21- ENBİYA SURESİ
İnsanların Kıyamet Günü Yapılacak Hesapların Görülmesinden Gafil Olmaları Ve Bunun Delili
1- İnsanların hesaplarının görülmesi vakti yaklaştı. Fakat onlar hâlâ gaflet içindedirler, aldırmıyorlar.
2- Kendilerine Rablerinden gelen her yeni ihtarı mutlaka alaya alarak dinlerler.
3- Onların kalpleri eğlencededir. Zalim-\ ler gizli fısıltı ile şöyle konuştular: Bu (Peygamber) de sadece sizin gibi bir in-, san değil mi? Şimdi siz göz göre göre " büyüye mi kapılacaksınız?
4- (Muhammed) onlara şöyle dedi: "Benim Rabbim gökte ve yerde (söylenen) her sözü bilir. O her şeyi işitir, her şeyi bilir.
5- Kâfirler: "Hayır, (Muhammed'in söylediği) bu sözler saçma sapan rüyalardır. Hayır, bunları kendisi uydurmuştur. Hayır, hayır o bir şairdir. (Eğer böyle değilse) o halde öncekilere gönderildiği gibi, o da bize bir mucize getirsin." dediler.
6- Kendilerinden önce helak ettiğimiz hiçbir kasaba halkı iman etmemişti. Şimdi bunlar mı iman edecekler?! [1]
Açıklaması:
Allah Teala Kıyametin yaklaşmasına işaret ederek buyuruyor ki:
"İnsanların hesaplarının görülme vakti yaklaştı." Yani insanların dünyadaki amellerinin hesap zamanı yaklaştı. Bu, kıyametin yaklaşmasıdır. Fakat insanlar hâlâ hayatlarında gaflet ve umursamazlık içindedir; eğleniyorlar, hesaba hazırlanmak, ahireti düşünmek ve imana yönelmekten yüz çeviriyorlar.
Burada insanlardan murad –İbn-i Abbas’a göre- öldükten sonra dirilmeyi inkar eden müşriklerdir. Şu ayet buna delildir. "Onlar sadece alaya alarak dinlerler. Onların kalpleri eğlencededir." Burada öldükten sonra dirilmede hiçbir şüphe olmadığına işaret vardır.
Her ne kadar bundan sonraki ayetlerin delaletiyle burada işaret edilen o zamanki Kureyş kâfirleri olsa da, kanaatımızca ayetin lafzı bütün insanları içine almaktadır. Böylece ayet tamahkarlıkları durdurmak, imana davet etmeye teşvik etmek için gelmiştir. Kıyametin yaklaştığını bilen kimse derhal tevbeye koşacak ve dünyaya yönelmeyecektir. Her gelecek yakındır. Ölüm de şüphesiz yakındır. Her insanın ölümü kıyametinin kopmasıdır. Kıyamet geçen zamana göre yakındır.
Razi diyor ki: İnsanlardan murad hesaba girecek olan kimseler yani mükelleflerdir. Yoksa hesaba tabi olmayanlar değildir.
Rivayet edildiğine göre, Rasulullah’ın (s.a.v.) ashabından bir zat bir duvar inşa ediyordu. Başka biri bu surenin indiği gün o zata uğradı. Duvarı inşa etmekte olan, arkadaşına:
"Bugün Kur’an’dan ne indi?" diye sordu. Diğeri:
"İnsanların hesaplarının görülme vakti yaklaştı. Fakat onlar hâlâ bı bir gaflet içindedirler, aldırmıyorlar." ayeti indi, diye cevap verdi. Duvarı y; hemen ellerini silkmeye başladı. Arkadaşına:
"Vallahi, hesap yaklaştığına göre ebediyyen inşaat yapmam." dedi.
Ayet-i kerimede kıyametin yaklaştığına delil vardır. Bu sebeple Peygai rimiz (s.a.) İmam Ahmed, Buharı, Müslim ve Tirmizî'nin rivayet ettikler dis-i şeriflerinde iki parmağını birbirine yaklaştırarak: "Ben kıyamete bu ş de yakın olduğum halde gönderildim." buyurmuştur.
Cenab-ı Hak bundan sonra insanların gaflette olduklarına delil getir şöyle buyurmuştur:
"Kendilerine Rablerinden gelen her yeni ihtarı mutlaka alaya alarak lerler. Onların kalpleri eğlencededir." Yani o Kureyş kâfirlerine ve benzerh Kur'andan olaylara ve münasebetlere göre inen her yeni ihtarı mutlaka e alıp eğlenerek, istihza ederek, kalpleriyle düşünmeden ve manasını anlaı tan uzak olarak dinlerler.
Bu, kâfirlere karşı açık bir zem ve benzerlerini de dünya ve ahiret saa ni gerçekleştirecek şeylerden istifade etmemek hususunda kınamadır.
"Muhdes (yeni)" kelimesi Kur'an'm sonradan yaratılmış olduğu mam gelmez. Konuşulan harfler ve duyulan ses şüphesiz sonradan meydana ge] tir. Ama Allah Tealâ'nm bizzat kelâmı olan Kur'an'm aslı ise Allah Tealâ'n onun kudsî sıfatlarının ezelî oluşu gibi ezelîdir, kadimdir.
Cenab-ı Hak daha sonra Kur'an'm nüzulü anındaki kâfirlerin tavırl anlatarak şöyle buyurdu: "Zalimler gizli fısıltı ile konuştular". Yani aralai gizlice konuştular. Bu fısıltılarını hiçbir kimse işitmesin diye böyle yap Şöyle diyorlardı:
"Bu da sizin gibi bir insan değil mi?" Yani Muhammed (s.a.) de diğe sanlar gibi bir insan, meydana gelişi, aklı ve düşüncesiyle sizin gibi biri mi? Sizden ayrı olarak nasıl peygamberlik özelliği olabilir? Bu onların, ' gamber sadece melek olabilir, insanlardan peygamberlik iddia eden herke hirbazdır, Onun getirdiği mucize de sihirdir." şeklindeki inançlarından naklanıyordu.
Bunun için inkâr etmek maksadıyla şöyle diyorlardı: "Şimdi siz göz göre büyüye mi kapılacaksınız?" Yani siz onun sihir olduğunu gördüğünüz, şahede ettiğiniz halde büyüyü mü tasdik edeceksiniz? Yahut sihir olduğum diği halde sihri kabul eden kimse gibi sihre mi uyacaksınız?
Onlar Rasulullah'ın (s.a.) peygamber olmasını çok uzak bir ihtimal ol görüyorlardı. Çünkü Muhammed de onlar gibi bir insandı. Peygamber ise ancak melek olabilirdi.Getirdiği Kur’an ise sihir idi.
Bu konuda samimi bir şekilde istişare etmek ve O’nun dinini yıkmak maksadıyla en faydalı yola ulaşmak için aralarında gizlice konuşmuşlardı.
Cenab-ı Hak onların iftiralarına ve yalanlarına şu şekilde cevap verdi:
"Muhammed şöyle dedi: Benim Rabbim gökte ve yerdeki her sözü bilir. O her şe yi işitir, her şeyi bilir." Yani Rasulullah (s.a.) Allah'ın emriyle onların sırların açığa vurarak şöyle dedi: Söylediğiniz şeyleri gizlemeyin. Zira benim ve siziı Rabbiniz (Allah) bunları bilir. Yer ve gökteki durumlardan ve buralarda mey dana gelen söz ve davranışlardan hiç bir şey O'na gizli kalmaz. Öncekilerin vı sonrakilerin haberini ihtiva eden Kur'an-ı Kerim'i indiren Odur. O sözleriniz gayet iyi işitir; durumlarınızı gayet iyi bilir.
Bu ifadede onlara tehdit ve ihtar yapılıyordu.
Ayette "O sırları bilir" yerine "O her sözü bilir" ifadesi kullanıldı. Çünki söz gizli-açık her söyleneni ihtiva eden umumî bir kelimedir. O'nun her ikis arasında Allah için hiçbir fark yoktur. Dolayısıyla bu ifade hem gizli olanı hen de fazlasını bilmeyi ihtiva etmiş, "Gizli olanı bilir" denmesinden daha kuvveti olarak onların gizli konuşmalarına muttali olduğunu ifade etmiştir.
Daha sonra Cenab-ı Hak kâfirlerin çaresizliklerini inatçılık ve inkarcılık larmı, şaşkınlık ve sapıklıklarını, Kur'an'ı tavsif etmedeki tereddütlerini ve bı konudaki ihtilâflarını haber vererek şöyle buyurmaktadır:
"Kâfirler dediler ki: Bu sözler saçma sapan rüyalardır. Hayır, bunları ken dişi uydurmuştur. Hayır hayır, o bir şairdir." Yani onlar Rasulullah'ı (s.a.) önce sihirbaz ve söyledikleri de sihirdir diyerek tavsif ettiler. Sonra "Bu sihirdir. demekten vazgeçip "Bu sözler O'nun rüyada gördüğü karmakarışık düşlerdir. dediler. Sonra bunun kendisi tarafından uydurulmuş bir söz olduğunu, sonrı da bunun bir şair sözü olduğunu söylediler.
Bu tutarsızlık, tereddüt ve şaşkınlık onların bu iddialarının hakkı bulan dıran, gerçekleri bozan batıl sözler olduklarına delildir. Onlar bu halleriyle y; gerçekten Hz. Muhammed'in (s.a.) getirdiği Kur'an'ın hakikatini bilmiyorlaı yahut gerçeği biliyorlar ama kibirli, mağlup ve yenilgiye düşmüşlerin, ümitsiz ligi içindeler ve dolayısıyla "Bu sihirdir ve yalandır" diyorlar.
Bütün bu ihtimalleri sayıp, bu iddiaları tekrarladıktan sonra da şöyle de diler: "Eğer böyle değilse o halde öncekilere gönderildiği gibi, o da bize bir muci ze getirsin."
Yani eğer Muhammed (s.a.) Allah tarafından gönderilen bir rasul olduğı ve kendisine vahyedilen Kur'anın da Allah'ın kelâmı olduğu hususunda doğrı sözlü ise bu ihtimallerden hiçbirine fırsat tanımayan Hz. Salih'in devesi, Hz. Musa'nın asası ve nurlu eli gibi mucizeleri, Hz. İsa'nın körlere, abraslılara şif vermesi ve ölüleri diriltmesi gibi peygamberliği ispat eden elle tutulur, gözl görülür maddî mucizelerden, eski peygamberlerden nakledilen mucizeler gib: bize Kur'an'dan başka açık bir mucize getirsin, dediler.
"Öncekilere gönderildiği gibi" ifadesi bu mucizelerin onlar tarafından ks bul edildiğine ve asıl maksadı gerçekleştirdiğine delildir.
Bundan sonra Cenab-ı Hak müşriklerin bu son isteklerine onların yalar larını çürüterek ve küfürde derinleşmeleri sebebiyle indirilecek mucizeleri faydası olmayacağına işaret ederek şu cevabı verdi:
"Kendilerinden önce helak ettiğimiz hiçbir kasaba halkı iman etmemişti1?" Yani peygamberleri vasıtasıyla kendilerine mucize gönderilen kasabalardan hiçbir kasaba halkı bu mucizeye iman etmemiş, bilakis yalanlamışlardı. Biz de bu sebeple onları helak ettik. Şimdi bunlar mı mucizeleri görünce öncekilerden farklı olarak mucizelere iman edecekler?!.
Ayetin manası şudur: Bu müşrikler peygamberlerine mucize getirmesini teklif eden ve iman edeceklerini vaad eden, mucize gelince de ahitlerini bozup muhalefet eden ve neticede Allah'ın helakine maruz kalan o eski kavimlerden daha inatçı kimselerdir. Bunların yaptıkları tekliflerini kabul etsek daha fazla ahitlerini bozarlar.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyordu: "Üzerlerine Rabbinin hükmü hak olanlar iman etmezler. Onlara her türlü delil gelse de can yakıcı azabı görmedikçe iman etmezler." (Yunus, 10/96-97).
Özetle: Müşriklerin tekliflerinin kabul edilmemesi onların menfaatlerine olmuştur. Eğer Allah bunu talep ettikleri zaman kabul etseydi sonra da onlar yine küfür ve inatlarında devam edecek olsaydılar onlara tamamen yok edici azap inerdi. Ancak Allah'ın hikmeti onların azabının ahirete ertelenmesini uygun görmüştü.
Bu istekleri sadece inatçılıktan kaynaklanan bir istek idi. Allah onların iman etmeyeceklerini gayet iyi biliyordu.[2]
+/- 2-Peygamberin Beşer Oluşu, Verilen İlâhî Vaadlerin Gerçekleştirilmesi, Kur'anın Bir Öğüt Ve İbret Kitabı Olması
Tıklanacak Başlık
+/- 4-Müşriklerin Azarlanması Allah'ın Birliğinin İspat Edilmesi
+/- 5-Bir Olan İlahın Varlığına Delalet Eden Kâinattaki Ayetleri Düşünmemelerine Karşı Müşriklere Diğer Bir İhtar
49- Onlar tenha yerlerde de Rablerin-den korkarlar. Onlar kıyametin dehşetinden ürperirler.
50- Bu (Kur'an) da bizim O'na (Muham-med'e) indirdiğimiz mübarek bir öğüttür. Şimdi siz bunu inkâr mı ediyorsunuz?
Açıklaması
Çoğu zaman Allah Tealâ Hz. Musa (a.s.) ile Hz. Muhammed (s. a.) ve kitaplarını bir arada zikreder. Bu, peygamberlik ilişkisinin ve vahiy ilişkisinin devam ettiğini beyan etmek ve Tevrat'ın sahih olan, değiştirilmemiş aslı ile Kur'an-ı Kerim arasında hem dini, hem dünyayı, hem inancı hem de ibadeti içine alan mükemmel Şeriat sistemi açısından pek çok benzerlikler bulunduğuna işaret etmek içindir.
Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Yemin olsun ki, biz Musa ve Harun'a takva sahipleri için bir ışık ve öğüt olan Furkan'ı -Tevrat'ı- verdik." Yani Allah'a yemin olsun ki biz Musa ve Harun'a şeriatın hükümlerini ihtiva eden bir kitap verdik. Bu kitap Allah'ın kendisinde hakkı batıldan, helâli haramdan ayırd ettiği Tevrat'tır. Tevrat aynı zamanda hidayet ve kurtuluş yoluna ulaşabilmek için şaşkınlık ve bilgisizlik karanlıklarında kendisiyle aydınlanılan bir nurdur. O ayrıca Rablerinden gerçek manada korkan takva sahiplerinin ibret alacağı bir öğüt ve nasihat kitabıdır.
Takva sahipleri şu vasıfları taşımaktadırlar:
1. Tenhada Allah'tan korkmak: "Onlar tenha yerlerde de Rablerinden korkarlar. " Yani onlar tenha, gizli ve hiç kimsenin durumlarını bilmediği yerlerde Rablerinin azabından korkarlar, emrini tutar, nehyinden kaçınırlar. Razî, bu mana akla en yakın manadır demektedir.
Kur'an-ı Kerim'de bu mana üzerinde tekrar tekrar durulmuştur. Nitekim başlıca ayetlerde şöyle buyurulmaktadır: "Tenha yerlerde de Rahmandan korkan ve O'nun huzuruna halis bir kalple gelen kimse..." (Kaf, 50/33); "Tenha yerlerde de Rablerinden korkan kimselere mağfiret ve büyük bir ecir vardır." (Mülk, 67/12).
2. Kıyamet gününden korkmak: "Onlar kıyametten de ürperirler." Yani onlar kıyametten, onun dehşetinden, orada olacak hesap ve sorgudan da korkar, titrerler.
Cümleye zamirle başlanması ve hükmün onun üzerine bina edilmesinde mübalağa ve ta'riz vardır.
Kur'an-ı Kerimin hususiyetleri: Tevrat'ın özellikleri bunlar olunca Kur'an-ı Kerim'in buna benzer özellikleri vardır: Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
"Bu (Kur'an) da ... mübarek bir öğüttür." Yani sana indirilen bu Kur'an bir hatırlatma ve öğüttür. Faydalarının çokluğu, haberlerinin çeşitliliği ile feyiz dolu, bereket dolu bir kitaptır.
"Şimdi siz bunu inkâr mı ediyorsunuz?" Bu kadar çok faydalı bunun gibi bir kitabı nasıl olur da inkâr edersiniz? Son derece açık ve net olduğu halde onu nasıl inkar edersiniz? Kur'an aynı zamanda gayet ince nazmı, derin belâğati, aklî delilleri ve şeriatı beyan etmesiyle mucizedir. Siz kelâmın eşsizliğini, dilinin fesahatini ve beyanın sağlamlığını en iyi takdir eden kimseler olarak O'nun Allah tarafından indirildiğini nasıl inkâr edersiniz? [11]
92- İşte sizin ümmetiniz bir tek ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim. O halde yalnız bana kulluk edin.
93- Fakat insanlar dinlerini aralarında parça parça ettiler. Halbuki onların hepsi sonunda bize döneceklerdir.
94- Kim mümin olarak salih ameller işlerse, onun emeği (kesinlikle) nankörlükle karşılanmaz. Biz onu hiç şüphesiz yazıyoruz.
95- Helak ettiğimiz bir kasaba halkının tekrar (bize) dönmemeleri imkânsızdır.
96- Nihayet Ye'cüc ve Me'cüc'ün önü açılıp onlar her tepeden akın edecekler.
97- Gerçek olan vaad yaklaşacak. İşte o zaman inkâr edenlerin gözleri yuvalarından çıkacakmış gibi olur: "Eyvah bize! Biz bundan gafilmişiz. Daha doğrusu zalimler bizmişiz." derler.
Açıklaması
Allah Tealâ insanlık dininin tek din olduğunu bildiriyor ve şöyle buyuruyor:
"İşte sizin ümmetiniz bir tek ümmettir." Yani tevhid dini yahut İslâm dini, peygamberler ve şeriatlar arasında üzerinde ittifak edilen, üzerinde bulunmanız gereken tek din, tek millet ve tek şeriattır. Siz peygamberler arasında farklı olmayan tek ümmet olarak bu din üzerinde olun. Ben kendisinden başka ilâh olmayan Allah'ım. Sadece bana kulluk edin. Herhangi bir melek, insan, taş, ağaç veya put gibi bir şeyi bana ortak koşmayın.
Bir başka ayette de: "İşte sizin ümmetiniz bir tek ümmettir. Ben sizin Rab-binizim. Benden korkun." (Müminûn, 23/52) buyurulmuştur.
Buharî, Müslim, Ebu Davud ve Ahmed b. Hanbel'in rivayet ettiği bir ha-dis-i şerifte peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Biz peygamberler cemaati baba bir kardeşleriz, dinimiz birdir." Yani kastedilen mana peygamberlere verilen çeşitli hükümlerle birlikte bir olan, ortağı olmayan Allah'a kullukta ittifak ediyoruz. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Ey ümmetler! Herbiri-niz için bir şeriat ve yol tayin ettik." (Maide, 5/48).
Peygamberler arasındaki farklılık inanç, ahlâk, fazilet ve kulluk esasları üzerinde değil, sadece zamanlara ve çağlara göre furû (hükümler) ve cüz'î meselelerdedir.
"Fakat insanlar dinlerini aralarında parça parça ettiler." Yani ümmetler peygamberlerine karşı onları tasdik edenler ve yalanlayanlar şeklinde ayrılarak ihtilâfa düştüler, dinlerini aralarında çeşitli fırkalara bölerek parça parça ettiler.
Bu ifade durumun çirkinliğini dile getirmek için 2. şahıstan 3. şahısa geçiş ifadesidir. Asıl ifade: "Siz dinlerinizi parça parça ettiniz" olmalıydı. Sanki Cenab-ı Hak onların ifsat ettiklerini başkalarına nakletmekte ve onların bu davranışlarının çirkinliğini belirtmektedir. Sanki onlara şöyle demektedir: Onların işledikleri şu büyük günahı görmüyor musunuz?
Ayetin manası şudur: Onlar dinlerini kendi aralarında parçalara ayırdılar. Tıpkı bir topluluğun bir şeyi aralarında tevzi edip paylaştırdıkları, şuna bir pay buna bir pay ayırdıkları gibi... Bu ifade insanların din hususunda ihtilâfa düşmelerini, bölük bölük olmalarını temsille anlatmaktadır.
Tek din meselesinde tefrikaya düşmeleri ayıplanan çirkin bir harekettir. Bunun için Cenab-ı Hak onların bu davranışlarına karşı tehditte bulunarak şöyle buyurmaktadır.
"Halbuki onların hepsi sonunda bize döneceklerdir." Yani onlardan her gurup kıyamet günü bize dönecekler. Biz de herbirine ameline göre, hayırsa hayır serse şer karşılık vereceğiz.
"Kim mümin olarak salih ameller işlerse, onun emeği kesinlikle nankörlükle karşılanmaz. Biz onu hiç şüphesiz yazıyoruz."
Ayette geçen "min" cins için değil, teb'îz içindir; yani salih amellerden bir kısmı demektir. Zira mükellef farzı ve nafilesiyle bütün ibadet ve taati yerine getirmeye muktedir olamaz.
Ayetin manası şudur: Kim Rabbini ve peygamberlerini dili ve kalbiyle tasdik ederek Allah Tealâ'nm yoluna uygun salih amel işlerse yahut müslim ve tevhid ehli olarak taatlerden bir amel işlerse onun emeği asla zayi olmaz. Amelinin sevabı boşa çıkmaz, ameli nankörlükle karşılanmaz. Bilakis sevabı verilir. Biz ona tam karşılığını veririz. Ona zerre kadar zulmedilmez. Biz bunu tespit ederiz. Bütün amellerini karşılık vermek için amel defterinde muhafaza ederiz. Bundan hiçbir şey çok küçük olsa bile zayi olmaz. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de bazı ayetlerde şöyle buyurulmuştur: "Şüphesiz iman edip salih amel işleyenlere gelince biz güzel amel işleyenlerin ecrini zayi etmeyiz." (Kehf, 18/30); "Kim ahi-reti ister ve mümin olarak ahirete lâyık bir gayret sarfederse işte böylelerinin gayretleri makbul olur." (İsra, 17/19).
Bu ayet amellerin kabul edilmesinin ve kurtuluşun esasının kişinin mümin olmak ve salih ameller işlemek özelliklerini bir arada bulundurması olduğuna delildir.
İman, Allah ve Rasulünü bilip tasdik etmeyi de içine alır. Amel-i salih ise farzları yapmak ve haramları terk etmektir. Küfran (nankörlük) sevaptan mahrum olmaya verilen bir temsildir. Şükür ise sevaptan verilmesinin temsilî ifadesidir. "Onun emeği kesinlikle nankörlükle karşılanmaz." ayetinde anlatılmak istenen bu nankörlük cinsinin ortadan kaldırılmış olmasıdır. Yine burada kullar Allah Tealâ'ya itaate sarılmaya teşvik edilmektedir.
"Helak ettiğimiz bir kasabanın tekrar bize dönmemeleri imkânsızdır." Yani helak etmekle hükmettiğimiz bir kasaba halkının tevbeye dönmeleri yahut kıyamet gününden önce dünya hayatına dönmeleri imkânsızdır. Bu manaya göre "Lâ yerci'ûn'daki "lâ" te'kit manasında "zaide'dir. Bu ifade şu ayet gibidir: "O zaman artık ne vasiyet edebilirler, ne de (ailelerine) dönebilirler." (Yasin, 36/50). Ayetin başındaki "harâmün" kelimesi kesin olarak imkânsızlığı ifade etmek için istiare edilmiştir. Bu da Cennetlikler: "Doğrusu Allah bu ikisini de (su ve diğer rızıkları bugün) kâfirlere haram etmiştir" derler." (A'raf, 7/50) ayeti gibidir.
"Nihayet Ye'cüc ve Me'cüc'ün önü açılıp onlar her tepeden akın edecekler." Yani helak edilen kavmin dönmemeleri, kıyamet kopuncaya, Ye'cüc ve Me'cüc şeddinin açılması gibi kıyamet alâmetleri ortaya çıkıncaya kadar devam eder. Bu Ye'cüc ve Me'cüc iki kabiledirler, yahut bütün insanlar demektir. İnsanlar her yüksekçe yerden süratle inip geleceklerdir. Ayetten maksat öldükten sonra dirilmeyi ve amellerin karşılığının verilmesini inkâr eden müşriklere yapılan bir reddiyedir.
"Gerçek olan vaad yaklaşacak. İşte o zaman inkâr edenlerin gözleri yuvalarından çıkacakmış gibi olur..." Yani bu korkunç olaylar, belâlar ve depremler meydana geldiği zaman kıyamet yaklaşmış olur. Bunlar olduğu zaman kâfirler, gördükleri büyük olayların şiddetinden nerdeyse hiçbir şey göremeyecek hale gelirler.
"Eyvah bize! Biz bundan gafilmişiz. Daha doğrusu zalimler bizmişiz." Yani onlar: "Yazık, helak olduk. Biz dünyada gafilmişiz, oyalanmışız. Bunun gerçek olduğunu öldükten sonra dirilmenin, hesap görme ve amellerinin karşılığını görmek için Allah'a dönmenin değişmez ve mutlaka meydana gelecek bir hadise olduğunu bilmiyorduk. Daha doğrusu biz gerçekte kendimiz azaba maruz kalmakla nefsimize zulmetmişiz." derler. Bu, itirafın fayda vermediği bir anda kendi nefislerine zulmettiklerini itiraf etmeleridir. [29]
Ahirette Müminlerin Ve Kafirlerin Halleri İle Gökyüzünün Durumu
98- Siz de Allah'tan başka taptığınız (putlar) da cehennem odunudur. Siz oraya gireceksiniz.
99- Eğer onlar gerçekten ilâh olsalardı cehenneme girmezlerdi. Hepsi de orada ebedî kalacaklardır.
100- Onlar orada inim inim inlerler. Onlar orada işitmezler.
101- Tarafımızdan kendilerine en güzel sevap vaad edilenler, işte onlar cehennemden uzaklaştırılacaklardır.
102- Onlar cehennemin uğultusunu duymazlar. Onlar canlarının istediği nimetlerin içinde ebedî kalacaklardır.
103- En büyük korku bile onları üzmez. Melekler onları: 'İşte bu vaad edildiğiniz gündür," diyerek karşılarlar.
104- O gün biz göğü kitapların sayfalarını dürer gibi düreriz. Onları ilk defa nasıl yarattıysak sonra da öyle dirilteceğiz. Bu, bizim bir vaadimizdir. Şüphesiz biz vaadimizi mutlaka yerine getirenleriz.
105- Yemin olsun ki biz Tevrat'tan sonra Zebur'da da 'Yeryüzüne mutlaka salih kullarım varis olur." hükmünü koymuştuk.
106- Şüphesiz bunda kulluk eden kimselere bir tebliğ vardır.
Nüzul Sebebi
"Tarafımızdan kendilerine..." 101. ayetin nüzul sebebi ile ilgili olarak Hakim, İbni Abbas'tan naklediyor: "Siz de Allah'tan başka taptığınız putlar da cehennem odunudur. Siz oraya gireceksiniz" ayeti nazil olunca İbnü'z-Ziba'rî şöyle dedi: "Güneş, ay, melekler ve Üzeyr'e tapıldı. Bunların hepsi bizim ilâhlarımızla birlikte cehenneme mi girecek?" Bunun üzerine şu ayet nazil oldu: "Tarafımızdan kendilerine en güzel sevap vaad edilenler işte onlar cehennemden uzaklaştırılacaklardır."(Enbiya, 21/101).
Ayrıca şu ayet de nazil oldu: "Meryem oğlu (İsa) bir misal olarak verilince hemen senin kavmin buna gülüyorlar. "Bizim tanrılarımız mı hayırlı yoksa O mu?" dediler. Bunu sana sadece bir mücadele olarak misal getirdiler. Daha doğrusu onlar çok düşman bir kavimdir" (Zuhruf, 43/57-58). [30]
Açıklaması
Siz ey putlara tapan müşrikler! Siz ve Allah'tan başka taptıklarınız, cehennem yakıtısınız. Hepiniz toptan cehenneme gireceksiniz. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
"Yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten sakının." (Bakara, 2/24).
"Allah'tan başka tapındıkları şeyler" ifadesi putları, İblis'i ve onun uşaklarını içine almaktadır. Çünkü onlar onlara itaat etmekle ve onları izlerine uymakla onlara tapınanlar hükmündedir.
Bu ayet Üzeyr, Mesih ve melekleri ihtiva etmez. Çünkü "şüphesiz biz" ifadesi Kureyş müşriklerine karşı sözle hitaptır. Onlar sadece putlara tapıyorlardı. Yine Cenab-ı Hak "taptığınız kimseler" buyurmadı, "taptığınız şeyler" buyurdu. "Mâ" harfi ise akıl sahibi varlıkları içine almaz. Dolayısıyla Razî'nin beyan ettiği gibi,[31] İbnü'z-Ziba'rî'nin sorusu anlamsız olmuştur.
Cenab-ı Hakk'ın: "Gökyüzüne ve onu bina edene yemin olsun..." (Şems, 91/5) ve "Sizin taptığınız şeylere tapmam." (Kâfirûn, 109/2) ayetlerindeki "mâ" "şey" manasına kullanılmıştır. Bunun benzeri olarak burada şöyle denilir: Siz ve Allah'ı bırakıp da taptığınız şeyler... Fakat "şey" lafzı umum ifade etmez. Dolayısıyla İbnü'z-Ziba'rî 'nin sualine gerek kalmamaktadır.
Daha önce geçen sebeb-i nüzulde şeytanların tapılan şeylerden sayılmaları şu haberde açıkça anlaşılmaktadır.
Muhammed b. İshak Sîret'inde rivayet ediyor: Peygamberimiz (s.a.) Mes-cid-i Haram'a girdi. Kureyş'in ileri gelenleri Hatimde toplanmışlardı.[32]
Kabe'nin etrafında 360 put vardı. Peygamberimiz (s.a.) onların yanında oturdu. Nadr b. Haris gelmiş, Rasulullah (a.s.) onunla konuşup susturmuştu. Sonra şu ayeti okudu: "Siz de Allah'tan başka taptığınız putlar da cehennem odunudur. Siz oraya gireceksiniz."
Bunun üzerine Abdullah İbnü'z-Ziba'rî geldi. Kureyş ileri gelenleri kendi aralarında fısıldaşıyorlardı. İbnü'z-Ziba'rî:
- Görüştüğünüz konu nedir? diye sordu. Velid b. Muğire Rasulullah'ın (s.a.) sözünü bildirdi. İbnü'z-Zibarî:
- Allah'a yemin olsun ki, onu bulursam tartışacağım, dedi. Bunun üzerine Rasulullah'ı (s.a.) çağırdılar. İbnü'z-Ziba'rî, Rasulullah'a:
- Şu sözü söyleyen sen misin? diye sordu. Peygamberimiz:
- Evet, dedi. İbnü'z-Ziba'rî:
- Kabe'nin Rabbine yemin olsun ki, seninle tartışmak istiyorum. Soruyorum: Yahudiler Üzeyr'e, Hristiyanlar Mesih'e, Melihoğulları meleklere tapmıyorlar mı? Peygamberimiz:
- Hayır, onlar gerçekte kendilerine bunu emreden şeytanlara tapınışlardır, diye cevap verdi. Bunun üzerine Cenab-ı Hak "Tarafımızdan kendilerine en güzel sevap vaad edilenler işte onlar cehennemden uzaklaştırılacaklardır." (Enbiya, 21/101) ayetini indirdi. Bu ayette Üzeyr, Mesih ve melekler kastediliyordu.
Kendilerine tapılan putların cehenneme sokulmasının sebebi ise Zemahşe-rî'nin açıkladığı gibi[33] onlara tapanların daha fazla keder ve hasret duymaları, dünyada taptıkları şeyleri ahirette kendilerine şefaatçi edindikten sonra bunların kendileri nezdinde en çok buğzedilen şeyler olduklarını görmesini sağlamaktı..
Cenab-ı Hak bundan sonra tapınılan putların gerçekten ilâh olmadıklarını zikrederek şöyle buyurdu:
"Eğer bunlar gerçekten ilâh olsalardı, cehenneme girmezlerdi." Yani eğer bu putlar ve benzerleri kendilerine tapanların zannettikleri gibi fayda ve zarar veren hakiki ilâhlar olsalardı cehenneme girmezlerdi. Zira fayda ve zarar ver-seydiler, bu putlar önce kendi nefislerine gelecek zararlara engel olurlardı. Bu putlar terk edilmeye ve horlanmaya lâyıktırlar.
"Hepsi de orada ebedî kalacaklardır." Kendilerine tapılan sahte ilâhların hepsi cehennem azabında daimî kalacaklardır. Onlar oradan hiç çıkmayacaklardır.
"Onlar orada inim inim inlerler." Onlar ateşte azabın şiddetinden belâ ve gamın fazlalığından inilti ve boğazın en uzak noktasından zorla çıkan solukla inim inim inlerler.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Onların cehennemde (çok feci) nefes alıp vermeleri vardır." (Hud, 11/106).
Onlar cehennemde kendilerini memnun edecek veya kendilerine fayda verecek hiçbir söz duymazlar. Sadece kendilerine azapla görevli zebanilerin seslerini duyarlar.
Cenab-ı Hak cehennemliklerin durumlarını beyan ettikten sonra saadete nail olan müminlerin durumlarını zikretti ve şöyle buyurdu:
"Tarafımızdan kendilerine en güzel sevap vaad edilenler işte onlar cehennemden uzaklaştırılacaklardır." Yani Allah tarafından kendilerine ezelde saadet takdir edilenler ve dünyada salih ameller işleyenler cehenneme girmekten uzak kalacaklardır. Onlar saadet ehli ve sevapla müjdelenmiş yahut muvaffak kılınmış kimselerdir.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "İyi amel işleyenlere güzel bir karşılık, bir de ziyadesi vardır." (Yunus, 10/26).
Rivayet edilir ki Hz. Ali (r. a.) bu ayeti okudu, sonra da şöyle dedi: Ben de onlardanım. Bu kişiler Ebubekir, Ömer, Osman, Talha, Zübeyr, Sa'd ve Abdur-rahman b. Avf tır. Sonra namaz için ikamet okundu. Ridasım çekerek kalktı. O şöyle diyordu: "Onlar cehennemin uğultusunu duymazlar."
Onların nimet durumları şöyledir:
1- Cehennemin uğultusunu duymazlar." Yani ateşin sesini ve cesetlerdeki yakıcılığını duymazlar. Cehennemin ateşi onlara isabet etmez.
2- "Onlar canlarının istediği nimetlerin içinde ebedî kalacaklardır." Yani onlar arzu ettikleri cennet nimetleri ve lezzetleri içinde sürekli kalacaklardır.
3- "En büyük korku bile onları üzmez." Hesap için kabirlerinden kalktıktan sonraki sura ikinci defa veya son defa üfürülmesinin dehşeti onları korkutmaz. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "Sura üfürüldüğü gün göklerde ve yerde bulunanlar dehşetli bir korkuya kapılırlar. Ancak Allah'ın diledikleri kimseler bunun dışındadırlar..." (Nemi, 27/87).
Kelime ve ibareler bölümünde geçtiği gibi başka görüşler de ifade edilmiştir. En doğru olan, bu dehşetin kıyamet gününün ve dirilişin dehşeti olduğudur.
4- "Melekler onları: "İşte bu vaad edildiğiniz gündür" diyerek karşılarlar." Onlar kabirlerinden çıktıkları zaman melekler onları karşılar, onları bu diriliş günüyle müjdelerler ve şöyle derler: İşte bu gün dünyada size vaad edilen sevinç, ikram, sevap ve güzellik günüdür.
Bu kabul ve karşılaşma Cenab-ı Hakk'ın buyurduğu gibi olacaktır: "O gün biz göğü kitapların sayfalarını dürer gibi düreriz." Yani göğü durduğumuz gün büyük korku onları üzmez. Yahut melekler onları kitapların sayfalarını dür-düğümüz gün karşılarlar. Bu içinde korku, dehşet ve hayret bulunan bir başka sahnedir.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: " Onlar Allah'ı hakkıyla takdir edemediler. Halbuki bütün yeryüzü kıyamet günü O'nun hakimiyeti altındadır. Gökler O'nun kudretiyle durulmuştur. O onların şirk koştuklarından münezzeh ve yücedir. (Zümer, 39/67).
"Onları ilk defa nasıl yarattıysak sonra da öyle dirilteceğiz. Bu bizim bir vaadimizdir. Şüphesiz biz vaadimizi mutlaka yerine getirenleriz." Yani bu dürtüme Allah'ın mahlûkatı yeni bir yaratık olarak tekrar dirilttiği günde hiç şüphesiz olacaktır. Tıpkı ilk defa onları yarattığı gibi Allah onları tekrar diril-tecektir. Bu Allah'ın değişmez vaadidir. Allah bunu mutlaka yapacaktır. Bunun meydana gelmesi vaciptir. Mutlaka gerçekleşecektir. Çünkü O buna kadirdir.
Bu ayetin benzeri şu ayetlerdir: "Şüphesiz ki bugün ilk yarattığımız gibi teker teker huzurumuza geldiniz." (En'am, 6/94); "O gün bütün insanlar hesap vermek için saflar halinde Rabbine arz edileceklerdir. Allah onlara şöyle diyecektir: Şüphesiz huzurumuza ilk yarattğımız gibi geldiniz." (Kehf, 18/48).
Cenab-ı Hak daha sonra salih kulları için takdir ettiği dünya ve ahiret saadetini, dünya ve ahirette yeryüzünün varisi olacaklarını haber verdi.
"Biz Zebur'da yazdık..." Yani biz Tevrat'tan sonra gönderilen Zebur kitabında yahut bu Kur'an-ı Kerim'de kesin bir şekilde hükmettik ki dünya ve ahirette yeryüzünün mirası ancak salih müminlerin yani Allah'a taat ile amel eden müminlerin olacaktır.
Ayette geçen "Zikr" Tevrattır. İbni Abbas bunu Kur'an'dır demiştir. Bir rivayete göre Zikr, Ümmü'l-Kitab yani Levh-i mahfuzdur. Bu, peygamberlere indirilen kitaplar için bir cins isimdir.
Arz, ya cennetin arazisidir; nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "(Cennetlikler) dediler ki: Bize vaadinde sadık olan, bizi cennetten neresini dilersek yerleşmek üzere bu yere mirasçı yapan Allah'a hamdolsun. Amel edenlerin mükâfatı ne güzel." (Zümer, 39/74).
Ya da arz dünya arzıdır, yeryüzüdür ve dünyayı imar etmeye lâyık ehlidir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Allah içinizden iman edip salih ameller işleyenlere onları mutlaka yeryüzünün halifeleri, sahipleri kılacağını vaadetti." (Nur, 24/55).
"Musa kavmine şöyle dedi: Allah 'tan yardım isteyin ve sabredin. Yeryüzü Allah'ındır. Kullarından dilediklerini ona varis kılar. Hayırlı sonuç Allah'ındır." (Araf, 7/128).
Mukaddes topraklara gelince, oraya sadece salih kullar varis olur. Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Hor görülen o kavmi de kendisini bereketli kıldığımız o toprakların doğularına ve batılarına mirasçı kıldık." (A'raf, 7/137).
"Bütün bu ayetlerde kulluk eden topluluk için bir tebliğ vardır." Yani bu surede zikredilen haberler, vaad, tehdit ve tesirli öğütlerde kulluk eden bir topluluk için yeterli bir öğüt ve fayda vardır. Kulluk eden topluluk Allah'a O'nun emrettiği, sevdiği ve razı olduğu şekilde kulluk edenler, şeytana ve nefislerinin şehevî arzularına itaat yerine Allah'a itaati tercih edenlerdir. [34]
Rahmet Peygamberi
107- Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.
108- De ki: "Bana vahyolunuyor ki sizin ilâhınız ancak bir ilâhtır. Artık müs-lüman olacak mısınız?"
109- Eğer onlar yüz çevirirlerse de ki: "Ben size eşit olarak tebliğ ettim. Size vaad olan şeyler yakın mıdır, uzak mıdır, ben bilmem."
110- Şüphesiz O açığa vurulan sözü de bilir, gizlediğiniz şeyleri de bilir.
111- Bilmiyorum, belki bu sizin için bir imtihandır ve bir müddete kadar geçici bir yararlanmadır.
112- Muhammed şöyle dedi: "Ey Rabbim, hak ile hükmet. Rabbimiz sonsuz rahmet sahibidir. Yakıştırdığınız şeylere karşı yardımı istenilecek olan O'dur."
Açıklaması
Ey Muhammedi Seni Kur'an şeriatı ve ahkâmıyla sadece ve sadece dünya ve ahirette bütün insanlara ve cinlere rahmet olasın diye gönderdik. Kim bu rahmeti kabul eder ve nimete şükrederse dünya ve ahirette mesut ve bahtiyar olur. Ve kim bunları inkâr ve reddederse dünya ve ahiretini mahvetmiş olur.
Bir rivayete göre, Hz. Peygamberin kâfirler için de rahmet olması şu anlamdadır: Onlar Hz. Peygamber sayesinde tamamen yok olmaktan, suretlerinin hayvan suretine değiştirilmesinden (dönüştürülmesinden) ve köklerinin kazınmasından kurtulmuşlardır.
İnkarcıların nasıl hüsrana uğrayacaklarını Allah Tealâ şöyle açıklıyor: "Allah'ın nimetini nankörlüğe çevirenleri ve sonunda kavimlerini helak yurduna sürükleyenleri görmedin mi? Onlar cehenneme girecekler. O ne kötü karargâhtır." (İbrahim, 14/28-29).
Yine Allah Tealâ, Kur'an hakkında şöyle buyurmaktadır:
"De ki, O, inananlar için doğru yolu gösteren bir kılavuz ve şifadır. İnanamayanlara gelince, onların kulaklarında bir ağırlık vardır ve Kur'an onlara göre bir körlüktür. Sanki onlar uzak bir yerden çağırılıyorlar." (Fussilet, 41/44). Rasulullah (s.a.), İmam Müslim'in Ebu Hureyre'den rivayet ettiği bir hadiste şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz ben lânetçi olarak değil, rahmet olarak gönderildim." Hakim, bu hadisin rivayetinde şunu da ilâve eder: "Ben ancak bir rahmet ve hidayet elçisiyim."
Sonra Allah Tealâ Resulüne, müşriklerle olan mücadelesinde hem bir uyarı olsun, hem de artık bir mazeret ileri sürmesinler diye onlara şöyle demesini emretti: " De ki: Şüphesiz bana, ilâhınızın, ancak tek bir ilâh olduğu vahyediliyor. Artık müslüman oldunuz değil mi? " Yani Ey Muhammed! Mekke müşriklerine ve diğer bütün insanlara şunu tebliğ et: Bana ilâh hakkında onun tek ve bir olup ortağı olmadığından başka bir şey vahyedilmiş değildir. Öyleyse sadece O'na ibadet edin ve sadece O'na teslim olup boyun eğin. Bana da aynı şekilde itaat ve ittiba edin.
"Eğer yüz çevirirlerse, artık de ki: (Bana emrolunanı) eşitlik esasına dayanarak size açıkladım." Yani, eğer yüz çevirir ve senin onları davet ettiğin şeyi terk ederlerse onlara şöyle de: Size açıkça bildiriyorum: Ben size karşı harp halindeyim, siz de bana karşı harp halindesiniz. Ve siz, benden uzak olduğunuz gibi de sizden uzağım. "(Rasulüm) Eğer seni yalanlarlarsa şöyle de: Benim yaptığım bana, sizin yaptıklarınız da sizedir. Siz benim yaptıklarımdan uzaksınız, ben de sizin yaptıklarınızdan uzağım." (Yunus,10/41). "Bir kavmin ihanet edeceğinden korkarsan, sen de hak ve adaletle (onlarla yaptığın ahdi) onlara at." (Enfal, 8/58). Yani ahdin bozulmasıyla ilgili hem senin bilgin ve hem de onların bilgisi eşit olsun. Ayetin buradaki manası budur.
"Size eşit bir şekilde (gerçeği) açıkladım." Yani size, benim sizden berî olduğumu, sizin de benden uzak olduğunuzu söyledim. Çünkü bunu biliyorum ve bu husustaki bilgimiz de müsavidir.
"Ben, size vaad edilen azabın yakın mı, uzak mı olduğunu bilmiyorum." Yani, size vaad edilen azap ve müslümanlarm size galip geleceği hiç şüphesiz mutlaka vaki olacaktır. Fakat bunun yakınlığı ve uzaklığı ile ilgili bir bilgim yoktur.
"Hakikat O, sizin açıkça söylediklerinizi de, gizlediklerinizi de hakkıyla bilir." Yani, Allah Tealâ gaybın tamamını bilir. Dolayısıyla o, kulların açıkça yaptıklarını da gizlice yaptıklarını da bilir. Yine O, İslâm'a karşı açıkça yapılan hücumları da müslümanlara karşı gizledikleri kin ve tuzaklarını da bilir. İşte Allah Tealâ, bütün bunların azlığına ve çokluğuna göre karşılıklarınızı verecektir.
"Bilmiyorum, belki O, sizin için bir fitne ve belli bir zamana kadar bir metadır." Yani, bilmiyorum; azabın sizden tehir edilmesi belki, sizi imtihan etmek ve belirlenmiş vakte kadar dünyevî lezzetlerden faydalanmalarınıza fırsat vermek içindir. Böylece O, sizin nasıl davranacağınızı kontrol etmek ister.
"Dedi ki, Rabbim, hak ile hükmet." Yani, Peygamber şöyle dua etmektedir: Rabbimiz, bilgimizle hakkı ve adaleti yalanlayan kavmimizin arasını ayır. Çünkü senin sözün haktır. Sen de haksin. Vaadin de, hükmün de haktır. Sen yalnızca hakkı seversin. Katade diyor ki: "Peygamberler hep şöyle dua ederlerdi: "Rabbimiz, bizimle kavmimiz arasında adaletle hükmet. Çünkü sen, hükmedenlerin en hayırlısısm." Resulullah (s.a.) de bu şekilde dua etmekle em-rolündü.
İmam Malik'in Zeyd b. Eslem'den rivayet ettiğine göre, Resulullah, bir savaşta karşı karşıya kaldığı zaman "Rabbim, adaletle hükmet" diye dua ederdi.
"Yakıştırdığınız şeylere karşı yardımı istenilecek olan O'dur." Yani, sizin Allah'a atfettiğiniz her türlü şirk, küfür, yalan ve batıl söze karşı yardımı istenen Rabbimiz olan Allah Tealâ'dır. Batıl sözlerinizden maksat da şudur: Allah'ın çocuğu vardır, ben sihirbaz bir şairim, Kur'an şiirdir vb. Allah Tealâ'nın hakem tayin edilmesi hem bir uyarıdır hem de hakkın ortaya çıkmasını sağlar. Aynı zamanda kâfirler için bir tehdit, bir hezimet ve inananlar ordusu ve Hakk'ın yardımcıları önünde bir mağlubiyet ifade eder. Onu peygamber olarak görevlendirmekle Allah Tealâ, daha önce gelip geçen peygamberleri şereflen-dirmiştir. Çünkü o, bütün insanlara rahmet olarak gönderilmiştir. [35]
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/10.
[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/12-15.
[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/19-20.
[4] Kurtubî, XII/274.
[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/24-27.
[6] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/33-36.
[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/40-43.
[8] İbni Mace bu manada: "Allahım! Ölüm sarhoşluğuna karşı bana yardım et." hadisini rivayet etmiştir.
[9] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/49-53.
[10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/57-60.
[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/63-64.
[12] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/68-69.
[13] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/72-74.
[14] Kurtubî, XI/303.
[15] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/77-79.
[16] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/81-83.
[17] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/85.
[18] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/86-87.
[19] İbnü'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'an, III/1254.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/90-91.
[20] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/91-92.
[21] İbni Kesir, III/187.
[22] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/92-93.
[23] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/99.
[24] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/99-100.
[25] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/103.
[26] Ibni Kesir, 111/ 191.
[27] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/106-108.
[28] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/111-113.
[29] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/116-119.
[30] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/122-123.
[31] Razî, XXII/223.
[32] Hatîm: Kâbenin kuzey tarafında Hicrî İsmail denilen Altınoluğun altındaki hilâl şeklindeki duvarın iç kısmı. Hatim bölümü Kâbenin içinden sayılmakta ve tavaf buranın dışında yapılmaktadır.
[33] Zemahşerî, 11/338.
[34] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/123-126.
[35] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/131-132.
Tıklanacak Başlık
7- Biz senden önce de peygamber olarak ancak kendilerine vahyettiğimiz erkekleri gönderdik. Eğer bilmiyorsanız zikir ehline sorun.
8- Biz peygamberleri yemek yemeyen cesetler kılmadık. Onlar (dünyada) ebedî de değildirler.
9- Sonra biz onlara verdiğimiz vaadimizi yerine getirdik. Hem kendilerini, hem de (kullarımızdan) dilediğimiz kimseleri kurtardık. Haddi aşanları da helak ettik.
10- Şüphesiz biz size, içinde öğütler bulunan bir kitap indirdik. Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?
Açıklaması
Allah Tealâ peygamberlerin beşer cinsinden gönderilmelerini inkâr edenlere cevap veriyor:
"Biz senden önce de peygamber olarak ancak kendilerine vahyettiğimiz erkekleri gönderdik." Yani daha önce gelen peygamberlerin tamamı beşer cinsinden erkekler idi. Onların aralarında meleklerden hiçbir kimse yoktu.
Nitekim Cenab-ı Hak başka bir ayette şöyle buyuruyor: "Biz senden önce de şehirler halkından kendilerine vahyettiğimiz erkekleri ancak peygamber olarak gönderdik." (Yusuf, 12/109). "De ki: Ben Allah tarafından gönderilen ilk peygamber değilim." (Ahkaf, 46/9). Yine Cenab-ı Hak eski ümmetlerin şu sözünü hikâye ediyor: "Bizi bir insan mı doğru yola sevkedecek?" (Tegâbün, 64/6).
"Eğer bilmiyorsanız ilim ehline sorun." Eğer bütün peygamberlerin beşer oluşundan şüphede iseniz Yahudi, Hristiyan veya diğer cemaatlerden ilim ehline sorun. Kendilerine gelen peygamberler melek miydiler, yoksa beşer mi? Böylece şüpheleri gitsin ve kendilerinin inandıkları gibi melek olmadıklarını iyice bilsinler. Allah geçmiş peygamberlerin durumunu eski semaî kitapların alimlerine sormalarını emretti.
Cenab-ı Hakk'ın müşrikleri bu alimlere havale etmesinin sebebi zaten müşriklerin Peygamberimiz'in (s. a.) durumu hakkında onlarla danışmakta olmaları, onların sözlerine güvenmeleri ve İslâm düşmanlığında onlarla birlikte hareket etmeleri idi. Cenab-ı Hak şöyle buyuruyordu: "Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden ve Allah'a ortak koşanlardan mutlaka eziyet verici sözler işiteceksiniz." (Âl-i İmran, 3/186).
Peygamberler insanların vahyi kendilerinden kolayca telakki etmeleri ve kendilerine indirilen ayetleri kolayca alabilmeleri için beşer idiler. Bu ayet peygamberlerin beşer olmaları, kadın olmayıp erkek olmaları hususunda açık bir delildir.
"Biz peygamberleri yemek yemeyen cesetler kılmadık. Onlar ebedî de değildirler." Yani biz peygamberleri melekler gibi yemeyen-içmeyen bir varlık kılmadık. Bilâkis onlar yemek yiyen cesetler idiler. Dünyada da ebedî kalacak değildirler.
Bu ayetin bir benzeri de şu ayettir: "Kâfirler şöyle dediler: Bu ne biçim bir peygamber ki, yemek yiyor, çarşılarda geziyor?" (Furkan, 25/7). 1
"Biz senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki yemek yememiş, çarşı-
larda gezmemiş olsunlar1?" (Furkan, 25/20).
Bu ifadeler onların "Peygamberlerin sıfatlarından biri yemeğe ihtiyacı olmamasıdır." şeklindeki inançlarını reddetmektedir. Peygamberler beşer olup, yemek yiyor, bütün insanlık özelliklerini taşıyor, onlara da üzüntü, sevinç, hastalık, uyku, uyanıklık, hayat ve ölüm vaki oluyor. Onlar için bu dünyada ebedî kalmak da yoktur. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Biz senden önce hiçbir beşere ebedilik vermedik." (Enbiya, 21/34).
"Sonra biz onlara verdiğimiz vaadde sadık kaldık. Onları kurtardık..." Yani biz peygamberlerin hayatını ve şerefini koruruz. Düşmanlarına karşı onlara yardım etme ve zalimleri helak etme şeklindeki sözümüzde doğruluğumuzu gösteririz. Peygamberleri ve onlara iman eden cemaatlerinden dilediğimizi kurtarırız, onları yalanlayanları küfür ve masiyetlerle nefislerine aşırı şekilde uyanları ve peygamberlerin getirdiği kitapları yalanlayanları helak ederiz.
Peygamberliğin meleklere ait bir vazife olduğuna inanan müşriklere cevap vermek için peygamberlerin beşer olduklarını ispat ettikten sonra Cenab-ı Hak Kur'an-ı Kerim'in şerefli, faziletli ve insanlara faydalı oluşuna dikkat çekti ve insanları onun kadrini bilmeye teşvik etti. Şöyle buyurdu:
"Şüphesiz biz size içinde öğütler bulunan bir kitap indirdik." Size insanlığın fazilet dolu hayat düsturlarını ihtiva eden bir başka ayette de: "Şüphesiz bu kitap senin ve ümmetin için bir şan ve şereftir." (Zuhruf, 43/44) denildiği gibi içinde şerefiniz, itibarınız ve şanınız bulunan şu yüce Kur'an'ı size ihsan ettik. Yahut bu kitapta size öğütler, güzel ve yüce ahlâkî değerleri bildiren nasihatler ve sizi elinizden tutup dünyanın üstünlüğüne ve ahiret saadetine ulaştıracak esaslar vardır.
"Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?" Durumunuzu düşünmeyecek, bu nimeti takdir etmeyecek misiniz? Bu nimeti kabul etmek suretiyle almayacak mısınız? Bu Kur'an'ın ihtiva ettiği öğüt ve ibretleri tefekkür etmeyecek misiniz? Bunda bulunan emirlere sarılıp yasakladığı ve nehyettiği hususlardan kaçınmayacak mısınız?
Burada Kur'an-ı Kerim'in hükümlerini incelemek ve Kur'an'da belirtilen din, dünya ve hayatla ilgili hususları düşünmek ısrarlı bir şekilde teşvik edilmektedir. [3]
+/- 3-Yok Etme Azabı İle Korkutma Ve Yaratmadaki Azameti Hatırlatma8- Biz peygamberleri yemek yemeyen cesetler kılmadık. Onlar (dünyada) ebedî de değildirler.
9- Sonra biz onlara verdiğimiz vaadimizi yerine getirdik. Hem kendilerini, hem de (kullarımızdan) dilediğimiz kimseleri kurtardık. Haddi aşanları da helak ettik.
10- Şüphesiz biz size, içinde öğütler bulunan bir kitap indirdik. Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?
Açıklaması
Allah Tealâ peygamberlerin beşer cinsinden gönderilmelerini inkâr edenlere cevap veriyor:
"Biz senden önce de peygamber olarak ancak kendilerine vahyettiğimiz erkekleri gönderdik." Yani daha önce gelen peygamberlerin tamamı beşer cinsinden erkekler idi. Onların aralarında meleklerden hiçbir kimse yoktu.
Nitekim Cenab-ı Hak başka bir ayette şöyle buyuruyor: "Biz senden önce de şehirler halkından kendilerine vahyettiğimiz erkekleri ancak peygamber olarak gönderdik." (Yusuf, 12/109). "De ki: Ben Allah tarafından gönderilen ilk peygamber değilim." (Ahkaf, 46/9). Yine Cenab-ı Hak eski ümmetlerin şu sözünü hikâye ediyor: "Bizi bir insan mı doğru yola sevkedecek?" (Tegâbün, 64/6).
"Eğer bilmiyorsanız ilim ehline sorun." Eğer bütün peygamberlerin beşer oluşundan şüphede iseniz Yahudi, Hristiyan veya diğer cemaatlerden ilim ehline sorun. Kendilerine gelen peygamberler melek miydiler, yoksa beşer mi? Böylece şüpheleri gitsin ve kendilerinin inandıkları gibi melek olmadıklarını iyice bilsinler. Allah geçmiş peygamberlerin durumunu eski semaî kitapların alimlerine sormalarını emretti.
Cenab-ı Hakk'ın müşrikleri bu alimlere havale etmesinin sebebi zaten müşriklerin Peygamberimiz'in (s. a.) durumu hakkında onlarla danışmakta olmaları, onların sözlerine güvenmeleri ve İslâm düşmanlığında onlarla birlikte hareket etmeleri idi. Cenab-ı Hak şöyle buyuruyordu: "Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden ve Allah'a ortak koşanlardan mutlaka eziyet verici sözler işiteceksiniz." (Âl-i İmran, 3/186).
Peygamberler insanların vahyi kendilerinden kolayca telakki etmeleri ve kendilerine indirilen ayetleri kolayca alabilmeleri için beşer idiler. Bu ayet peygamberlerin beşer olmaları, kadın olmayıp erkek olmaları hususunda açık bir delildir.
"Biz peygamberleri yemek yemeyen cesetler kılmadık. Onlar ebedî de değildirler." Yani biz peygamberleri melekler gibi yemeyen-içmeyen bir varlık kılmadık. Bilâkis onlar yemek yiyen cesetler idiler. Dünyada da ebedî kalacak değildirler.
Bu ayetin bir benzeri de şu ayettir: "Kâfirler şöyle dediler: Bu ne biçim bir peygamber ki, yemek yiyor, çarşılarda geziyor?" (Furkan, 25/7). 1
"Biz senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki yemek yememiş, çarşı-
larda gezmemiş olsunlar1?" (Furkan, 25/20).
Bu ifadeler onların "Peygamberlerin sıfatlarından biri yemeğe ihtiyacı olmamasıdır." şeklindeki inançlarını reddetmektedir. Peygamberler beşer olup, yemek yiyor, bütün insanlık özelliklerini taşıyor, onlara da üzüntü, sevinç, hastalık, uyku, uyanıklık, hayat ve ölüm vaki oluyor. Onlar için bu dünyada ebedî kalmak da yoktur. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Biz senden önce hiçbir beşere ebedilik vermedik." (Enbiya, 21/34).
"Sonra biz onlara verdiğimiz vaadde sadık kaldık. Onları kurtardık..." Yani biz peygamberlerin hayatını ve şerefini koruruz. Düşmanlarına karşı onlara yardım etme ve zalimleri helak etme şeklindeki sözümüzde doğruluğumuzu gösteririz. Peygamberleri ve onlara iman eden cemaatlerinden dilediğimizi kurtarırız, onları yalanlayanları küfür ve masiyetlerle nefislerine aşırı şekilde uyanları ve peygamberlerin getirdiği kitapları yalanlayanları helak ederiz.
Peygamberliğin meleklere ait bir vazife olduğuna inanan müşriklere cevap vermek için peygamberlerin beşer olduklarını ispat ettikten sonra Cenab-ı Hak Kur'an-ı Kerim'in şerefli, faziletli ve insanlara faydalı oluşuna dikkat çekti ve insanları onun kadrini bilmeye teşvik etti. Şöyle buyurdu:
"Şüphesiz biz size içinde öğütler bulunan bir kitap indirdik." Size insanlığın fazilet dolu hayat düsturlarını ihtiva eden bir başka ayette de: "Şüphesiz bu kitap senin ve ümmetin için bir şan ve şereftir." (Zuhruf, 43/44) denildiği gibi içinde şerefiniz, itibarınız ve şanınız bulunan şu yüce Kur'an'ı size ihsan ettik. Yahut bu kitapta size öğütler, güzel ve yüce ahlâkî değerleri bildiren nasihatler ve sizi elinizden tutup dünyanın üstünlüğüne ve ahiret saadetine ulaştıracak esaslar vardır.
"Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?" Durumunuzu düşünmeyecek, bu nimeti takdir etmeyecek misiniz? Bu nimeti kabul etmek suretiyle almayacak mısınız? Bu Kur'an'ın ihtiva ettiği öğüt ve ibretleri tefekkür etmeyecek misiniz? Bunda bulunan emirlere sarılıp yasakladığı ve nehyettiği hususlardan kaçınmayacak mısınız?
Burada Kur'an-ı Kerim'in hükümlerini incelemek ve Kur'an'da belirtilen din, dünya ve hayatla ilgili hususları düşünmek ısrarlı bir şekilde teşvik edilmektedir. [3]
11- Biz (halkı) zalim olan nice kasabaları toptan yok ettik. Onlardan sonra da başka kavimler yarattık.
12- Onlar azabımızın şiddetini hissedince ondan öyle kaçıyorlardı ki!
13- (Onlara:) Hiç kaçmayın. Refah içinde yaşadığınız yerlere ve evlerinize dönün. Çünkü sorguya çekileceksiniz, (denildi).
14- Onlar da: "Vay halimize! Gerçekten biz zalim kimselermişiz." dediler.
15- Biz kendilerini biçilmiş ekine döndürüp, ocaklarını söndürünceye kadar bu pişmanlıklarını tekrar edip durdular.
16- Biz göğü, yeri ve aralarındakileri oyun oynarcasına yaratmadık.
17- Eğer biz kendimize bir eğlence edinmek isteseydik, kendi nezdimiz-den bir eğlence edinirdik. Fakat biz bunu yapmadık.
18- Bilakis biz hakkı batıla çarparız da hak batılın beynini parçalar. Böylece batılın canı çıkar. (Ey kâfirler!) Allah'a yakıştırdığınız vasıflardan dolayı vay halinize!
19- Göklerde ve yerde ne varsa Allah'ındır. O'nun nezdinde olanlar O'na ibadet etmekte ne büyüklenirler, ne de bezginlik getirirler.
20- Onlar gece-gündüz Allah'ı teşbih ederler. Hiç ara vermezler.
Açıklaması
"Biz halkı zalim olan nice kasabaları toptan yok ettik." Yani biz Allah'ı inkâr ve peygamberleri yalanlamak sebebiyle nefislerine zulmeden pek çok kasaba halkım helak ettik. Onları helak ettikten sonra yerlerine başka kavimleri var ettik.
Nitekim Cenab-ı Hak başka ayetlerde de şöyle buyuruyor: "Nuh'tan sonra nice nesilleri helak ettik." (İsra, 17117) .
"Biz nice zalim kasabaları helak ettik. Onlar duvarları damları üstüne yıkılıp ıpıssız kaldılar." (Hac, 22/45)
Karye (kasaba)'dan murad Yemen'de bulunan şehirlerdir. Tefsir ve Ahbar ehli demişlerdir ki, Cenab-ı Hak bununla "Hadûr" ehlini murad etmiştir. Bunlara Şuayb b. Zî-Mehdem isimli bir peygamber gönderilmişti. Bu peygamberin kabri Yemen'de Danen denilen karlı bir dağ üzerindedir. Bu peygamber Med-yen şehrine gönderilen meşhur Şuayb (a.s.) değildir. Çünkü Hadûr kıssası Hz. İsa'dan (a.s.) önce, Hz. Süleyman'dan (a.s.) yüzlerce sene sonradır. Fakat onlar peygamberlerini öldürmüşlerdi. Hadûr şehri Hicaz diyarında Şam tarafındadır.[4]
"Onlar azabımızın şiddetini hissedince ondan öyle kaçıyorlardı ki!" Yani onlar azabın peygamberlerinin vaad ettiği gibi hiç şüphesiz vaki olacağını yakî-nen anlayınca ve azabın başlangıcı onlara erişince perişan bir vaziyette kaçmaya başladılar.
"Onlara: Hiç kaçmayın. Refah içinde yaşadığınız yerlere ve evlerinize dönün. Çünkü sorguya çekileceksiniz, denildi." Yani alaylı bir tarzda şöyle denilecektir: Azabın inmesinden kaçmayın sizi şımartan içinde bulunduğunuz nimet ve sürura, rahat hayata, güzel evlere dönün. Çünkü siz içinde bulunduğunuz hayattan sorguya çekilecek, sorguya çekene bilerek ve görerek cevap vereceksiniz. Yahut insanlar: "Bu azap niçin indi?" diye size soracaklar.
"Belki de sorguya çekileceksiniz." cümlesinde alay ve hiçe alma vardır. Onlar da cevap verdiler:
"Vay halimize! Gerçekten biz zalim kimselermişiz dediler." Yani itirafın geçerli olmadığı bir zamanda günahlarını itiraf ettiler. Dediler ki: Biz Rabbimizi inkâr etmek suretiyle kendi nefislerimize zulmettik. Bu onların azabı gerektiren küfrü açıkça itiraf etmeleridir.
"Biz kendilerini biçilmiş ekine döndürüp ocaklarını söndürünceye kadar onlar bu pişmanlıklarını tekrar edip durdular." Yani bu sözü -zulmettikleri şeklindeki itiraflarını- tekrarlamaya devam ettiler. Nihayet onları ekin biçer gibi biçtik, hareketleri durdu, sesleri sakinleşti. Sönen ateş gibi hiçbir hayat kalmadı. Sanki onların arzuları da bu idi denilmiştir. Burada dava, davet yani arzu manasındadır. Nitekim bir ayette: "Onların en son arzuları, duaları alemlerin Rabbi olan Allah'a hamdetmektir" (Yunus, 10/10) buyurulmuştur. Buna dava ismi verildi. Çünkü onlar "Yazık bize !" diyerek kendilerine beddua etmişlerdi. Kötü bir duruma uğrayan sanki bu kötü durumu istemiş olmaktadır. Sanki: " Gel ey belâ bu vakit senin vaktindir." demektedir.
"Biçilmiş ekin kıldık." ifadesi yani onları kökten helak etmeye benzeterek biz onları biçilmiş ekin gibi kıldık demektir. Bu tıpkı onları kül ettik diye söylemek gibidir. Onlar bu halleriyle biçilmiş ekine ve sönmüş ateşe benzemekteydiler.
Peygamberliğini inkâr etmeleri, Peygamber'in mucizelerini lüzumsuz ve oyun telakki etmeleri sebebiyle onlara verilen bu ceza hak ve adaletin ta kendisidir.
Bunun içindir ki Cenab-ı Hak yeri, göğü ve yerle gök arasındakileri adalet ölçüsüyle yarattığını beyan etmiştir:
"Biz göğü, yeri ve aralarındakileri oyun oynarcasına yaratmadık." Yani biz gökleri ve yeri oyun ve eğlence için değil, hak olarak, yani adalet ölçüsüyle yarattık. Biz bunları sadece dinî bir fayda için, bunların yaratıcıyı bilmeye delil olması için, diğer dünyevî faydalar için, kötü amel işleyenleri işledikleriyle cezalandırmak, güzel amel işleyenlere de güzellikle mükâfat vermek için yarattık. Biz bunları boş yere ve oyun olarak yaratmadık.
Bu ayetin bir benzeri de şu ayettir: " Biz göğü, yeri ve aralarındakileri boşu boşuna yaratmadık. Bu sadece kâfirlerin kuruntusudur. O ateş sebebiyle vay o kâfirlerin haline." (Sad, 38/27).
Daha sonra Cenab-ı Hak bunun oyun olmadığını bir defa daha vurgulayarak şöyle buyurdu:
"Eğer biz kendimize bir eğlence edinmek isteseydik kendi nezdimizden bir eğlence edinirdik. Fakat biz bunu yapmadık." Yani biz kullarımızın eş ve çocuklar edindiği gibi biz de eğlenecek bir şeyler edinmeyi isteseydik bizim nezdimiz-de bulunan melekler ve hurilerden edinirdik. Ancak biz eğlence maksadı gütmedik ve oyun oynamak istemedik. "Eğlence" anlamına gelen 'el-lehv' Yemen diliyle "hanım" demektir. "Çocuk" da buna dahildir. Çünkü o da kadın vasıtasıyla elde edilir.
Bu ayet şu ayet gibidir: " Eğer Allah çocuk edinmek isteseydi, yarattıklarından dilediğini seçerdi. O kendisine lâyık olmayan şeylerden münezzehtir. O bir olan ve her şeye hâkim olan Allah'tır." (Zümer, 39/4). Bu ayet Mesih'i veya Hz. Üzeyr'i "Allah'ın oğlu" kabul edenleri reddetmektedir.
"Bilakis biz hakkı batıla çarparız da hak batılın beynini parçalar. Böylece batılın canı çıkar." Yani biz hakkı apaçık ortaya koyarız. Böylece hak batılı ye-ner ve ortadan kaldırır. Bir de bakarız ki hak yok olmuştur, dağılmıştır, erimiş gitmiştir.
Buradaki "bel (bilâkis)" edatı oyun ve eğlence edinmeyi reddetmekte ve Allah'ın zatını bundan tenzih etmektedir. Yani oyun ve eğlence bizim sıfatlarımızdan ve hikmetimizden değildir. Biz eğlence yerine ciddiyeti galip kılarız. Batılı da hakla mağlup ederiz. Sanki şöyle buyurmaktadır. Oyun ve eğlence edinmekten kendimizi tenzih ederiz. Bilakis bizim âdetimiz ciddiyeti eğlenceye galip kılmak, batılı hakla yenmektir.
Ayette batılın kaybolmasını ve yok olmasını ifade için "kazaf (fırlatılıp atılma," ve "demğ (beynin parçlanması)" ifadeleri istiare olarak kullanılmış, bu durum hakkın kuvvetli oluşuna, batılın güçsüz oluşuna hatta batılın yok oluşuna işaret edecek ve zihinlerde yer edecek tesirli maddî bir şekille tasvir edilmiştir.
Bizim durumumuz bu olunca biz nasıl hakkı açıkça ortaya koymayız ve insanları uyarmayız, zira aksi takdirde oyun ve eğlence peşinde koşmuş oluruz.
"Fakat biz bunu yapmadık." Bu cümledeki "in" edatı Fatır suresinin 23. ayetindeki "in" edatı gibi olumsuzluk manasındadır. Bir başka görüşe göre buradaki "in" edatı şart manasındadır. Yani şayet biz bunu yaparsak, ama bunu yapmış değiliz. Çünkü bizim evlâdımızın olması imkânsızdır, demektir.
Ey kâfirler! "Allah'a yakıştırdığınız şeylerden dolayı vay halinize!" Yani ey Allah'ın oğlu vardır diyenler yahut ey müşrikler! Rabbinizi O'na lâyık olmayan sıfatlarla tavsif ettiğiniz için, O'na eş, dost ve evlât edindi deyip iftirada bulunduğunuz için size helak olma, yok olma ve şiddetli azap vardır. Allah Tealâ onların söylediklerinden çok uzak ve çok yücedir!
"Göklerde ve yerde ne varsa Allah'ındır." Yani Allah göklerde ve yerde bulunan her şeyin maliki olduğuna göre nasıl Allah'ın hususî bir ortağı olabilir? Bütün yaratıklar mülk, yaratık ve kul olarak Allah'ın olduğuna göre nasıl O'na itaati görmezlikten geliyorsunuz? Halbuki herkes ve özellikle melekler O'na itaat etmekte, O'na boyun eğmektedirler. Onların âdeti gece-gündüz ibadet ve taatte bulunmaktır.
Bu sebeple Cenab-ı Hak şöyle buyurdu: "O'nun nezdinde olanlar O'na ibadet etmekte ne büyüklenirler, ne de bezginlik duyarlar." Yani O'nun ilâhî katında bulunan melekler ibadet etme hususunda kibirlenmezler, acizlik göstermez, yorulmaz ve usanmazlar.
Buradaki "indiyye" kelimesi Allah'ın nezdinde olmayı, O'nun katında olmayı ifade eden yerle ilgili değildir. Bu bir değer ve şeref katıdır. Burada meleklerin özellikle anılması ve onların durumlarının yüceltilmesi içindir.
"Onlar gece-gündüz Allah'ı teşbih ederler, hiç ara vermezler." Yani Allah'a gece-gündüz ibadette bulunur ve Onu tenzih ederler. Onlar bu amellerine gece-gündüz devam ederler. Hem niyet, hem de amel olarak itaatkârdırlar. Buna güçleri yeter. Bir an bile ibadet ve taate ara vermez, ibadetten uzak kalmazlar. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Melekler Allah'ın emrine karşı gelmezler. Verilen emirleri olduğu gibi yerine getirirler." (Tahrim, 66/6). [5]
12- Onlar azabımızın şiddetini hissedince ondan öyle kaçıyorlardı ki!
13- (Onlara:) Hiç kaçmayın. Refah içinde yaşadığınız yerlere ve evlerinize dönün. Çünkü sorguya çekileceksiniz, (denildi).
14- Onlar da: "Vay halimize! Gerçekten biz zalim kimselermişiz." dediler.
15- Biz kendilerini biçilmiş ekine döndürüp, ocaklarını söndürünceye kadar bu pişmanlıklarını tekrar edip durdular.
16- Biz göğü, yeri ve aralarındakileri oyun oynarcasına yaratmadık.
17- Eğer biz kendimize bir eğlence edinmek isteseydik, kendi nezdimiz-den bir eğlence edinirdik. Fakat biz bunu yapmadık.
18- Bilakis biz hakkı batıla çarparız da hak batılın beynini parçalar. Böylece batılın canı çıkar. (Ey kâfirler!) Allah'a yakıştırdığınız vasıflardan dolayı vay halinize!
19- Göklerde ve yerde ne varsa Allah'ındır. O'nun nezdinde olanlar O'na ibadet etmekte ne büyüklenirler, ne de bezginlik getirirler.
20- Onlar gece-gündüz Allah'ı teşbih ederler. Hiç ara vermezler.
Açıklaması
"Biz halkı zalim olan nice kasabaları toptan yok ettik." Yani biz Allah'ı inkâr ve peygamberleri yalanlamak sebebiyle nefislerine zulmeden pek çok kasaba halkım helak ettik. Onları helak ettikten sonra yerlerine başka kavimleri var ettik.
Nitekim Cenab-ı Hak başka ayetlerde de şöyle buyuruyor: "Nuh'tan sonra nice nesilleri helak ettik." (İsra, 17117) .
"Biz nice zalim kasabaları helak ettik. Onlar duvarları damları üstüne yıkılıp ıpıssız kaldılar." (Hac, 22/45)
Karye (kasaba)'dan murad Yemen'de bulunan şehirlerdir. Tefsir ve Ahbar ehli demişlerdir ki, Cenab-ı Hak bununla "Hadûr" ehlini murad etmiştir. Bunlara Şuayb b. Zî-Mehdem isimli bir peygamber gönderilmişti. Bu peygamberin kabri Yemen'de Danen denilen karlı bir dağ üzerindedir. Bu peygamber Med-yen şehrine gönderilen meşhur Şuayb (a.s.) değildir. Çünkü Hadûr kıssası Hz. İsa'dan (a.s.) önce, Hz. Süleyman'dan (a.s.) yüzlerce sene sonradır. Fakat onlar peygamberlerini öldürmüşlerdi. Hadûr şehri Hicaz diyarında Şam tarafındadır.[4]
"Onlar azabımızın şiddetini hissedince ondan öyle kaçıyorlardı ki!" Yani onlar azabın peygamberlerinin vaad ettiği gibi hiç şüphesiz vaki olacağını yakî-nen anlayınca ve azabın başlangıcı onlara erişince perişan bir vaziyette kaçmaya başladılar.
"Onlara: Hiç kaçmayın. Refah içinde yaşadığınız yerlere ve evlerinize dönün. Çünkü sorguya çekileceksiniz, denildi." Yani alaylı bir tarzda şöyle denilecektir: Azabın inmesinden kaçmayın sizi şımartan içinde bulunduğunuz nimet ve sürura, rahat hayata, güzel evlere dönün. Çünkü siz içinde bulunduğunuz hayattan sorguya çekilecek, sorguya çekene bilerek ve görerek cevap vereceksiniz. Yahut insanlar: "Bu azap niçin indi?" diye size soracaklar.
"Belki de sorguya çekileceksiniz." cümlesinde alay ve hiçe alma vardır. Onlar da cevap verdiler:
"Vay halimize! Gerçekten biz zalim kimselermişiz dediler." Yani itirafın geçerli olmadığı bir zamanda günahlarını itiraf ettiler. Dediler ki: Biz Rabbimizi inkâr etmek suretiyle kendi nefislerimize zulmettik. Bu onların azabı gerektiren küfrü açıkça itiraf etmeleridir.
"Biz kendilerini biçilmiş ekine döndürüp ocaklarını söndürünceye kadar onlar bu pişmanlıklarını tekrar edip durdular." Yani bu sözü -zulmettikleri şeklindeki itiraflarını- tekrarlamaya devam ettiler. Nihayet onları ekin biçer gibi biçtik, hareketleri durdu, sesleri sakinleşti. Sönen ateş gibi hiçbir hayat kalmadı. Sanki onların arzuları da bu idi denilmiştir. Burada dava, davet yani arzu manasındadır. Nitekim bir ayette: "Onların en son arzuları, duaları alemlerin Rabbi olan Allah'a hamdetmektir" (Yunus, 10/10) buyurulmuştur. Buna dava ismi verildi. Çünkü onlar "Yazık bize !" diyerek kendilerine beddua etmişlerdi. Kötü bir duruma uğrayan sanki bu kötü durumu istemiş olmaktadır. Sanki: " Gel ey belâ bu vakit senin vaktindir." demektedir.
"Biçilmiş ekin kıldık." ifadesi yani onları kökten helak etmeye benzeterek biz onları biçilmiş ekin gibi kıldık demektir. Bu tıpkı onları kül ettik diye söylemek gibidir. Onlar bu halleriyle biçilmiş ekine ve sönmüş ateşe benzemekteydiler.
Peygamberliğini inkâr etmeleri, Peygamber'in mucizelerini lüzumsuz ve oyun telakki etmeleri sebebiyle onlara verilen bu ceza hak ve adaletin ta kendisidir.
Bunun içindir ki Cenab-ı Hak yeri, göğü ve yerle gök arasındakileri adalet ölçüsüyle yarattığını beyan etmiştir:
"Biz göğü, yeri ve aralarındakileri oyun oynarcasına yaratmadık." Yani biz gökleri ve yeri oyun ve eğlence için değil, hak olarak, yani adalet ölçüsüyle yarattık. Biz bunları sadece dinî bir fayda için, bunların yaratıcıyı bilmeye delil olması için, diğer dünyevî faydalar için, kötü amel işleyenleri işledikleriyle cezalandırmak, güzel amel işleyenlere de güzellikle mükâfat vermek için yarattık. Biz bunları boş yere ve oyun olarak yaratmadık.
Bu ayetin bir benzeri de şu ayettir: " Biz göğü, yeri ve aralarındakileri boşu boşuna yaratmadık. Bu sadece kâfirlerin kuruntusudur. O ateş sebebiyle vay o kâfirlerin haline." (Sad, 38/27).
Daha sonra Cenab-ı Hak bunun oyun olmadığını bir defa daha vurgulayarak şöyle buyurdu:
"Eğer biz kendimize bir eğlence edinmek isteseydik kendi nezdimizden bir eğlence edinirdik. Fakat biz bunu yapmadık." Yani biz kullarımızın eş ve çocuklar edindiği gibi biz de eğlenecek bir şeyler edinmeyi isteseydik bizim nezdimiz-de bulunan melekler ve hurilerden edinirdik. Ancak biz eğlence maksadı gütmedik ve oyun oynamak istemedik. "Eğlence" anlamına gelen 'el-lehv' Yemen diliyle "hanım" demektir. "Çocuk" da buna dahildir. Çünkü o da kadın vasıtasıyla elde edilir.
Bu ayet şu ayet gibidir: " Eğer Allah çocuk edinmek isteseydi, yarattıklarından dilediğini seçerdi. O kendisine lâyık olmayan şeylerden münezzehtir. O bir olan ve her şeye hâkim olan Allah'tır." (Zümer, 39/4). Bu ayet Mesih'i veya Hz. Üzeyr'i "Allah'ın oğlu" kabul edenleri reddetmektedir.
"Bilakis biz hakkı batıla çarparız da hak batılın beynini parçalar. Böylece batılın canı çıkar." Yani biz hakkı apaçık ortaya koyarız. Böylece hak batılı ye-ner ve ortadan kaldırır. Bir de bakarız ki hak yok olmuştur, dağılmıştır, erimiş gitmiştir.
Buradaki "bel (bilâkis)" edatı oyun ve eğlence edinmeyi reddetmekte ve Allah'ın zatını bundan tenzih etmektedir. Yani oyun ve eğlence bizim sıfatlarımızdan ve hikmetimizden değildir. Biz eğlence yerine ciddiyeti galip kılarız. Batılı da hakla mağlup ederiz. Sanki şöyle buyurmaktadır. Oyun ve eğlence edinmekten kendimizi tenzih ederiz. Bilakis bizim âdetimiz ciddiyeti eğlenceye galip kılmak, batılı hakla yenmektir.
Ayette batılın kaybolmasını ve yok olmasını ifade için "kazaf (fırlatılıp atılma," ve "demğ (beynin parçlanması)" ifadeleri istiare olarak kullanılmış, bu durum hakkın kuvvetli oluşuna, batılın güçsüz oluşuna hatta batılın yok oluşuna işaret edecek ve zihinlerde yer edecek tesirli maddî bir şekille tasvir edilmiştir.
Bizim durumumuz bu olunca biz nasıl hakkı açıkça ortaya koymayız ve insanları uyarmayız, zira aksi takdirde oyun ve eğlence peşinde koşmuş oluruz.
"Fakat biz bunu yapmadık." Bu cümledeki "in" edatı Fatır suresinin 23. ayetindeki "in" edatı gibi olumsuzluk manasındadır. Bir başka görüşe göre buradaki "in" edatı şart manasındadır. Yani şayet biz bunu yaparsak, ama bunu yapmış değiliz. Çünkü bizim evlâdımızın olması imkânsızdır, demektir.
Ey kâfirler! "Allah'a yakıştırdığınız şeylerden dolayı vay halinize!" Yani ey Allah'ın oğlu vardır diyenler yahut ey müşrikler! Rabbinizi O'na lâyık olmayan sıfatlarla tavsif ettiğiniz için, O'na eş, dost ve evlât edindi deyip iftirada bulunduğunuz için size helak olma, yok olma ve şiddetli azap vardır. Allah Tealâ onların söylediklerinden çok uzak ve çok yücedir!
"Göklerde ve yerde ne varsa Allah'ındır." Yani Allah göklerde ve yerde bulunan her şeyin maliki olduğuna göre nasıl Allah'ın hususî bir ortağı olabilir? Bütün yaratıklar mülk, yaratık ve kul olarak Allah'ın olduğuna göre nasıl O'na itaati görmezlikten geliyorsunuz? Halbuki herkes ve özellikle melekler O'na itaat etmekte, O'na boyun eğmektedirler. Onların âdeti gece-gündüz ibadet ve taatte bulunmaktır.
Bu sebeple Cenab-ı Hak şöyle buyurdu: "O'nun nezdinde olanlar O'na ibadet etmekte ne büyüklenirler, ne de bezginlik duyarlar." Yani O'nun ilâhî katında bulunan melekler ibadet etme hususunda kibirlenmezler, acizlik göstermez, yorulmaz ve usanmazlar.
Buradaki "indiyye" kelimesi Allah'ın nezdinde olmayı, O'nun katında olmayı ifade eden yerle ilgili değildir. Bu bir değer ve şeref katıdır. Burada meleklerin özellikle anılması ve onların durumlarının yüceltilmesi içindir.
"Onlar gece-gündüz Allah'ı teşbih ederler, hiç ara vermezler." Yani Allah'a gece-gündüz ibadette bulunur ve Onu tenzih ederler. Onlar bu amellerine gece-gündüz devam ederler. Hem niyet, hem de amel olarak itaatkârdırlar. Buna güçleri yeter. Bir an bile ibadet ve taate ara vermez, ibadetten uzak kalmazlar. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Melekler Allah'ın emrine karşı gelmezler. Verilen emirleri olduğu gibi yerine getirirler." (Tahrim, 66/6). [5]
+/- 4-Müşriklerin Azarlanması Allah'ın Birliğinin İspat Edilmesi
21- Yoksa onlar yeryüzünden bir takım ilâhlar edindiler de ölüleri bu ilâhlar mı diriltecekler?
22- Eğer yer ve göklerde Allah'tan başka ilâhlar olsaydı yer ve göklerin düzeni tamamen bozulurdu. Arşın rabbi (olan Allah) onların yakıştırdıkları sıfatlardan münezzehtir (çok yücedir).
23- Allah yaptıklarından sorumlu değildi dir. Onlar ise sorumlu tutulacaklardır.
24- Yoksa onlar Allah'tan başka bir takim ilâhlar mı edindiler? De ki: "Getirin bakalım delilinizi. İşte benimle beraber olanların (ümmetimin) kitabı Kur'an. İşte benden öncekilerin kitaplan!" Fakat onların çoğu hakkı bilmezler. Bu yüzden (haktan) yüz çevirirler.
25- Biz senden önce hiç bir peygamber göndermedik ki Ona "Benden başka hiçbir ilâh yoktur. O halde ancak bana ibadet edin (beni bir olarak tanıyın)." diye vahyetmiş olmayalım.
26- Müşrikler: "Rahman çocuk edindi." , dediler. Halbuki Allah bundan münezzehtir. Melekler (Allah'ın çocukları değil) bilakis ikrama lâyık olan kullardır.
27- Onlar Allah'tan önce söz söyleyemezler. Onlar sadece Allah'ın emriyle hareket ederler.
28- Allah onların geçmişini de geleceğini de bilir. Melekler ancak Allah'ın razı olduğu kimselere şefaat edebilirler. Onlar Allah korkusuyla titrerler.
29- Onlardan kim; "(Allah değil) ben ilâhım." derse işte onu biz cehennemle cezalandırırız. İşte biz zalimleri böyle cezalandırırız.
Açıklaması
'Yoksa onlar yeryüzünden birtakım ilâhlar edindiler de ölüleri bu ilâhlar mı diriltecekler?" Yani bilakis müşrikler Allah'ı bırakıp kabirlerinden ölüleri diriltecek ilâhlar mı edindiler? Yani bundan hiçbir şeye muktedir olamazlar. Nasıl onları Allah'a eş kabul edip Allah ile birlikte onlara tapınırlar?
Zemahşerî diyor ki: Buradaki "em" edatı istifhamla birlikte "bel" manasına olan "em" den ayrıdır. Hemze daha öncesini reddedip sonrasını -yani ölüleri diriltecek ilâhlar edinmelerini- inkâr etmeyi ifade etmektedir.
Ayetten murad ölülerin kabirlerinden diriltilmesi gibi ilâhlık özelliklerini hatırlatmaktır. Çünkü müşrikler bunu açıkça ifade etmeseler bile bunlar putlar için ilâhlık iddia etmekle onlara bu sıfatı nispet etmektedirler. İlâhları yeryüzünden olmakla tavsif etmekte bunların yeryüzünde tapınılan putlardan olduğuna işaret vardır. Bu onlarla alay edip onları azarlamak ve bilgisizliklerini ortaya koymaktır.
Bundan sonra Cenab-ı Hak tevhidi ispat etmiş, Allah'tan başka ilah olmasını reddetmiştir. Allah'tan başka ilâhlar olsaydı yer ve gökler tahrip olur, düzenleri bozulurdu. Çünkü bu iki ilâh ihtilâf ederlerse düzensizlik, bozukluk ve fesat meydana gelir. Eğer kâinatta tasarruf etmek hususunda ittifak ederlerse o takdirde birden fazla olmasına gerek kalmaz. Çünkü bu durum bir yaratığı yaratmaya kadir olan iki ilâhın yaratma, emretme ve takdir etme fiillerinin varlığına sebep olur. Bu da imkansızdır. Zira istek bir ilâha değil iki ilâha ait olup takdir tek olmaktadır. Bu da doğru değildir. Çünkü bu iki ilâhtan her-birinin bağımsız tesir etme iradesi vardır. İki yaratıcıdan bir yaratık meydana gelmesi düşünülemez.
Bundan dolayı bu ulvi ve süfli âlemde bulunan bütün yaratıklar Allah Te-ala'nın birliğinin delili olmaktadır. Bunun için Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
"Arşın Rabbi olan Allah müşriklerin yakıştırdıkları sıfatlardan münezzehtir. " Yani Allah Tealâ iftira edip de Allah'ın evlâdı ve ortağı var diyenlerden münezzehtir. Onların iftira ettiklerinden çok yücedir. O bütün bu kâinatı kuşatan Arşın rabbidir.
Bu ayetin bir benzeri şudur: " Allah evlât edinmemiştir. O'nunla birlikte bir başka ilâh da yoktur. Eğer öyle olsaydı her ilâh kendi yarattığına hükmedip onu istediği yöne götürürdü. Ayrıca onların bir kısmı diğerini üstün gelmeye çalışırdı. Allah müşriklerin yakıştırdıkları sıfatlardan münezzehtir." (Mü'minûn, 2391).
Bu tenzihi te'kit etmek üzere Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
'Allah yaptıklarından sorumlu değildir. Onlar ise sorumlu tutulacaklarda:" Yani Allah Tealâ fiillerinden mes'ul değildir. O hükmünü değiştirici olmayan yegâne hüküm sahibidir. Azameti, yüceliği ve büyüklüğü, ilmi ve hikmeti, adaleti ve lütufkârlığı sebebiyle hiçbir kimse O'na itiraz edemez. O'nun mahlû-kata ise yaptıklarından ve yapacaklarından, bütün davranışlarından sorumlu tutulacaklardır. Bu ayet şu ayetler gibidir: " Rabbine yemin olsun ki biz onların hepsini yaptıklarından sorguya çekeceğiz." (Hicr, 15/92-93); " O dilediğini korur, fakat kendisinden hiçbirşey korunmaz." (Müminun, 23/88).
Cenab-ı Hak bundan sonra müşriklerin durumlarının fecaatini bildirmek, küfürlerinin büyüklüğünü göstermek için müşriklerin bu durumlarını ikinci defa reddetmek üzere şöyle buyurdu:
"Yoksa onlar Allah'tan başka ilâhlar mı edindiler? De ki: Getirin bakalım delilinizi." Yani bütün bu delillerden sonra onların Allah'tan başka ilâhlar edinmeleri, Allah'ın ortağı olduğu şeklinde Allah'a yakıştırmada bulunmaları doğru olur mu? Siz eğer Allah'ın şeriki vardır diye Allah'a yakıştırmada bulunuyorsanız, bu iddianıza ya akıl yahut da vahiy yoluyla delil getirin. Zira siz Tevrat, İncil gibi sizden öncekilerin kitaplarından herhangi bir kitapta Allah'ın tevhidinin ispatı ve Onun her türlü ortaktan münezzeh olduğu inancından başka bir şey bulamazsınız. Nitekim daha önce de geçtiği gibi akıl da iki ilâhın varlığını reddetmektedir.
Gelen ayette de naklî delile işaret etti ve şöyle buyurdu:
"İşte benimle beraber olan ümmetimin kitabı Kur'an. İşte benden öncekilerin kitapları!" Allah'ın tevhidi ve O'nun ortağı bulunmadığı manasıyla gelen bu vahiy bütün peygamberlere geldiği gibi bana da geldi. Bu benimle beraber olanlara yani ümmetime öğüt ve ibrettir. Diğer kitaplar da benden öncekilere yani geçmiş peygamberlerin ümmetlerine bir öğüttür. Bu şekilde Kur'an ve bütün geçmiş semavî kitaplar tevhidi emretmek ve şirkten nehyetmek hususunda ittifak etmişlerdir. Bu müşriklerin iddialarının zıddını ihtiva eden ve onları ilzam eden bir ifadedir.
"Fakat onların çoğu hakkı bilmezler." Yani o müşriklerin çoğu hakkı bilmez, ondan yüz çevirirler. Hakla batılı birbirinden ayıramazlar. Onlara delil ve burhanlar fayda vermez.
"Bu yüzden haktan yüz çevirirler." Yani onlar bilgisizlikleri sebebiyle hakkı kabul etmekten ve hakka ulaştıran incelemeden yüz çevirirler. Bu cahilliğin yahut bilgisizliğin şerrin temeli ve tamamen fesatçılık olduğuna delildir. Bilgisizlik dolayısıyla da hakkı dinlemekten ve hakkı aramaktan uzaklaşma meydana gelir.
Semavî kitapların ve haberlerin tevhidi ispat, şirki reddetmek şeklindeki muhtevasını bir kez daha vurgulamak için Cenab-ı Hak şöyle buyurdu:
"Biz senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki..." Yani biz Hz. Adem'den (a.s.) bu yana hiçbir rasul göndermedik ki Ona: "Allah'tan başka hiçbir mabud yoktur. İhlâslı bir şekilde Ona ibadet ve kullukta bulunun. Sadece O'nu ilâh olarak kabul edin." diye vahyetmiş olmayalım. Bütün peygamberlerin ri-saletleri tevhid üzerine kurulmuştur. Allah'ın gönderdiği her peygamber tek olan, ortağı bulunmayan Allah'a ibadet etmeye davet etmektedir.
Bu ayetin benzeri şu ayetler bulunmaktadır:
"Senden önce gönderdiğimiz rasullerimize sor. Biz rahman olan Allah 'tan başka ibadet edilecek ilâhlar yapmış mıyız?" (Zuhruf, 43/45).
"Şüphesiz her ümmete yalnız Allah'a ibadet edin, tağuttan kaçının, diyen bir peygamber gönderdik." (Nahl, 16/36).
Kısaca: Müşriklerin iddialarına hiçbir delil yoktur. Onların hiçbir bürhanları yoktur. Hüccetleri boşa çıkmıştır. Zira insan fıtratı, Allah'ın birliğine şehadet eder. Bozulmamış akıl (akl-ı selim) da buna şahit olur. Bütün peygamberlerin risaleti şirki reddetmek ve tevhidi (Allah'ın birliğini) ikrar etmek hususunda birleşmektedirler.
Cenab-ı Hak kendisini ortağı bulunmaktan tenzih ettikten sonra kendisinin evlat.edinmiş olduğu suçlamasını da reddetmekte ve şöyle buyurmaktadır:
""Müşrikler 'Rahman çocuk edindi' dediler." Yani Huzaa, Cüheyne ve Selemeoğulları kabilelerinin bazı kolları Melekler Allah'ın kızlarıdır, demişlerdi. Allah da bunlara şu cevabı verdi:
"AlIah bundan münezzehtir." Yani Allah evlât sahibi olmaktan çok yücedir. Çünkü evlât bir hususta babasına benzerse de pek çok şeyde ondan ayrılır. Eğer Allah'ın evlâdı olsaydı bu evlât bazı yönlerden O'na benzeyecek, pek çok yönlerden O'ndan ayrılacaktır. Böylece Allah'ın zatında birkaç kişi birleşecektir. Allah ise sonradan meydana gelen varlıklara benzemekten münezzehtir. Yaratıcı ile yaratılan arasında hiçbir uyum yoktur.
Cenab-ı Hak kendi zatını evlât sahibi olmaktan tenzih edince şu ayetle meleklerden haber verdi:
"Melekler bilakis ikrama lâyık olan kullardır." Yani melekler Allah'ın kızları değil, bilakis Allah'ın yarattığı, Allah'a yakın olan kullarıdır. Kulluk evlât olmaya aykırıdır. Ancak melekler diğer kullardan üstündürler.
Meleklerin bazı hususiyetleri de şunlardır:
1- "Melekler Allah'tan önce söz söyleyemezler. Onlar sadece Allah'ın emriyle hareket ederler." Yani onlar sadece Rablerinin kendilerine emrettiği şeyleri konuşurlar. O'nun emrettiği hususlarda Ona karşı gelmezler. Bilakis derhal bu emri yerine getirmeye koşarlar. Allah Tealâ her şeyi bilir ve ilmiyle onları kuşatır. Hiç bir şey O'na gizli kalmaz. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
2- "Allah onların önlerinde olanı da, arkalarında olanı da bilir." Yani onların geçmişte yaptıkları amellerini de, gelecekte yapacaklarını da bilir. Yani meleklerin sözleri Allah'ın kavline bağlıdır. Amelleri de O'nun emrine bağlıdır. Onlar emrolunmadıkları müddetçe hiç bir amel işlemezler. Yaptıkları ve yapmadıkları her şey Allah'ın ilmi dahilindedir. Allah amelleriyle melekleri rnükâfatlandıracaktır. Melekler de her halleriyle Cenab-ı Hakk'ı murakabe eder, O’nun emrine aykırı davranmaktan kendilerini korurlar.
3- "Melekler ancak Allah'ın razı olduğu kimselere şefaat edebilirler." Yani onlar Allah'ın razı olduğu ve şefaate lâyık kıldığı kimselerden başkasına şefaat etmeye cesaret edemezler. Bundan dolayı Allah Teala'nm rızası olmaksızın onların şefaat edeceklerine dair ümit beslemeyin.
4- "Melekler Allah korkusuyla titrerler." Yani onlar bütün bu üstün vasıflarına rağmen Allah korkusu ile titrerler, korkarlar, Rablerini murakabe ederler.
Cenab-ı Hak meleklere yaptığı ikramını ve meleklerin kendi nezdindeki yakınlığını tavsif ettikten sonra, onları bu yüce davranışlarıyla tavsif etti. Onlardan şirk koşacak olanları şiddetli bir vaid ile tehdit etti, cehennem azabı ile uyardı. Şöyle buyurdu:
"Onlardan kim 'Allah değil ilâh benim' derse işte onu biz Cehennemle cezalandırırız. " Yani onlardan kim -faraza- kendisinin Allah'tan başka -yani Allah'la birlikte bir ilâh olduğunu söylerse, tanrılık iddiasında bulunan ve insanları kendisine kulluk etmeye davet eden İblis gibi; işte bu iddiasına karşılık onun cezası cehennemdir. Ancak meleklerden hiçbiri, ben (Allah'tan başka) ilâhım dememiştir.
"İşte biz zalimleri böyle cezalandırırız." Yani bu şekildeki bir ceza ile nefsine zulmedenleri cezalandırırız. Bunlar da müşriklerdir.
İbni Kesir diyor ki: Bu şarttır. Şartın meydana gelmesi gerekmez. Bu ayet aynen şu ayetler gibidir: "De ki: Eğer Rahman olan Allah'ın bir oğlu olsaydı ona (sizden önce) ilk ibadet eden ben olurdum." (Zuhruf, 43/81); "Yemin olsun ki, sen eğer Allah 'a ortak koşarsan hiç şüphesiz amelin boşa gider ve mutlaka hüsrana uğrayanlardan olursun." (Zümer, 39/65). [6]
22- Eğer yer ve göklerde Allah'tan başka ilâhlar olsaydı yer ve göklerin düzeni tamamen bozulurdu. Arşın rabbi (olan Allah) onların yakıştırdıkları sıfatlardan münezzehtir (çok yücedir).
23- Allah yaptıklarından sorumlu değildi dir. Onlar ise sorumlu tutulacaklardır.
24- Yoksa onlar Allah'tan başka bir takim ilâhlar mı edindiler? De ki: "Getirin bakalım delilinizi. İşte benimle beraber olanların (ümmetimin) kitabı Kur'an. İşte benden öncekilerin kitaplan!" Fakat onların çoğu hakkı bilmezler. Bu yüzden (haktan) yüz çevirirler.
25- Biz senden önce hiç bir peygamber göndermedik ki Ona "Benden başka hiçbir ilâh yoktur. O halde ancak bana ibadet edin (beni bir olarak tanıyın)." diye vahyetmiş olmayalım.
26- Müşrikler: "Rahman çocuk edindi." , dediler. Halbuki Allah bundan münezzehtir. Melekler (Allah'ın çocukları değil) bilakis ikrama lâyık olan kullardır.
27- Onlar Allah'tan önce söz söyleyemezler. Onlar sadece Allah'ın emriyle hareket ederler.
28- Allah onların geçmişini de geleceğini de bilir. Melekler ancak Allah'ın razı olduğu kimselere şefaat edebilirler. Onlar Allah korkusuyla titrerler.
29- Onlardan kim; "(Allah değil) ben ilâhım." derse işte onu biz cehennemle cezalandırırız. İşte biz zalimleri böyle cezalandırırız.
Açıklaması
'Yoksa onlar yeryüzünden birtakım ilâhlar edindiler de ölüleri bu ilâhlar mı diriltecekler?" Yani bilakis müşrikler Allah'ı bırakıp kabirlerinden ölüleri diriltecek ilâhlar mı edindiler? Yani bundan hiçbir şeye muktedir olamazlar. Nasıl onları Allah'a eş kabul edip Allah ile birlikte onlara tapınırlar?
Zemahşerî diyor ki: Buradaki "em" edatı istifhamla birlikte "bel" manasına olan "em" den ayrıdır. Hemze daha öncesini reddedip sonrasını -yani ölüleri diriltecek ilâhlar edinmelerini- inkâr etmeyi ifade etmektedir.
Ayetten murad ölülerin kabirlerinden diriltilmesi gibi ilâhlık özelliklerini hatırlatmaktır. Çünkü müşrikler bunu açıkça ifade etmeseler bile bunlar putlar için ilâhlık iddia etmekle onlara bu sıfatı nispet etmektedirler. İlâhları yeryüzünden olmakla tavsif etmekte bunların yeryüzünde tapınılan putlardan olduğuna işaret vardır. Bu onlarla alay edip onları azarlamak ve bilgisizliklerini ortaya koymaktır.
Bundan sonra Cenab-ı Hak tevhidi ispat etmiş, Allah'tan başka ilah olmasını reddetmiştir. Allah'tan başka ilâhlar olsaydı yer ve gökler tahrip olur, düzenleri bozulurdu. Çünkü bu iki ilâh ihtilâf ederlerse düzensizlik, bozukluk ve fesat meydana gelir. Eğer kâinatta tasarruf etmek hususunda ittifak ederlerse o takdirde birden fazla olmasına gerek kalmaz. Çünkü bu durum bir yaratığı yaratmaya kadir olan iki ilâhın yaratma, emretme ve takdir etme fiillerinin varlığına sebep olur. Bu da imkansızdır. Zira istek bir ilâha değil iki ilâha ait olup takdir tek olmaktadır. Bu da doğru değildir. Çünkü bu iki ilâhtan her-birinin bağımsız tesir etme iradesi vardır. İki yaratıcıdan bir yaratık meydana gelmesi düşünülemez.
Bundan dolayı bu ulvi ve süfli âlemde bulunan bütün yaratıklar Allah Te-ala'nın birliğinin delili olmaktadır. Bunun için Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
"Arşın Rabbi olan Allah müşriklerin yakıştırdıkları sıfatlardan münezzehtir. " Yani Allah Tealâ iftira edip de Allah'ın evlâdı ve ortağı var diyenlerden münezzehtir. Onların iftira ettiklerinden çok yücedir. O bütün bu kâinatı kuşatan Arşın rabbidir.
Bu ayetin bir benzeri şudur: " Allah evlât edinmemiştir. O'nunla birlikte bir başka ilâh da yoktur. Eğer öyle olsaydı her ilâh kendi yarattığına hükmedip onu istediği yöne götürürdü. Ayrıca onların bir kısmı diğerini üstün gelmeye çalışırdı. Allah müşriklerin yakıştırdıkları sıfatlardan münezzehtir." (Mü'minûn, 2391).
Bu tenzihi te'kit etmek üzere Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
'Allah yaptıklarından sorumlu değildir. Onlar ise sorumlu tutulacaklarda:" Yani Allah Tealâ fiillerinden mes'ul değildir. O hükmünü değiştirici olmayan yegâne hüküm sahibidir. Azameti, yüceliği ve büyüklüğü, ilmi ve hikmeti, adaleti ve lütufkârlığı sebebiyle hiçbir kimse O'na itiraz edemez. O'nun mahlû-kata ise yaptıklarından ve yapacaklarından, bütün davranışlarından sorumlu tutulacaklardır. Bu ayet şu ayetler gibidir: " Rabbine yemin olsun ki biz onların hepsini yaptıklarından sorguya çekeceğiz." (Hicr, 15/92-93); " O dilediğini korur, fakat kendisinden hiçbirşey korunmaz." (Müminun, 23/88).
Cenab-ı Hak bundan sonra müşriklerin durumlarının fecaatini bildirmek, küfürlerinin büyüklüğünü göstermek için müşriklerin bu durumlarını ikinci defa reddetmek üzere şöyle buyurdu:
"Yoksa onlar Allah'tan başka ilâhlar mı edindiler? De ki: Getirin bakalım delilinizi." Yani bütün bu delillerden sonra onların Allah'tan başka ilâhlar edinmeleri, Allah'ın ortağı olduğu şeklinde Allah'a yakıştırmada bulunmaları doğru olur mu? Siz eğer Allah'ın şeriki vardır diye Allah'a yakıştırmada bulunuyorsanız, bu iddianıza ya akıl yahut da vahiy yoluyla delil getirin. Zira siz Tevrat, İncil gibi sizden öncekilerin kitaplarından herhangi bir kitapta Allah'ın tevhidinin ispatı ve Onun her türlü ortaktan münezzeh olduğu inancından başka bir şey bulamazsınız. Nitekim daha önce de geçtiği gibi akıl da iki ilâhın varlığını reddetmektedir.
Gelen ayette de naklî delile işaret etti ve şöyle buyurdu:
"İşte benimle beraber olan ümmetimin kitabı Kur'an. İşte benden öncekilerin kitapları!" Allah'ın tevhidi ve O'nun ortağı bulunmadığı manasıyla gelen bu vahiy bütün peygamberlere geldiği gibi bana da geldi. Bu benimle beraber olanlara yani ümmetime öğüt ve ibrettir. Diğer kitaplar da benden öncekilere yani geçmiş peygamberlerin ümmetlerine bir öğüttür. Bu şekilde Kur'an ve bütün geçmiş semavî kitaplar tevhidi emretmek ve şirkten nehyetmek hususunda ittifak etmişlerdir. Bu müşriklerin iddialarının zıddını ihtiva eden ve onları ilzam eden bir ifadedir.
"Fakat onların çoğu hakkı bilmezler." Yani o müşriklerin çoğu hakkı bilmez, ondan yüz çevirirler. Hakla batılı birbirinden ayıramazlar. Onlara delil ve burhanlar fayda vermez.
"Bu yüzden haktan yüz çevirirler." Yani onlar bilgisizlikleri sebebiyle hakkı kabul etmekten ve hakka ulaştıran incelemeden yüz çevirirler. Bu cahilliğin yahut bilgisizliğin şerrin temeli ve tamamen fesatçılık olduğuna delildir. Bilgisizlik dolayısıyla da hakkı dinlemekten ve hakkı aramaktan uzaklaşma meydana gelir.
Semavî kitapların ve haberlerin tevhidi ispat, şirki reddetmek şeklindeki muhtevasını bir kez daha vurgulamak için Cenab-ı Hak şöyle buyurdu:
"Biz senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki..." Yani biz Hz. Adem'den (a.s.) bu yana hiçbir rasul göndermedik ki Ona: "Allah'tan başka hiçbir mabud yoktur. İhlâslı bir şekilde Ona ibadet ve kullukta bulunun. Sadece O'nu ilâh olarak kabul edin." diye vahyetmiş olmayalım. Bütün peygamberlerin ri-saletleri tevhid üzerine kurulmuştur. Allah'ın gönderdiği her peygamber tek olan, ortağı bulunmayan Allah'a ibadet etmeye davet etmektedir.
Bu ayetin benzeri şu ayetler bulunmaktadır:
"Senden önce gönderdiğimiz rasullerimize sor. Biz rahman olan Allah 'tan başka ibadet edilecek ilâhlar yapmış mıyız?" (Zuhruf, 43/45).
"Şüphesiz her ümmete yalnız Allah'a ibadet edin, tağuttan kaçının, diyen bir peygamber gönderdik." (Nahl, 16/36).
Kısaca: Müşriklerin iddialarına hiçbir delil yoktur. Onların hiçbir bürhanları yoktur. Hüccetleri boşa çıkmıştır. Zira insan fıtratı, Allah'ın birliğine şehadet eder. Bozulmamış akıl (akl-ı selim) da buna şahit olur. Bütün peygamberlerin risaleti şirki reddetmek ve tevhidi (Allah'ın birliğini) ikrar etmek hususunda birleşmektedirler.
Cenab-ı Hak kendisini ortağı bulunmaktan tenzih ettikten sonra kendisinin evlat.edinmiş olduğu suçlamasını da reddetmekte ve şöyle buyurmaktadır:
""Müşrikler 'Rahman çocuk edindi' dediler." Yani Huzaa, Cüheyne ve Selemeoğulları kabilelerinin bazı kolları Melekler Allah'ın kızlarıdır, demişlerdi. Allah da bunlara şu cevabı verdi:
"AlIah bundan münezzehtir." Yani Allah evlât sahibi olmaktan çok yücedir. Çünkü evlât bir hususta babasına benzerse de pek çok şeyde ondan ayrılır. Eğer Allah'ın evlâdı olsaydı bu evlât bazı yönlerden O'na benzeyecek, pek çok yönlerden O'ndan ayrılacaktır. Böylece Allah'ın zatında birkaç kişi birleşecektir. Allah ise sonradan meydana gelen varlıklara benzemekten münezzehtir. Yaratıcı ile yaratılan arasında hiçbir uyum yoktur.
Cenab-ı Hak kendi zatını evlât sahibi olmaktan tenzih edince şu ayetle meleklerden haber verdi:
"Melekler bilakis ikrama lâyık olan kullardır." Yani melekler Allah'ın kızları değil, bilakis Allah'ın yarattığı, Allah'a yakın olan kullarıdır. Kulluk evlât olmaya aykırıdır. Ancak melekler diğer kullardan üstündürler.
Meleklerin bazı hususiyetleri de şunlardır:
1- "Melekler Allah'tan önce söz söyleyemezler. Onlar sadece Allah'ın emriyle hareket ederler." Yani onlar sadece Rablerinin kendilerine emrettiği şeyleri konuşurlar. O'nun emrettiği hususlarda Ona karşı gelmezler. Bilakis derhal bu emri yerine getirmeye koşarlar. Allah Tealâ her şeyi bilir ve ilmiyle onları kuşatır. Hiç bir şey O'na gizli kalmaz. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
2- "Allah onların önlerinde olanı da, arkalarında olanı da bilir." Yani onların geçmişte yaptıkları amellerini de, gelecekte yapacaklarını da bilir. Yani meleklerin sözleri Allah'ın kavline bağlıdır. Amelleri de O'nun emrine bağlıdır. Onlar emrolunmadıkları müddetçe hiç bir amel işlemezler. Yaptıkları ve yapmadıkları her şey Allah'ın ilmi dahilindedir. Allah amelleriyle melekleri rnükâfatlandıracaktır. Melekler de her halleriyle Cenab-ı Hakk'ı murakabe eder, O’nun emrine aykırı davranmaktan kendilerini korurlar.
3- "Melekler ancak Allah'ın razı olduğu kimselere şefaat edebilirler." Yani onlar Allah'ın razı olduğu ve şefaate lâyık kıldığı kimselerden başkasına şefaat etmeye cesaret edemezler. Bundan dolayı Allah Teala'nm rızası olmaksızın onların şefaat edeceklerine dair ümit beslemeyin.
4- "Melekler Allah korkusuyla titrerler." Yani onlar bütün bu üstün vasıflarına rağmen Allah korkusu ile titrerler, korkarlar, Rablerini murakabe ederler.
Cenab-ı Hak meleklere yaptığı ikramını ve meleklerin kendi nezdindeki yakınlığını tavsif ettikten sonra, onları bu yüce davranışlarıyla tavsif etti. Onlardan şirk koşacak olanları şiddetli bir vaid ile tehdit etti, cehennem azabı ile uyardı. Şöyle buyurdu:
"Onlardan kim 'Allah değil ilâh benim' derse işte onu biz Cehennemle cezalandırırız. " Yani onlardan kim -faraza- kendisinin Allah'tan başka -yani Allah'la birlikte bir ilâh olduğunu söylerse, tanrılık iddiasında bulunan ve insanları kendisine kulluk etmeye davet eden İblis gibi; işte bu iddiasına karşılık onun cezası cehennemdir. Ancak meleklerden hiçbiri, ben (Allah'tan başka) ilâhım dememiştir.
"İşte biz zalimleri böyle cezalandırırız." Yani bu şekildeki bir ceza ile nefsine zulmedenleri cezalandırırız. Bunlar da müşriklerdir.
İbni Kesir diyor ki: Bu şarttır. Şartın meydana gelmesi gerekmez. Bu ayet aynen şu ayetler gibidir: "De ki: Eğer Rahman olan Allah'ın bir oğlu olsaydı ona (sizden önce) ilk ibadet eden ben olurdum." (Zuhruf, 43/81); "Yemin olsun ki, sen eğer Allah 'a ortak koşarsan hiç şüphesiz amelin boşa gider ve mutlaka hüsrana uğrayanlardan olursun." (Zümer, 39/65). [6]
+/- 5-Bir Olan İlahın Varlığına Delalet Eden Kâinattaki Ayetleri Düşünmemelerine Karşı Müşriklere Diğer Bir İhtar
30- Kâfirler gökler ve yer birbirine bitişik iken onları ayırdığımızı ve her canlıyı sudan yarattığımızı görmüyorlar mı? Hâlâ iman etmiyorlar mı?
31- Yeryüzü üstündekileri e çalkalanmasın diye biz yeryüzünde sabit dağlar yarattık. Dağlar arasında yol bulsunlar diye geniş boşluklar var ettik.
32- Biz gökyüzünü korunmuş bir tavan kıldık. Onlar ise gökyüzündeki delillerden yüz çevirirler.
33- Gece ile gündüzü, Güneş ile Ay'ı yaratan O'dur. Her biri bir yörüngede yüzmektedirler.
Açıklaması
Yüce Allah bu ayetlerde (Enbiya, 30-33) ezici güce sahip olan, eşyayı yaratma ve bütün varlıkları yok etme hususunda tam bir kudret ve mükemmel hâkimiyet sahibi olan tek bir ilâhın varlığına delâlet eden altı delil getirdi. Bu deliller şunlardır:
1- Göklerin yeryüzünden ayrılması:
"Kâfirler gökler ve yeryüzü birbirine bitişik iken onları ayırdığımızı... görmüyorlar mı?" Yani Allah'ın ilâh olduğunu inkâr edenler Allah ile birlikte O'ndan başkasına tapanlar Allah'ın yaratıcılık hususunda tamamen bağımsız, idare hususunda yegâne güç olduğunu bilselerdi, O'nunla birlikte başkalarına tapınmayı veya O'na başka bir şeyi şirk koşmayı nasıl lâyık görürlerdi? Onlar gökler ve yeryüzünün önce parçaları birbirine geçmiş, birbiri üzerine sarılmış, birbirine tamamen bitişik iken sonra bunları birbirinden ayırdığımızı dünya seması ile yeryüzü arasında hava tabakası koyduğumuzu bilmiyorlar mı?
İşte güneş, yıldızlar ve yeryüzünün önceleri tek bir parça olduğunu, güneşin önce bir ateş küresi olduğunu ve çok süratli seyri esnasında dünyamız ve diğer gezegenlerin ondan ayrıldığını ispat eden Astronomi bilginleri arasında Sedim Teorisi adıyla bilinen teori de budur.
Bu dokuz gezegen güneşe olan yakınlıklarıyla şöyle sıralanmaktadırlar.
Utarid (Merkür), Zühre (Venüs), Arz (Dünya), Merih (Mars), Müşteri, Zühal (Jüpiter), Uranüs, Neptün, Plüton.
Herbir gezegenin yer çekimi etkisine göre bir yörüngesi vardır. Her gezegen yörüngesinde harekete devam eder. Bu dokuz yörünge meleklerin yaşadıkları yedi kat semadan aşağıdadır. Felek, gökyüzünün sabit kalmasıyla birlikte yıldızların döndüğü yörüngededir. Yahut yörünge bu yıldızların mecrası ve seyir süratidir.
Kur'an-ı Kerim'in ilân ettiği bu ilmî gerçek onun Allah kelâmı olduğuna ve bunun ilâhî vahiy olmasa bu gibi şeyleri bilmesi imkânsız olan ümmî Peygamber Hz. Muhammed'e (s. a.) indirilen vahyi olduğuna gayet açık ve kesin bir delildir.
2- Suyun, hayatın esası kılınması:
"Biz her bir canlıyı sudan var ettik." Yani kendisinde hayat olan her canlıyı sudan yarattık. Meselâ bir başka ayette: "Allah hareket eden her canlıyı sudan yarattı." (Nur, 24/45) buyurulmaktadır. Dolayısıyla her canlı aslı su olan nutfeden meydana gelmektedir. Bitki de ancak su ile yeşermektedir.
Bu görüş bazı âlimlerin: "Her canlı önce denizde yaratıldı. Sonra bazı canlılar karaya geçip uzun bir zaman geçmesiyle kara tabiatına intibak ettiler." şeklindeki görüşlerine de uygundur.
"Onlar hâlâ iman etmiyorlar mı?" Bu delilleri düşünmüyorlar mı? Onlar mahlûkatın yavaş yavaş meydana geldiğini apaçık gördükleri halde şirk yolunu terk edip yaratıcıya iman etmiyorlar mı?
Bir ayet vardır her şeyde,
Onun bir olduğuna delâlet etmekte.
3- Dağların yeryüzünde sabit olması:
"Yeryüzü üstündekilerle çalkalanmasın diye biz yeryüzünde sabit dağlar var ettik." Yani biz yeryüzü insanları sarsmasın ve sarsıntı olmasın, üzerinde istikrarı kaybetmesinler diye yeryüzünü iyice sabit kılmak için dağlar yarattık.
Yeryüzü hem kendi etrafında hem de Güneşin etrafında dönmektedir. Bilim adamları yeryüzünün önce alevli bir ateş olup sonra kabuğunun soğuduğunu ve sert bir cisim olduğunu ispat etmişlerdir. Bu iş 300 milyon sene veya bazı çağdaş bilim adamlarına göre ise 5 milyar sene sürmüştür. Volkanların çıkarttığı ateş lavlarının varlığı bu görüşleri te'kit etmektedir. Dağların yeryüzüne oranı % 1.5 mm'dir.
Bu ayet, Kur'an-ı Kerim'in beşer tarafından değil, Allah tarafından gelen bir vahiy olduğunun üçüncü delilidir.
4- Dağlar arasında yollar ve geçitler olması:
"Dağlar arasında yol bulsunlar diye geniş boşluklar var ettik." Yani yeryüzünde insanların bir yerden diğerine yahut bir bölgeden diğer bölgeye kolaylıkla geçebilmeleri ve değişik ülkelerde geçim vasıtalarına ve amaçlarına yol bulabilmeleri için -bir görüşe göre, Allah Tealâ'nın birliğine istidlal ile yol bulabilmeleri için- dağlar arasında geniş yollar, geçitler yarattık.
"el-Feccü"geniş yol, "es-sebîl" ise yürüyen yol demektir. "Ficâc" kelimesi "sübül" kelimesinin sıfatı olduğu halde ondan önce zikredilmiş, geriye bırakılmamıştır. Nitekim bir başka ayette "Orada geniş yollara girmeniz için" (Nuh, 71/20) buyurulmaktadır. Bu durumda hal olarak mansubdur. Mana yönünden her ikisinin arasındaki fark şudur:
"Sübülen ficâcâ" ifadesi dağlar arasında geniş yollar var ettiğini bildirmektedir.
"Ficâcen sübülâ" ise yarattığı zaman bu vasıfla yarattığını bildirmektedir. Bu husus önceki ifadede müphem bırakılmıştır.
"Yol bulsunlar diye..." ifadesinde "belki" manası yoktur. Zira Allah Tealâ için şek ve şüphe caiz değildir.
"Fîhâ" kelimesindeki zamir dağlara racidir. Yani biz sabit olan dağlarda geniş yollar yarattık demektir. Bir başka görüşe göre arza racidir. Yani biz yeryüzünde geniş yollar yarattık demektir.
5- Gökyüzünün yeryüzünün tavanı kılınması:
"Biz gökyüzünü korunmuş bir tavan kıldık." Yani semâyı yeryüzüne bir tavan gibi, bir kubbe gibi kıldık. Bu tavan da düşmekten, sarsıntıdan ve meleklerden haber hırsızlığı yapan şeytanlardan korunmuştur. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:
"O'nun izni olmadan yere düşmesin diye göğü tuttuğunu görmez misin?" (Hac, 22/65). "Gökyüzünün ve yerin O'nun emriyle ayakta durması O'nun (kudretinin) alâmetlerindendir" (Rum, 30/25). "Şüphesiz ki Allah yerlerinden ayrılıp gitmemeleri için gökleri ve yeri mutlaka tutar." (Fatır, 35/41). Yani ya melekler vasıtasıyla yahut yıldızlarla gökyüzünü şeytanlardan korur.
"Onlar ise gökyüzündeki delillerden yüz çevirirler." Yani müşrikler ve diğerleri Allah'ın birliğine ve muazzam kudretine delâlet eden, göklerde yarattığı Güneş, Ay, ve diğer sabit ve gezegen yıldızları ve bu sebeple gece ve gündüzün birbiri ardınca gelmesi, sıcaklık ve soğukluk gibi menfaatlerin ortaya çıkması, sağlam bir hesap sistemine ve eşsiz hikmete delâlet eden acaip tertibe irşad edilmesi gibi ibret ve delilleri tefekkür etmezler: "Göklerde ve yerde nice deliller mardır ki insanlar bunların yanından geçerler de bu delillerden yüz çevirirler, ibret almazlar." (Yusuf, 12/105).
6- Gece ile gündüzün, Güneş ile Ay'ın yaratılması:
"Gece ile gündüz, Güneş ile Ay'ı yaratan O'dur. Her biri bir yörüngede yüzmektedir. " Yani Allah kendinden bir nimet olarak dünyanın kendi etrafında dönmesi vasıtasıyla muazzam hakimiyetine delil olması ve böylece beklenen karanlık, sükûnet, ışık, ünsiyet, gece ile gündüzün uzunluk ve kısalıkta farklı farklı yahut eşit oluşları gibi neticelerin gerçekleşmesi için gece ile gündüzü yarattı.
Yine Cenab-ı Hak, ışık vermesi ve hararetiyle canlılara meded olması için 2-üneş'i, bazı ekin ve bitkilere fayda vermek üzere Ay'ı yarattı. Güneş, Ay, yıl-ıızlar ve dünya herbiri kendi yörüngesinde tıpkı eğirilmekte olan ipin milin et-i5nda dönmesi gibi döner. Ne ip milsiz, ne mil ipsiz döner. Güneş, Ay ve yıl--_zlar da böyledir. Yörüngesiz dönmezler. Yörünge de onlar olmadan dönmez. Nitekim Allah Tealâ şöyle buyuruyor: "Karanlığı yırtıp tan yerini ağartan, geceyi dinlenme zamanı yapan, Güneşi ve Ay'ı bir hesaba göre hareket ettiren O'dur. İşte bu, her şeye galip olan ve her şeyi bilen Allah'ın takdiridir." (En'am, «96).
"Yesbehûn (Yüzmektedirler)" fiili cemi olarak gelmekle bütün yıldızları ihtiva etmektedir. Her ne kadar yıldızlar nass olarak zikredilmese de zımmen ukderilmiştir.
Güneş, Ay ve dünyanın uçsuz bucaksız fezada döndüklerini bugünkü mo-rern ilim de ispat etmektedir. Bu da Kur'an'm ebediyete kadar mucize olduğuna, O'nun Allah tarafından sâdır olan bir vahiy olduğuna ve insanoğluna büyük bir nimet olduğuna delâlet etmektedir. [7]
+/-6-Bütün Yaratıkların Ölmesi, Kıyametin Ve Cehennem Azabının Ansızın Gelmesi31- Yeryüzü üstündekileri e çalkalanmasın diye biz yeryüzünde sabit dağlar yarattık. Dağlar arasında yol bulsunlar diye geniş boşluklar var ettik.
32- Biz gökyüzünü korunmuş bir tavan kıldık. Onlar ise gökyüzündeki delillerden yüz çevirirler.
33- Gece ile gündüzü, Güneş ile Ay'ı yaratan O'dur. Her biri bir yörüngede yüzmektedirler.
Açıklaması
Yüce Allah bu ayetlerde (Enbiya, 30-33) ezici güce sahip olan, eşyayı yaratma ve bütün varlıkları yok etme hususunda tam bir kudret ve mükemmel hâkimiyet sahibi olan tek bir ilâhın varlığına delâlet eden altı delil getirdi. Bu deliller şunlardır:
1- Göklerin yeryüzünden ayrılması:
"Kâfirler gökler ve yeryüzü birbirine bitişik iken onları ayırdığımızı... görmüyorlar mı?" Yani Allah'ın ilâh olduğunu inkâr edenler Allah ile birlikte O'ndan başkasına tapanlar Allah'ın yaratıcılık hususunda tamamen bağımsız, idare hususunda yegâne güç olduğunu bilselerdi, O'nunla birlikte başkalarına tapınmayı veya O'na başka bir şeyi şirk koşmayı nasıl lâyık görürlerdi? Onlar gökler ve yeryüzünün önce parçaları birbirine geçmiş, birbiri üzerine sarılmış, birbirine tamamen bitişik iken sonra bunları birbirinden ayırdığımızı dünya seması ile yeryüzü arasında hava tabakası koyduğumuzu bilmiyorlar mı?
İşte güneş, yıldızlar ve yeryüzünün önceleri tek bir parça olduğunu, güneşin önce bir ateş küresi olduğunu ve çok süratli seyri esnasında dünyamız ve diğer gezegenlerin ondan ayrıldığını ispat eden Astronomi bilginleri arasında Sedim Teorisi adıyla bilinen teori de budur.
Bu dokuz gezegen güneşe olan yakınlıklarıyla şöyle sıralanmaktadırlar.
Utarid (Merkür), Zühre (Venüs), Arz (Dünya), Merih (Mars), Müşteri, Zühal (Jüpiter), Uranüs, Neptün, Plüton.
Herbir gezegenin yer çekimi etkisine göre bir yörüngesi vardır. Her gezegen yörüngesinde harekete devam eder. Bu dokuz yörünge meleklerin yaşadıkları yedi kat semadan aşağıdadır. Felek, gökyüzünün sabit kalmasıyla birlikte yıldızların döndüğü yörüngededir. Yahut yörünge bu yıldızların mecrası ve seyir süratidir.
Kur'an-ı Kerim'in ilân ettiği bu ilmî gerçek onun Allah kelâmı olduğuna ve bunun ilâhî vahiy olmasa bu gibi şeyleri bilmesi imkânsız olan ümmî Peygamber Hz. Muhammed'e (s. a.) indirilen vahyi olduğuna gayet açık ve kesin bir delildir.
2- Suyun, hayatın esası kılınması:
"Biz her bir canlıyı sudan var ettik." Yani kendisinde hayat olan her canlıyı sudan yarattık. Meselâ bir başka ayette: "Allah hareket eden her canlıyı sudan yarattı." (Nur, 24/45) buyurulmaktadır. Dolayısıyla her canlı aslı su olan nutfeden meydana gelmektedir. Bitki de ancak su ile yeşermektedir.
Bu görüş bazı âlimlerin: "Her canlı önce denizde yaratıldı. Sonra bazı canlılar karaya geçip uzun bir zaman geçmesiyle kara tabiatına intibak ettiler." şeklindeki görüşlerine de uygundur.
"Onlar hâlâ iman etmiyorlar mı?" Bu delilleri düşünmüyorlar mı? Onlar mahlûkatın yavaş yavaş meydana geldiğini apaçık gördükleri halde şirk yolunu terk edip yaratıcıya iman etmiyorlar mı?
Bir ayet vardır her şeyde,
Onun bir olduğuna delâlet etmekte.
3- Dağların yeryüzünde sabit olması:
"Yeryüzü üstündekilerle çalkalanmasın diye biz yeryüzünde sabit dağlar var ettik." Yani biz yeryüzü insanları sarsmasın ve sarsıntı olmasın, üzerinde istikrarı kaybetmesinler diye yeryüzünü iyice sabit kılmak için dağlar yarattık.
Yeryüzü hem kendi etrafında hem de Güneşin etrafında dönmektedir. Bilim adamları yeryüzünün önce alevli bir ateş olup sonra kabuğunun soğuduğunu ve sert bir cisim olduğunu ispat etmişlerdir. Bu iş 300 milyon sene veya bazı çağdaş bilim adamlarına göre ise 5 milyar sene sürmüştür. Volkanların çıkarttığı ateş lavlarının varlığı bu görüşleri te'kit etmektedir. Dağların yeryüzüne oranı % 1.5 mm'dir.
Bu ayet, Kur'an-ı Kerim'in beşer tarafından değil, Allah tarafından gelen bir vahiy olduğunun üçüncü delilidir.
4- Dağlar arasında yollar ve geçitler olması:
"Dağlar arasında yol bulsunlar diye geniş boşluklar var ettik." Yani yeryüzünde insanların bir yerden diğerine yahut bir bölgeden diğer bölgeye kolaylıkla geçebilmeleri ve değişik ülkelerde geçim vasıtalarına ve amaçlarına yol bulabilmeleri için -bir görüşe göre, Allah Tealâ'nın birliğine istidlal ile yol bulabilmeleri için- dağlar arasında geniş yollar, geçitler yarattık.
"el-Feccü"geniş yol, "es-sebîl" ise yürüyen yol demektir. "Ficâc" kelimesi "sübül" kelimesinin sıfatı olduğu halde ondan önce zikredilmiş, geriye bırakılmamıştır. Nitekim bir başka ayette "Orada geniş yollara girmeniz için" (Nuh, 71/20) buyurulmaktadır. Bu durumda hal olarak mansubdur. Mana yönünden her ikisinin arasındaki fark şudur:
"Sübülen ficâcâ" ifadesi dağlar arasında geniş yollar var ettiğini bildirmektedir.
"Ficâcen sübülâ" ise yarattığı zaman bu vasıfla yarattığını bildirmektedir. Bu husus önceki ifadede müphem bırakılmıştır.
"Yol bulsunlar diye..." ifadesinde "belki" manası yoktur. Zira Allah Tealâ için şek ve şüphe caiz değildir.
"Fîhâ" kelimesindeki zamir dağlara racidir. Yani biz sabit olan dağlarda geniş yollar yarattık demektir. Bir başka görüşe göre arza racidir. Yani biz yeryüzünde geniş yollar yarattık demektir.
5- Gökyüzünün yeryüzünün tavanı kılınması:
"Biz gökyüzünü korunmuş bir tavan kıldık." Yani semâyı yeryüzüne bir tavan gibi, bir kubbe gibi kıldık. Bu tavan da düşmekten, sarsıntıdan ve meleklerden haber hırsızlığı yapan şeytanlardan korunmuştur. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:
"O'nun izni olmadan yere düşmesin diye göğü tuttuğunu görmez misin?" (Hac, 22/65). "Gökyüzünün ve yerin O'nun emriyle ayakta durması O'nun (kudretinin) alâmetlerindendir" (Rum, 30/25). "Şüphesiz ki Allah yerlerinden ayrılıp gitmemeleri için gökleri ve yeri mutlaka tutar." (Fatır, 35/41). Yani ya melekler vasıtasıyla yahut yıldızlarla gökyüzünü şeytanlardan korur.
"Onlar ise gökyüzündeki delillerden yüz çevirirler." Yani müşrikler ve diğerleri Allah'ın birliğine ve muazzam kudretine delâlet eden, göklerde yarattığı Güneş, Ay, ve diğer sabit ve gezegen yıldızları ve bu sebeple gece ve gündüzün birbiri ardınca gelmesi, sıcaklık ve soğukluk gibi menfaatlerin ortaya çıkması, sağlam bir hesap sistemine ve eşsiz hikmete delâlet eden acaip tertibe irşad edilmesi gibi ibret ve delilleri tefekkür etmezler: "Göklerde ve yerde nice deliller mardır ki insanlar bunların yanından geçerler de bu delillerden yüz çevirirler, ibret almazlar." (Yusuf, 12/105).
6- Gece ile gündüzün, Güneş ile Ay'ın yaratılması:
"Gece ile gündüz, Güneş ile Ay'ı yaratan O'dur. Her biri bir yörüngede yüzmektedir. " Yani Allah kendinden bir nimet olarak dünyanın kendi etrafında dönmesi vasıtasıyla muazzam hakimiyetine delil olması ve böylece beklenen karanlık, sükûnet, ışık, ünsiyet, gece ile gündüzün uzunluk ve kısalıkta farklı farklı yahut eşit oluşları gibi neticelerin gerçekleşmesi için gece ile gündüzü yarattı.
Yine Cenab-ı Hak, ışık vermesi ve hararetiyle canlılara meded olması için 2-üneş'i, bazı ekin ve bitkilere fayda vermek üzere Ay'ı yarattı. Güneş, Ay, yıl-ıızlar ve dünya herbiri kendi yörüngesinde tıpkı eğirilmekte olan ipin milin et-i5nda dönmesi gibi döner. Ne ip milsiz, ne mil ipsiz döner. Güneş, Ay ve yıl--_zlar da böyledir. Yörüngesiz dönmezler. Yörünge de onlar olmadan dönmez. Nitekim Allah Tealâ şöyle buyuruyor: "Karanlığı yırtıp tan yerini ağartan, geceyi dinlenme zamanı yapan, Güneşi ve Ay'ı bir hesaba göre hareket ettiren O'dur. İşte bu, her şeye galip olan ve her şeyi bilen Allah'ın takdiridir." (En'am, «96).
"Yesbehûn (Yüzmektedirler)" fiili cemi olarak gelmekle bütün yıldızları ihtiva etmektedir. Her ne kadar yıldızlar nass olarak zikredilmese de zımmen ukderilmiştir.
Güneş, Ay ve dünyanın uçsuz bucaksız fezada döndüklerini bugünkü mo-rern ilim de ispat etmektedir. Bu da Kur'an'm ebediyete kadar mucize olduğuna, O'nun Allah tarafından sâdır olan bir vahiy olduğuna ve insanoğluna büyük bir nimet olduğuna delâlet etmektedir. [7]
34- Biz senden önce hiçbir beşere ebedî yaşama hakkı vermedik. Şimdi sen ölürsen, sanki onlar ebedî mi kalacaklar?
35- Her nefis mutlaka ölümü tadacaktır. Biz sizi hayır ve şerle imtihan ederiz. Sonunda yine bize döndürüleceksiniz.
36- Kâfirler seni gördükleri zaman, seni sadece alay konusu ederler. Birbirlerine: "Sizin tanrılarınızı diline dolayan bu mu?" derler. Halbuki kendileri Rahman olan Allah'ın kitabını inkâr etmektedirler.
37- İnsan aceleden yaratılmıştır. Yakında size (kudretine dair) ayetlerimi göstereceğim. Bunları benden hemen istemeyin.
38- Kâfirler: "Eğer (sözünüze) sâdık iseniz bu vaad ne zaman (gerçekleşecek)?" diyorlar.
39- O kâfirler ne yüzlerinden ne de arkalarından ateşe hiçbir şekilde engel olamayacakları ve kimseden de yardım göremeyecekleri zamanı bir bilseler!
40- Doğrusu kıyamet onlara ansızın gelir de, onları şaşkına çevirir. Bir daha onu geri çeviremezler. Kendilerine mühlet de verilmez.
41- Şüphesiz senden önceki peygamberler de alaya alındılar. Ama o peygamberlerle alay edenleri, o alay ettikleri azap yakalayıp kuşatıverdi.
Açıklaması
Hak Tealâ yarattıklardan herhangi birinin dünyada ebedî kalacağı düşüncesini reddetmekte ve şöyle buyurmaktadır:
"Biz senden önce hiçbir beşere ebedî yaşama hakkı vermedik." Yani Allah Tealâ hiçbir beşerin dünyada ebedî kalmayacağı şeklinde hüküm koymuştur. Dolayısıyla ya Muhammed! Ne sen, ne senden öncekiler, ne sana isyan edenler, ne de senden sonra gelecekler ebedî kalmayacak, öleceksiniz. Senin de senden önce geçen diğer peygamberler gibi ölmen mukadder olmuştur.
'Şimdi sen ölürsen sanki onlar ebedî mi kalacaklar?" Yani sen ölürsen Rablerine şirk koşan o kimseler bakî mi kaçaklar? Hayır, bilakis hepsi ölecekler: Dolayısıyla senden sonra yaşayacakları ümidini taşımasınlar.
Bu ifade Rasulullah'm (s. a.) ölümü temenni eden müşriklere verilen bir cevaptır. Müşrikler Rasulullahın (s. a.) öleceğini takdir ediyorlar, onun ölecek olmasıyla seviniyorlardı. Allah Tealâ onların bu sevinçlerini söndürdü.
Bu ayetin bir benzeri de şu ayettir: "Yeryüzünde bulunan her şey fanidir. Bakî olan sade azamet ve ikram sahibi olan Rabbinin zatıdır." (Rahman, 55/26-
Beyhakî, Hz. Aişe'nin (r. a.) şu sözünü nakletmektedir: Peygamberimiz (s. a.) vefat ettiğinde babam Ebu Bekir yanma girdi ve şöyle dedi: "Ah benim peygamberim! Ah benim biricik dostum! Ah benim seçkin arkadaşım! "Sonra da şu ayeti okudu: "Biz senden önce hiçbir beşere ebedî yaşama hakkı vermedik."
İslâm alimlerinden bazıları bu ayeti Hızır aleyhisselâmm öldüğüne, Hızır (a.s.) ister veli, ister nebî, isterse rasul olsun beşer olduğu için şu ana kadar hayatta olamayacağına delil getirmektedirler.
Bütün insanların öleceği beyanını bir defa daha vurgulamak üzere Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
"Her nefis mutlaka ölümü tadacaktır," Yani her yaratık yok olmaya mahkûmdur. Her nefis cesetten ayrılmadan önce ölümün acılığını tadacaktır.
Hadis-i Şerifte: "Şüphesiz ölümün sarhoşlukları vardır."[8] buyurulmaktdır. Dolayısıyla hiçbir kimse başka bir kimsenin ölümüne sevinmesin. Onun vefatını arzu edip temenni etmesin. Zira herkes ölüm bardağından yudumlayacaktır.
Ayetteki tatmaktan murad idrak etmekten mecazdır. Burada ölümden murad ölüm öncesi gelen büyük elem ve acılardır.
"Biz sizi denemek için hayır ve şerle imtihan ederiz." Yani nimetler ve belâlar, hoşa giden ve gitmeyen şeyler, zorluk ve rahatlık, sağlık ve hastalık, zenginlik ve fakirlik, helâl ve haram, taat ve ma'siyet, hidayet ve dalâlet ile sabredip sabretmeyeceğinizi, şükredip şükretmeyeceğinizi anlamak için sizi denemeye ve imtihana tabi tutarız.
"Fitne" kelimesi fiilin lafzından gelmeyen mastar olup mefulü mutlak olarak manasını te'kit etmektedir.
Bundan murad şudur: Biz zorluklara karşı sabreden ve rahat içinde şükreden kimseleri ayırd etmek için size imtihan eden kimsenin muamelesi gibi muamele ediyoruz.
"Sonunda yine bize döndürüleceksiniz." Yani nihayet dönüşünüz ve varış yeriniz bizedir. Bizim hesabımıza, cezamıza döneceksiniz. Amellerinizin karşılığını biz vereceğiz.
Bu ifadede sevap vaadi ve azapla tehdit vardır.
İmtihan ancak mükellefiyetten sonra olur. Mükellefiyet ise bulûğ ve akıldan sonra olur. Bundan dolayı bu ayet mükellefiyetin meydana geldiğine delâlet etmektedir:
Mükellefiyet sadece emrolunan ve nehyolunan şeylere ait değildir. Ayrıca iki çeşit imtihan vardır:
a) "Hayır" isminin verildiği imtihan: Sağlık, lezzet, sevinç gibi dünya nimetleridir.
b) "Şer" adının verildiği imtihan ise fakirlik, hastalıklar, zorluklar gibi mükelleflerin başına gelen dünyevî sıkıntılardır.
Allah henüz daha varlıklar dünyaya gelmeden amellerinin ne olacağını bildiği halde, buna ibtilâ ve imtihan adını vermesi, bu çeşit durumların imtihan şeklinde olması sebebiyledir.
"Kâfirler seni gördükleri zaman, seni sadece alay konusu ederler." Yani Ebu Cehil ve benzerleri gibi Kureyş kâfirleri seni gördükleri zaman onların bütün gayretleri seninle alay etmek olur. Seni sadece alay konusu ederler. Seninle alay eder ve seni hiçe alırlar. Halbuki onların üzerine düşen senin hayatın ve ahlâkın üzerinde ve içinde akıl sahipleri için öğütler ve dersler bulunan sana inen vahiy hakkında tefekkür edip düşünmektir. İşte onlar Allahm peygamberini kendilerinden koruduğu ve haklarında: "Alay edenlere karşı biz sana yeteriz. " (Hıcr, 15/95) buyurduğu kimselerdir.
İşte bunlar "Sizin tanrılarınızı diline dolayan bu mu?" yani hayret ve garipseme ifadesiyle, "Sizin tanrılarınıza dil uzatan ve rüyalarınızı karartan bu mu?" diyen kimselerdir.
"Halbuki kendileri Rahman olan Allah'ın kitabını inkâr etmektedirler." Oysa onlar kendilerini yaratan ve kendilerine nimet veren, sonunda kendisine dönecekleri Allah'ı inkâr etmektedirler.
Ayette yer alan ikinci "hum" kelimesi onların küfürlerini te'kit etmektedir. Küfürle tavsif olunmakta mübalağa olarak, "İşte onlar kâfirlerin ta kendileridir. " demektedir.
Ayetten murad şudur. Kendileri daha garip bir durumda iken Allah'ı inkâr edip Rasulullah (s. a.) ile alay ederlerken nasıl seni ve tanrılarına karşı kötüleyici tavrını garip karşılamaktadırlar.
Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle buyurmaktadır: "Onlar seni gördükleri zaman alaya almaktan başka bir şey yapmazlar. "Allah 'in peygamber olarak gönderdiği bu mu?" derler. "Eğer putlara inanmada ısrar edip sab-retmeseydik nerdeyse bizi ilâhlarımızdan saptıruçaktı." derler. "Onlar azabı gördükleri zaman yolu sapık olan kimmiş bileceklerdir." (Furkan, 25/41-42).
Kısaca: Müşrikler nimet veren, yaratan, dirilten ve öldüren Rahman olan Allah'ı inkâr etmelerine rağmen, hiçbir faydası ve zararı dokunmayan tanrılarım kötü ifadelerle anıyor diye Peygamber'i ayıplamaktadırlar. Bundan daha çirkin bir davranış yoktur. Alay ve zemin hiç hissetmeden kendilerine dönmektedir. Çünkü onlar bu hususu yerli yerine koymamışlardır.
Buna rağmen müşrikler ahmaktırlar, taşkınlık yapmakta ve basit bir sebeple dehşete kapılmaktadırlar. Senin (Ya Muhammedi) kendilerini tehdit ettiğin azabın derhal gelmesini talep etmektedirler. Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:
"İnsan aceleci bir tabiatla yaratılmıştır." Yani aceleci olarak yaratılmıştır. Yahut insan aceleden yaratılmıştır. Burada murad edilen insan cinsi, insanoğ-ludur. Bir rivayete göre ise belirli bir kişidir.
Hatta o kadar ki sanki aceleci olmak insanın yaradılışından, fıtratından, seciyyesi ve tabiatından bir parça olmuştur. Nitekim Cenab-ı Hak "İnsanoğlu acelecidir." (İsra, 17/11) buyurmaktadır.
O müşrikler imanı, kulluğu itiraf etmeyi ve Hz. Muhammed'in (s. a.) risa-letini kabul etmeyi zorunlu kılan Allah'ın açık ayetlerinin ve azabının derhal gelmesini istiyorlardı. Burada ayetlerden maksat tevhidin ve Rasulün sadık oluşunun delilleri yahut dünyada âcil olarak yok olmak ahirette ise azaptır. Bu sebeple Cenab-ı Hak: "Bunları benden hemen istemeyin." buyurdu. Yani bu ayetler vakti gelince hiç şüphesiz gelecektir. Sonra Cenab-ı Hak müşriklerin şu sözünü nakletti:
"Kâfirler: Eğer sözünüze sâdık iseniz bu vaad ne zaman (gerçekleşecek)? diyorlar". Yani onlar azabı yalanlayıp inkâr ettikleri için, küfür ve inatçılıkları sebebiyle meydana gelmesini de uzak bir ihtimal gördükleri için bilgisizlikleri ve gaflette olmaları sebebiyle Peygamberimiz (s. a.) ve O'nun gerçekten iman eden değerli sahabelerine alaylı bir tarzda: "Eğer sözünüze ve vaadinize sadık kimseler iseniz bizi kendisiyle tehdit ettiğiniz cehennem azabının meydana geliş vakti ne zaman?" diyorlar. "Eğer sadık iseniz' hitabı müminler topluluğuna aittir.
Cenab-ı Hak onları aceleci davranmaktan nehyetmek ve onları azarlamak istedi. Önce insanoğlunun aşın aceleci olmasını ve aceleciliğin onun tabiatı olmasını zemmederek başladı. Sonra da müşrikleri, kendilerine vaad edilen azabın meydana geleceğini inkâr maksadıyla ve asla tasavvur edilemeyecek inancıyla vaad edilen şeyi acilen istemekten nehyedip azarladı. Daha sonra da onların bu talepte bulunmakla ne derece ahmak olduklarını beyan etti.
"O kâfirler..." azabın hiç şüphesiz mutlaka meydana geleceğini yakînen bilselerdi hiç aceleci davranmazlardı. Onları önlerindan, arkalarından ve her taraftan kuşatacak olan azabın durumunu; azabın üstlerinden ve ayaklarının altından kendilerini tamamen kaplayacağını, yüzlerinden ve arkalarından ateşe engel olamayacaklarını, kendilerine yardım edecek ve azaba girmelerine mani olacak ve kendilerini azaptan kurtaracak bir yardımcı bulamayacaklarını bir bilselerdi! Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle buyurmaktadır: "Onları Allah'tan (Allah'ın azabından) koruyacak hiç bir kimse yoktur." (Ra'd, 13/34).
Ayet-i kerimedeki "lev ya'lem (keşke bilseydi)" ifadesinin cevabı mahfuzdur. Yani onlar bu tehdidin meydana geleceği zamanı bilselerdi inkarcılıkları üzerinde devam etmekte ısrar etmezler, bu şiddetli azabın derhal gelmesini istemezlerdi.
39. ayetteki "bir bilselerdi" ifadesindeki bilmek fiili "anlasalardı" mana-sındadır; bu sebeple ikinci bir mef ul gerekmektedir. Tıpkı "Onları siz bilmezsiniz, Allah onları gayet iyi bilir" (Enfal, 8/6) ayetinde olduğu gibi.
Ayet-i kerimede "yüzler" ve "sırtlar" özellikle zikredilmiştir. Çünkü bunların azaptan etkilenmesi daha fazladır.
Bu ayet manasında şu ayetler de vardır: "Onlar için üstlerinde ateşten bulutlar, altlarında ateşten yatak, üstlerine (ateşten) örtüler vardır." (A'raf, 7/41).
"Gömlekleri katrandandır. Yüzlerini ateş kaplar." (İbrahim, 14/15). Azap onları her taraftan kaplar.
Cenab-ı Hak bundan sonra Kur'an-ı Kerim'de olduğu üzere azabın geliş vaktinin meçhul olduğunu beyan ederek şöyle buyurdu:
"Doğrusu kıyamet onlara ansızın gelir de, onları şaşkına çevirir. Bir daha onu geri çeviremezler. Kendilerine mühlet de verilmez." Yani kıyamet onlara ansızın gelecek, onları şaşkına çevirecek ve onlara hakim olacak, onlar kıyameti reddetmek için hiçbir hile bulamayacaklar. Onlara tevbe etmeleri veya özür dilemeleri için artık vaktin geçmiş olması sebebiyle mühlet verilmez, gecikme de kabul edilmez. Bu, kendilerine şu anda mühlet verildiğini, düşünüp iman etmeleri, küfür ve dalâletten dönmeleri için geniş bir fırsat verildiğini, bu uzun mühlet verildikten sonra artık hiçbir mühlet verilmeyeceğini hatırlatmak içindir.
Kıyametin gelişinin bilinmemesinin sebebi kulu daha ihtiyatlı olmaya sevk etmektir. Hataları tedarik etmek için daha uygundur. Bundan böyle kul azap gelinceye kadar umursamaz ve aldırış etmez şekilde davranmayacaktır.
"O onlara ansızın gelir." cümlesindeki müennes zamir ya cehennem ateşine, ya cehennem ateşi manasında olan vaade yahut kıyamet manasında olan 39. ayette geçen) "hin (zaman)" kelimesine racidir.
Allah Tealâ bundan sonra müşriklerin Rasulünü (s. a.) istihza edip yalanlamalarından dolayı Onu teselli ederek şöyle buyurdu:
"Şüphesiz senden önceki peygamberler de alaya alındılar..." Yani önceki pek çok peygamberlerle alay edildi. Alay edip istihza edenlere yaptıklarının cezası olarak azap yağdı. Seninle alay edenlere de alay etmelerinin cezası olarak peygamberlerini yalanlayan önceki ümmetlere olduğu gibi azap ve belâ yağacak. Bu azap, meydana gelmesini uzak bir ihtimal olarak gördüklari azaptır.
Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle buyurmaktadır: "Senden önce de nice peygamberler yalanlanmıştı. (Ama onlar) kendilerine yardımımız gelinceye kadar yalanlanmaya ve eziyete uğramaya karşı sabrettiler. Allah'ın sözlerini değiştirecek hiçbir kimse yoktur. Şüphesiz ki sana (geçmiş) peygamberlerin haberlerinden bir kısmı geldi." (En'am, 6/34). [9]
+/- 7-Allahın İnsanı Gözetip Koruması, Kıyametteki Amellerin Hesabının Âdil Olması35- Her nefis mutlaka ölümü tadacaktır. Biz sizi hayır ve şerle imtihan ederiz. Sonunda yine bize döndürüleceksiniz.
36- Kâfirler seni gördükleri zaman, seni sadece alay konusu ederler. Birbirlerine: "Sizin tanrılarınızı diline dolayan bu mu?" derler. Halbuki kendileri Rahman olan Allah'ın kitabını inkâr etmektedirler.
37- İnsan aceleden yaratılmıştır. Yakında size (kudretine dair) ayetlerimi göstereceğim. Bunları benden hemen istemeyin.
38- Kâfirler: "Eğer (sözünüze) sâdık iseniz bu vaad ne zaman (gerçekleşecek)?" diyorlar.
39- O kâfirler ne yüzlerinden ne de arkalarından ateşe hiçbir şekilde engel olamayacakları ve kimseden de yardım göremeyecekleri zamanı bir bilseler!
40- Doğrusu kıyamet onlara ansızın gelir de, onları şaşkına çevirir. Bir daha onu geri çeviremezler. Kendilerine mühlet de verilmez.
41- Şüphesiz senden önceki peygamberler de alaya alındılar. Ama o peygamberlerle alay edenleri, o alay ettikleri azap yakalayıp kuşatıverdi.
Açıklaması
Hak Tealâ yarattıklardan herhangi birinin dünyada ebedî kalacağı düşüncesini reddetmekte ve şöyle buyurmaktadır:
"Biz senden önce hiçbir beşere ebedî yaşama hakkı vermedik." Yani Allah Tealâ hiçbir beşerin dünyada ebedî kalmayacağı şeklinde hüküm koymuştur. Dolayısıyla ya Muhammed! Ne sen, ne senden öncekiler, ne sana isyan edenler, ne de senden sonra gelecekler ebedî kalmayacak, öleceksiniz. Senin de senden önce geçen diğer peygamberler gibi ölmen mukadder olmuştur.
'Şimdi sen ölürsen sanki onlar ebedî mi kalacaklar?" Yani sen ölürsen Rablerine şirk koşan o kimseler bakî mi kaçaklar? Hayır, bilakis hepsi ölecekler: Dolayısıyla senden sonra yaşayacakları ümidini taşımasınlar.
Bu ifade Rasulullah'm (s. a.) ölümü temenni eden müşriklere verilen bir cevaptır. Müşrikler Rasulullahın (s. a.) öleceğini takdir ediyorlar, onun ölecek olmasıyla seviniyorlardı. Allah Tealâ onların bu sevinçlerini söndürdü.
Bu ayetin bir benzeri de şu ayettir: "Yeryüzünde bulunan her şey fanidir. Bakî olan sade azamet ve ikram sahibi olan Rabbinin zatıdır." (Rahman, 55/26-
Beyhakî, Hz. Aişe'nin (r. a.) şu sözünü nakletmektedir: Peygamberimiz (s. a.) vefat ettiğinde babam Ebu Bekir yanma girdi ve şöyle dedi: "Ah benim peygamberim! Ah benim biricik dostum! Ah benim seçkin arkadaşım! "Sonra da şu ayeti okudu: "Biz senden önce hiçbir beşere ebedî yaşama hakkı vermedik."
İslâm alimlerinden bazıları bu ayeti Hızır aleyhisselâmm öldüğüne, Hızır (a.s.) ister veli, ister nebî, isterse rasul olsun beşer olduğu için şu ana kadar hayatta olamayacağına delil getirmektedirler.
Bütün insanların öleceği beyanını bir defa daha vurgulamak üzere Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
"Her nefis mutlaka ölümü tadacaktır," Yani her yaratık yok olmaya mahkûmdur. Her nefis cesetten ayrılmadan önce ölümün acılığını tadacaktır.
Hadis-i Şerifte: "Şüphesiz ölümün sarhoşlukları vardır."[8] buyurulmaktdır. Dolayısıyla hiçbir kimse başka bir kimsenin ölümüne sevinmesin. Onun vefatını arzu edip temenni etmesin. Zira herkes ölüm bardağından yudumlayacaktır.
Ayetteki tatmaktan murad idrak etmekten mecazdır. Burada ölümden murad ölüm öncesi gelen büyük elem ve acılardır.
"Biz sizi denemek için hayır ve şerle imtihan ederiz." Yani nimetler ve belâlar, hoşa giden ve gitmeyen şeyler, zorluk ve rahatlık, sağlık ve hastalık, zenginlik ve fakirlik, helâl ve haram, taat ve ma'siyet, hidayet ve dalâlet ile sabredip sabretmeyeceğinizi, şükredip şükretmeyeceğinizi anlamak için sizi denemeye ve imtihana tabi tutarız.
"Fitne" kelimesi fiilin lafzından gelmeyen mastar olup mefulü mutlak olarak manasını te'kit etmektedir.
Bundan murad şudur: Biz zorluklara karşı sabreden ve rahat içinde şükreden kimseleri ayırd etmek için size imtihan eden kimsenin muamelesi gibi muamele ediyoruz.
"Sonunda yine bize döndürüleceksiniz." Yani nihayet dönüşünüz ve varış yeriniz bizedir. Bizim hesabımıza, cezamıza döneceksiniz. Amellerinizin karşılığını biz vereceğiz.
Bu ifadede sevap vaadi ve azapla tehdit vardır.
İmtihan ancak mükellefiyetten sonra olur. Mükellefiyet ise bulûğ ve akıldan sonra olur. Bundan dolayı bu ayet mükellefiyetin meydana geldiğine delâlet etmektedir:
Mükellefiyet sadece emrolunan ve nehyolunan şeylere ait değildir. Ayrıca iki çeşit imtihan vardır:
a) "Hayır" isminin verildiği imtihan: Sağlık, lezzet, sevinç gibi dünya nimetleridir.
b) "Şer" adının verildiği imtihan ise fakirlik, hastalıklar, zorluklar gibi mükelleflerin başına gelen dünyevî sıkıntılardır.
Allah henüz daha varlıklar dünyaya gelmeden amellerinin ne olacağını bildiği halde, buna ibtilâ ve imtihan adını vermesi, bu çeşit durumların imtihan şeklinde olması sebebiyledir.
"Kâfirler seni gördükleri zaman, seni sadece alay konusu ederler." Yani Ebu Cehil ve benzerleri gibi Kureyş kâfirleri seni gördükleri zaman onların bütün gayretleri seninle alay etmek olur. Seni sadece alay konusu ederler. Seninle alay eder ve seni hiçe alırlar. Halbuki onların üzerine düşen senin hayatın ve ahlâkın üzerinde ve içinde akıl sahipleri için öğütler ve dersler bulunan sana inen vahiy hakkında tefekkür edip düşünmektir. İşte onlar Allahm peygamberini kendilerinden koruduğu ve haklarında: "Alay edenlere karşı biz sana yeteriz. " (Hıcr, 15/95) buyurduğu kimselerdir.
İşte bunlar "Sizin tanrılarınızı diline dolayan bu mu?" yani hayret ve garipseme ifadesiyle, "Sizin tanrılarınıza dil uzatan ve rüyalarınızı karartan bu mu?" diyen kimselerdir.
"Halbuki kendileri Rahman olan Allah'ın kitabını inkâr etmektedirler." Oysa onlar kendilerini yaratan ve kendilerine nimet veren, sonunda kendisine dönecekleri Allah'ı inkâr etmektedirler.
Ayette yer alan ikinci "hum" kelimesi onların küfürlerini te'kit etmektedir. Küfürle tavsif olunmakta mübalağa olarak, "İşte onlar kâfirlerin ta kendileridir. " demektedir.
Ayetten murad şudur. Kendileri daha garip bir durumda iken Allah'ı inkâr edip Rasulullah (s. a.) ile alay ederlerken nasıl seni ve tanrılarına karşı kötüleyici tavrını garip karşılamaktadırlar.
Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle buyurmaktadır: "Onlar seni gördükleri zaman alaya almaktan başka bir şey yapmazlar. "Allah 'in peygamber olarak gönderdiği bu mu?" derler. "Eğer putlara inanmada ısrar edip sab-retmeseydik nerdeyse bizi ilâhlarımızdan saptıruçaktı." derler. "Onlar azabı gördükleri zaman yolu sapık olan kimmiş bileceklerdir." (Furkan, 25/41-42).
Kısaca: Müşrikler nimet veren, yaratan, dirilten ve öldüren Rahman olan Allah'ı inkâr etmelerine rağmen, hiçbir faydası ve zararı dokunmayan tanrılarım kötü ifadelerle anıyor diye Peygamber'i ayıplamaktadırlar. Bundan daha çirkin bir davranış yoktur. Alay ve zemin hiç hissetmeden kendilerine dönmektedir. Çünkü onlar bu hususu yerli yerine koymamışlardır.
Buna rağmen müşrikler ahmaktırlar, taşkınlık yapmakta ve basit bir sebeple dehşete kapılmaktadırlar. Senin (Ya Muhammedi) kendilerini tehdit ettiğin azabın derhal gelmesini talep etmektedirler. Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:
"İnsan aceleci bir tabiatla yaratılmıştır." Yani aceleci olarak yaratılmıştır. Yahut insan aceleden yaratılmıştır. Burada murad edilen insan cinsi, insanoğ-ludur. Bir rivayete göre ise belirli bir kişidir.
Hatta o kadar ki sanki aceleci olmak insanın yaradılışından, fıtratından, seciyyesi ve tabiatından bir parça olmuştur. Nitekim Cenab-ı Hak "İnsanoğlu acelecidir." (İsra, 17/11) buyurmaktadır.
O müşrikler imanı, kulluğu itiraf etmeyi ve Hz. Muhammed'in (s. a.) risa-letini kabul etmeyi zorunlu kılan Allah'ın açık ayetlerinin ve azabının derhal gelmesini istiyorlardı. Burada ayetlerden maksat tevhidin ve Rasulün sadık oluşunun delilleri yahut dünyada âcil olarak yok olmak ahirette ise azaptır. Bu sebeple Cenab-ı Hak: "Bunları benden hemen istemeyin." buyurdu. Yani bu ayetler vakti gelince hiç şüphesiz gelecektir. Sonra Cenab-ı Hak müşriklerin şu sözünü nakletti:
"Kâfirler: Eğer sözünüze sâdık iseniz bu vaad ne zaman (gerçekleşecek)? diyorlar". Yani onlar azabı yalanlayıp inkâr ettikleri için, küfür ve inatçılıkları sebebiyle meydana gelmesini de uzak bir ihtimal gördükleri için bilgisizlikleri ve gaflette olmaları sebebiyle Peygamberimiz (s. a.) ve O'nun gerçekten iman eden değerli sahabelerine alaylı bir tarzda: "Eğer sözünüze ve vaadinize sadık kimseler iseniz bizi kendisiyle tehdit ettiğiniz cehennem azabının meydana geliş vakti ne zaman?" diyorlar. "Eğer sadık iseniz' hitabı müminler topluluğuna aittir.
Cenab-ı Hak onları aceleci davranmaktan nehyetmek ve onları azarlamak istedi. Önce insanoğlunun aşın aceleci olmasını ve aceleciliğin onun tabiatı olmasını zemmederek başladı. Sonra da müşrikleri, kendilerine vaad edilen azabın meydana geleceğini inkâr maksadıyla ve asla tasavvur edilemeyecek inancıyla vaad edilen şeyi acilen istemekten nehyedip azarladı. Daha sonra da onların bu talepte bulunmakla ne derece ahmak olduklarını beyan etti.
"O kâfirler..." azabın hiç şüphesiz mutlaka meydana geleceğini yakînen bilselerdi hiç aceleci davranmazlardı. Onları önlerindan, arkalarından ve her taraftan kuşatacak olan azabın durumunu; azabın üstlerinden ve ayaklarının altından kendilerini tamamen kaplayacağını, yüzlerinden ve arkalarından ateşe engel olamayacaklarını, kendilerine yardım edecek ve azaba girmelerine mani olacak ve kendilerini azaptan kurtaracak bir yardımcı bulamayacaklarını bir bilselerdi! Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle buyurmaktadır: "Onları Allah'tan (Allah'ın azabından) koruyacak hiç bir kimse yoktur." (Ra'd, 13/34).
Ayet-i kerimedeki "lev ya'lem (keşke bilseydi)" ifadesinin cevabı mahfuzdur. Yani onlar bu tehdidin meydana geleceği zamanı bilselerdi inkarcılıkları üzerinde devam etmekte ısrar etmezler, bu şiddetli azabın derhal gelmesini istemezlerdi.
39. ayetteki "bir bilselerdi" ifadesindeki bilmek fiili "anlasalardı" mana-sındadır; bu sebeple ikinci bir mef ul gerekmektedir. Tıpkı "Onları siz bilmezsiniz, Allah onları gayet iyi bilir" (Enfal, 8/6) ayetinde olduğu gibi.
Ayet-i kerimede "yüzler" ve "sırtlar" özellikle zikredilmiştir. Çünkü bunların azaptan etkilenmesi daha fazladır.
Bu ayet manasında şu ayetler de vardır: "Onlar için üstlerinde ateşten bulutlar, altlarında ateşten yatak, üstlerine (ateşten) örtüler vardır." (A'raf, 7/41).
"Gömlekleri katrandandır. Yüzlerini ateş kaplar." (İbrahim, 14/15). Azap onları her taraftan kaplar.
Cenab-ı Hak bundan sonra Kur'an-ı Kerim'de olduğu üzere azabın geliş vaktinin meçhul olduğunu beyan ederek şöyle buyurdu:
"Doğrusu kıyamet onlara ansızın gelir de, onları şaşkına çevirir. Bir daha onu geri çeviremezler. Kendilerine mühlet de verilmez." Yani kıyamet onlara ansızın gelecek, onları şaşkına çevirecek ve onlara hakim olacak, onlar kıyameti reddetmek için hiçbir hile bulamayacaklar. Onlara tevbe etmeleri veya özür dilemeleri için artık vaktin geçmiş olması sebebiyle mühlet verilmez, gecikme de kabul edilmez. Bu, kendilerine şu anda mühlet verildiğini, düşünüp iman etmeleri, küfür ve dalâletten dönmeleri için geniş bir fırsat verildiğini, bu uzun mühlet verildikten sonra artık hiçbir mühlet verilmeyeceğini hatırlatmak içindir.
Kıyametin gelişinin bilinmemesinin sebebi kulu daha ihtiyatlı olmaya sevk etmektir. Hataları tedarik etmek için daha uygundur. Bundan böyle kul azap gelinceye kadar umursamaz ve aldırış etmez şekilde davranmayacaktır.
"O onlara ansızın gelir." cümlesindeki müennes zamir ya cehennem ateşine, ya cehennem ateşi manasında olan vaade yahut kıyamet manasında olan 39. ayette geçen) "hin (zaman)" kelimesine racidir.
Allah Tealâ bundan sonra müşriklerin Rasulünü (s. a.) istihza edip yalanlamalarından dolayı Onu teselli ederek şöyle buyurdu:
"Şüphesiz senden önceki peygamberler de alaya alındılar..." Yani önceki pek çok peygamberlerle alay edildi. Alay edip istihza edenlere yaptıklarının cezası olarak azap yağdı. Seninle alay edenlere de alay etmelerinin cezası olarak peygamberlerini yalanlayan önceki ümmetlere olduğu gibi azap ve belâ yağacak. Bu azap, meydana gelmesini uzak bir ihtimal olarak gördüklari azaptır.
Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle buyurmaktadır: "Senden önce de nice peygamberler yalanlanmıştı. (Ama onlar) kendilerine yardımımız gelinceye kadar yalanlanmaya ve eziyete uğramaya karşı sabrettiler. Allah'ın sözlerini değiştirecek hiçbir kimse yoktur. Şüphesiz ki sana (geçmiş) peygamberlerin haberlerinden bir kısmı geldi." (En'am, 6/34). [9]
42- De ki: "Gece ve gündüz sizi Rah-man'dan (Allah'ın gazabından) kim koruyabilir?" Hayır, onlar Rablerinin zikrinden yüz çevirmektedirler.
43- Yoksa, onların bizden başka kendilerini koruyacak ilâhları mı var? Oysa o ilâhlar ne kendi kendilerine yardım edebilirler, ne de bizden bir dostluk görebilirler.
44- Doğrusu biz kendilerini ve atalarını (yaşadıkları) hayatı kendileri için çok uzun gibi görünceye kadar, nimetleri içinde yaşattık. (Emrimizin) yeryüzüne gelip (onlara ait) yerlerin kıyısından (köşesinden alıp) gittikçe eksilttiğimizi görmüyorlar mı? Hiç üstün gelen onlar olabilir mi?
45- De ki: "Ben ancak sizi vahiyle uyarıyorum." Fakat sağırlar ne kadar uyarıl-salar çağrıyı işitmezler.
46- Yemin olsun ki, onlara Rabbinin azabından az bir şey dokunsa 'Yazıklar olsun bize! Gerçekten biz zalim kimseler misiz!" derler.
47- Biz kıyamet günü için adalet terazileri kuracağız. Hiçbir kimseye bir haksızlık yapılmayacaktır. (İşlenen amel) bir hardal tanesi kadar da olsa biz onu ortaya koyarız. Hesap gören olarak biz yeteriz.
Açıklaması
Ey Rasul! Seninle alay edip istihza eden o kimselere de ki: Geceleyin uykunuz esnasında, gündüz işinizde Allah'ın azabı size gelse ve size azabını indirmek istese sizi Allah'ın azabından ve cezasından koruyacak olan kimdir?!
"Rahman" tabirinde kâfirlere ve isyankârlara verilecek azabın gecikmesinin insanın nefsini bırakıp Rabbine yönelmesi için Allah'ın rahmeti, nimeti ve lütfuyla olduğuna işaret vardır.
"Hayır, onlar Rablerini anmaktan bile yüz çevirmektedirler." Allah'ın lütfu-na koruma ve himaye etme suretiyle Allah'ın nimetine delâlet eden ve Kur'an1-da zikredilen pek çok aklî delilin varlığına rağmen, müşrikler bu delillerden yüz çevirmekte, bunlar hakkında tefekkür etmemekte, Allah'ın üzerlerine olan nimetini ve kendilerine olan ihsanını itiraf etmemektedirler.
"Rab" kelimesinin zikredilmesinde onların Allah'ın hakimiyetine boyun eğdiğine, O'nun gözetimi, terbiyesi ve bol nimetleriyle yaptığı ihsanı içinde yaşadıklarına delil vardır.
Müşriklerin "yüz çevirmek" ile tavsif edilmelerinden sonra Cenab-ı Hak hiçbir faydası ve zararı dokunmayan tanrılara tapınmalarından dolayı onları azarlamakta ve şöyle buyurmaktadır:
"Yoksa onların bizden başka kendilerini koruyacak ilâhları mı var?" Allah'ın beyanından yüz çeviren o alaycı müşriklerin bizden başka kendilerini koruyacak ve himaye edecek güç ve kudret sahibi tanrıları mı var?
"Oysa onlar ne kendi kendilerine yardım edebilirler ne de bizden bir dostluk görebilirler." Yani bu sahte tanrılar kendilerine bile yardım edemez, kendilerinden zararı ve belâyı engelleyemezler. Bizden de kendilerine yardım edilmez. Çünkü onlar son derece acizlik ve güçsüzlük içindedirler. Nasıl olur da başkalarına yardım edebilirler. Başkalarından zararı kaldırabilir, yahut onlara fayda verebilirler.
Daha sonra Cenab-ı Hak onlara ziyadesiyle lütufta bulunduğunu haber vererek şöyle buyurdu:
"Doğrusu biz kendilerini ve atalarını (yaşadıkları) hayatı kendileri için çok uzun gibi görünceye kadar, nimetler içinde yaşattık." Onları aldatan ve içinde bulundukları dalâlete sevk eden şey dünya hayatında imkân içinde, nimet içinde yaşamaları, içinde bulunduğu durumda uzun bir müddet hayat sürmeleri, nihayet kendilerinin üstün bir durumda olduklarına inanmalarıdır. Gerçekte ise bu uzun zamana rağmen onlar hâlâ gaflet içindedirler. Bizim nimetimizle gururlandılar, şükrü unuttular.
Kısaca: Müşrikleri Allah'ın ayetlerinden yüz çevirmeye sevk eden şey sadece kendilerine verilen mühletin uzun olması idi.
Daha sonra Cenab-ı Hak onlara nasihatte bulunarak şöyle buyurdu:
"Emrimizin yeryüzüne gelip (onlara ait) yerlerin kıyısından köşesinden alıp gittikçe eksilttiğimizi görmüyorlar mı?" Onlar Allah'ın dostlarına, düşmanlarına karşı zafer ihsan etmesi, yalanlayan ümmetleri ve zalim kasabaları helak etmesi, mümin kullarını kurtarması, Mekke civarındaki beldelerin fethedilmesi ve şirk ehlinin topraklarının gittikçe azalmasından ibret almıyorlar mı? Diğer bir ifade ile: Bizim küfür diyarı ve Darü'l-Harbi azalttığımızı ve oralara müslümanları hâkim kılarak o yerlerin islâm diyarına katılması suretiyle "Onların ülkelerinin kıyısından, yanlarından gittikçe biraz daha aldığımızı görmüyorlar mı?" ayetinin anlamı Cenab-ı Hakkın müslümanlarm eliyle yaptığı fetihleri tasvir etmek ve İslâm askerlerinin ve askerî birliklerinin saldırgan müşriklerin topraklarını fethettiklerini ve bu toprakların kıyılarından alarak hakim olduklarını ifade etmektir:
Kıyılarının eksilmesinin anlamı: Müslümanların o topraklara girmesi, yavaş yavaş İslâm'ın nüfusunun genişlemesi, küfür topraklarının daralmasıdır, ayetin son cümlesi buna delildir: "Hiç üstün gelen onlar olabilir mi?" Yani üstün gelen biz miyiz, onlar mı? Nasıl üstün geleceklerini zannediyorlar? Onlar mağlûpturlar, yenilgiye uğramışlardır. Buradaki soru takrir (gerçeği ispat) ve takri' (başlarına vurmak) içindir.
Muasır alimlerden bazısı bu ayette yerkürenin kuzey ve güney taraflarında eksiklik bulunduğuna apaçık bir delil olduğu görüşündedir. Bu kuzey ve güney kutuplarında "el-Hattul-İhlîlecî (elips)" diye ifade edilen husustur. Bu da Allah Tealâ'nm kudretine, hakimiyet gücüne, yeryüzünün dönmesi esnasında ona hakim oluşuna delâlet eden hususlardandır.
45. ayette Cenab-ı Hak varlığına, kudretine ve birliğine ait Kur'andaki delilleri tekrar zikredip onlara ısrarla dikkat çektikten sonra şöyle buyurdu:
"De ki: Ben ancak sizi vahiyle uyarıyorum." Yani ey Peygamber onlara, şöyle söyle: Ben sadece sizi Rabbinizin kelâmı olan Kuranla uyarıyorum. Ben ancak sizi uyardığım azap ve cezanın Allah namına tebliğcisiyim. Bunun benim tarafımdan olduğunu zannetmeyin. Bunu size gönderen Allah'tır, bana da sizi uyarmamı O emretti. Benim görevim sadece tebliğdir, kabul etmeye zorlamak değildir. Benim çağrımı kabul etmezseniz bunun sorumluluğu ve cezası benim üzerime değil, sizin üzerinizedir.
"Fakat sağırlar ne kadar uyarılsalar çağrıyı işitmezler." Yani bu vahiy Allah'ın basiretini körleştirdiği, kulağına ve kalbine mühür vurduğu kimselere fayda vermez. Art arda gelen ve pek çok defa duydukları bu uyarılardan yararlanmamakta onların misali asla hiçbir şey işitmeyen sağırlar gibidir. Zira uyarıdan maksat sadece duymak değil, bilakis duyulan şeyle amel etmek, vacip olanı yapmaya yönelmek, haramlardan sakınmak ve hakkı bilmek suretiyle ona sımsıkı sarılmaktır. Bu maksat gerçekleşmezse duymanın faydası yoktur.
Daha sonra Cenab-ı Hak bunların durumlarının değişeceğini, artık uyarıldıkları şeylerden derhal etkilenen kimseler olacaklarını ve uyarılardan yararlanmadıklarını açıkça itiraf edeceklerini beyan ederek şöyle buyurdu:
"Yemin olsun ki, onlara Rabbinin azabından az bir şey dokunsa: Yazıklar olsun bize! Gerçekten biz zalim kimselermişiz, derler." Yani o hakkı yalanlayanlara kıyamet günü Allah'ın azabından pek az bir şey isabet etse, hemen günahlarını itiraf ederler, kendilerinin dünyada nefislerine zulmeden kimseler olduklarını kabul ederler, kendilerinin yaptıkları ihmal dolayısıyla pişmanlıklarını ortaya koyarlar. Eyvah, yazık diye bağırışırlar ama artık bunun hiçbir faydası olmaz.
Zemahşerî Keşşafta diyor ki: Ayette üç defa mübalağa yapılmıştır:
a) Dokunma kelimesinin kullanılması.
b) "Nefha" kelimesinde "pek az, basit" manasının bulunması.
c) "Nefha" kelimesinin masdar-ı merre (bir defa manasında) olması.
Bundan sonra Cenab-ı Hak ahirette onlara gelecek bütün azabın adaletin gereği olduğunu beyan etmek üzere şöyle buyurdu:
"Biz kıyamet günü için adalet terazileri kuracağız. Hiçbir kimseye bir haksızlık yapılmayacaktır." Yani biz kıyamet gününde yahut kıyamet günü halkı için amel defterlerinin tartıldığı adalet terazileri kuracağız. O zaman hiçbir kimseye hiçbir haksızlık yapılmayacaktır. Her ne kadar onlar dünyada nefislerine zulmetmiş olsalar da ahirette zulme uğramayacaklardır. "Hiçbir kimseye hiçbir haksızlık yapılmayacaktır" ifadesi ilâhî terazinin adil olduğunu, hiçbir kimsenin hak kazandığı sevabının eksik olarak verilmeyeceğini bir kez daha vurgulamaktadır.
Alimlerin çoğunluğu bu ilâhî terazinin tek bir terazi olduğu görüşündedirler. Bu terazide tartılacak amellerin çeşitli olması dikkate alınarak çoğul olarak kullanılmıştır. Teraziler "âdil" olarak tavsif edilmiştir. Çünkü terazi aslında tartan bir terazi olacağı gibi böyle olmayabilir de.
Bir görüşe göre "terazilerin kurulması"nd&n murad düzgün bir hesap görülmesi, amellerin karşılığının hiçbir kimseye zerre kadar haksızlık yapılmadan adalet ve insaf gözetilerek verilmesidir. Yani tartmaktan gaye yaratıklar arasında adaletin gözetilmesidir. Bu gerçeğe tartılacak şeylerin tartılması için terazilerin kurulması ile örnek verilmiştir.
Bu hususta -tercih edilmeye daha lâyık- bir başka görüş de şudur: Burada anlatılmak istenen husus Allah Tealâ'nın gerçek terazileri kurup bunlarla amelleri tartacak olmasıdır.
Hasan-ı Basrî diyor ki: Bu ilâhî terazinin iki kefesi ve bir dili vardır. Kimin sevapları günahlarından ağır gelirse helak olanlardan olur.
el-Kıst, adalet demektir. Yani terazilerde dünya terazilerinde olduğu gibi hiçbir şekilde eksik tartma ve haksızlık yoktur.
"Bir hardal tanesi kadar da olsa biz onu ortaya koyarız." Yani işlenen amel veya zulüm hardal tanesi ağırlığında bile olsa biz iyi veya kötü ona tam karşılığını veririz.
"Hesap gören olarak biz yeteriz." Yani kulların amellerini tespit etmek üzere biz yeteriz. Onların amellerini bizden daha iyi bilen hiçbir kimse yoktur. Amelleri değerlendirme hususunda da bizden daha doğru ve daha adil hiçbir kimse yoktur.
Bu ayette Allah Tealâ hakkında üzerlerine vacip olan kulluk vazifelerinde-ki ihmal ve kusurlarından dolayı kâfirlere ve isyankârlara kuvvetli bir tehdit ve şiddetli bir uyarı yapılmaktadır. Zira hiçbiri birbirine karıştırmadan gayet iyi bilen, hiçbir gücün âciz kalamayacağı eşsiz kudrete sahip bir varlıktan insanlar şiddetle korkmak mecburiyetindedirler.
+/- 8-48- Yemin olsun ki, biz Musa ve Harun'a takva sahipleri için bir ışık ve öğüt olan hakkı batıldan ayıran kitabı -Tevrat'ı-indirdik.43- Yoksa, onların bizden başka kendilerini koruyacak ilâhları mı var? Oysa o ilâhlar ne kendi kendilerine yardım edebilirler, ne de bizden bir dostluk görebilirler.
44- Doğrusu biz kendilerini ve atalarını (yaşadıkları) hayatı kendileri için çok uzun gibi görünceye kadar, nimetleri içinde yaşattık. (Emrimizin) yeryüzüne gelip (onlara ait) yerlerin kıyısından (köşesinden alıp) gittikçe eksilttiğimizi görmüyorlar mı? Hiç üstün gelen onlar olabilir mi?
45- De ki: "Ben ancak sizi vahiyle uyarıyorum." Fakat sağırlar ne kadar uyarıl-salar çağrıyı işitmezler.
46- Yemin olsun ki, onlara Rabbinin azabından az bir şey dokunsa 'Yazıklar olsun bize! Gerçekten biz zalim kimseler misiz!" derler.
47- Biz kıyamet günü için adalet terazileri kuracağız. Hiçbir kimseye bir haksızlık yapılmayacaktır. (İşlenen amel) bir hardal tanesi kadar da olsa biz onu ortaya koyarız. Hesap gören olarak biz yeteriz.
Açıklaması
Ey Rasul! Seninle alay edip istihza eden o kimselere de ki: Geceleyin uykunuz esnasında, gündüz işinizde Allah'ın azabı size gelse ve size azabını indirmek istese sizi Allah'ın azabından ve cezasından koruyacak olan kimdir?!
"Rahman" tabirinde kâfirlere ve isyankârlara verilecek azabın gecikmesinin insanın nefsini bırakıp Rabbine yönelmesi için Allah'ın rahmeti, nimeti ve lütfuyla olduğuna işaret vardır.
"Hayır, onlar Rablerini anmaktan bile yüz çevirmektedirler." Allah'ın lütfu-na koruma ve himaye etme suretiyle Allah'ın nimetine delâlet eden ve Kur'an1-da zikredilen pek çok aklî delilin varlığına rağmen, müşrikler bu delillerden yüz çevirmekte, bunlar hakkında tefekkür etmemekte, Allah'ın üzerlerine olan nimetini ve kendilerine olan ihsanını itiraf etmemektedirler.
"Rab" kelimesinin zikredilmesinde onların Allah'ın hakimiyetine boyun eğdiğine, O'nun gözetimi, terbiyesi ve bol nimetleriyle yaptığı ihsanı içinde yaşadıklarına delil vardır.
Müşriklerin "yüz çevirmek" ile tavsif edilmelerinden sonra Cenab-ı Hak hiçbir faydası ve zararı dokunmayan tanrılara tapınmalarından dolayı onları azarlamakta ve şöyle buyurmaktadır:
"Yoksa onların bizden başka kendilerini koruyacak ilâhları mı var?" Allah'ın beyanından yüz çeviren o alaycı müşriklerin bizden başka kendilerini koruyacak ve himaye edecek güç ve kudret sahibi tanrıları mı var?
"Oysa onlar ne kendi kendilerine yardım edebilirler ne de bizden bir dostluk görebilirler." Yani bu sahte tanrılar kendilerine bile yardım edemez, kendilerinden zararı ve belâyı engelleyemezler. Bizden de kendilerine yardım edilmez. Çünkü onlar son derece acizlik ve güçsüzlük içindedirler. Nasıl olur da başkalarına yardım edebilirler. Başkalarından zararı kaldırabilir, yahut onlara fayda verebilirler.
Daha sonra Cenab-ı Hak onlara ziyadesiyle lütufta bulunduğunu haber vererek şöyle buyurdu:
"Doğrusu biz kendilerini ve atalarını (yaşadıkları) hayatı kendileri için çok uzun gibi görünceye kadar, nimetler içinde yaşattık." Onları aldatan ve içinde bulundukları dalâlete sevk eden şey dünya hayatında imkân içinde, nimet içinde yaşamaları, içinde bulunduğu durumda uzun bir müddet hayat sürmeleri, nihayet kendilerinin üstün bir durumda olduklarına inanmalarıdır. Gerçekte ise bu uzun zamana rağmen onlar hâlâ gaflet içindedirler. Bizim nimetimizle gururlandılar, şükrü unuttular.
Kısaca: Müşrikleri Allah'ın ayetlerinden yüz çevirmeye sevk eden şey sadece kendilerine verilen mühletin uzun olması idi.
Daha sonra Cenab-ı Hak onlara nasihatte bulunarak şöyle buyurdu:
"Emrimizin yeryüzüne gelip (onlara ait) yerlerin kıyısından köşesinden alıp gittikçe eksilttiğimizi görmüyorlar mı?" Onlar Allah'ın dostlarına, düşmanlarına karşı zafer ihsan etmesi, yalanlayan ümmetleri ve zalim kasabaları helak etmesi, mümin kullarını kurtarması, Mekke civarındaki beldelerin fethedilmesi ve şirk ehlinin topraklarının gittikçe azalmasından ibret almıyorlar mı? Diğer bir ifade ile: Bizim küfür diyarı ve Darü'l-Harbi azalttığımızı ve oralara müslümanları hâkim kılarak o yerlerin islâm diyarına katılması suretiyle "Onların ülkelerinin kıyısından, yanlarından gittikçe biraz daha aldığımızı görmüyorlar mı?" ayetinin anlamı Cenab-ı Hakkın müslümanlarm eliyle yaptığı fetihleri tasvir etmek ve İslâm askerlerinin ve askerî birliklerinin saldırgan müşriklerin topraklarını fethettiklerini ve bu toprakların kıyılarından alarak hakim olduklarını ifade etmektir:
Kıyılarının eksilmesinin anlamı: Müslümanların o topraklara girmesi, yavaş yavaş İslâm'ın nüfusunun genişlemesi, küfür topraklarının daralmasıdır, ayetin son cümlesi buna delildir: "Hiç üstün gelen onlar olabilir mi?" Yani üstün gelen biz miyiz, onlar mı? Nasıl üstün geleceklerini zannediyorlar? Onlar mağlûpturlar, yenilgiye uğramışlardır. Buradaki soru takrir (gerçeği ispat) ve takri' (başlarına vurmak) içindir.
Muasır alimlerden bazısı bu ayette yerkürenin kuzey ve güney taraflarında eksiklik bulunduğuna apaçık bir delil olduğu görüşündedir. Bu kuzey ve güney kutuplarında "el-Hattul-İhlîlecî (elips)" diye ifade edilen husustur. Bu da Allah Tealâ'nm kudretine, hakimiyet gücüne, yeryüzünün dönmesi esnasında ona hakim oluşuna delâlet eden hususlardandır.
45. ayette Cenab-ı Hak varlığına, kudretine ve birliğine ait Kur'andaki delilleri tekrar zikredip onlara ısrarla dikkat çektikten sonra şöyle buyurdu:
"De ki: Ben ancak sizi vahiyle uyarıyorum." Yani ey Peygamber onlara, şöyle söyle: Ben sadece sizi Rabbinizin kelâmı olan Kuranla uyarıyorum. Ben ancak sizi uyardığım azap ve cezanın Allah namına tebliğcisiyim. Bunun benim tarafımdan olduğunu zannetmeyin. Bunu size gönderen Allah'tır, bana da sizi uyarmamı O emretti. Benim görevim sadece tebliğdir, kabul etmeye zorlamak değildir. Benim çağrımı kabul etmezseniz bunun sorumluluğu ve cezası benim üzerime değil, sizin üzerinizedir.
"Fakat sağırlar ne kadar uyarılsalar çağrıyı işitmezler." Yani bu vahiy Allah'ın basiretini körleştirdiği, kulağına ve kalbine mühür vurduğu kimselere fayda vermez. Art arda gelen ve pek çok defa duydukları bu uyarılardan yararlanmamakta onların misali asla hiçbir şey işitmeyen sağırlar gibidir. Zira uyarıdan maksat sadece duymak değil, bilakis duyulan şeyle amel etmek, vacip olanı yapmaya yönelmek, haramlardan sakınmak ve hakkı bilmek suretiyle ona sımsıkı sarılmaktır. Bu maksat gerçekleşmezse duymanın faydası yoktur.
Daha sonra Cenab-ı Hak bunların durumlarının değişeceğini, artık uyarıldıkları şeylerden derhal etkilenen kimseler olacaklarını ve uyarılardan yararlanmadıklarını açıkça itiraf edeceklerini beyan ederek şöyle buyurdu:
"Yemin olsun ki, onlara Rabbinin azabından az bir şey dokunsa: Yazıklar olsun bize! Gerçekten biz zalim kimselermişiz, derler." Yani o hakkı yalanlayanlara kıyamet günü Allah'ın azabından pek az bir şey isabet etse, hemen günahlarını itiraf ederler, kendilerinin dünyada nefislerine zulmeden kimseler olduklarını kabul ederler, kendilerinin yaptıkları ihmal dolayısıyla pişmanlıklarını ortaya koyarlar. Eyvah, yazık diye bağırışırlar ama artık bunun hiçbir faydası olmaz.
Zemahşerî Keşşafta diyor ki: Ayette üç defa mübalağa yapılmıştır:
a) Dokunma kelimesinin kullanılması.
b) "Nefha" kelimesinde "pek az, basit" manasının bulunması.
c) "Nefha" kelimesinin masdar-ı merre (bir defa manasında) olması.
Bundan sonra Cenab-ı Hak ahirette onlara gelecek bütün azabın adaletin gereği olduğunu beyan etmek üzere şöyle buyurdu:
"Biz kıyamet günü için adalet terazileri kuracağız. Hiçbir kimseye bir haksızlık yapılmayacaktır." Yani biz kıyamet gününde yahut kıyamet günü halkı için amel defterlerinin tartıldığı adalet terazileri kuracağız. O zaman hiçbir kimseye hiçbir haksızlık yapılmayacaktır. Her ne kadar onlar dünyada nefislerine zulmetmiş olsalar da ahirette zulme uğramayacaklardır. "Hiçbir kimseye hiçbir haksızlık yapılmayacaktır" ifadesi ilâhî terazinin adil olduğunu, hiçbir kimsenin hak kazandığı sevabının eksik olarak verilmeyeceğini bir kez daha vurgulamaktadır.
Alimlerin çoğunluğu bu ilâhî terazinin tek bir terazi olduğu görüşündedirler. Bu terazide tartılacak amellerin çeşitli olması dikkate alınarak çoğul olarak kullanılmıştır. Teraziler "âdil" olarak tavsif edilmiştir. Çünkü terazi aslında tartan bir terazi olacağı gibi böyle olmayabilir de.
Bir görüşe göre "terazilerin kurulması"nd&n murad düzgün bir hesap görülmesi, amellerin karşılığının hiçbir kimseye zerre kadar haksızlık yapılmadan adalet ve insaf gözetilerek verilmesidir. Yani tartmaktan gaye yaratıklar arasında adaletin gözetilmesidir. Bu gerçeğe tartılacak şeylerin tartılması için terazilerin kurulması ile örnek verilmiştir.
Bu hususta -tercih edilmeye daha lâyık- bir başka görüş de şudur: Burada anlatılmak istenen husus Allah Tealâ'nın gerçek terazileri kurup bunlarla amelleri tartacak olmasıdır.
Hasan-ı Basrî diyor ki: Bu ilâhî terazinin iki kefesi ve bir dili vardır. Kimin sevapları günahlarından ağır gelirse helak olanlardan olur.
el-Kıst, adalet demektir. Yani terazilerde dünya terazilerinde olduğu gibi hiçbir şekilde eksik tartma ve haksızlık yoktur.
"Bir hardal tanesi kadar da olsa biz onu ortaya koyarız." Yani işlenen amel veya zulüm hardal tanesi ağırlığında bile olsa biz iyi veya kötü ona tam karşılığını veririz.
"Hesap gören olarak biz yeteriz." Yani kulların amellerini tespit etmek üzere biz yeteriz. Onların amellerini bizden daha iyi bilen hiçbir kimse yoktur. Amelleri değerlendirme hususunda da bizden daha doğru ve daha adil hiçbir kimse yoktur.
Bu ayette Allah Tealâ hakkında üzerlerine vacip olan kulluk vazifelerinde-ki ihmal ve kusurlarından dolayı kâfirlere ve isyankârlara kuvvetli bir tehdit ve şiddetli bir uyarı yapılmaktadır. Zira hiçbiri birbirine karıştırmadan gayet iyi bilen, hiçbir gücün âciz kalamayacağı eşsiz kudrete sahip bir varlıktan insanlar şiddetle korkmak mecburiyetindedirler.
49- Onlar tenha yerlerde de Rablerin-den korkarlar. Onlar kıyametin dehşetinden ürperirler.
50- Bu (Kur'an) da bizim O'na (Muham-med'e) indirdiğimiz mübarek bir öğüttür. Şimdi siz bunu inkâr mı ediyorsunuz?
Açıklaması
Çoğu zaman Allah Tealâ Hz. Musa (a.s.) ile Hz. Muhammed (s. a.) ve kitaplarını bir arada zikreder. Bu, peygamberlik ilişkisinin ve vahiy ilişkisinin devam ettiğini beyan etmek ve Tevrat'ın sahih olan, değiştirilmemiş aslı ile Kur'an-ı Kerim arasında hem dini, hem dünyayı, hem inancı hem de ibadeti içine alan mükemmel Şeriat sistemi açısından pek çok benzerlikler bulunduğuna işaret etmek içindir.
Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Yemin olsun ki, biz Musa ve Harun'a takva sahipleri için bir ışık ve öğüt olan Furkan'ı -Tevrat'ı- verdik." Yani Allah'a yemin olsun ki biz Musa ve Harun'a şeriatın hükümlerini ihtiva eden bir kitap verdik. Bu kitap Allah'ın kendisinde hakkı batıldan, helâli haramdan ayırd ettiği Tevrat'tır. Tevrat aynı zamanda hidayet ve kurtuluş yoluna ulaşabilmek için şaşkınlık ve bilgisizlik karanlıklarında kendisiyle aydınlanılan bir nurdur. O ayrıca Rablerinden gerçek manada korkan takva sahiplerinin ibret alacağı bir öğüt ve nasihat kitabıdır.
Takva sahipleri şu vasıfları taşımaktadırlar:
1. Tenhada Allah'tan korkmak: "Onlar tenha yerlerde de Rablerinden korkarlar. " Yani onlar tenha, gizli ve hiç kimsenin durumlarını bilmediği yerlerde Rablerinin azabından korkarlar, emrini tutar, nehyinden kaçınırlar. Razî, bu mana akla en yakın manadır demektedir.
Kur'an-ı Kerim'de bu mana üzerinde tekrar tekrar durulmuştur. Nitekim başlıca ayetlerde şöyle buyurulmaktadır: "Tenha yerlerde de Rahmandan korkan ve O'nun huzuruna halis bir kalple gelen kimse..." (Kaf, 50/33); "Tenha yerlerde de Rablerinden korkan kimselere mağfiret ve büyük bir ecir vardır." (Mülk, 67/12).
2. Kıyamet gününden korkmak: "Onlar kıyametten de ürperirler." Yani onlar kıyametten, onun dehşetinden, orada olacak hesap ve sorgudan da korkar, titrerler.
Cümleye zamirle başlanması ve hükmün onun üzerine bina edilmesinde mübalağa ve ta'riz vardır.
Kur'an-ı Kerimin hususiyetleri: Tevrat'ın özellikleri bunlar olunca Kur'an-ı Kerim'in buna benzer özellikleri vardır: Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
"Bu (Kur'an) da ... mübarek bir öğüttür." Yani sana indirilen bu Kur'an bir hatırlatma ve öğüttür. Faydalarının çokluğu, haberlerinin çeşitliliği ile feyiz dolu, bereket dolu bir kitaptır.
"Şimdi siz bunu inkâr mı ediyorsunuz?" Bu kadar çok faydalı bunun gibi bir kitabı nasıl olur da inkâr edersiniz? Son derece açık ve net olduğu halde onu nasıl inkar edersiniz? Kur'an aynı zamanda gayet ince nazmı, derin belâğati, aklî delilleri ve şeriatı beyan etmesiyle mucizedir. Siz kelâmın eşsizliğini, dilinin fesahatini ve beyanın sağlamlığını en iyi takdir eden kimseler olarak O'nun Allah tarafından indirildiğini nasıl inkâr edersiniz? [11]
48- Yemin olsun ki, biz Musa ve Harun'a takva sahipleri için bir ışık ve öğüt olan hakkı batıldan ayıran kitabı -Tevrat'ı-indirdik.
49- Onlar tenha yerlerde de Rablerin-den korkarlar. Onlar kıyametin dehşetinden ürperirler.
50- Bu (Kur'an) da bizim O'na (Muham-med'e) indirdiğimiz mübarek bir öğüttür. Şimdi siz bunu inkâr mı ediyorsunuz?
Açıklaması
Çoğu zaman Allah Tealâ Hz. Musa (a.s.) ile Hz. Muhammed (s. a.) ve kitaplarını bir arada zikreder. Bu, peygamberlik ilişkisinin ve vahiy ilişkisinin devam ettiğini beyan etmek ve Tevrat'ın sahih olan, değiştirilmemiş aslı ile Kur'an-ı Kerim arasında hem dini, hem dünyayı, hem inancı hem de ibadeti içine alan mükemmel Şeriat sistemi açısından pek çok benzerlikler bulunduğuna işaret etmek içindir.
Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Yemin olsun ki, biz Musa ve Harun'a takva sahipleri için bir ışık ve öğüt olan Furkan'ı -Tevrat'ı- verdik." Yani Allah'a yemin olsun ki biz Musa ve Harun'a şeriatın hükümlerini ihtiva eden bir kitap verdik. Bu kitap Allah'ın kendisinde hakkı batıldan, helâli haramdan ayırd ettiği Tevrat'tır. Tevrat aynı zamanda hidayet ve kurtuluş yoluna ulaşabilmek için şaşkınlık ve bilgisizlik karanlıklarında kendisiyle aydınlanılan bir nurdur. O ayrıca Rablerinden gerçek manada korkan takva sahiplerinin ibret alacağı bir öğüt ve nasihat kitabıdır.
Takva sahipleri şu vasıfları taşımaktadırlar:
1. Tenhada Allah'tan korkmak: "Onlar tenha yerlerde de Rablerinden korkarlar. " Yani onlar tenha, gizli ve hiç kimsenin durumlarını bilmediği yerlerde Rablerinin azabından korkarlar, emrini tutar, nehyinden kaçınırlar. Razî, bu mana akla en yakın manadır demektedir.
Kur'an-ı Kerim'de bu mana üzerinde tekrar tekrar durulmuştur. Nitekim başlıca ayetlerde şöyle buyurulmaktadır: "Tenha yerlerde de Rahmandan korkan ve O'nun huzuruna halis bir kalple gelen kimse..." (Kaf, 50/33); "Tenha yerlerde de Rablerinden korkan kimselere mağfiret ve büyük bir ecir vardır." (Mülk, 67/12).
2. Kıyamet gününden korkmak: "Onlar kıyametten de ürperirler." Yani onlar kıyametten, onun dehşetinden, orada olacak hesap ve sorgudan da korkar, titrerler.
Cümleye zamirle başlanması ve hükmün onun üzerine bina edilmesinde mübalağa ve ta'riz vardır.
Kur'an-ı Kerimin hususiyetleri: Tevrat'ın özellikleri bunlar olunca Kur'an-ı Kerim'in buna benzer özellikleri vardır: Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
"Bu (Kur'an) da ... mübarek bir öğüttür." Yani sana indirilen bu Kur'an bir hatırlatma ve öğüttür. Faydalarının çokluğu, haberlerinin çeşitliliği ile feyiz dolu, bereket dolu bir kitaptır.
"Şimdi siz bunu inkâr mı ediyorsunuz?" Bu kadar çok faydalı bunun gibi bir kitabı nasıl olur da inkâr edersiniz? Son derece açık ve net olduğu halde onu nasıl inkar edersiniz? Kur'an aynı zamanda gayet ince nazmı, derin belâğati, aklî delilleri ve şeriatı beyan etmesiyle mucizedir. Siz kelâmın eşsizliğini, dilinin fesahatini ve beyanın sağlamlığını en iyi takdir eden kimseler olarak O'nun Allah tarafından indirildiğini nasıl inkâr edersiniz? [11]
+/- 9-Putlara Tapmayı İnkâr Etme Ve Allah Tealâ'nın Birliğine Davet49- Onlar tenha yerlerde de Rablerin-den korkarlar. Onlar kıyametin dehşetinden ürperirler.
50- Bu (Kur'an) da bizim O'na (Muham-med'e) indirdiğimiz mübarek bir öğüttür. Şimdi siz bunu inkâr mı ediyorsunuz?
Açıklaması
Çoğu zaman Allah Tealâ Hz. Musa (a.s.) ile Hz. Muhammed (s. a.) ve kitaplarını bir arada zikreder. Bu, peygamberlik ilişkisinin ve vahiy ilişkisinin devam ettiğini beyan etmek ve Tevrat'ın sahih olan, değiştirilmemiş aslı ile Kur'an-ı Kerim arasında hem dini, hem dünyayı, hem inancı hem de ibadeti içine alan mükemmel Şeriat sistemi açısından pek çok benzerlikler bulunduğuna işaret etmek içindir.
Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Yemin olsun ki, biz Musa ve Harun'a takva sahipleri için bir ışık ve öğüt olan Furkan'ı -Tevrat'ı- verdik." Yani Allah'a yemin olsun ki biz Musa ve Harun'a şeriatın hükümlerini ihtiva eden bir kitap verdik. Bu kitap Allah'ın kendisinde hakkı batıldan, helâli haramdan ayırd ettiği Tevrat'tır. Tevrat aynı zamanda hidayet ve kurtuluş yoluna ulaşabilmek için şaşkınlık ve bilgisizlik karanlıklarında kendisiyle aydınlanılan bir nurdur. O ayrıca Rablerinden gerçek manada korkan takva sahiplerinin ibret alacağı bir öğüt ve nasihat kitabıdır.
Takva sahipleri şu vasıfları taşımaktadırlar:
1. Tenhada Allah'tan korkmak: "Onlar tenha yerlerde de Rablerinden korkarlar. " Yani onlar tenha, gizli ve hiç kimsenin durumlarını bilmediği yerlerde Rablerinin azabından korkarlar, emrini tutar, nehyinden kaçınırlar. Razî, bu mana akla en yakın manadır demektedir.
Kur'an-ı Kerim'de bu mana üzerinde tekrar tekrar durulmuştur. Nitekim başlıca ayetlerde şöyle buyurulmaktadır: "Tenha yerlerde de Rahmandan korkan ve O'nun huzuruna halis bir kalple gelen kimse..." (Kaf, 50/33); "Tenha yerlerde de Rablerinden korkan kimselere mağfiret ve büyük bir ecir vardır." (Mülk, 67/12).
2. Kıyamet gününden korkmak: "Onlar kıyametten de ürperirler." Yani onlar kıyametten, onun dehşetinden, orada olacak hesap ve sorgudan da korkar, titrerler.
Cümleye zamirle başlanması ve hükmün onun üzerine bina edilmesinde mübalağa ve ta'riz vardır.
Kur'an-ı Kerimin hususiyetleri: Tevrat'ın özellikleri bunlar olunca Kur'an-ı Kerim'in buna benzer özellikleri vardır: Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
"Bu (Kur'an) da ... mübarek bir öğüttür." Yani sana indirilen bu Kur'an bir hatırlatma ve öğüttür. Faydalarının çokluğu, haberlerinin çeşitliliği ile feyiz dolu, bereket dolu bir kitaptır.
"Şimdi siz bunu inkâr mı ediyorsunuz?" Bu kadar çok faydalı bunun gibi bir kitabı nasıl olur da inkâr edersiniz? Son derece açık ve net olduğu halde onu nasıl inkar edersiniz? Kur'an aynı zamanda gayet ince nazmı, derin belâğati, aklî delilleri ve şeriatı beyan etmesiyle mucizedir. Siz kelâmın eşsizliğini, dilinin fesahatini ve beyanın sağlamlığını en iyi takdir eden kimseler olarak O'nun Allah tarafından indirildiğini nasıl inkâr edersiniz? [11]
51- Şüphesiz biz daha önce İbrahim'e de hakkı bulma kabiliyetini vermiştik. Zaten biz O'nu gayet iyi biliyorduk.
52- İbrahim babasına ve kavmine: "Sizin şu tapmakta olduğunuz heykeller nedir?" demişti.
53- Onlar da: "Biz atalarımızı bunlara tapıyor bulduk." dediler.
54- İbrahim: "Doğrusu siz de, atalarınız da apaçık bir sapıklık içine düşmüşsünüz." dedi.
55- Onlar: "Sen bize gerçeği mi getirdin, yoksa sen de şaka yapanlardan mısın?" dediler.
56- İbrahim: "Hayır, sizin Rabbiniz gökleri ve yeri yoktan var eden, göklerin ve yerin Rabbi olan Allah'tır. Ben de buna şahitlik edenlerdenim.
57- Allah'a yemin olsun ki, siz buradan arkanızı dönüp gittikten sonra ben putlarınıza mutlaka bir tuzak kuracağım " dedi.
58- Nihayet (İbrahim) putları parça parça etti. Ancak içlerinden büyük olana dokunmadı. Belki o puta gelip baş vururlar (!) diye.
Açıklaması
"Şüphesiz biz daha önce İbrahim'e de hakkı bulma kabiliyetini vermiştik..." Allah'a yemin olsun ki, biz İbrahim'e rüşdünü vermiş, Musa ve Harun'dan önce yahut peygamberlikten önce onu hayır ve salâh yoluna iletmiş, onu Allah'ın birliğini tanımak ve putlara tapınmaya düşmanlık etmek hususunda muvaffak kılmıştık. Çünkü bu putlar hiçbir fayda veremez, hiçbir zararı dokunmaz, işitmez, görmez varlıklardır. Bunlar sadece babasının İbrahim'in (a.s.) önünde keserle yaptığı ağaç, maden veya taştırlar. Zaten biz onun peygamberliğe ehil, güzel ahlâkı haiz bir kimse olduğunu gayet iyi biliyorduk.
Rüşd, ya peygamberlik yahut din ve dünya meselelerinde hayır ve salaha ehil olmak demektir. Kurtubî, tefsir ehlinin çoğu birinci görüştedir; yani rüş-dün peygamberlik olduğu görüşündedir, demiştir.
"Hz. İbrahim babasına ve kavmine: Sizin şu tapmakta olduğunuz heykeller nedir? demişti."
Yani kavminin Allah'ı bırakıp putlara tapmalarını yadırgadığı ve "Nedir şu sizin tapmakta olduğunuz ve ta'zim gösterdiğiniz heykeller ve putlar?" dediği zaman biz ona rüşdünü -hakkı bulma kabiliyetini- vermiştik.
Ayette bu putlar hakkında düşünmek gerektiğine ve bunların hiçbir faydası olmadığına işaret vardır. Fakat onlar bunu yapmadılar. Hiçbir delil olmaksızın geçmişi körü körüne taklit etmekte ısrar ettiler ve şöyle dediler:
"Biz atalarımızı bunlara tapıyor bulduk." Yani bizim atalarımızı taklit etmekten, geçmişe uymaktan başka hiçbir delilimiz yoktur. Zayıflık ve basitlik içinde zaten bu, yeterli idi.
Hz. İbrahim (a.s.) bu davranışlarından dolayı onları ayıpladı. "Doğrusu siz de atalarınız da apaçık bir sapıklık içine düşmüşsünüz, dedi." Sizinle babalarınız arasında hiçbir fark yoktur. Siz de onlar da hak metodunuzdan ye doğru yoldan ayrı apaçık bir sapıklık içindesiniz, dedi.
Bu ifade yanlış bir görüşü zamanın ilerlemesinin, günlerin geçmesinin değiştirmeyeceğine işaret etmektedir.
Kavmi Hz. İbrahim'in bu sözünü şaşkınlıkla karşıladılar ve ona şu soruyu sordular: "Sen bize gerçek olan bir şey mi getirdin yoksa sen de bizimle şaka yapanlardan mısın?" Senden duyduğumuz bu söz nedir? Sen bu sözü oyun, eğlence, mizah olsun diye mi söylüyorsun, yoksa bu sözünde ciddi ve gerçekçi misin? Çünkü biz bunu senden önce hiç işitmedik.
Hz. İbrahim (a.s.) putlara tapmayı yadırgadıktan sonra hakkı beyan et- ve ibadete lâyık olan Allah'ı göstermek üzere şu cevabı verdi: "Hayır, sizin ttabbiniz gökleri ve yeri yoktan var eden, göklerin ve yerin Rabbi Allahtır." Yani ben şaka ve oyunla değil ciddiyetle ve hak sözle konuşuyorum. Çünkü ibadete lâyık olan Rab gökleri ve yeri yaratan, daha önce hiçbir benzeri olmaksızın jııif 1111 var eden, meydana getiren, göklerin ve yerin gerçek sahibi olan Allahtır. O bütün her şeyin yaratıcısıdır. O kendisinden başka ilâh bulunmayan Rabdır
"Ben de buna şahitlik edenlerdenim." Ben de O'ndan başka ilâh olmadığına, O'ndan başka Rab olmadığına şehadet ediyorum.
Kısaca: Hz. İbrahim hakkı ortaya koymak hususunda ciddi olduğunu gösterdi. Bu hak önce sözle Allah'ın birliğini kabul etmek -bu da O'nun söylediği ■imdür.- Sonra da bizzat fiille desteklemek. Bu sebeple Hz. İbrahim (a.s.) kavmimden bazılarının duyacağı şekilde yemin ederek şöyle dedi:
"Allah'a yemin olsun ki, siz buradan arkanızı dönüp gittikten sonra ben Mutlarınıza mutlaka tuzak kuracağım." Siz bayramınıza gittikten sonra sizin pıtlarınızı kırmaya ve onlara zarar vermeye gayret edeceğim, dedi. Kavminin her sene yaptıkları bir bayram toplantısı vardı. Oraya çıkarlar, sonra dönerler, putlara secde ederlerdi.
Hz. İbrahim'in (a.s.) bu sözünü kavminden biri duymuş, ezberlemişti. Sonra bunu haber vermiş, bu haber kavmi arasında yayılmıştı. Bunun üzerine "Kavmi İbrahim denilen gencin onlara (putlara) dil uzattığını işitmiştik, dedi-far." (Enbiya, 21/60).
Hz. İbrahim (a.s.) hasta olduğu şeklinde mazeret ileri sürerek bayram top-a£LCL=ına çıkmadı. Planını bilfiil uygulamaya koydu. Putların kendilerine yapı-az. eziyeti gidermeye güçlerinin yetmediğini düşününce belki de putlara tap-ulit: terk edeceklerdi. Zira pratik delil gönle daha tesirli, düşünmeye daha çok leşTik edici ve zihne vurması daha şiddetli idi.
^Sihayet (İbrahim) putları parça parça etti. Ancak içlerinden büyük olana dmümamadı. Belki o puta gelip baş vururlar diye." Kavmi gidince Hz. İbrahim İbjiJ putların yanına girdi. Putların önlerinde yiyecekler vardı. Hepsini pa-■«■parça etti, küçük küçük parçalara böldü. Hepsini kırmış ama oradaki bü-jrüC putu kırmamıştı: "Üzerlerine yavaşça yürüyüp onlara sağ eliyle kuvvetli bir indirdi." (Saffat, 37/93). Belki de bu putperestler normal olarak fayda bu büyük puta müracaat ederler diye, Hz. İbrahim de baltayı bu pu-ı boynuna veya eline astı. Böylece putun hiçbir şey yapamadığını, putları . gurura kapıldıklarını, bilgisiz olduklarını onlar da anlasınlar istedi. [12]
+/- 10-Putların Kırılması Olayından Sonra Hz. İbrahim (A.S.) İle Kavmi Arasında Geçen Sert Tartışma52- İbrahim babasına ve kavmine: "Sizin şu tapmakta olduğunuz heykeller nedir?" demişti.
53- Onlar da: "Biz atalarımızı bunlara tapıyor bulduk." dediler.
54- İbrahim: "Doğrusu siz de, atalarınız da apaçık bir sapıklık içine düşmüşsünüz." dedi.
55- Onlar: "Sen bize gerçeği mi getirdin, yoksa sen de şaka yapanlardan mısın?" dediler.
56- İbrahim: "Hayır, sizin Rabbiniz gökleri ve yeri yoktan var eden, göklerin ve yerin Rabbi olan Allah'tır. Ben de buna şahitlik edenlerdenim.
57- Allah'a yemin olsun ki, siz buradan arkanızı dönüp gittikten sonra ben putlarınıza mutlaka bir tuzak kuracağım " dedi.
58- Nihayet (İbrahim) putları parça parça etti. Ancak içlerinden büyük olana dokunmadı. Belki o puta gelip baş vururlar (!) diye.
Açıklaması
"Şüphesiz biz daha önce İbrahim'e de hakkı bulma kabiliyetini vermiştik..." Allah'a yemin olsun ki, biz İbrahim'e rüşdünü vermiş, Musa ve Harun'dan önce yahut peygamberlikten önce onu hayır ve salâh yoluna iletmiş, onu Allah'ın birliğini tanımak ve putlara tapınmaya düşmanlık etmek hususunda muvaffak kılmıştık. Çünkü bu putlar hiçbir fayda veremez, hiçbir zararı dokunmaz, işitmez, görmez varlıklardır. Bunlar sadece babasının İbrahim'in (a.s.) önünde keserle yaptığı ağaç, maden veya taştırlar. Zaten biz onun peygamberliğe ehil, güzel ahlâkı haiz bir kimse olduğunu gayet iyi biliyorduk.
Rüşd, ya peygamberlik yahut din ve dünya meselelerinde hayır ve salaha ehil olmak demektir. Kurtubî, tefsir ehlinin çoğu birinci görüştedir; yani rüş-dün peygamberlik olduğu görüşündedir, demiştir.
"Hz. İbrahim babasına ve kavmine: Sizin şu tapmakta olduğunuz heykeller nedir? demişti."
Yani kavminin Allah'ı bırakıp putlara tapmalarını yadırgadığı ve "Nedir şu sizin tapmakta olduğunuz ve ta'zim gösterdiğiniz heykeller ve putlar?" dediği zaman biz ona rüşdünü -hakkı bulma kabiliyetini- vermiştik.
Ayette bu putlar hakkında düşünmek gerektiğine ve bunların hiçbir faydası olmadığına işaret vardır. Fakat onlar bunu yapmadılar. Hiçbir delil olmaksızın geçmişi körü körüne taklit etmekte ısrar ettiler ve şöyle dediler:
"Biz atalarımızı bunlara tapıyor bulduk." Yani bizim atalarımızı taklit etmekten, geçmişe uymaktan başka hiçbir delilimiz yoktur. Zayıflık ve basitlik içinde zaten bu, yeterli idi.
Hz. İbrahim (a.s.) bu davranışlarından dolayı onları ayıpladı. "Doğrusu siz de atalarınız da apaçık bir sapıklık içine düşmüşsünüz, dedi." Sizinle babalarınız arasında hiçbir fark yoktur. Siz de onlar da hak metodunuzdan ye doğru yoldan ayrı apaçık bir sapıklık içindesiniz, dedi.
Bu ifade yanlış bir görüşü zamanın ilerlemesinin, günlerin geçmesinin değiştirmeyeceğine işaret etmektedir.
Kavmi Hz. İbrahim'in bu sözünü şaşkınlıkla karşıladılar ve ona şu soruyu sordular: "Sen bize gerçek olan bir şey mi getirdin yoksa sen de bizimle şaka yapanlardan mısın?" Senden duyduğumuz bu söz nedir? Sen bu sözü oyun, eğlence, mizah olsun diye mi söylüyorsun, yoksa bu sözünde ciddi ve gerçekçi misin? Çünkü biz bunu senden önce hiç işitmedik.
Hz. İbrahim (a.s.) putlara tapmayı yadırgadıktan sonra hakkı beyan et- ve ibadete lâyık olan Allah'ı göstermek üzere şu cevabı verdi: "Hayır, sizin ttabbiniz gökleri ve yeri yoktan var eden, göklerin ve yerin Rabbi Allahtır." Yani ben şaka ve oyunla değil ciddiyetle ve hak sözle konuşuyorum. Çünkü ibadete lâyık olan Rab gökleri ve yeri yaratan, daha önce hiçbir benzeri olmaksızın jııif 1111 var eden, meydana getiren, göklerin ve yerin gerçek sahibi olan Allahtır. O bütün her şeyin yaratıcısıdır. O kendisinden başka ilâh bulunmayan Rabdır
"Ben de buna şahitlik edenlerdenim." Ben de O'ndan başka ilâh olmadığına, O'ndan başka Rab olmadığına şehadet ediyorum.
Kısaca: Hz. İbrahim hakkı ortaya koymak hususunda ciddi olduğunu gösterdi. Bu hak önce sözle Allah'ın birliğini kabul etmek -bu da O'nun söylediği ■imdür.- Sonra da bizzat fiille desteklemek. Bu sebeple Hz. İbrahim (a.s.) kavmimden bazılarının duyacağı şekilde yemin ederek şöyle dedi:
"Allah'a yemin olsun ki, siz buradan arkanızı dönüp gittikten sonra ben Mutlarınıza mutlaka tuzak kuracağım." Siz bayramınıza gittikten sonra sizin pıtlarınızı kırmaya ve onlara zarar vermeye gayret edeceğim, dedi. Kavminin her sene yaptıkları bir bayram toplantısı vardı. Oraya çıkarlar, sonra dönerler, putlara secde ederlerdi.
Hz. İbrahim'in (a.s.) bu sözünü kavminden biri duymuş, ezberlemişti. Sonra bunu haber vermiş, bu haber kavmi arasında yayılmıştı. Bunun üzerine "Kavmi İbrahim denilen gencin onlara (putlara) dil uzattığını işitmiştik, dedi-far." (Enbiya, 21/60).
Hz. İbrahim (a.s.) hasta olduğu şeklinde mazeret ileri sürerek bayram top-a£LCL=ına çıkmadı. Planını bilfiil uygulamaya koydu. Putların kendilerine yapı-az. eziyeti gidermeye güçlerinin yetmediğini düşününce belki de putlara tap-ulit: terk edeceklerdi. Zira pratik delil gönle daha tesirli, düşünmeye daha çok leşTik edici ve zihne vurması daha şiddetli idi.
^Sihayet (İbrahim) putları parça parça etti. Ancak içlerinden büyük olana dmümamadı. Belki o puta gelip baş vururlar diye." Kavmi gidince Hz. İbrahim İbjiJ putların yanına girdi. Putların önlerinde yiyecekler vardı. Hepsini pa-■«■parça etti, küçük küçük parçalara böldü. Hepsini kırmış ama oradaki bü-jrüC putu kırmamıştı: "Üzerlerine yavaşça yürüyüp onlara sağ eliyle kuvvetli bir indirdi." (Saffat, 37/93). Belki de bu putperestler normal olarak fayda bu büyük puta müracaat ederler diye, Hz. İbrahim de baltayı bu pu-ı boynuna veya eline astı. Böylece putun hiçbir şey yapamadığını, putları . gurura kapıldıklarını, bilgisiz olduklarını onlar da anlasınlar istedi. [12]
59- Kavmi: "Bunu bizim tanrılarımıza kim yaptı? Muhakkak o zalimlerden biridir." dediler.
60- Bazıları: "İbrahim denilen bir gencin onlara dil uzattığını işitmiştik." dediler.
61- Bunun üzerine kavmin ileri gelenleri: "Öyleyse onu insanların gözleri önüne getirin. Belki de ona şahitlik ederler." dediler.
62- (İbrahim'i getirdiklerinde) "İlahlarımıza bunu sen mi yaptın ey İbrahim?" dediler.
63- İbrahim: "Hayır, işte şu büyükleri yapmış olmalı. (İsterseniz) Onlara sorun eğer konuşurlarsaF' dedi.
64- (Bunun üzerine) kendi vicdanlarına baş vurup (içlerinden): "Aslında haksız olan sizsiniz." dediler.
65- Sonra yine eski kafalarına döndüler: "Bunların konuşamayacağını sen de gayet iyi biliyorsun." dediler.
Açıklaması
Bu bölüm Hz. İbrahim (a.s.) kıssasının putperestlerin putlarının kırılıp parçalanmasından sonra galeyana gelip kin ve intikam duymaları merhalesini tasvir eden failinin bilinmesi gereken çok dehşetli bir olay idi. Bu olayın hikâyesi şöyledir:
"Kavmi: Bunu bizim tanrılarımıza kim yaptı? dediler." Yani Hz. İbrahim (a.s.) kavminden puta tapanlar, Nemrud ve adamları bayramlarından dönüp putlarının kırıldığını görünce tehdit ve azarlama yoluyla: "Bu tanrıları kıran kim?" dediler. Kavminin putlarını "tanrılar" diye ifade etmeleri, Hz. İbrahim'i şiddetli ayıpladıklarını, bu durumun korkunçluğunu ve dehşetini ifade etmektedir. Kavmine göre Hz. İbrahim "Muhakkak o zalimlerden biridir." Yani bu işi yapan bu davranışıyla kendine zulmeden kimselerden biridir. Ya tanrılara karşı olan cüreti sebebiyle, ya da onları kırıp paramparça etmesi ve halen de onları küçümsemeye devam etmesi sebebiyle kendini tahkir edilmeye ve cezaya maruz bırakmaktadır.
"Bazıları: İbrahim denilen bir gencin onlara dil uzattığını işitmiştik, dediler." Hz. İbrahim'in (a.s.) daha önce geçen: "Allah'a yemin ederim ki sizin putlarınıza mutlaka tuzak kuracağım." sözünü işiten bazıları: "İbrahim adı verilen bir gencin onları ayıpladığını ve onlara tehditte bulunduğunu duymuştuk, onlara bunu yapan O'dur." dediler.
İbni Abbas: Allah her peygamberi genç olarak göndermektedir. Her âlime ilim genç yaşta verilmektedir, demiş ve şu ayeti okumuştur: "Bazıları, İbrahim denilen bir gencin onlara dil uzattığını işitmiştik, dediler."
Bu ayetin zahiri bunu söyleyenlerin bir kişi değil bir gurup olduklarına delâlet etmektedir. Hz. İbrahim (a.s.) onlarla tartışıyor ve: "Tapıp durduğunuz bu heykeller de nedir?" diyordu. Dolayısıyla onların zihinlerine bu işi Hz. İbrahim'in yaptığı şeklinde bir düşünce hâkim oldu.
Bunun üzerine kavmin ileri gelenleri: "Öyleyse onu insanların gözleri önüne getirin. Belki de ona şahitlik ederler, dediler." Yani Nemrud ve kavminin eşrafı şöyle dediler: O halde onu büyük bir topluluğun huzuruna, bütün insanların göreceği ve duyulabileceği bir yere getirin. Böylece insanlar onu görüp aleyhinde şahitlikte bulunsunlar. Onu delilsiz olarak alıp götürmesinler veya ona yapılacak şeyi görsünler de ibret olsun.
Hz. İbrahim'in (a.s.) maksadı zaten bu idi. Bu büyük topluluk huzurunda, onların kendilerine zarar verilmesini engelleyemeyen ve hiç bir kimseye yardımı dokunmayan putlara tapmak suretiyle akıllarını çok az kullandıklarını ve çok bilgisiz olduklarını beyan etmek istiyordu.
"İlâhlarımıza bunu sen mi yaptın ey İbrahim? dediler." Yani Hz. İbrahim'i getirince -bu anlaşılan ama mahzuf olan bir cümledir.- Ona: Bu putları kıran sen misin? dediler. Hz. İbrahim (a.s.) da onlara şu cevabı verdi: "Hayır, işte şu büyükleri yapmış olmalı." Yani bilâkis bunu yapan şu büyük puttur. Bu put Hz. ibrahim'in (a.s.) kırmadığı put idi.
Hz. İbrahim (a.s.) onların bu puta karşı olan aşırı hürmetlerini görüp onun sebep olduğunu veya kendini bu işe, yani putları hiçe sayma ve onları kırmak işine onun sevkettiğini dikkate almaları için bu fiili büyük puta nispet etti. Zira bir fiil bizzat yapana isnat edildiği gibi sebep olana da isnat edilebilir. Yahut Hz. İbrahim (a.s.) onları hüccetle ilzam etmek ve onları susturmak için tariz üslubuyla onun yaptığını ikrar etti. Nitekim şaheser bir sanat eserini sergileyen meşhur sanatkâra yahut güzel bir yazının hattatına, bunu yapanın kim olduğu sorulunca: "Belki de sen yapmış olabilirsin; Sen yazmış olabilirsin." demesi gibidir. Bu cevaptan maksat bu hattın veya sanatın sahibini gizlemek değil sual soranın sualini istihza ile karşılayıp suali ona ispat ettirmektir.
"Onlara sorun, eğer konuşurlarsa!" Yani eğer bunlar konuşan tanrılar ise bu putları kimin kırdığını kendilerine sorun, dedi.
Bu cevapta putlara tapmanın asılsızlığına dikkatleri çekilmekte ve zihinleri uyarılmaktadır. Böylece putların faydasız olduklarını ve bunların dilsiz taşlar olup, konuşmayan cansız varlıklar olduklarını, böyle varlıkların nasıl ta-pdmaya lâyık olabilecekleri hususunu kendilerinden itiraf etmeye teşvik edilmektedirler.
Bu cevap -bundan sonraki şu ayetin delaletiyle- onların fikirlerine tesir etmiştir: "Bunun üzerine kendi vicdanlarına baş vurdular." Yani Hz. İbrahim'in ta-s.) kavmi o zaman kendi kendilerini ayıpladılar. Tanrıları konuşmadıklarına göre onların bekçiliğini yapmak ve onları korumak noktasında kusurlu olduklannı ifade ettiler ve şöyle dediler:
"Aslında haksız olan sizsiniz dediler." Birbirlerine: İlâhları bekçisiz bırakmak ve ihmal etmek sebebiyle aslında haksız olan sizsiniz. Yahut konuşmayan varlıklara tapmak sebebiyle siz kendi kendinize zulmettiniz, dediler.
"Sonra yine eski kafalarına döndüler. Bunların konuşmayacağını sen de gayet iyi biliyorsun, dediler." Yani düşünmek ve incelemek için başlarını önlerine eğdiler. Yahut tekrar Hz. İbrahim'e (a.s.) karşı batıl yolla mücadele etmeye döndüler. İstikametten ayrıldılar. Şaşkınlık içinde kalınca Hz. İbrahim'e (a.s.) karşı şu delili ileri sürdüler. "Sen de biz de bunların konuşmayacağını gayet iyi biliyoruz. O halde nasıl bizden eğer konuşurlarsa onlara sual sormamızı isteyebiliyorsun?" Yani onlar içinde bulundukları şaşkınlık sebebiyle Hz. İbrahim (a.s.) için hüccet olabilecek bir ifade ile ona karşı çıktılar. [13]
+/- 11-Hz. İbrahim'in (A. S.) Ezici Zaferi, Ateşten Kurtulması60- Bazıları: "İbrahim denilen bir gencin onlara dil uzattığını işitmiştik." dediler.
61- Bunun üzerine kavmin ileri gelenleri: "Öyleyse onu insanların gözleri önüne getirin. Belki de ona şahitlik ederler." dediler.
62- (İbrahim'i getirdiklerinde) "İlahlarımıza bunu sen mi yaptın ey İbrahim?" dediler.
63- İbrahim: "Hayır, işte şu büyükleri yapmış olmalı. (İsterseniz) Onlara sorun eğer konuşurlarsaF' dedi.
64- (Bunun üzerine) kendi vicdanlarına baş vurup (içlerinden): "Aslında haksız olan sizsiniz." dediler.
65- Sonra yine eski kafalarına döndüler: "Bunların konuşamayacağını sen de gayet iyi biliyorsun." dediler.
Açıklaması
Bu bölüm Hz. İbrahim (a.s.) kıssasının putperestlerin putlarının kırılıp parçalanmasından sonra galeyana gelip kin ve intikam duymaları merhalesini tasvir eden failinin bilinmesi gereken çok dehşetli bir olay idi. Bu olayın hikâyesi şöyledir:
"Kavmi: Bunu bizim tanrılarımıza kim yaptı? dediler." Yani Hz. İbrahim (a.s.) kavminden puta tapanlar, Nemrud ve adamları bayramlarından dönüp putlarının kırıldığını görünce tehdit ve azarlama yoluyla: "Bu tanrıları kıran kim?" dediler. Kavminin putlarını "tanrılar" diye ifade etmeleri, Hz. İbrahim'i şiddetli ayıpladıklarını, bu durumun korkunçluğunu ve dehşetini ifade etmektedir. Kavmine göre Hz. İbrahim "Muhakkak o zalimlerden biridir." Yani bu işi yapan bu davranışıyla kendine zulmeden kimselerden biridir. Ya tanrılara karşı olan cüreti sebebiyle, ya da onları kırıp paramparça etmesi ve halen de onları küçümsemeye devam etmesi sebebiyle kendini tahkir edilmeye ve cezaya maruz bırakmaktadır.
"Bazıları: İbrahim denilen bir gencin onlara dil uzattığını işitmiştik, dediler." Hz. İbrahim'in (a.s.) daha önce geçen: "Allah'a yemin ederim ki sizin putlarınıza mutlaka tuzak kuracağım." sözünü işiten bazıları: "İbrahim adı verilen bir gencin onları ayıpladığını ve onlara tehditte bulunduğunu duymuştuk, onlara bunu yapan O'dur." dediler.
İbni Abbas: Allah her peygamberi genç olarak göndermektedir. Her âlime ilim genç yaşta verilmektedir, demiş ve şu ayeti okumuştur: "Bazıları, İbrahim denilen bir gencin onlara dil uzattığını işitmiştik, dediler."
Bu ayetin zahiri bunu söyleyenlerin bir kişi değil bir gurup olduklarına delâlet etmektedir. Hz. İbrahim (a.s.) onlarla tartışıyor ve: "Tapıp durduğunuz bu heykeller de nedir?" diyordu. Dolayısıyla onların zihinlerine bu işi Hz. İbrahim'in yaptığı şeklinde bir düşünce hâkim oldu.
Bunun üzerine kavmin ileri gelenleri: "Öyleyse onu insanların gözleri önüne getirin. Belki de ona şahitlik ederler, dediler." Yani Nemrud ve kavminin eşrafı şöyle dediler: O halde onu büyük bir topluluğun huzuruna, bütün insanların göreceği ve duyulabileceği bir yere getirin. Böylece insanlar onu görüp aleyhinde şahitlikte bulunsunlar. Onu delilsiz olarak alıp götürmesinler veya ona yapılacak şeyi görsünler de ibret olsun.
Hz. İbrahim'in (a.s.) maksadı zaten bu idi. Bu büyük topluluk huzurunda, onların kendilerine zarar verilmesini engelleyemeyen ve hiç bir kimseye yardımı dokunmayan putlara tapmak suretiyle akıllarını çok az kullandıklarını ve çok bilgisiz olduklarını beyan etmek istiyordu.
"İlâhlarımıza bunu sen mi yaptın ey İbrahim? dediler." Yani Hz. İbrahim'i getirince -bu anlaşılan ama mahzuf olan bir cümledir.- Ona: Bu putları kıran sen misin? dediler. Hz. İbrahim (a.s.) da onlara şu cevabı verdi: "Hayır, işte şu büyükleri yapmış olmalı." Yani bilâkis bunu yapan şu büyük puttur. Bu put Hz. ibrahim'in (a.s.) kırmadığı put idi.
Hz. İbrahim (a.s.) onların bu puta karşı olan aşırı hürmetlerini görüp onun sebep olduğunu veya kendini bu işe, yani putları hiçe sayma ve onları kırmak işine onun sevkettiğini dikkate almaları için bu fiili büyük puta nispet etti. Zira bir fiil bizzat yapana isnat edildiği gibi sebep olana da isnat edilebilir. Yahut Hz. İbrahim (a.s.) onları hüccetle ilzam etmek ve onları susturmak için tariz üslubuyla onun yaptığını ikrar etti. Nitekim şaheser bir sanat eserini sergileyen meşhur sanatkâra yahut güzel bir yazının hattatına, bunu yapanın kim olduğu sorulunca: "Belki de sen yapmış olabilirsin; Sen yazmış olabilirsin." demesi gibidir. Bu cevaptan maksat bu hattın veya sanatın sahibini gizlemek değil sual soranın sualini istihza ile karşılayıp suali ona ispat ettirmektir.
"Onlara sorun, eğer konuşurlarsa!" Yani eğer bunlar konuşan tanrılar ise bu putları kimin kırdığını kendilerine sorun, dedi.
Bu cevapta putlara tapmanın asılsızlığına dikkatleri çekilmekte ve zihinleri uyarılmaktadır. Böylece putların faydasız olduklarını ve bunların dilsiz taşlar olup, konuşmayan cansız varlıklar olduklarını, böyle varlıkların nasıl ta-pdmaya lâyık olabilecekleri hususunu kendilerinden itiraf etmeye teşvik edilmektedirler.
Bu cevap -bundan sonraki şu ayetin delaletiyle- onların fikirlerine tesir etmiştir: "Bunun üzerine kendi vicdanlarına baş vurdular." Yani Hz. İbrahim'in ta-s.) kavmi o zaman kendi kendilerini ayıpladılar. Tanrıları konuşmadıklarına göre onların bekçiliğini yapmak ve onları korumak noktasında kusurlu olduklannı ifade ettiler ve şöyle dediler:
"Aslında haksız olan sizsiniz dediler." Birbirlerine: İlâhları bekçisiz bırakmak ve ihmal etmek sebebiyle aslında haksız olan sizsiniz. Yahut konuşmayan varlıklara tapmak sebebiyle siz kendi kendinize zulmettiniz, dediler.
"Sonra yine eski kafalarına döndüler. Bunların konuşmayacağını sen de gayet iyi biliyorsun, dediler." Yani düşünmek ve incelemek için başlarını önlerine eğdiler. Yahut tekrar Hz. İbrahim'e (a.s.) karşı batıl yolla mücadele etmeye döndüler. İstikametten ayrıldılar. Şaşkınlık içinde kalınca Hz. İbrahim'e (a.s.) karşı şu delili ileri sürdüler. "Sen de biz de bunların konuşmayacağını gayet iyi biliyoruz. O halde nasıl bizden eğer konuşurlarsa onlara sual sormamızı isteyebiliyorsun?" Yani onlar içinde bulundukları şaşkınlık sebebiyle Hz. İbrahim (a.s.) için hüccet olabilecek bir ifade ile ona karşı çıktılar. [13]
71- Biz İbrahim'i ve Lût'u bütün âlemlere mübarek kıldığımız bölgeye ulaştırarak kurtardık.
72- Biz İbrahim'e İshak'ı ve fazladan bir bağış olarak Yakub'u ihsan ettik. Hepsini salih kimseler kıldık.
73- Onları, emrimizle doğru yolu gösteren önderler yaptık. Kendilerine hayırlı işler yapmayı, namaz kılmayı, zekât vermeyi vahyettik. Onlar ancak bize ibadet eden kimselerdi.
Açıklaması
"Biz İbrahim'i ve Lût'u bütün âlemlere mübarek kıldığımız bölgeye ulaştırarak kurtardık." Yani Allah'ın İbrahim'e verdiği nimetlerden biri, onu Irak'tan mukaddes diyar olan Şam bölgesine hicret etmek suretiyle kurtarıp mübarek diyara ulaştırmasıdır.
Bu diyar Allah'ın orada gönderdiği ve şeriatları bütün âlemlere yayılan peygamberler sebebiyle mübarek kıldığı, ayrıca topraklarının verimliliği, ağaç ve nehirlerinin çokluğu sebebiyle bereketli kıldığı, dolayısıyla dünya ve ahiret hayırlarının toplandığı yerdir. Rivayete göre, mahşerin kurulacağı ve amel defterlerinin dağıtılacağı yer de orasıdır denilmiştir. Hz. İsa (a.s.) oraya inecek, ve Mesih, Deccal'ı orada helak edecektir.
Hz. İbrahim'in (a.s.) hicreti şirk ve putperestlikten kaçmak tevhidin ve Allah'a kulluğun karargâhını aramak için yanında Hz. Lût (a.s.) ve Sâre Hatun olduğu halde Irak'ta bulunan Feddan Aram beldesindeki Kûsî'den başlayan bir Meret idi. Hz. İbrahim, Harran'da konaklamış, sonra Mısır'a göç etmiş, daha sonra Şam'a geri dönmüş ve Filistin'e yerleşmişti. Hz. Lût (a.s.) ise Filistin'e bir gün bir gece mesafedeki Mu'tefika kasabasına yerleşmişti.
Bundan sonra Cenab-ı Hak ateşten kurtulma ve mübarek diyara hicret etme nimetlerinden sonra verilen diğer nimetleri zikretmektedir:
1- "Biz İbrahim'e İshak'ı ve fazladan bir bağış olarak torunu Yakub'u ihsan ettik." Yani duasına icabet ederek O'na İshak'ı verdik. Nitekim O "Ya Rabbi bana salihlerden hibe eyle." (Saffat, 37/100) demişti. Yakub'u da niyaz ettiğine fazladan bir bağış olarak verdik. Tıpkı farz namaz üzerine ziyade olan nafile namaz gibi. Birinci tefsire göre, nafile (yani bağış ve lütuf) İshak ve Yakup'tur. İkinci tefsire göre ise, nafile özellikle Yakup (a.s.) 'tur.
2- "Hepsini salih kimseler kıldık." Dört kişiden; yani Hz. Lût, Hz. İbrahim, Hz. İshak ve Hz. Yakup'tan her birini, hepsini hayır ve salah ehli kıldık. Rablerine itaat etmekteler, haramlarından kaçınmaktadırlar. Yahut onları nebi ve rasuller kıldık. Birinci mana hepsini ihata ettiği için zihne daha yakındır. Enbiyanın salah kelimesiyle tavsif edilmesi peygamberlerin masum olduklarına delâlet etmektedir.
3- "Onları emrimizle doğru yolu gösteren önderler yaptık." Yani biz onları kendilerine uyulan, Allah'ın izniyle O'nun dinine ve O'nun emriyle hayırlara davet eden önderler ve liderler kıldık.
Bu ayette Allah'ın dininde liderliğe lâyıkıyla geçen kimsenin muvaffak olup Hak Din ve istikamet yolunda hidayete nail olduğuna delil vardır. Öylesinin hidayetin gereğini bozması ve ondan vazgeçme hakkı yoktur.
4- " Kendilerine hayırlı işler yapmayı vahyettik." Yani onlara hayırlı işler -taatleri işleyip haramları terk etmek gibi salih amelleri- yapma emirlerini indirdik.
Bu da Cenab-ı Hakk'm Hz. İbrahim'in (a.s.) evlâdını peygamberlik şerefiyle özellikle şereflendirdiğine delâlet eder. Bu, baba olarak Hz. İbrahim (a.s.) için nimetlerin en büyüklerinden biridir.
5- "Namaz kılmayı"
6- "Zekat vermeyi vahyettik." Yani onlara farz olan namazı kılmayı, farz olan zekâtı vermeyi vahyettik.
Bu ifade, özel olanın genel olana atfı babındandır. Zira namaz ve zekât hayırlı işlerdendir. Bütün ibadetler arasında namaz ve zekât mertebelerinin yüceliği ve önemine binaen özellikle zikredilmiştir. Çünkü namaz bedenî ibadetlerin en şereflisidir. Allah Tealâ'yı zikretmek, anmak için emredilmiştir. Zekât ise mali ibadetlerin en şereflisidir. Zekât fakirlerin ihtiyacının görülmesi için emredilmiştir. Her iki ibadette de Allah Tealâ'nın emrinin tazim edilmesi gerçeği yer almaktadır.
Bu nimetleri saydıktan sonra ve o şahsiyetleri önce salâh (salih kimseler olmaları) sonra imamet (önder ve lider oluşları ve vahye nail oluşları) vasıflarıyla tavsif etti ve onların Allah'a kulluk ve ibadet içinde olduklarını açıkladı:
"Onlar ancak bize ibadet eden kimselerdi." Yani Cenab-ı Allah'a huşu ve itaat içerisindeydiler. İtaatkâr ve insanlara emrettiklerini bizzat kendileri de yerine getiren kimselerdi.
Bu ayette de bu peygamberlerin Allah'ın ihsanına ve kendilerine verdiği nimetlere karşı vefakâr olduklarına delil vardır. Allah onlara nimetler ikram edip ihsanla lütufta bulununca onlar da kullukla yani ibadet ve taatle O'na karşı vefakâr oldular. [16]
+/- 12-Hz. Lut (a.s.) Kıssası72- Biz İbrahim'e İshak'ı ve fazladan bir bağış olarak Yakub'u ihsan ettik. Hepsini salih kimseler kıldık.
73- Onları, emrimizle doğru yolu gösteren önderler yaptık. Kendilerine hayırlı işler yapmayı, namaz kılmayı, zekât vermeyi vahyettik. Onlar ancak bize ibadet eden kimselerdi.
Açıklaması
"Biz İbrahim'i ve Lût'u bütün âlemlere mübarek kıldığımız bölgeye ulaştırarak kurtardık." Yani Allah'ın İbrahim'e verdiği nimetlerden biri, onu Irak'tan mukaddes diyar olan Şam bölgesine hicret etmek suretiyle kurtarıp mübarek diyara ulaştırmasıdır.
Bu diyar Allah'ın orada gönderdiği ve şeriatları bütün âlemlere yayılan peygamberler sebebiyle mübarek kıldığı, ayrıca topraklarının verimliliği, ağaç ve nehirlerinin çokluğu sebebiyle bereketli kıldığı, dolayısıyla dünya ve ahiret hayırlarının toplandığı yerdir. Rivayete göre, mahşerin kurulacağı ve amel defterlerinin dağıtılacağı yer de orasıdır denilmiştir. Hz. İsa (a.s.) oraya inecek, ve Mesih, Deccal'ı orada helak edecektir.
Hz. İbrahim'in (a.s.) hicreti şirk ve putperestlikten kaçmak tevhidin ve Allah'a kulluğun karargâhını aramak için yanında Hz. Lût (a.s.) ve Sâre Hatun olduğu halde Irak'ta bulunan Feddan Aram beldesindeki Kûsî'den başlayan bir Meret idi. Hz. İbrahim, Harran'da konaklamış, sonra Mısır'a göç etmiş, daha sonra Şam'a geri dönmüş ve Filistin'e yerleşmişti. Hz. Lût (a.s.) ise Filistin'e bir gün bir gece mesafedeki Mu'tefika kasabasına yerleşmişti.
Bundan sonra Cenab-ı Hak ateşten kurtulma ve mübarek diyara hicret etme nimetlerinden sonra verilen diğer nimetleri zikretmektedir:
1- "Biz İbrahim'e İshak'ı ve fazladan bir bağış olarak torunu Yakub'u ihsan ettik." Yani duasına icabet ederek O'na İshak'ı verdik. Nitekim O "Ya Rabbi bana salihlerden hibe eyle." (Saffat, 37/100) demişti. Yakub'u da niyaz ettiğine fazladan bir bağış olarak verdik. Tıpkı farz namaz üzerine ziyade olan nafile namaz gibi. Birinci tefsire göre, nafile (yani bağış ve lütuf) İshak ve Yakup'tur. İkinci tefsire göre ise, nafile özellikle Yakup (a.s.) 'tur.
2- "Hepsini salih kimseler kıldık." Dört kişiden; yani Hz. Lût, Hz. İbrahim, Hz. İshak ve Hz. Yakup'tan her birini, hepsini hayır ve salah ehli kıldık. Rablerine itaat etmekteler, haramlarından kaçınmaktadırlar. Yahut onları nebi ve rasuller kıldık. Birinci mana hepsini ihata ettiği için zihne daha yakındır. Enbiyanın salah kelimesiyle tavsif edilmesi peygamberlerin masum olduklarına delâlet etmektedir.
3- "Onları emrimizle doğru yolu gösteren önderler yaptık." Yani biz onları kendilerine uyulan, Allah'ın izniyle O'nun dinine ve O'nun emriyle hayırlara davet eden önderler ve liderler kıldık.
Bu ayette Allah'ın dininde liderliğe lâyıkıyla geçen kimsenin muvaffak olup Hak Din ve istikamet yolunda hidayete nail olduğuna delil vardır. Öylesinin hidayetin gereğini bozması ve ondan vazgeçme hakkı yoktur.
4- " Kendilerine hayırlı işler yapmayı vahyettik." Yani onlara hayırlı işler -taatleri işleyip haramları terk etmek gibi salih amelleri- yapma emirlerini indirdik.
Bu da Cenab-ı Hakk'm Hz. İbrahim'in (a.s.) evlâdını peygamberlik şerefiyle özellikle şereflendirdiğine delâlet eder. Bu, baba olarak Hz. İbrahim (a.s.) için nimetlerin en büyüklerinden biridir.
5- "Namaz kılmayı"
6- "Zekat vermeyi vahyettik." Yani onlara farz olan namazı kılmayı, farz olan zekâtı vermeyi vahyettik.
Bu ifade, özel olanın genel olana atfı babındandır. Zira namaz ve zekât hayırlı işlerdendir. Bütün ibadetler arasında namaz ve zekât mertebelerinin yüceliği ve önemine binaen özellikle zikredilmiştir. Çünkü namaz bedenî ibadetlerin en şereflisidir. Allah Tealâ'yı zikretmek, anmak için emredilmiştir. Zekât ise mali ibadetlerin en şereflisidir. Zekât fakirlerin ihtiyacının görülmesi için emredilmiştir. Her iki ibadette de Allah Tealâ'nın emrinin tazim edilmesi gerçeği yer almaktadır.
Bu nimetleri saydıktan sonra ve o şahsiyetleri önce salâh (salih kimseler olmaları) sonra imamet (önder ve lider oluşları ve vahye nail oluşları) vasıflarıyla tavsif etti ve onların Allah'a kulluk ve ibadet içinde olduklarını açıkladı:
"Onlar ancak bize ibadet eden kimselerdi." Yani Cenab-ı Allah'a huşu ve itaat içerisindeydiler. İtaatkâr ve insanlara emrettiklerini bizzat kendileri de yerine getiren kimselerdi.
Bu ayette de bu peygamberlerin Allah'ın ihsanına ve kendilerine verdiği nimetlere karşı vefakâr olduklarına delil vardır. Allah onlara nimetler ikram edip ihsanla lütufta bulununca onlar da kullukla yani ibadet ve taatle O'na karşı vefakâr oldular. [16]
74- Lût'a gelince, Biz ona da hüküm (peygamberlik) ve ilim verdik. Onu halkı iğrenç işler yapan kasabadan kurtardık. Onlar gerçekten kötü bir kavim idiler, itaatsiz kimseler idiler.
75- Biz Lût'u rahmetimize gark ettik. O gerçekten salih kimselerdendir.
Açıklaması
"Lût'a gelince, biz ona hüküm ve ilim verdik." Yani Allah Lût'a (a.s.) peygamberlik ile hikmet yani yapılması gerekli olan emirler ve hüküm yani insanlar arasındaki dâvalarda güzel karar verme hususiyeti verdi. Yine ona peygamberler için gerekli ilim verdi. Yani akide, ibadet ve Allah Tealâ'ya itaat ile ilgili hususları öğretti. Onu Sedum (Sodom) kasabası ile o kasabaya bağlı 7 köye gönderdi. Bu kasabaların halkı ona muhalefet edip yalanladılar. Allah da Kur'an-ı Kerimin değişik yerlerinde haber verdiği gibi onları helak etti.
Lût'a verilen iki nimetten hüküm ve ilimden başka bir üçüncü nimet daha vardır. O da şudur:
"Biz onu halkı iğrenç işler yapan kasabadan kurtardık." Yani Allah Lût'u en tehlikelisi livata olan pek çok çirkin işler işleyen Sedum (Sodom) kasabası halkının uğradığı azaptan korudu. Bu azabın sebebi de Cenab-ı Hakk'm buyurduğu gibi şu idi:
"Onlar gerçekten kötü bir kavim idiler." Yani onlar Allah'a itaatin dışına çıkan, ona isyanda bulunan, masiyet işleyen çirkin ve iğrenç bir topluluk idiler.
Hz. Lût'a (a.s.) verilen dördüncü nimet ise şudur: "Biz Lût'u rahmetimize gark ettik." Yani onu rahmetimiz ehlinden kıldık yahut cennetimize koyduk.
Nitekim sahih bir hadis-i şerifte varid olduğu gibi, Allah (c. c.) cennete şöyle dedi: "Sen benim rahmetimsin, ben seninle kullarımdan dilediğime rahmet ederim."
Yine denilmiştir ki: Rahmet peygamberliktir veya sevaptır. Rahmetin sebebi de yine Cenab-ı Hakk'm buyurduğu şu husustur:
"O gerçekten salih kimselerdendir." Yani salih amel işleyen, emirleri yapmak, nehiylerden kaçınmak suretiyle itaati yerine getiren kimselerdendir. [17]
+/- 12-Hz. Nuh (A.S.) Kıssası75- Biz Lût'u rahmetimize gark ettik. O gerçekten salih kimselerdendir.
Açıklaması
"Lût'a gelince, biz ona hüküm ve ilim verdik." Yani Allah Lût'a (a.s.) peygamberlik ile hikmet yani yapılması gerekli olan emirler ve hüküm yani insanlar arasındaki dâvalarda güzel karar verme hususiyeti verdi. Yine ona peygamberler için gerekli ilim verdi. Yani akide, ibadet ve Allah Tealâ'ya itaat ile ilgili hususları öğretti. Onu Sedum (Sodom) kasabası ile o kasabaya bağlı 7 köye gönderdi. Bu kasabaların halkı ona muhalefet edip yalanladılar. Allah da Kur'an-ı Kerimin değişik yerlerinde haber verdiği gibi onları helak etti.
Lût'a verilen iki nimetten hüküm ve ilimden başka bir üçüncü nimet daha vardır. O da şudur:
"Biz onu halkı iğrenç işler yapan kasabadan kurtardık." Yani Allah Lût'u en tehlikelisi livata olan pek çok çirkin işler işleyen Sedum (Sodom) kasabası halkının uğradığı azaptan korudu. Bu azabın sebebi de Cenab-ı Hakk'm buyurduğu gibi şu idi:
"Onlar gerçekten kötü bir kavim idiler." Yani onlar Allah'a itaatin dışına çıkan, ona isyanda bulunan, masiyet işleyen çirkin ve iğrenç bir topluluk idiler.
Hz. Lût'a (a.s.) verilen dördüncü nimet ise şudur: "Biz Lût'u rahmetimize gark ettik." Yani onu rahmetimiz ehlinden kıldık yahut cennetimize koyduk.
Nitekim sahih bir hadis-i şerifte varid olduğu gibi, Allah (c. c.) cennete şöyle dedi: "Sen benim rahmetimsin, ben seninle kullarımdan dilediğime rahmet ederim."
Yine denilmiştir ki: Rahmet peygamberliktir veya sevaptır. Rahmetin sebebi de yine Cenab-ı Hakk'm buyurduğu şu husustur:
"O gerçekten salih kimselerdendir." Yani salih amel işleyen, emirleri yapmak, nehiylerden kaçınmak suretiyle itaati yerine getiren kimselerdendir. [17]
76- Nuh'a gelince, daha önce o da bize dua etmişti. Biz de onun duasını kabul etmiş, onu ve aile halkını o büyük sıkıntıdan kurtarmıştık.
77- Ayetlerimizi yalanlayan kavme karşı biz ona yardım etmiştik. Gerçekten onlar kötü bir kavim idi. Bu yüzden biz de hepsini tufanda boğduk.
Açıklaması
"Nuh'a gelince..." Yani ey peygamber Hz. Nuh'un (a.s.) yalanladığı zaman kavmine bedduada bulunarak Rabbine yalvardığı vakti hatırla: "Nuh da Rab-bine, ben mağlup oldum bana yardım et! diye dua etmişti." (Kamer, 54/10). "Nuh şöyle dedi: Ey Rabbim! kâfirlerden yeryüzünde dolaşan tek kişi bırakma." (Nuh, 71/26) Bu senden de -Ey habibim- İbrahim ve Lût'tan da önce idi.
"Onun duasını kabul ettik. Onu ve aile halkını o büyük sıkıntıdan kurtardık." Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Nuh'a, her hayvan türünden birer çift, daha önce helakini hükmettiğimiz kimseler hariç aile fertlerini ve iman edenleri gemiye yükle, demiştik. Zaten onunla beraber ancak pek az kimse iman etmişti. "(Hûd, 11/40). Onları tufanda boğulmaktan, şiddetten ve eziyetten kurtardık.
Bu olay da kavmi arasında 950 (dokuzyüz elli) sene kalıp onları Allah'a davet ettikten sonra olmuştu. Hz. Nuh'a (a.s.) kavminden pek az kişi iman etmişti.
"Ayetlerimizi yalanlayan kavme karşı biz ona yardım etmiştik." Yani onu galip kılmıştık. Hüzeyl lehçesine göre: "Allah'ım ona onlara karşı yardım eyle." demek, "Onu onlara karşı muzaffer ve galip eyle. "demektir.
"Gerçekten onlar kötü bir kavim idi. Bu yüzden biz de hepsini tufanda boğduk." Yani onların helak olmalarının sebebi peygamberlerini yalanladıkları için kötü kavim olmaları idi. Bundan dolayı onların cezaları da Allah'ın küçük büyük hepsini helak etmesi olmuştur. Küfürlerinde ısrar etmeleri, peygambere eziyet etmeye kalkışmaları nesil nesil, dönem dönem Hz. Nuh'a (a.s.) muhalefet etmek ve onun emrine isyan etmek üzerine birbirlerine tavsiyede bulunmaları ardından peygamberlerinin kendilerine beddua etmesi sebebiyle onlardan hiçbir kimse kalmamıştır. [18]
+/- 13-Hz. Davud (A.S.) Ve Hz. Süleyman (A.S.) Kıssası77- Ayetlerimizi yalanlayan kavme karşı biz ona yardım etmiştik. Gerçekten onlar kötü bir kavim idi. Bu yüzden biz de hepsini tufanda boğduk.
Açıklaması
"Nuh'a gelince..." Yani ey peygamber Hz. Nuh'un (a.s.) yalanladığı zaman kavmine bedduada bulunarak Rabbine yalvardığı vakti hatırla: "Nuh da Rab-bine, ben mağlup oldum bana yardım et! diye dua etmişti." (Kamer, 54/10). "Nuh şöyle dedi: Ey Rabbim! kâfirlerden yeryüzünde dolaşan tek kişi bırakma." (Nuh, 71/26) Bu senden de -Ey habibim- İbrahim ve Lût'tan da önce idi.
"Onun duasını kabul ettik. Onu ve aile halkını o büyük sıkıntıdan kurtardık." Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Nuh'a, her hayvan türünden birer çift, daha önce helakini hükmettiğimiz kimseler hariç aile fertlerini ve iman edenleri gemiye yükle, demiştik. Zaten onunla beraber ancak pek az kimse iman etmişti. "(Hûd, 11/40). Onları tufanda boğulmaktan, şiddetten ve eziyetten kurtardık.
Bu olay da kavmi arasında 950 (dokuzyüz elli) sene kalıp onları Allah'a davet ettikten sonra olmuştu. Hz. Nuh'a (a.s.) kavminden pek az kişi iman etmişti.
"Ayetlerimizi yalanlayan kavme karşı biz ona yardım etmiştik." Yani onu galip kılmıştık. Hüzeyl lehçesine göre: "Allah'ım ona onlara karşı yardım eyle." demek, "Onu onlara karşı muzaffer ve galip eyle. "demektir.
"Gerçekten onlar kötü bir kavim idi. Bu yüzden biz de hepsini tufanda boğduk." Yani onların helak olmalarının sebebi peygamberlerini yalanladıkları için kötü kavim olmaları idi. Bundan dolayı onların cezaları da Allah'ın küçük büyük hepsini helak etmesi olmuştur. Küfürlerinde ısrar etmeleri, peygambere eziyet etmeye kalkışmaları nesil nesil, dönem dönem Hz. Nuh'a (a.s.) muhalefet etmek ve onun emrine isyan etmek üzerine birbirlerine tavsiyede bulunmaları ardından peygamberlerinin kendilerine beddua etmesi sebebiyle onlardan hiçbir kimse kalmamıştır. [18]
78- Davut ve Süleyman'a gelince, bir kavmin koyunları ekine zarar vermiş, onlar da bu ekin hakkında hüküm vermişlerdi. Onların verdikleri hükme biz şahit olmuştuk.
79- Biz bunu (bu meselenin hükmjjnü) Süleyman'a ilham etmiştik. Biz onlardan her birine hüküm (peygamberlik) ve ilim vermiştik. Teşbih eden dağları ve kuşları Davud'un emrine verdik. Bunu ancak biz yaparız.
80- Biz Davud'a sizi savaşta korumak için zırh yapma sanatını öğrettik. Artık siz şükredecek misiniz?
81- Süleyman'a da fırtına halinde esen rüzgâr verdik. Rüzgâr O'nun emriyle bereketli kıldığımız diyara eserdi. Biz her şeyi gayet iyi biliriz.
82- Şeytanlar arasından Süleyman için denizde dalgıçlık yapan ve daha başka işler yapanlar da vardı. Biz onları gözetim altında tutuyorduk.
Açıklaması
Allah Tealâ ekin sahibi ile çoban arasında hüküm verme kıssasını zikretti. Sonra da Hz. Davud (a.s.) ile Hz. Süleyman'ın (a.s.) herbirine verilen değerli nimetleri zikretti.
Bu hüküm verme kıssasına gelince: Razî'nin ve pek çok müfessirlerin ifade ettikleri gibi olay şu şekilde meydana gelmiştir.
Bir koyun çobanı koyunlarını geceleyin bir çiftçinin mahsulünde otlatmış-tı. Çoban ve mahsul sahibi, Hz. Davud'dan (a.s.) aralarında hüküm vermesini istediler. Hz. Davud koyunların mahsul sahibine verilmesine hükmetti.
O sırada 11 yaşında olan oğlu Hz. Süleyman bundan başka daha yumuşak bir hüküm verilebilir, dedi. Koyunların mahsul ehline verilmesini ve mahsul sahiplerinin koyunların sütlerinden, kuzularından ve yünlerinden yararlanmalarını, mahsulün de koyunların sahiplerine verilmesini, onların da bahçenin eski haline dönünceye kadar istenen şeyi yerine getirmelerini, nihayet her iki tarafın mallarını geri almalarını emretti. Hz. Davud (a.s.) ile Hz. Süleyman'ın (a.s.) bu hükümleri içtihat neticesi idi.
Bizim şeriatımıza göre bu olayın hükmü şöyledir: İmam Şafiî'nin görüşüne göre: Geceleyin telef olunan maldaki zararın ödenmesi vaciptir. Zira normal olan ağıldaki hayvanların geceleyin bağlı tutulmasıdır. Peygamberimiz (s.a.) Bera'nın devesi bir bahçeye girip orada zarar verince bu şekilde hüküm vermiş ve şöyle buyurmuştu: "Mal sahipleri mallarını gündüz korumalıdırlar, ehil hayvan sahipleri de hayvanlarını gece korumalıdırlar."^
İmam Ebu Hanife'nin görüşüne göre: Hiçbir şekilde zararın ödenmesi gerekmez. Ancak bu hayvanların yanında koruyucu bir bekçi olmalıdır. Bu görüş için şu hadis delil gösterilmiştir:
"Dilsizin yaraladığı boş yeredir." Yani hayvanın telef ettiği şey hederdir. Bunda zararın ödenmesi yoktur.(2)
Bu hüküm hakkındaki Kur'an nassı da şu şekildedir:
"Davud ve Süleyman'a gelince..." Yani Ey Rasulüm! Davud ve Süleyman'ın kıssalarını da hatırla. Başkasına ait koyunların geceleyin ekine girip zarar vermesi üzerine o ekin hakkında hüküm vermişlerdir. Allah da Hz. Davud'un (a.v.) ve Süleyman'ın hükmüne şahit olup gayet iyi bilmektedir. Hiçbir şey O'na gizli kalmaz.
Ancak Cenab-ı Hak Hz. Süleyman'a (a.s.) meseleyi, hükmü ve tercih edilecek doğru fetvayı mefhum kıldı. Bundan dolayı onun görüşü daha doğru oldu. Ayrıca Cenab-ı Hak Hz. Davud (a.s.) ile Hz. Süleyman'dan (a.s.) her birine peygamberlik, davalarda güzel hüküm verme, ilim, anlayış ve meseleleri doğru id-
1- Bu hadis-i şerifi İmam Ahmed b. Hanbel, Ebu Davud ve İbni Mace, Hıram b. Sa'd b. Muhayyısa'dan rivayet etmişlerdir.
2- Bu hadis-i Şerifi Kütüb-i Sitte sahipleri ve İmam Ahmed b. Hanbel Ebu Hureyre'den (r. a.) rivayet etmişlerdir.
rak etme hususiyeti vermiştir. Bu da her iki hükmün genel olarak ikrar edildiğine ve doğru olan -Hz. Süleyman'ın (a.s.) hükmettiği gibi- tek olsa da müçtehi-din hatasının bir kusur sayılamayacağına delâlet etmektedir. "Biz bu meselenin hükmünü Süleyman 'a ilham etmiştik." ifadesi Allah'ın ona daha küçükken yaptığı lütfü ortaya koymaktadır.
İbnül-Arabî diyor ki: Cenab-ı Hak "ikisi hüküm vermişlerdi" ifadesiyle ikisinin birlikte hüküm verdiklerini murad etmemiştir. Zira aynı hüküm üzerine iki hakimin hükmü caiz olmaz. Onlardan her biri yalnız başına hüküm vermişti. Hz. Süleyman (a.s.) ise bunun özünü anlamış idi.[19]
Allah Tealâ'nın Hz. Davud'a (a.s.) Verdiği Nimetleri:
1- "Biz teşbih eden dağları ve kuşları Davud'un emrine verdik. Biz bu şekilde yaparız." Yani Allah Zebur kitabını okurken sesinin güzelliği sebebiyle Hz. Davud (a.s.) ile birlikte Allah'ı teşbih ve takdis etmek üzere dağları ve kuşları Hz. Davud'un (a.s.) emrine verdi. Hz. Davud (a.s.) Zebur'u terennüm ettiği vakit kuşlar havada durur, ona cevap verirler, dağlar ona teşbihle katılırlardı. Bu da onun hissiyatına ve duygularına daha çok tesirli olur, teşbihte devam ederdi.
Peygamberimiz (s.a.) Ebu Musa el-Eş'arî'nin (r. a.) Kur'an tilâvetini dinlerken onun sesini şu şekilde tavsif etmişti: İmam Ahmed, Nesaî ve İbni Ma-ce'nin Ebu Hureyre'den (r. a.), Nesaî'nin Hz. Aişe'den rivayet ettiği hadis-i şerifte Efendimiz (s.a.) Ebu Musa el-Eş'arî'ye hitaben şöyle buyurdular: "Sana Davud ailesinin mizmarlarından (nağmelerinden) bir mizmar (nağme) verildi."
Ayette dağlar kuşlardan önce zikredilmiştir. Çünkü onların emir altına verilmesi ve teşbih etmeleri daha hayret verici olup ilâhî kudrete daha fazla delâlet etmekte, mucize yönünden daha parlak ve beliğ bir özellik taşımaktadır. Zira dağlar cansızdırlar, kuşlar ise konuşamayan canlılardır.
Dağların ve kuşların konuşması, tıpkı ağaç Hz. Musa'ya konuştuğu zaman ağaçta kelâmı yaratması gibi Allah'ın dağlarda ve kuşlarda kelâmı yaratmasıy-la olur. Hz. Davud (a.s.) Rabbini zikrettiği zaman dağlar ve kuşlar da onunla birlikte Rablerini zikrederler.
Bunun için Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Bunu ancak biz yaparız." Yani bu size garip gelse de biz bunu yapmaya muktediriz.
Bu ayetin bir benzeri de şudur: "Hiçbir şey yoktur ki hamd ile Allah'ı teşbih etmesin. Ne var ki siz onların teşbihini anlamazsınız." (İsra, 17/44).
2- "Biz Davud'a sizi savaşta korumak için zırh yapma sanatını öğrettik. Artık şükredecek misiniz?" Yani biz Davud'a size savaş elbisesi olmak üzere zırh yapma sanatını öğrettik.
Zırhlar daha önce sadece saç levha şeklinde idi. Hz. Davud (a.s.) ilk defa zırhları halka halka yapan kimsedir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Davud'a demiri yumuşak kıldık. Biz Davud'a: Geniş zırhlar imal et, dokumasını ölçülü ve sağlam yap diye vahyettik." (Sebe, 34/11). Yani halkayı geniş yapma, çivileri da sert ve kalın yapma, dedik. Bu sizi, çarpışma esnasında savaşın şiddetinden, yaralama, öldürme ve vurmadan koruması ve himaye etmesi içindir. Hz. Davud'a (a.s.) bunu sırf sizin için öğretmesi sebebiyle Allah'ın üzerinizdeki nimetine artık şükredecek misiniz?
Bu ifade mübalağa ve tehdit için manası emir olan bir istifhamdır. Yani bu sanat sebebiyle Allah'a şükredin demektir.
Burada ilk defa zırh yapanın Hz. Davud (a.s.) olduğuna, sonra diğer insanların ondan öğrendiğine ve bu sanatı, ondan alıp nesilden nesile aktardıklarına, dolayısıyla bu nimetin kâinatın sonuna kadar bütün savaşçılara şamil bir nimet olduğuna delâlet vardır. [20]
Allah Tealâ'nın Hz. Süleyman'a (a.s.) Verdiği Nimetler:
Cenab-ı Hakk'ın Hz. Süleyman'a (a.s.) verdiği nimetler ise Katade'nin ifadesiyle, Allah Tealâ'nın Hz. Süleyman'ı (a.s.) Hz. Davud'un (a.s.) mülkünde ve peygamberliğinde varisi kılmasıdır. Buna iki şeyi daha ilâve etti: Rüzgârların ve şeytanların da O'nun emrine verilmiş olması.
1- "Süleyman'ın emrine de fırtına halinde esen rüzgârı verdik." Yani biz şiddetle ve süratle esen rüzgârı Süleyman'ın emrine verdik. Rüzgârı ona itaatkâr ve boyun eğen, aynı zamanda latif ve yumuşak kıldık. Rüzgâr onun emriyle eser, onun hükmüne boyun eğer, onu mukaddes ve mübarek diyarın -Şam diyarının- her tarafına götürürdü. Hz. Süleyman (a.s.) ashabıyla birlikte sabah diledikleri tarafa doğru çıkıp giderler. Sonra -rüzgâr sayesinde- aynı gün evlerine dönerlerdi. Yani bu rüzgâr iki özelliği bir arada taşıyordu: Yumuşak oluşu ve vazifesinde süratli oluşu, aynı zamanda Hz. Süleyman'a (a.s.) itaat edip onun istediği tarafa esmesi.
"Biz her şeyi gayet iyi biliriz." Yani Allah her şeyi ve her şeyin idaresini gayet iyi bilir. Allah ona mülk ve nübüvveti vermiş ve rüzgârı onun emrine hazır hale getirmiş ise onda bulunan hikmet, maslahat ve liyakati bildiği içindir. Hz. Süleyman'ın ve kendilerine bu nimetler verilen kavmi buna şükredecekler ve bu zahir mucizeleri idrak edeceklerdir.,
Rivayet edildiğine göre Hz. Süleyman'ın (a.s.) tahtadan bir yaygısı vardı. Ülkesinin ihtiyacı olan at, deve, çadır ve asker gibi her şey bu yaygının üzerine konur, sonra rüzgâra bunu taşımasını emreder, rüzgâr da bu yaygıyı taşır ve yürütürdü. Kuşlar ise bunları sıcaklıktan korumak için gölge yaparlar, böylece yeryüzünde Hz. Süleyman'ın (a.s.) dilediği yere gider, yaygı iner ve aletleri yere konurdu.[21]
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Biz Süleyman'ın emrine rüzgârı vermiştik. Rüzgâr onun emriyle onun istediği yere kolayca eser giderdi." (Sad, 38/36). "O rüzgâr estiğinde sabahleyin bir aylık yola gider, akşamleyin bir aylık yoldan dönerdi." (Sebe, 34/12).
2- "Şeytanlar arasından Süleyman için denizde dalgıçlık yapanlar da vardı. " Yani Şeytanlardan bir gurubu inci, mercan, mücevherat v.b. şeyler çıkartmak için denizlerin derinliklerine dalmak üzere Süleyman'ın (a.s.) emrine verdik.
"... ve daha başka işler yapanlar da vardı." Yani şeytanlardan bir kısmı da Hz. Süleyman (a.s.) için şehirler, köşkler, saraylar, heykeller ve büyük kazanlar v. s. yaparlardı. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Her bina ustası ve dalgıç şeytanları, ayrıca birbirlerine zincirlerle bağlanmış diğer şeytanları da Süleyman'ın emrine âmâde kılmıştık." (Sad, 38/38); "Onlar Süleyman'ın istediği gibi saraylar, heykeller ve havuzlar kadar büyük çanaklar ve sabit kazanlar yaparlardı." (Sebe, 34/13); Sanatlardan da değirmen aletleri, kristal eşya ve sabunlar yapıyorlardı.
"Biz onları gözetim altında tutuyorduk." Yani onların amellerini gözetiyorduk. Onlardan birinin Hz. Süleyman'a bir kötülük yapmasından onu koruyorduk. O'na onların üzerinde mutlak bir hâkimiyet verdik. Dilerse serbest bırakır, dilerse onlardan dilediğini tutardı. Bunun için az önce zikri geçen ayette: "... ayrıca birbirlerine zincirlerle bağlanmış diğer şeytanları da..." buyurulmuştur. [22]
+/- 14-Hz. Eyyüb (A.S.) Kıssası79- Biz bunu (bu meselenin hükmjjnü) Süleyman'a ilham etmiştik. Biz onlardan her birine hüküm (peygamberlik) ve ilim vermiştik. Teşbih eden dağları ve kuşları Davud'un emrine verdik. Bunu ancak biz yaparız.
80- Biz Davud'a sizi savaşta korumak için zırh yapma sanatını öğrettik. Artık siz şükredecek misiniz?
81- Süleyman'a da fırtına halinde esen rüzgâr verdik. Rüzgâr O'nun emriyle bereketli kıldığımız diyara eserdi. Biz her şeyi gayet iyi biliriz.
82- Şeytanlar arasından Süleyman için denizde dalgıçlık yapan ve daha başka işler yapanlar da vardı. Biz onları gözetim altında tutuyorduk.
Açıklaması
Allah Tealâ ekin sahibi ile çoban arasında hüküm verme kıssasını zikretti. Sonra da Hz. Davud (a.s.) ile Hz. Süleyman'ın (a.s.) herbirine verilen değerli nimetleri zikretti.
Bu hüküm verme kıssasına gelince: Razî'nin ve pek çok müfessirlerin ifade ettikleri gibi olay şu şekilde meydana gelmiştir.
Bir koyun çobanı koyunlarını geceleyin bir çiftçinin mahsulünde otlatmış-tı. Çoban ve mahsul sahibi, Hz. Davud'dan (a.s.) aralarında hüküm vermesini istediler. Hz. Davud koyunların mahsul sahibine verilmesine hükmetti.
O sırada 11 yaşında olan oğlu Hz. Süleyman bundan başka daha yumuşak bir hüküm verilebilir, dedi. Koyunların mahsul ehline verilmesini ve mahsul sahiplerinin koyunların sütlerinden, kuzularından ve yünlerinden yararlanmalarını, mahsulün de koyunların sahiplerine verilmesini, onların da bahçenin eski haline dönünceye kadar istenen şeyi yerine getirmelerini, nihayet her iki tarafın mallarını geri almalarını emretti. Hz. Davud (a.s.) ile Hz. Süleyman'ın (a.s.) bu hükümleri içtihat neticesi idi.
Bizim şeriatımıza göre bu olayın hükmü şöyledir: İmam Şafiî'nin görüşüne göre: Geceleyin telef olunan maldaki zararın ödenmesi vaciptir. Zira normal olan ağıldaki hayvanların geceleyin bağlı tutulmasıdır. Peygamberimiz (s.a.) Bera'nın devesi bir bahçeye girip orada zarar verince bu şekilde hüküm vermiş ve şöyle buyurmuştu: "Mal sahipleri mallarını gündüz korumalıdırlar, ehil hayvan sahipleri de hayvanlarını gece korumalıdırlar."^
İmam Ebu Hanife'nin görüşüne göre: Hiçbir şekilde zararın ödenmesi gerekmez. Ancak bu hayvanların yanında koruyucu bir bekçi olmalıdır. Bu görüş için şu hadis delil gösterilmiştir:
"Dilsizin yaraladığı boş yeredir." Yani hayvanın telef ettiği şey hederdir. Bunda zararın ödenmesi yoktur.(2)
Bu hüküm hakkındaki Kur'an nassı da şu şekildedir:
"Davud ve Süleyman'a gelince..." Yani Ey Rasulüm! Davud ve Süleyman'ın kıssalarını da hatırla. Başkasına ait koyunların geceleyin ekine girip zarar vermesi üzerine o ekin hakkında hüküm vermişlerdir. Allah da Hz. Davud'un (a.v.) ve Süleyman'ın hükmüne şahit olup gayet iyi bilmektedir. Hiçbir şey O'na gizli kalmaz.
Ancak Cenab-ı Hak Hz. Süleyman'a (a.s.) meseleyi, hükmü ve tercih edilecek doğru fetvayı mefhum kıldı. Bundan dolayı onun görüşü daha doğru oldu. Ayrıca Cenab-ı Hak Hz. Davud (a.s.) ile Hz. Süleyman'dan (a.s.) her birine peygamberlik, davalarda güzel hüküm verme, ilim, anlayış ve meseleleri doğru id-
1- Bu hadis-i şerifi İmam Ahmed b. Hanbel, Ebu Davud ve İbni Mace, Hıram b. Sa'd b. Muhayyısa'dan rivayet etmişlerdir.
2- Bu hadis-i Şerifi Kütüb-i Sitte sahipleri ve İmam Ahmed b. Hanbel Ebu Hureyre'den (r. a.) rivayet etmişlerdir.
rak etme hususiyeti vermiştir. Bu da her iki hükmün genel olarak ikrar edildiğine ve doğru olan -Hz. Süleyman'ın (a.s.) hükmettiği gibi- tek olsa da müçtehi-din hatasının bir kusur sayılamayacağına delâlet etmektedir. "Biz bu meselenin hükmünü Süleyman 'a ilham etmiştik." ifadesi Allah'ın ona daha küçükken yaptığı lütfü ortaya koymaktadır.
İbnül-Arabî diyor ki: Cenab-ı Hak "ikisi hüküm vermişlerdi" ifadesiyle ikisinin birlikte hüküm verdiklerini murad etmemiştir. Zira aynı hüküm üzerine iki hakimin hükmü caiz olmaz. Onlardan her biri yalnız başına hüküm vermişti. Hz. Süleyman (a.s.) ise bunun özünü anlamış idi.[19]
Allah Tealâ'nın Hz. Davud'a (a.s.) Verdiği Nimetleri:
1- "Biz teşbih eden dağları ve kuşları Davud'un emrine verdik. Biz bu şekilde yaparız." Yani Allah Zebur kitabını okurken sesinin güzelliği sebebiyle Hz. Davud (a.s.) ile birlikte Allah'ı teşbih ve takdis etmek üzere dağları ve kuşları Hz. Davud'un (a.s.) emrine verdi. Hz. Davud (a.s.) Zebur'u terennüm ettiği vakit kuşlar havada durur, ona cevap verirler, dağlar ona teşbihle katılırlardı. Bu da onun hissiyatına ve duygularına daha çok tesirli olur, teşbihte devam ederdi.
Peygamberimiz (s.a.) Ebu Musa el-Eş'arî'nin (r. a.) Kur'an tilâvetini dinlerken onun sesini şu şekilde tavsif etmişti: İmam Ahmed, Nesaî ve İbni Ma-ce'nin Ebu Hureyre'den (r. a.), Nesaî'nin Hz. Aişe'den rivayet ettiği hadis-i şerifte Efendimiz (s.a.) Ebu Musa el-Eş'arî'ye hitaben şöyle buyurdular: "Sana Davud ailesinin mizmarlarından (nağmelerinden) bir mizmar (nağme) verildi."
Ayette dağlar kuşlardan önce zikredilmiştir. Çünkü onların emir altına verilmesi ve teşbih etmeleri daha hayret verici olup ilâhî kudrete daha fazla delâlet etmekte, mucize yönünden daha parlak ve beliğ bir özellik taşımaktadır. Zira dağlar cansızdırlar, kuşlar ise konuşamayan canlılardır.
Dağların ve kuşların konuşması, tıpkı ağaç Hz. Musa'ya konuştuğu zaman ağaçta kelâmı yaratması gibi Allah'ın dağlarda ve kuşlarda kelâmı yaratmasıy-la olur. Hz. Davud (a.s.) Rabbini zikrettiği zaman dağlar ve kuşlar da onunla birlikte Rablerini zikrederler.
Bunun için Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Bunu ancak biz yaparız." Yani bu size garip gelse de biz bunu yapmaya muktediriz.
Bu ayetin bir benzeri de şudur: "Hiçbir şey yoktur ki hamd ile Allah'ı teşbih etmesin. Ne var ki siz onların teşbihini anlamazsınız." (İsra, 17/44).
2- "Biz Davud'a sizi savaşta korumak için zırh yapma sanatını öğrettik. Artık şükredecek misiniz?" Yani biz Davud'a size savaş elbisesi olmak üzere zırh yapma sanatını öğrettik.
Zırhlar daha önce sadece saç levha şeklinde idi. Hz. Davud (a.s.) ilk defa zırhları halka halka yapan kimsedir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Davud'a demiri yumuşak kıldık. Biz Davud'a: Geniş zırhlar imal et, dokumasını ölçülü ve sağlam yap diye vahyettik." (Sebe, 34/11). Yani halkayı geniş yapma, çivileri da sert ve kalın yapma, dedik. Bu sizi, çarpışma esnasında savaşın şiddetinden, yaralama, öldürme ve vurmadan koruması ve himaye etmesi içindir. Hz. Davud'a (a.s.) bunu sırf sizin için öğretmesi sebebiyle Allah'ın üzerinizdeki nimetine artık şükredecek misiniz?
Bu ifade mübalağa ve tehdit için manası emir olan bir istifhamdır. Yani bu sanat sebebiyle Allah'a şükredin demektir.
Burada ilk defa zırh yapanın Hz. Davud (a.s.) olduğuna, sonra diğer insanların ondan öğrendiğine ve bu sanatı, ondan alıp nesilden nesile aktardıklarına, dolayısıyla bu nimetin kâinatın sonuna kadar bütün savaşçılara şamil bir nimet olduğuna delâlet vardır. [20]
Allah Tealâ'nın Hz. Süleyman'a (a.s.) Verdiği Nimetler:
Cenab-ı Hakk'ın Hz. Süleyman'a (a.s.) verdiği nimetler ise Katade'nin ifadesiyle, Allah Tealâ'nın Hz. Süleyman'ı (a.s.) Hz. Davud'un (a.s.) mülkünde ve peygamberliğinde varisi kılmasıdır. Buna iki şeyi daha ilâve etti: Rüzgârların ve şeytanların da O'nun emrine verilmiş olması.
1- "Süleyman'ın emrine de fırtına halinde esen rüzgârı verdik." Yani biz şiddetle ve süratle esen rüzgârı Süleyman'ın emrine verdik. Rüzgârı ona itaatkâr ve boyun eğen, aynı zamanda latif ve yumuşak kıldık. Rüzgâr onun emriyle eser, onun hükmüne boyun eğer, onu mukaddes ve mübarek diyarın -Şam diyarının- her tarafına götürürdü. Hz. Süleyman (a.s.) ashabıyla birlikte sabah diledikleri tarafa doğru çıkıp giderler. Sonra -rüzgâr sayesinde- aynı gün evlerine dönerlerdi. Yani bu rüzgâr iki özelliği bir arada taşıyordu: Yumuşak oluşu ve vazifesinde süratli oluşu, aynı zamanda Hz. Süleyman'a (a.s.) itaat edip onun istediği tarafa esmesi.
"Biz her şeyi gayet iyi biliriz." Yani Allah her şeyi ve her şeyin idaresini gayet iyi bilir. Allah ona mülk ve nübüvveti vermiş ve rüzgârı onun emrine hazır hale getirmiş ise onda bulunan hikmet, maslahat ve liyakati bildiği içindir. Hz. Süleyman'ın ve kendilerine bu nimetler verilen kavmi buna şükredecekler ve bu zahir mucizeleri idrak edeceklerdir.,
Rivayet edildiğine göre Hz. Süleyman'ın (a.s.) tahtadan bir yaygısı vardı. Ülkesinin ihtiyacı olan at, deve, çadır ve asker gibi her şey bu yaygının üzerine konur, sonra rüzgâra bunu taşımasını emreder, rüzgâr da bu yaygıyı taşır ve yürütürdü. Kuşlar ise bunları sıcaklıktan korumak için gölge yaparlar, böylece yeryüzünde Hz. Süleyman'ın (a.s.) dilediği yere gider, yaygı iner ve aletleri yere konurdu.[21]
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Biz Süleyman'ın emrine rüzgârı vermiştik. Rüzgâr onun emriyle onun istediği yere kolayca eser giderdi." (Sad, 38/36). "O rüzgâr estiğinde sabahleyin bir aylık yola gider, akşamleyin bir aylık yoldan dönerdi." (Sebe, 34/12).
2- "Şeytanlar arasından Süleyman için denizde dalgıçlık yapanlar da vardı. " Yani Şeytanlardan bir gurubu inci, mercan, mücevherat v.b. şeyler çıkartmak için denizlerin derinliklerine dalmak üzere Süleyman'ın (a.s.) emrine verdik.
"... ve daha başka işler yapanlar da vardı." Yani şeytanlardan bir kısmı da Hz. Süleyman (a.s.) için şehirler, köşkler, saraylar, heykeller ve büyük kazanlar v. s. yaparlardı. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Her bina ustası ve dalgıç şeytanları, ayrıca birbirlerine zincirlerle bağlanmış diğer şeytanları da Süleyman'ın emrine âmâde kılmıştık." (Sad, 38/38); "Onlar Süleyman'ın istediği gibi saraylar, heykeller ve havuzlar kadar büyük çanaklar ve sabit kazanlar yaparlardı." (Sebe, 34/13); Sanatlardan da değirmen aletleri, kristal eşya ve sabunlar yapıyorlardı.
"Biz onları gözetim altında tutuyorduk." Yani onların amellerini gözetiyorduk. Onlardan birinin Hz. Süleyman'a bir kötülük yapmasından onu koruyorduk. O'na onların üzerinde mutlak bir hâkimiyet verdik. Dilerse serbest bırakır, dilerse onlardan dilediğini tutardı. Bunun için az önce zikri geçen ayette: "... ayrıca birbirlerine zincirlerle bağlanmış diğer şeytanları da..." buyurulmuştur. [22]
83- Eyüb'e gelince, o bir zaman Rabbi-ne: "Doğrusu ben bir derde yakalandım. Sen merhamet edenlerin en mer-hametlisisin." diye dua etmişti.
84- Biz de duasını kabul edip yakalandığı derdi gidermiştik. Ona tarafımızdan bir rahmet ve kulluk edenlere bir hatıra olmak üzere aile efradını ve ayrıca onlarla beraber bir mislini vermiştik.
Hz. Eyüb (a.s.) Kıssası İle İlgili Notlar:
Kur'an'ı Kerim'de Hz. Eyüb (a. s) ismi 4 defa geçmektedir. Bunlar Nisa, En'am, Enbiya ve Sad sureleridir.
İsmi Eyyûb b. Enûs idi. Annesi Hz. Lût'un (a.s.) evlâdındandı. Hz. Eyüb (a. s) Rum diyarından olup Hz. İshak b. Yakub (a.s.) evlâdındandı.
Vatanı Suayr dağına yakın Ivas diyarı, yahut Edûm beldesi idi. Rivayete göre Hz. Eyüb (a. s) Hz. Musa'dan (a.s.) önce idi. Bir başka rivayete göre Hz. İbrahim'den (a.s.) 100 sene önce idi. Bu görüş daha tercihe şayandır.
Allah ona peygamberlik vermiş ve dünya nimetlerini önüne sermiş, çok aile efradını ve bol mal vermişti. Hz. Eyüb'ün (a. s) 7 oğlu ve 7 kızı vardı. Bütün bu nimetler Allah'ın kendisini maruz kıldığı mihnet ve musibetlerden sonra sabrın mükafatı olarak verildi.
Hz. Eyüb (a. s) 18 yıl veya başka bir rivayete göre yaklaşık 13 yıl kadar uzun bir müddet hastalandı. Ancak bu hastalığı insanların nefretine sebep olacak bir hastalık değildi. Zira peygamberler insan tabiatının nefret edeceği hastalıklardan salim olma vasfına sahiptirler.
Allah onu evlâtlarıyla da imtihan etti. Zira onların üzerlerine ev yıkılmış ve hepsi ölmüşlerdi. Ayrıca bütün malının yok olması şeklinde malıyla da imtihan etti.
Hz. Eyüb (a. s) yoksullara karşı çok merhametli idi. Yetimlere ve dullara yardım eder, güçsüzlere ikramda bulunurdu.
Allah Tealâ Sad Suresinde zikredileceği gibi yemininin kefaretini vermekle ikramda bulundu. Eline bir demet sap alıp onunla hanımına vurmasını ve böylece yeminini bozmamış olacağını ilham etti.
Hz. Eyüb'ün (a. s) hanımı farklı rivayetlere binaen Hz. Yusuf un torunu Rahme bt. Efrayim b. Yusuf, yahut Mahir bt. Miyşa (Mensa) b. Yusuf yahut Li-ya bt. Yakub idi.
Hz. Eyüb'ün (a.s.) hanımı bir ihtiyacı için evden çıkmış, geri dönmekte gerekmişti. Kadın, şeytanın Hz. Eyüb (a. s) hakkında "Yasak kelime söylerse iyi :>.acağı" iğvasma binaen Hz. Eyüb'e (a. s) işaret ederek:
- Bu belâ ne zamana kadar sürecek? dedi. Bunun üzerine Hz. Eyüb şifa :ulursa hanımına yüz defa vuracağına yemin etti. Cenab-ı Hak da Hz. Eyüb'ün "eminine kefaret tavsiyesinde bulunarak ona (ot, fesleğen veya ince çubuklardan» bir demet alıp vurmasını emretti. Bu hanımının Hz. Eyüb (a. s) güzel hiz-—eti ve kocasının ondan razı olması sebebiyle hem Hz. Eyüb'e (a. s) hem de hanımına bir rahmet idi.
Bu ruhsat, şeriatımızda had cezalarında ve diğer durumlarda, hastalık ve -amilelik gibi zarurî hallerde uygulanan bir ruhsattır. [23]
Açıklaması
Hz. Eyüb (a.s.) mihnet ve belâya sabır hususunda nihayet darb-ı mesel olacak kadar meşhur ve çok üstün bir misaldir. İşte onun kıssası:
"Eyüb'e gelince, o bir zaman Rabbine şöyle yalvarmıştı..." Yani Ey Rasul! İbret, öğüt ve örnek almak için malı, evlâdı ve cesedinde belâya uğrayan Eyüb'ü hatırla. O, derde yakalandığı zaman Rabbine dua etmiş, şöyle demişti: Ey Rabbim! Ben derde ve sıkıntıya yakalandım. Sen merhamet edenlerin en merhametlisisin. Nefsini rahmeti gerektirecek bir vasıfla tavsif etti. Rabbini de son derece rahmetli olmasıyla niteledi. Rabbinin kendisini gayet iyi bildiğine iman ettiği için, niyazda lütuf yoluyla arzusunu açıkça ifade etmemiştir.
Hz. Eyüb'ün (a. s) hastalığı uzun müddet devam eden bir hastalıktı. Ancak bu hastalığı insanlığı nefret ettirici ve vücutta bir eksiklik meydana getiren bir hastalık değildi. Çünkü peygamberler masumdur, insan tabiatının nefret edeceği hastalıklardan uzaktırlar. Hanımı daima onunla beraber olmuştu, daima ona şefkatle bakıyor ve işlerini görüyordu.
Peygamberimiz (s.a.) İmam Ahmed, Buharî, Tirmizî ve İbni Mace'nin Sa'd'den (r. a) rivayet ettiği hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmaktadır: "İnsanlar arasında en şiddetli belâya uğrayanlar peygamberler, sonra salihler, sonra çok iyi kimseler, sonra da diğer iyi kimselerdir. Kişi dinine göre belâya uğrar; dininde sağlam ise belâsı şiddetli olur."
Dahhak ve Mukatil diyor ki: Hz. Eyüb (a.s.) yedi yıl, yedi ay, yedi gün, yedi saat belâ içinde kaldı. İbnü'l-Arabî diyor ki: Bu mümkündür, fakat, Hz. Eyüb'ün (a. s) ne kadar belâya uğradığı hakkında sahih bir haber olmamıştır.
"Biz de onun duasını kabul edip yakalandığı derdi gidermiştik." Yani Hz. Eyüb'ün (a. s) duasına icebet ettik, sıkıntısını kaydırdık ve ona afiyet verdik.
"Onun aile efradını, hem de onlarla beraber bir mislini ona vermiştik." Yani dünyada kaybettiği evlâdın yerine evlât vermiştik. Ona aile efradını ve onlarla birlikte bir mislini tekrar vermiştik. Onun hanımından öncekilerin bir misli kadar evlât dünyaya gelmişti.
"Ona tarafımızdan bir rahmet olması için ve ibadet edenlere bir hatıra olması için.." Yani biz Hz. Eyüb'e mal, aile ve evlâdın yerine bedel olarak verdik ve onun cesedine afiyet verdik. Bu bizden ona bir rahmet olması ve ona uymak ve onun sabrettiği gibi sabretmek suretiyle ibadet edenlere bir hatıra olması, böylece Hz. Eyüb'ün sevaba nail olduğu gibi onların da sevaba nail olmaları içindir. Nihayet mümin, Allah'ın af, rahmet ve lütfundan ümitsiz olmayacak, hiçbir musibet ve belaya uğramaktan emin olmayacaktır. Zira dünya ibtilâ ve imtihan yurdudur.
Zemahşerî diyor ki: "İbadet edenlere rahmetimizle muamele etmek için biz kullarımızı güzellikle zikrediyoruz. Onları unutmuyoruz. Yahut: Bizden Hz. Eyüb'ü (a. s) bir rahmet olmak üzere ve diğer kullara da onun sabrettiği gibi sabretmeleri ve nihayet dünya ve ahirette onun sevaba nail olması gibi sevaba nail olmaları için bir hatıra olmak üzere verdik. [24]
+/- 14-Hz. İsmail, İdris, Zülkifl (A.S.) Kıssası84- Biz de duasını kabul edip yakalandığı derdi gidermiştik. Ona tarafımızdan bir rahmet ve kulluk edenlere bir hatıra olmak üzere aile efradını ve ayrıca onlarla beraber bir mislini vermiştik.
Hz. Eyüb (a.s.) Kıssası İle İlgili Notlar:
Kur'an'ı Kerim'de Hz. Eyüb (a. s) ismi 4 defa geçmektedir. Bunlar Nisa, En'am, Enbiya ve Sad sureleridir.
İsmi Eyyûb b. Enûs idi. Annesi Hz. Lût'un (a.s.) evlâdındandı. Hz. Eyüb (a. s) Rum diyarından olup Hz. İshak b. Yakub (a.s.) evlâdındandı.
Vatanı Suayr dağına yakın Ivas diyarı, yahut Edûm beldesi idi. Rivayete göre Hz. Eyüb (a. s) Hz. Musa'dan (a.s.) önce idi. Bir başka rivayete göre Hz. İbrahim'den (a.s.) 100 sene önce idi. Bu görüş daha tercihe şayandır.
Allah ona peygamberlik vermiş ve dünya nimetlerini önüne sermiş, çok aile efradını ve bol mal vermişti. Hz. Eyüb'ün (a. s) 7 oğlu ve 7 kızı vardı. Bütün bu nimetler Allah'ın kendisini maruz kıldığı mihnet ve musibetlerden sonra sabrın mükafatı olarak verildi.
Hz. Eyüb (a. s) 18 yıl veya başka bir rivayete göre yaklaşık 13 yıl kadar uzun bir müddet hastalandı. Ancak bu hastalığı insanların nefretine sebep olacak bir hastalık değildi. Zira peygamberler insan tabiatının nefret edeceği hastalıklardan salim olma vasfına sahiptirler.
Allah onu evlâtlarıyla da imtihan etti. Zira onların üzerlerine ev yıkılmış ve hepsi ölmüşlerdi. Ayrıca bütün malının yok olması şeklinde malıyla da imtihan etti.
Hz. Eyüb (a. s) yoksullara karşı çok merhametli idi. Yetimlere ve dullara yardım eder, güçsüzlere ikramda bulunurdu.
Allah Tealâ Sad Suresinde zikredileceği gibi yemininin kefaretini vermekle ikramda bulundu. Eline bir demet sap alıp onunla hanımına vurmasını ve böylece yeminini bozmamış olacağını ilham etti.
Hz. Eyüb'ün (a. s) hanımı farklı rivayetlere binaen Hz. Yusuf un torunu Rahme bt. Efrayim b. Yusuf, yahut Mahir bt. Miyşa (Mensa) b. Yusuf yahut Li-ya bt. Yakub idi.
Hz. Eyüb'ün (a.s.) hanımı bir ihtiyacı için evden çıkmış, geri dönmekte gerekmişti. Kadın, şeytanın Hz. Eyüb (a. s) hakkında "Yasak kelime söylerse iyi :>.acağı" iğvasma binaen Hz. Eyüb'e (a. s) işaret ederek:
- Bu belâ ne zamana kadar sürecek? dedi. Bunun üzerine Hz. Eyüb şifa :ulursa hanımına yüz defa vuracağına yemin etti. Cenab-ı Hak da Hz. Eyüb'ün "eminine kefaret tavsiyesinde bulunarak ona (ot, fesleğen veya ince çubuklardan» bir demet alıp vurmasını emretti. Bu hanımının Hz. Eyüb (a. s) güzel hiz-—eti ve kocasının ondan razı olması sebebiyle hem Hz. Eyüb'e (a. s) hem de hanımına bir rahmet idi.
Bu ruhsat, şeriatımızda had cezalarında ve diğer durumlarda, hastalık ve -amilelik gibi zarurî hallerde uygulanan bir ruhsattır. [23]
Açıklaması
Hz. Eyüb (a.s.) mihnet ve belâya sabır hususunda nihayet darb-ı mesel olacak kadar meşhur ve çok üstün bir misaldir. İşte onun kıssası:
"Eyüb'e gelince, o bir zaman Rabbine şöyle yalvarmıştı..." Yani Ey Rasul! İbret, öğüt ve örnek almak için malı, evlâdı ve cesedinde belâya uğrayan Eyüb'ü hatırla. O, derde yakalandığı zaman Rabbine dua etmiş, şöyle demişti: Ey Rabbim! Ben derde ve sıkıntıya yakalandım. Sen merhamet edenlerin en merhametlisisin. Nefsini rahmeti gerektirecek bir vasıfla tavsif etti. Rabbini de son derece rahmetli olmasıyla niteledi. Rabbinin kendisini gayet iyi bildiğine iman ettiği için, niyazda lütuf yoluyla arzusunu açıkça ifade etmemiştir.
Hz. Eyüb'ün (a. s) hastalığı uzun müddet devam eden bir hastalıktı. Ancak bu hastalığı insanlığı nefret ettirici ve vücutta bir eksiklik meydana getiren bir hastalık değildi. Çünkü peygamberler masumdur, insan tabiatının nefret edeceği hastalıklardan uzaktırlar. Hanımı daima onunla beraber olmuştu, daima ona şefkatle bakıyor ve işlerini görüyordu.
Peygamberimiz (s.a.) İmam Ahmed, Buharî, Tirmizî ve İbni Mace'nin Sa'd'den (r. a) rivayet ettiği hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmaktadır: "İnsanlar arasında en şiddetli belâya uğrayanlar peygamberler, sonra salihler, sonra çok iyi kimseler, sonra da diğer iyi kimselerdir. Kişi dinine göre belâya uğrar; dininde sağlam ise belâsı şiddetli olur."
Dahhak ve Mukatil diyor ki: Hz. Eyüb (a.s.) yedi yıl, yedi ay, yedi gün, yedi saat belâ içinde kaldı. İbnü'l-Arabî diyor ki: Bu mümkündür, fakat, Hz. Eyüb'ün (a. s) ne kadar belâya uğradığı hakkında sahih bir haber olmamıştır.
"Biz de onun duasını kabul edip yakalandığı derdi gidermiştik." Yani Hz. Eyüb'ün (a. s) duasına icebet ettik, sıkıntısını kaydırdık ve ona afiyet verdik.
"Onun aile efradını, hem de onlarla beraber bir mislini ona vermiştik." Yani dünyada kaybettiği evlâdın yerine evlât vermiştik. Ona aile efradını ve onlarla birlikte bir mislini tekrar vermiştik. Onun hanımından öncekilerin bir misli kadar evlât dünyaya gelmişti.
"Ona tarafımızdan bir rahmet olması için ve ibadet edenlere bir hatıra olması için.." Yani biz Hz. Eyüb'e mal, aile ve evlâdın yerine bedel olarak verdik ve onun cesedine afiyet verdik. Bu bizden ona bir rahmet olması ve ona uymak ve onun sabrettiği gibi sabretmek suretiyle ibadet edenlere bir hatıra olması, böylece Hz. Eyüb'ün sevaba nail olduğu gibi onların da sevaba nail olmaları içindir. Nihayet mümin, Allah'ın af, rahmet ve lütfundan ümitsiz olmayacak, hiçbir musibet ve belaya uğramaktan emin olmayacaktır. Zira dünya ibtilâ ve imtihan yurdudur.
Zemahşerî diyor ki: "İbadet edenlere rahmetimizle muamele etmek için biz kullarımızı güzellikle zikrediyoruz. Onları unutmuyoruz. Yahut: Bizden Hz. Eyüb'ü (a. s) bir rahmet olmak üzere ve diğer kullara da onun sabrettiği gibi sabretmeleri ve nihayet dünya ve ahirette onun sevaba nail olması gibi sevaba nail olmaları için bir hatıra olmak üzere verdik. [24]
85- İsmail, İdris ve Zülkifl ise, hepsi de sabırlı kimselerdendir.
86- Biz onları da rahmetimize gark ettik. Onlar gerçekten salih kimselerdendir.
Açıklaması
İsmail, İdris ve Zülkifl ise hepsi de sabırlı kimselerdendir.Yani Ey peygamber! İsmail b. İbrahim el-Halil'in, Şit ve Adem'den sonra gelen İdris'in (a.s.) İs-railoğulları'ndan olan ve Şam diyarında yaşamış olan İlyas adındaki pek çok nasip sahibi manasmdaki Zülkifl'in (a.s.) haberlerini hatırla!
Bunların hepsi belâ ve mihnetlere, Allah'a taate ve Ona isyan etmemeye sabreden ve sevabını yalnız Allah'tan bekleyen kimselerdendir. Herbirinin sabır durumlarını az önce anlattık.
"Biz onları da rahmetimize gark ettik. Onlar gerçekten salih kimselerdendir." Biz onları peygamberlik, cennete girmek, rızamız ve sevabımızı elde etmek suretiyle rahmetimizin ehlinden kıldık. Çünkü bunlar salâhı kâmil olan insanlar gurubundandır. Çünkü bunlar masum peygamberlerdir. Onların salâhını ise hiçbir fesat bulandıramaz. [25]
+/- 15-Hz. Yunus (A.S.) Kıssası86- Biz onları da rahmetimize gark ettik. Onlar gerçekten salih kimselerdendir.
Açıklaması
İsmail, İdris ve Zülkifl ise hepsi de sabırlı kimselerdendir.Yani Ey peygamber! İsmail b. İbrahim el-Halil'in, Şit ve Adem'den sonra gelen İdris'in (a.s.) İs-railoğulları'ndan olan ve Şam diyarında yaşamış olan İlyas adındaki pek çok nasip sahibi manasmdaki Zülkifl'in (a.s.) haberlerini hatırla!
Bunların hepsi belâ ve mihnetlere, Allah'a taate ve Ona isyan etmemeye sabreden ve sevabını yalnız Allah'tan bekleyen kimselerdendir. Herbirinin sabır durumlarını az önce anlattık.
"Biz onları da rahmetimize gark ettik. Onlar gerçekten salih kimselerdendir." Biz onları peygamberlik, cennete girmek, rızamız ve sevabımızı elde etmek suretiyle rahmetimizin ehlinden kıldık. Çünkü bunlar salâhı kâmil olan insanlar gurubundandır. Çünkü bunlar masum peygamberlerdir. Onların salâhını ise hiçbir fesat bulandıramaz. [25]
87- Zünnûn'a (Yunus'a) gelince, O bir zaman öfkeli bir halde (kavmini terk edip) gitmişti. Bizim kendisini asla sıkıştırmayacağımızı sanmıştı. Sonunda karanlıklar içinde şöyle niyaz etti: "Senden başka hiçbir ilâh yoktur. Seni tenzih ederim. Gerçekten ben zalimlerden oldum."
88- Bunun üzerine biz de onun duasını kabul ettik. Onu kederden kurtardık. İşte biz müminleri böyle kurtarırız.
Açıklaması
"Zunnûn'a gelince..." Ey Rasulüm! Yunus b. Metta'ın (a.s.) kıssasını hatırla. Cenab-ı Hak onu Musul diyarından Ninova kasabasına göndermişti. Bu kasabanın kralı Hazkıya idi. Hz. Yunus (a.s.) onları Allah Tealâ'ya, O'nun birliğine ve O'na itaat etmeye davet etmiş, onlar da bunu reddetmişler, küfürde karar kılmışlardı. Hz. Yunus (a.s.) da kavmine kızarak aralarından çıkıp gitmiş, onları üç gün sonra meydana gelecek bir azapla tehdit etmişti.
Bu azabın gerçekleşeceğini anlayıp peygamberin yalan söylemediğini idrak edince çocukları ve hayvanlarıyla birlikte sahraya çıktılar. Annelerle yavrularının arasını ayırdılar. Sonra da Allah'a yakarışta bulundular. Develer ve yavruları, sığırlar ve danaları böğürmeye, koyunlar ve kuzuları meleşmeye başladılar. Allah da onlardan azabı kaldırdı.
Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle buyurmaktadır: "Bir kasaba halkı inanmalı değilmiydi ki imanları kendilerine fayda versin! İşte Yunus'un kavmi iman ettikleri zaman, dünya hayatında rezilliği gerektiren azabı onlardan kaldırdık. Onları bir süre daha bu dünyada geçindirdik." (Yunus, 10/98).
Hz. Yunus'a (a.s.) gelince: Yola çıktı, bir gurup yolcu ile birlikte bir gemiye bindi. Gemi sarsılmaya başladı. Yolcular boğulmaktan korktular. Geminin yükünü hafifletmek için aralarından denize atacakları bir adam için kur'a çektiler. Kur'a Hz. Yunus'a (a.s.) çıktı. Yolcular onu denize atmak istemediler. Sonra tekrar kur'a çektiler. Kur'a yine ona çıktı. Sonra tekrar kur'a çektiler. Kur'a yine ona çıktı. Netice Cenab-ı Hakk'ın buyurduğu gibi: "Yunus gemide olanlarla karşılıklı kur'a çekmişti ama o yenilenlerden olmuştu." (Saffat, 37/141). Yani kur'a ona çıkmıştı.
Bunun üzerine Hz. Yunus kalktı, elbiselerini çıkarttı. Sonra da kendini denize attı. Cenab-ı Hak da denizden ona denizi yararak gelen bir balık gönderdi. Balık onu yuttu.[26]
"Zünnun" ifadesi "balık sahibi", "nun" ise balık demektir. Hz. Yunus'a (a.s.) bu lakap verildiği sahihtir.
"Mugâdıben" yani kavmi kendisini yalanladıkları için ve kendisinin de üç gün sonra gelecek azapla tehdit ettiği durumlarından hoşlanmadığı için kavmine öfkeli bir halde ayrıldı. Fakat Hz. Yunus'un (a.s.) bilmediği bir şekilde tevbe etmeleri sebebiyle bu azap onlara gelmedi.
Yoksa Hz. Yunus (a.s.) Allah'ın hükmünden hoşlanmadığı için yahut Rab-bine öfke beslediği için ayrılmamıştı. Aksi takdirde peygamber bir yana normal bir kişiden bile beklenmeyen büyük bir günah işlemiş olurdu. Hz. Yunus (a.s.) Rabbinin rızası için öfkelenmişti. Nefsini zalimlerden olmakla tavsif etmesi de buna delildir. Bu görüş müfessirlerin çoğunluğunun görüşüdür.
"Bizim kendisini asla sıkıştırmayacağımızı sanmıştı." Yani balığın karnında ona darlık vermeyeceğimizi yahut ona ceza ile hükmetmeyeceğimizi zannetmişti. Bu ikinci manaya göre "nakdire" kelimesi takdir yani kaza ve hüküm anlamındadır. Nitekim şu ayette de aynı manada kullanılmıştı. "Her iki su takdir edilen ölçüye göre birleşti." (Kamer, 54/12). Hz. Yunus'un (a.s.) çıkışı kaçan bir köle haline benziyordu.
"Sonunda karanlıklar içinde şöyle niyaz etti: Senden başka hiçbir ilâh yoktur. Seni tenzih ederim." Yoğun karanlıkların derinliğinde yahut üç karanlığın yani balık karnının, denizin ve gecenin karanlığı altında Rabbine dua etti: Seni tenzih ederim ya Rabbi! Sen tek ilâhsın. Senin hiçbir ortağın yoktur. Sen dilediğini yaparsın. Dilediğini hükmedersin. Yerde ve gökte hiçbir şey seni âciz bırakamaz.
"Gerçekten ben zalimlerden oldum." Senden emirsiz veya senden izinsiz çıkmakla nefsine zulmedenlerden oldum. Bu durum "Ey Muhammedi Rabbinin hükmü gelinceye kadar sabret. Balık sahibi Yunus gibi olma. O sonunda pek üzgün olarak niyazda bulundu (Yunus, 68/48) ayetinin delaletiyle peygamberlere lâyık olan hâlin hilâfınadır.
"Bunun üzerine biz de onun duasını kabul ettik." Yani pişmanlık ve tevbe izhar ettiği duasına icabet ettik.
"Onu kederden kurtardık. İşte biz müminleri böyle kurtarırız." Yani Hz. Yunus'u (a.s.) balığın karnından ve karanlıklardan çıkarttık. Onu sıkıntı ve dertten kurtardığımız gibi bizden yardım diledikleri ve rahmetimizi istedikleri zaman sadık müminleri de kurtarırız.
Beyhakî'nin Sa'd b. Ebî Vakkas'tan (r. a.) rivayet ettiğine göre Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur: Bir müslim Zünnûn olan Hz. Yunus'un balığın -.arnındaki duasıyla "senden başka hiçbir ilâh yoktur. Seni tenzih ederim. Gerçekten ben zalimlerden oldum." herhangi bir şey sebebiyle dua etse duasına mutlaka icabet olunur."
Hz. Yunus (a.s.) tevhidle başladı. Sonra tenzih, teşbih ve sena etti. Sonra da istiğfar etti ve nefsinin zulüm -yani günah- işlediğini itiraf etti.
İbni Ebî Hatim, Hz. Enes'in (r. a.) Peygamberimiz'e (s.a.) isnat ettiği şu hadisi rivayet etmektedir: Hz. Yunus (a.s.) balığın karnında iken bu kelimelerle dua etmeyi arzu edince şöyle niyazda bulundu: "Allahım! Senden başka hiçbir ilâh yoktur. Seni tenzih ederim. Gerçekten ben zalimlerden oldum." dedi. Bu dua arşın altına yöneldi. Melekler:
- Ya Rabbi! Bu ses garip bir yerden gelen, bilinen güçsüz bir sestir, dediler. Cenab-ı Hak.
- Bunu bilmiyor musunuz? diye sordu. Melekler:
- Hayır ya Rabbi! Bu kim! dediler. Cenab-ı Hak:
- Kulum Yunus'tur, dedi. Melekler:
- Devamlı kabul edilmiş ameli, makbul duaları semaya yükselen kulun Yunus mu bu! Ya Rabbi! Rahat içerisinde işlediği amel sebebiyle ona rahmette bulunup belâdan kurtarmaz mısın? dediler. Cenab-ı Hak:
- Evet, dedi. Balığa emretti. Balık onu boş bir araziye attı. [27]
+/- 16-Hz. Zekeriyya (A.S.) Ve Hz. Yahya (A.S.) Kıssası88- Bunun üzerine biz de onun duasını kabul ettik. Onu kederden kurtardık. İşte biz müminleri böyle kurtarırız.
Açıklaması
"Zunnûn'a gelince..." Ey Rasulüm! Yunus b. Metta'ın (a.s.) kıssasını hatırla. Cenab-ı Hak onu Musul diyarından Ninova kasabasına göndermişti. Bu kasabanın kralı Hazkıya idi. Hz. Yunus (a.s.) onları Allah Tealâ'ya, O'nun birliğine ve O'na itaat etmeye davet etmiş, onlar da bunu reddetmişler, küfürde karar kılmışlardı. Hz. Yunus (a.s.) da kavmine kızarak aralarından çıkıp gitmiş, onları üç gün sonra meydana gelecek bir azapla tehdit etmişti.
Bu azabın gerçekleşeceğini anlayıp peygamberin yalan söylemediğini idrak edince çocukları ve hayvanlarıyla birlikte sahraya çıktılar. Annelerle yavrularının arasını ayırdılar. Sonra da Allah'a yakarışta bulundular. Develer ve yavruları, sığırlar ve danaları böğürmeye, koyunlar ve kuzuları meleşmeye başladılar. Allah da onlardan azabı kaldırdı.
Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle buyurmaktadır: "Bir kasaba halkı inanmalı değilmiydi ki imanları kendilerine fayda versin! İşte Yunus'un kavmi iman ettikleri zaman, dünya hayatında rezilliği gerektiren azabı onlardan kaldırdık. Onları bir süre daha bu dünyada geçindirdik." (Yunus, 10/98).
Hz. Yunus'a (a.s.) gelince: Yola çıktı, bir gurup yolcu ile birlikte bir gemiye bindi. Gemi sarsılmaya başladı. Yolcular boğulmaktan korktular. Geminin yükünü hafifletmek için aralarından denize atacakları bir adam için kur'a çektiler. Kur'a Hz. Yunus'a (a.s.) çıktı. Yolcular onu denize atmak istemediler. Sonra tekrar kur'a çektiler. Kur'a yine ona çıktı. Sonra tekrar kur'a çektiler. Kur'a yine ona çıktı. Netice Cenab-ı Hakk'ın buyurduğu gibi: "Yunus gemide olanlarla karşılıklı kur'a çekmişti ama o yenilenlerden olmuştu." (Saffat, 37/141). Yani kur'a ona çıkmıştı.
Bunun üzerine Hz. Yunus kalktı, elbiselerini çıkarttı. Sonra da kendini denize attı. Cenab-ı Hak da denizden ona denizi yararak gelen bir balık gönderdi. Balık onu yuttu.[26]
"Zünnun" ifadesi "balık sahibi", "nun" ise balık demektir. Hz. Yunus'a (a.s.) bu lakap verildiği sahihtir.
"Mugâdıben" yani kavmi kendisini yalanladıkları için ve kendisinin de üç gün sonra gelecek azapla tehdit ettiği durumlarından hoşlanmadığı için kavmine öfkeli bir halde ayrıldı. Fakat Hz. Yunus'un (a.s.) bilmediği bir şekilde tevbe etmeleri sebebiyle bu azap onlara gelmedi.
Yoksa Hz. Yunus (a.s.) Allah'ın hükmünden hoşlanmadığı için yahut Rab-bine öfke beslediği için ayrılmamıştı. Aksi takdirde peygamber bir yana normal bir kişiden bile beklenmeyen büyük bir günah işlemiş olurdu. Hz. Yunus (a.s.) Rabbinin rızası için öfkelenmişti. Nefsini zalimlerden olmakla tavsif etmesi de buna delildir. Bu görüş müfessirlerin çoğunluğunun görüşüdür.
"Bizim kendisini asla sıkıştırmayacağımızı sanmıştı." Yani balığın karnında ona darlık vermeyeceğimizi yahut ona ceza ile hükmetmeyeceğimizi zannetmişti. Bu ikinci manaya göre "nakdire" kelimesi takdir yani kaza ve hüküm anlamındadır. Nitekim şu ayette de aynı manada kullanılmıştı. "Her iki su takdir edilen ölçüye göre birleşti." (Kamer, 54/12). Hz. Yunus'un (a.s.) çıkışı kaçan bir köle haline benziyordu.
"Sonunda karanlıklar içinde şöyle niyaz etti: Senden başka hiçbir ilâh yoktur. Seni tenzih ederim." Yoğun karanlıkların derinliğinde yahut üç karanlığın yani balık karnının, denizin ve gecenin karanlığı altında Rabbine dua etti: Seni tenzih ederim ya Rabbi! Sen tek ilâhsın. Senin hiçbir ortağın yoktur. Sen dilediğini yaparsın. Dilediğini hükmedersin. Yerde ve gökte hiçbir şey seni âciz bırakamaz.
"Gerçekten ben zalimlerden oldum." Senden emirsiz veya senden izinsiz çıkmakla nefsine zulmedenlerden oldum. Bu durum "Ey Muhammedi Rabbinin hükmü gelinceye kadar sabret. Balık sahibi Yunus gibi olma. O sonunda pek üzgün olarak niyazda bulundu (Yunus, 68/48) ayetinin delaletiyle peygamberlere lâyık olan hâlin hilâfınadır.
"Bunun üzerine biz de onun duasını kabul ettik." Yani pişmanlık ve tevbe izhar ettiği duasına icabet ettik.
"Onu kederden kurtardık. İşte biz müminleri böyle kurtarırız." Yani Hz. Yunus'u (a.s.) balığın karnından ve karanlıklardan çıkarttık. Onu sıkıntı ve dertten kurtardığımız gibi bizden yardım diledikleri ve rahmetimizi istedikleri zaman sadık müminleri de kurtarırız.
Beyhakî'nin Sa'd b. Ebî Vakkas'tan (r. a.) rivayet ettiğine göre Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur: Bir müslim Zünnûn olan Hz. Yunus'un balığın -.arnındaki duasıyla "senden başka hiçbir ilâh yoktur. Seni tenzih ederim. Gerçekten ben zalimlerden oldum." herhangi bir şey sebebiyle dua etse duasına mutlaka icabet olunur."
Hz. Yunus (a.s.) tevhidle başladı. Sonra tenzih, teşbih ve sena etti. Sonra da istiğfar etti ve nefsinin zulüm -yani günah- işlediğini itiraf etti.
İbni Ebî Hatim, Hz. Enes'in (r. a.) Peygamberimiz'e (s.a.) isnat ettiği şu hadisi rivayet etmektedir: Hz. Yunus (a.s.) balığın karnında iken bu kelimelerle dua etmeyi arzu edince şöyle niyazda bulundu: "Allahım! Senden başka hiçbir ilâh yoktur. Seni tenzih ederim. Gerçekten ben zalimlerden oldum." dedi. Bu dua arşın altına yöneldi. Melekler:
- Ya Rabbi! Bu ses garip bir yerden gelen, bilinen güçsüz bir sestir, dediler. Cenab-ı Hak.
- Bunu bilmiyor musunuz? diye sordu. Melekler:
- Hayır ya Rabbi! Bu kim! dediler. Cenab-ı Hak:
- Kulum Yunus'tur, dedi. Melekler:
- Devamlı kabul edilmiş ameli, makbul duaları semaya yükselen kulun Yunus mu bu! Ya Rabbi! Rahat içerisinde işlediği amel sebebiyle ona rahmette bulunup belâdan kurtarmaz mısın? dediler. Cenab-ı Hak:
- Evet, dedi. Balığa emretti. Balık onu boş bir araziye attı. [27]
89- Zekeriya ise, o bir zaman Rabbine: "Ey Rabbim! Beni yalnız bırakma. Varislerin en hayırlısı sensin." diye niyaz etmişti.
90- Biz de onun duasını kabul ettik. Ve ona Yahya'yı bahşettik. Hanımını da buna elverişli kıldık. Gerçekten onlar hayırlı işlere koşarlar, ümit ve korku içinde bize dua ederlerdi. Onlar bize huşu (derin saygı) gösterirlerdi.
91- İffetini koruyan Meryem ise, biz ona ruhumuzdan üfledik. Onu da, oğlunu da bütün âlemlere bir mucize kıldık.
Açıklaması
"Zekeriya'ya gelince..." Ey Rasul! Zekeriya'nın haberini de hatırla. Hani o Allah'tan kendisine ondan sonra peygamber olacak bir evlât ihsan etmesini istedi. Kavminden ayrı olarak gizlice Rabbine şu şekilde dua etti: "Ey Rabbim! Benden sonra insanları sana davet etme yolunda benim ne evlâdım ne de varisim vardır. Beni böyle yalnız başıma bırakma. Mahlûkatın yok olduktan sonra baki kalacak sensin. Sen bana varis olacak birini ihsan etmezsen ben buna aldırış edecek değilim. En hayırlı varis sensin." "Varislerin en hayırlısı sensin." ifadesi hem dua, hem senadır.
"Biz de onun duasını kabul ettik ve ona Yahya'yı bahşettik. Hanımını da buna elverişli kıldık." Biz onun yalvarışına ve arzusuna icabet ettik. Ona adı Yahya olan evlât bahşettik. Doğum engellerini ortadan kaldırmak suretiyle onun hanımını buna elverişli kıldık. Kısırlıktan sonra ve yaşlılık halinde çocuk dünyaya getirdi.
"Gerçekten onlar hayırlı işlere koşarlardı." Yani adıgeçen - Zekeriya (a.s.) fftâr peygamberler ve hanımı bize ibadete ve bize yaklaşmaya yahut ibadet ve ttat işlemeye, Allah'a yaklaştıracak ameller yapmaya koşarlardı.
Burada anlatılmak istenen husus onların bu taleplerine icabet edilmesi, sadece hayır işlerine koşmaları, hayrı elde etmede süratle davranmaları idi. Nitekim ciddi işlere rağbet edenler de bu şekilde davranmaktadırlar.
" Onlar ümit ve korku içinde bize dua ederlerdi. Onlar bize huşu gösterirlerdi. " Yani onlar bizim rahmetimizi ve lütfumuzu arzu ederek, bizim azabımızdan ve cezamızdan korkarak bize dua ederlerdi. Bize karşı mütevazi ve boyun bükmüş durumdaydılar.
Bunun manası şudur: Onlar ibadet ve taat işlemek ve bu hususta süratli davranmaya ilâve olarak şu iki şeyi yapıyorlardı:
Birincisi: Sevabını umarak ve cezasından korkarak Allah Tealâ'ya sığınmak.
İkincisi: Huşu (derin saygı). Bu kalpte yerleşen bir korku, kalpten ayrılmayan bir ürpermedir.
İbni Ebî Hatim, Abdullah b. Hukeym'den rivayet ediyor: Ebubekir (r. a.) bize hutbe irad etti. Sonra şöyle buyurdu:
"Ben size takvayı (Allah korkusunu), Allah'a lâyık olduğu şekilde senada bulunmanızı, ümitle korkuyu birbirine karıştırmanızı, niyazla ısrarı bir araya getirmenizi tavsiye ediyorum. Zira Allah (c.c), Zekeriya (a.s.) ve onun ailesi halkına şu şekilde senada bulunmuştur: "Gerçekten onlar hayırlı işlere koşarlar, ümit ve korku içinde bize dua ederlerdi. Onlar bize huşu (derin saygı) gösterirlerdi. "
Cenab-ı Hak bundan sonra Hz. Zekeriya (a.s.) ve oğlu Hz. Yahya (a.s.) kıs-sasıyla bir arada Hz. Meryem (a. s) ve oğlu Hz. İsa (a.s.) kıssasını zikrediyor.
Bu, Allah kelâmında alışılmış bir anlatım tarzıdır. Cenab-ı Hak önce Hz. Zekeriya (a.s.) kıssasını zikreder ve hemen onun ardından Hz. Meryem (a.s.) kıssasını anlatır. Çünkü bu iki kıssa birbiriyle irtibat halindedir. Zira Hz. Zekeriya (a.s.) kıssası yaşı geçmiş, pir-i fani bir ihtiyar ile gençliğinde hiç çocuk doğurmamış, kısır bir kocakarıdan çocuk dünyaya gelmesi olayıdır. Hz. Meryem (a.s.) kıssası ise daha gariptir. Bu ise hiçbir erkek olmaksızın sadece bir hanımdan çocuk dünyaya gelmesi olayıdır.
Bu iki kıssanın Al-i İmran, Meryem ve burada Enbiya surelerinde bir arada zikredildiğini görüyoruz.
"İffetini koruyan Meryem ise..." Yani kendini haram veya helâl yolla bile olsa erkeklerden koruyan Hz. Meryem'in haberini hatırla. Nitekim Cenab-ı Hak onun şu sözünü nakletmektedir: "Bana hiçbir beşer dokunmadı, ben asla kötü bir kadın da olmadım." (Meryem, 19/20); "İffetini koruyan îmran kızı Meryem'e biz ruhumuzdan üfledik." Yani Biz Hz. İsa'nın ruhunu onun karnına üfledik. Yani onun rahminde Hz.İsa'ya hayat verdik.
Dikkat edilmelidir ki buradaki zamir Hz. Meryem'e racidir. Yoksa ilk bakışta görüldüğü gibi Meryem'e hayat verilmesi kastedilmemiş, Hz. İsa'nın onun karnında hayat bulması kastedilmiştir. Ancak Tahrim suresinde zamir, "fercihâ" kelimesine racidir. Çünkü zamir müzekkerdir. Tahrim süresindeki ayetteki "fihi" kelimesi burada olduğu gibi "fihâ" şeklinde de okunmuştur. Yani Meryem'de veya hamilelikte demektir. Ayrıca her iki surede de "min rûhinâ" ifadesi vardır. Yani "hiçbir aslın aracılığı olmadan yarattığımız ruhtan" demektir. Şerefli olduğunu belirtmek için Allah'a nispet edilmiştir.
"O'nu da, oğlunu da bütün âlemlere bir mucize kıldık." Yani Hz. Meryem ile Hz. İsa'nın (a.s.) durumlarını mucize kıldık. Yani Hz. Meryem'in kocasız hamile oluşu normal şartların dışına çıkan ve Allah'ın her şeye kadir olduğuna delâlet eden bir kudret nişanesi ve bir mucizedir. Bir şeyi dilediği zaman Onun buyruğu sadece o şeye "ol" demektir. O da hemen olur.
Bu ayetin benzeri şu ayettir: "Biz Onu bütün insanlara bir mucize kılmamız için..." (Meryem, 19/21).
Cenab-ı Hak "âyeteyn(iki mucize)" dememiştir. Çünkü bu kelâmın manası şudur: Biz o ikisinin durumunu, hallerini ve kıssalarını bütün âlemlere bir mucize kıldık. Yahut bu mucize tektir. Bu da erkek olmadan meydana gelen doğum olayıdır, "lil-âlemîn" ifadesi cinler, insanlar ve melekler için demektir.
Bu kıssada Hz. Meryem (a.s.) ve Hz. İsa'nın (a.s.) her biri için meleklerin Hz. Meryem'e (a.s.) rızık getirmesi gibi başka mucizeler de vardır: "Zekeriya: Ey Meryem?.. Bu sana nereden geldi? demiş, O da: Bu Allah'ın katındandır, cevabını vermişti." (Al-i İmran, 3/37).
Hz. İsa'nın (a.s.) körlere, abraslı hastalara şifa vermesi ve Allah'ın izniyle ölüleri diriltmesi gibi mucizeleri vardır. (Al-i imran, 49. ayet). [28]
Semavî Dinlerin Ve İlâhî Sünnetin Bir Oluşu90- Biz de onun duasını kabul ettik. Ve ona Yahya'yı bahşettik. Hanımını da buna elverişli kıldık. Gerçekten onlar hayırlı işlere koşarlar, ümit ve korku içinde bize dua ederlerdi. Onlar bize huşu (derin saygı) gösterirlerdi.
91- İffetini koruyan Meryem ise, biz ona ruhumuzdan üfledik. Onu da, oğlunu da bütün âlemlere bir mucize kıldık.
Açıklaması
"Zekeriya'ya gelince..." Ey Rasul! Zekeriya'nın haberini de hatırla. Hani o Allah'tan kendisine ondan sonra peygamber olacak bir evlât ihsan etmesini istedi. Kavminden ayrı olarak gizlice Rabbine şu şekilde dua etti: "Ey Rabbim! Benden sonra insanları sana davet etme yolunda benim ne evlâdım ne de varisim vardır. Beni böyle yalnız başıma bırakma. Mahlûkatın yok olduktan sonra baki kalacak sensin. Sen bana varis olacak birini ihsan etmezsen ben buna aldırış edecek değilim. En hayırlı varis sensin." "Varislerin en hayırlısı sensin." ifadesi hem dua, hem senadır.
"Biz de onun duasını kabul ettik ve ona Yahya'yı bahşettik. Hanımını da buna elverişli kıldık." Biz onun yalvarışına ve arzusuna icabet ettik. Ona adı Yahya olan evlât bahşettik. Doğum engellerini ortadan kaldırmak suretiyle onun hanımını buna elverişli kıldık. Kısırlıktan sonra ve yaşlılık halinde çocuk dünyaya getirdi.
"Gerçekten onlar hayırlı işlere koşarlardı." Yani adıgeçen - Zekeriya (a.s.) fftâr peygamberler ve hanımı bize ibadete ve bize yaklaşmaya yahut ibadet ve ttat işlemeye, Allah'a yaklaştıracak ameller yapmaya koşarlardı.
Burada anlatılmak istenen husus onların bu taleplerine icabet edilmesi, sadece hayır işlerine koşmaları, hayrı elde etmede süratle davranmaları idi. Nitekim ciddi işlere rağbet edenler de bu şekilde davranmaktadırlar.
" Onlar ümit ve korku içinde bize dua ederlerdi. Onlar bize huşu gösterirlerdi. " Yani onlar bizim rahmetimizi ve lütfumuzu arzu ederek, bizim azabımızdan ve cezamızdan korkarak bize dua ederlerdi. Bize karşı mütevazi ve boyun bükmüş durumdaydılar.
Bunun manası şudur: Onlar ibadet ve taat işlemek ve bu hususta süratli davranmaya ilâve olarak şu iki şeyi yapıyorlardı:
Birincisi: Sevabını umarak ve cezasından korkarak Allah Tealâ'ya sığınmak.
İkincisi: Huşu (derin saygı). Bu kalpte yerleşen bir korku, kalpten ayrılmayan bir ürpermedir.
İbni Ebî Hatim, Abdullah b. Hukeym'den rivayet ediyor: Ebubekir (r. a.) bize hutbe irad etti. Sonra şöyle buyurdu:
"Ben size takvayı (Allah korkusunu), Allah'a lâyık olduğu şekilde senada bulunmanızı, ümitle korkuyu birbirine karıştırmanızı, niyazla ısrarı bir araya getirmenizi tavsiye ediyorum. Zira Allah (c.c), Zekeriya (a.s.) ve onun ailesi halkına şu şekilde senada bulunmuştur: "Gerçekten onlar hayırlı işlere koşarlar, ümit ve korku içinde bize dua ederlerdi. Onlar bize huşu (derin saygı) gösterirlerdi. "
Cenab-ı Hak bundan sonra Hz. Zekeriya (a.s.) ve oğlu Hz. Yahya (a.s.) kıs-sasıyla bir arada Hz. Meryem (a. s) ve oğlu Hz. İsa (a.s.) kıssasını zikrediyor.
Bu, Allah kelâmında alışılmış bir anlatım tarzıdır. Cenab-ı Hak önce Hz. Zekeriya (a.s.) kıssasını zikreder ve hemen onun ardından Hz. Meryem (a.s.) kıssasını anlatır. Çünkü bu iki kıssa birbiriyle irtibat halindedir. Zira Hz. Zekeriya (a.s.) kıssası yaşı geçmiş, pir-i fani bir ihtiyar ile gençliğinde hiç çocuk doğurmamış, kısır bir kocakarıdan çocuk dünyaya gelmesi olayıdır. Hz. Meryem (a.s.) kıssası ise daha gariptir. Bu ise hiçbir erkek olmaksızın sadece bir hanımdan çocuk dünyaya gelmesi olayıdır.
Bu iki kıssanın Al-i İmran, Meryem ve burada Enbiya surelerinde bir arada zikredildiğini görüyoruz.
"İffetini koruyan Meryem ise..." Yani kendini haram veya helâl yolla bile olsa erkeklerden koruyan Hz. Meryem'in haberini hatırla. Nitekim Cenab-ı Hak onun şu sözünü nakletmektedir: "Bana hiçbir beşer dokunmadı, ben asla kötü bir kadın da olmadım." (Meryem, 19/20); "İffetini koruyan îmran kızı Meryem'e biz ruhumuzdan üfledik." Yani Biz Hz. İsa'nın ruhunu onun karnına üfledik. Yani onun rahminde Hz.İsa'ya hayat verdik.
Dikkat edilmelidir ki buradaki zamir Hz. Meryem'e racidir. Yoksa ilk bakışta görüldüğü gibi Meryem'e hayat verilmesi kastedilmemiş, Hz. İsa'nın onun karnında hayat bulması kastedilmiştir. Ancak Tahrim suresinde zamir, "fercihâ" kelimesine racidir. Çünkü zamir müzekkerdir. Tahrim süresindeki ayetteki "fihi" kelimesi burada olduğu gibi "fihâ" şeklinde de okunmuştur. Yani Meryem'de veya hamilelikte demektir. Ayrıca her iki surede de "min rûhinâ" ifadesi vardır. Yani "hiçbir aslın aracılığı olmadan yarattığımız ruhtan" demektir. Şerefli olduğunu belirtmek için Allah'a nispet edilmiştir.
"O'nu da, oğlunu da bütün âlemlere bir mucize kıldık." Yani Hz. Meryem ile Hz. İsa'nın (a.s.) durumlarını mucize kıldık. Yani Hz. Meryem'in kocasız hamile oluşu normal şartların dışına çıkan ve Allah'ın her şeye kadir olduğuna delâlet eden bir kudret nişanesi ve bir mucizedir. Bir şeyi dilediği zaman Onun buyruğu sadece o şeye "ol" demektir. O da hemen olur.
Bu ayetin benzeri şu ayettir: "Biz Onu bütün insanlara bir mucize kılmamız için..." (Meryem, 19/21).
Cenab-ı Hak "âyeteyn(iki mucize)" dememiştir. Çünkü bu kelâmın manası şudur: Biz o ikisinin durumunu, hallerini ve kıssalarını bütün âlemlere bir mucize kıldık. Yahut bu mucize tektir. Bu da erkek olmadan meydana gelen doğum olayıdır, "lil-âlemîn" ifadesi cinler, insanlar ve melekler için demektir.
Bu kıssada Hz. Meryem (a.s.) ve Hz. İsa'nın (a.s.) her biri için meleklerin Hz. Meryem'e (a.s.) rızık getirmesi gibi başka mucizeler de vardır: "Zekeriya: Ey Meryem?.. Bu sana nereden geldi? demiş, O da: Bu Allah'ın katındandır, cevabını vermişti." (Al-i İmran, 3/37).
Hz. İsa'nın (a.s.) körlere, abraslı hastalara şifa vermesi ve Allah'ın izniyle ölüleri diriltmesi gibi mucizeleri vardır. (Al-i imran, 49. ayet). [28]
92- İşte sizin ümmetiniz bir tek ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim. O halde yalnız bana kulluk edin.
93- Fakat insanlar dinlerini aralarında parça parça ettiler. Halbuki onların hepsi sonunda bize döneceklerdir.
94- Kim mümin olarak salih ameller işlerse, onun emeği (kesinlikle) nankörlükle karşılanmaz. Biz onu hiç şüphesiz yazıyoruz.
95- Helak ettiğimiz bir kasaba halkının tekrar (bize) dönmemeleri imkânsızdır.
96- Nihayet Ye'cüc ve Me'cüc'ün önü açılıp onlar her tepeden akın edecekler.
97- Gerçek olan vaad yaklaşacak. İşte o zaman inkâr edenlerin gözleri yuvalarından çıkacakmış gibi olur: "Eyvah bize! Biz bundan gafilmişiz. Daha doğrusu zalimler bizmişiz." derler.
Açıklaması
Allah Tealâ insanlık dininin tek din olduğunu bildiriyor ve şöyle buyuruyor:
"İşte sizin ümmetiniz bir tek ümmettir." Yani tevhid dini yahut İslâm dini, peygamberler ve şeriatlar arasında üzerinde ittifak edilen, üzerinde bulunmanız gereken tek din, tek millet ve tek şeriattır. Siz peygamberler arasında farklı olmayan tek ümmet olarak bu din üzerinde olun. Ben kendisinden başka ilâh olmayan Allah'ım. Sadece bana kulluk edin. Herhangi bir melek, insan, taş, ağaç veya put gibi bir şeyi bana ortak koşmayın.
Bir başka ayette de: "İşte sizin ümmetiniz bir tek ümmettir. Ben sizin Rab-binizim. Benden korkun." (Müminûn, 23/52) buyurulmuştur.
Buharî, Müslim, Ebu Davud ve Ahmed b. Hanbel'in rivayet ettiği bir ha-dis-i şerifte peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Biz peygamberler cemaati baba bir kardeşleriz, dinimiz birdir." Yani kastedilen mana peygamberlere verilen çeşitli hükümlerle birlikte bir olan, ortağı olmayan Allah'a kullukta ittifak ediyoruz. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Ey ümmetler! Herbiri-niz için bir şeriat ve yol tayin ettik." (Maide, 5/48).
Peygamberler arasındaki farklılık inanç, ahlâk, fazilet ve kulluk esasları üzerinde değil, sadece zamanlara ve çağlara göre furû (hükümler) ve cüz'î meselelerdedir.
"Fakat insanlar dinlerini aralarında parça parça ettiler." Yani ümmetler peygamberlerine karşı onları tasdik edenler ve yalanlayanlar şeklinde ayrılarak ihtilâfa düştüler, dinlerini aralarında çeşitli fırkalara bölerek parça parça ettiler.
Bu ifade durumun çirkinliğini dile getirmek için 2. şahıstan 3. şahısa geçiş ifadesidir. Asıl ifade: "Siz dinlerinizi parça parça ettiniz" olmalıydı. Sanki Cenab-ı Hak onların ifsat ettiklerini başkalarına nakletmekte ve onların bu davranışlarının çirkinliğini belirtmektedir. Sanki onlara şöyle demektedir: Onların işledikleri şu büyük günahı görmüyor musunuz?
Ayetin manası şudur: Onlar dinlerini kendi aralarında parçalara ayırdılar. Tıpkı bir topluluğun bir şeyi aralarında tevzi edip paylaştırdıkları, şuna bir pay buna bir pay ayırdıkları gibi... Bu ifade insanların din hususunda ihtilâfa düşmelerini, bölük bölük olmalarını temsille anlatmaktadır.
Tek din meselesinde tefrikaya düşmeleri ayıplanan çirkin bir harekettir. Bunun için Cenab-ı Hak onların bu davranışlarına karşı tehditte bulunarak şöyle buyurmaktadır.
"Halbuki onların hepsi sonunda bize döneceklerdir." Yani onlardan her gurup kıyamet günü bize dönecekler. Biz de herbirine ameline göre, hayırsa hayır serse şer karşılık vereceğiz.
"Kim mümin olarak salih ameller işlerse, onun emeği kesinlikle nankörlükle karşılanmaz. Biz onu hiç şüphesiz yazıyoruz."
Ayette geçen "min" cins için değil, teb'îz içindir; yani salih amellerden bir kısmı demektir. Zira mükellef farzı ve nafilesiyle bütün ibadet ve taati yerine getirmeye muktedir olamaz.
Ayetin manası şudur: Kim Rabbini ve peygamberlerini dili ve kalbiyle tasdik ederek Allah Tealâ'nm yoluna uygun salih amel işlerse yahut müslim ve tevhid ehli olarak taatlerden bir amel işlerse onun emeği asla zayi olmaz. Amelinin sevabı boşa çıkmaz, ameli nankörlükle karşılanmaz. Bilakis sevabı verilir. Biz ona tam karşılığını veririz. Ona zerre kadar zulmedilmez. Biz bunu tespit ederiz. Bütün amellerini karşılık vermek için amel defterinde muhafaza ederiz. Bundan hiçbir şey çok küçük olsa bile zayi olmaz. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de bazı ayetlerde şöyle buyurulmuştur: "Şüphesiz iman edip salih amel işleyenlere gelince biz güzel amel işleyenlerin ecrini zayi etmeyiz." (Kehf, 18/30); "Kim ahi-reti ister ve mümin olarak ahirete lâyık bir gayret sarfederse işte böylelerinin gayretleri makbul olur." (İsra, 17/19).
Bu ayet amellerin kabul edilmesinin ve kurtuluşun esasının kişinin mümin olmak ve salih ameller işlemek özelliklerini bir arada bulundurması olduğuna delildir.
İman, Allah ve Rasulünü bilip tasdik etmeyi de içine alır. Amel-i salih ise farzları yapmak ve haramları terk etmektir. Küfran (nankörlük) sevaptan mahrum olmaya verilen bir temsildir. Şükür ise sevaptan verilmesinin temsilî ifadesidir. "Onun emeği kesinlikle nankörlükle karşılanmaz." ayetinde anlatılmak istenen bu nankörlük cinsinin ortadan kaldırılmış olmasıdır. Yine burada kullar Allah Tealâ'ya itaate sarılmaya teşvik edilmektedir.
"Helak ettiğimiz bir kasabanın tekrar bize dönmemeleri imkânsızdır." Yani helak etmekle hükmettiğimiz bir kasaba halkının tevbeye dönmeleri yahut kıyamet gününden önce dünya hayatına dönmeleri imkânsızdır. Bu manaya göre "Lâ yerci'ûn'daki "lâ" te'kit manasında "zaide'dir. Bu ifade şu ayet gibidir: "O zaman artık ne vasiyet edebilirler, ne de (ailelerine) dönebilirler." (Yasin, 36/50). Ayetin başındaki "harâmün" kelimesi kesin olarak imkânsızlığı ifade etmek için istiare edilmiştir. Bu da Cennetlikler: "Doğrusu Allah bu ikisini de (su ve diğer rızıkları bugün) kâfirlere haram etmiştir" derler." (A'raf, 7/50) ayeti gibidir.
"Nihayet Ye'cüc ve Me'cüc'ün önü açılıp onlar her tepeden akın edecekler." Yani helak edilen kavmin dönmemeleri, kıyamet kopuncaya, Ye'cüc ve Me'cüc şeddinin açılması gibi kıyamet alâmetleri ortaya çıkıncaya kadar devam eder. Bu Ye'cüc ve Me'cüc iki kabiledirler, yahut bütün insanlar demektir. İnsanlar her yüksekçe yerden süratle inip geleceklerdir. Ayetten maksat öldükten sonra dirilmeyi ve amellerin karşılığının verilmesini inkâr eden müşriklere yapılan bir reddiyedir.
"Gerçek olan vaad yaklaşacak. İşte o zaman inkâr edenlerin gözleri yuvalarından çıkacakmış gibi olur..." Yani bu korkunç olaylar, belâlar ve depremler meydana geldiği zaman kıyamet yaklaşmış olur. Bunlar olduğu zaman kâfirler, gördükleri büyük olayların şiddetinden nerdeyse hiçbir şey göremeyecek hale gelirler.
"Eyvah bize! Biz bundan gafilmişiz. Daha doğrusu zalimler bizmişiz." Yani onlar: "Yazık, helak olduk. Biz dünyada gafilmişiz, oyalanmışız. Bunun gerçek olduğunu öldükten sonra dirilmenin, hesap görme ve amellerinin karşılığını görmek için Allah'a dönmenin değişmez ve mutlaka meydana gelecek bir hadise olduğunu bilmiyorduk. Daha doğrusu biz gerçekte kendimiz azaba maruz kalmakla nefsimize zulmetmişiz." derler. Bu, itirafın fayda vermediği bir anda kendi nefislerine zulmettiklerini itiraf etmeleridir. [29]
Ahirette Müminlerin Ve Kafirlerin Halleri İle Gökyüzünün Durumu
98- Siz de Allah'tan başka taptığınız (putlar) da cehennem odunudur. Siz oraya gireceksiniz.
99- Eğer onlar gerçekten ilâh olsalardı cehenneme girmezlerdi. Hepsi de orada ebedî kalacaklardır.
100- Onlar orada inim inim inlerler. Onlar orada işitmezler.
101- Tarafımızdan kendilerine en güzel sevap vaad edilenler, işte onlar cehennemden uzaklaştırılacaklardır.
102- Onlar cehennemin uğultusunu duymazlar. Onlar canlarının istediği nimetlerin içinde ebedî kalacaklardır.
103- En büyük korku bile onları üzmez. Melekler onları: 'İşte bu vaad edildiğiniz gündür," diyerek karşılarlar.
104- O gün biz göğü kitapların sayfalarını dürer gibi düreriz. Onları ilk defa nasıl yarattıysak sonra da öyle dirilteceğiz. Bu, bizim bir vaadimizdir. Şüphesiz biz vaadimizi mutlaka yerine getirenleriz.
105- Yemin olsun ki biz Tevrat'tan sonra Zebur'da da 'Yeryüzüne mutlaka salih kullarım varis olur." hükmünü koymuştuk.
106- Şüphesiz bunda kulluk eden kimselere bir tebliğ vardır.
Nüzul Sebebi
"Tarafımızdan kendilerine..." 101. ayetin nüzul sebebi ile ilgili olarak Hakim, İbni Abbas'tan naklediyor: "Siz de Allah'tan başka taptığınız putlar da cehennem odunudur. Siz oraya gireceksiniz" ayeti nazil olunca İbnü'z-Ziba'rî şöyle dedi: "Güneş, ay, melekler ve Üzeyr'e tapıldı. Bunların hepsi bizim ilâhlarımızla birlikte cehenneme mi girecek?" Bunun üzerine şu ayet nazil oldu: "Tarafımızdan kendilerine en güzel sevap vaad edilenler işte onlar cehennemden uzaklaştırılacaklardır."(Enbiya, 21/101).
Ayrıca şu ayet de nazil oldu: "Meryem oğlu (İsa) bir misal olarak verilince hemen senin kavmin buna gülüyorlar. "Bizim tanrılarımız mı hayırlı yoksa O mu?" dediler. Bunu sana sadece bir mücadele olarak misal getirdiler. Daha doğrusu onlar çok düşman bir kavimdir" (Zuhruf, 43/57-58). [30]
Açıklaması
Siz ey putlara tapan müşrikler! Siz ve Allah'tan başka taptıklarınız, cehennem yakıtısınız. Hepiniz toptan cehenneme gireceksiniz. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
"Yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten sakının." (Bakara, 2/24).
"Allah'tan başka tapındıkları şeyler" ifadesi putları, İblis'i ve onun uşaklarını içine almaktadır. Çünkü onlar onlara itaat etmekle ve onları izlerine uymakla onlara tapınanlar hükmündedir.
Bu ayet Üzeyr, Mesih ve melekleri ihtiva etmez. Çünkü "şüphesiz biz" ifadesi Kureyş müşriklerine karşı sözle hitaptır. Onlar sadece putlara tapıyorlardı. Yine Cenab-ı Hak "taptığınız kimseler" buyurmadı, "taptığınız şeyler" buyurdu. "Mâ" harfi ise akıl sahibi varlıkları içine almaz. Dolayısıyla Razî'nin beyan ettiği gibi,[31] İbnü'z-Ziba'rî'nin sorusu anlamsız olmuştur.
Cenab-ı Hakk'ın: "Gökyüzüne ve onu bina edene yemin olsun..." (Şems, 91/5) ve "Sizin taptığınız şeylere tapmam." (Kâfirûn, 109/2) ayetlerindeki "mâ" "şey" manasına kullanılmıştır. Bunun benzeri olarak burada şöyle denilir: Siz ve Allah'ı bırakıp da taptığınız şeyler... Fakat "şey" lafzı umum ifade etmez. Dolayısıyla İbnü'z-Ziba'rî 'nin sualine gerek kalmamaktadır.
Daha önce geçen sebeb-i nüzulde şeytanların tapılan şeylerden sayılmaları şu haberde açıkça anlaşılmaktadır.
Muhammed b. İshak Sîret'inde rivayet ediyor: Peygamberimiz (s.a.) Mes-cid-i Haram'a girdi. Kureyş'in ileri gelenleri Hatimde toplanmışlardı.[32]
Kabe'nin etrafında 360 put vardı. Peygamberimiz (s.a.) onların yanında oturdu. Nadr b. Haris gelmiş, Rasulullah (a.s.) onunla konuşup susturmuştu. Sonra şu ayeti okudu: "Siz de Allah'tan başka taptığınız putlar da cehennem odunudur. Siz oraya gireceksiniz."
Bunun üzerine Abdullah İbnü'z-Ziba'rî geldi. Kureyş ileri gelenleri kendi aralarında fısıldaşıyorlardı. İbnü'z-Ziba'rî:
- Görüştüğünüz konu nedir? diye sordu. Velid b. Muğire Rasulullah'ın (s.a.) sözünü bildirdi. İbnü'z-Zibarî:
- Allah'a yemin olsun ki, onu bulursam tartışacağım, dedi. Bunun üzerine Rasulullah'ı (s.a.) çağırdılar. İbnü'z-Ziba'rî, Rasulullah'a:
- Şu sözü söyleyen sen misin? diye sordu. Peygamberimiz:
- Evet, dedi. İbnü'z-Ziba'rî:
- Kabe'nin Rabbine yemin olsun ki, seninle tartışmak istiyorum. Soruyorum: Yahudiler Üzeyr'e, Hristiyanlar Mesih'e, Melihoğulları meleklere tapmıyorlar mı? Peygamberimiz:
- Hayır, onlar gerçekte kendilerine bunu emreden şeytanlara tapınışlardır, diye cevap verdi. Bunun üzerine Cenab-ı Hak "Tarafımızdan kendilerine en güzel sevap vaad edilenler işte onlar cehennemden uzaklaştırılacaklardır." (Enbiya, 21/101) ayetini indirdi. Bu ayette Üzeyr, Mesih ve melekler kastediliyordu.
Kendilerine tapılan putların cehenneme sokulmasının sebebi ise Zemahşe-rî'nin açıkladığı gibi[33] onlara tapanların daha fazla keder ve hasret duymaları, dünyada taptıkları şeyleri ahirette kendilerine şefaatçi edindikten sonra bunların kendileri nezdinde en çok buğzedilen şeyler olduklarını görmesini sağlamaktı..
Cenab-ı Hak bundan sonra tapınılan putların gerçekten ilâh olmadıklarını zikrederek şöyle buyurdu:
"Eğer bunlar gerçekten ilâh olsalardı, cehenneme girmezlerdi." Yani eğer bu putlar ve benzerleri kendilerine tapanların zannettikleri gibi fayda ve zarar veren hakiki ilâhlar olsalardı cehenneme girmezlerdi. Zira fayda ve zarar ver-seydiler, bu putlar önce kendi nefislerine gelecek zararlara engel olurlardı. Bu putlar terk edilmeye ve horlanmaya lâyıktırlar.
"Hepsi de orada ebedî kalacaklardır." Kendilerine tapılan sahte ilâhların hepsi cehennem azabında daimî kalacaklardır. Onlar oradan hiç çıkmayacaklardır.
"Onlar orada inim inim inlerler." Onlar ateşte azabın şiddetinden belâ ve gamın fazlalığından inilti ve boğazın en uzak noktasından zorla çıkan solukla inim inim inlerler.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Onların cehennemde (çok feci) nefes alıp vermeleri vardır." (Hud, 11/106).
Onlar cehennemde kendilerini memnun edecek veya kendilerine fayda verecek hiçbir söz duymazlar. Sadece kendilerine azapla görevli zebanilerin seslerini duyarlar.
Cenab-ı Hak cehennemliklerin durumlarını beyan ettikten sonra saadete nail olan müminlerin durumlarını zikretti ve şöyle buyurdu:
"Tarafımızdan kendilerine en güzel sevap vaad edilenler işte onlar cehennemden uzaklaştırılacaklardır." Yani Allah tarafından kendilerine ezelde saadet takdir edilenler ve dünyada salih ameller işleyenler cehenneme girmekten uzak kalacaklardır. Onlar saadet ehli ve sevapla müjdelenmiş yahut muvaffak kılınmış kimselerdir.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "İyi amel işleyenlere güzel bir karşılık, bir de ziyadesi vardır." (Yunus, 10/26).
Rivayet edilir ki Hz. Ali (r. a.) bu ayeti okudu, sonra da şöyle dedi: Ben de onlardanım. Bu kişiler Ebubekir, Ömer, Osman, Talha, Zübeyr, Sa'd ve Abdur-rahman b. Avf tır. Sonra namaz için ikamet okundu. Ridasım çekerek kalktı. O şöyle diyordu: "Onlar cehennemin uğultusunu duymazlar."
Onların nimet durumları şöyledir:
1- Cehennemin uğultusunu duymazlar." Yani ateşin sesini ve cesetlerdeki yakıcılığını duymazlar. Cehennemin ateşi onlara isabet etmez.
2- "Onlar canlarının istediği nimetlerin içinde ebedî kalacaklardır." Yani onlar arzu ettikleri cennet nimetleri ve lezzetleri içinde sürekli kalacaklardır.
3- "En büyük korku bile onları üzmez." Hesap için kabirlerinden kalktıktan sonraki sura ikinci defa veya son defa üfürülmesinin dehşeti onları korkutmaz. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "Sura üfürüldüğü gün göklerde ve yerde bulunanlar dehşetli bir korkuya kapılırlar. Ancak Allah'ın diledikleri kimseler bunun dışındadırlar..." (Nemi, 27/87).
Kelime ve ibareler bölümünde geçtiği gibi başka görüşler de ifade edilmiştir. En doğru olan, bu dehşetin kıyamet gününün ve dirilişin dehşeti olduğudur.
4- "Melekler onları: "İşte bu vaad edildiğiniz gündür" diyerek karşılarlar." Onlar kabirlerinden çıktıkları zaman melekler onları karşılar, onları bu diriliş günüyle müjdelerler ve şöyle derler: İşte bu gün dünyada size vaad edilen sevinç, ikram, sevap ve güzellik günüdür.
Bu kabul ve karşılaşma Cenab-ı Hakk'ın buyurduğu gibi olacaktır: "O gün biz göğü kitapların sayfalarını dürer gibi düreriz." Yani göğü durduğumuz gün büyük korku onları üzmez. Yahut melekler onları kitapların sayfalarını dür-düğümüz gün karşılarlar. Bu içinde korku, dehşet ve hayret bulunan bir başka sahnedir.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: " Onlar Allah'ı hakkıyla takdir edemediler. Halbuki bütün yeryüzü kıyamet günü O'nun hakimiyeti altındadır. Gökler O'nun kudretiyle durulmuştur. O onların şirk koştuklarından münezzeh ve yücedir. (Zümer, 39/67).
"Onları ilk defa nasıl yarattıysak sonra da öyle dirilteceğiz. Bu bizim bir vaadimizdir. Şüphesiz biz vaadimizi mutlaka yerine getirenleriz." Yani bu dürtüme Allah'ın mahlûkatı yeni bir yaratık olarak tekrar dirilttiği günde hiç şüphesiz olacaktır. Tıpkı ilk defa onları yarattığı gibi Allah onları tekrar diril-tecektir. Bu Allah'ın değişmez vaadidir. Allah bunu mutlaka yapacaktır. Bunun meydana gelmesi vaciptir. Mutlaka gerçekleşecektir. Çünkü O buna kadirdir.
Bu ayetin benzeri şu ayetlerdir: "Şüphesiz ki bugün ilk yarattığımız gibi teker teker huzurumuza geldiniz." (En'am, 6/94); "O gün bütün insanlar hesap vermek için saflar halinde Rabbine arz edileceklerdir. Allah onlara şöyle diyecektir: Şüphesiz huzurumuza ilk yarattğımız gibi geldiniz." (Kehf, 18/48).
Cenab-ı Hak daha sonra salih kulları için takdir ettiği dünya ve ahiret saadetini, dünya ve ahirette yeryüzünün varisi olacaklarını haber verdi.
"Biz Zebur'da yazdık..." Yani biz Tevrat'tan sonra gönderilen Zebur kitabında yahut bu Kur'an-ı Kerim'de kesin bir şekilde hükmettik ki dünya ve ahirette yeryüzünün mirası ancak salih müminlerin yani Allah'a taat ile amel eden müminlerin olacaktır.
Ayette geçen "Zikr" Tevrattır. İbni Abbas bunu Kur'an'dır demiştir. Bir rivayete göre Zikr, Ümmü'l-Kitab yani Levh-i mahfuzdur. Bu, peygamberlere indirilen kitaplar için bir cins isimdir.
Arz, ya cennetin arazisidir; nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "(Cennetlikler) dediler ki: Bize vaadinde sadık olan, bizi cennetten neresini dilersek yerleşmek üzere bu yere mirasçı yapan Allah'a hamdolsun. Amel edenlerin mükâfatı ne güzel." (Zümer, 39/74).
Ya da arz dünya arzıdır, yeryüzüdür ve dünyayı imar etmeye lâyık ehlidir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Allah içinizden iman edip salih ameller işleyenlere onları mutlaka yeryüzünün halifeleri, sahipleri kılacağını vaadetti." (Nur, 24/55).
"Musa kavmine şöyle dedi: Allah 'tan yardım isteyin ve sabredin. Yeryüzü Allah'ındır. Kullarından dilediklerini ona varis kılar. Hayırlı sonuç Allah'ındır." (Araf, 7/128).
Mukaddes topraklara gelince, oraya sadece salih kullar varis olur. Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Hor görülen o kavmi de kendisini bereketli kıldığımız o toprakların doğularına ve batılarına mirasçı kıldık." (A'raf, 7/137).
"Bütün bu ayetlerde kulluk eden topluluk için bir tebliğ vardır." Yani bu surede zikredilen haberler, vaad, tehdit ve tesirli öğütlerde kulluk eden bir topluluk için yeterli bir öğüt ve fayda vardır. Kulluk eden topluluk Allah'a O'nun emrettiği, sevdiği ve razı olduğu şekilde kulluk edenler, şeytana ve nefislerinin şehevî arzularına itaat yerine Allah'a itaati tercih edenlerdir. [34]
Rahmet Peygamberi
107- Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.
108- De ki: "Bana vahyolunuyor ki sizin ilâhınız ancak bir ilâhtır. Artık müs-lüman olacak mısınız?"
109- Eğer onlar yüz çevirirlerse de ki: "Ben size eşit olarak tebliğ ettim. Size vaad olan şeyler yakın mıdır, uzak mıdır, ben bilmem."
110- Şüphesiz O açığa vurulan sözü de bilir, gizlediğiniz şeyleri de bilir.
111- Bilmiyorum, belki bu sizin için bir imtihandır ve bir müddete kadar geçici bir yararlanmadır.
112- Muhammed şöyle dedi: "Ey Rabbim, hak ile hükmet. Rabbimiz sonsuz rahmet sahibidir. Yakıştırdığınız şeylere karşı yardımı istenilecek olan O'dur."
Açıklaması
Ey Muhammedi Seni Kur'an şeriatı ve ahkâmıyla sadece ve sadece dünya ve ahirette bütün insanlara ve cinlere rahmet olasın diye gönderdik. Kim bu rahmeti kabul eder ve nimete şükrederse dünya ve ahirette mesut ve bahtiyar olur. Ve kim bunları inkâr ve reddederse dünya ve ahiretini mahvetmiş olur.
Bir rivayete göre, Hz. Peygamberin kâfirler için de rahmet olması şu anlamdadır: Onlar Hz. Peygamber sayesinde tamamen yok olmaktan, suretlerinin hayvan suretine değiştirilmesinden (dönüştürülmesinden) ve köklerinin kazınmasından kurtulmuşlardır.
İnkarcıların nasıl hüsrana uğrayacaklarını Allah Tealâ şöyle açıklıyor: "Allah'ın nimetini nankörlüğe çevirenleri ve sonunda kavimlerini helak yurduna sürükleyenleri görmedin mi? Onlar cehenneme girecekler. O ne kötü karargâhtır." (İbrahim, 14/28-29).
Yine Allah Tealâ, Kur'an hakkında şöyle buyurmaktadır:
"De ki, O, inananlar için doğru yolu gösteren bir kılavuz ve şifadır. İnanamayanlara gelince, onların kulaklarında bir ağırlık vardır ve Kur'an onlara göre bir körlüktür. Sanki onlar uzak bir yerden çağırılıyorlar." (Fussilet, 41/44). Rasulullah (s.a.), İmam Müslim'in Ebu Hureyre'den rivayet ettiği bir hadiste şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz ben lânetçi olarak değil, rahmet olarak gönderildim." Hakim, bu hadisin rivayetinde şunu da ilâve eder: "Ben ancak bir rahmet ve hidayet elçisiyim."
Sonra Allah Tealâ Resulüne, müşriklerle olan mücadelesinde hem bir uyarı olsun, hem de artık bir mazeret ileri sürmesinler diye onlara şöyle demesini emretti: " De ki: Şüphesiz bana, ilâhınızın, ancak tek bir ilâh olduğu vahyediliyor. Artık müslüman oldunuz değil mi? " Yani Ey Muhammed! Mekke müşriklerine ve diğer bütün insanlara şunu tebliğ et: Bana ilâh hakkında onun tek ve bir olup ortağı olmadığından başka bir şey vahyedilmiş değildir. Öyleyse sadece O'na ibadet edin ve sadece O'na teslim olup boyun eğin. Bana da aynı şekilde itaat ve ittiba edin.
"Eğer yüz çevirirlerse, artık de ki: (Bana emrolunanı) eşitlik esasına dayanarak size açıkladım." Yani, eğer yüz çevirir ve senin onları davet ettiğin şeyi terk ederlerse onlara şöyle de: Size açıkça bildiriyorum: Ben size karşı harp halindeyim, siz de bana karşı harp halindesiniz. Ve siz, benden uzak olduğunuz gibi de sizden uzağım. "(Rasulüm) Eğer seni yalanlarlarsa şöyle de: Benim yaptığım bana, sizin yaptıklarınız da sizedir. Siz benim yaptıklarımdan uzaksınız, ben de sizin yaptıklarınızdan uzağım." (Yunus,10/41). "Bir kavmin ihanet edeceğinden korkarsan, sen de hak ve adaletle (onlarla yaptığın ahdi) onlara at." (Enfal, 8/58). Yani ahdin bozulmasıyla ilgili hem senin bilgin ve hem de onların bilgisi eşit olsun. Ayetin buradaki manası budur.
"Size eşit bir şekilde (gerçeği) açıkladım." Yani size, benim sizden berî olduğumu, sizin de benden uzak olduğunuzu söyledim. Çünkü bunu biliyorum ve bu husustaki bilgimiz de müsavidir.
"Ben, size vaad edilen azabın yakın mı, uzak mı olduğunu bilmiyorum." Yani, size vaad edilen azap ve müslümanlarm size galip geleceği hiç şüphesiz mutlaka vaki olacaktır. Fakat bunun yakınlığı ve uzaklığı ile ilgili bir bilgim yoktur.
"Hakikat O, sizin açıkça söylediklerinizi de, gizlediklerinizi de hakkıyla bilir." Yani, Allah Tealâ gaybın tamamını bilir. Dolayısıyla o, kulların açıkça yaptıklarını da gizlice yaptıklarını da bilir. Yine O, İslâm'a karşı açıkça yapılan hücumları da müslümanlara karşı gizledikleri kin ve tuzaklarını da bilir. İşte Allah Tealâ, bütün bunların azlığına ve çokluğuna göre karşılıklarınızı verecektir.
"Bilmiyorum, belki O, sizin için bir fitne ve belli bir zamana kadar bir metadır." Yani, bilmiyorum; azabın sizden tehir edilmesi belki, sizi imtihan etmek ve belirlenmiş vakte kadar dünyevî lezzetlerden faydalanmalarınıza fırsat vermek içindir. Böylece O, sizin nasıl davranacağınızı kontrol etmek ister.
"Dedi ki, Rabbim, hak ile hükmet." Yani, Peygamber şöyle dua etmektedir: Rabbimiz, bilgimizle hakkı ve adaleti yalanlayan kavmimizin arasını ayır. Çünkü senin sözün haktır. Sen de haksin. Vaadin de, hükmün de haktır. Sen yalnızca hakkı seversin. Katade diyor ki: "Peygamberler hep şöyle dua ederlerdi: "Rabbimiz, bizimle kavmimiz arasında adaletle hükmet. Çünkü sen, hükmedenlerin en hayırlısısm." Resulullah (s.a.) de bu şekilde dua etmekle em-rolündü.
İmam Malik'in Zeyd b. Eslem'den rivayet ettiğine göre, Resulullah, bir savaşta karşı karşıya kaldığı zaman "Rabbim, adaletle hükmet" diye dua ederdi.
"Yakıştırdığınız şeylere karşı yardımı istenilecek olan O'dur." Yani, sizin Allah'a atfettiğiniz her türlü şirk, küfür, yalan ve batıl söze karşı yardımı istenen Rabbimiz olan Allah Tealâ'dır. Batıl sözlerinizden maksat da şudur: Allah'ın çocuğu vardır, ben sihirbaz bir şairim, Kur'an şiirdir vb. Allah Tealâ'nın hakem tayin edilmesi hem bir uyarıdır hem de hakkın ortaya çıkmasını sağlar. Aynı zamanda kâfirler için bir tehdit, bir hezimet ve inananlar ordusu ve Hakk'ın yardımcıları önünde bir mağlubiyet ifade eder. Onu peygamber olarak görevlendirmekle Allah Tealâ, daha önce gelip geçen peygamberleri şereflen-dirmiştir. Çünkü o, bütün insanlara rahmet olarak gönderilmiştir. [35]
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/10.
[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/12-15.
[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/19-20.
[4] Kurtubî, XII/274.
[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/24-27.
[6] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/33-36.
[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/40-43.
[8] İbni Mace bu manada: "Allahım! Ölüm sarhoşluğuna karşı bana yardım et." hadisini rivayet etmiştir.
[9] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/49-53.
[10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/57-60.
[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/63-64.
[12] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/68-69.
[13] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/72-74.
[14] Kurtubî, XI/303.
[15] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/77-79.
[16] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/81-83.
[17] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/85.
[18] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/86-87.
[19] İbnü'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'an, III/1254.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/90-91.
[20] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/91-92.
[21] İbni Kesir, III/187.
[22] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/92-93.
[23] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/99.
[24] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/99-100.
[25] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/103.
[26] Ibni Kesir, 111/ 191.
[27] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/106-108.
[28] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/111-113.
[29] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/116-119.
[30] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/122-123.
[31] Razî, XXII/223.
[32] Hatîm: Kâbenin kuzey tarafında Hicrî İsmail denilen Altınoluğun altındaki hilâl şeklindeki duvarın iç kısmı. Hatim bölümü Kâbenin içinden sayılmakta ve tavaf buranın dışında yapılmaktadır.
[33] Zemahşerî, 11/338.
[34] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/123-126.
[35] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/131-132.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder