Güncel Duyuru: Öğrencilerimizin dikkatine ! Ücretsiz TEMEL ARAPÇA SARF&NAHİV derslerimizi Eklemeye başladık 1-13.Derse kadar Tamam(Elhamdü lillah) Tıkla Ders Sayfasına Git Tags:Online Arapça Dersleri Video,İslami ilimler Video Dersleri,İlahiyat Önlisans Arapça Video Dersleri,İlahiyat Arapça Video Dersleri,İmam Hatip Arapça Dersleri Video,İlitam Arapça Video Dersleri,Tefsir Dersleri Video,Hadis Dersleri Video,Fıkıh Dersleri Video,Arapça Dershaneniz,Kur'an,Sünnet,Arapça dersleri,tefsir oku,hadis,oku,Kuran meali oku,arapça öğreniyorum,arapça dilbilgisi video,arapça nahiv video,arapça sarf dersleri video,islami sohbetler

20-Taha Suresi Meali Tefsiri Oku: Kur'ân-I Kerim Mutluluk Kaynağıdır-Hz. Musa'nın Rabbi İle Konuşması Mukaddes Vadide Ona Vahyin Gelmeye Başlaması-Hz. Musa'nın Asasının Yılana Dönüşmesi (Birinci Mucize)


+/- 20-Taha Suresi Meali Tefsiri Oku: Kur'ân-I Kerim Mutluluk Kaynağıdır-Hz. Musa'nın Rabbi İle Konuşması Mukaddes Vadide Ona Vahyin Gelmeye Başlaması-Hz. Musa'nın Asasının Yılana Dönüşmesi (Birinci Mucize)



Kur'ân-ı Kerim Mutluluk Kaynağıdır


1- Tâ-Hâ

2- Biz sana Kur'ân'ı sıkıntı çekesin diye indirmedik.

3- Ancak korku duyan kimseye öğüt ol­mak üzere (indirdik).

4-  O, yeri ve yüksek gökleri yaratandan indirilmedir.

5- O Rahman, Arş'a istiva etti.

6-  Göklerde, yerde, onların arasında ve nemli toprağın altında olanların hepsi O'nundur.

7-  Sen sözünü açığa vursan da, muhak­kak O saklı olanı da ondan gizli olanı da bilir.

8- Allah O'dur ki, O'ndan başka ilâh yok­tur, en güzel isimler yalnız O'nundur.



Açıklaması


"Tâ-Hâ" : Bunlar muhatabın daha sonra bildirilecek hususlara dikkatini çekmek ve konuşup yazdıkları dilin harflerinden oluştuğuna göre Kur'an-ı Kerim'in benzerini meydana getirmek için Araplara meydan okumak üzere sure­nin başında yer alan mukatta harfleridir. Bir diğer görüşe göre bu Rasulullah (s.a.)'m adı olup, "Ey Muhammedi Arzı çiğne (yeryüzünde yürü)!" anlamında­dır. İbnü'l-Enbarî şöyle der: Çünkü Rasulullah (s.a.) namazda o derece sıkıntı­lara katlanıyordu ki, ayakları şişecek noktaya kadar ulaşıyor, bunun için din­lenme gereğini duyuyordu. Ona: "Yerde yürü," denildi. Yani namazda kendini çok fazla yorma ki, ayaklarından biri üstüne durup öbürünü dinlendirme ihti­yacını hissetmeyesin.

"Biz sana Kur'ânı sıkıntı çekesin diye indirmedik. Ancak korku duyan kimseye öğüt olmak üzere gönderdik," Kur'ân'ı sana onlar için üzülerek, küfür­de ısrar etmelerine esef ederek, iman etmedikleri için aşırı derecede kederlene­rek kendini yorasm diye indirmedik. Çünkü onların iman etmeleri senin işin değildir. Aksine biz, Kur'ân'ı tebliğ edip hatırlatasın diye indirdik. O bakımdan tebliğ ve hatırlatma senin için yeterlidir. Bundan sonra inatçıların yüz çevir­melerine iltifat etme! Davetini kabul etmeleri için onları zorlama suretiyle ken­dini yorma ve uğraşma.

Şu buyruklar da bu ayet-i kerimeyi andırmaktadır: "Belki bu söze iman et­miyorlar diye arkalarından üzülerek kendini nerdeyse helak edeceksin." (Kehf, 18/6).

Cuveybir, -beraberinde Mukâtil de bulunuyorken- ed-Dahhâk'm şöyle de­diğini rivayet etmektedir: Yüce Allah Kur'ân-ı Kerim'ini Rasulü'ne inzal buyu-runca kendisi ve ashabı namaz kılmaya başladılar. Kureyşli müşrikler: "Bu Kur'an-ı Kerim Muhammed'e ancak yorulsun, sıkıntı çeksin diye indirilmiştir." dediler. Bunun üzerine Yüce Allah: "Tâ-Hâ. Biz sana Kur'ân'ı sıkıntı çekesin diye indirmedik. Ancak korku duyan kimseye öğüt olmak üzere (gönderdik)." buyruğunu indirdi. Yani durum onların zannettikleri gibi değildir. Aksine Al­lah kime böyle bir ilmi vermişse o kişi hakkında hayır dilemiş olur. Nitekim Buharî ile Müslim'de Muaviye'den gelen haberde sabit olduğuna göre Rasulul­lah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Allah kimin hakkında hayır dilerse onu dinde fa-kîh (bilgili) kılar."

Biz o Kur'an-ı Kerim'i ancak onun vasıtasıyla Allah'ın azabından korkan­ları rahmet, nur ve cennete götüren bir kılavuz kılmış olduğumuz Kitap'tan işittikleriyle amel eden kimselere öğüt vermen için, bir öğüt olarak indirdik. Onları iman etmeye mecbur etmek gibi bir görevin yoktur. "Senin görevin an­cak tebliğden ibarettir." (Şura, 42/8); "Sen onlar üzerinde bir zorlayıcı değilsin." (Gâşiye, 88/22).

Bu buyruklarla kavminin davetinden yüz çevirmesi ve onların küfür üzere kalmakta direnmeleri dolayısıyla duyduğu sıkıntılara karşı Rasulullah (s.a.) teselli edilmektedir.

Hafız Ebu'l-Kasım et-Taberânî, Sa'lebe b. el-Hakem'den şöyle dediğini ri­vayet etmektedir: Rasulullah (s.a.) buyurdu ki: "Yüce Allah Kıyamet gününde kulları arasında hüküm vermek üzere Kürsîsi üzerine kurulacağı vakit alimlere şöyle buyuracaktır: Ben her ne yaparsanız size mağfiret edeyim ve bunu hiç önemsemeyeyim diye murad ettiğim içindir ki, ancak size ilim ve hikmetimi öğ­rettim. "

Ayet-i kerimede yer alan "ancak" ya "lâkin" anlamında munkatı' istisnadır yahut da muttasıl bir istisna olup takdiri şöyledir: "Kur'an-ı Kerim'i biz sana tebliğin sıkıntılarına katlanasın diye değil de ancak bir öğüt olsun diye indir­dik."

Kur'ân-ı Kerim her ne kadar herkese bir öğüt ise de "korku duyanların öğüt almalarından özellikle söz konusu edilmesi, öğütten yararlanan kimsele­rin onlar oluşundan dolayıdır. Yüce Allah'ın: "O, takva sahipleri için bir hida­yettir. " (Bakara, 2/2) buyruğunu andırmaktadır. Kur'ân-ı Kerim'in genel olarak herkese öğüt olmak üzere indirildiğinin delili ise Yüce Allah'ın şu buyrukları­dır: "Furkân'ı bütün âlemlere korkutucu olsun diye kuluna indirenin şanı ne yücedir!" (el-Furkân, 25/1).

Kur'ân-ı Kerim ile öğüt vermenin mahiyeti de Rasulullah (s.a.)'ın Kur'ân-ı Kerim'i okuyarak, onu beyan ederek onlara öğüt vermesi şeklinde idi.

"O, yeri ve yüksek gökleri yaratandan indirilmedir." Ey Muhammedi Sana gelen bu Kur'ân-ı Kerim, yeri ve yüksek gökleri yaratan tarafından indirilmiş­tir. Bu iki cihetten kasıt ise, alttaki ve üstteki cihetlerdir. Yeryüzü aşağıda olup kesif oluşuyla, gökler ise yükseklerde bulunup letafeti ile Allah tarafından ya­ratılmıştır.

Ayet-i kerimeden kasıt da Kur'ân-ı Kerim'i gereğince takdir edebilmeleri için Kur'ân'ı indirenin azametinin mükemmelliğini kullara haber vermektir.

"O Rahman, Arş'a istiva etti." Kur'an-ı Kerim'i indiren, aynı zamanda bü­yüğü ile küçüğü ile bütün nimetleri ihsan eden Rahman olan Allah'tır. Allah, Arş'in üzerine yükselmiştir. Bunun nasıl olduğunu insanlar bilemezler. Aksine bizler tahrif, te'vil, teşbih, temsil ve ta'til söz konusu olmaksızın sıfatlara iman eden selef-i salihînin izlediği yola uygun olarak buna iman ederiz. O halde bu mekân söz konusu olmaksızın, Allah'ın celâl ve azametine yakışan bir istiva­dır; tıpkı Yüce Allah'ın: "Allah'ın eli onların eli üzerindedir." (Feth, 48/10) buy­ruğunda olduğu gibi. Çünkü şanı Yüce Allah cisim olmadığı gibi, sonradan ya­ratılmış hiç bir şeye de benzememektedir. Arş ise yaratılmış bir şeydir, onun gerçek mahiyetinin ne olduğunu bilemeyiz.

Ancak sonradan gelenler (halef), sıfatların tevil edilmesi görüşündedir. Bunlara göre istiva ile anlatılmak istenen eksiksiz bir istilâ, hakimiyeti ve ta­sarrufu altına almaktır. "Arş" ise mülk demektir, "el" de kudret anlamındadır.

"Göklerde, yerde, onların arasında ve nemli toprağın altında olanların hepsi O'nundur." Şüphesiz Kur'an-ı Kerim'i indiren Allah aynı zamanda gökle­rin, yerin ve ikisi arasında bulunan bütün mahlûkatın mutlak malikidir. Her şeyin sahibi ve idare edicisidir, her şeyde mutlak tasarruf sahibi olandır. Topra­ğın altında bulunan her şeyin de mutlak malikidir. Mülkiyetiyle, yönetim ve tasarrufu itibariyle kâinatın bütünü yalnızca O'nundur.

"Sen sözünü açığa vursan da muhakkak O, saklı olanı da, ondan gizli ola­nı da bilir." Eğer sen Allah'ı açıktan zikreder ve ona açıkça dua edersen, şüphe­siz Yüce Allah gizli olanı da açığa vurulanı da çok iyi bilendir. Bunlardan daha gizli olan, hatırdan geçen ve insanın kendi kendisine kararlaştırdığı şeyleri de O bilir. Bütün bunları bilmek şanı Yüce Allah için zor değildir. Sen Allah'ı anarken ve O'na dua ederken, istersen açıktan, yüksek sesle zikredip dua et. Şunu bil ki, O'nun buna ihtiyacı yoktur. Çünkü O, gizli olanı da bilir, gizliden daha gizli ve saklı olanı da

Dua ve zikirlerin dil ile söylenmesine gelince: Bu uygulama, bu hususta kalbe ve anlamın canlandırılmasına yardımcı olmasından, duyu organlarını da istenen şeylerle meşgul edip başka şeyleri düşünceden uzaklaştırmasından do­layıdır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Rabbini içinden yaluararak ve korkarak, yüksek olmayan bir sesle sabah akşam an ve gafillerden olma!" (A'râf, 7/205).

"Allah O'dur ki O'ndan başka ilâh yoktur. En güzel isimler yalnız O'nun-dur." Şüphesiz az önce geçen kemal sıfatları, kendisinden başka ilâh bulunma­yan, hak ile kendisine ibadet olunan Allah'ındır. Her türlü kemal, takdis ve temcide delâlet eden en güzel isim ve sıfatlar da yalnız O'nundur. En güzel isimler (Esmâu'l-Hüsnâ) sahih hadiste varid olan 99 isim olup daha önce A'raf suresinde sözü geçen isimlerdir. Aynı şekilde hikmetinin kemali ve eksiksiz doğru olarak kendisinden sadır olan fiiller de O'nun tarafından var edilirler.

Böylelikle bu ayet-i kerimelerin Kur'ân-ı Kerim'i Allah'ın Rasulü'ne indi­ren yüce zatı gökleri ve yeri yaratmakla, nimetlerin sahibi Rahman olmakla, Arş'a istiva edip kâinatta tasarrufta bulunan olmakla, mülkiyeti, idaresi ve ta­sarrufu itibariyle kâinatın tümü yalnız kendisinin olmakla, -gizli ve açık farkı olmaksızın- her şeyi bilen O olmakla, güzel isimlere, üstün sıfatlara ve dosdoğ­ru fiillere sahip olup kendisinden başka ilâh bulunmayan Allah olmakla nite­lendirdiği ortaya çıkmaktadır.

Bu sıfatların söz konusu edilişinden sonra, acaba Kur'an-ı Kerim'in Al­lah'tan başkası tarafından indirildiğini iddia edebilecek kimse çıkar mı ve aca­ba taştan, ağaçtan yahut da madenden yapılmış bir putu Allah'a ortak edin­mek doğru olur mu?

İşte bütün bunlar dolayısıyla henüz cahiliye içerisinde bulunan Ömer b. el-Hattâb da bu ayet-i kerimeleri kız kardeşi okuduğunda, uyanık bir akıl ile çabucak İslâm'a ve imana yönelmiştir.

Tâ-Hâ suresi Ömer (r.a.)'in İslâm'a girişinden önce nazil olmuştur. [1]



Hz. Ömer'in Müslüman Oluşu:


İbni İshâk'ın Stresinde rivayetine göre Hz. Ömer İslâm'a girmeden önce ileri derecede bir İslâm düşmanıydı. Bir gün Rasulullah (s.a.)'ı öldürmek kas-dıyla kılıcını kuşanarak yola koyuldu. Yolda Nuaym b. Abdullah ile karşılaştı. "Nereye gidersin, ey Ömer?" diye soran Nuaym'a: "Şu dininden dönen, Ku-reyş'in arasına tefrika sokan, onları beyinsizlikle suçlayan, Kureyş'in dinini ayıplayan ve onlann dinine söven Muhammed'i öldürmek istiyorum." Nuaym ona: "Allah'a yemin olsun ki ey Ömer, sen kendini kaybetmiş birisisin. Böyle bir şey yaptığın takdirde Abdu Menâf oğullarının Muhammed'i öldürdükten sonra yeryüzünde sağ salim yürümene fırsat vereceklerini mi zannediyorsun, niye kendi ailene dönüp de onları düzeltmiyorsun?" dedi.

Ömer: "Ailem diye kimleri kastediyorsun?" diye sordu. Nuaym: "Enişten ve amcan oğlu Said b. Zeyd ile kız kardeşin Hattab kızı Fatıma'yı kastediyo­rum. Allah'a yemin olsun onlar da İslâm'a girdiler ve Muhammed'in dinine uy­dular, sen git onlarla uğraş" dedi.

Bu sefer Hz. Ömer kız kardeşinin ve eniştesinin evinin yolunu tuttu. Bun­ların yanında Habbab b. el-Eret vardı. Beraberlerinde kendilerine okutup öğ­retmek üzere getirdiği Tâ-Hâ suresinin baş taraflarının yazılı olduğu bir sahife vardı. Hz. Ömer'in geldiğini fark edince Habbâb iç taraftaki bir odada saklan­dı. Hattab'm kızı Fatıma da sahifeyi alıp sakladı. Ömer ise Habbâb'm okuyuşu­nu duymuştu. İçeri girince: "Şu işittiğim fısıltılar neydi?" dedi.

Fatıma ve kocası: "Bir şey işitmiş değilsin" dediler. Hz. Ömer "Allah'a ye­min ederim ki işittim. Ben sizlerin Muhammed'in dinine tabi olduğunuzu ha­ber aldım" diyerek eniştesi Said b. Zeyd'i tokatladı. Kızkardeşi kocasının üze­rinden çekmek üzere Ömer'in yanına doğru kalkınca, ona da bir darbe indirdi kafasını yaraladı.

Ömer bunu yapınca kız kardeşi ve eniştesi ona şöyle dediler: "Evet, İslâ­m'a girdik. Allah'a ve Rasulü'ne iman ettik, haydi istediğini yap!"

Ömer yaptığını görünce pişman oldu, aklı başına geldi. Kızkardeşine: "Şu az önce okuduğunuzu işittiğim sahifeyi bana ver. Şu Muhammed'in getirdiğine bir bakayım" dedi.

Kızkardeşi ona: "Senin ona bir zarar vereceğinden korkuyoruz" deyince Ömer: "Korkma!" dedi. Bu sahifeyi okuduktan sonra olduğu gibi kendisine iade edeceğine dair tanrılarına yemin etti. Bu sözleri söyleyince kız kardeşi İslâm'a girmesi ümidiyle şöyle dedi: "Kardeşim! Sen müşrik olarak pissin. Halbuki böyle bir sahifeye temiz olandan başkası el süremez."

Bu sefer Ömer kalkıp gusletti, kız kardeşi de ona sahifeyi verdi. Sahifede Tâ-Hâ suresi yazılıydı. Hz. Ömer Tâ-Hâ'nın baş taraflarını okuyunca şöyle de­di: Bu söz ne kadar güzel ve ne kadar üstündür! Habbâb bu sözleri işitince dı­şarı çıktı ve ona dedi ki: "Ey Ömer! Allah'a yemin ederim ki, peygamberinin yaptığı duayı Yüce Allah'ın senin hakkında kabul etmiş olacağını ümid ederim. Ben dün dua ederken onun şöyle buyurduğunu işittim: "Allah'ım ya el-Hakem b. Hişam ile veya Ömer b. el-Hattab ile İslâm 'ı güçlendir." Allah'tan kork ey Ömer, Allah'tan!" Bu sefer Ömer: "Ey Habbâb! Bana Muhammed'in nerde oldu­ğunu bildir yanına gideyim" diyerek İslâm'a girdi. Allah ondan razı olsun.

İbni İshak'ın uzunca naklettiği rivayet böyle. Bu hikâyeyi özetle Dârakut-ni de Sünen'inde Enes (r.a.)'ten şöylece rivayet etmektedir: Bir gün Ömer bir kılıç kuşanarak yola çıktı. Ona senin enişten ve kız kardeşin dinlerinden dön­düler, denildi. Ömer yanlarında Habbâb diye anılan daha sonra hicret etmiş bir kişi olduğu sırada evlerine varıp girdi. Bu sırada Tâ-Hâ suresini okuyorlar­dı. "Bana yanınızdaki bu yazıyı veriniz, ben de onu okuyayım" dedi. Ömer (r.a.) okuma yazma biliyordu. Kızkardeşi ona: "Sen pissin, Kur'ân-ı Kerim'e ancak temiz olanlar el sürer, haydi kalk guslet ve abdest al" dedi. Hz. Ömer kalktı, abdest aldı ve o yazılı belgeyi alıp "Tâ-Hâ..." diye okudu. [2]



Hz. Musa'nın Rabbi İle Konuşması Mukaddes Vadide Ona Vahyin Gelmeye Başlaması


9- Sana Musa'nın haberi geldi mi?

10- Hani o bir ateş görmüştü de ehline: "Durun, çünkü ben bir ateş gördüm. Belki size ondan bir parça kor getiri­rim veya ateşin yanında bir yolgöste-ren bulurum" dedi.

11- Yanına vardığında kendisine: "Ey Musa!" diye seslenildi.

12- "Gerçek ben senin Rabbinim. Pa­buçlarını çıkar. Muhakkak sen Tuva adında mukaddes bir vadidesin.

13- "Ben seni seçtim, sana vahyolunanı dinle!

14- "Ben, muhakkak ben Allah'ım, ben­den başka ilâh yoktur. Öyleyse bana ibadet et, beni anmak için namaza kalk.

15- "Muhakkak kıyamet gelicidir. O'nun vaktini gizli tutarım. Herkese yaptığı­nın karşılığı verilsin diye.

16-  "O'na iman etmeyen ve hevâsına uyan kimse seni O'ndan sakın döndür­mesin. Sonra helak olursun."



Açıklaması


"Sana Musa'nın haberi geldi mi?" Hz. Musa'nın Firavun, Firavun'un ileri gelenleri ile birlikte başından geçenlerin kıssası, Hz. Musa'ya ilk olarak vahyin "asıl geldiği, Allah'ın onunla konuşmasına dair bilgiler sana ulaştı mı? Soru ile : aşlanması haberin (insan kalbinde) iyice yer etmesini sağlamak ve muhatabın ruhunda etkileyiciliğini gerçekleştirmektir. Arap dilinde bu, etkileyici bir üs­lûptur.

Müfessirler şöyle der: Musa (a.s.) annesinin yanına dönmek üzere Şu-iyb'dan izin alarak yola çıktı. Yoldayken karlı ve soğuk bir kış gecesinde bir oğ­lu dünyaya geldi. Bir cuma gecesiydi. Yolunu kaybetmişti. Musa (a.s.) ateş yak­mak istediği halde çakmağı bir türlü ateş almadı. O bu şekilde uğraşırken uzaktan yolun sol tarafında bir ateşin olduğunu gördü. O da bunu sağ tarafına iuşen Tur dağının yan tarafında çobanların yaktığı bir ateş zannetti.[3] Nite-idm Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Hani o bir ateş görmüştü de ehline: Durun, çünkü ben bir ateş gördüm, belki :n.dan size bir parça kor getiririm veya ateşin yanında bir yol gösteren bulurum, zedi." Hz. Musa bu ateşi Medyen'den Mısır'a doğru gittiği sırada karanlık bir ge-:ede görmüştü. Sahih olan görüş, Râzî'nin belirttiği gibi, gerçekten bir ateş gör-iüğü şeklindedir. Bu ateş ona hayalen görünmüş değildi. Böylelikle verdiği ha-rerde Hz. Musa doğru idi. Çünkü peygamberlerin yalan söylemesi caiz değildir.

Hz. Musa eşine, çocuğuna ve hizmetçisine müjde vererek şöyle dedi: Oldu­ğunuz yerde kalınız. Çünkü ben uzakta bir ateş gördüm. Belki ben size o ateş­ten bir alev yahut alevli ateş veya -bir diğer ayeti kerimede belirtildiği gibi- kor tır ateş getiririm. Böylelikle belki siz bununla ısınırsınız -ki bu, havanın soğuk :lduğunu da göstermektedir- yahut da ateşin yanında bana yol gösterecek bir cinse bulabilirim. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Belki o ateşten si­zi bir haber veya ısınasınız diye ateşten bir parça getiririm" (Kasas, 18/29). "Hu-z'â," kendisiyle yol bulunan şey demektir, masdar isimdir. Şöyle demiş gibidir: Belki ateşin yanında kendisiyle yol bulabileceğim bir kılavuz veya bir alâmet ardır. Ateşin üst taraflarında bulunmanın anlamı da şudur: Ateş sahipleri ateşe yakın yüksek bir yerde dururlar. Ateşin alevinden ve ışığından yararlanırlar, ateşin etrafını çevirdikleri takdirde ateşin üst tarafında yer almış olurlar.

"Yanına vardığında ona: Ey Musa, diye seslenildi. Gerçek ben senin Rabbi-nim, pabuçlarını çıkar. Muhakkak sen Tuvâ adında mukaddes bir vadidesin." Musa gördüğü ateşin yanına gelip yaklaşınca, şanı Yüce Allah tarafından ona seslenildi. Şu ayet-i kerimede Duyurulduğu gibi: "Sağ tarafındaki vadiden bere­ketli arz bölgesindeki ağaçtan: Ey Musa şüphesiz ben âlemlerin Rabbı olan Al-lahım, diye ona seslenildi." (Kasas, 28/30). Burada ise: "Gerçekten ben senin Rabbinim" buyuruldu. Ey Musa! diye seslenildi. Seninle konuşan, sana hitap eden senin Rabbindir. Ayakkabılarım çıkart. Çünkü bu daha ileri derecede bir tevazu gösterisi, şerefe daha bir riayet ve edebe uygun bir davranıştır. Sen, Si­na'da Tuvâ adındaki tertemiz, korunmuş bir vadidesin.

"Ben seni seçtim, sana vahyolunanı dinle!" Ben seni risalet ve peygamber­lik için seçen Allah'ım. O bakımdan sana indirilecek olan şu vahiylere, onları kabul etmeye ve yerine getirmeye hazır, idrâk edici bir dikkatle kulak ver. Ni­tekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz ben seni ri-saletlerimle ve kelâmımla seçip insanlara üstün kıldım." (A'raf, 7/144). Akranın ve çağdaşın olan bütün insanlara üstün kıldım.

Daha sonra Yüce Allah Hz. Musa'ya vahyolunanı şöylece bildirmektedir:

"Ben, muhakkak ben Allah'ım, benden başka ilâh yoktur. Öyleyse bana iba­det et ve beni anmak için namaza kalk." Seninle konuşan, sana seslenen Al­lah'tır. Bu daha önceki ifadeleri pekiştirmektedir. Mükelleflerin birinci görevi Allah'tan başka ilâh olmadığını, onun hiç bir ortağının bulunmadığını bilmek­tir. Sen beni tevhid et ve bana ortak koşmaksızm bana ibadet et. Çünkü şanı Yüce Allah'ın tek başına ulûhiyyeti, ibadetin de yalnızca O'na yapılmasını ge­rektirir. Buyruğun anlamı da şudur: Ben bir ve tek olan ve ibadete müstehak olan biricik gerçek ilâhım.

Sana emrettiğim şekilde farz namazını eda et. Rükün ve şartlarını eksik­siz yap. Namazı kılarken beni an ve yalnızca bana ihlâsla yönelerek dua et. Burada özellikle namazın söz konusu edilmesinin sebebi itaatlerin en şereflisi, ibadetlerin de en faziletlisi olmasındandır. Manası şöyle de olabilir: Sen görevi­ni hatırlayıp beni andığın sırada namazı kıl. Çünkü İmam Ahmed, Enes'ten Rasulullah (s.a.)'m şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Sizden herhangi biriniz namaz kılmadan uyur veya ondan gaflete düşerse hatırladığı takdirde o namazı kılsın. Çünkü şüphesiz Yüce Allah: "Beni anmak için (burdaki hadisin ifadesine göre: Beni hatırladığın zaman) namaza kalk" buyurmaktadır." Buha-rî ile Müslim'de de yine Enes'ten şöyle dediği rivayet edilmektedir: Rasulullah (s.a.) buyurdu ki: "Her kim namaz kılmadan uyur veya unutursa, onun kefareti o namazı hatırladığı vakit kılmasıdır; bundan başka da bir kefareti olmaz."

Tirmizî ve İbni Mâce, Ebu Hureyre'nin şöyle dediğini rivayet etmektedir­ler: Rasulullah (s.a.) buyurdu ki: "Her kim bir namazı unutacak olursa onu ha­tırladığında kılsın. Çünkü Yüce Allah: "Beni hatırladığında namaza kalk." bu­yurmuştur."

Hadis-i şerifte yalnızca uyku veya unutma hali söz konusu edilmiştir. Çünkü mümin bir kimsenin namazı eda görevini herhangi bir şekilde aksatma­ması gerekir. Kasten terkedilecek olursa, namazın kaza edilmesi ise daha kuv­vetli bir farzdır. Çünkü namazın keffareti (emrin yerine getirilmesi) ancak onu eda etmek veya kaza etmekle mümkündür.

Daha sonra Yüce Allah, -Allah'ı tevhid edip O'na ibadet edilmesinden son­ra- kıyametten veya kıyamet gününün dehşetinden ve yaratıkların akibetinden söz etmektedir. Çünkü amellerden dolayı hesaba çekilme zamanı o vakittir. İşte Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak kıyamet gelicidir. Onun vaktini gizli tutarım. Herkese yaptığının karşılığı verilsin diye." Kıyamet kaçınılmaz olarak kopacaktır. Onun vaktini benden başkası nasıl bilir? O bakımdan Allah'a ibadet ve namaz kılmak gibi, o gün için hayırlı işler yap. Diğer taraftan Kıya­metin kopması, her insana amelinin karşılığının verilmesi için kesin ve kaçınıl­mazdır. Her bir nefsin o günde yaptıklarının karşılığını bilmesi için, zorunludur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Sizlere ancak yapmış olduklarınızın karşılığı verilir." (Tur, 52/16). Yine Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmak­tadır: "Her kim zerre ağırlığınca bir hayır işlerse onu görecektir. Her kim zerre ağırlığınca bir kötülük işlerse onu görecektir." (Zelzele, 99/7-8).

Yüce Allah kıyametin kopuşunu ve insanın ecelini saklı tuttu ki, insan gayret ile üşenmeksizin çalışıp çabalasın, tevbeyi erteleyip durmasın ve her an ölümü gözetlesin diye. Ayet-i kerimedeki "hemen hemen, neredeyse" anlamına gelen (ekâde) kelimesi fazladan gelmiştir. Yani Kıyamet mutlaka gelecektir ve ben onu saklı tutuyorum, demektir.

"O'na iman etmeyen ve hevasına uyan kimse seni O'ndan sakın döndürme­sin. Sonra helak olursun." Ey Musa! Kâfirlerden kıyameti tasdik etmeyen ve gelip geçici haram zevklerine dalmak suretiyle nevasının ve yanlış düşünüşle­rinin peşinden giden kimseler, kıyamete iman etmek ve onu tasdik etmekten seni alıkoymasınlar.

Elbette ki, hitap Allah'ın peygamberi olan Hz. Musa'ya münhasır değildir. Ona hitap ile başlanılması başkasına da bu hususu öğretmek içindir. O bakım­dan bu hitap akıllı ve bulûğa ermiş bütün insanları muhatap alır. [4]



Hz. Musa'nın Asasının Yılana Dönüşmesi (Birinci Mucize)


17- "O senin sağ elindeki nedir, ey Mu­sa?"

18-  "O asanıdır. Onunla koyunlarıma yaprak silkelerim ve ondan başka işle­rimde de yararlanırım." dedi.

19- "Onu bırak ey Musa" diye buyurdu.

20- Onu bıraktığı gibi yürüyen bir yılan oluverdi.

21- "Onu al ve korkma. Biz onu önceki halinde iade edeceğiz." buyurdu.



Açıklaması


Hz. Musa'nın asa mucizesi böyle bir şeye aziz ve celil olan Allah'tan başka­sının güç yetiremeyeceğine delâlet eden ve böyle bir mucizeyi ancak Allah tara­fından gönderilmiş bir peygamberin gösterebileceğini ortaya koyan, olağanüstü birinci delildir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O senin sağ elindeki nedir ey Musa?" Asaya dair bu soru takrir içindir; yani Yüce Allah bunu çok iyi bildiği halde Hz. Musa'ya böyle bir soru sorması, Allah'ın kudretinin kemaline dikkat çekmek ve meydana getireceği olağanüstü olaylar üzerinde düşünmesini, bu­nun tanıyıp bildiği gerçek asası olduğundan, koşan yılana dönüşecek olanın o olduğundan emin olması içindir. Yoksa yüce Allah bunun ne olduğunu elbette ki biliyordu. Yani şu tanıyıp bildiğin ve sağ elinle tuttuğun asa ile şimdi neler yapacağımızı göreceksin, demektir.

Hz. Musa Yüce Allah'ın bu sorsuna istenenden fazlasıyla cevap verdi. Çünkü o Yüce Allah'ın hitabından hoşlanmıştı: "O asanıdır." Musa dedi ki: O benim asamdır. Aslında bu kadar cevapla maksat hasıl olmuştur. Fakat Hz. Musa asasının iki ayrı faydasını daha söz konusu etmekte ve üçüncü bir cümle ile bu faydaları topluca ifade etmektedir ki Rabbi ona: Peki, bu ihtiyaçların ne­lerdir, diye sorması için.

"Ona dayanırım, onunla koyunlarıma yaprak silkerim ve ondan başka işle­rimde de yararlanırım, dedi." Yürürken ona dayanırım. Onunla ağaçların yap­raklarını silkeler ve sallarım ki, koyunlar yesin. Ayrıca bunun dışında bu asa benim başka işlerime de yaramakta, ondan başka faydalar da sağlamaktayım; değişik ihtiyaçlarımı onunla gideririm. Azığımı ve suyumu taşımak, yırtıcı hay­vanların saldırısına karşı korunmak ve buna benzer başka şeyler. Asanın fay­daları çoktur ve bilinmektedir.

Bunun için Yüce Allah mucizenin ortaya çıkması için asasını yere atması­nı emretti: "Onu bırak ey Musa, diye buyurdu." Yüce Allah Hz. Musa'ya: Ey Musa elinde bulunan bu asayı bırak, dedi.

"Onu bıraktığı gibi yürüyen bir yılan oluverdi." Hz. Musa asasını yere bı­raktı. Asa, ansızın uzun, büyükçe bir yılan oluverdi. Hızlıca hareket eden bir yılan. Bir diğer ayet-i kerimede ise küçük bir yılan gibi hareket edip kıpırdadı­ğı ifade edilmektedir ki, bu şekilde el-cânn diye adlandırılan yılan, hareket iti­bariyle en hızlı fakat küçük olan bir türdür. Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Onu ince bir yılan gibi hareket eder görünce, yüz çevirip arka­sına bakmaksızın gitti." (Nemi, 27/10). Böyle denilmesinin sebebi küçüklüğünden dolayı değil de güçlü ve hızlı bir şekilde hareket ettiğinin görülmesiydi. Böylelikle onun oldukça büyük olduğu gibi, oldukça da çabuk hareket eden bir yılan olduğu ortaya çıkmaktadır. Yüce Allah'ın "Yürüyen" kelimesi yürüyüp hareket eden, demektir.

Daha sonra Yüce Allah Hz. Musa'ya yerine dönmesini emretti. Hz. Musa oldukça korkuya kapılmış vaziyette geri döndü. Yüce Allah buyurdu ki:

"Onu al ve korkma! Biz onu önceki haline iade edeceğiz diye buyurdu." Rabbi ona buyurdu ki: Sağ elinle onu al ve ondan korkma! Sen onu yakaladık­tan sonra biz onu bundan önce tanıdığın ilk haline geri çevireceğiz. [5]



Beyaz El (İkinci Mucize)


22- "Başka bir alâmet olmak üzere elini koltuğunun altına götür. Herhangi bir hastalık olmaksızın aydınlık ve berrak çıkacaktır.

23- "Sana en büyük ayetlerimizden gös­terelim diye.

24- "Firavun'a git, çünkü o haddi aşmış­tır."

25-  Dedi ki: "Rabbim göğsüme genişlik ver,

26- "Ve işimi kolaylaştır.

27- "Bir de dilimden bağı çöz ki,

28- "Sözümü anlasınlar.

29- "Ve bana ehlimden bir yardımcı ver.

30- "Kardeşim Harun'u.

31- "Onunla sırtımı pekiştir,

32- 'Ve onu işimde ortak yap.

33- 'Ta ki seni çok teşbih edelim,

34- "Seni çok analım

35- "Çünkü sen bizi hakkıyla bilensin."



Açıklaması


İşte Hz. Musa'nın peygamberliğini ortaya koyan ikinci belge de şudur: Şa­nı Yüce Allah Hz. Musa'ya elini koltuğunun altına sokmasını emrederek şöyle buyurmaktadır: "Başka bir alâmet olmak üzere elini koltuğunun altına götür. Herhangi bir hastalık olmaksızın aydın ve berrak çıkacaktır." Ey Musa! Sağ eli­ni yahut avucunu yan tarafına götür ve sol koltuğunun altına sok. Bu el gece olsun gündüz olsun güneş ve ay ışığı gibi parlayan bir ışık saçarak bembeyaz görülecektir. Onun bu hali herhangi bir alaca hastalığı yahut bir rahatsızlık veya bir kusur dolayısıyla olmayacaktır. Şunu da belirtelim ki, Hz. Musa siyah tenli idi. İşte bu, asanın dışında Hz. Musa'nın bir başka mucizesi olmak üzere ona verilmişti. Sonra elini tekrar koltuğunun altına sokunca asıl rengini alırdı. Sihirbazlar asa mucizesini çürütmek için çalışmış olsalar dahi herhangi bir kimse beyaz el mucizesini çürütmek için çalışmış değildir.

Çünkü Hz. Musa elini sol koltuğunun altına sokup çıkardı mı bir ay parça­sı imiş gibi ışık saçar halde çıkardı. Hasan-ı Basrî şöyle der: Allah'a yemin ol­sun ki o elini bir kandilmiş gibi koltuğunun altından çıkardı. Böylelikle Aziz ve Celil olan Rabbi ile karşılaşmış olduğunu kesinlikle bilmiş oldu.

Bir başka yerde Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "İşte bu ikisi (asa ve be­yaz el) Firavuna ve ileri gelenlerine Rabbin tarafından iki belgedir." (Kasas, 28/32). Yüce Allah aynı şekilde koltuk altını (cenah) ceyb (yaka) ile de ifade bu­yurmuştur: "Elini de yakana sok. Hastalık söz konusu olmaksızın parlak ve bembeyaz çıkıverecektir." (Nemi, 27/12); "Elini yakana sok, hastalık söz konusu olmaksızın bembeyaz çıkıverecektir." (Kasas, 28/32).

"Sana en büyük ayetlerimizden gösterelim diye!" Biz bu iki mucize ile gök­lerde ve yerde var olan bütün yaratıklarda, her şeye kadir olduğumuzun bazı belgelerini sana göstermek istedik.

Şanı Yüce Allah ona bu mucizeyi de gösterdikten sonra, Firavun'a gitmesi­ni emretti, bunun gerekçesini açıkladı. Zira Firavun isyanda haddi aşmıştı. Yü­ce Allah şöyle buyurmaktadır: "Firavun'a git. Çünkü o haddi aşmıştır." Gör­müş olduğun bu mucizelerimizden ikisiyle birlikte kendisinden kaçmak üzere Mısır'dan çıkmış olduğun Mısır kralı Firavun'un yanına bir rasul olarak git. Git ve onu Allah'ın birliğine inanmaya ve o'na ibadete çağır. İsraüoğullarına güzel davranmasını emret. Çünkü o kâfir olmuş, haddi aşarak en yüce Rab ol­duğu iddiasında bulunmuştur. Yüce Allah Hz. Musa'ya Firavun'a gitmesini em­redince -ki bu oldukça ağır bir görevdi- Rabbinden sekiz husus diledi. Ondan sonra da bu dileklerini yapmasının gerekçesini belirterek sona erdirdi. Yüce Allah bunu bize şöylece aktarmaktadır:

1- "Rabbim göğsümü genişlet." Musa, "Rabbim göğsüme bir genişlik ver, bana verdiğin bu görev dolayısıyla ondaki darlığı gider," dedi. Çünkü bu görev oldukça büyük bir iştir ve muazzam bir görevdir. Hz. Musa'nın bu istekte bu­lunmasının sebebi, Yüce Allah'ın şu buyruğunda da ondan naklen şöylece dile getirilmektedir: "Göğsüm daralır ve dilim de çözülmez... (o zaman görevimi ya­pamam)" (Şuarâ, 16/13). O bakımdan insanların vereceği sıkıntılara, risaletin ağır yüklerine katlanabilmek için darlık yerine genişliğin verilmesini Allah'tan istedi.

2- "Ve işimi kolaylaştır." Bana vermiş olduğun tebliğ ve risalet yükümlü­lüklerini yerine getirmemi kolaylaştır, bu görevimi ifa edebilmek için güç ver. Eğer sen bana yardımcı olmaz, bana destek vermezsen elbette ki, ben bu görevi yerine getiremem.

3- "Bir de dilimden bağı çöz ki, sözümü anlasınlar." Konuşurken dilimde bana bir rahatlık ver. Ondaki düğümü ve zorlukla konuşmayı ortadan kaldır ki, risaleti tebliğ ederken söyleyeceğim sözleri iyice anlasınlar. Hz. Musa'nın dilinde bir tutukluk veya bir kekemelik vardı. Küçükken onun önüne hurma ve kor ateş sürülünce, o kor ateşi alıp dilinin üzerine almış, bu yüzden dilinde böyle bir tutukluk meydana gelmişti. Bu durum ise henüz küçükken Firavun'un sakalından bir kılı çekip yolduğu zaman olmuştu. Buna kızan ve bunu kötüye yorumlayan Firavun'a ise hanımı şöyle demişti: "Bu bir şeyden anlamaz bir çocuktur." Çocuğun yetişkin aklına sahip olup olmadığını öğrenmek için he­men bir parça kor ateş ile bir hurma tanesi getirmiş, Hz. Musa da ateş parçası­nı dilinin üzerine koyuvermişti.

Rivayete göre Hz. Hüseyin'in de dilinde hafif bir tutukluk vardı. Peygam­ber (s.a.): "O bu tutukluğu amcası Musa'dan miras almıştır" buyurmuştu.

4- "Ve bana ehlimden bir yardımcı ver. Kardeşim Harun'u." Bazı işlerimde bana yardımcı ve destek olmak üzere aile halkımdan olan kardeşim Harun'u yardımcı kıl. Onu da bir rasul olarak görevlendir ki, benimle birlikte risaletin yüklerini taşısın. Dinin yayılmasına olan ihtiyaç peygamberlerin başkalarıyla desteklenmesini gerektirir. Bundan dolayı Hz. Musa şöyle demiştir: "Allah'a giden yolda benim yardımcılarım kimler olacaktır? Havariler: Allah'ın yardım­cıları bizleriz..." demişti." (Al-i İmran, 3/52).

5, 6- "Onunla sırtımı pekiştir ve onu işimde ortak yap." Rabbim onunla be­ni daha bir güçlendir, risalet hususunda bana ortak yap ki, bizden istenen gö­revi en mükemmel şekliyle yerine getirelim ve en üstün gayeyi gerçekleştire­lim. Kısacası Hz. Musa kendisine yardımcı olsun, gücüne güç katsın ve ona destek versin diye Hz. Harun'un da kendisi gibi bir peygamber olması için şefa­atte bulunmuştur. Çünkü bu konuda yalnızca akrabalığa güven olmaz.

7, 8- "Ta ki seni çok teşbih edelim, seni çok analım." Sana yakışmayan sıfat ve fiillerden seni çokça tenzih edelim. Sana başkasını ortak koşmaksızın yalnız­ca seni çokça analım. Mücâhid şöyle der: "Ayaktayken, otururken ve yatarken Allah'ı anmadığı sürece herhangi bir kul Allah'ı çokça zikredenlerden olamaz."

"Çünkü sen bizi hakkıyla bilensin." Ey Rab! Senin bizi bu iş için seçerken, bize peygamberliği verirken, bizi ulûhiyyet iddiasında bulunan azgın ve zorba bir tağuta, Firavun'a gönderirken, bizim de başkalarının da hallerini çok iyi bi­lensin. Biz senin emrine uyup itaat ediyoruz ve bundan dolayı da sana hamdede-riz. [6]



-4- Yüce Allah'ın Peygamberlikten Önce Hz. Musa'ya İhsan Ettiği Sekiz Nimeti


36-  Buyurdu ki: "İstediğin sana verildi ey Musa!

37- "Andolsun ki başka bir zamanda da sana minnet etmiş idik.

38- "Hani annene vahyolan şeyleri şöy­lece vahyetmiş idik:

39- Onu sandığın içine koy ve denize bı­rak. Deniz onu kıyıya çıkarsın. Benim de düşmanım onun da düşmanı olan onu alır. Ve benim tarafımdan sana bir muhabbet bıraktım, ta ki benim neza­retimde yetiştirilesin.

40- Hatırla ki, kız kardeşin gelip: "Buna süt verecek birini göstereyim mi size" demişti. Böylece seni tekrar anana döndürdük ki, gözleri aydın olup üzül­mesin. Ve sen bir kişiyi öldürmüştün de seni gamdan kurtarmıştık. Ve seni türlü türlü mihnete uğrattık. Sonra Medyenliler arasında senelerce kaldın; sonra bir takdir üzere geldin ey Musa!

41- 'Ve kendim için seni seçtim."



Açıklaması


Şanı Yüce Allah bu ayet-i kerimelerde Hz. Musa'nın duasını kabul buyur­duğunu bildirmekte ve ona bundan önce ihsan etmiş olduğu nimetlerini hatır­latarak şöyle buyurmaktadır:

"Buyurdu ki: İstediğin sana verildi ey Musa." Yüce Allah Hz. Musa'ya şöyle demektedir: Ben sana istemiş olduğun şu sekiz hususu verdim: Göğsüne genişlik verilmesi, işinin kolaylaştırılması, dilindeki düğümün çözülmesi, kardeşin Ha­run'a peygamberlik verilmesi, onunla gücünün artırılması, risalet işinde onu ortak kılması, çokça teşbih etmek ve Aziz ve Celil olan Allah'ı pek çok zikretme imkânı.

"Andolsun ki başka bir zamanda da sana minnet etmiş idik." Andolsun biz, peygamberlikten önce de sana pek çok nimet ve ihsanlarda bulunmuş, lüt­fetmiştik. Bunlar şöylece sayılmaktadır:

1- "Hani annene vahyolan şeyleri şöylece vahyetmiş idik: Onu sandığın içine koy ve denize bırak. Deniz onu kıyıya çıkarsın, benim de onun da düşmanı olan onu alır." Seni Firavun'dan kurtarmak için annene ilham ettiğimizde biz sana minnet ve lütufta bulunmuştuk. Ona seni tabuta (tahta veya başka bir şeyden sandukaya) koymasını sonra bu sandukayı denize salmasını emretmiş­tik. Buradaki denizden kasıt yukarda geçtiği gibi Nil nehridir. Nil'e de seni Firavun'un sarayının karşısındaki kıyıya bırakmasını emrettik. Allah'ın düş­manı Firavun'un seni almasını buyurmuştuk. Gelecekte o sana düşman olacak­tı. Firavun sahilde suyun başında oturuyorken ansızın o sandukayı gördü.

Getirilmesini emretti. Sanduka sudan çıkartılıp açıldı. Apaydınlık yüzlü, ol­dukça güzel bir bebek ile karşı karşıya kaldılar. O da eşi de onu çok sevdiler. Nitekim Yüce Allah bunu şöylece ifade buyurmaktadır:

2- "Ve benim tarafımdan sana bir muhabbet bıraktım." Kulların kalbinde yer eden, sana ihsan ettiğim bir muhabbet bıraktım. Seni gören herkes mut­laka seni severdi. Firavun ve şu sözleri söyleyen zevcesi de seni sevmişti. "Bu benim için de senin için de bir gözbebeğidir, onu öldürmeyin. Belki bize faydalı olur yahut onu evlât ediniriz." (Kasas, 28/9).

3- "Ta ki benim nezaretimde yetiştirilesin." Benim himayemde, gözetimim altında terbiye edilip büyütülesin.

4- "Hatırla ki, kız kardeşin gelip: Buna süt verecek birini göstereyim mi size? demişti. Böylece tekrar seni anana döndürdük ki gözleri aydın olup üzülmesin." Kız kardeşin çıkıp kıyı boyunca yürümeye koyuldu. Sanduka ile birlikte kıyıda yol alıyordu. Nerede duracağını görsün diye de gözleriyle onu takip ediyordu. Firavun'un ve hanımının sandukadaki bebek için süt verecek bir süt anne aradık­larını gördü ve: "Onu terbiye edecek, onu koruyacak birisini göstereyim mi size?" diyerek, annesini getirdi. Hz. Musa annesinin memesini aldı. Ondan başka hiç bir süt annenin sütünü kabul etmemişti. Böylelikle biz seni lütuf ve ihsanlarımız­la annene geri döndürdük ki, annen yavrusunu kendi eliyle suya atıp, sonra ay­rılık ona pek ağır gelince yavrusuna tekrar kavuştuğu için sevinsin diye.

5- "Ve sen bir kişiyi ödürmüştün de seni gamdan kurtarmıştık." İsrailoğul-larından olan kişi senden yardım istediğinde sen bir yumruk ile Kıptî'yi öldür­müştün. Bu hata yoluyla bir öldürme idi. Bunun sonucunda da cezalandırıl­maktan korkarak düştüğün kederden Medyen'e kaçmakla seni kurtardık; böy­lelikle hapse atılmaktan, öldürülmekten ve işkenceden kurtulmuş oldun.

6- "Ve seni türlü türlü mihnete uğrattık." Seni risalet görevi için seçmeden önce Firavun'a ve İsrailoğullarma rasul olarak gönderilme görevini yerine getirebilecek hale gelinceye kadar, biz sözü geçen mihnetlere ardı arkasına düşürerek deneyip durduk.

7- "Sonra Medyenliler arasında senelerce kaldın." Medyen halkı ile birlikte Mısır'dan sekiz merhale uzaklıkta Arap topraklarında senelerce kaldın, onlarla birlikte ikamet ettin. Fakirlik ve gurbetin bir çok sıkıntısını çektin. O kadar ki, hanımının mehri olmak üzere on yıllık bir süre koyunlarını otlatmak üzere Şuayb'ın yanında ücretle çalıştın.

"Sonra bir takdir üzere geldin ey Musa!" Benim önceden takdir buyurmuş olduğum seninle konuşmak ve seni peygamber kılmak üzere tespit ettiğim vakitte geldin.

8- "Ve kendim için seni seçtim." Delilimi ortaya koymak üzere risaletim ve konuşmak için seni seçtim, seni kendim ile kullarım arasına dini tebliğ etmek, tevhide ve dosdoğru şeriate iletmek üzere elçi olarak görevlendirip risalet ver­dim. [7]



Firavun'u İmana Davet İle İlgili Olarak Musa Ve Harun (A.S.)'a Verilen Direktifler


42-  "Sen ve kardeşin ayetlerimle gidin. Beni anmakta gevşeklik göstermeyin.

43- 'İkiniz de Firavun'a gidin. Çünkü o azmıştır.

44- "Ona yumuşak söyleyin, belki öğüt alır yahut korkar."

45- "Rabbinıiz! Bize karşı aşırı gitmesin­den veya azgınlığını artırmasından korkarız." dediler.

46-  "Korkmayın. Çünkü Ben sizinle beraberim, işitir ve görürüm" buyurdu.

47-  "İmdi ona varıp deyiniz ki: Muhak­kak biz senin Rabbin tarafından gön­derilmiş rasulleriz. Artık İsrailoğul-larını bizimle gönder ve onlara azap et­me. Biz sana Rabbinden bir ayet ile gel­dik. Selâm hidayete tabi olanlara.

48-  Gerçekten bize vahyolundu ki: Muhakkak azap yalanlayan ve yüz çevirenler üzerinedir."



Açıklaması


İşte bunlar Allah'tan Musa ve kardeşine verilmiş emir ve yasaklardır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Sen ve kardeşin ayetlerimle gidin, beni an­makta gevşeklik göstermeyin." Ey Musa! Kardeşinle beraber Firavun'a ve kav­mine peygamberliğine alâmet ve belge olarak kıldığım delil ve mucizelerimle gidiniz. Bunlar ise sana indirmiş olduğum 9 ayet (mucize)tir. Risaleti onlara tebliğ etmekte zaaf ve gevşeklik göstermeyiniz. Allah'ın anılması bir güçtür, yardımdır ve bir kudrettir. Nitekim Tirmizî'nin Umâre b. Deskere'den rivayet ettiği hadis-i şerifte şöyle buyurulmaktadır: "Her şeyiyle ve tam anlamıyla benim kulum olan kişi dengi ile birlikte çekişirken beni anandır." Yani savaşta, kahramanlıkta, kendisine denk olan bir kişiyle karşı karşıya kaldığında, beni anan kişidir. Zikir bütün ibadetler hakkında kullanılır. Risaletin tebliğ edil­mesi ise bu ibadetlerin en büyüklerindendir. Risaletin tebliği de Firavun ve kavmine Allah'ın kendilerini müjdeciler ve uyarıcılar olarak gönderdiğini, on­ların küfürde kalmalarından Allah'ın razı olmayacağını hatırlatmaları, sevap, ceza, teşvik ve korkutmayı ihtiva eden emirleri onlara hatırlatmaları suretiyle risaletlerini tebliğ ederek Allah'ı "zikirde" usanmamaları emredilmiştir.

"İkiniz de Firavun'a gidin. Çünkü o azmıştır." Firavun'a gidin, onun ulûhiyyet iddiasını delil ve belgelerle çürütün. Çünkü o "Ben sizin en yüce Rab-binizim." (Nâziât, 79/24) demekle, Allah'a karşı isyan etmiş ve alabildiğine büyüklük taslamıştır.

İşe Firavun ile başlanmasının sebebi, onun hakim ve yönetici olmasıdır. Firavun iman etseydi çevresindekiler ve halkı da arkasından iman ederlerdi. Daha sonra Yüce Allah davet üslûplarını beyan ederek şöyle buyurmaktadır: "Ona yumuşak söz söyleyin. Belki öğüt alır yahut korkar." Onunla kabalıktan uzak, ince ve latif ifadelerle konuşun. Ona yumuşak sözle hitap edin. Böyle bir hitap şekli sizin yapacağınız tebliğ üzerinde düşünmesini, kafa yormasını, sizin vasıtanızla tehdit olunduğu Allah'ın azabından korkmasını daha çok sağ­layacaktır. Bundan kasıt onların azarlayıcı bir üslup kullanmamalarıdır. Meselâ şu sözleri bu kabildendir: "Senin arınmaya bir eğilimin var mıdır, seni Rabbine doğru ileteyim ki ondan korkasın..." (Nâziât, 79/18-19) Buna sebep yöneticilerin kendisini üstün gören, katı bir nefsinin olması, katı ve sert dav­ranmayı kabul etmesi, övülmek ve yumuşak hareket dolayısıyla da yumuşamasıdır. "Belki" ifadesi de burada bundan sonra gelen buyrukların ger­çekleşmesini ummak ve ortaya çıkması ihtimalini beklemek içindir. Buradaki umup bekleme, insanlar tarafından söz konusudur. Yani sizler onun öğüt alıp korkmasını umarak bunu söyleyiniz. Hitap her ne kadar Musa'ya yönelik ise de, Hz. Harun da ona tabi idi. O bakımdan Hz. Musa'ya hitap aynı zamanda Harun'a da hitaptır.

Bu ayet-i kerimede bir öğüt vardır ki, o da şudur: Firavun alabildiğine zor­ba ve müstekbirdi. Musa ise o dönemdeki insanlar arasında Allah'ın seçkin bir kulu idi. Bununla birlikte Firavun'a ancak yumuşaklıkla hitapta bulunmasını emrettiğini görüyoruz. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmak­tadır: "Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle davet et! En güzel yol ile onlar­la mücadeleni yap." (Nahl, 16/125).

Hz. Musa ve Hz. Harun, şu sözleriyle karşılık verdiler:

"Rabbimiz! Bize karşı aşırı gitmesinden veya azgınlığını artırmasından korkarız, dediler." Musa ve Harun şöyle dedi: Rabbimiz, bizler Firavun'u tev­hide ve sana ibadete davet edecek olursak, -azgınlığı, zorbalığı ve katılığı dolayısıyla- Onun elini çabuk tutup bizi hemen cezalandırmaya kalkacağından, bize eziyet verip saldırmakta aşırı gitmesinden korkarız.

"Korkmayın, çünkü ben sizinle beraberim, işitir ve görürüm, buyurdu." Yüce Allah Hz. Musa ve Hz. Harun'a Firavun'dan korkmamalarını buyurdu. Çünkü ben, yardım ve desteklemek suretiyle sizi korumak ve ona karşı yar­dımcı olmakla sizinle birlikteyim. Şüphesiz ben sizinle onun arasında cereyan edecek olanları çok iyi işitenim. Ben sizden yana gafil değilim, meydana gelen her şeyi bilirim. Size vereceği kötülükleri önleyeceğim. Bununla anlatılmak is­tenen şudur: Yüce Allah cesaret ve hikmet ile tebliğde bulunmaya onları teşvik etti ve Firavun'un yapacağı kötülükten ve onun kızgınlığına karşı kendilerini koruyup yardım edeceğine, destekleyeceğine, himaye edeceğine teminat verdi. Bu ayet-i kerime Yüce Allah'ın ilim sıfatından ayrı olarak "Semî" ve "Basîr" olmak sıfatlarına sahip olduğunun delilidir. Çünkü Yüce Allah'ın: "Çünkü ben sizinle beraberim" buyruğu Allah'ın ilmine, "işitir ve görürüm" buyruğu da "semi"' ve "basar"a delildir.

"İmdi ona varıp deyiniz ki: Muhakkak biz senin Rabbin tarafından gön­derilmiş rasulleriz." Meclisinde onun yanına gidin, karşısına dikilip şöyle deyin: Allah bizi sana peygamber olarak gönderdi. "Senin Rabbin" buyruğu gerçek Rabbin Allah olduğuna ve Firavun'un kendi adına rububiyet iddiasında bulunmasının anlamsızlığına işarettir.

"Artık bizimle İsrailoğullarını gönder ve onlara azap etme." İsrailoğul-larının esirliğine bir son ver, onları serbest bırak. Oğullarını boğazlamak, kız çocuklarını diri bırakmak, inşaat, kazı, ağır taşları taşımak gibi angarya işler­de, güçlerinin yetmeyeceği şeylerle onları mükellef tutmak suretiyle onlara iş­kence etme. Hz. Musa ile Hz. Harun'un böyle bir talepte bulunmakla davet­lerine başlamalarının sebebi, bu yolun doğrudan Yüce Allah'a imana davetten (Firavun için) daha hafif ve daha kolay olmasındandır.

"Biz sana Rabbinden bir ayet ile geldik ve selâm hidayete tabi olanlaradır." Biz sana peygamber olarak gönderilmiş olduğumuza dair Rabbinden bir mucize, bir delâlet ve bir alâmet ile gelmiş bulunuyoruz. Allah'ın gazabından ve azabından yana esenlik ve güvenlik içerisinde olmak ise peygamberlerine iman eden, hakka, hayra ve zulüm ile sapıklığı terk etmeye çağıran ayetleriyle yol bulan kimseleredir. Hz. Musa'nın bu ifadeleri bir selâmlama değildir.

Son ifade ise (yani: "Selâm hidayete tabi olanlaradır" ayeti) Peygamber (s.a.)'in kral ve hükümdarları İslâm'a davet ettiği yazışmalarında da kullanıl­mıştır. Meselâ, Rasulullah (s.a.) Bizanslıların büyüğü Heraklios'a gönderdiği mektubunda şöyle buyuruyordu:

"Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla. Allah'ın Rasulü Muhammed'den Rumların büyüğü Heraklios'a! Selâm hidayete tabi olanlaradır.

İmdi, ben seni İslâm'ın daveti ile davet ediyorum. İslâm'a gir, kurtulursun. Allah sana ecrini iki defa verecektir."

Yalancı Müseylime de Rasulullah (s.a.)'a şu şekilde bir mektup yazmıştı: "Allah'ın Rasulü Müseylime'den Allah'ın Rasulü Muhammed'e. Selâm olsun sana. İmdi: Ben seni bu işte ortak etmiş bulunuyorum. Şehirler senin, göçebe ler benim olsun. Fakat Kureyş haddi aşan bir topluluktur."

Buna karşılık Rasulullah (s.a.) ona şöyle yazmıştı:

"Allah'ın Rasulü Muhammed'den yalancı Müseylime'ye. Selâm hidayete tabi olanlaradır. İmdi: Yeryüzü Allah'ındır, Allah onu kullarından dilediklerine miras verir. Güzel akıbet ise takva sahiplerinindir."

"Gerçekten bize vahyolundu ki: Muhakkak azap yalanlayan ve yüz çeviren­ler üzerinedir." Bizler sana öğüt verdik, sana irşadda bulunduk. Çünkü Allah bize hatadan uzak olarak gönderdiği vahiylerde şunu da haber vermiştir: Azap, bununla ilgili ayetleri ve bizim kendisine davet ettiğimiz Allah'ın birliğini yalanlayıp Allah'a isyan eden kimseler içindir, sadece onlar içindir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Haddi aşıp dünya hayatını tercih edene gelince; şüphesiz cehennem varılacak yerin ta kendisidir." (Nâziât, 79/37-39). Bir başka yerde de Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "İşte ben sizi oldukça alev­li bir ateş ile korkuttum. Ona yalanlayan ve yüz çeviren bedbahtlardan başkası girmez." (Leyi, 92/11-16). Bir başka yerde de şöyle buyurulmaktadır: "İşte o ne tasdik etmiş ne de namaz kılmıştı. Fakat yalanlamış ve yüz çevirmişti." (Kıyâme, 75/31-32). [8]



Firavun İle Hz. Musa Arasında Ulûhiyete Dair Konuşma


49- "Rabbiniz kimdir ey Musa?" dedi.

50- "Rabbimiz o her şeye hilkatini verip sonra da doğru yolu gösterendir" dedi.

51-  "Önce geçen toplumların halleri nicedir?" dedi.

52- Dedi ki: "Onların ilmi Rabbinin nez-dinde bir Kitaptadır. Rabbin yanılmaz ve unutmaz.

53-  "Yeryüzünü size bir döşek yapan, orada size yollar açan ve gökten yağ­mur indirendir." Biz onunla çeşitli bit­kilerden çifter çifter çıkardık.

54-  Siz de yiyiniz, davarlarınıza da -şcAvcyıül. ŞvrçAifc ^«k kv, taualasda. akıl sahiplerine ayetler vardır.

55-  Biz sizi ondan yarattık, oraya iade ederiz; bir kere daha yine oradan çıkarırız.



Açıklaması


"Rabbiniz kimdir ey Musa? dedi." Eğer sizler Rabbinizin bana gönderdiği iki peygamberi iseniz, bana sizi gönderen Rabbinizin kim olduğunu bildiriniz. Dikkat edilecek olursa o Rabbi ikisine izafe etmekle birlikte, onları tasdik et­mediğinden ve gerçek rububiyeti inkârından dolayı Allah'ın ilâhlığını ken­disine izafe etmemiştir. Diğer taraftan her ikisine hitaptan sonra ayetlerin son­larına riayet olmak üzere yalnızca Hz. Musa'ya nida ile seslendiğini görüyoruz. Bunun bir diğer sebebi ise, Hz. Musa'nın asıl tabi olunan Hz. Harun'un ise yar­dımcısı ve kardeşi olduğunun ortaya çıkmasıdır. O şunu söylemek istemişti: Seni gönderip sana risalet görevini veren bu Rab kimdir? Ben onu tanımıyorum. Ben sizin benden başka bir ilâhınız olduğunu da bilmiyorum.

Hz. Musa ona şöyle cevap verdi: "Rabbimiz, O her şeye hilkatini verip son­ra da doğru yolu gösterendir, dedi." Rabbimiz, her şeye kendisine yakışan ve ondan istenen menfaate uygun suret ve şeklini verendir. Tutmak için el, yürümek için ayak, konuşmak için dil, görmek için göz, işitmek için kulağı yaratmış olması gibi.

Daha sonra Yüce Allah yaratıklarına vermiş olduğu nimetlerden yararlan­ma yollarını gösterdi. Onlar da her şeyden yaratılış maksadına uygun olarak, insan ve hayvanda olduğu gibi isteyerek ya da bitki ve cansız varlıklarda ol­duğu gibi tabiatları gereği yararlandılar. Bu Yüce Allah'ın şu buyruğunu andır­maktadır: "O takdir edip yol gösterendir." (A'lâ, 87/3). O, belli bir kader ile her şeyi tayin edip yaratıkları da ona iletmiştir. Bir diğer ifade ile o amelleri, ecel­leri ve nzıkları yazıp takdir ettikten sonra, yaratıklar da buna göre yol takip etmişlerdir, o yolun dışına çıkmazlar; hiç kimse de bu yolun dışına çıkacak gücü kendinde bulmaz. Ayet-i kerime yaratıkların hallerini delil göstererek yaratıcıyı ispat etmek sadedindedir.

"Önce geçen toplumların halleri nicedir, dedi." Hz. Musa Firavun'a ken­disini peygamber olarak gönderen Rabbinin aynı zamanda her şeyi yaratan, her şeyin kaderini tespit edip onu uygun yola ileten olduğunu haber verdikten sonra, bu sefer Firavun bu sözleriyle önceki nesilleri delil olarak ileri sürmeye koyuldu: Eğer durum bu şekilde ise geçmiş ümmetlerin ve toplumların halleri nice oldu? Onlar Rabbine ibadet etmediler, aksine onun dışında bir takım put­lara ve türlü yaratıklara ibadet ettiler.

Hz. Musa şu cevabı verdi: "Dedi ki: Onların ilmi Rabbimin nezdinde bir Kitaptadır. Rabbin yanılmaz ve unutmaz." Hz. Musa dedi ki: Onların yaptıkları bütün işler Allah'ın nezdinde koruma altındadır. Levh-i Mahfuz'da tespit edil­miştir. Onların karşılığını verecektir. Allah herhangi bir şeye dair bilgisinde yanılmaz ve onlara dair bildiği şeylerden hiç bir şey unutmaz. Allah'ın bilgisi her şeyi kuşatıcıdır. Yaratıkların bilgisi ise bir şeyi kuşatamamak ile öğrendik­ten sonra unutmak gibi iki kusur ile karşı karşıya kalır; Allah bundan münez­zehtir.

Firavun geçmiş ümmetlere dair soru sormakla Hz. Musa'yı güçlü deliller ileri sürmekten uzaklaştırmak ve böylelikle insanlar tarafından doğruluğunun açıkça görülüp anlaşılmasının önüne geçmek, Hz. Musa'yı da tarih ve hikâyelerle uğraştırmak istemişti. Fakat Hz. Musa bu işin farkına vardığından dolayı en özlü bir ifade ve en anlamlı açıklamalarla Allah'ın varlığını ispat edip geçmişin durumunu ise gaybı çok iyi bilen Allah'a havale etti.

Hz. Musa insan, diğer canlılar, çeşitli bitkiler ve cansızlardan oluşan bütün yaratıkları kapsayan genel ve ilk delili söz konusu ettikten sonra, özel bir takım delilleri zikretti ki, bunlar üç tanedir:

1- Yüce Allah: "Yeryüzünü size bir döşek yapandır." Benim Rabbim, yer­yüzünü döşek gibi hazırlamış ve faydalanmak için yaymış olandır. Siz orada gayet kolaylıkla yaşarsınız. Orada karar bulmaktasınız. Yatar, kalkar, uyur­sunuz ve yeryüzünde yolculuklar yaparsınız.

2- "Orada size yollar açandır." Sizin için orada izleyeceğiniz yollar yarattı ve bu yolları size kolaylaştırdı. Nitekim yüce Allah başka yerlerde şöyle buyur­maktadır: "Ve orada geniş yollar kıldık ki, yol bulabilsinler." (Enbiya, 21/31); "O yeri size beşik kılan ve doğru yolda gidebilmeniz için orada size yollar açandır." (Zuhruf, 43/10); "Allah yeri sizin faydanıza bir sergi kılmıştır. Onun geniş yol­larında gidesiniz diye." (Nuh, 71/19-20).

3- "Ve gökten bir su indirendir. Biz onunla çeşitli bitkilerden çifter çifter çıkardık." Bulutlardan yağmur indirip o yağmur ile çeşitli, türlü bitkiler çıkar­dık. Ekinler, türlü meyveler yetiştirdik. Bunların renkleri, kokuları ve şekil­leri çeşit çeşittir. Kimisi insanlara kimisi hayvanlara yararlıdır. İşte bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Siz de yiyiniz, davarlarınıza da yediriniz. Şüphe yok ki, bunlarda akıl sahiplerine ayetler vardır." Biz çeşitli, türlü bitkiler yarattık. Bunların bir kısmı insanın faydasınadır, bir kısmı hay­vanlara yem olmak içindir. Siz, size uygun olanlardan yiyiniz ve meyve olarak yararlanınız. Davarlarınızı (deve, inek ve koyunlarınızı) taze otlaklarda ot­latınız, kurutup yem olarak da veriniz. Şüphesiz size söz ettiğim bu hususlar­da, dosdoğru çalışan bir akıla sahip olanlar için yaratıcıdan başka ilâh ol­madığına, ondan başka Rab bulunmadığına apaçık alâmetler, deliller ve bel­geler vardır.

Yüce Allah yerin ve göğün bir takım menfaatlerini söz konusu ettikten sonra, bizatihi bunların istenen şeyler olmadığını, aksine bunların ahiretin menfaatlerine götüren araçlar olduğunu şöylece beyan etmektedir:

"Biz sizi ondan yarattık. Oraya sizi iade ederiz. Bir kere daha oradan sizi çıkarırız." Sizin yaratılışınızın başlangıcı yerden olmuştur. İlk babanız Adem topraktan yaratılmıştır. Gıdalardan oluşan nutfe de nihayet yerden oluşur. Çünkü hayvani gıdalar bitkilerden, bitki de su ve toprağın karışımındandır.

Öldükten sonra siz tekrar yeryüzüne döneceksiniz, toprağa gömülecek­siniz. Vücut parçalarınız toprak olup dağılacaktır.

Sizleri, yeniden diriltmek ve amel defterlerinizi vermek suretiyle kabir­lerinizden çıkartacağız. Biz sizleri ilk olarak yeryüzünden çıkarttığımız gibi ölümden sonra da ikinci bir defa daha yine yerden çıkartacağız. Burada ayet- i kerimeden kasıt, Yüce Allah'ın kendi zatını tenzih etmesi ve Firavun'a aslını hatırlatarak onun topraktan yaratılmış olup tekrar toprağa döneceğinin hatır-latılmasıdır. O bakımdan dünyasına ve krallığına sakın aldanmasın. Şunu da bilsin ki, ilerde oldukça dehşetli bir gün ile karşılaşacaktır. O günde her şeyden sorgulanacak, amellerinden dolayı hesaba çekilecektir.

Bu ayet-i kerimenin bir benzeri de Yüce Allah'ın şu buyruklarıdır: "Orada yaşayacaksınız, orada öleceksiniz ve oradan çıkartılacaksınız." (A'raf, 7/25); "Sizi çağıracağı o günde ona hamd ile çağrısına cevap verecek ve ancak çok az bir süre eğlenmiş olduğunuzu sanacaksınız." (İsrâ, 17/52).

Sünen sahiplerince rivayet edilen hadiste belirtildiğine göre Rasulullah (s.a.) bir cenazede hazır bulunmuştu. Ölü gömüldükten sonra bir avuç toprak alıp kabre attı ve şöyle buyurdu: "Biz sizi ondan yarattık." Sonra bir avuç daha atıp: "Oraya sizi iade ederiz" buyurdu, sonra bir avuç daha atıp: "Bir kere daha yine oradan sizi çıkarırız." buyurdu. [9]



-7- Hz. Musa'nın Büyücülük İle İtham Edilmesi


56- Andolsun biz ona ayetlerimizin hep­sini gösterdik de o yalanladı ve yüz çe­virdi.

57- "Sen sihrinle bizi topraklarımızdan çıkarmaya mı geldin ey Musa?" dedi.

58- "Andolsun biz de senin sihrin gibi bir sihir getiririz sana. Bizimle senin aran­da bir buluşma yeri ve vakti belirle ki, sen de biz de caymayalım. Düz ve geniş bir yer olsun."

59- "Sizinle karşılaşma zamanımız tören günü ve insanların toplanma vakti olan kuşluk vaktidir" dedi.



Açıklaması


"Andolsun biz ona ayetlerimizin hepsini gösterdik de, o yalanladı ve yüz çe­virdi." Allah'a yemin olsun ki, biz kudretimize, vahdaniyetimize ve Musa'nın peygamberliğine delâlet eden ayetlerimizi gösterdik. Dokuz ayet (mucize) ^ ile bunların dışında kalan çeşitli delil ve belgeler bunlara örnektir. O bütün bunla­rı gördü, kavradı, fakat hepsini yalanladı. Küfür, inat ve azgınlıkla iman ve hakka yapılan çağrıyı kabul etmeyip yüz çevirdi. Nitekim Yüce Allah bu duru­mu başka yerlerde şöylece ifade etmektedir: "Kalpleri onlara inandığı halde sadece zulüm ve büyüklenmeleri sebebiyle onları inkâr ettiler." (Nemi, 27/14); "Andolsun ki, bunları birer ibret olmak üzere göklerin ve yerin Rabbinden baş­ka kimsenin indirmediğini bilmişsindir. Ey Firavun, ben de seni gerçekten he­lak edilmiş sanıyorum., dedi." (İsra, 17/102). Daha sonra Yüce Allah, Fira­vun'un şüphesini ve yalanlama niteliğini söz konusu ederek şöyle buyurmakta­dır: "Sen sihrinle bizi topraklarımızdan çıkarmaya mı geldin, ey Musa dedi." Firavun Hz. Musa'nın asa ve beyaz el mucizelerini görmezlikten gelip inkâra saparak şöyle demişti: Ey Musa! Sen Medyen topraklarında ortaya koyduğun sihir ile -ki bu da asayı yılana çevirmektir- bizi topraklarımız olan Mısır'dan çı­kartmak için mi geldin? Sen bu işi yaparak insanlara sana uymaları icap eden bir peygamber olduğun vehmini vermeye çalışıyor ve bu yolla bizim toprakları­mızda üstünlük sağlayıp bizi buradan çıkartmak istiyorsun. Firavun'un top­raklarından çıkarılmalarını söz konusu etmesi, kavminin Hz. Musa'nın çağrısı­nı kabul etmekten uzaklaşmalarını ve Hz. Musa'ya öfkelenip ona kızmalarını, Mısır'dan onu kovup çıkartmaya çalışmalarını sağlamak içindi.

"Andolsun biz de senin sihrin gibi bir sihir getiririz sana." Senin yaptığın büyünün bir benzerini sana karşı getireceğiz. Çünkü biz de senin büyünün benzerini biliyoruz. Sakın senin bu durumun seni aldanışa sürüklemesin.

"Bizimle senin aranda bir buluşma yeri ve vakti belirle ki, sen de biz de caymayalım. Düz ve geniş bir yer olsun." Bize belli bir gün ve belli bir yer belir­le. Orada bir araya gelelim. Bizdeki büyü yapma imkânlarıyla senin getirdikle­rine karşı koyalım. Hiç birimiz verilen bu söze aykırı hareket etmesin. Firavun gücünün mükemmelliğini göstermek gayesiyle yer ve zamanı tayin etme işini Hz. Musa'ya bırakmıştı.

Buluşma yerimiz açık, görünür, tümseği ve çukuru olmayan düz bir yer ol­sun ki, orada hakikat ortaya çıksın veya orası her iki kesimin ortasında bir yer olsun ki, gecikme halinde kimsenin ileri süreceği bir mazereti kalmasın.

"Sizinle karşılaşma zamanımız tören günü ve insanların toplanma vakti olan kuşluk vaktidir." Toplanma günümüz insanların süslendiği gün olan tören günü (Nevruz bayramı günü) ve kuşluk vakti olsun ki, bu insanların iş yapma­dığı bir günde ve hep birlikte bir araya gelecekleri umumi bir toplantı olsun. Sonunda da bu karşılaşmanın sonucu üzerinde konuşsunlar. Böylelikle davetin üstünlüğü ortaya çıksın, hak söz yücelsin, batıl can çekişerek yok olsun. O gün­de aydınlığın daha baskın olması ve günün ilk saatlerinde olması uygundur. Böylelikle mucize hususunda şüpheye düşmesinler, Yüce Allah'ın her şeye ka­dir olduğunu, peygamberlerin mucizelerini buna karşılık da peygamberi olağa­nüstü haller karşısında büyünün, karşı çıkışının batıl olduğunu görüp buna ta­nık olsunlar.

İşte böyle bir sözleşmeyi tercih etmek, zaferden emin oluşa açık bir delil, delilin açıklanma yoluna güvenildiğine açık bir belgedir. [10]



Firavun'un Sihirbazları Toplaması Ve Hz. Musa'nın Onları Uyarması


60- Firavun dönüp hilesini topladı, son­ra geldi.

61- Musa onlara: "Vay size! Allah'a iftira etmeyin, yoksa sizi azap ile helak eder. İftira eden zaten zarar eder." dedi.

62- İşlerini aralarında karşılıklı konuş­tular. Gizlice danıştılar.

63-  Dediler ki: "Bunlar gerçekten sihir­bazdır. Sizi sihirleriyle yurdunuzdan çıkarmak ve güzel yolunuzu yok etmek istiyorlar.

64-  "İmdi, hilenizi sağlamca yapıp saf saf gelin ki, bugün kim üstün gelirse fe­lah bulur."



Açıklaması


"Firavun dönüp hilesini topladı, sonra döndü." Firavun meclisten ayrılıp ülkesindeki sihirbazları toplamaya başladı. Bunun için kendileriyle tuzak ve hilelerini kuracağı, büyü araç ve gereçleri hazırlamaya koyuldu. Aralarında si­hirbazlık yaygın bir işti. Daha sonra da belirlenen, sözleşilen şekilde geldi, ileri gelen yardımcılarıyla birlikte- bu gün devlet başkanları için özel olarak hazır­lanan askeri geçit trübünlerinde olduğu gibi- kendisine ait özel yerine oturdu. Hz. Musa da kardeşi Harun ile birlikte geldi, sihirbazlar da gelip saf saf yerle­rini aldılar. Firavun onları teşvik etmeye, gayrete getirmeye, onlara vaadlerde bulunmaya başladı. Bunun üzerine Yüce Allah'ın şu buyruğunda ifade ettiği gi­bi ondan ücret istemek cesaretini buldular: "Şayet galip gelirsek elbette bize bir ücret vardır, değil mi? Evet, o takdirde siz gerçekten yakınlaştırılmışlardan ola­caksınız, dedi." (-Şuarâ, 26641-42). Firavun, bütün varlıklarıyla güçleriyle, iş­lerini en güzel şekliyle yapabilmeleri ve Musa'ya üstünlük sağlamaları uğrun­da her şeylerini ortaya koysunlar diye sihirbazlara maddî ve manevî mükâfat vaadinde bulundu.

Sonra Hz. Musa risaletini ilân ederek şöyle dedi: "Musa onlara: Vay size! Allah 'a yalan yere iftira etmeyin. Yoksa sizi azap ile helak eder. İftira eden zaten zarar eder, dedi." Musa, Firavun ve sihirbazlara şunları söyledi: Eğer sizler be­nim şu getirdiklerimin hak olmadığını, bir sihir olduğunu ileri sürmek suretiy­le Allah'a yalan ve gerçek dışı iftiralarda bulunacak olursanız, helak olmak ve azaba uğramak sizin için. Allah o takdirde sizi kendi katından oldukça çetin bir azap ile toptan yok eder. Zaten hangi türden olursa olsun, Allah'a iftira eden zarar eder ve helak olur.

Bu sefer, onun bu sözleri karşısında: "İşlerini aralarında karşılıklı konuş­tular, gizlice danıştılar." Sihirbazlar Hz. Musa'nın bu sözlerini işitince bu hususta kendi aralarında tartıştılar, danıştılar, görüş alışverişinde bulundular. Aralarındaki bu görüş alışverişini de Hz. Musa ve kardeşinden gizlice yaptılar ve aşağıdaki kararı aldılar:                          

"Bunlar gerçekten sihirbazdır. Sizi sihiHeriyle yurdunuzdan çıkarmak ve en güzel bu yolunuzu yok etmek istiyorlar." Sihirbazlar dediler ki: Ey Mısırlılar! Şüphesiz ki, Musa ile Harun sizleri büyü sanatıyla yurdunuz olan Mısır'dan çı­kartmak istiyorlar. Bütün makam ve mevkileri ellerine geçirip üstünlük sağla­mak istedikleri gibi ayrıca bunlar her hususta iktidarın kendilerinin olmasını isterler. Sonuçta sizin düzeniniz yıkılacak hürriyet, üstünlük ve şerefiniz yok o-lacak; mal ve mülkünüz, zenginlik kaynaklarınız elinizden alınacaktır.

Sihirbazlar bu ifadeleri Firavun'un sözlerinden etkilenerek, onun propa­gandalarını tekrarlayarak ve Hz. Musa ile Hz. Harun'dan insanları uzaklaştır­mak için onun ortaya koyduğu yöntemle söylediler. Bu üç yöntem ise, peygam­berliklerini yalanlayıp onları sihirbazlıkla nitelendirmek ve onların nihaî ni­yetlerini -kendilerince- açığa çıkarmak yöntemiydi. Bu nihaî gaye ise Mısır'ın asıl yerlilerini oradan kovup bütün makam ve mevkileri ele geçirmekti.

O halde bizim böyle bir tehlike karşısında tek bir saf halinde durmamız gerekiyor. Bunun için dediler ki: "İmdi, hilenizi sağlamca yapıp saf saf gelin ki, bugün kim üstün gelirse felah bulur." Haydi bütün bilgi ve becerinizi bir araya getirip kararlılıkla ortaya koyunuz, yapabildiğiniz her türlü hile ve çareye baş­vurunuz; hiç birisini ihmal etmeyiniz, tek bir saf halinde durunuz. Ellerinizde bulunanları bir defada bırakınız ki, gözleri kamaştırabilesiniz, heybetiniz ve azametiniz büyüsün, bu iki kişiye galip gelesiniz. Çünkü bu gün biz veya onlar kim galip gelirse artık o kurtulur ve umduğuna kavuşmuş olur.

İşte bütün bunlar, arzulananı elde etmek için bütün gayretlerini ortaya koymak üzere teşvikte bulunup kararlılıklarını pekiştirmek kasdı ile sihirbaz­ların birbirlerine söyledikleri sözlerdir. [11]



Hz. Musa İle Sihirbazların Karşılaşmaları Ve Sihirbazların Allah'a İman Ettiklerini Açıklamaları


65-  "Ey Musa! Sen mi bırakırsın, yoksa ilk bırakan biz mi olalım?' dediler.

66- "Hayır, siz bırakın" dedi. Bir de baktı ki onların ipleri ve değnekleri sihirlerin­den ötürü kendisine yürüyorlarmış gibi geldi.

67- Musa içinde gizli bir korku duydu.

68-  "Korkma, çünkü en üstün olan mu­hakkak sensin" dedik.

69-  "Sağ elindekini bırak. Onların yap­tıklarını yutacak. Onların yaptıkları an­cak bir sihirbaz hilesidir. Sihirbaz ise nerede olursa olsun iflah olmaz."

70-  Sonunda sihirbazlar secdeye kapan­dılar. "Harun ve Musa'nın Rabbine iman ettik" dediler.

71- Dedi ki: "Ben size izin vermeden, ona iman mı ettiniz? Muhakkak ki, o size bü­yüyü öğreten büyüğünüzdür. Elbette si­zin el ve ayaklarınızı çaprazlama kese­ceğim ve sizi hurma dallarına asacağım. Hangimizin azabının kalıcı olduğunu da mutlaka bileceksiniz."

72- Dediler ki: "Seni bize gelen beyyinata ve bizi yaratana asla tercih etmeyiz. Ne hüküm vereceksen ver; sen ancak bu dünya hayatında hükmedersin.

73- "Gerçekten biz Rabbimize iman ettik ki, günahlarımızı ve işlemeye zorladığın sihiri bağışlayarak bizi affetsin. Allah daha hayırlı ve daha kalıcıdır."

74- Gerçek şu ki: Kim Rabbine günahkâr olarak gelirse muhakkak onun için cehen­nem vardır. O orada ölmez de, dirilmez de.

75- Kim de ona iman etmiş olarak salih amelde bulunmuş halde gelir ise, onlara en yüksek dereceler vardır.

76- Adn cennetleri ki, altından nehirler akar, onlar orada ebedîdirler. Bunlar te­mizlenen kimselerin mükâfatıdır.



Açıklaması


Karşılaşma başlayıp da her iki kesim bir araya gelince sihirbazlar Hz. Musa'ya: "Ey Musa, sen mi bırakırsın yoksa ilk bırakan biz mi olalım? dediler."

Hz. Musa'ya öncelik tanımakla birlikte bu şekilde bir seçenekle karşı kar­şıya bırakmak, güzel bir edep ve bir alçakgönüllülük idi. Allah bunun sayesinde onlara ilham verdi ve bunun bereketiyle iman ihsan etti. Hz. Musa da onla­rın edebine aynı şekilde bir edeple karşılık vererek "Hayır siz bırakın dedi." Yani Hz. Musa onlara dedi ki: Hayır, önce siz bırakın ki, sizin büyünüzü göre­lim ve işinizin gerçek mahiyeti ortaya çıksın. Böylelikle onlar sihirlerini yap­tıklarında onun mucizesi daha açık bir şekilde görülecekti. Daha sonra kendisi asasını yere bıraktı ve onların bütün attıklarını yutuverdi. Böylelikle de Hz. Musa'nın onların büyülerine aldırmadığı ortaya çıkmış oldu.

"Bir de baktı ki onların ipleri ve değnekleri sihirlerinden ötürü kendisine yürüyorlarmış gibi geldi." Onlar beraberlerinde bulunan ip ve değnekleri yere bıraktılar. Musa ve onları gören insanlar, bunların yılan gibi süratle hareket ettiklerini sandılar. Sözün başlangıç bölümünde bir hazf vardır. Yani onlar da ellerindekini bıraktılar. Yüce Allah'ın: "(fe-izâ)" buyruğu Zemahşerî'nin görüşü­ne göre mufâcee içindir (ansızın bir şeyle karşı karşıya kalmayı ifade eder. Me­al bu şekilde yapılmıştır.) Ancak Râzî, onun bu kanaatini reddederek şöyle der: Fakat araştırıldığı takdirde bunun zaman bildiren bir anlam taşıdığı görülür. O takdirde bu buyruğun manası şöyle olur: "O vakit onların ipleri..."

Bir başka ayet-i kerimede de ifade edildiği gibi onlar ellerindekilerini bıra­kıp: "Firavunun izzeti hakkı için şüphesiz biz galip gelenleriz." (Şuara, 26/44) demişlerdir. Buradaki ayetin benzeri de şu ayet-i kerimedir: "(Büyü âletlerini) bıraktıklarında, insanların gözlerini büyülediler ve onlara korku saldılar. Pek büyük bir sihir meydana getirmiş oldular." (A'râf, 7/116).

Bu işi, aletlerini güneş ışığından etkilenen civa ile veya ısıdan etkilenen bir başka madde ile doldurmak suretiyle yapmışlardı. Böylelikle bakan kişiye bunlar kendi istekleriyle yürüyor intibaını veriyordu. Adeta vadi birbiri üstüne binen yılanlarla dolmuş gibi oldu.

"Musa içinde gizli bir korku duydu." Musa beşer tabiatının etkisi ile yeni­lecek diye bir korku hissetti içinde. Firavun ve kavminin ise gözleri güldü, ba­şarı elde ettiklerini, sihirbazların Hz. Musa ve Harun'u yenik düşürdüklerini sandılar.

"Korkma, çünkü en üstün olan muhakkak sensin, dedik." Yüce Allah Hz. Musa'ya: Korkma! Çünkü galibiyeti elde etmek suretiyle onlara üstün gelecek olan sensin, dedi.

"Sağ elindekini bırak, onların yaptıklarını yutacak. Onların yaptıkları an­cak bir sihirbaz hilesidir. Sihirbaz ise nerede olursa iflah olmaz." Sağ elinde olan asayı bırak ey Musa! O da bir yılana dönüştükten sonra yılanlara dönmüş gibi gösterdikleri ve kendileri vasıtasıyla insanları kandırdıkları ipleri ve sopa­larının tümünü yutacaktır. Çünkü onların yaptıkları ancak bir sihir ve hayal­dir, gerçeği ve kalıcılığı yoktur. Büyücü yeryüzünde nereye giderse gitsin yahut nasıl bir hile yaparsa yapsın, asla başarılı olamaz. Hiç bir zaman büyü ile mak­sadını elde edemez. Hayır ya da şer ile olsun fark etmez. Hz. Musa'nın asasının müphem bırakılması (yani asa olarak zikredilmeyip "elindekini" denilmesi) onun durumunun dehşet verici olduğunu ve bilinen asa türlerinden bulunma­dığını anlatmak içindir.

Hz. Musa'nın mucizesi gerçekleşti; delil ve belge açıklık kazandı. Seyreden insanlar dehşete kapıldı, sihirbazlar da sihir ile ebediyyen böyle bir işin yapıla­mayacağını ve bunun insan gücünün dışında olduğunu bildiklerinden bunun kainatı yaratan Yüce Allah'ın fiili ile gerçekleştiğini anladılar. O bakımdan Yü­ce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi imana geldiler: "Sonunda sihirbazlar secdeye kapandılar. Harun ve Musa'nın Rabbine iman ettik, dediler." Hz. Musa asasını bırakıp onların asalarını ve iplerini yutunca sihirbazlar Hz. Musa'nın bu işinin sihir ve hile kabilinden olmayıp aksine her şeye gücü yeten Allah'ın emri ile olduğunu anlayınca, Yüce Allah'a secdeye kapıldılar, Hz. Musa'nın ri-saletine şöyle diyerek iman ettiler: "Biz âlemlerin Rabbine, Harun ve Musa'nın rabbine" ahire ti dünyaya üstün, hakkı da batıla üstün tutarak "iman ettik." İbni Abbas ile Ubeyy şöyle demiştir: Sihirbazlar günün ilk saatlerinde sihirbaz idiler, günün son saatlerinde de hayırlı şehitler oldular. İkrime yine İbni Ab-bas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Sihirbazlar yetmiş kişi idiler. Sabah sihirbazdılar, akşam şehit oldular. el-Evzaî sihirbazların secdeye kapandıkları sırada gözleriyle görünceye kadar cennetin önlerine getirildiğini söyler.

Allahu Ekber! Gerçekten Allah'ın işi dehşet verici, hayret vericidir. Basit bir iman dahi büyük bir şerefe, en büyük bir fazilete, Allah'ın cennetlerinde ebedî nimetlere nail olmaya bir sebeptir. Yüce Allah'ın: "Sonunda sihirbazlar secdeye kapandılar." buyruğundan kasıt, secde etmek için zorlandıkları, mec­bur edildikleri değildir. Aksi taktirde secde etmekle övülmezlerdi. Aksine onlar çabucak secdeye kapandıkları için adeta secdeye bırakılmış gibi oldular. Ze-mahşerî şöyle der: İşleri ne kadar da hayret edilecek bir iştir! Küfür ve inkâr uğruna iplerini ve değneklerini attıktan kısa bir süre sonra bakıyoruz ki, alın­ları şükür için, secde için yerlere kapanıvermiş. Bu iki bırakma arasındaki fark ne kadar da büyüktür!

Sihirbazlar: "Harun ve Musa'nın Rabbine iman ettik." diyerek, yalnızca âlemlerin Rabbi demeyişlerinin sebebi Firavun'un "en yüce Rabbiniz benim" (Nâziat,79/24) ve "benden başka ilâhınız olduğunu bilmiyorum" (Kasas, 28/38) sözlerinde de ulûhiyyeti iddia etmiş olmasındandır. Şayet onlar yalnızca "alem­lerin Rabbine iman ettik" demiş olsalardı Firavun: Onlar bana iman ettiler, benden başkasına değil diyecekti. O bakımdan Firavun'un iddiasını çürütmek üzere bu ifadeyi tercih ettiler. Buna delil ise şudur: Onlar önce Harun'u sonra Hz. Musa'yı zikrettiler. Çünkü Firavun Hz. Musa'nın da rabbi olduğu iddiasın­da idi. Çünkü Yüce Allah'ın Firavun'un söylediğini naklettiği üzere Hz. Mu­sa'yı küçükken terbiye etmişti: "Biz seni aramızda küçük bir çocuk iken terbiye etmedik mi?" (Şuara, 26/18).

Daha sonra Firavun sihirbazların secdeye kapandıklarını, Yüce Allah'ı ik­rar edip ona iman ettiklerini görünce Allah'a ve rasulüne iman hususunda di­ğer insanların da onlara uyup arkalarından gideceğinden korktuğu için, pey­gamber ve peygamberliği hakkında bir başka şüphe ortaya atarak şöyle dedi:

"Dedi ki: Ben size izin vermeden ona iman mı ettiniz? Muhakkak ki o size büyüyü öğreten büyüğünüzdür."  Küfür, inat ve azgınlık ile batılı ileri sürerek hakka karşı mücadele veren Firavun, bu göz kamaştırıcı mucizeyi ve yardımla­rını istediği sihirbazların ezici bir şekilde hezimete uğrayıp iman ettiklerini gö­rünce şöyle dedi: Bu hususta ben size izin vermediğim halde, siz onu doğruladı-nız yahut sözünü doğru kabul edip dinine tabi mi oldunuz? Sizler bu konuda basiretinizi kullanarak gereği gibi düşünerek iman etmediniz? Sizler büyüyü Musa'dan öğrenmiş olmalısınız. Sizin öğretmeniniz, üstadınız odur, siz de onun öğrencilerisiniz. Siz ve o bana, benim uyduklarıma karşı Musa'yı yüceltmek ve onun davetinin propagandasını yapmak için ittifak etmiş ve bana bir komplo hazırlamış bulunuyorsunuz. Nitekim Yüce Allah bu hususu bir başka yerde şöylece ifade etmektedir:"Şüphe yok ki bu, halkını oradan çıkarmanız için şe­hirde kurduğunuz gizli bir hilekârlıktır. Yakında bileceksiniz." (A'râf, 7/123).

Firavun bu sözleriyle iman etmesinler diye insanları şüpheye düşürmek istemişti. Yoksa kendisiyle Hz. Musa'dan büyüyü öğrenmediklerini Hz. Musa'nın onların başkanı olmadığını, onunla sihirbazlar arasında herhangi bir ilişki ya da bağlantı olmadığını çok iyi biliyordu.

Daha sonra Firavun şu sözleriyle tehdide ve imandan uzaklaştırmaya ça­lıştı: "Elbette sizin el ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim ve sizi hurma dalla­rına asacağım. Hangimizin azabının daha şiddetli ve kalıcı olduğunu da mut­laka bileceksiniz."

İbni Abbas bu işi ilk yapanın Firavun olduğunu söylemiştir. Gaye, bu or­ganları kullanmaktan mahrum bırakmaktır. Devamla şöyle dedi: Aynı şekilde ben sizi hurma dallarına -acınızı daha da artırmak ve teşhir için- asacağım. Böyle bir yolu seçişinin sebebi oldukça sert ve eziyet verici bir yol oluşundan-dır. Daha sonra şöyle dedi: Siz elbette size daha ağır azap veren ben miyim yoksa Musa'nın Rabbi midir, çok iyi bileceksiniz.

Bu sözlerle Allah'ın kudretine karşı koymakta, Hz. Musa'yı küçümsemek­te ve kendi sahip olduğu otorite, kahredici güç ve iktidara işaret etmektedir.

Firavun bu şekilde tehdit edince, sihirbazlar Allah uğrunda kendilerini fe­da etmekten çekinmeyerek şöyle dediler: "Dediler ki: Seni bize gelen bir yılan­dan ve bizi yaratana asla tercih etmeyiz." Musa'nın bize Allah'tan getirmiş ol­duğu apaçık belgeler ile beyaz el ve asa gibi gayet açık ve üstün mucizelere, di­ğer taraftan elde ettiğimiz hidayet ve yakine asla seni tercih etmeyiz. Aynı za­manda, yokken bizi var eden yaratıcımız, var edicimize de seni tercih edeme­yiz. Çünkü ibadete, itaate lâyık olan O'dur, sen değilsin.

"Ne hüküm vereceksen ver, sen ancak bu dünya hayatında hükmedersin." Ne istersen yap, aklına geleni yap. Sen ancak bu geçici dünyada bize tahak­küm edebilir, zulmünü bize uygulayabilirsin. Fakat bundan sonra bize bir şey yapamazsın. İşte biz de ebedilik yurdunu seçip tercih ediyoruz.

"Gerçekten biz, Rabbimize iman ettik ki, günahlarımızı ve bizi işlemeye zorladığın sihri bağışlayarak bizi affetsin. Allah daha hayırlı ve daha kalıcı­dır." Bizler, bize iyiliklerde bulunan Rabbimiz Allah'ı tasdik ettik. Böylelikle büyük, küçük günahlarımızı örtüp affetsin. Özellikle de Allah'ın ayeti ve peygamberinin mucizesine karşı çıkalım diye bizi mecbur tuttuğun sihrimizi affet­sin. Allah'ın bize vereceği mükâfat senin bize vaad ettiklerine göre bizim için seninkinden daha hayırlı, sevabı daha süreklidir, O'nun cezası ise seninkinden daha kalıcıdır.

Nakledildiğine göre sihirbazların ileri gelenleri 72 kişi idi. Bunların ikisi Kıptî diğerleri ise İsrailoğulları'ndandı. Firavun'a: "Musa'yı uyurken bize gös­ter," dediler. Asasının kendisini koruduğunu gördüler ve onun sihirbaz olmadı­ğını, çünkü sihirbazın uyuyunca sihrinin etkisi kalmayacağını söylediler. An­cak Firavun onların bu sözlerini kabul etmedi. Mutlaka ona karşı çıkmaları için diretti.

Ayet-i kerimeler Firavun'un sihirbazları tehdit ettiği cezayı uygulayıp uy­gulamadığını belirtmemektedir. Fakat zahiren görülen o ki, bu tehdidini yerine getirmiştir. Çünkü daha önce geçen İbni Abbas'ın: "Sabahleyin sihirbaz idiler, akşam ise hayırlı şehitler oldular" sözü bunu açıklamaktadır.

Sihirbazlar Firavun'a öğüt vermeye devam ederek Allah'ın ebedi intikam ve azabından sakındırıp kesintisiz ve ebedi sevap ve mükâfatına teşvike şu sözleriyle devam ettiler:

"Kim Rabbine günahkâr olarak gelirse muhakkak onun için cehennem var­dır. O orada ölmez de, dirilmez de." Kıyamet gününde günahkâr olarak Allah'ın huzuruna çıkanlar cehennemde azap görecektir. Orada rahatlatacak bir ölümü tatmayacağı gibi, huzurlu bir hayat da yaşayamayacaktır. Bu, iman ettikleri sırada sihirbazların söyledikleri sözlerdendir. Bunun sihirbazların sözünün bi­timinden sonra Yüce Allah'ın sözlerinin başlangıcı olduğu da söylenmiştir. Bu ayet-i kerimenin bir benzeri de Yüce Allah'ın şu buyruğudur: "Onlara hükmo-lunmaz ki, ölsünler ve üzerlerindeki cehennem azabı da hafifletilmez. İşte biz küfürde ısrar eden herkesi böyle cezalandırırız." (Fâtır, 35/36); "Oldukça baht­sız olan kimse de ondan (o öğütten) kaçınacaktır ki, o en büyük ateşe girecek, sonra orada hem ölmeyecek, hem dirilmeyecektir." (A'lâ, 87/11-13); "Ey Malik! Rabbin bize (ölümle) hükmetsin diye seslenecekler. Diyecek ki: Şüphesiz sizler (bu azapta) kalıcılarsınız." (Zuhruf, 43/77).

Ahmed ve Müslim'in de Ebu Saîd el-Hudrî'den rivayetlerine göre Rasulul-lah (s.a.) bir hutbe irad etti ve bu ayet-i kerimeyi okudu. Sonra şöyle buyurdu: "Oranın ehli olanlara gelince, onlar orada ne ölürler, ne diriltilirler. Oranın ehli olmayanlara gelince: Ateş onları bir çeşit öldürecek sonra şefaatçiler kalkıp on­lara şefaat edecektir. Bunlar topluluklar halinde bir nehrin kıyısına getirilecek­lerdir. Bu nehrin adı Hayat Nehridir. Selin sürüklediği şeyler arasında otun ye­şermesi gibi yeşereceklerdir."

Sahih hadiste de şöyle denilmiştir: "Kalbinde zerre ağırlığı kadar iman­dan eser bulunan ateşten çıkacaktır."

"Kim de ona mümin olarak salih amelde bulunmuş halde gelirse, onlara en yüksek dereceler vardır." Her kim öldükten sonra diriliş gününde Rabbinin huzuruna sözüyle, ameliyle kalpten tasdik etmiş ve itaatleri yerine getirmiş olarak kavuşursa, işte imanları ve salih amelleri sebebiyle onlar oldukça yük­sek mevki ve dereceleri köşkleri ve hoş meskenleri olan cennete gireceklerdir.

İmam Ahmed ve Tirmizî'nin Ubâde b. es-Samid'den rivayetlerine göre Ra-sulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Cennette yüz derece vardır. Her iki derece arasındaki mesafe yer ile gök arası kadardır. Firdevs ise en yüksek derecedir. Dört nehir oradan kaynar. Arş da onun üstündedir. O bakımdan Yüce Allah'tan (cenneti) dilediğiniz vakit ondan Firdevs'i dileyiniz."

Buharî ile Müslim'de de şu hadis-i şerif yer almaktadır: "îlliyyîn (en yüksek) olanlar, kendilerinden daha üstte olanları sizin semânın ufkundan batmak üzere olan yıldızı gördüğünüz gibi görürler. Buna sebep ise aralarındaki fazilet farkıdır." "Ey Allah'ın rasulü! Bunlar peygamberlerin yerleri midir?" diye sordular. "Hayır!" buyurdu. "Nefsim elinde olana yemin ederim ki, Allah'a iman edip rasulleri tasdik eden kimselerindir." Sünen'deki rivayette de: "Ve şüphesiz Ebu Bekir ve Ömer on­lardandırlar; onlara nimet ihsan olunmuştur." buyurulmuştur.

"Adn cennetleri ki, altından ırmaklar akar, onlar orada ebedidirler; bunlar temizlenen kimselerin mükâfatıdır." Bu yüksek dereceler ebedî ikamet cennet­leri olan Adn cennetlerindendir. O cennetlerin köşkleri altından nehirler akar, onlar orada ebediyyen kalıcıdırlar. İşte onların umduklarına nail olup, kork­tuklarından yana güvenlik içerisinde emin olmaları, cehenneme girmeyi gerek­tiren küfür ve masiyet pisliklerinden nefislerini arındırıp, gücü her şeye yeten Yüce Allah'tan getirdikleri şeylerde rasullere tabi olmalarının bir karşılığıdır. [12]



-10- Firavun Ve Askerlerinin Suda Boğulmaları Ve Yüce Allah'ın İsrailoğullarına Nimetleri


77- Andolsun ki, biz Musa'ya: "Kullarım­la geceleyin git ve yetişmeden korkun, endişen olmaksızın onlara denizde kuru bir yol aç" diye vahyettik.

78- Firavun askerleriyle onların ardınca gelince kendilerini denizden ne kapla-dıysa kapladı.

79-  Firavun kavmini saptırdı, hidayet yolunu göstermedi.

80-  Ey İsrailoğulları! Gerçekten biz sizi düşmanınızdan   kurtardık.   Sizinle Tûr'un sağ yanında (belirli bir süre için) sözleştik. Üzerinize kudret helvası ve bıldırcın da indirdik.

81- Size verdiğimiz hoş rızıktan yiyin ve o hususta haddi aşmayın. O vakit gaza­bının size gelmesi gerekir. Her kime ga­zabının gelmesi lâzım olursa, artık o he­lak olur.

82-  Şüphesiz ben tevbe eden, iman eden ve salih amel işleyip hidayet üzere olana pek çok mağfiret ediciyim.



Açıklaması


Firavun İsrailoğulları'nm Hz. Musa ile Mısır'dan çıkıp gitmelerine müsa­ade etmeyince Yüce Allah ona geceleyin İsrailoğulları'nı alıp yola koyulmasını ve böylelikle onları Firavun'un tasallutundan kurtarmasını emrederek şöyle buyurdu:

"Andolsun ki, biz Musa'ya: Kullarımla geceleyin git. Yetişmesinden korkun ve endişen olmaksızın onlara denizde kuru bir yol aç, diye vahyettik." Andolsun biz, Peygamber Musa'ya İsrailoğulları'nı alarak Mısır'dan geceleyin kimse on­ları fark etmeksizin yola koyulmasını vahiy ile bildirdik ve denizin (Kızıldeni-zin) ortasında onlara kupkuru bir yol açmasını da emrettik. Bu ise Yüce Al­lah'ın ortada su ve çamur olmayacak şekilde onlar için yolu kurutması şeklinde gerçekleşti.

Biz ona güvenlik altında olduklarını ve kurtulacaklarını bildirerek dedik ki: Senin ve kavminin Firavun ve askerlerinin yetişeceğinden yana korkunuz olmasın. Kavminin suda boğulmasır lan endişilenme! Firavun size yetişemeye-cek ve siz suda boğulmayacaksınız.

İsrailoğulları'ndan "kullarımla" diye söz edilmesi, onlara inayet gösterildi­ğinin ve o dönemde salih bir kavim olduklarının bir delili olduğu gibi, Fira­vun'un köleleştirmek ve işkence gibi onlara yaptığı zulümlere işarettir.

"Firavun askerleriyle onların ardınca gelince kendilerini denizden ne kap-ladıysa kapladı." Firavun, askerleri ile birlikte onların ardından gitti. Bilinen ve tanınan şekli ile denizden onları kaplayan kapladı ve hep birlikte suda bo­ğuldular. "Kaplayan" kelimesinin tekrar edilmesi ise olayın büyüklüğünü ve dehşetini vurgulamak içindir.

Dahi ve zeki bir insan olan Firavun'un Hz. Musa'nın arkasına takılmak gibi bir yanlışlığa düşmesi ise, onun öncü askerlerine girmelerini emredip de, girdikleri halde boğulmamaları üzerine büyük bir ihtimalle kurtulacağını zannettiğindendi. Ancak hepsi denizin ortasındaki yola girince, Yüce Allah onları suda boğdu.

"Firavun, kavmini saptırdı. Hidayet yolunu göstermedi." Firavun İsraüoğulları'nın denizin ortasından izledikleri yolu askerleri ile birlikte izle­meye koyulunca toplumunu saptırıp helak olmalarına yol açtığı gibi bu sefer de doğru yolu göstermedi ve yok olmalarına yol açtı.

Daha sonra Yüce Allah İsrailoğulları'na olan nimetlerini saymaya geçti. Bu sayım esnasında zararın kaldırılmasını menfaatin sağlanmasından önce zikretti ki, bu da güzel ve akla uygun bir sıralamadır. Çünkü "kötülüklerin ber­taraf edilmesi menfaatlerin sağlanmasından önce gelir." İşte bu konuda Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

1- "Ey İsrailoğulları! Gerçekten biz sizi düşmanınızdan kurtardık." Onları kurtardıktan sonra şöyle dedik: "Ey İsrailoğulları! Biz sizleri erkek çocuklarını­zı boğazlayan, kız çocuklarınızı diri bırakan düşmanınız Firavun'dan kurtardık ve gözlerinizin önünde onları suda boğarken, gözlerinizin aydınlanmasını sağla­dık. Bir sabah vaktinde hepsi suda boğuldular, onlardan hiçbir kimse kurtula­madı. Nitekim bir başka ayet-i kerimede şöyle buyurulmaktadır: "Sizin için de­nizi yarıp sizi kurtarmış, Firavun hanedanını ise gözlerinizin önünde, bakıp du­rurken boğmuştuk." (Bakara, 2/50). İşte bu, zararın izale edilmesine işarettir.

2- "Sizinle Tûr'un sağında belli süre için sözleştik." Biz size bir vakit belir­lemiştik. O da sizin önünüzde Musa ile konuşacağımız ve etraflı şer'î hükümle­ri ihtiva eden Tevrat'ı indireceğimiz vakitti. Aziz ve Yüce Rabbiniz ona hitap ederken siz de sözlerini işitirken bunlar olacaktı. Buluşma yeri Tûr dağının sağ tarafı idi. Tûr, Sînâ'daki bir dağdır. Müfessirler, dağın sağı solu olmaz; bundan kasıt Tûr dağının Medyenden Mısır'a doğru gidenin sağ tarafında kalmasıdır, derler.

3- "Üzerinize kudret helvası ve bıldırcın da indirdik." Sizler Tîh'te bulu­nurken üzerinize menn ve selva'yı indirdik. Menn: Sabah tan yeri ağardığından güneşin doğduğu vakte kadar taşlar ve ağaç yaprakları üzerine semadan düşen nemli yumuşak bir tatlı idi. Selva ise güney rüzgârlarının sürüklediği bıldırcın kuşudur. İsraüoğulları'ndan her bir kişi bunlardan yetecek kadarını alırdı.

"Size verdiğimiz hoş rızıktan yiyin." Onlara dedik ki: Bu helâl ve hoş yiye­ceklerden yiyerek bu nimetlerden istifade edin.

"Ve o hususta haddi aşmayın. O vakit gazabımın size gelmesi gerekir." Caiz olanı aşarak caiz olmayanlara yönelmeyin. Allah'ın nimetlerini inkâr ederek azanlardan olmayın. İhtiyacınızdan fazla rızık almaya kalkışmayın. İsraftan, azgınlıktan, masiyetleri işlemekten, haklara tecavüz etmekten uzak durun. Si­ze vermiş olduğum emirlere muhalefet etmeyin, ederseniz gazabım üzerinize iner, cezam sizi bulur.

"Her kime gazabımın gelmesi lâzım olursa artık o helak olur." Benim gaza­bım her kime inerse o bedbaht olur, helak olur.

"Şüphesiz ben teube eden, iman eden ve salih amel işleyip hidayet üzere olana pek çok mağfiret edeceğim." Günahlardan tevbe edip Allah'a, melekleri­ne, kitaplarına, peygamberlerine ve ahiret gününe iman eden, Şeriatın teşvik edip güzel gördüğü salih ameller işleyen, ayrıca ölünceye kadar dosdoğru yolda giden kimselere kapsamlı bir şekilde mağfiret ediciyim, kötülüklerini örtücü­yüm. "Hidayet üzere olan" tabirinde bu yolu sürdürmenin gereğine delâlet var­dır. Çünkü halihazırda hidayet üzere bulunmak gelecekte de bunu sürdürüp bu hal üzere ölmedikçe kurtuluş için yeterli değildir. Yüce Allah'ın şu buyruğu da bunu pekiştirmektedir: "Şüphesiz rabbimiz Allah'tır deyip sonra da dosdoğru yol üzere gidenler..." (Fusulet, 41/30). Burada "...salih amel işleyip hidayet üzere olan" ifadesi salih amel ile hidayet üzere olma mertebeleri arasında farklılık olduğunu ifade etmiyor; bunların zaman itibariyle farklı olduklarını gösteriyor. Burada Yüce Allah şöyle buyurmuş gibidir: Zaman zaman işlenebilecek günah­lardan tevbe ederek iman edip salih amel işlemekte bir zorluk yoktur. Asıl zor­luk bu istenen şeyleri devamlı ve sürekli yapmaktadır. [13]



Sözleşilen Vakitte Yüce Allah'ın Hz. Musa İle Konuşması Ve Buzağıyı İlâh Yapmak Suretiyle Samirî'nin Fitne Çıkarması


83- "Kavminden erken gelmek için seni aceleye getiren nedir ey Musa?"

84- Dedi ki: "Onlar benim arkamdan ge­liyorlar. Rabbim razı olasın diye huzu­runa gelmek için acele ettim."

85-  Buyurdu ki: "Gerçekten biz senden sonra da kavmini fitneye düşürdük. Sâ-mirî de onları saptırdı."

86- Musa kızgın ve üzgün kavmine dön­dü, dedi ki: "Ey kavmim! Rabbiniz size güzel bir vaadde bulunmadı mı? Yoksa size vaad olunan süre uzun mu geldi? Yahut üzerinize Rabbinizin gazabının gelmesini mi istediniz de bana vaadi­nizde durmadınız?"

87- Dediler ki: "Biz kendi güç ve isteği­mizle vaadine muhalefet etmedik. Fa­kat o kavmin süs eşyasından ağırlıklar yüklenmiştik de onları attık. Sâmiri de böyle attı."

88-  Onlara böğüren bir buzağı heykeli çıkardı. Dediler ki: "Bu sizin de ilâhı-nızdır, Musa'nın da ilâhıdır. Fakat o unuttu."

89- Peki görmezler mi ki, o onlara ce­vap veremez, zarar da veremez, fayda da sağlayamaz.



Açıklaması


"Kavminden erken gelmek için seni acele ettiren nedir, ey Musa?" Onlardan daha çabuk gelmeye seni iten nedir? Buradaki kavimden kasıt İsrailoğulları-dır. Ancak burada kastedilenler seçilen 70 nakiptir. Seni acele edip nakipleri geride bırakarak onlardan uzaklaşmaya iten ne oldu?

Olay şöyledir: Şanı Yüce Allah Hz. Musa'ya Firavun'un helak edilmesinden sonra Tûr dağında karşılaşmayı vaad etmişti. Ona içinde İsrailoğulları'na ana­yasal tavsiyelerin bulunduğu levhaları verecekti. Allah Firavun'u helak edince, Hz. Musa da Rabbinden kitabı istedi. Ona 30 gün oruç tutmasını emretti. Daha sonra bu kırk güne yükseltildi: "Musa ile otuz gece sözleştik. Buna ayrıca on gece daha katıp kırka tamamladık. Böylelikle Rabbinin tayin ettiği vakit kırk gece olarak tamamlandı. Musa da kardeşi Harun'a: Kavmim arasında benim yerime geç ve İslah et. Fesatçıların yoluna da uyma, dedi." (A'râf, 7/142).

Sözleşme, Hz. Musa'nın kavminin ileri gelenlerinden bir topluluk ile gel­mesi şeklinde idi. O da aralarından yetmiş kişi seçti: "Musa tayin ettiğimiz va­kitte (gelmek) için kavminden yetmiş adam seçti." (Araf, 7/155). Bunlar ise Hz. Musa'nın seçtiği yetmiş nakip idi. Hz. Musa onlarla yola koyuldu. Daha sonra Rabbine duyduğu özlemle aceleyle ileriye geçti. Yani Tûr dağına yaklaşınca Yü­ce Allah'ın kelâmını işitmeye duyduğu özlem dolayısıyla onları arkada bıraktı. Yüce Allah da kendisine: "Ne diye acele ettin?" diye sordu. Kavmini terk edip aralarından ayrılacak kadar seni aceleye iten ne idi?

Bu ikaz, bizatihi aceleyi reddir. Çünkü böyle birşey arkadaşlarına gereken itinayı göstermemek anlamındadır. Diğer taraftan arkadaşlığın şartlarından birisi de uyum sağlamaktır. Böyle bir soru ise arkadaşlık halinde oldukça güzel ve üstün bir edebi öğretmek sadedindedir.

"Dedi ki: Onlar da benim arkamdan geliyorlar. Rabbim razı olasın diye huzuruna gelmek için acele ettim." Musa Rabbine cevaben dedi: "Onlar bana yakındırlar. Benden sonra ulaşıverecekler, onlardan sadece birkaç adım ileride­yim. Rabbim senin emrine uymak, sana kavuşmaya özlemim dolayısıyla sözleş­me yerine varmakta acele etmem, benden daha çok razı olasın diyedir" dedi. Hz. Musa böylelikle içtihatında hata ettiğini belirterek özür beyan etmiş oldu.

"Buyurdu ki: Gerçekten biz senden sonra kavmini fitneye düşürdük. Sâmirî de onları saptırdı." Yüce Allah buyurdu ki: Kendilerinden ayrıldıktan sonra biz kavmin İsrailoğulları'nı sınadık. Sınanan kimseler ise kardeşi Harun ile bırak­tıkları idi. es-Sâmirî, onları altından buzağıya ibadet etmeye çağırarak haktan saptırdı.

Sâmirî, Sâmira kabilesine yahut ineğe tapan bir kavme mensuptur. Çoğunluk onun Sâmira kabilesinden ve İsrailoğulları'nın büyüklerinden biri olduğu görü­şündedir. Beraberindeki İsrailoğulları'na dedi ki: Musa'nın size vermiş olduğu söz­de durmayıp, on gün gecikmesi, sizin haram olan beraberinizdeki süs eşyaların-dandır, diyerek bunları ateşe atmalarını emretti. İşte bazen rüzgârın etkisi ile bö­ğürtüyü andıran bir ses çıkartan buzağı heykeli bu eritilmiş süslerden yapılmıştır.

"Musa kızgın ve üzgün kavmine döndü." Musa kırk gecenin tamamlanma­sından sonra kavmi İsrailoğulları'na alabildiğine kızgın, öfkeli, üzüntülü, ke­derli ve huzursuz olarak döndü.

"Ey kavmim! Rabbiniz size güzel bir vaadde bulunmadı mı?" Musa dedi ki: Ey kavm, Rabbiniz benim vasıtamla size dünyada her türlü hayrı gereğince iş­lemek için büyük şeriat kitabını indirmek, düşmanlarınıza karşı muzaffer kıl­mak, zorbaların yer ve yurtlarını elinize geçirmek gibi güzel akibetleri ve ahi-rette de büyük bir ecri şu buyruğu ile vaad etmemiş miydi: "Şüphesiz ben tevbe eden ve iman eden, salih amel işleyip hidayet üzere olanlara pek çok mağfiret ediciyim." (âyet 82)

"Yoksa vaad olunan süre size uzun mu geldi?" Yahut üzerinize Rabbinizin gazabının gelmesini mi istediniz de bana vaadinizde durmadınız? Allah'ın size verdiği vaadi beklemek için geçirdiğiniz zaman size uzun mu geldi? Bu zaman süresinde önceden size ihsan ettiği nimetleri niye unuttunuz? Halbuki bu vaad edilen süreden ancak, bir ay ve birkaç gün geçmiştir. "Yoksa" burada bilakis anlamındadır. Yani aksine sizler bu işi yapmakla üzerinize Rabbinizden bir ga­zap, bir intikam ve bir cezanın inmesini istediniz. O bakımdan bana verdiğiniz sözden caydınız. Zira siz Tûr'dan yanınıza geri döneceğim vakte kadar Allah'a itaat üzere dosdoğru yürüyeceğinizi vaad etmiştiniz. Yani sözleşilen zaman üzerinden uzun bir süre mi geçti de unuttunuz, yoksa sizler masiyeti istediniz de onun için mi sözünüzde durmadınız?

"Dediler ki: Biz kendi güç ve isteğimizle vaadine muhalefet etmedik." Ona şöylece cevap verdiler: Kendi istek ve kudretimiz ile sana verdiğimiz sözden caymış değiliz. Aksine bizler böyle bir yanlışlığı işlemek zorunda kaldık. Bu, on­ların Sâmirî'nin kendilerine süslü göstermesi ve aklî bakımdan onları etkileye­rek masiyet işlediklerini ve fitneye düştüklerini ikrar ve itiraf ettiklerini göster­mektedir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Fakat kavmin süs eşyasın­dan ağırlıklar yüklenmiştik de onları attık. Sâmirî de böyle attı." Lâkin bizler seninle birlikte Mısır'dan çıktığımızda, Mısır yerlileri olan Kıptîlerden süs eşya­sından bir takım ağırlıkları beraberimizde getirmiştik. Onlara bir bayramda ya­hut bir ziyafette toplanacağımız hissini vermiştik. Burada bunlara "Ağırlıklar (evzâr)" yani günahlar adının verilmesi, bu süsleri almalarının kendilerine he­lâl olmayışındandır. Sâmirî onlara dedi ki: Musa'nın geri dönüşünün gecikmesi ancak bunların haram oluşlarının uğursuzluğundandır. Sonra Sâmirî bize bir çukur kazmamızı, onu ateşle doldurmamızı, süs eşyalarını oraya atmamızı em­retti; biz de oraya attık. Yani onların günahından kurtulmak arzusu ile o süs eş­yalarını ateşe bıraktık. Sâmirî de aynı şekilde beraberinde bulunanları attı ve bu süs eşyalarından bir buzağı heykeli yaptı. Sonra da elçi Cebrail'in atının ayak izinden bir avuç toprağı o buzağının üzerine bıraktı.

"Onlara böğüren bir buzağı cesedi çıkardı." Sâmirî İsrailoğulları'na ateşe atılmış altın eşyalardan "ağırlıklardan" cansız, ruhsuz bir buzağı heykeli yap­tı. Bu heykelin buzağılar gibi bir böğürtüsü vardı. Çünkü o bu buzağıyı husu­si bir şekilde yapmıştı. Buzağıda yer yer delikler açmış ve Hz. Cebrail'in (atı­nın) ayak izinden bir miktar kum bırakmıştı. Rüzgar içinde girdi mi böğürü-yordu.

"Dediler ki: Bu sizin ilâhınızdır, Musa'nın da ilâhıdır. O ise unuttu." Sâmi­rî ve onunla fitneye düşen diğerleri, işte sizin ilâhınız, Musa'nın da ilâhı budur. Hadi ona ibadet ediniz, fakat Musa bunun ilâhınız olduğunu söylemeyi unuttu.

Yüce Allah ise onları azarlayarak ve kıt akıllılıklarını yüzlerine vururak şöyle buyurdu:

"Peki görmezler mi ki o, onlara cevap veremez, zarar da veremez, fayda da sağlayamaz." Bunlar bu buzağı hakkında düşünüp de kendilerine cevap vere­mediğini, onunla konuştuklarında kendileri ile konuşamadığını, onlara gelebi­lecek bir zararı önleyemediğini yahut onlara menfaat sağlayamadığını görmü­yor, düşünmüyor ve bundan ibret almıyorlar mı? Nasıl olur da onu ilâh zanne­debilirler? [14]



Buzağının İlâh Edinilmesi Dolayısıyla Hz. Musa'nın Hz. Harun'a Çıkışması, Buzağının Denize Atılması Ve Gerçek İlâhın Tevhidi


90- Andolsun daha önce Harun onlara şöyle demişti: "Ey kavmim! Siz bununla ancak imtihan olundunuz. Rabbiniz ise şüphesiz Rahman olandır. O halde ba­na uyun ve emrime itaat edin".

91-  Onlar: "Musa bize dönünceye değin biz buzağıya ibadete mutlaka devam edeceğiz" dediler.

92-93- Musa dedi ki: "Ey Harun! Onların sapıklığa düştüklerini gördüğünde se­ni bana uymaktan alıkoyan ne oldu? Yoksa benim emrime karşı mı geldin"

94-  "Ey anamın oğlu! Sakalımdan, ba­şımdan, yakalama! Sen bana: İsrailo-ğulları arasında tefrika çıkardın ve be­nim sözümü gözetmedin, diyeceksin di­ye korktum" dedi.

95- 'Ya senin bu halin nedir ey Sâmirî" dedi.

96-  Dedi ki: "Onların görmediklerini ben gördüm. Bunun için elçinin bastığı yerden bir avuç almıştım da onu bırak­tım. Nefsim de bana böylesini hoş gös­terdi."

97-  Dedi ki: "Haydi git, çünkü sen ha­yatta oldukça bana dokunmayın, diye­ceksin. Senin için bir va'de vardır ki, onda elbette sana muhalefet edilmez. Bir de şu taptığın tanrına bak! Biz onu elbette yakacak, sonra denize savurup darmadağın edeceğiz."

98-  Sizin ilâhınız ancak kendisinden başka ilâh olmayan Allah'tır. İlmi her şeyi kuşatmıştır.



Açıklaması


Yüce Allah Harun (a.s.)un kavmini buzağıya ibadetten alıkoymasını onla­rın bu işten sakındırmasını, onlara, bunun bir fitne olduğunu haber vermesini bildirerek şöyle buyurmaktadır:

"Andolsun daha önce Harun onlara şöyle demişti: Ey kavmim! Siz bunun­la ancak imtihan olundunuz. Rabbiniz ise şüphesiz Rahman olandır. O halde bana uyun ve emrime itaat edin". Harun (a.s.), buzağıya tapan kavmine Hz. Musa Tür dağından dönmeden önce şöyle demişti: Buzağı heykeline tapma fit-nesiyle sizlerin imanınızı dininizi korumakta sabrınız denendi ve siz doğru yol­dan saptınız. Böylelikle imanı sağlam olanla olmayan birbirinden ayrılmış ol­du. Sizi ve herşeyi yaratıp gereği gibi takdir eden Rabbiniz Allah'tır, buzağı de­ğildir. O halde Allah'a ibadet hususunda bana tabi olunuz. Size buzağıya iba­det emrini veren Sâmirî'ye tabi olmayınız. Onun değil, benim emrime itaat edi­niz. Size yasakladığım şeyleri terk ediniz.

Dikkat edilecek olursa Harun (a.s.) en güzel şekilde onlara öğüt vermiştir. Çünkü önce: "Siz bununla ancak imtihan olundunuz." sözleri ile onları batıl­dan alıkoymak istemiş, daha sonra da ikinci olarak: "Rabbiniz ise şüphesiz Rahman olandır." sözleri ile Allah'ı tanımaya davet etmiş, "O halde bana uyun" sözleri ile de onları peygamberliği kabul edip tanımaya çağırmış ve nihayet "ve emrime itaat edin" sözleri ile de şer'î hükümlere uymaya çağırmıştır.

Onun: "Rabbiniz ise o Rahman olandır." sözleri, Allah'ın rububiyetini, Fi­ravun ve askerlerinden kendilerini kurtaran kudretini onlara bir hatırlatma­dır. Tevbe ettikleri takdirde Allah'ın tevbelerini kabul edeceği bir defa daha tekrar edilmektedir, çünkü Allah Rahman ve Rahimdir. Firavun'un türlü afet ve musibetlerinden, azabından onları kurtarmış olması da Allah'ın rahmetindendir.

Fakat onlar verilen öğüt ve nasihatlere başkalarını taklit etmek ve inkâr ile karşılık vererek şöyle dediler:

"Onlar: Musa bize dönünceye değin biz buzağıya ibadete mutlaka devam edeceğiz." Biz senin ileri sürdüğün delilleri kabul etmiyoruz, fakat biz Mu­sa'nın sözünü kabul ederiz; o bakımdan Musa burada bulunmadığı sürece bu­zağıya ibadetten vazgeçmeyiz, dediler. Bu inatları yüzünden neredeyse Hz. Ha­run'u öldüreceklerdi. Onların maksatları işi sonraya ertelemekten ibaretti.

"Dedi ki: Ey Harun! Onların sapıklığa düştüklerini gördüğünde seni bana uymaktan alıkoyan ne oldu1? Yoksa benim emrime karşı mı geldin?" Mîkatta Rabbi ile konuştuktan sonra kavminin yanma döndüğünde şöyle demişti: Tür dağına kadar arkamdan gelip geriye kalan müminlerle birlikte bana katılmana ve böylelikle bu iş ortaya ilk çıktığı anda bana haber vermene mani olan neydi? Çünkü Hz. Harun'un onlardan ayrılması onları azarlama manası taşır, yaptık­ları işi reddettiğini gösterirdi.

"Yoksa sen benim emrime mi karşı geldin?" Allah için ayağa kalkma ve onun dinine muhalefet edenlerle ilişkiyi kesme emrime nasıl muhalefet ettin de şu buzağı heykelini ilâh edinenler arasında ikamete devam ettin? Ben sana: "Kavmimin arasında benim yerime geç, İslah et ve fesatçıların yoluna uyma." (A'raf, 7/142) diye tenbih etmemiş miydim?

Hz.Harun, bu hususta Hz. Musa'dan geri kalmak ve meydana gelen olay­ları ona haber verememekten özür beyan edip onun şefkat ve merhametini ha­rekete geçirmek kastı ile dedi ki: "Ey anamın oğlu! Sakalımdan başımdan, ya­kalama!" Harun, Hz. Musa'ya: Ey anamın oğlu, diyerek şefkat ve merhametin sembolü olan annesini hatırlatıp onun kalbini yumuşatmak istedi. Beni ceza­landırmak üzere saçımdan ve sakalımdan asılma! Çünkü bu konuda benim mazeretim vardır: "Sen bana: İsrailoğulları arasında tefrika çıkardın ve benim sözümü gözetmedin, diyeceksin diye korktum, dedi". Ben aralarından çıkıp on­ları terk edecek olsaydım, beni öldürmelerinden ve ayrılığa düşmelerinden; se­nin de: Sen onların birliğini parçaladın, demenden korkmuştum. Hz. Harun aralarından ayrılmış olsaydı, onlardan bir topluluk onun arkasından giderek diğer bir topluluk ise Sâmirî ile buzağının yanında kalacaktı. Belki de bu ara­larında bir çarpışmaya kadar giderdi. İşte o vakit sen: "Neden sana onlara dair yaptığım tavsiyeye uymadın ve gereği gibi buna dikkat etmedin" derdin. Bu ise az önce işaret ettiğimiz: "Kavmimin arasında yerime geç ve İslah et" sözüdür. Seni yerime vekil tayin ettiğim halde sana verdiğim emirlere riayet etmedin, diyeceğinden çekindim. Bir diğer ayet-i kerimede de belirtildiğine göre Hz. Harun şöyle bir özür beyan etmişti: "Bu kavim beni cidden zayıf buldular, nere­deyse beni öldüreceklerdi bile." (A'râf, 7/150).

Daha sonra Musa fitnenin sebebi olan Sâmirî'ye şöyle hitap etti:

"Ya senin bu halin de nedir, ey Sâmirî?!" Musa Sâmirî'ye senin bu halin ne, seni bu yaptığına sevkeden ne? diye sordu. Bu soruyla onun cevabından ve itirafından yaptığı işinin ve söylediği sözlerin batıl olduğuna dair insanlara karşı bir delil edinmek istiyordu.

"Dedi ki, onların göremediklerini ben gördüm. Bunun için elçinin bastığı yerden bir avuç almıştım ki, onu bıraktım." Bir görüşe göre: Firavun'u helak et­mek üzere at sırtında geldiğinde ben Cebrail'i gördüm, onun atının izinden bir avuç aldım. -Bu iz bir cansıza isabet etti mi canlanıverirdi- İşte ben aldığım bu bir avuç toprağı buzağı suretinde dökülmüş altın heykelin ağzına koydum. Pu­ta tapan Mısırlıların tanrıları gibi kendilerine de bir tanrı yapmamı istedikleri­ni görünce, ben de onlara bir tanrı heykeli yaptım.

Mücâhid şöyle der: Sâmirî elinde bulunanı, İsrailoğulları'nm süs eşyaları üzerine bıraktı ve bu eşyalar böğürtüsü olan -bu da buzağının içinden geçen hafif rüzgâr sesi idi- bir buzağı heykeli halinde döküldü.

"Nefsim de bana böylesini güzel gösterdi." Nefsim bana kötülüğü hoş gös­terdiği gibi, aynı şekilde sadece arzularımın etkisi ile bu fiilimi bana güzel gös­terdi. Nefsim bu konuda bana telkinde bulundu. Yoksa ben bunu ilâhî bir il­ham ya da naklî yahut aklî bir delile dayanarak yapmış değilim.

Hz. Musa ona dünya ve ahiretteki cezasını şu sözleriyle haber verdi: "Dedi ki: Haydi git. Çünkü sen hayatta oldukça: bana dokunmayın, diyeceksin. Senin için bir vade vardır ki, onda sana muhalefet edilmez". Musa, Sâmirî'ye dünya­daki cezasının aralarından çekip gitmesi, hayatta olduğu sürece: "Bana kimse dokunmasın." demesi ve kimsenin de ona dokunmaması olduğunu söyledi. Hz. Musa İsrailoğulları'na da onunla birlikte olmamalarını, ona yaklaşmamalarını ve onunla konuşmamalarını emretmişti. Bu toplumdan dışlama ve bir tür sür­gün cezası idi.

Senin ahiretteki cezana gelince: Şüphesiz azap göreceğin belli bir süre ta­yin edilmiştir. Allah bu süreyi değiştirmez; aksine bunu kıyamet gününde ger­çekleştirecektir. Kıyamet günü mutlaka gelecektir. Onda hiç bir şüphe yoktur. O günden kurtuluş mümkün değildir.

Senin ilâh diye kabul ettiğin şeyin akibeti ise Yüce Allah'ın şu buyruğun­da belirttiği gibi olacaktır: "Bir de şu taptığın tanrına bak! Biz onu elbette ya­kacak, sonra denizde savurup darmadağın edeceğiz." Tapındığın şu tanrına, ya­ni şu buzağıya bir bak! Andolsun biz onu ateşte iyice yakacak, sonra da rüzgar alıp götürsün diye denizde savuracağız. Katâde şöyle der: Hz. Musa buzağıyı ateşte yaktı, sonra da külünü denize bıraktı. İşte bu Ulu'1-azm peygamberler­den birisi olan Hz. Musa'nın oldukça kararlı bir tutumudur. Çünkü Sâmirî ile ona tabi olanların iddiasına göre mabud kabul edilen böyle bir varlığın her tür­lü izinin kökten yok edilmesi gerekir. Allah'ın tevhid edilmesini, yalnızca O'na ortak koşmaksızm ibadetin devamı için böyle yapmak gereklidir. Bundan dola­yıdır ki, hemen arkasından şu sözlerin söylendiğini görüyoruz:

"Sizin ilâhınız ancak kendisinden başka ilâh olmayan Allah'tır. İlmi her şeyi kuşatmıştır." Hz. Musa şöyle dedi: Sâmirî'nin kendisi vasıtasıyla sizleri fit­neye düşürdüğü bu buzağı hiç bir zaman tanrı olamaz. Sizin tanrınız kendisin­den başka ilâh olmayan Allah'tır. İbadete lâyık olan ancak Odur; Ondan baş­kasına ibadet etmemek gerekir. Her şeye Ona muhtaçtır, Onun kuludur. O'nun bilgisi her şeyi kuşatmıştır, her şeyi sayısı ile bilmektedir. Yerde olsun gökte olsun zerre kadar birşey Ona gizli kalmaz. Bir yaprak dahi onun bilgisi dışında düşmez. Yerin karanlıklarında tek bir tohum O'nun bilgisi dışında de­ğildir. Yaş ve kuru ne varsa mutlaka apaçık bir Kitap'ta yazılıdır. Yerde yürü­yen ne kadar canlı varsa, hepsinin rızkı Allah'a aittir. Onun nerede karar kıldı­ğını, nerede emanet olarak kaldığını bilir.

İşte bu şekilde Hz. Musa'nın kıssası: "Ben, muhakkak ben, Allah'ım. Ben­den başka ilâh yoktur, öyleyse bana ibadet et..." (13. ayet) ile katıksız bir tevhid ile başladığı gibi yine aynı şekilde: "Sizin ilâhınız kendisinden başka ilâh ol­mayan Allah'tır." buyruklarıyla -her bir peygamberin mesajında olduğu gibi-yine katıksız bir tevhid ile sona ermektedir. [15]



Kuran Kıssalarından İbret Almak Ve Kur'an'dan Yüz Çevirenlerin Cezası


99-  Geçmiş olanların haberlerinden sa­na böylece anlatıyoruz. Şüphe yok ki, sana katımızdan bir zikir verdik.

100- Kim ondan yüz çevirirse muhakkak o kıyamet gününde ağır bir yük yükle­necektir.

101-  Onlar içinde ebedî kalıcıdırlar. Kı­yamet gününde o onlar için ne kötü bir yük olacaktır!

102- Sûr'a üfürüldüğü günde biz günah­kârları o gün, morarmış halde hasrede­riz.

103- Aralarında: "Siz ancak on gün eğ­leştiniz." diye gizlice söyleşirler.

104- Onların ne söyleştiklerini en iyi biz biliriz. Onların daha iyi yolda olanları: "Siz ancak bir gün eğleştiniz." derler.



Açıklaması


"Geçmiş olanların haberlerinden sana böylece anlatıyoruz." Ey Peygamber! Sana Musa'nın, Firavun ve askerleriyle İsrailoğulları arasında geçenlerin ger­çek haberlerini anlattığımız gibi, başka geçmiş ümmetlerin başından geçen olaylara dair haberleri de bu şekilde fazlasız ve eksiksiz olarak vaki olduğu şekliyle anlatıyoruz; sıkıntılı anlarında bir teselli olsun, diğer yandan önceki peygamberlerin risaleti tebliğ ederken çektikleri sıkıntılarda izledikleri yolları açıklayalım ve bu da senin peygamberliğinin doğruluğuna bir delil olsun diye. Böylelikle kıssalar bir ibret, bir ders ve bir teselli unsuru haline gelir.

"Şüphe yok ki, sana katımızdan bir zikir verdik." Durum böyle olmakla birlikte, gerçekten biz sana nezdimizden bir zikir verdik. Zikir, Kur'ân-ı Kerim'dir. Onunla sürekli tezkir edesin (hatırlatasm) diye. Zira o Kur'an-ı Kerim önünden de ardından da batılın asla kendisine erişemediği bir kitaptır. Hakim ve Hamid olan tarafından indirilendir. Senden önce hiç bir peygambere onun benzeri bir kitap verilmiş değildir. Ondan daha mükemmel, geçmişlerin haber­lerini ve geleceğin bilgisini ondan daha çok toplayan başka bir kitap yoktur. Orada insanların anlaşmazlıkları konusunda ayırdedici hüküm vardır. Din, dünya ve ahiret hususunda insanların salâhına olan her şey, en üstün bütün ahlâkî değerler ve oldukça erdemli bir hayatın temel prensipleri vardır.

"Kim ondan yüz çevirirse muhakkak o kıyamet gününde ağır bir yük yükle­necektir. " Her kim onu yalanlar, ona uymayı kabul etmez, ona iman etmez, için­deki hükümler gereğince amel etmez ve onun dışındaki kaynaklarda doğruyu arayacak olursa, bu yüz çevirişi sebebiyle Kıyamet gününde oldukça büyük bir günah ve son derece ağır bir ceza yüklenecektir. Nitekim Yüce Allah şöyle bu­yurmaktadır: "Artık güruhlardan kim onu inkâr ederse, elbette ona vaad edilen yer cehennemdir." (Hûd, 11/17). Bu ise Araplardan olsun Arap olmayanlardan olsun, Kitap Ehli olsun başka bir inançtan olsun, Kur'ân-ı Kerim'in kendisine ulaştığı herkes hakkında geçerlidir. Nitekim Yüce Allah, peygamberinin göre­vini açıklarken şöyle buyurmaktadır: "Onunla sizi ve kendisine ulaştığı herkesi uyarıp korkutayım diye." (En'âm, 6/19). Ulaştığı herkese Kur'ân bir uyarıcıdır. İmana davettir. Ona tabi olan doğru yolu bulur. Ona muhalefet edip ondan yüz çeviren, bedbaht olur. Böyle birinin kıyamet gününde varacağı vaad olunan yer, cehennemdir.

"Onlar içinde ebedî kalıcıdırlar. Kıyamet gününde o onlar için ne kötü bir yük olacaktır!" Onlar bu yüklerinin ceza ve vebali içerisinde cehennem ateşin­de devamlı olarak kalacaklardır. Asla ondan kurtulamayacak, onun sonu gel­meyecektir. Yüz çevirmelerinin bir cezası olarak taşıdıkları bu yük, ne kadar kötü bir yüktür!

"Sûr'a üfürüldüğü günde biz günahkârları o gün morarmış halde hasrede­riz. " Sûr'a insanların hesap için dirütileceği üfürüş olan ikinci defa üfürüleceği o Kıyamet gününde bizzat o günde günahkârlar da, yani müşrikler ve Allah'ın kendilerini bağışlamayacağı, günahları sebebiyle sorumlu tutulacak isyankâr­lar, bizzat o günde içinde bulundukları dehşetin büyüklüğünden, öfke ve piş­manlığın aşırılığından dolayı yüzleri ve gözleri morarmış halde haşredilecek-lerdir.

"Aralarında: Siz ancak on gün eyleştiniz, diye söyleşirler." Aralarında gizli­ce konuşup birbirlerine gizli ve saklıca şöyle derler: Sizler dünya hayatında an­cak on gün kadar yahut ona yakın bir süre veya on gün gibi az bir süre kaldı­nız. Bu ifadeleriyle dünya hayatında veya kabirlerde kaldıkları süreyi oldukça uzun gelen ahiret günlerine ve ahiretteki ömürlere kıyasla kısa bulacaklardır. Burada özellikle on gün ile bir günün söz konusu edilmesinin sebebi, bu gibi hallerde aza örnek olarak on ve birin örnek gösterilmesinden dolayıdır.

"Onların ne söyleştiklerini en iyi biz biliriz. Onların daha iyi yolda olanla­rı: Siz ancak bir gün eğleştiniz, derler." Kendince sözü en dengeli, görüş ve aklı en olgun ve en bilgili olanlarının: "Siz ancak tek bir gün kaldınız," diye söyleye­ceği vakit, kendi aralarında neler fısıldaşıp neler söylediklerini yine en iyi bi­len biziz. Çünkü bütünüyle dünya yurdu, insanların gözlerinde uzun bir süre devam etse dahi, bir gün gibidir. Bundan kasıtları ise sürenin kısalığı dolayı­sıyla kendilerine karşı getirilecek delilleri bertaraf etmektir. Nitekim Yüce Al­lah şöyle buyurmaktadır: "Kıyametin kopacağı günde günahkârlar bir saatten fazla eğlenmediklerine yemin edeceklerdir." (Rûm, 30/55).

Bir başka yerde de Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Der ki: Siz yeryüzün­de seneler boyunca ne kadar eğlendiniz? Onlar derler ki: Bir gün yahut günün kısa bir miktarı kadar eğlendik. (İstersen) Sayanlara sor!" (Mü'minun, 23/112-113). [16]



Kıyamet Gününde Yeryüzünün, Dağların Ve İnsanların Halleri


105- Sana dağlar hakkında sorarlar. De ki: "Rabbim onları kökünden koparıp parça parça dağıtacak;

106- 'Yerlerini dümdüz edecektir.

107- "Sen onlarda ne bir alçaklık ne de bir yükseklik göreceksin."

108- O günde davetçiye uyarlar, hiç bir tarafa  sapmayarak  giderler.  Rah-man'dan ötürü ses ve seda kesilecek; ancak ayak seslerini işitirsin.

109-  O günde şefaat fayda vermez. Me­ğer Rahman, bir kimseye izin verip onun sözünden razı ola.

110- O önlerindekini de arkalarındakini de bilir. Onlar ise bunu bilgileriyle ku-şatamazlar.

111- Yüzler Hayy ve Kayyum'un huzuru­na zillet ile varırlar. Zulüm yüklenmiş olanlar gerçekten zarara uğramış ola­caklardır.

112-  Kim mümin olduğu halde salih ameller işlerse zulmedilmekten de, ek­sik mükâfattan da korkmaz.



Açıklaması


"Sana dağlar hakkında sorarlar. De ki: Rabbim onları kökünden koparıp parça parça dağıtacak." Ey Peygamber! Müşrikler sana Kıyamet gününde dağ­ların durumu hakkında: Onlar yerlerinde mi kalacak, yoksa yok olup gidecek­ler mi? diye soru sorarlar. Onlara de ki: Allah onları yerlerinden koparacak, on­ları ufalttıkça ufaltacuk ve darmadağın edecektir.

"Yerlerini dümdüz edecektir; sen onlarda ne bir alçaklık ne de bir yükseklik göreceksin." Dağları saçıp savurduktan sonra onların yerlerini bitkisiz ve bina­sız olarak dümdüz bırakacaktır. Ne bir çukur olacak, ne de bir yükseklik. Sen orada çukur ya da tümsek bir yer görmeyeceksin. Bir vadi, bir tepe ve herhangi bir yükseklik ile karşılaşmayacaksın.

"O günde davetçiye uyarlar, hiç bir tarafa sapmayarak giderler." O günde insanlar Allah'ın mahşere çağıracak davetçisine uyarlar; davetçiye hızlıca gi­derler; emrolundukları yere koşarlar. Onun çağrısından başka bir yere yönele­mezler, onu bırakıp başka bir tarafa meyledemezler yahut sapamazlar; aksine hızlıca ona doğru koşarlar. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Davetçiye koşarak geleceklerdir." (Kamer, 54/8).

"Rahman dan ötürü ses ve seda kesilecek. Ancak ayak seslerini işitirsin." Yüce Allah'ın sözüne kulak vermek için, dinlemek için, dehşet ve korkudan do­layı sesler kesilmiş olacaktır. Sen ancak çok yavaş ve fısıltı halinde bir ses du­yabileceksin.

"O günde şefaat fayda vermez. Meğer ki Rahman kendisine izin verip onun sözünden razı ola." O günde şefaatin hiçbir kimseye faydası olmayacaktır; Rah-man'ın şefaat etmesine izin verdiği ve şefaat hususunda söyleyeceği sözüne ra­zı olacağı kimselerin dışında. Çünkü dünyada ve ahirette bütün yaratıklar üze­rinde mutlak tasarruf sahibi ve mutlak malik olan O'dur. "O'nun izniyle olmadıkça nezdinde şefaat edecek kimdir?" (Bakara, 2/255); "Göklerde nice melek vardır ki, Allah'ın dileyip razı olduğu kimseye razı olmadan evvel şefatleri hiç bir şeye yaramaz." (Necm, 453/26); "Onlar allcak onun rızasına ermiş olanlara şefaat edebilirler. Onlar korkusundan titrerler." (el-Enbiyâ, 21/28) ile; "O gün ruh ve melekler saf olup ayakta duracaklar. Rahmanın izin vereceği kimseden başkaları konuşmayacaktır, (konuşan da) doğru söyleyecektir." (Nebe1, 78/38) ayetleri de bu buyruğu andırmaktadır.

Şefaatin izin ve rıza ile kayıtlanmasınm sebebi şudur: "O önlerindekini de arkalarındakini de bilir; onlar ise bunu bilgileriyle kuşatamazlar." Yüce Allah kullarının ileride karşı karşıya kalacakları Kıyamet ve kıyametin hallerini bil­diği gibi, dünyada geride bıraktıklarını da bilir. Bunun aksi de söylenmiştir: Önlerinde dünyaya dair ve amelleri ile ilgili hususları bildiği gibi, arkalarında bulunan ahirete dair hususları, sevap ve cezayı da bilir. Maksat da şudur: Yüce Allah'ın bilgisi bütün mahlûkatı kuşatır. Buna karşılık yaratıkların bilgisi ise onun zatını, sıfatlarını ve bildiklerini asla kuşatamaz.

er-Râzî'nin tercih ettiği mana ise şöyledir: Kulların bilgisi önlerindekini ve arkasındakini kuşatamaz. Çünkü zamir sözü geçenden en yakma avdet eder ki, o da: "Önlerindekini de arkalarındakini de", ifadesidir. Çünkü Yüce Allah buyruğu bir çeşit azap manasında zikretmiştir; ta ki onların ileride yapacakla­rı diğer işler ile hak ettikleri amellerin karşılıklarının da Yüce Allah tarafın­dan bilindiği malûm olsun.[17]

"Yüzler Hayy ve Kayyum 'un huzuruna zillet ile varırlar. Zulüm yüklenmiş olanlar gerçekten zarara uğrayacaktır." Herkes ve bütün yaratıklar asla ölme­yen Hayy'e, asla uyumayan Kayyûm'a zilletle boyun eğmiş ve teslimiyetlerini arz etmiş olacaktır. O her şeyi görüp gözeten, yöneten, tedbir edendir. Yarattık­larının işlerini çekip çevirir ve yerli yerince düzene koyar. Zulüm ve şirk türün­den günahları olanlar zarara uğramış olacaktır. Özellikle "yüzler"in söz konusu edilmesi zilletle boyun eğmenin orada açığa çıkıp görülmesinden dolayıdır. Sa­hih hadiste şöyle buyurulmaktadır: "Zulümden sakınınız. Çünkü zulüm Kıya­met günü zulümât (karanlıklar) olacaktır." Allah'a şirk koştuğu halde Allah'ın huzuruna çıkan kimsenin zararı ise tarif edilemez. Çünkü Yüce Allah: "Şüphe­siz şirk çok büyük bir zulümdür." (Lokman, 31/13) buyurmaktadır.

Şanı Yüce Allah zalimleri ve onlara vaad edilen azabı söz konusu ettikten sonra takva sahipleri ve onların durumlarını şöylece zikretmektedir:

"Kim mümin olduğu halde salih ameller işlerse, zulmedilmekten de kork­maz, eksik mükâfattan da korkmaz." Yani kim salih amelleri (farzları) işler, bu­nunla birlikte de Rabbine, peygamberlerine, kitaplarına ve ahiret gününe iman ederse o kişiye haksızlık yapılmaz; ona hakkı eksik verilmez. Günahsız yere ce­zalandırılmak suretiyle seyyiatı artırılmayacağı gibi, hasenatın sevabı da ona eksik verilmez. [18]



Kur'an-ı Kerimin Arapça Oluşu, Tehditleri, Vahyin Tamamlanışından Önce Kur'an Okumakta Acele Etmemek


113- Böylece onu Arapça bir Kur'ân ola­rak indirdik ve onda biz tehditlerimizi tekrar ettik. Olur ki, korkarlar yahut yeniden öğüt almalarını sağlar.

114-  Melik ve Hak olan Allah yüce ve münezzehtir. Sana vahyi tamamen ulaş-tırmazdan önce o Kur'an'ı (okumakta) acele etme ve: "Rabbim ilmimi artır!" de.



Açıklaması


"Böylece onu Arapça bir Kur'ân olarak indirdik." Vaad, vaid (tehdit) ve Kı­yametin ahvaline dair ayet-i kerimeleri indirdiğimiz gibi, biz sana anlasınlar diye Kur'ân-ı Kerim'i bütünüyle Arapça indirdik. O gayet fasih, açık-seçik, hiç­bir karışıklığı ve zorluğu bulunmayan Arap diliyledir.

"Ve onda biz tehditlerimizi tekrar ettik. Olur ki, korkarlar yahut yeniden öğüt almalarını sağlar." Bizler korkutmak ve tehdit etmek için çeşitli cezaları ve azapları açıkladık, o kitapta. Allah'tan korkup ona isyandan uzak dursun­lar, cezasından çekinsinler yahut da bu, kalplerinde bir ibret ve bir öğüdün meydana gelmesini, yeniden oluşmasını sağlar da onunla ibret alıp öğüt alırlar ve itaatleri işlemeye yönelirler diye.

Kur'ân-ı Kerim'in taziminden sonra Yüce Allah kendi zatını tazim ederek şöyle buyurmaktadır: "Melik ve Hak olan Allah yüce ve münezzehtir!" Emirler vermekte, yasaklar koymaktadır. Mutlak tasarruf sahibi, her şeyin mutlak ma­liki olan Yüce Allah münezzehtir, mukaddestir, inkarcıların inkârları ve müş­riklerin söylediklerinden dolayı o asla zeval bulmaz; onda bir değişiklik söz konusu olmaz. Sevap ve cezanın elinde bulunduğu yegâne mutlak Malik'tir. O hak üzere olduğundan ve adaleti dolayısıyla uyarıdan önce ve peygamberleri gönderip de insanların ileri sürebilecekleri her türlü mazereti ortadan kaldır­madan önce, herhangi bir kimsenin ileri sürebileceği bir delil ya da kuşkusu kalmasın diye- kimseye azap etmez.

"Sana vahyi tamamen ulaştırmazdan önce o Kur'ân'da acele etme!" Cebra­il sana getirdiği vahyi tamamlamadan önce Kur'ân-ı Kerim'i okumakta acele etme. Bundan önce Kur'ân-ı Kerim'i okumaya kalkışma. Hz. Peygamber vahye olan tutkusu dolayısıyla böyle yapıyordu. Ona böyle yapmayıp susup dinlemesi emrolunurdu. İşte melek, Kur'ân-ı Kerim'i okumayı bitirdikten sonra artık sen ondan sonra Kur'ân'ı oku. Şanı Yüce Allah'ın Kıyâme süresindeki şu buyrukla­rı da bunu andırmaktadır: "Onu acele (ezber) etmek için onunla dilini kıpırdat­ma. Çünkü onu toplamak ve onu okutmak bize düşer. O halde biz onu okuduğu­muz vakit, sen onun okumasına uy! Sonra onu açıklamak da hiç şüphesiz Bize aittir." (Kıyâme, 75/16-19). Kur'ân-ı Kerim'i önce senin kalbinde toplayıp bir araya getirmek, sonra da ondan hiç bir şeyi unutmaksızm insanlara onu oku­manı sağlamak bize aittir.

"Ve Rabbim ilmimi artır, de." Rabbinden ilminin artmasını dile. Tirmizî, İbni Mâce ve el-Bezzâr, Ebu Hureyre (r.a.)'nin şöyle dediğini rivayet ederler: Rasulullah (s.a.) şöyle buyururdu: "Allah'ım, bana öğrettiklerinle beni fayda­landır, bana fayda verecek şeyleri bana öğret, benim ilmimi artır. Allah'a ham-dolsun; cehennem ehlinin halinden de Allah'a sığınırım." [19]



Hz. Adem'in Cennetteki Kıssası, Oradan Çıkartılması Ve Rabbani Hidayete Bağlı Olmakla Yükümlü Kılınması


115-  Andolsun ki, biz bundan önce Adem'e vahyetmiştik de o unuttu. Biz onu azimli bulmadık.

116-  Hani meleklere: "Adem'e secde edin" demiştik de onlar -İblis müstesna-secde etmişlerdi. O yüz çevirdi.

117- Biz de dedik ki: "Ey Adem! Şüphe­siz ki bu sana ve zevcene düşmandır. Sakın sizi cennetten çıkarmasın, sonra sıkıntıya uğrarsınız.

118- "Çünkü orada sana acıkmamak ve çıplak kalmamak verilmiştir.

119- "Sen orada susamayacaksın, güneş sıcağını da çekmeyeceksin."

120-  Şeytan ona vesvese verip dedi ki: "Ey Adem! Sana ebedilik ağacını ve so­nu gelmez bir mülkü göstereyim mi?"

121- İkisi de ondan yediler. Hemen ken­dilerine kötü yerleri görünüverdi ve cennetin yapraklarıyla üstlerini örtme­ye başladılar. Adem Rabbinin emrine karşı geldi de yolunu şaşırdı.

122-  Sonra Rabbi onu seçti, tevbesini kabul etti ve doğruya iletti.

123- Buyurdu ki: 'İkiniz de hep birlikte oradan inin. Kiminiz kiminize düşman­dır. Benden size bir hidayet geldiğinde kim benim hidayetime uyarsa o dalâle­te de düşmez, bedbaht da olmaz.

124- Kim de zikrimden yüz çevirirse ger­çekten onun için dar bir geçim vardır. Kıyamet gününde de onu kör hasrederiz.

125- "Rabbim, niçin beni kör hasrettin, halbuki ben görürdüm?" der.

126-  Buyurur ki: "Böyledir. Fakat ayet­lerimiz sana geldiğinde sen de onları unuttun. Bu gün de sen böylece unutulursun."

127- Haddi aşıp Rabbinin ayetlerine iman etmeyenleri de böylece cezalandırırız. Elbette ki, ahiret azabı daha şiddetli ve daha kalıcıdır.



Açıklaması


"Andolsun ki biz Adem'e vahyetmiştik de o unuttu. Biz onu azimetti bulma­dık." Biz Adem'e ağaçtan yememesini tavsiye etmiştik de o, Allah'ın kendisine olan tavsiyesini unuttu ve ahit gereğince ameli terk etti, ağaçtan yedi. Bundan önce ise onda buna dair herhangi bir kararlılık ve azimet yoktu. Çünkü o, önce­den bu ağaçtan yememeyi kararlaştırmıştı. İblis kendisine yemesi doğrultusun­da vesvese verince o karan gevşedi ve ağaçtan yememe kararını sürdüremedi.

İbni Ebî Hatim, İbni Abbas'ın şöyle dediğini rivayet etmektedir: İnsana bu adın veriliş sebebi ona tavsiyede bulunulmakla birlikte isyanıdır. Ahitten (tav­siyeden, mealde vahiyden) kasıt ise, Yüce Allah'tan gelen bir emir ya da nehiy-dir. Burada kasıt ise, ağaçtan yememesinin ve ona yaklaşmamasının tavsiye edilmesidir. Ayet-i kerime unutmanın ve azimetli olmayışın isyanın sebebi ol­duğunu, hatırlayıp kararlı olmanın ise hayrın ve doğruluğun sebebi olduğunu göstermektedir.

Daha sonra Yüce Allah Hz. Adem'in yaratılışını, şerefinin yüceltilişini söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır:

"Hani meleklere: Adem'e secde edin, demiştik de onlar -iblis müstesna- secde etmişlerdi. O yüz çevirdi." Ey peygamber! Sen Adem'e onun şerefini yüceltmek, ona ikramda bulunup Allah'ın yarattıklarının bir çoğundan üstün kılma anlamı­nı ifade eden secde ile secde etmelerini meleklere emretmiş olduğumuzu kavmi­ne bir hatırlat. Onlann hepsi secde ettiler, İblis müstesna. O secde etmeyi kabul etmedi. Büyüklük tasladı ve secde edenlere katılmayı reddetti. Çünkü İblis kıs­kançtır. Yüce Allah'ın Hz. Adem üzerindeki nimetinin etkilerini görünce onu kıs­kandı ve Yüce Allah'ın şu buyruğunda ifade ettiği gibi ona düşman oldu:

"Biz de dedik ki: Ey Adem! Şüphesiz ki, bu sana ve zevcene düşmandır. Sa­kın sizi cennetten çıkarmasın, sonra sıkıntıya düşersin."

İblis'in secdeyi kabul etmeyişinin akabinde ona: Ey Adem! dedik. Şüphesiz İblis senin de eşinin de düşmanıdır. O, sana secde etmeyip bana isyan etti; sa­kın siz de ona itaat etmeyesiniz ve sakın İblis sizin cennetten çıkartılmanıza sebep olmasın. O vakit sen dünya hayatında geçim yollarını elde etmekte -çift­çilik ve ekin gibi şeylerle uğraşarak- yorulursun. Şüphesiz sen burada rahat ve darlığı olmayan bir geçim içerisindesin. Herhangi bir külfet ve meşakkat söz konusu değildir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Çünkü orada sana acıkmamak ve çıplak kalmamak verilmiştir. Sen onda susamayacaksın, güneş sıcağını da çekmeyeceksin." Sen cennette çeşitli geçim türleriyle faydalanacağın gibi, hoş yiyecekler ve güzel giyecekler gibi türlü nimetlerden de yararlanacak­sın. Acıkmayacaksın, çıplak kalmayacaksın. Cennette susuzluk çekmeyeceğin gibi, güneşin sıcağı da seni rahatsız etmeyecektir. Çünkü dünyada yorgunluk ve çabaların esası karnı doyurmak (açlığın zıddı), giyinmek (çıplaklığın zıddı), içmek (susuzluğun zıddı) ve barınmaktır (bu ise çıplak yaşamanın yahut da gü­neşin sıcağı altında yaşamanın zıddıdır).

Dikkat edilecek olursa cennet nimetleri ayet-i kerimede geçtiği gibi, ihti­yacın giderilmesi hususunda herhangi bir sıkıntının söz konusu olmayacağı bir şekildedir. Cennette açlık, çıplaklık ve susuzluk olmadığı gibi, güneş sıcağın­dan etkilenmek de söz konusu değildir. Peki, akıl sahibi kimseler bunların han­gisini üstün tutar? Sıkıntılı olanı mı, yoksa herhangi bir yorgunluğu bulunma­yanı mı?

Yüce Allah Hz. Adem'in hangi boyutlarda üstün ve şerefli kılınıp tazim edildiğini, düşmanına karşı sakındırılıp uyandırıldığını açıkladıktan sonra, şeytanın vesvesesine kanışını açıklayarak şöyle buyurmaktadır:

"Şeytan ona vesvese verip dedi ki: Ey Adem! Sana ebedilik ağacını ve sonu gelmez bir mülkü göstereyim mi?" Şeytan Hz. Adem'e gizli bir şekilde dedi ki: Ben sana ebedilik ağacını göstereyim mi? Bu ağaç, meyvesinden yiyenin asla ölmediği bir ağaçtır. Bunun yanında da ben sana zeval bulmayacak, sonu gel­meyecek, daimi bir mülkü de göstereyim mi? Halbuki bu İblis'in Adem ile Hav­va'yı Allah'a isyana götürmek için söylediği bir yalandan ibaretti: "Şüphesiz ben sizlere öğüt verenlerdenim, diye onlara yemin etti." (A'raf, 7/21); "Nihayet ikisini de aldattı." (A'râf, 7/22)

Hadis-i şerifte ebedîlik ağacı söz konusu edilmektedir. İmam Ahmed ve Ebu Dâvud et-Tayâlisi, Ebu Hureyre (r.a.)'den Rasulullah (s.a.)'ın şöyle buyur­duğunu rivayet ederler: "Cennette bir ağaç vardır ki, bir kişi binek sırtında onun gölgesinde yüz yıl yol aldığı halde onu bitiremez; işte o Ebedîlik Ağacı­dır. "

"İkisi de ondan yediler. Hemen kendilerine kötü yerleri görünüverdi ve cen­netin yapraklarıyla üstlerini örtmeye başladılar. Adem, Rabbinin emrine karşı geldi ve yolunu şaşırdı." Adem ile Havva kendilerine yemeleri yasak kılınan ağaçtan yediler. Bunun sonucunda avret yerleri açıldı, üzerlerindeki elbiseler düştü. Bu sefer incir yaprağını tutup üzerlerine yapıştırmaya ve bununla avret yerlerini örtmeye başladılar. Böylelikle de Adem yenilmesi yasak olan ağaçtan yemek suretiyle Rabbine karşı geldi yahut Rabbinin emrine muhalefet etti. Bu­nun sonucunda da doğrudan saptı ve geçimini temin etmek için bir çok yorgun­luklara, sıkıntılara katlanmak zorunda kaldı.

Şüphesiz farz olan emre muhalefet etmek bir masiyet olup masiyet dola­yısıyla ceza, hak ve adelettir. Fakat bu, Yüce Allah'ın tertip ve tedbir ile özel türden bir masiyetti. Adem'in Yüce Allah'ın kendisine ağaçtan yememesi tavsiyesini unutması ile ilgili olarak Buhârî ve Müslim, Ebu Hureyre, Pey­gamber (s.a.)'in şöyle buyurduğunu rivayet ederler: "Musa, Adem'e karşı şöy­le dedi: İnsanları işlediğin günah sebebiyle cennetten çıkartan ve onları bed­baht eden sen oldun. Adem dedi ki: Ey Musa! Sen ki, Allah'ın risaleti ve kelâ­mı ile üstün kılıp seçtiği kimsesin. Yüce Allah'ın beni yaratmadan önce hak­kımda yazmış olduğu bir iş yahut beni yaratmadan önce hakkımda takdir et­miş olduğu bir iş dolayısıyla beni nasıl kınayabilirsin?" Rasulullah (s.a.) bu­yurdu ki: 'Adem böylece Musa'ya karşı susturucu bir delil ortaya koymuş ol­du. "

İşte bu sebepten dolayı Yüce Allah, Hz. Adem'in masiyetinden tevbe etme­sini kabul buyurduğunu şöylece ifade etmektedir: "Sonra Rabbin onu seçti, tevbesini kabul etti ve doğruya iletti." Adem masiyetinden tevbe edip ondan do­layı Rabbinden mağfiret dileyerek kendi nefsine zulmettiğini itiraf etti; bunun ardından da Rabbi onu seçti, kendisine yaklaştırdı. İşlediği günahtan tevbesini kabul etti, onu tevbe etme yoluna, dosdoğru yola iletti. Nitekim Yüce Allah şöy­le buyurmaktadır: "Derken Adem Rabbinden bir takım kelimeleri belledi. O da tevbesini kabul etti. Çünkü o tevbeleri kabul edendir, rahmet edendir." (Bakara, 2/37). Hz. Adem ve zevcesi de şöyle dediler: "Rabbimiz, biz kendimize zulmet­tik. Eğer bize mağfiret buyurmaz, merhamet etmezsen şüphesiz bizler zarara uğrayanlardan oluruz." (A'râf, 7/23).

"Buyurdu ki: İkiniz de birlikte oradan inin. Kiminiz kiminize düşmandır." Yani Yüce Allah Adem ile Havva'ya şöyle buyurdu: Hep birlikte cennetten yer­yüzüne ininiz. Ey insanlar! Dünyada sizler geçim ve buna benzer hususlarda birbirinize düşman olacaksınız. Ve bu aranızda düşmanlığın, anlaşmazlığın ve çarpışmanın meydana gelmesine sebep teşkil edecek hususlardandır.

"Benden size bir hidayet geldiğinde kim benim hidayetime uyarsa o dalâle­te de düşmez, bedbaht da olmaz." Ey insanlar! Şayet peygamberler, rasuller aracılığıyla ve Kitapla benden size bir hidayet gelecek olursa ona uyun. Ona uyanlar dünyada doğrudan ayrılıp sapmayacağı gibi, ahirette de bedbaht olma­yacaktır. İbni Abbas: "Yüce Allah Kur'ân-ı Kerim okuyup da ondaki hükümler gereğince amel edene dünyada sapmamayı, ahirette de bedbaht olmamayı ga­rantilemiştir." dedi ve bu ayet-i kerimeyi okudu. Yine İbni Abbas şöyle demiş­tir: "Kim Kur'ân-ı Kerim'i okur, ondaki hükümlere tabi olursa, Allah onu sapık­lıktan doğruluğa iletir, kıyamet gününde de onu kötü hesaptan muhafaza bu­yurur." Sonra bu ayet-i kerimeyi okudu.

"Kim de zikrinden yüz çevirirse gerçekten onun için dar bir geçim vardır." Her kim benim Kitabımı okuyup içindeki hükümler gereğince amel etmekten yüz çevirecek olursa şüphesiz ki, onun için bu dünya hayatında dar bir geçim ve oldukça sıkıntılı bir hayat vardır. Bu ise ya ona maddî imkânlar vermemek suretiyle yahut da huzursuzluk, keder ve hastalıklarla gerçekleştirilir.

"Kıyamet gününde de onu kör hasrederiz." Böyle bir kimseyi biz ahirette basireti alıkonulmuş yahut da cennete ve kurtuluş yoluna giden yolu göreme­yen bir kör yahut da basarı da, basireti de kör bir halde diriltir ve hasrederiz. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ve biz onları Kıyamet günü körler, dilsizler ve sağırlar olarak yüzükoyun hasredeceğiz. Onların varacağı yer ce­hennemdir. " (İsra, 17/97).

"Rabbim, niçin beni kör hasrettin, halbuki ben görürdüm'? der." Allah'ın di­ninden yüz çeviren kişi şöyle diyecek: Rabbim ben dünya hayatında gören biri­si olduğum halde beni ne diye kör hasrettin? Yüce Allah ona şöyle cevap vere­cektir: "Buyurur ki: Böyledir. Fakat ayetlerimiz sana geldiğinde sen de onları unuttun, bu günde de sen böylece unutulursun." Sen de böyle yaptın. Sen nasıl bizim ayetlerimizi terk edip onlardan yüz çevirdiysen, tıpkı öylece bu gün kör­lük içerisinde ve cehennemde azap içerisinde terk edilirsin. Sana karşı unutul­muş gibi davranırız. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlar bu gün-leriyle karşılaşacaklarını unuttukları gibi, bugün de biz onları unuturuz." (A'râf, 7/51). Çünkü ceza (karşılık) amelin türündendir.

İbni Kesîr şöyle der:[20] Anlamını kavrayıp gereğince amel etmekle birlikte Kur'ân'ın sadece lafzını unutmak, bu özel tehdidin kapsamına girmez, her ne kadar bir başka açıdan böyle bir unutmaya tehdit varsa da. Çünkü sünnet-i se-niyyede bu hususta kesin yasak ve ağır bir tehdit varid olmuştur. İmam Ah-med Sa'd b. Ubâde'den (r.a.) rivayetine göre Rasulullah (s.a.) şöyle buyurmuş­tur: "Bir kimse Kur'ân-ı Kerimi okur da onu unutursa, muhakkak Yüce Allah ile karşılaşacağı günde eli kesik (eczem) olacaktır."

"Haddi aşıp Rabbinin ayetlerine iman etmeyenleri de böylece cezalandırı­rız. Elbette ki, ahiret azabı ise daha şiddetli ve daha kalıcıdır." Allah, ayetlerini yalanlayan haddi aşmış taşkınları dünyada ve ahirette işte bu şekilde cezalan­dırır. Ahiretteki cehennem azabı ise dünya azabına göre daha can yakıcı, ızdı-rap vericidir, daha bir kalıcıdır. Çünkü onlar bu azap içerisinde ebediyyen kala­caklardır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Dünyada onlar için bir azap var­dır. Ahiret azabı ise daha zorludur. Allah'tan onları koruyacak kimseleri de yoktur." (Ra'd, 13/34). [21]



Geçmiş Ümmetlerin Helakinden İbret Almak, Müşriklerin Eziyetlerine Sabredip Onların Dünyadan Faydalanmalarına Aldırış Etmemek Ve Aile Halkına Namazı Emretmek


128-  Meskenlerine uğrayıp geçtikleri, kendilerinden önce nice nesilleri helak edişimiz, onlar için bir hidayet vesilesi olmadı mı? Şüphesiz bunda üstün akıl sahiplerine ayetler vardır.

129- Eğer Rabbinden geçmiş bir söz ve belli bir vade olmasaydı (azap) nazil olurdu.

130-   O   halde   dediklerine   sabret. Güneşin doğmasından önce ve bat­masından önce Rabbine hamd ile teş­bih et. Gecenin saatlerinde ve gün­düzün etrafında da teşbih et. Umulur ki, razı olunursun.

131-  Onlardan bir kısmına bunlarla kendilerini imtihan etmek için ver­diğimiz dünya süsüne gözlerini dikme. Rabbinin rızkı ise daha hayırlı ve daha kalıcıdır.

132-  Ehline namazı emret. Kendin de ona devam et. Senden rızık istemeyiz. Sana biz rızık veririz. Akibet ise tak­vanındır.



Açıklaması


"Meskenlerine uğrayıp geçtikleri kendilerinden önce nice nesilleri helak edişimiz, onlar için bir hidayet vesilesi olmadı mı? Muhakkak bunda üstün akıl sahiplerine ayetler vardır." Ey Muhammedi Şu getirdiklerini yalanlayan Mekke halkı, kendilerinden önce geçmiş ve peygamberleri yalanlamış ümmetlerin pek çoğunu helak edişimizi, onların yok olup herhangi bir izlerinin kalmadığını açıkça görmüyorlar mı? Âd, Semûd, Hicr Ashabı ve Lût kavmini kasabaları gibi. Mekkeliler bunların yurtlarından gidip geliyorlar yahut onların mesken­leri arasında yolculuk ediyorlar. Onların harap olmuş eserlerini görüyorlar. Şüphesiz ki, bunda sahiplerini çirkin işlerden alıkoyan ve bunlara gelenlerin bir benzerinin kendilerinin de başlarına gelmesinin muhtemel olduğunu idrak eden akıl sahipleri için bir çok ibret ve öğüt vardır.

Bu ayet-i kerimenin bir benzeri de Yüce Allah'ın şu buyruklarıdır: "Düşünen kalplere, işiten kulaklara sahip olsunlar diye onlar yeryüzünde gezip dolaşmazlar mı? Gerçi gözler kör olmaz, fakat göğüslerdeki kalpler olur." (Hacc, 22/46); "Onlardan önce nice nesilleri helak etmemiz -ki onların meskenlerinde dolaşırlar- bunların hidayete ulaşmalarına bir vesile olmadı mı? Şüphesiz bun­larda ayetler vardır, hâlâ dinlemeyecekler mi?" (Secde, 32/26).

Daha sonra Yüce Allah azaplarının erteleniş sebebini şu buyruklarıyla açıklamaktadır: "Eğer Rabbinden geçmiş bir söz ve belli bir vade olmasaydı (azap) nazil olurdu." Yani Yüce Allah tarafından ezelde gerçekleştirilecek bir söz geçmiş bulunmasaydı -ki bu da Yüce Allah'ın Muhammed (s.a.) ümmetinin azabını ahiret yurduna ertelemesine dair vaadidir- günahlarının cezası onlar için lâzım olur; herhangi bir şekilde onların yakasını bırakmaz, geri kalmazdı. Eğer o belli vade olmasaydı, daha dünyada iken acı bir azap ile yakalanırlardı.

Bundan dolayı Yüce Allah peygamberine hem onu teselli ederek hem de sabrı emrederek şöyle buyurmaktadır:

"O halde dediklerine sabret. Güneşin doğmasından ve batmasından önce Rabbine hamd ve teşbih et! Gecenin saatlerinde ve gündüzün etrafında da teş­bih et. Umulur ki razı olunursun." Ey Peygamber! Şu Allah'ın ayetlerini yalan­layanların söylediklerine sabret, onların senin için söyledikleri: "Yalancı bir sihirbazdır, delidir, şairdir" vb. batıl iddialarına ve dil uzatmalarına aldırış et­me! Çünkü onların azapları için öne alınmayan belli bir süre vardır. Sen Rab-bini tenzih, Ona hamd ve şükret. Güneşin doğmasından önce yani sabah namazını, batışından önce yani ikindi ve öğle namazlarını, gece vakitlerinde yani yatsı ve akşam namazları ile gecenin sonlarında teheccüd namazını kıl.

İkindi namazı hakkında te'kid edici olmak üzere gündüzün etrafında "orta namazı"nm te'kid edildiği gibi namaz kıl! Günün iki tarafında yer alan bu iki namazın da te'kidli olarak zikredilmesi türünden sabah ve akşam namazlarını, yani bu şekilde farz kılınmış beş vakit namazı eda etmekle uğraş! Yüce Al­lah'ın nezdinde nefsinin razı olacağı sevaba nail olması ümidiyle onu teşbih et! Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ve Rabbin sana bağışta bulunacak, sense razı olacaksın." (Duhâ, 93/5).

İmam Ahmed ve Müslim, Umâre b. Rueybe'nin şöyle dediğini rivayet eder­ler: Rasulullah (s.a.)'ı şöyle buyururken dinledim: "Güneşin doğuşundan önce ve batışından önce namaz kılan bir kimse asla cehenneme girmez."

Buharî ile Müslim'de de Cerîr b. Abdullah'tan şöyle dediği rivayet edil­mektedir: Rasulullah (s.a.) buyurdu ki: "Şüphesiz sizler şu ayı gördüğünüz gibi Rabbinizi göreceksiniz. Onu görmekte siz herhangi bir sıkıntı ile karşılaş­mayacaksınız. O bakımdan güneşin doğuşundan ve batışından önce bir vakit namazı kaçırmamak imkânınız olursa mutlaka bunu yapınız." dedi ve daha sonra bu ayet-i kerimeyi okudu.

Müslim'in Sahih 'inde de Rasulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğu rivayet edil­mektedir: "Yüce Allah: Ey cennet ehli, diye buyuracak. Onlar: Buyur Rabbimiz! Fermanına hazırız! diyecekler. O: Razı oldunuz mu? diye soracak. Cennetlikler: Rabbimiz nasıl olur da razı olmayız. Sen bize yarattıklarından kimseye ver­mediklerini vermiş bulunuyorsun, diyecekler. Yüce Allah şöyle buyuracak: Ben sizlere bundan daha faziletlisini de vereceğim. Onlar diyecekler ki: Bundan daha faziletli ne olabilir? Şöyle buyuracak: Sizi rızam ile kuşatıyorum ve artık bundan sonra ebediyyen size gazaplanmayacağım."

Ayet-i kerime inatçı, yalanlayıcı kâfirlerin yalanlamalarına üstünlük sağ­lamanın yolunu sabır, teşbih, tahmid, namaz ve tekbir getirmek olarak göster­mektedir ki, bütün bunlar ruhu güçlendirir, Yüce Allah'a olan bağlılığa güç katar. Böylelikle ruh ve bedenden her türlü yorgunluk, acı ve kederin etkisi or­tadan kalkar.

Ruhen düzelmek, dünya malından yüz çevirmeye bağlıdır. Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlardan bir kısmını kendilerini imtihan et­mek için verdiğimiz dünya hayatının süsüne gözlerini dikme! Rabbinin rızkı ise daha hayırlı ve daha kalıcıdır." Sen şu nimetler üzerinde müreffeh bir şekilde yaşayan dünya hayatının süs, mal, mülk, eşya, binek gibi çeşitli metalarma sahip olan şu kimselerin yanlarındaki, ellerinin altındaki mal ve mülke uzun boylu göz dikme. Çünkü bunlar solup giden bir çiçek, belli bir engel teşkil eden birer nimettir. Bundan maksadınız onları bu gibi şeylerle imtihan etmek, nimete şükür görevini kimin yerine getirdiğini ortaya koymaktır. Sen bütün gayretinle Allah'ın nezdinde olanı elde etmeye çalış. Şüphesiz Rabbinin sana verdikleri, onların verdiklerinden daha hayırlıdır. O rızkını dünya hayatında senin için kolaylaştırmış, Allah'ın sevabı ve ahirette senin için sakladıkları ise her halükârda onların dünya hayatındaki rızıklarmdan daha hayırlıdır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Andolsun biz sana tekrarlanan yediyi ve şu Kur'an-ı Azim'i verdik. Sakın bazılarını faydalandırdığımız şeylere gözlerini uzun boylu dikme! Onlar için mahzun da olma! Müminlere de alçak­gönüllü ol!" (Hicr, 15/87-88). Her iki ayet-i kerimenin de maksadı rızkı talep et­mekte tembellik göstermek değildir. Aksine maksat kâfirlerin ve isyankârların elinde bulunan dünya hayatının çörçöpünü temenni etmeyi dünya ile meşgul olup ahiret için ameli terk etmeyi yasaklamaktır. Çünkü bizler, hem ahiret hem de dünya için bir arada çalışırız.

Daha sonra Yüce Allah ehline namazı emretmesini şu buyruklarıyla ona emretmektedir: "Ehline namazı emret! Kendin de ona devam et! Senden rızık istemeyiz, sana biz rızık veririz. Akıbet ise takvanındır." Ey Peygamber! Sen aile halkına namazı emret ve namaz kılmalarını emretmek suretiyle de onları Allah'ın azabından kurtarmaya çalış! Sen de namaz kılmakta sabır ve sebat göster, onu gereği gibi muhafaza et. Biz senden kendini ve aileni rızıklandır-mak üzere bir rızık istemediğimiz gibi, rızkını kazanmakla da seni mükellef tutmuyoruz. Aksine sen kendini ibadete ve takvaya ver. Seni de, onları da biz rızıklandırırız: "Şüphesiz Allah O çok çok rızık verendir, O pek çetin ve kuvvet sahibi olandır." (Zâriyât, 51/58). Övülmeye değer akibet ise -ki o da cennettir-takva ve itaat ehli olanlarındır.

Ehlinle birlikte namazı kılmaya devam edecek olursan rızkın sana um­madığın yerden gelir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kim Allah 'tan korkarsa onun için bir çıkış yolu peyda eder ve ummadığı yerden onu rı ıklan-dırır." (Talâk, 65/2-3). Rasulullah (s.a.) da hem aile halkına, hem de bütün üm­metine namaza devam etmelerini emretmiştir.

Mâlik ve Beyhakî, Eslem'in şöyle dediğini rivayet ederler: Ömer b. el-Hat-tâb geceleyin Yüce Allah'ın dilediği kadar namaz kılardı. Nihayet gecenin sonu yaklaşınca namaz kılmak üzere aile halkını uyandırır ve: "Namaza kalkın, namaza kalkın!", der arkasından da bu ayet-i kerimeyi okurdu.

İbni Ebî Hatim, İbnü'l-Münzir, Taberânî, El-Hilye'de Ebu Nuaym, Abdul­lah b. Selam'ın şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasulullah (s.a.) aile halkına bir sıkıntı ya da bir darlık isabet etti mi, onlara namaz kılmalarını emreder ve: "Ehline namazı emret..." ayet-i kerimesini okurdu.

Tirmizî ve İbni Mace, Ebu Hureyre (r.a.)den şöyle dediğini rivayet ederler: Rasulullah (s.a.) buyurdu ki: "Yüce Allah şöyle buyurmuştur: Ey Adem oğlu! Sen kendini bana ibadete ver ki, ben de senin kalbini zenginlikle doldurayım, fakirliğini (ihtiyacını) karşılayayım. Eğer böyle yapmayacak olursan, ben senin kalbini türlü meşgalelerle doldurur ve senin fakirliğini (ihtiyacını) kapatmam."

İbni Mace de İbni Mes'ud'un şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Ben Pey­gamberimizi şöyle buyururken dinledim: "Her kim bütün gayret ve çabalarını tek bir çaba haline getirip öldükten sonra diriliş çabası yaparsa, Allah onu dünyası için çaba göstermekten müstağni kılar. Dünya hallerine dair üzüntü ve düşünceleri darmadağın ve alabildiğine çoğalan kimseye gelince, Allah onu vadilerinden hangisinde helak ettiğine aldırmaz."

Yine İbni Mace Zeyd b. Sâbit'ten şöyle dediğini rivayet eder: Rasulullah (s.a.)'ı şöyle buyururken dinledim: "Her kimin çabası ve düşüncesi dünya olur­sa, All.ah onun aleyhine olmak üzere işlerini darmadağın eder. Fakirliğini göz­lerinin önüne kor (fakirlikten başka bir şeyle karşılaşmaz) ve dünya ona Al­lah'ın o kimse için yazdığı taraftan başka yerden de gelmez. Her kimin de niyeti ahiret olursa, Allah onun işini bir araya getirir, toplar. Zenginliğini kalbine yer­leştirir ve dünya ister istemez ona gelir." [22]



Müşriklerin Bir Mucize Talebi Ve Gelecek İle Tehdit Edilmeleri


133-  Dediler ki: "Rabbinden bize bir mucize getirmeli değil iniydin?" Önceki sahifelerde bulunan apaçık deliller on­lara gelmedi mi ki?

134-  Biz onları bundan önce azap ile helak etmiş olsaydık elbette şöyle diyeceklerdi: "Rabbimiz bize bir pey­gamber göndeseydin de zelil ve hakir olmadan önce ayetlerine uysaydık!"

135-  De ki: "Her birimiz gözetleyiciyiz. Siz de gözetleyin. Dosdoğru yolun sahipleri kimdir ve hidayet bulan kim­dir bileceksiniz."



Açıklaması


Müşrikler Rasulullah (s.a.)'ı âciz bırakmak, ona karşı inat etmek ve onu sıkıştırmak kasdıyla -iman etmediklerinden ve gördükleri mucizelerle yetin­mediklerinden dolayı- çokça mucize göstermesini teklif edip duruyorlardı. Yüce Allah onların işi yokuşa sürmek istediklerini şöylece ifade etmektedir: "Dediler ki: Rabbinden bize bir mucize getirmeli değil iniydi? Önceki sahifelerde bulu­nan apaçık deliller kendilerine gelmedi mi ki?" Yani müşrik kâfirler şöyle dedi: Ondan önceki peygamberlerin gösterdikleri şekilde bu ümmet de Allah'tan gön­derilmiş bir peygamber olduğu hususunda doğru söylediğine delâlet eden ve bizim kendisine göstermesini teklif ettiğimiz mucizelerden birisini bize göster­meli değil miydi? Salih'in devesi, Musa'nın asası, İsa'nın ölüleri diriltip kör ve alacalıyı tedavi etmesi gibi. Yüce Allah onlara şöylece cevap verdi: Ebedî ve kalıcı bir mucize olan Kur'ân-ı Kerim kendilerine gelmedi mi ki? O Kur'ân-ı Kerim ki Tevrat, İncil, Zebur gibi akide esaslarını ve teşriî hükümleri (hukuki yasaları) kapsayan Allah tarafından indirilmiş kitaplarda bulunanların doğ­ruluğuna apaçık bir delil ve bir tanıktır. Ayrıca önceki kitaplarda Hz. Muham-med'in peygamberliği açıkça ifade edilmekte, onun geleceği müjdelenmektedir. Bu indirilmiş kitapların doğruluğunu, sıhhatini bunlar itiraf ederler. Bu kitap­larda onların Muhammed'in peygamberliğini inkârlarını reddeden, inatlaş­malarını, zorlamalarını çürüten belgeler vardır.

Bu ayet-i kerimenin bir benzeri de Yüce Allah'ın şu buyruğudur: "Dediler ki: Üzerine Rabbinden ayetler indirmeli değil miydi? De ki: Ayetler ancak Al­lah'ın yanındadır. Ben de apaçık bir korkutucuyum. Bizim sana indirdiğimiz kitap onlara yetmedi mi; ki bu kitap onlara okunuyor. Muhakkak bunda iman eden bir topluluk için bir rahmet ve bir öğüt vardır." (Ankebût, 19/50-51).

Buharî ile Müslim'de Rasulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmek­tedir: "Ne kadar peygamber geldiyse mutlaka ona benzerini gördükleri takdirde insanların iman ettiği bir takım ayetler (mucizeler) verilmiştir. Bana verilen ise Yüce Allah'ın bana vahiy yoluyla bildirdiği bir vahiydir. O bakımdan o pey­gamberlerin arasında Kıyamet gününde kendisine uyanları en çok olanın ben olacağımı ümid ederim."

Burada da peygamber (s.a.)'e verilen en büyük ayet (mucize) söz konusu edilmektedir ki, bu da Kur'ân-ı Kerim'dir. Aksi takdirde Hz. Peygamberin had­di hesabı olmayan bir çok mucizeleri vardır.

Kıyamet gününde müşrikler Kur'ân-ı Kerim'in Yüce Allah'ın şu buyruğun­da olduğu gibi apaçık bir ayet (mucize) olduğunu beyan edeceklerdir:

"Biz onları bundan önce azap ile helak etmiş olsaydık elbette şöyle diyecek­lerdi: Rabbimiz bize bir peygamber gönderseydin de zelil ve hakir olmadan önce ayetlerine uysaydık?" Eğer bizler bu yalanlayanları Muhammed (s.a.)'i gönder­meden ve şu büyük Kitabı ona indirmeden önce helak etmiş olsaydık Kıyamet gününde mutlaka şöyle diyeceklerdi: Rabbimiz dünyadayken neden bize bir peygamber göndermedin ki? Biz dünya hayatında azap ile ahirette de cehen­neme girmek suretiyle zelil olmadan önce rasulün getireceği ayetlere uysaydık, olmaz mıydı?

Ayet-i kerime teklif ve cezanın dinin gelişinden önce söz konusu ol­mayacağının delilidir. Gerçekte ise bu yalanlayıcılar işi yokuşa sürmekte, inat­laşmaktadırlar. Şayet ayetler (mucizeler) ardı arkası kesilmeksizin onlara gel­miş olsaydı bile yine de iman etmeyeceklerdi. Nitekim Yüce Allah şöyle buyur­maktadır: "Var güçleriyle Allah'a yemin ederek dediler ki: Andolsun eğer ken­dilerine bir ayet (mucize) gelirse herhalde ona iman edecekler (diye). De ki: Ayet­ler ancak Allah 'm nezdindedir. Hem o ayetler geldiğinde yine de onların iman etmeyeceklerinin farkında değil misiniz? Biz onların kalplerini ve gözlerini çeviririz de ilkinde ona inanmadıkları gibi, kendilerini azgınlık içerisinde şaş­kın halde bırakırız." (Enam, 6/109-110).

"De ki: Her birimiz gözetleyiçidir; siz de gözetleyin. Dosdoğru yolun sahip­leri kimdir ve hidayet bulan kimdir, bileceksiniz." Ey Muhammed! Seni yalan­layan, küfür ve inatlarını sürdüren şu kimselere de ki: "Bizler de sizler de işin sonunda nereye varacağını gözetleyip durmaktayız. Siz de gözetleyiniz. Pek yakında işin sonunu bileceksiniz. Kim gerçek ve dosdoğru yol üzerindedir; biz mi siz mi? Bunu bileceğiniz gibi, sapıklıktan alabildiğine uzak bir şekilde ve hak ve doğru yol üzerinde yürüyerek hidayet bulanın kim olduğunu da bilecek­siniz.

Bu da Yüce Allah'ın şu buyruklarını andırmaktadır: "Yakında azabı gör­düklerinde yolca kimin sapık olduğunu bileceklerdir." (Furkân, 25/42); "Yarın kimin mütekebbir bir yalancı olduğunu bileceklerdir." (Kamer, 54/26).

Surenin sonunda yer alan ayet-i kerime kâfirlere bir tehdit ve bir azarı ih­tiva etmektedir. Peygamber (s.a.)'in kendisini risaletini tebliğ etmek hususun­da oldukça yorduğunu ihtiva eden surenin başlangıcına da oldukça uygundur. Tebliğin kendilerine ulaştığı kimselere ise itaat etmekten başka bir şey düş­mez. İtaat ederlerse kurtulurlar, yüz çevirirlerse helak olurlar. Onlar yakında hakkı batıldan açık seçik bir şekilde ayırdedilmiş olarak göreceklerdir. Nitekim tarih boyunca pek çok kâfir olduğunu, hatalarını, kötü hallerini ve küfürlerinin akibetini açıkça görmüşlerdir. [23]







--------------------------------------------------------------------------------

[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/412-415.

[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/415-417.

[3] Razî, XXI- 15.

[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/421-423.

[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/429-430.

[6] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/434-436.

[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/439-440.

[8] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/445-447.

[9] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/452-454.

[10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/458-459.

[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/462-463.

[12] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/468-473.

[13] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/479-481.

[14] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/485-488.

[15] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/492-495.

[16] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/500-502.

[17] Razî, XXII/119.

[18] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/506-507.

[19] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/510-511.

[20] İbni Kesir, 111/169.

[21] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/516-519.

[22] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/524-527.

[23] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/530-532.

20-Taha Suresi Meali Tefsiri Oku: Kur'ân-I Kerim Mutluluk Kaynağıdır-Hz. Musa'nın Rabbi İle Konuşması Mukaddes Vadide Ona Vahyin Gelmeye Başlaması-Hz. Musa'nın Asasının Yılana Dönüşmesi (Birinci Mucize) Rating: 4.5 Diposkan Oleh: Blogger

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder