalarını emrediyor ve şöyle diyordu: "Ben henüz onlar­la savaşmakla emrolunmadım." Nihayet hicret etti. Hicretin ikinci yılında bu ayet nazil oldu.

Bu ayet İbni Abbas, Hz. Aişe, Mücahid, Dahhak Urve b. Zübeyr, Zeyd b. Eşlem, Mükatil, Katade ve Zührî gibi seleften pekçok alimin görüşü olarak sa­vaşı nehyeden 70 küsur ayetten sonra savaşa izin hakkında inen ilk ayettir. Bu gayet açıktır. Daha önce zikri geçen nüzul sebebi bunu te'yit etmektedir. Bu ayet ilahî müdafaa ve yardımdan sonra zikredilmiştir.

İbni Cerir, Ebul-Âliyye'den naklediyor: Savaş hakkında inen ilk ayet "Si­zinle savaşanlarla Allah yolunda savaşın." (Bakara, 2/190) ayetidir.

Hakim, el-îklil'de bu konuda inen ilk ayet "Şüphesiz Allah müminlerden nefislerini Cennet karşılığında satın almıştır." (Tevbe,9/lll) ayetidir, demekte­dir.

Cumhura ait birinci görüşe göre "İzin verildi." ayetinden maksat savaşın mubah ve meşru oluşudur. Burada izin verilen gerçekten savaşın kendisidir, cümlenin siyakı buna delâlet ettiği için hazfedilmiştir. Burada zikri geçen kim­selerden murad yurtlarından haksız yere çıkarılmaları vasfının delaletiyle "Muhacirler" dir.

Bazılarına ait ikinci görüşe göre murad edilen mana daha önce verilmiş olan savaş izninin savaşın meşru oluşu sebeplerini beyan etmek için hazırlık olarak hikâye edilmesidir.

'Yukatelûne" şeklinde meçhul fiil olarak okunursa bu ayet savaş hakkında men ilk ayettir, denilse de denilmese de onların üzerine fiilen meydana gelen savaş ve saldırıyla tavsif edilmeleri gerçek manadadır. Zira müşriklerin savaş­maları ve onlara eziyet ve saldırıda bulunmaları her durumda meydana gelmiş olmaktadır.

Bu fiil "yukatilûne" şeklinde malûm fiil olarak okunduğunda bu ayet savaş -lakkmda inen ilk ayet değildir denirse, onların savaşla tavsif edilmeleri yine rerçek manada olmaktadır. Ancak bu ayet cihad hakkında inen ilk ayettir de­nirse bu durumda onların savaşla tavsif edilmeleri ya mana olarak veya savaş istemeleri takdiriyle olmaktadır. Yani onlar müşriklerle savaşmak istiyorlar ve bu konuda azamî gayret sarfediyorlar, demektir. Yahut gelecekte müşriklerden meydana gelecek durumu göz önünde canlandırmak istemeleri şeklindedir.

Her neyse ayetten murad savaşa verilen iznin sebebini açıklamaktır. Bu da zulüm ve eziyeti engellemektir. Zira müşrikler Rasulullah'a (s.a.) manevî ve bedenî eziyetlerin çeşitli şekilleriyle eziyette bulunmuşlardı. O'nu şairlikle, si­hirbazlıkla, kâhinlikle ve mecnun olmakla itham etmişler, başına toprak at­mışlar, Rabbinin huzurunda secdede iken omuzlarının üzerine deve işkembesi bırakmışlardı.

Sakîf kabilesi idarecileri çoluk-çocuğu kışkırtmışlar, nihayet Rasulullah'a 's.a) taş atıp O'nu kanlar içerisinde bırakmışlar ve ayakları kana bulanmıştı.

Müşrikler Peygamberimiz'e (s.a.) tabi olanlara da O'na yardımcı olanlara da eziyette bulunmuşlardı. Onları dövmek, sopa ile vurmak, öldürmek, Mek­ke'de Batha denilen yerde güneşin kızgın sıcağında tutmak gibi işkencelere ta­bi tutmuşlardı. Taşları göğüslerinin üzerine koyuyorlar, onları dinlerinden dön­dürmeye çalışıyorlardı. Ama bütün bu işkenceler sadece onların akidelerine ıs­rarla sarılmalarını artırıyor, onlardan sadece: "Allah birdir! Allah birdir!" sözü çıkıyordu.

Müslüman olarak şehit olursam hiç aldırış etmem.

Allah yolunda can vermem ne şekilde olursa olsun.

Cenab-ı Hak bundan sonra o işkenceye uğrayıp ezilen, hor görülen insan­lara yardım vaadinde bulunarak şöyle buyurdu.

"Şüphesiz ki Allah onlara yardım etmeye elbette kadirdir." Yani sadece Al­lah hiç savaş olmaksızın mümin kullarına yardım etmeye kadirdir. Fakat O kullarından kendine itaat yolunda gayretlerini sarfetmelerini istemektedir. İş­te o zaman onlarla beraber olacak, yardımıyla onları teyit edecektir. Gerçekten bu vaadini yerine getirmiş, onları aziz kılmış, düşmanlarını helak etmiştir. Bu görüş İbni Kesir'in görüşüdür.[13]

Bundan maksat nıüslümanlara dünyanın bir imtihan ve deneme dünyası olduğunu, cihad ve mücadeleye yeterliliklerini ve şahsiyetlerini ispat etmeye davetli olduklarını, verilecek mükâfatın yapılacak amelle orantılı olduğunu bil­dirmektir.

Müfessirlerden pek çoğu "Bu ayet bir yardım vaadidir. Önceki ayette yer alan müminlerin müdafaa edileceği vaadine bir tekittir. Önceki vaadden sade­ce düşmanlarının ellerinden kurtulma manası anlaşılmamalı, bilakis kendileri­nin düşmanlara karşı zafere ulaştırılacakları vaadi anlaşılmalıdır." şeklinde te­lakki etmişlerdir.

Ancak savaşın meşru kılınması hicretten sonraya ve uygun olan bir vakte bırakılmıştır. Çünkü müminler Mekke'de azlık idiler. Müşriklerin sayısı daha çoktu. Eğer henüz sayıları onda birden az oldukları halde müminlere savaş emredilseydi bu durum onlara ağır gelirdi.

Daha sonra Cenab-ı Hak o müminlerin durumunu şu ayette tavsif etti: "Onlar sadece "Rabbimiz Allah 'tır." dedikleri için haksız yere yurtlarından çı­karıldılar. "

O saldırıya uğrayan müminler müşriklerin haksız yere Mekke'den çıkart­tıkları ve Medine'ye göç etmek zorunda bıraktıkları kimselerdir. Bunlar Hz. Muhammed (s.a.) ve Onun ashabıdır. Onların kendi kavimlerine karşı hiçbir kötülükleri olmamıştı. Onların, hiçbir ortağı bulunmayan Allah'a ibadet et­mekten başka suçları da yoktu.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "Onlar Rabbiniz olan Allah'a iman ettiğiniz için Rasulü ve sizi (yurtlarınızdan ) çıkarıyorlar." (Mümtehine, 60/1).

"Onlar müminlere sadece müminlerin her şeye galip, övülmeye lâyık olan Allah'a iman etmeleri sebebiyle kin duymaktadırlar." (Buruc, 85/8).

Savaşın meşru kılınmasının bu ilk sebebi, Müslümanların haksız yere va­tanlarından kovulmalarıdır.

Cenab-ı Hak bundan sonra ikinci bir sebep zikretmiştir. Bu da yeryüzünde ibadet hürriyetini müdafaa etmek ve mukaddes yerleri himaye etmektir. Bunu şu ayette beyan etmiştir:

"Eğer Allah insanların bir kısmını diğerleriyle engellemeseydi..." İşte beşe­riyet arasındaki dengeyi korumak için Allah'ın koyduğu etki-tepki kanunu bu­dur. Savaş, ibadet yerlerini himaye etmek ve ibadet hürriyeti prensibini ikrar etmek için meşru kılınmıştır.

Ayetin manası şudur: Allah bir kavimle diğer kavme engel olmasaydı ve insanların başkalarına kötülük işlemelerine mani olmasaydı, varlığı ve mukad­desatı korumak üzere savaş meşru kılınmasaydı ister ruhbanların, Hristiyan-ların, Yahudilerin mabedleri, isterse Allah'ın adı çokça zikredilen müslümanla-rın mabedleri olsun yıkılırdı.

Ayette ibadet yerleri zikredilirken azdan çoğa, dar olandan geniş olana in­tikal dikkat çekmektedir. Zira mescitler cemaat bakımından daha çok, ibadet yönünden daha doğru, maksat yönünden daha halistir. Manastırlar ve kiliseler ayette mescitlerden önce zikredilmişlerdir. Zira onlar daha eskidirler. Bazı alimler şöyle demişlerdir: Bu azdan çoğa nihayet mescitlere varıncaya kadar bir terakkidir. Mescitleri mamur edenler daha çoktur, orada ibadet edenler da aa çoktur ve bunlar sahih maksat sahipleridir.[14]

"Allah dinine yardım edenlere mutlaka yardım eder." Yani Allah kelime-i tevhidi yüceltme ve dininin sancağını yükseltme yolunda savaşanları yardı-anıyla mutlaka te'yid eder. "Ey iman edenler! Eğer siz Allah'ın dinine yardım ederseniz Allah da size yardım eder ve ayaklarınızı sabit kılar. İnkâr edenlere gelince, yüzüstü sürünsün onlar! Allah onların amellerini de boşa çıkarmıştır." Muhammed, 47/7-8).

"Şüphesiz ki Allah mutlak kuvvet sahibidir, her şeye galiptir." Allah kendi yolunda cihad eden taat ehline yardım etmeye kadir olan mutlak kuvvet sahi­bidir. O asla ezilmeyen ve hiçbir kimsenin yenemeyeceği en güçlü varlıktır. Ce-nab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Şüphesiz bizim peygamber olarak gönderdiğimiz kullarımıza ezelden bir vaadimiz vardır: Onlar mutlaka yardım göreceklerdir. Şüphesiz galip gelecek olan da bizim ordumuzdur." (Saffat, 37/171-173); "Allah: Ben ve peygamberlerim mutlaka galip geleceğiz, diye yazmıştır. Şüphesiz ki Al­lah mutlak kuvvet sahibidir, her şeye galiptir." (Mücadele, 58/21).

Bundan sonra Cenab-ı Hak yardıma lâyık olan muhacir müminlerin vasıf­larını şu şekilde belirtti:

"O müminlere yeryüzünde imkân ve iktidar verdiğimiz zaman..." Yani Al­lah'ın kendilerine insanlar üzerinde hakim olmalarını hazırladığı ve âlemler arasında kendilerine nüfuz verdiği o müminlere yeryüzünde imkân tanıdığı ve kendilerine iktidar verdiği zaman onlar şu dört şeyi yerine getirirler:

- Farz olan namazı en mükemmel şekilde kılmak,

- Farz olan zekâtı vermek,

- Ma'rufu (şer'an emredilen ve aklen güzel olan iyi amelleri) emretmek,

- Münkerden (şer'an yasak olan ve aklen çirkin olan amellerden) nehyet-mek,

Müminler Allah'ın tevhidine ve O'na itaat etmeye davet olundular, şirkten nehyolundular ve şirk ehliyle mücadele ettiler.

Bu ayet aynen şu ayet gibidir: "Allah içinizden salih amel işleyenlere ke-ikle vaad etmiştir ki, mutlaka kendilerinden öncekileri kâfirlerin yerine ge-'iği gibi, kendilerini de yeryüzünde mirasçı kılacak, kendileri için razı olup iği dinlerini iyice yerleştirecek ve kendilerini korkularından sonra emniyete uşturacaktır..." (Nur, 24/55).

Bu ayet (Hac, 22/41) geleceğin gaybî haberlerinden ve Allah -rızasına nail kıldığı- muhacirleri yeryüzünde yerleştirir ve dünyayı önlerine yayarsa bu du­rumda onların üzerinde bulunacakları yoldan ve dinin emrini nasıl yaşayacak­larından haber vermektedir.[15]

"Bütün işlerin sonu Allah 'a döner." Yani bütün işlerin varacağı yer Allah  hükmüdür. Kulların yaptıklarına karşılık verilecek sevap ve ceza konusunda Allah'ın takdiridir. Bu ayet aynen şu ayet gibidir: "Hayırlı netice tak­va sahiplerinindir." (A'raf, 7/128). Burada Allah Tealâ'nm dostlarına yardım et­me ve onların davalarını yüceltme şeklindeki vaadi tekit edilmektedir.

Kim Yahudiler ve diğer düşmanlara karşı zafer elde etmeyi düşünüyorsa Muhacirlerin ve ilk mücahidlerin sarıldıkları bu dört vasıfla amel etsinler.

Bu ayetlerin özü: Müminler, Allah'a kulluk etmekten başka insanlara kar­şı hiçbir günahı olmadığı halde zulme uğradıkları için kendilerine savaş helâl kılınmıştır. Onlar yeryüzünde hakim oldukları zaman namazı dosdoğru kılar (ve diğer görevleri yerine getirirler). [16]



Geçmiş Ümmetlerin Helak Olmalarından İbret Alınması


42-  Seni yalanlıyorsa, (bil ki) onlardan önce Nuh, Âd, Semud kavmi de (pey­gamberlerini) yalanlamıştı.

43- İbrahim kavmi ve Lût kavmi de...

44- Medyen halkı da (peygamberlerini yalanlamıştı). Musa da yalanlanmıştı. Ben kâfirlere (önce) mühlet verdim. Sonra da onları (azabımla) yakaladım. Benim onları hiçe almam nasılmış (bir bak)!

45- Biz nice zalim kasabaları helak et­tik. Bunların duvarları (yıkılan) tavan­larının üstüne çökmüştür. Nice kör ku­yular ve nice bomboş kalan muhteşem saraylar vardır!.

46-  Onlar hiç yeryüzünde dolaşmazlar mı? Böylece düşünecek kalpleri yahut işitecek kulakları olsun. Gerçek şudur ki gözler kör olmaz, ama asıl göğüsler­deki kalpler kör olur.

47-  Onlar senden azabın hemen gelme­sini istiyorlar. Allah vaadinden asla caymaz. Gerçekten Rabbinin yanında bir gün sizin saydıklarınızdan bin yıl gibidir.

48- Nice zalim kasabalara (önce) mühlet verdim. Sonra da onları (azabımla) ya­kaladım. Dönüş ancak banadır!



Açıklaması


"Seni yalanlıyorlarsa..." Ya Muhammed ! O müşrikler seni yalanlıyorsa bil ki sen bu hususta tek ve peygamberlerin ilki değilsin. Bu geçmiş ümmetlerin ae âdeti idi.

Mekke müşriklerinden önce Nuh kavmi, Hud'un (a.s.) kavmi olan Ad kav­ini, Salih'in (a.s.) kavmi olan Semud kavmi, İbrahim (a.s.) kavmi, Lût (a.s.) kavmi, Şuayb'ın (a.s.) kavmi olan Medyen halkı da peygamberlerini yalanla­mışlardı.

Hz. Musa'nın (a.s.) kendilerine gönderildiği Kıbtîler de paygamberlerinin getirdiği açık mucizelere ve berrak delillere rağmen peygamberlerini yalanladı-

|iar.

Ben de kâfirlerden azabı bir müddet daha erteledim. Bunu benim nezdim-belirli bir vakte bıraktım. Sonra da onları azap ve ceza ile yakaladım ve he-I iiiic ettim. Benim onları yok etmek suretiyle tanımamam ve onları cezalandır-Jmıeain nasılmış bir bak!

Dikkat edilirse Cenab-ı Hak "Musa kavmi de yalanladılar" buyurmadı. Zi-Hz. Musa'yı kavmi olan İsrailoğulları yalanlamadı. Onu yalanlayanlar onun ıı."nünden ayrı olan Firavun ve Firavunun kavmi Kıbtîlerdi.

Bir kimseye uygulanan muamele onun benzerine de uygulanır. Ben senin iTminden olan yalanlayıcılara emsaline muamele ettiğim şekilde muamele edeceğim. Ben onlara mühlet versem de onlar hakkındaki vaadimi mutlaka gerçekleştirecğim. "Şüphesiz ki Rabbinin yakalaması çok şiddetlidir." (Buruc, 85/12). O halde azabın derhal gelmesini bekleme.

Seleften bazı alimlerin görüşlerine göre, Firavun'un kavmine söylediği "Ben sizin yüce Rabbinizim" sözü ile Allah'ın helak etmesi arasında 40 sene geçmişti.

Buharî ve Müslim'in Sabitlerinde Ebu Musa el-Eş'ari'nin (r.a.) rivayet et­tiği Peygamberimiz'in (s.a.) şu hadisi yer almaktadır: "Şüphesiz ki Allah zali­me mühlet verir. Nihayet onu yakalayınca serbest bırakmaz." Sonra Efendimiz (s.a.) şu ayeti okudu: "İşte bazı zalim kasabaları (azapla) yakaladığı zaman Rabbinin yakalaması böyledir. Zira O'nun yakalaması acıklı ve şiddetlidir."

İşte geçmiş ümmetlerin yalanlama âdetleri böyledir. Cezaya gelince bu da Cenab-ı Hakk'm buyurduğu şekildedir.

"Biz nice zalim kasabaları helak ettik..." Nice halkı zalim olan yani pey­gamberlerini yalanlayan kasabaları helak ettik. Sonunda onların yurtlarının duvarları yıkılan tavanlarının üzerine çökmüştür. Yani evleri yıkıldı, hayatları söndü. Yahut tavanları aynı halde ve sağlam vaziyette durmakla birlikte evler bomboş kaldı.

Nice kör kuyular kaldı. Yani artık onlardan su çekilmez oldu. Su almak is­teyenler sebebiyle önceleri kuyu başında izdiham varken artık oralara kimse gelmez oldu. Nice muhteşem saraylar yıkıldı yahut içindekiler yok olunca öyle­ce kaldı.

Ayette geçen "meşîd" kireçle boyanmış yahut binası yüksek demektir.

Ayetin toplu manası şudur: Nice kasabaları helak ettik. Nice kuyuları sa­hipsiz, kör bıraktık ve nice muhteşem sarayları boş bıraktık. Önceki "muatta­la" kelimesi delâlet ettiğinden saraylar için "hali (bomboş)" kelimesi terk edil­di. Bu tıpkı şu ayet gibidir: "Zalim olan nice kasabaları toptan yok ettik." (En­biya, 21/11).

Sonra Cenab-ı Hak insanların olanlardan ve gördüklerinden ibret almala­rı zaruretine dikkatleri çekti ve şöyle buyurdu: "Onlar hiç yeryüzünde dolaşmı­yorlar mı? Böylece düşünecek kalpleri yahut işitecek kulakları olsun."

Bu ifade yolculuğa, düşünüp ibret almaya, basiretle tefekkür etmeye teş­viktir. Yani onlar ülkelere yolculuğa çıksalar ya! Böylece geçmiş kavimlerin akibetlerinden ibret alsınlar, olanları gözleriyle görsünler, onların bıraktıkları izlere şahit olsunlar, akıllarıyla sonuçlarını düşünsünler, haberlerini kulakla­rıyla işitsinler. Böylece gerçeklere vakıf olsunlar. Sebeplere muttali olsunlar, sırlan idrak etsinler. Müşahede ettikleri ve gördükeri şeylerden ibret alsınlar içinde bulundukları şirkten ve Rasulullah'ı (s.a.) yalanlamaktan vazgeçsinler, kendilerini yaratan Rablerine dönsünler.

Cenab-ı Hak ayrıca onlara kâinatta varlığına ve birliğine delâlet eden delil ve burhanları da ortaya koydu.

"Gerçek şudur ki: Gözler kör olmaz, ama asıl göğüslerdeki kalpler kör almr." Yani, gözleri kör oldukları için değil, sadece basiretleri köreldiği için dü-finmediler, ibret almadılar ve incelemediler. Körlük, gözlerin kör olması değil-dk. Asıl körlük gözleri sağlam olduğu halde basiretin körelmesidir. Zira onlar fikri güçlerini ve akıllarını kullanmadılar, işlerin gerçek yapısını araştırmadı­lar ve ibretlere nüfuz edemediler.

Razî şöyle demektedir: Bu ayet aklın, bilginin ta kendisi olduğuna, bilgi­sin de yerinin kalp olduğuna delâlet etmektedir. Zira "kendisiyle düşünecek kalpler" den maksat ilimdir, "kendisiyle düşünecek" ifadesi kalbin bu düşünme-je bir araç olduğuna delâlet etmektedir.[17]

Ayette aklı kalbe izafe etmiştir. Zira işitme duyusunun mahalli kulak ol-inğu gibi aklın mahalli de kalptir.

Cenab-ı Hak onların içinde bulundukları yalanlamayı açıkladı ve onların asabın gelmesiyle alay eden, taşkınlık yapan ahmak bir topluluk olduklarını «kretti ve şöyle buyurdu:

"Onlar senden azabın derhal gelmesini istiyorlar." Allah'ı, kitabını, pey­gamberini ve ahiret gününü yalanlayan o haddi aşan kâfirler onları korkuttu­run azabın hemen gerçekleşmesini istiyorlar.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Yine bir zaman onlar: Allah 'im! Eğer bu (Kur'an) senin nezdinden indirilmiş bir hak (kitap) ise gökten üzerimi-2u taşlar yağdır veya bize can yakıcı bir azap ver, demişlerdi." (Enfal, 8/32);

"Kâfirler: Ey Rabbimiz!. Hesap gününden önce payımıza düşen azabı he-mengönder, derler." (Sad, 38/16).

"Allah vaadinden asla caymaz." Azap hiç şüphesiz gelecektir, inecektir. Zi­ra Allah onlara verdiği vaadden dönmez. Bu vaad de kıyametin kopması, Al-ah'ın düşmanlarından intikam alması, dostlarına ikramda bulunmasıdır. Al­lah'ın onlara vaad ettiği şey bir müddet sonra bile olsa mutlaka onların başına gelecektir.

"Gerçekten Rabbinin yanında bir gün sizin saydıklarınızdan bin yıl gibi­dir." Yani şüphesiz Allah hilim sahibidir, acele etmez. O'nun hilminden ve uzun müddetleri kısa saymasındandır ki O'nun nezdinde bir gün sizin saydığınız gönlerden bin sene gibidir. Yani Rabbinin nezdinde ahirette onlara inecek azap gönlerinden bir günün azabının şiddeti dünya günlerinden bin seneye eşit olur. Onlar Rabbinin-azabına göre neredeler? Mahlûkatma göre bin sene O'nun hük­müne göre bir gün gibidir. O gayet iyi bilmektedir ki intikam almaya muktedir­dir. Ertelese, geciktirse ve mühlet verse de hiçbir şeyi ihmal etmez.

Bu ayet şu ayet gibidir: "Gökten yeryüzüne inen, emirleriyle bütün işleri idare edip yürüten O'dur. Sonra o işlerin neticesi (şudur): Sizin saydığınız yıl­larla bin yıl eden bir günde O'na yükselip arz edilir." (Secde, 32/5).

Kısaca: Onlar ahiretin azabının durumunu, azabın bu vasıflarını bilselerdi derhal gelmesini istemezlerdi. Allah'ın hikmeti mühlet verilmesini gerekli kıl­mıştır.

Müddet uzasa da, mühlet verilmesini ve fırsat tanınmasını te'kit etmek üzere Cenab-ı Hak şöyle buyurdu:

"Nice zalim kasabalara (önce) mühlet verdim. Sonra da onları (azabımla) yakaladım. Dönüş ancak banadır."

Yani pek çok kasabaya Allah mühlet vermiş ve onların azabını, helak ol­masını geciktirmiştir. Halbuki onlar zulümde -yani küfür ve masiyette- devam ettiler. Bu erteleme ile aldandılar. Sonra da onlara yani o kasabaların halkına azabı indirdim.

Azabın geciktirilmesi ihmal babında değil imhal (mühlet verme) babm-dandır. Nitekim sahih hadiste gelmiştir ki: "Şüphesiz ki Allah zalime mühlet verir. Nihayet onu yakalayınca hiç bırakmaz. [18]



Hz. Peygamberin (S.A.) Vazifesinin Belirlenmesi


49- De ki: Ey insanlar! Ben sizin için sa­dece apaçık bir uyarıcıyım.

50-  İman edip salih ameller işleyenlere mağfiret ve bol rızık vardır.

51- Ayetlerimiz hakkında bizi âciz bıra­kacakmış gibi (fesat çıkarmaya) gayret edenlere gelince, onlar da cehennemlik-



Açıklaması


Allah Tealâ Peygamberine (s.a.) kâfirler kendisinden azabın meydana gel­mesini, derhal inmesini istedikleri zaman onlara şöyle söylemesini emretmek­tedir:

Ey azabın acilen gelmesini isteyen müşrikler! Allah beni size şiddetli bir azabın öncesinde uyarıcı olarak gönderdi. Sizin hesabınızdan bana hiçbir şey toktur. Bilakis sizin işiniz Allah'a kalmıştır: Dilerse size azabı derhal indirir, illerse bunu erteler. Dilerse kendisine tevbe edenlerin tevbesini kabul eder. O dilediğini, istediğini ve ihtiyar ettiğini hiç şüphesiz yerine getirir. Buyuruyor M: "Allah hükmeder. O'nun hükmünü reddedecek hiçbir kimse yoktur. O hesabı süratli olandır." (Ra'd, 13/41).

Benim görevim uyarmayı ihtiva ettiği gibi müjdelemeyi de ihtiva etmekte-ür. Bu durum şu iki şekilde söz konusu edilmektedir:

1- "îman edip salih ameller işleyenlere mağfiret ve bol rızık vardır." Yani kalpleri inanan ve bu imanlarını amelleriyle tasdik edenlere geçmişte işledikle­ri günahlar için mağfiret, isterse güzel amellerinden az bir şey olsun güzel bir sevap, genişliği yeryüzü ve gökyüzü genişliğinde cennet vardır. Bol ve değerli -ızık Allah'ın şu ayetinde vasıflarını bildirdiği cennettir. "Orada canların çekti-t: ve gözlerin hoşlandığı her türlü nimet vardır. Sîz orada ebediyyen kalacaksı-:az."(Zuhrııff 43/71).

Peygamberimiz (s.a.) cenneti İmam Ahmed, Buharı, Müslim, Tirmizî ve Hni Mace'nin Ebu Hureyre'den (r.a.) rivayet ettikleri şu hadisiyle tavsif etmiş­tin "Cennette daha önce hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir beşer kalbine doğmayan nimetler vardır."

2- "Ayetlerimiz hakkında bizi âciz bırakacakmış gibi (fesat çıkarmaya) gay-nt edenlere gelince, onlar da cehennemliktirler. "Ayetlerimizi ortadan kaldırma­ya ve din davetini reddedip yalanlamaya gayret edenler ve insanları Hz. Pey­gamber'e (s.a.) uymaktan alıkoyanlar, bunu yaparken de bizi âciz bırakacakla­rını ve bizim emrimizden ve onları dirilteceğimizden kaçacaklarını ve bizim kendilerine muktedir olamayacağımızı zannedenlere gelince, bunlar da yakıcı ve acıklı olan, azabı ve işkencesi şiddetli olan cehennem ehlidirler. Orada daimî surette kalacaklardır. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "İnkâr eden se Allah'ın yolundan alıkoyanlara bozgunculuk yapmaları sebebiyle (hak ettik­leri) azabı kat kat artırırız." (Nahl, 16/88). Devamlılık cihetiyle onları "cehen-tem'in sahipleri diyerek" bir şeyin sahibine benzetmiştir. [19]



Vahyin Muhkem Kılınması Ve Şeytanlardan Korunması, Garanîk Kıssası


52-  Biz senden önce hiçbir rasul veya nebi göndermedik ki, o bir şey temenni ettiği zaman şeytan onun arzusuna bir takım şüpheler atmış olmasın. Fakat Al­lah şeytanın verdiği şüpheleri derhal giderir. Sonra Allah kendi ayetlerini muhkem kılar. Allah her şeyi en iyi bi­lendir, sonsuz hikmet sahibidir.

53- Böylece Allah şeytanın ortaya attığı şüpheleri kalplerinde hastalık bulunan­lar ve kalpleri katılaşanlar için bir im­tihan (vesilesi) kılar. Şüphesiz zalimler derin bir muhalefet içindedirler.

54- Ayrıca kendilerine ilim verilenler de bunun (Kur'an'ın) Rabbin tarafından gelen bir Hak (kitap) olduğunu bilip ona iman etsinler ve gönülden bağlan­sınlar. Şüphesiz ki Allah iman edenleri doğru yola iletir.

55-  İnkâr edenler kendilerine kıyamet ansızın gelinceye kadar veya kısır (hay­rı dokunmaz) bir günün azabı çatınca-ya kadar Kur'an'dan şüphe içinde kalır­lar.

56- O gün mülk Allah'ındır. Onların ara­larında O hüküm verir. İman edip salih ameller işleyenler "Naim" cennetlerin-dedirler.

57-  İnkâr edip ayetlerimizi yalanlayan­lara hakir düşüren bir azap vardır.



Açıklaması


Bu ayetlerin nüzul sebebinde geçen ifadelerden anlaşılmıştır ki, Garanîk kıssası zındıkların uydurduğu uydurma ve yalan bir kıssadır. Bunun için ayetlerin pek çok müfessirin yaptığı tefsire muhalif olarak daha başka bir şekilde tefsir edilmesi gerekir.

Şeytanın ortaya attığı sözlerin duyulan lafızlar olup bu sebeple fitnenin meydana geldiği hususunda hiçbir ihtilâf yoktur. Ancak alimler bu şeytanın or­taya atış şekli hususunda ihtilâf etmişlerdir. Fakat kesin olan husus Peygam­berimiz (s.a.), kendisinin masum olduğuna delâlet eden önceki ayetlerin delale­tiyle amel edilerek, kendisinin hevasından konuşmayacağından hareketle, şey­tanın ortaya attığı sözlerde ona uymadı. Nitekim şeytanın vesvese ile söylediği sözler onun lisanıyla tekrar edilmemiştir.

Bu ayetlerin en güzel te'vili Kurtubî'nin ifade ettiği gibi: Peygamberimiz Ista.) Rabbinin emrettiği şekliyle Kur'an'ı tertil üzere okuyor, kıraati esnasında -güvenilir ravilerin kendisinden rivayet ettikleri gibi- ayetlerin arasını ayırı-yordu. Böylece şeytanın bu sekteleri gözetmesi ve buraya uydurduğu bazı kelimeleri Peygamberimiz'in (s.a.) nağmesini taklit ederek sokması mümkün oluyordu. Böylece ona yakın olan kâfirler bunu işitiyor, bunu Peygamberimiz'in (s.a.) sözünden zannedip bu durumu yayıyorlardı. Bu sureyi daha önce Allah'ın indirdiği şekilde ezberledikleri için ve Peygamberimiz'in (r.a.) putları kötüle­mek ve ayıplamak hususundaki durumunu gayet iyi bildikleri için bu durum Müslümanlar yanında bir kusur sayılmıyordu.[20]

Buna göre ayetin manası: "Ya Muhammedi Biz senden önce hiçbir rasul veya nebi göndermedik ki, o Allah kelâmını okuduğu zaman şeytan onun kıra­atine ve tilâvetine bazı sözler ve batıl vesveseler atmasın." şeklindedir. "Hiçbir rasul veya nebi" ifadesi "rasul" ve "nebi'nin birbirlerinden ayrı olduğuna delildir. Aralarındaki fark Keşşaf müellifinin dediği gibi rasul nebilerden olup mucize ile birlikte kendisine kitap indirilen kimsedir. Nebi ise rasulden ayrı olup kendisine kitap indirilmeyen, ancak insanları kendinden önceki Peygam­berin şeriatına davet etmekle emrolunan kimsedir, (bk. Kelime ve ibareler)

"Fakat Allah şeytanın verdiği şüpheleri derhal giderir. Sonra Allah kendi ayetlerini muhkem kılar." Yani Allah şeytanın verdiği vesveseleri ve bazı kâfir­lerin sarıldıkları hurafeleri ortadan kaldırır. Sonra ayetlerini muhkem, sağlam ve sabit kılar. Karalama, bozma, ilâve etme ve eksikliği kabul etmez.

Bu durum, bugün bazı papazların İslam prensipleri ve esasları içerisine bazı yalan ve şüpheleri sokma, gerçekleri ters yüz etme, olayları değiştirme ve bazı ayetleri sahih olmayan bir şekilde te'vil etme teşebbüslerine benzemekte­dir. Sonra bu çirkin gayretler dağılacak, bu iftiralar güvenilir müslüman alim­ler ve başkaları vasıtasıyla çürütülecek ve bu okul kitapları ve bildirilerdeki yabancı ve sokma fikirler karanlığa gömülecektir.

"Allah her şeyi en iyi bilendir, sonsuz hikmet sahibidir." Yani Allah her şe­yi, peygamberine vahyettiği hususları, meydana gelecek iş ve olayları gayet iyi bilir. Ona hiçbir şey gizli kalmaz. O takdirinde, yaratmasında, emrinde ve fiil­lerinde hikmet sahibidir. Tam hikmet, sonsuz hüccet O'nundur. İftira edeni ifti-rasıyla cezalandırır. Hak müminler için açık seçik ortaya çıkar. Münafıkların gönüllerindeki karanlık dağılır.

İşte Allah'ın iki gurubun durumu hakkında açıkladığı gerçek de budur:

1- "Böylece Allah şeytanın ortaya attığı şüpheleri kalplerinde hastalık bu­lunanlar ve kalpleri katılaşanlar için bir imtihan vesilesi kılar." Yani şeytanın verdiği vesveseleri kalplerinde şüphe, şirk, küfür ve nifak bulunan münafıklar için ayrıca şeytan bazı kelimeleri ortaya atınca sevinen ve bunun şeytandan ol­duğu halde Allah tarafından gelen sahih ayetler olduğuna inanan müşrikler ve katı kalpli inatçı Yahudiler için imtihan ve deneme vesilesi kılar.

"Şüphesiz zalimler derin bir muhalefet içindedirler." Yani o kendi nefisleri­ne zulmeden münafık ve kâfirler, haktan ve doğrudan uzak, isyan ve Allah Te-alâ ve Rasulüne karşı muhalefet içindedirler.

2- "Ayrıca kendilerine ilim verilenler de bunun (Kur an m) Rabbin tarafından gelen bir hak olduğunu bilip ona iman etsinler ve gönülden bağlansınlar." Yani hakkı batıldan ayırd edebilecek faydalı ilme sahip olan, Allah ve Rasulü-ne iman edenler sana vahyettiğimiz kitabın Rabbinin ilmiyle ve himayesiyle indirdiği ve onu başka şeylerin karışmasından koruduğunu, Rabbinden gelen doğru, değişmez, hak kitap olduğunu bilsinler. Böylece onu tasdik etsinler, ona boyun eğsinler, kalpleri ona bağlansın, gönülleri onunla ürpersin, onun ahkâ­mı, adabı ve şeriatıyla amel etsinler.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Şüphesiz bu (Kur'an) çok değerli bir kitaptır. Ona batıl ne önünden, ne de arkasından sokulabilir. O sonsuz hik­met sahibi ve son derece övgüye lâyık olan (Allah) tarafından indirilmiştir." "Fussüet, 41/41-42).

"Şüphesiz ki Allah iman edenleri doğru yola iletir." Yani Muhakkak ki Al­lah, Allah'a ve Rasulüne iman edenleri dünya ve ahirette esaslı bir yola irşad eder. Dünyada onları hakka ve hakka uymaya irşad eder. Onları batıla karşı akmak, dinde müteşabih (manası zor ve karışık) olan hususları doğru bir şe­kilde te'vil etmek (yorumlamak), mücmel (fazla açıklanmamış) hususları açık bir şekilde belirtmek suretiyle batıldan kaçınmaya muvaffak kılar. Ahirette ise soları cennet derecelerine ulaştıran doğru yola iletir, onları cehennemin alt de­rekelerinden korur.

Birinci gurubun akibeti Cenab-ı Hakk'ın buyurduğu gibi olur: "İnkâr eden-~Dir kendilerine kıyamet ansızın gelinceye kadar veya kısır (hayrı dokunmaz) bir g-jnün azabı çatıncaya kadar Kur'an'dan şüphe içinde kalırlar."

Kâfirler bu Kur'an'dan veya Rasulullah'tan şek ve şüphe içinde kalırlar.

Yahut kâfirler kendilerine kıyamet -yahut kıyamet alâmetleri veyahut ciüm- hiç hissetmeksizin ansızın gelinceye kadar veya kısır bir günün -yani kı-jamet gününün yahut Bedir günü gibi yıkıcı bir savaş gününün- azabı gelip ça­tıncaya kadar kendilerine Kur'an okunduğu zaman şeytanın kalplerine attığı vesveselerden kuşku içindeydiler. Burada kıyamet küfürlerinin son noktası sa­yılmış, onların ancak kıyamet alâmetlerini görünce zorunlu olarak iman ettik­leri belirtilmiştir.

Ayette kıyamet günü "akim (kısır)" sıfatıyla tavsif edilmiştir. Zira o gün­cen sonra gece yoktur. Yahut savaş günü "akim" olarak tavsif edilmiştir. Zira.o gün annelerin çocukları öldürülür, anneler -çocuksuz kalacakları için- sanki hiç «Doğurmayan kısır kadınlar gibi olurlar. Yahut savaşçılara "savaşın çocukları" lakabı verilmiştir. Öldürüldükleri zaman bu gün mecaz yoluyla kısır olarak tavsif edilmiş olur.

İbni Kesir diyor ki: Her ne kadar Bedir günü onların tehdit edildiği şeyler cümlesinden olsa da, birinci görüş -yani "kısır gün" den maksadın "kıyamet gü-rnu" olması- doğru olan görüştür. Bunun içindir ki Cenab-ı Hak: "O gün mülk Allah'ındır. Onların aralarında O hüküm verir." buyurmuştur.

Ayetten murad şudur: Kâfirler helak oluncaya kadar küfürlerinde devam ederler, iman etmezler. "O gün mülk Allah'ındır. Onların aralarında O hüküm merir." Yani amellerin karşılığının verildiği sevap ve ceza günü olan kıyamet gününde hakimiyet ve tasarruf tek olan ve ezici güce sahip olan Allah'ındır. Al­lah onların aralarında hakla hükmeder. O son derece adil hüküm vericidir.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "O din gününün (ceza gününün) sahibidir." (Fatiha, 1/4).

"O gün gerçek hâkimiyet rahman olan Allah'ındır. O gün kâfirler için çok zor bir gündür. " (Furkan, 25/26).

Hükmün neticesi her iki grubun amellerinin karşılığını beyan ederken or­taya çıkmaktadır. Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:

"iman edip salih ameller işleyenler Naim cennetlerindedir." Yani kalpleri iman eden, Allah'ı, Rasulünü ve Kur'anı tasdik eden, Allah Tealâ'nın emirleri­ne itaat edip nehiylerinden kaçınmak suretiyle salih amellerden bildiklerinin gereği ile amel eden; kalpleri, sözleri ve amelleri birbirine uygun olan kimseler için değişmeyen ve sürekli olan ebedî Naim cennetleri vardır.

"İnkâr edip ayetlerimizi yalanlayanlara hakir düşüren bir azap vardır." Yani kalpleri hakkı reddedip inkâr eden, Kur'an'ı ve Rasulullah'ı yalanlayan, peygamberlere karşı çıkan, onlara tabi olmayıp kibirlenen kimselere Rableri nezdinde hakka karşı böbürlenmelerine ve Kur'an ayetlerinden yüz çevirmele­rine mukabil zelil kılıcı ve küçük düşürücü bir azap vardır.

Nitekim bir ayette: "Bana ibadet etmeyi kibirlerine yediremiyenler şüphe­siz rezil ve perişan olarak cehenneme gireceklerdir." (Gafîr, 40/60) buyurulmak-tadır. [21]



Nefislerini Müdafaa Etmek İçin Savaşan Muhacirlere Allah'ın Zafer Ve Cennet Vaadi


58- Allah yolunda hicret edip de sonra öldürülenleri veya ölenleri elbette Al­lah güzel bir rızıkla rızıklandırır. Şüp­hesiz Allah rızık verenlerin en hayırlı-sıdır.

59-  Elbette Allah onları memnun kala­cakları bir yere (cennete) koyacaktır. Şüphesiz ki Allah her şeyi en iyi bilen­dir, çok lütufkârdır.

60-  İşte kim kendisine yapılan zulme misli ile karşılık verirse sonra tekrar saldırıya uğrarsa elbette Allah ona yar­dım edecektir. Şüphesiz Allah çok affe­dicidir, çok bağışlayıcıdır.



Açıklaması


"Allah yolunda hicret edip de..." Allah yolunda muhacir olarak yola çıkan, Allah'ın rızasını kazanmak için ve O'nun nezdindeki lütuflara talip olarak va­tanlarını ve ülkelerini terk edenler ve sonra da cihad yolunda öldürülenler, ya­hut hiçbir savaş yapmaksızın yataklarında eceliyle ölenler bol ecir ve güzel öv­gü elde ettiler. Allah onlara cenneti bahşedecek ve cennetten lütfuyla onları rı-zıklandıracaktır. Şüphesiz Allah rızık verenlerin ve lütufta bulunanların en ha-yırlısıdır. Dilediğine hesapsız olarak verir.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Kim evinden Allah ve Rasulü için hicret etmek gayesiyle çıkar da sonra ona ölüm gelirse şüphesiz ki onun mükâ­fatı Allah'a aittir." (Nisa, 4/100).

Bu "güzel rızık" Cenab-ı Hakk'ın buyurduğu şekildedir: "Elbette Allah onları memnun kalacakları bir yere (cennete) koyacaktır..." Allah yolunda hicret enlen bu mücahidleri elbette razı olacakları değerli bir makama -cennete- koyacaktır.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Eğer o kimse Allah'ın rahme-ame yaklaştırılanlardan ise, onun için huzur, güzel rızık ve Naim cenneti var->âar~ (Vakıa, 56/88-89).

Şüphesiz ki Allah niyetleri, maksatları ve durumları bilir. O çok lütufkâr- Yani onların kendisine hicret etmeleri ve sadece kendisine tevekkül etmele­ri sebebiyle lütfeder, günahlarını affeder, bağışlar. O yalanlayanlara cezayı der-kal indirmez. Böylece onlara tevbe, Allah'a yönelme ve iman etme fırsatı bırakır.

"İşte kim kendisine yapılan zulme misli ile karşılık verirse..." İşte öldürü­len, veya ölen muhacirlere verilen vaadin yerine getirileceği hususunda sana anlattıklarımız bunlardır. Kim haksız yere öldürülürse yahut müşriklerden ■Biininlere saldırılırsa sonra da bu mümin hicret etmeye ve vatanından aynl-ınıuçya zorlanırsa ve ona savaş açılırsa elbette Allah ona çok kuvvetli bir şekilde «aidim edecektir. "Şüphesiz Allah çok affedicidir, çok bağışlayıcıdır." Yani Al­lak müminlere müsamaha eder, kendilerine lâyık olan amelleri terk ettikleri

n onların hatalarını bağışlar. Burada insanlar suçluyu affetmeye teşvik «örnektedir.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Kim müsamaha gösterip barışırsa amam mükâfatı Allah'a aittir." (Şûra,42/40); "Sizin affedici olmanız takvaya da-pıc yakındır." (Bakara, 2/237). Burada af ve mağfireti zikretmesi sebebiyle Al­m ceza vermeye kadir olduğuna delâlet vardır. Zira daha önce de açıkladığı­mız gibi, zıddına -yani cezalandırmaya- muktedir olan afla tavsif olunabilir. [22]



Allah Teala'nın Kudretinin Delilleri


61- Bu, gerçektir. Zira Allah geceyi gün­düze katar, gündüzü geceye katar. Al­lah her şeyi çok iyi işitir, çok iyi görür.

62- Bu, gerçektir. Çünkü Allah hakkın ta kendisidir. Müşriklerin O'ndan baş­ka yalvardıklari şeyler ise batılın ta kendisidir. Allah çok yüce ve çok bü­yüktür.

63- Allah'ın gökten su indirdiğini ve bu­nunla yeryüzünün yemyeşil olduğunu görmüyor musun? Şüphesiz ki Allah lütfü bol olandır, her şeyden haberdar­dır.

64-  Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. Şüphesiz ki Allah hiçbir şeye muhtaç değildir, son derece övgüye lâ­yıktır.

65- Allah'ın yeryüzünde olan her şeyi ve O'nun emriyle denizlerde seyreden ge­mileri sizin hizmetinize verdiğini, ken­disinin izni olmadan yere düşmesin di­ye göğü tuttuğunu görmüyor musun? Şüphesiz Allah insanlara çok şefkatli ve çok merhametlidir.

66-  Size hayat veren, sonra öldüren, sonra da sizi tekrar diriltecek olan sa­dece O'dur. Doğrusu insan çok nankör­dür.



Açıklaması


Allah Tealâ bu ayetlerde sonsuz kudretine ve geniş ilmine çeşitli deliller getirdi. Her şeye kadir olan, her şeyi bilen yardım etmeye de kadirdir. Cenab-ı Hak buyuruyor ki:

1- "Bu, gerçektir. Zira Allah geceyi gündüze katar, gündüzü geceye katar..." "Sani önceki ayette zikredilen ilâhî yardım Allah'ın her şeye kadir olması sebe­biyledir. Zira O geceyi gündüze katar, gündüzü geceye katar. Yani birini artırır­ken, diğerini eksiltir. Birine birkaç saat ilâve ederken diğerinden bu kadar ek­siltir. Bazan kışın olduğu gibi gece uzar, gündüz kısalır, bazan da yazın olduğu gibi gündüz uzar gece kısalır. Buna kadir olan mazluma yardım etmeye, itaat edene sevap vermeye, asi olana ceza vermeye elbette kadirdir.

"Allah her şeyi çok iyi işitir, çok iyi görür." Bu Allah'ın her duayı veya her sözü çok iyi işitmesi, her ameli veya her hali çok iyi görmesi, yerde ve gökte hiçbir şeyin O'na gizli kalmaması sebebiyledir.

Bunun manası şudur: Yüce Allah mahlûkatmda dilediği gibi tasarruf eden bir yaratıcı, hükmünü değiştirecek bir güç bulunmayan yegâne hüküm verici­dir.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "De ki: Ey mülkün gerçek sahibi olan Allahım! Sen mülkü dilediğine verir, dilediğinden çekip alırsın. Dilediğini aziz, dilediğini zelil edersin. Hayır senin elindedir. Şüphesiz ki sen her şeye ka­dirsin. Sen geceyi gündüze katar, gündüzü de geceye katarsın. Sen ölüden diriyi ;ıkarırsın, diriden de ölüyü çıkarırsın. Dilediğini de hesapsız rızıklandırırsın." (Al-i İmran, 3/26-27).

Bu yüce kudretin sebebi de şu ayette belirtilmiştir: "Bu gerçektir. Çünkü Allah hakkın ta kendisidir. Müşriklerin O'ndan başka yalvardıkları şeyler ise batılın ta kendisidir." Yani yukarıda geçen kâmil kudretin ve tam ilmin Allah'a ait olduğu şeklindeki vasıflar Allah'ın hakkın ta kendisi olması, varlığı kendi­siyle kaim değişmez, eşi, benzeri ve ortağı bulunmaz bir varlık olması sebebiy­ledir.

Yani O, varlığın yegâne kaynağıdır. O, ibadet ancak kendisine lâyık olan gerçek ilâhtır. Çünkü O, ulu hakimiyet sahibidir. Her şey O'na muhtaçtır, O'nun huzurunda boyun eğmeye mahkûmdur. Müşriklerin O'ndan başka yal­vardıkları, taptıkları ilâhlar, putlar, heykeller ve Allah'tan başka kendisine ta­pılan her şey batılın ta kendisidir. Hiçbir şey yapmaya muktedir değildirler. Ne zarar ne de fayda verebilirler. Bunlar âciz ve zayıftırlar, kadir olan Rablerine bağlılık için yaratılmışlardır.

"Allah çok yüce ve çok büyüktür." Yani Allah Tealâ kudreti ve azametiyle her şeyden yücedir. Kendisinin ortağı olmasından uzak, çok büyüktür. O ken­disinden daha azametli bir varlık olmayan muazzam bir varlıktır. Şanı kendi­sinden daha üstün olan bulunmayan yücedir. Kendisinden daha büyük olma­yan bir büyüktür. O'ndan daha aziz ve hakimiyeti O'ndan daha büyük hiçbir varlık yoktur. Nitekim şöyle buyuruyor. "O çok yücedir, çok uludur." (Bakara, 2/255); "O çok büyüktür, yüceler yücesidir." (Ra'd, 13/9).

Anlatılmak istenen husus şudur: Putperest kimselerin ve benzerlerinin her şeyi elinde tutan ve her şeye kadir olan varlığa (Allah'a) ibadet etmeyi terk edip de ne kendisi için, ne de başkaları için fayda ve zarar verebilen varlıklara tapmaları nasıl doğru olabilir?

2- "Allah 'in gökten su yağdırdığını ve bununla yeryüzünün yemyeşil oldu­ğunu görmüyor musun1?" Yani ey bu hitabın muhatabı olan kişi! Allah'ın rüz­gârları gönderdiğini, bunların bulutları harekete geçirdiğini ve üzerinde bitki bulunmayan kuru ve çorak toprağa yağmur yağdırdığını ve bu toprağın kuru ve verimsiz halinden sonra gayet güzel renkli ve gayet hoş şekillerdeki bitki ve çiçeklerle yemyeşil, güzel bir manzaraya büründüğünü bilmiyor musun?

Halil diyor ki: Ayetin manası: "Dikkat et! Allah gökten su indirip yeryüzü şöyle şöyle oldu." demektir.

"Şüphesiz ki Allah lütfü bol olandır, her şeyden haberdardır." Yani Allah çok merhametlidir, kullarına lütufla muamele edendir. Onların geçimlerini dü­zene koyar, ilmi ve lütfü her şeye ulaşır. Yeryüzünün her tarafında olan ne ka­dar küçük olursa olsun en küçük tanelere varıncaya kadar her şeyi bilir. Mah-lûkatmın istifade edeceği şeylerden, menfaaatlerinden ve durumlarından ha­berdardır. Hiçbir şey O'na gizli kalmaz. O iradesiyle onların menfaatlerini ger­çekleştirir.

Nitekim Cenab-ı Hak Hz. Lokman'ın (a.s.) şu sözünü nakletmektedir: "Yavrum! Yaptığın şey bir hardal tanesi ağırlığı kadar olsa, bir kayanın içinde gizlenmiş olsa da Allah mutlaka onu meydana çıkarır. Şüphesiz Allah lütfü bol olandır, her şeyden haberdardır." (Lokman, 31/16).

"Gerek yerde gerekse gökte zerre kadar bir şey dahi Rabbinden gizli değil­dir. Bundan daha küçüğü ve daha büyüğü yoktur ki apaçık bir kitapta kayıtlı olmasın. " (Yunus, 10/61).

3- "Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. Şüphesiz ki Allah hiçbir şe­ye muhtaç değildir, son derece övgüye lâyıktır." Yerde ve göklerde bulunan her şey yaratık, mülk ve kul olarak Allah'ındır.

Yani bütün her şey O'nun yarattığı, O'nun mülkü ve O'na kuldur. O'nun emrine boyun eğmiş, teslim olmuştur. Bunlarda O dilediği gibi tasarruf eder. O £endisi dışındaki her şeyden müstağnidir. Her şey O'na muhtaçtır. O'nun hu-nırunda kuldur. Bu, herşeyi kaplayan ilâhî kudretin başka bir delilidir.

4- "Allah'ın yeryüzünde olan her şeyi... sizin hizmetinize verdiğini görmü­yor musun?" Ey insanoğlu! Allah'ın hayvan, cansız varlıklar, maden, ekin ve meyveler gibi insanların çeşitli işlerinde yararlanmaları için yerin içinde ve dı­şında bulunan her şeyi sizin emrinize verdiğini bilmiyor musun?

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "O, göklerde ve yerde bulunan her şeyi kendinden bir lütuf olarak sizin hizmetinize vermiştir."

"... ve O'nun emriyle denizlerde seyreden gemiler." Yani Allah bir ülkeden diğer bir ülkeye, bir bölgeden diğer bir bölgeye yürütmesi ve hizmete amade •olmasıyla yolcu ve eşyayı taşımak için denizlerde seyir halinde olan gemileri -izin hizmetinize vermiştir. Böylece ihtiyaç maddeleri ile faydalı malzemelerin alışverişi yapılır, insanlar birbirleriyle yardımlaşarak geçimlerini temin eder-Ler. Bununla ihtiyaç duydukları ve istedikleri şeyleri gerçekleştirirler.

"Kendisinin izni olmadan yere düşmesin diye göğü tuttuğunu görmüyor **ıusunV Yani Allah gökyüzünü içinde bulunan gezegen ve yıldızlarla birlikte yer çekimi kuvvetiyle herbirine ait değişmez bir yörünge tahsis etmek suretiyle iradesi ve dilemesiyle korumaktadır. Dileseydi gökyüzüne izin verir, o da yere düşer ve yerde bulunanların tamamı helak olurdu.

Fakat O lütfunun, rahmetinin ve kudretinin gereği olarak kendisinin izni ve emri olmaksızın yere düşmesin diye göğü tutmaktadır. Bu kıyamet günü siacak, o gün yıldızlar düşecek ve semalar çatlayacaktır.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Gökyarddığı zaman... Yıiclız-itzr dağılıp döküldüğü zaman..." (İnfitar, 82/1-2).

Eğer bu hassas sistem olmasaydı yıldızlar birbirleriyle çarpışır, yeryüzü Tisainde bulunanlarla birlikte helak olurdu.

"Şüpûestz Attaû msanJara çok şeföatâ ve çok merûametödır. " Yâni Allah "sala zulmetmelerine rağmen insanlara karşı çok şefkatli ve çok merhametli-rr. Onlara yerin ve göğün güzelliklerini vermiş ve onları kendisinin varlığı ve Terliğini kâinattaki açık ayetlerin delaletiyle anlamalarına irşad etmiştir.

5- "Size hayat veren, sonra öldüren, sonra da sizi tekrar diriltecek olan sa-iex O'dur." Sizi yoktan var eden, zikre değmeyecek bir şey halinden sizi yara­ttı, ecelleriniz ve ömürleriniz bitince de bir örtü ve nimet sayılan ölümle sizi iûdıiren, sonra da kıyamet günü sizi tekrar diriltecek olan O'dur.

Burada ifade için münasip sigalarm tercih edildiği dikkati çekmektedir. Zira önce mazi sigası ile ifade etti. Çünkü olay tamamlanmış ve meydana gel­miştir. Sonra beklenen merhale olan ölüme, sonra da ahiret alemindeki yeni hayata işaret etti.

"Doğrusu insan çok nankördür." Yani insan Allah'ın nimetlerini çok inkâr eder. Bu nimetlerin değerini takdir etmez. Allah'tan başka sahte ilâhları terk edip Allah'a ibadete ve Onu bir olarak tanımaya yönelmez. Bu ayet tıpkı şu ayet gibidir: "Şüphesiz insan Rabbinin nimetlerine karşı pek nankördür." (Adi-yat, 100/6).

Bu ayetin benzeri ayetler de vardır: "Allah'ı nasıl inkâr edersiniz? Halbuki siz ölüler idiniz, sizi O diriltti. Sonra öldürecek, sonra tekrar diriltecektir. Niha­yet O'na döndüreleceksiniz." (Bakara, 2/28).

"De ki: Allah size can verir, sonra öldürür, daha sonra geleceğinde şüphe ol­mayan kıyamet gününde sizi bir araya toplar." (Câsiye, 45/26). [23]



Her Ümmetin Kendisine Uygun İbadet Yolu Ve Usulü Vardır


67- Biz her ümmete bir ibadet yolu ver­dik. Onlar da o şeriata göre amel etmiş­lerdir. O halde onlar bu hususta seninle asla çekişmesinler. Sen Rabbine davet et. Şüphesiz ki sen dosdoğru bir hida­yet üzerindesin.

68-  Eğer seninle münakaşa ederlerse, de ki: "Allah yaptıklarınızı en iyi bilen­dir."

69- Allah kıyamet günü, ayrılığa düştü­ğünüz hususlarda aranızda hüküm ve­recektir.

70- Allah'ın gökte ve yerde olan her şeyi gayet iyi bildiğini bilmiyor musun? Şüphesiz ki, bu bir kitapta sabittir. Gerçekten bu Allah'a pek kolaydır.



Açıklaması


"Biz her ümmete bir şeriat verdik. Onlar da o şeriata göre amel etmişler-tmr." Cenab-ı Hak her kavme  zaman ve mekânın gerekleriyle ayrıca değişim, gelişim ve insan aklının olgunlaşması gibi ilâhî kanunlarla uyumluluk arz e-den kendisiyle amel edecekleri bir kulluk sistemi yani şeriat ve ibadet tarzı, gayet üstün bir metot verdiğini bildirmektedir.

Bundan dolayı Cenab-ı Hak maddeye sımsıkı bağlanma hastalığını tedavi etmek için Hz. Musa'ya bir parça şiddetli hükümleriyle Tevrat'ı indirdi. Daha sonra da ruhu tedavi etmek, sevgiyi yaygınlaştırmak, sadece bir takım görün­tülere, şekillere ve merasimlere önem verme yerine dinin özüne önem vermek esaslarıyla birlikte Tevrat'ın hükmünü tamamlayıcı olarak İncil'i indirdi.

İnsan aklı olgunlaşınca da hak düsturunun esaslarını iyice yerleştirmek, madde ile manaya aynı derecede önem vermek, ilmin standartlarına ağırlık vermek ve aklı kullanmak üzere Kur'an'ı indirdi. Böylece "İslâm" bütün insan­lığı kaplayan, medeniyet esaslarını koyan ilk din oldu ve O'nun şeriatı bütün şeriatlar arasında orta yolu tutan şeriat oldu. Ondan önceki dinler geldikleri zamanla uyum sağlayan dinlerdi.

"O halde onlar bu hususta seninle asla çekişmesinler." Şeriatlardaki sürek­li gelişim bu ise ya Muhammed senin muasırlarının din hususunda münakaşa etmeleri uygun değildir. Zira her ümmet için geldiği zamana uygun hususî bir şeriat vardır. Sonra eski mensuplarına has olan, rolünü tamamlayan ve artık amel edilmesi geçerli olmayan bu eski Şeriatları ortadan kaldırmak üzere Kur'an gelmiştir.

Ya Muhammed! Sen onların seninle çekişmelerinden etkilenme. Bu seni üzerinde bulunduğun haktan çevirmesin. Dinin üzerinde sarsılmayan ve yu-muşamayan bir sebatkârlıkla sebat eyle. Bu ayetle anlatılmak istenen Rasulul-lah'm (s.a.) gayretini heyecanlandırmak ve O'nun dininde daha fazla sebatkâr olmasını temin etmektedir.

"Sen Rabbine davet et. Şüphesiz ki sen dosdoğru bir hidayet üzerindesin." Sen o münakaşa edenleri ve başkalarını yani bütün insanları Rabbinin yoluna ve hak dine davet et. Çünkü sen dünya ve ahiret saadetine ulaştıran açık doğ­ru bir yol üzerindesin. Bu aynen şu ayet gibidir: "Allah 'm ayetleri sana indiril­dikten sonra sakın kâfirler sana engel olmasınlar. Sen Rabbine davet et, sakın müşriklerden olma." (Kasas, 28/87).

"Eğer seninle münakaşa ederlerse de ki: Allah yaptıklarınızı en iyi bilen­dir." Yani onlar bu delilleri bırakıp hak ortaya çıktıktan sonra münakaşa ve batılla mücadele yoluna dönerlerse tehdit ve vaîd yoluyla onlara şöyle de: Allah sizin yaptıklarınızı da benim yaptıklarımı da gayet iyi biliyor. Herkese ameliy­le karşılık verecektir. "Seni yalanlıyorlarsa onlara de ki: Benim yaptığım bana sizin yaptığınız da sizedir. Siz benim yaptıklarımdan uzaksınız. Ben de sizin yaptıklarınızdan uzağım." (Yunus, 10/41);

"O, ayetleri üzerinde yaptığınız taşkınlıkları çok iyi bilir. Benimle sizin aranızda şahit olarak O yeter." (Ahkaf, 46/8). Zira delillerin açıklanmasından sonra ancak bu çeşit tehdit ve sakındırma vardır. Bu sebepledir ki Cenabı Hak şöyle buyurmuştur:

Allah kıyamet günü ayrılığa düştüğünüz hususlarda aranızda hüküm verecektir." Allah kıyamet gününde inanç ve din hususunda ihtilâf ettiğiniz konu­larda sizden olan müminlerle kâfirler arasında cennetle cehennem, sevap ile ceza arasında kesin bir karşılık verir. Birincisi kabul edenlere, ikincisi reddedenleredir. O zaman hakkı batıldan, haklıyı haksızdan ayırırsınız.

Kısaca: Ayetler Allah'ın şeriatına ve dinine davette devam etmeyi, gösterişçilerin mücadelesine ve geri kalanların da engellemesine aldırış etmeden insanlar arasında ayırım yapmamayı emretmektedir. Zira davetçi gayet açık hak yol üzerinedir.

Nitekim Cenabı Hak şöyle buyurmaktadır: "İşte bunun için sen onları davet et. Emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Onların heva ve heveslerine uyma. Onlara de ki: Ben Allah'ın indirdiği bütün kitaplara iman ettim. Aranızda adaleti hakim kılmakla emrolundum. Bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbiniz Allah'tır. Bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz sizedir. Bizimle sizin aranızda hiçbir mesele yoktur. Allah bizi bir araya getirecektir. Dönüş ancak O'nadir." (Şûra, 42/15).

Daha sonra Cenab-ı Hak mahlûkatı ve yaratılmadan önce bütün kâinatı mükemmel manada bildiğini iyilik yapanla kötülük yapanların lâyık oldukları durumları bildirerek şöyle buyurdu:

"Ey Rasulüm!. Hitap her ne kadar Ona ise de murad edilen bütün insanlardır. Sen gayet iyi biliyorsun ki Allah'ın ilmi göklerde ve yerde olan her şeyi ihata eder. Yerde ve gökte zerre ağırlığınca bir şey O'ndan gizli kalmaz. Allah Tealâ varlıkları henüz daha meydana gelmeden bilir. Bunu Levh-i Mahfuz'da yazmıştır. Kıyamete kadar olacak her şeyin yazılması ve bunun kâmil bilgisi ve Kıyamet günü kullarının arasında hüküm vermesi Onun için basittir, kolaydır. [24]



Müşriklerin Bazı Batıl İnançları Ve Onlara Sinekle Meydan Okunması


71-  Onlar Allah'ı bırakıp da Allah'ın kendileri hakkında hiçbir delil indir­mediği, kendilerinin de haklarında hiç­bir bilgileri olmadığı şeylere taparlar. Zalimlerin hiçbir yardımcıları yoktur.

72-  Onlara açık açık ayetlerimiz okun­duğu zaman kâfirlerin yüzlerinden in­kârlarını anlarsın. Neredeyse ken­dilerine ayetlerimizi okuyanların üze­rine saldıracaklar. De ki: Size bundan daha kötü bir şey haber vereyim mi? Ateş, Allah onu kâfirlere vaad etmiştir. O ne kötü bir dönüş yeridir.

73-  Ey insanlar! Size bir misal verildi, şimdi onu dinleyin: Sizin Allah'ı bırakıp da yalvardıklarınız hepsi bir araya top-lansalar da bir sinek bile yaratamazlar. Eğer sinek onlardan bir şey kapacak ol­sa, bunu ondan geri alamazlar. İsteyen de âciz, istenen de!

74-   Onlar Allah'ı  lâyıkıyla  takdir edemediler. Şüphesiz ki Allah mutlak kuvvet sahibidir, her şeye galiptir.

75- Allah meleklerden de, insanlardan da elçiler seçer. Şüphesiz Allah her şeyi işitendir, her şeyi görendir.

76-  O onların geçmişini de, geleceğini de bilir. Bütün işler ancak Allah'a dön­dürülür.



Açıklaması


Bu ayetler müşriklerin bilgisizliklerine, inkarcılığına ve basitliklerine delâlet eden bazı batıl inançlarını dile getirmektedir. Cenab-ı Hak şöyle buyur­maktadır:

1- "Onlar Allah'ı bırakıp da Allah'ın kendileri hakkında hiçbir delil indir­mediği, kendilerinin dahi haklarında hiçbir bilgileri olmadığı şeylere taparlar." Yani o müşrikler Allah'tan başka ilâhlara taparlar. Onlara tapmak hususunda ne aklî, ne de naklî delilleri vardır. Allah da onlara tapınma hususunda hiçbir hüccet veya burhan indirmemiştir. Naklî ve sem'î delilden maksat ve "Allah kendileri hakkında hiçbir delil indirmemiştir." ifadesiyle anlatılmak istenen budur.

Onların aklî hiçbir delilleri de yoktur. "Kendilerinin de onların haklarında hiçbir bilgileri yoktur." ifadesiyle murat edilen budur.

Bu konuda kabul edilebilecek hiçbir delil olmayınca bu davranış babaları ve geçmişi taklit etmek yahut bilgisizlik veya şüphecilikten başka bir şey değil­dir. Bunların hepsi de batıldır.

Bu ayetin benzeri şu ayet vardır: "Kim hakkında hiçbir delil olmadığı hal­de Allah'la birlikte bir başka ilâha taparsa onun hesabı ancak Rabbinin nez-dindedir. Kâfirler elbette kurtuluşa eremezler." (Müminûn, 23/117).

1- Ayette kâfirin kendisinin kâfir olduğunu bilmeden de kâfir olabileceğine işaret edilmektedir. Ayrıca bilgisizlik üzerine kurulu taklitçiliğin de fasit ol­duğuna delil vardır.

"Zalimlerin hiçbir yardımcıları yoktur." Yani kendi nefislerine zulmeden kâfirlerin başlarına gelecek azap ve ceza hususunda Allah'a karşı kendilerine yardım edecek hiçbir yardımcıları yoktur.

2- "Onlara açık açık ayetlerimiz okunduğu zaman kâfirlerin yüzlerinden inkârlarını anlarsın." Yani müşriklere Kur'an ayetlerini ve Allah'ın birliğine, Allah'tan başka ilâh olmadığına ve O'nun değerli peygamberlerinin hak ve ger­çek olduklarına apaçık delâlet eden hüccet ve delilleri zikrettiğin zaman on­ların yüzlerinde kin ve kızgınlık alâmeti belirir, kalpleri kin ve nefretle dolar.

"Neredeyse kendilerine ayetlerimizi okuyanların üzerine saldıracaklar." Yani az kalsın kendilerine Kuranın sahih delilleriyle hüccet getirenlere hücum edecekler, ellerini ve dillerini kötülükle onlara uzatacaklar. Bu onların kalp­lerinin küfürle kaynadığına, bilgisizlik, inatçılık ve inkarcılığın onlara hakim olduğuna nihayet bunu tedavi etmekten ümitsiz olup peygamberlere ve müminlere karşı isyankâr olduklarına delâlet etmektedir.

"De ki: Size bundan daha kötü bir şeyi haber vereyim mi? Ateş. Allah onu kâfirlere vaad etmiştir. O ne kötü bir dönüş yeridir." Yani ya Muhammed! O müşriklerin tehdidine karşılık şunu söyle: Size şu kalbinizi dolduran kininiz­den daha kötüsünü haber vereyim mi? Bu Allah'ın kâfirlere vaad ettiği cehen­nem ateşidir. Onun azabı ve işkencesi sizin dünyada Allah dostları olan müminleri korkuttuğunuz şeylerden daha şiddetli, daha ağır ve daha büyük­tür. Sizin iddianız ve arzunuza göre fiilen müminlere yaptığınız eziyetlerden daha büyüktür. O ne kötü bir dönüş yeridir. Cehennem sığmak ve makam olarak sizin için ne kötüdür! Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Gerçekten orası ne kötü bir mekân, ne kötü bir durulacak yerdir." (Furkan, 25/66).

Daha sonra Cenab-ı Hak putları tahkir etmeye ve onlara tapanların beyinsizliklerine ve onların iddialarına göre Allah'a eş ve benzer olan putların durumlarını beyan etmeye dikkat çekti ve şöyle buyurdu:

"Ey insanlar! Size bir misal verildi. Şimdi onu dinleyin." Yani sizin Al­lah'tan başka taptığınız putlar ve ortaklar tek bir sineği yaratmaya muktedir değildirler. Hatta bu iş için bütün bu mabudlar toplanıp işbirliği yapsalar bile...

İmam Ahmed, Ebu Hureyre'den (r.a.) -merfû olarak- şu hadis-i kudsiyi rivayet etmektedir: "Benim yarattığım gibi yaratmaya teşebbüs edenden daha zalim kim olabilir? Haydi onlar yarattığım gibi bir mısır tanesi veya bir sinek yahut bir yılan yaratsınlar, bakalım!"

Buharî ve Müslim bu hadisi başka bir lafızla rivayet etmişlerdir: "Allah Tealâ buyurdu ki: Benim yarattığım gibi yaratmaya teşebbüs edenden daha zalim kim olabilir? Haydi Onlar bir mısır tanesi, bir arpa tanesi yaratsınlar, bakalım!"

"Eğer sinek onlardan bir şey kapacak olsa bunu ondan geri alamazlar. îs-teyen de âciz, istenen de!" Yani onlar tek bir sineği yaratmaktan aciz oldukları gibi bundan da kötüsü onlar o sineğe karşı çıkmak ve ona galip gelmekten de âcizdirler. Sinek Allah'ın mahlûkatınm en zayıfı olduğu halde sinek onlardan bir şey alacak olsa ondan bunu kurtarmaya muktedir olamazlar. Bunun içindir ki Cenab-ı Hak: "İsteyen de âciz, istenen de!" buyurdu. Yani isteyen varlık yani kendisine tapılan sahte tanrı istenen sinekten bir şey geri almaktan âcizdir. Yahut puta tapan da güçsüz, kendisine tapılan put ta güçsüzdür.

Bu onların bilgisizliklerine ve ahmaklıklarına delâlet etmektedir. Çünkü kul genellikle mabuddan fayda elde etmeyi yahut zararın engellenmesini bek­ler. Puta tapan kendisi için hiç bir şey gerçekleştirmez. Bu da putun hakîr bir varlık olduğuna ve güçsüzlüğüne, ona tapan kimsenin de ahmaklığına delâlet eder. Böyle birşeyin ibadette Allah'ın benzeri sayılması nasıl doğru olabilir?

Daha sonra Cenab-ı Hak onların boş şeylerle uğraştığını, bilgisizliklerini ve Allah Tealâ'nın hakkını lâyıkıyla tanımadıklarını te'kit ederek şöyle buyurdu:

"Onlar Allah'ı lâyıkıyla takdir edemediler. Şüphesiz ki Allah mutlak kuv­vet sahibidir, her şeye galiptir." Yani onlar güçsüzlükleri sebebiyle sineğe bile karşı koyamayan bu cansız mahluklar gibi varlıklara Allah'la birlikte tapınca onlar Allah'ın kıymetini ve azametini bilemediler, O'nu hakkıyla ta'zim edemediler.

O kudreti ve kuvvetiyle her şeye kadir olan, her şeyi yaratan, mutlak kuv­vet sahibi ve her şeye kadir olan; her şeyden üstün olan, her şeyi ezebilen, her şeye galip olan Allah'tır. İzzeti, azameti ve hakimiyeti sebebiyle o yenilmez ve engellenmez. İbadet ve tazime lâyık olan Odur.

Bu ayetin benzerleri çoktur. Bunlardan bir kaçı şunlardır: "Bütün varlık­ları yoktan var eden ve sonra da tekrar diriltecek olan O'dur. Bu O'na pek kolaydır." (Rum, 30/27);

"Şüphesiz ki Rabbinin yakalaması çok şiddetlidir. Yoktan var eden de, tek­rar dirilten de sadece O'dur." (Burûc, 85/12-13);

"Şüphesiz ki rızık veren, mutlak kudret ve kuvvet sahibi olan ancak Al­lah'tır. " (Zâriyat, 51/58).

Daha sonra Allah Tealâ'nın beyanı peygamberlikle ilgili konulara geçti. Cenab-ı Hak şöyle buyurdu:

"Allah meleklerden de insanlardan da elçiler seçer." Yani Allah vahyi peygamberlere bildirmek için meleklerden elçiler seçer. Bu ilâhi mesajı kullara iletmek için de dilediğine göre ve iradesine uygun olarak insanlardan elçiler seçer.

Denilmiştir ki: Velid b. Mugire: "Kur'an bizim içimizden birine inseydi ya!" demiş, bunun üzerine bu ayet inmiştir.

"Şüphesiz ki Allah her şeyi işitendir, her şeyi görendir." Yani kullarının söz­lerini işitir, onları görür, peygamberlik için seçilmeye lâyık olan kimseleri gayet iyi bilir.

"O onların geçmişini de geleceğini de bilir." Yani meleklerin, peygamber­lerin ve mükelleflerin geçmiş durumlarını da, gelecek durumlarını da tam bir ilimle bilir. Ona onların durumundan hiçbir şey gizli kalmaz.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Gaybı O bilir, kimseye gaybı göstermez. Ancak peygamber olarak seçtiği kimse bunun dışındadır. Çünkü Al­lah, seçtiği peygamberin önüne ve ardına gözetleyici koyar. Bu, peygamberlerin Rablerinin emirlerini tebliğ ettiklerini bilmesi içindir. Allah onların ne yaptık­larını bütün incelikleriyle bilir. O her şeyi bir bir saymıştır." (Cin, 72/26-28).

"Bütün işler sonunda ancak Allah'a döndürülür." Yani kıyamet gününde bütün işlerin dönüşü Allah'adır. Ondan başkasının ne emir verme, ne de yasak koyma hakkı vardır.

Bu tam kudrete, ilâhlık ve hakimiyetin sadece Allah'a ait olduğuna işaret­tir. Allah Tealâ'nm "...bilir" ifadesi ve "Bütün işler sonunda Allah'a dön­dürülür. " ifadesi topluca günaha teşebbüsü reddetmeyi ihtiva etmektedir. [25]



Kesin Hükümler


77-  Ey iman edenler! Rükû edin, sec­deye varın. Rabbinize ibadet edin ve hayır işleyin ki kurtuluşa eresiniz.

78-   Allah yolunda hakkıyla cihad edin. O (dini için) sizi seçti. Bu dinde O size dinde hiçbir güçlük yüklemedi. Bu atanız İbrahim'in dinidir. Daha önce de, bu Kur'an'da da sizi O "müslüman-lar" diye isimlendirdi. Böylece Peygam­ber size şahit olsun, siz de bütün insan­lara   şahit   olasınız.   O   halde   siz namazınızı dosdoğru kılın, zekâtınızı verin ve Allah'a samimiyetle bağlanın. Sizin dostunuz O'dur. O ne güzel dost­tur ve ne güzel yardımcıdır!



Açıklaması


Bu emirler Allah Tealâ'ya olan bağlılığı kuvvetlendirme, nefsi tezkiye et­me, düşmanlarla cihad etme, Allah'ın şeriatı ve dinindeki sosyal adalet kalesi­ni ikame etme amacı taşıyan ilâhî mükellefiyet emirleridir.

"Ey iman edenler!." Ey Allah'ı ve Rasulünü tasdik eden ve ahiret gününe iman edenler! Rükû (Allah Tealâ huzurunda eğilme) ve sucud (insanın en şeref­li azası olan yüzüyle Allah'ın huzurunda yer kapanması) gibi hususiyetleri ih­tiva eden farz kılman namazı eda edin. Hac menasiki, oruç vb. ibadetlerle O'na kullukta bulunun. Rabbinizi razı kılacak ve sizi Ona yaklaştıracak nafile ibadetler, sıla-i rahim, güzel ahlâk gibi hayırlı fiilleri işleyin.

Bu İslâm'daki her fazileti içine alır. "Hayır işleme" bütün mükellefiyetler için umumî bir ifade olup kulun Rabbiyle olan irtibatını, insanların birbirleriy­le olan ilişkilerini düzeltme manası taşımaktadır. Bu sebeple ayet nefsî tezkiye ve içtimaî ıslah derecelerinin en ulvî olanlarını bir arada toplamıştır. Allah'ın emrettiği her şey hayırdır. Bundan dolayı bu emrin sebeplerini beyan etmek üzere Cenab-ı Hak şöyle buyurdu:

"Böylece kurtuluşa eresiniz." Yani kurtuluşa nail olmanız için... Yahut Al­lah nezdindeki sevaba ve nza-i İlâhî'ye nail olmakla kazanç ve kurtuluşu ümid ederek bu amelleri işleyin.

Mümin şahsiyeti hazırlamak ve onu tezkiye etmeyi bir kez daha vur­gulamak, mümin cemaatı düşmanlarının hilelerinden korumak için Allah cihadı emretti ve şöyle buyurdu:

"Allah yolunda hakkıyla cihad edin." Yani Allah'ın dinine yardım yolunda, Allah'ın rızasını kazanmak için sırf Allah için, içine riya bulaşmadan, kınayanın kınamasına aldırış etmeden hakkıyla cihad edin. Allah için cihad, Allah yolunda ve O'nun dini için yapılan cihaddır. Evlâ olan cihadın, her çeşidi ihtiva eden umumî manada kullanılmış olmasıdır.

Cihad -daha önce beyan ettiğimiz gibi- üç çeşittir:

- Nefisle ve nefsî arzularla cihad,

- Şeytanla cihad,

- Haddi aşan kâfirler ve korkak münafıklarla cihad. Son cihad şekli malla, dille ve canla olur.

Ahmed b. Hanbel, Ebu Davud, Nesaî, İbni Hıbban ve Hakim, Enes'ten (r.a.) Peygamberimiz'in (s.a.) şöyle buyurduğunu rivayet ediyorlar: "Müşriklerle mallarınızla, canlarınızla ve dillerinizle cihad edin."

Dille cihad ikna edici deliller ortaya koymak, hitabet ve medya vasıtasıyla olur. Canla yapılan cihad haddi aşanlara karşı silahla yapılan cihaddır. Müs­lümanlara farz-ı kifayedir. Gayeyi gerçekleştirdiği müddetçe bir kısım müs-lümanm bunu yapması yeterlidir. Aksi takdirde idarecinin görüşüne göre umumî seferberlik ilân edilir.

Nefisle cihad görünen düşmanla cihad etmenin temel taşıdır. Peygam-berimiz'in (s.a.) daha önce geçen hadiste tavsif ettiği gibi nefisle cihad en büyük cihaddır. Bu sebeple her müslümana farz-ı ayn olmuştur.

Zulüm ve bid'at ehliyle cihad etmek de her mükellef müslümana gücünün yettiği kadar farzdır. Nitekim Rasulullah (s.a.) Ahmed b. Hanbel, Müslim ve dört Sünen sahibinin Ebu Said el-Hudri'den (r.a.) rivayet ettikleri hadis-i şerif­te şöyle buyurmuşlardır: "Sizden kim bir münker (haram) görürse onu eliyle değiştirsin. Buna gücü yetmezse diliyle, (değiştirsin) buna da gücü yetmezse kalbiyle (buğzetsin). Bu imanın en zayıf şeklidir."

Bu ayetin benzeri şu ayet de vardır: "Eğer dileseydik her kasabaya bir uyarıcı gönderirdik. O halde sen kâfirlere uyma. Kur'anla onlara karşı büyük bir cihada giriş." (Furkan, 25/51-52).

Ayet muhkem olup "Allah'tan gücünüz yettiği kadar korkun." (Tegabün, 64/16) ayetiyle mensuh değildir.

Buradaki "hakkıyla cihad" ifadesinden maksat imkân ve güç sınırını aşan son gaye değildir. Bundan maksat Allah'ın dinini yüceltmek, şeriatını te'yit etmek için ihlâslı olmak, kuvvet, azîmet ve sabır zırhı ile zırhlanmak, ganimet ve dünyevî zevkler gibi maddî arzulardan uzak kalmaktır.

"Hakka cihâdihi" ifadesinde "hak" kelimesinin "cihâd" kelimesine izafe edilmesi daha önce de beyan ettiğimiz gibi sıfatın mevsufa izafe edilmesi kabilindendir. "Cihâdihi" kelimesinde "cihâd" in zamire izafe edilmesiyle muzafın sadece muzafun ileyhe ait olması murad edilmektedir. Bu da cihadın Allah için ve O'nun dini uğruna yapılmasıdır.

Cenab-ı Hak bundan sonra cihadla emrolunmanın sebeplerini zikretti. Bunlar da üç çeşittir:

1- "Sizi o seçti." Yani, ey ümmet! Bu vazifeyi görmek ve yerine getirmek için Allah ümmetler arasından sizi seçti. Size lütufta bulundu ve şeref verdi. Size en değerli peygamberi, en mükemmel fakat ağır olmayan şeriatı verdi. Bundan dolayı şöyle buyurdu:

"Bu dinde O size hiçbir güçlük yüklemedi." Yani bu dini dar, zor ve ağır kıl­mamış, bilakis kolay ve basit kılmıştır. Size taşıyamayacağınız yükleri yük-lememiş, ağır gelecek hiçbir görev vermemiştir. Bu cihadın vacip olduğunu ve himaye etmeniz için sizi seçtiği dinini korumak için bir te'kittir.

Bu ayet sorulabilecek bir soruya cevap niteliğindedir. Bu soru: "Allah tarafından görevlendirilme ve seçilme Allah'ın o kulunu şereflendirmesi demektir. Fakat bu nefse ağır gelen zor bir görev midir?" şeklindeki bir soru olabilir.

Allah Tealâ buna şu ayette cevap verdi: "Bu dinde O size hiçbir güçlük yüklemedi."

Ancak şer'î vazifelerde kaldırılan zorluk, güçlük ve sıkıntı derecesine ulaşan ve normal olmayan aşırı zorluktur. Bilinen ve normal sayılan zorluk bu vazifelerden kaldırılmamıştır. Hatta mükellefiyet ancak böyle bir külfetle ger­çekleşir. Zira mükellefiyet külfet ve zorluk bulunan bir vazifenin yüklenilmesi demektir. Bundan da hiçbir mükellefiyet uzak değildir. Fakat bu nefse kolay gelen basit bir husustur, nefis rahatsız olmadan buna tahammül eder.

Meşakkat ve zorluğun kaldırılması ve kolaylık şekilleri ibadetler, yiyecek­ler ve muamelelerde genel bir kaidedir.

İbadetlerde: Yolculukta dört rekâtlı (farz) namazlar kısaltılır, iki rekât olarak kılınır. Halbuki namaz kelime-i şehadetten sonra İslâm'ın en muazzam şartıdır. Savaş durumunda korku namazı (salâtül-havf) bazı imamlara göre -hadiste geldiği gibi- bir rekât olarak kılınır. Yine bu namaz normal şekilde ve binekte kılınabilir, kıbleye dönülerek ve kıbleye dönülmeksizin kılmabilir. Yol­culukta kılınan nafile namaz da böyledir. Hem kıbleye hem de başka tarafa (vasıtanın gidiş istikametine doğru) kılınabilir. Hastalık sebebiyle namazda ayakta durmak sakıt olur. Dolayısıyla hasta, oturarak, uzanarak, yatarak hat­ta ima ile namaz kılar. Ramazan orucunda mazeret sebebiyle yolcu, hasta, çok yaşlı, hamile ve emzikli kadınların oruçlarını tutmamaları caizdir.

Yiyeceklerde: Zaruret anında (ölüm korkusuyla) ölü hayvan eti, kan, domuz eti v.b. haram kılman şeylerden yemek ve içmek caizdir.

Muamelât hususunda: İhtiyaç veya zaruret sebebiyle bazı tasarruflar caiz kılınmıştır.

İşte bu şekilde bazı farz ve vaciplerde ruhsatlar ve hafifletmeler meşru kılınmıştır.

Bunun için İmam Ahmed b. Hanbel'in Cabir'den (r.a.) rivayet ettiği hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Ben müsamahakâr tevhid dini ile gönderildim."

Peygamberimiz (s.a.) Yemene emir olarak gönderdiği Muaz ve Ebu Musa'ya hitaben -Buharî ve Müslim'in rivayetine göre-: "Müjdeleyin, nefret et­tirmeyin, kolaylaştırın, zorlaştırmayın." demiştir.

Bu manadaki ayetler pek çoktur. Meselâ Cenab-ı Hak şöyle buyurmak­tadır: "Allah size kolaylık diler, zorluk dilemez." (Bakara, 2/185);

"Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır bir yük yükleme." (Bakara, 2/286).

"Gücünüz yettiği kadar Allah'tan korkun." (Tegabün, 64/16).

2- "Bu, atanız İbrahim'in dinidir."'Yani siz tevhid inancı, müsamahakârlık ve şirkten uzaklaşma hususunda atanız İbrahim'in (a.s.) dini gibi olan dininize uyun, ona sarılın.

"Millet" ten murad asıl itikadı hükümlerdir. Bu hükümler bizim şeriatımızda da Hz. İbrahim'in (a.s.) şeriatında da birdir. Hatta bunlar bütün şeriatlarda birdir.

Cenab-ı Hak bu konuda şöyle buyurmaktadır: "Allah'ın Nuh'a emrettiği, sana vahiyle bildirdiğimiz, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya emrettiğimiz: "Dini ayakta tutun. Onda ihtilâfa düşmeyin." emrini Allah size de emretti." (Şûra, 42/13);

"Biz senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki ona: "Benden başka hibçir ilâh yoktur. O halde ancak bana ibadet edin" diye vahyetmiş olmayalım". Enbiya, 21/25).

Buharî, Müslim, Ebu Davud ve İmam Ahmed b. Hanbel'in rivayet ettikleri hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmaktadır: "Peygamberler baba bir kardeşlerdir." Yani insanlar ayrıdır, şeriatleri farklıdır.

Buharî, Müslim, Ebu Davud ve İmam Ahmed b. Hanbel'in rivayet ettikleri hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmaktadır: "Peygamberler baba bir kardeşlerdir." Yani imanları aynıdır, şeriatleri farklıdır.

Burada özellikle Hz. İbrahim'in (a.s.) zikredilmesi tevhid ve müsamahakârlık hususunda her iki şeriat arasındaki benzerlik ve Arapların çoğunun Hz. İbrahim (a.s.) neslinden gelmesi sebebiyledir. Dolayısıyla Araplar Hz. İbrahim'i (a.s.) sevmektedirler. Sevgi de O'nun şeriatına ve babaları Hz. İb­rahim'in (a.s.) şeriatının aynısı olan Hz. Muhammed'in (s.a.) şeriatına sımsıkı sarılmaya sebeptir.   Hz. İbrahim'i (a.s.) Rasulullah'm (s.a.) atası olması sebebiyle Hz. İbrahim (a.s.) O'nun ümmetinin de atası sayılır. Zira bir rasulün ümmeti O'nun evlâdı hükmündedir.

Bu ayetin benzeri şu ayet vardır: "De ki: Şüphesiz Rabbim beni dosdoğru bir yola, dimdik ayakta duran bir dine, hakka yönelen ve müşriklerden ol­mayan İbrahim'in dinine şevketti.." (En'am, 6/161).

3- "Daha önce de bu Kur'an da da sizi O "müslümanlar" diye isimlendir­di."

Yani sizi Allah -diğer bir görüşe göre Hz. İbrahim- daha önceki kitaplarda ve Kur'an'da müslüman olarak isimlendirdi.

İbni Kesir, zamirin Allah'a raci olduğunu söyleyip birinci manayı tercih ederek: Doğru olan budur, demiştir. Zira Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Sizi o seçkin kıldı. Bu dinde O size hiçbir güçlük yüklemedi." Bir kıraatte ise "Size Allah "müslümanlar" diye isim verdi." denilmektedir.

Zamirin Hz. İbrahim'e (a.s.) raci olduğu kanaatinde olanların delili şu ayettir: "Ey Rabbimiz! İkimizi de sana teslim olan (müslüman) kıl. Soyumuz­dan da sana teslim olan (müslüman) bir ümmet meydana getir." (Bakara, 2/128).

"Böylece Peygamber size şahit olsun, siz de bütün insanlara şahit olasınız." Yani Rasul Muhammed'in (s.a.) kıyamet günü size gönderilen hükümleri tebliğ ettiğine dair sizin üzerinize şahit olması için, sizin de peygamberlerin Rab-lerinin ilâhî mesajını insanlara tebliğ ettiklerine dair şahit olmanız için biz sizi bu şekilde bütün ümmetler nezdinde adaletiyle şahit tutulacak hayırlı, adaletli ve orta yolu tutan bir ümmet kıldık.

Rasulün onlar için şehadeti, kıyamet günü Allah nezdinde onları tezkiye etmesi ve ayrıca geçmiş ümmetler aleyhine şahitlik yaptığınızda sizin âdil ol­duğunuza dair Rasulün şahitlikte bulunmasıdır.

Rasulullah'ın (s.a.) ümmet üzerine şehadetinin kabul edilmesi bu üm­metin müslüman ümmet olarak adlandırılması hükmünün sebebidir.

Kıyamet günü Peygamberin şahitliğinin kabul edilmesi ümmetinin şahit­liği konusunda Peygamberimizi (s.a.) ve ümmetini şereflendirme vardır. Zira Allah Tealâ Rasulünün ümmetine tebliğ yaptığı iddiası hususunda O'nu tasdik eder. Ümmetini de diğer ümmetlere şahitlik yapması hususunda ehil kılar.

Bu ümmetin diğer ümmetler üzerine şahitlik yapması kabul edilmiştir. Zira bu ümmet peygamberlerden hiçbiri hakkında ayırım yapmamaktadır. Ön­ceki ümmetlerin haberlerini de Kur'an'dan öğrenmektedir.

Rivayete göre önceki ümmetler ve peygamberleri getirilir. Peygamberlere:

-  Siz ümmetlerinize tebliğde bulundunuz mu? diye sorulur. Peygamberler de:

- Evet, onlara tebliğ ettik, derler ama ümmetleri bunu inkâr ederler.

Sonra bu ümmet (ümmet-i Muhammed) getirilir. Bu ümmet önceki üm­metlere tebliğ yapıldığına şahitlik yaparlar. Önceki ümmetler ümmet-i

Muhammed'e hitaben:

- Siz nereden anladınız? derler. Ümmet-i Muhammed:

-  Biz bunu Allah Tealâ'nın sadık peygamberinin diliyle bize nakledilen Mtabından öğrendik, derler.

Ümmet-i Muhammed'e verilen bu muazzam nimete karşılık ve bu nimete şükretmenin vacip olması sebebiyle Allah bu ümmetten ibadetine devam et­mesini ve kendi dinine sarılmasını istedi ve şöyle buyurdu:

"O halde siz namazınızı dosdoğru kılın, zekâtınızı verin ve Allah'a samimiyetle bağlanın." Yani bu değerli nimete bunun şükrünü yerine getirerek sarşılık verin. Farz ve vacip kıldığı şeylerde Allah'a itaat etmek ve haram kıl-iığını terk etmek suretiyle Allah'ın sizin üzerinizdeki hakkını eda edin.

Bu hususta en önemli emirlerden biri namazı dosdoğru kılmak, yani rükünlerine ve şartlarına uygun olarak tam bir huşu ve Allah'a tam bir tes­limiyetle namazı eda etmektir. Namaz sizinle Rabbiniz arasındaki bir irtibat­tır.

Bir başka emir, gönlü ve malı temizleyen Allah'ın yardıma hak kazanan yaratıklarına verilmesi farz olan ve bir iyilik olan zekâtın verilmesidir. Zekât karşılıklı işbirliği, dayanışma ve kardeşliğin delilidir.

Bütün işlerinizde Allah'ın yardımını isteyin ve O'na iltica edin. Allah'a samimiyetle bağlanmak, Ona güvenmek. O'na iltica etmek, bütün sıkıntıları gidermek hususunda Onun muazzam kuvvetinden yardım istemek demektir. O size düşmanlık edenlere karşı sizin yardımcmızdır.

Mevlâ, koruyan, yardım eden, mülkün gerçek sahibi olan ve yaratan demektir.        

"O ne güzel dosttur ve ne güzel yardımcıdır." Yani O sizin işlerinizi üst­lenen ne güzel dost, yardımı muazzam ve desteği kâmil olan ne güzel yardım­cıdır. O Allah Tealâ'dır ve özellikle medhe lâyık olandır. [26]







--------------------------------------------------------------------------------

[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/138-140.

[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/143-145.

[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/151-153.

[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/156.

[5] İbni Kesir, III/211.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/159-160.

[6] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/164-166.

[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/169.

[8] Kurtubî, XXI/38. Bu hadisi İbni Ebi Şeybe, İbni Cerir, İbni Münzir, sahihtir kaydıyla Hakim ve Beyhakî Sünen'inde rivayet etmiştir.

[9] Hadisi İbni Sa'd, İbni Ebî Şeybe ve Beyhakî rivayet etmişlerdir.

[10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/174-177.

[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/186-190.

[12] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/195-198.

[13] İbni Kesir, III/225.

[14] İbni Kesir, III/226.

[15] Zemahşerî, 11/350.

[16] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/203-208.

[17] Razî, XXIII/45.

[18] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/213-216.

[19] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/219.

[20] Kurtubî, XII/82-83.

[21] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/225-228.

[22] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/232-233.

[23] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/237-240.

[24] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/243-245.

[25] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/249-252.

[26] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/256-261.

22-Hac Suresi Meali Tefsiri Oku: Takvanın (Allah Teala'dan Korkmanın) Emredilmesi-İnsanın Ve Bitkilerin Yaratılmasıyla Öldükten Sonra Dirilmeye Delil Getirilmesi-Batılla Mücadele, Tereddütlü İman, Salih Müminlerin Mükâfatı Rating: 4.5 Diposkan Oleh: Blogger

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder