Peygamberlerin Dereceleri Ve Onlara Tabi Olmak Bakımından İnsanların Durumları
253- İşte biz bu peygamberlerin bazısını bazısına üstün kıldık. Allah onlardan kimisiyle söyleşmiş, kimisini de derecelerle yükseltmiştir. Meryem oğlu İsa'ya da açık deliller verdik ve onu Ruhu'l-Kudüs ile destekledik. Eğer Allah dileseydi onlardan sonra gelenler kendilerine apaçık deliller geldikten sonra birbirlerini öldürmezlerdi. Fakat anlaşmazlığa düştüler de onlardan kimi iman etti, kimi de kâfir oldu. Eğer Allah dileseydi birbirlerini öldürmezlerdi. Fakat Allah dilediğini yapar.
Açıklaması
Bundan önceki ayet-i kerimede, "Muhakkak sen gönderilmiş peygamberlerdensin." diye kendilerine işaret edilen peygamberler, kemal bakımından ayrı ayrı mertebededirler. Allah onların bazısını başkasında olmayan bir takım üstünlükler, özellikler ve övünülecek üstün konumlar dolayısıyla diğer bir kısmına üstün kılmıştır. Bununla birlikte ilâhî risaleti tebliğ ve insanları dünya ve ahiret mutluluğuna iletmek amacıyla seçilmiş olmak bakımından hepsi birbirine eşittir.
Bu şekilde bir kısmının diğer bir kısmına üstün kılınmaları bir başka ayet-i kerimede de söz konusu edilmiştir ki, bu ayet-i kerime şöyledir: "Andolsun ki biz peygamberlerin bazısını bazısına üstün kılmışızdır. Davud'a da Zebur'u verdik." (İsra, 17/5). Burada da şöyle buyurulmaktadır: "İşte biz bu peygamberlerin bazısını bazısına üstün kıldık. Allah onlardan kimisi ile söyleşmiş..."
Bu peygamberlerden kimisiyle Allah aracısız olarak doğrudan doğruya konuşmuştur. Bu da Hz. Musa'dır: "Allah Musa ile konuşmuştur." (Nisa, 4/164); '"Musa tayin ettiğimiz vakitte gelip Rabbi de onunla konuşunca..." (A'raf, 7/143) Bu bakımdan Hz. Musa'ya (Allah ile konuşan anlamında) Kelîmullah adı verilmiştir.
Peygamberlerden kimisini Yüce Allah şeref ve mertebeleriyle başkaların-dan üstün kılmıştır. Burada kasıt Taberî'nin Mücahid'den rivayetine göre Mu-hammed (s.a.)'dir. Ayetlerin akışı da bunu desteklemektedir.
Hz. Peygamberin sözünü ettiğimiz bir takım vasıflan olduğu gibi, başka bir takım üstün yönleri daha vardır. Bunlardan birisi İsra ve Miraç gecesinde peygamberleri semavatta Allah katındaki farklı konumlarına uygun olarak görmesidir. Yüce Allah'ın, "Muhakkak sen çok büyük bir ahlâk üzeresin." (Kalem, 68/4) buyruğunda olduğu gibi üstün ve yüce bir ahlâka sahip olması, yine Yüce Allah'ın, "Muhakkak Zikri (Kur'an'ı) bizler indirdik ve şüphesiz onu koruyacak olanlar da bizleriz." (Hicr, 15/9) buyruğunda olduğu gibi kıyamet gününe kadar ebedî Kur'an-ı Kerim ile desteklenmesi de bunlar arasındadır. Nitekim şu ayet Kur'an-ı Kerim'in fazileti hakkındadır: "Gerçekten bu Kur"an en doğru olana hidayet eder..." (İsra, 17/9) Ümmetinin diğer ümmetlerden üstün kılınması da bunlardandır: "Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten vazgeçirirsiniz ve siz Allah'a da iman edersiniz." (Al-i İmran, 3/110).
Ümmetinin sair ümmetler arasında vasat, adaletli ve diğer ümmetlere karşı şahitlik edecek ümmet haline getirilmiş olması da bunlardandır: "Böylece sizi vasat bir ümmet kıldık. Bütün ümmetlere karşı şahitler olasınız diye..." (Bakara, 2/143). Eğer Hz. Peygambere mucize ve özellik olarak yalnızca Kur'an-ı Kerim verilmiş olsaydı, sair peygamberlere karşı üstünlük olarak bu dahi yeterdi. Çünkü Kur'an-ı Kerim çağlar boyunca ebediyyen kalacak olan bir mucizedir. Buharî Hz. Peygamberin şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Benzerini görerek insanlığın imana gelecekleri bir takım mucizeler verilmemiş hiç bir peygamber yoktur. Bana verilen ise Allah'ın bana vahyettiği bir vahiydir. Bu bakımdan kıyamet günü peygamberler arasında uyanları en çok olan kişi olacağımı ümit ederim."
Müslim ve Tirmizî de Ebu Hureyre (r.a.)'den şöyle dediğini rivayet etmektedirler: "Sair peygamberlerden altı özellik bakımından üstün kılındım: Bana özlü sözler verildi. (Düşmanın kalbine salınan) korku ile yardıma mazhar oldum. Bana ganimetler helâl kılındı. Yer de benim için hem temizlenme aracı hem de mescit kılındı. Bütün insanlara peygamber olarak gönderildim ve ben peygamberlerin sonuncusu kılındım."
Yüce Allah Meryem oğlu İsa (a.s.)'ya da apaçık deliller vermiş bulunmaktadır. Bunlar ise hak ile batılı birbirinden ayırd eden apaçık ayetler (mucizelerdir: Beşikte iken konuşması, ölüleri diriltmesi, anadan doğma olan körü ve alacalıyı Allah'ın izni ve iradesi ile diriltmesi, Ruhu'l-Kudüs ile desteklenmesi gibi. Bunlar ise onun peygamberliğini inkâr eden, onu tenkit eden Yahudileri zillete düşürmek, eziyetlerine karşı peygamberini korumak ve Allah tarafından apaçık ayetlerle desteklenen bir beşer olduğunu, Hristiyanların iddia ettikleri gibi bir ilâh olmadığını açıklayıp Hz. İsa'nın gerçek kimliğinin belirtilmesi içindir. Çünkü Hz. İsa hakkında insanların kimisi aşırıya kaçmış, kimisi de oldukça kusurlu bir tutum takınmıştı.
Şayet Allah dilemiş olsaydı, peygamberlerden sonra gelenler, kendilerine
peygamberler apaçık delillerle, onlara tabi olmayı gerektiren hakka delâlet eden mucizelerle geldikten sonra, birbirleriyle savaşmazlardı. Allah savaşmamaları için onları peygamberlere tabi olmak ve Rablerinden gelen hakkı kabul etmek hususunda ittifak etmelerini istemiştir. Yüce Allah kendilerine ihsan etmiş olduğu akıl ile onların düşünmelerini, tetkik ve idrak özgürlüğüne sahip kılarak da kendi istekleriyle hayır ve mutluluk yolunu seçmelerini dilemiştir. Fakat onlar sağlıklı bir şekilde düşünmediler. Dini kabul hususunda apaçık ve büyük bir anlaşmazlığa düştüler. Kimileri rasullerin getirdiklerine iman etti, kimileri de peygamberliklerini inkâr edip kâfir oldu. Yahudiler dinlerinde anlaşmazlığa düştüler, birbirlerini öldürdüler. Hristiyanlar da aynı şekilde anlaşmazlığa düşüp çeşitli fırkalara ayrıldılar. Hem Yahudilikte hem de Hristiyan-lıkta pek çok fırkalar ortaya çıktı. Her bir kesim diğerini dinin dışına çıkmakla itham etti. Aynı anlaşmazlıklar Müslümanlar arasında da meydana geldi. He-va ve heves fırtınalarına kapıldıkları, menfaatler yüzünden tefrikaya düştükleri zamanlar görüldü ve çok geçmeden aralarında şiddetli çarpışmalar baş gösterdi.
Eğilimlerinin, maslahat ve nevalarının farklı olmasına rağmen, şayet Allah dilemiş olsaydı aralarındaki anlaşmazlıklara rağmen yine savaşmazlardı. Fakat Allah dilediğini yapar, dilediği hükmü koyar. Bütün bunlar, Allah'ın kaza ve kaderi gereği cereyan eder. O bakımdan gösterilen tepkiler farklı farklı olmuştur. Ya sözle kusurlarını sayıp dökerek, tenkitle sayıp söverek düşmanlık gösterilmiştir yahut da sonunda kılıcın hakemliğine baş vurulmuş, kanlar dökülmüştür. Şanı Yüce Allah, "Eğer Allah dileseydi... birbirlerini öldürmezlerdi." buyruğunu tekit için tekrarlamış bulunmaktadır.
Allah her şeye kadir olandır. Eğer bazı kullarına muvaffakiyet vermek dilerse O'na iman eder, O'na itaat ederler. Diğer bir kısımım da yardımsız bırakmak isterse onlar da inkâr eder ve Allah'a karşı gelirler. Buna göre yardımsız bırakmak ve korumak Allah'ın fiil ve iradesindendir. [1]
Hayır Yolda İnfak Emri
254- Ey iman edenler! Alışverişin, dostluk ve şefaatin de olmayacağı bir gün gelmezden önce size verdiğimiz rızıklardan infak edin. Kâfirler ise zalimlerin ta kendileridir.
Açıklaması
Allah, gerçek iman niteliğine sahip olan müminlere Allah yolunda infak etmeleri emrini vermektedir. Bu ise -İbni Cüreyc ve Said b. Cübeyr'in görüşüne göre- farz olan zekâtı da nafile veya müstahap olan infakı da kapsamaktadır. İbni Atıyye der ki: Bu doğrudur. Fakat bundan önce geçen ayet-i kerimeler savaştan, Allah'ın müminler vasıtasıyla kâfirleri bertaraf ettiğinden söz etmesi dolayısıyla bu teşvikin Allah yolunda infak için olduğu görüşüne ağırlık kazandırmaktadır. Bunu ise ayetin sonunda yer alan, "Kâfirler ise zalimlerin ta kendileridir." buyruğu pekiştirmektedir. Yani siz kâfirlerle, canınızla savaşarak, mallarınızı da o yolda infak ederek mücadele ediniz.
Yüce Allah'ın, "size verdiğimiz rızıktan" buyruğu infaka teşviki daha da pekiştirmektedir. Çünkü bu, Allah'ın kullarına verdiği rızkın bir kısmından başkasını istemediğinin delilidir.
Yine buradaki emir şu hususla da pekiştirilmektedir: Öyle bir gün gelecektir ki bu günde insan pişman olacak, fakat pişmanlığının faydasını görmeyecektir. O gün amellerinin karşılığını görme, hesaba çekilme, sevap ve ceza günüdür. O günde herhangi bir bedel veya fidyenin, dostluk ya da sevginin, şefaat yahut soy sopun hiç bir faydası yoktur. O gün öyle bir gündür ki ahiretteki ölçülerin dünya ölçülerinden farklı olduğu ortaya çıkacaktır. Bir diğer ayet-i kerime de bunun benzeri bir gerçeği dile getirmektedir: "Bir de öyle bir günden korkun ki, kimse kimseye hiç bir fayda veremez. Ondan herhangi bir şefaat da kabul olunmaz. Ondan bir fidye de alınmaz ve onlara yardım da edilmez." (Bakara, 2/48).
Kâfirler ise -ki bunlar ya Allah'ı inkâr eden herkes ya da zekâtı terk eden kimselerdir- bizzat kendilerine zulmeden kimselerdir. Yani bunlara karşı canla, malla savaşılır. Bunlar (zekâtı vermeyenler) malı gerekenden başka yerlerde harcarlar. Allah'ın onları "kâfirler" diye adlandırması bir tehdit ve işledikleri suçun ağırlığını ifade etmek içindir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "... kim de kâfir olursa muhakkak Allah âlemlere muhtaç olmayandır." (Âl-i İmran, 3/97). Ayrıca zekâtı terk etmenin kâfirlerin niteliklerinden olduğu intibaını da vermektedir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Zekâtı vermeyen o müşriklerin vay haline!" (Fussilet, 41/6-7). Atâ b. Dinar yukarıda da geçen ifadesinde şöyle demiştir: "Kâfirler ise zalimlerin ta kendileridir" diye buyurup da "Zalimler kâfirlerin ta kendileridir" buyurmayan Allah'a hamdolsun." [2]
Ayete'l-Kürsi
255- Allah (ibadete lâyık olan yalnız O'dur). O'ndan başka ilâh yoktur. Hayy'dır, Kayyûm'dur. O'nu ne bir uyuklama alır ne de bir uyku. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi yalnız O'nundur. O'nun izni ile olmaksızın nezdinde kim şefaat edebilir? O önle-rindekini de arkalarmdakini de bilir. O'nun ilminden kendisinin dilediğinden başka biç bir şeyi kavrayamazlar. O'nun Kûrsisi gökleri ve yeri kucaklamıştır. Onları koruması O'na ağır gelmez. O Aliyy'dir, Azîm'dir.
Açıklaması
Bütün mahlûkatın biricik ilâhı Allah'tır. Varlık aleminde hak ile ibadete lâyık, O'ndan başka mabud yoktur. O, Vâhiddir, Ehaddır. Samed'dir, Vacibül-Vücud'dur. Mülkün ve melekûtun sahibidir. Asla ölmeyen Hayy, Bakî ve Dâ-im'dir. Bizatihi O, mahlûkatın işlerini çekip çevirendir. Yüce Allah'ın, "Göğün ve yerin O'nun emri ile ayakta durması da O'nun ayetlerindendir." (Rûm, 30/25) buyruğunda olduğu gibi. Zatında olsun sıfatlarında olsun, fiillerinde olsun yarattıklarından hiç bir kimse O'na benzemez. Nitekim Yüce Alah, "O'nun gibi hiç bir şey yoktur. O her şeyi işitendir, her şeyi görendir." (Şûra, 42/11) diye buyurmaktadır.
"Ne uyku O'nu bürür, ne de uyuklama" söz konusudur. Çünkü O gece ve gündüz vakitlerinde yarattıklarının işlerini yönetmekte, çekip çevirmektedir. Bu cümle ondan önceki cümleleri tekit etmektedir. Eksiksiz, tam anlamıyla hayat ve daimilik manasını vurgulamaktadır. Sahih hadiste Ebu Musa'nın şöyle dediği rivayet edilmektedir: Resulullah (s.a.) aramızda hutbe irad etmek üzere kalktı ve dört cümle söyleyerek dedi ki: "Muhakkak Allah uyumaz. O'nun uyu-m t At da gerekmez. Adalet terazisini alçaltır, yükseltir. Gündüzün ameli gecenin amelinden önce, gecenin ameli de gündüzün amelinden önce O'na yükseltilir. O'nun hicabı nur veya nardır. Eğer o hicabını açacak olsa, O'nun zatının parıltıları mahlûkatından gözünün değdiği her şeyi yakardı."
Göklerde ve yerde bulunan her şey O'nun yaratıklarıdır, O'nun mülkünde-dir. O'nun meşietine boyun eğer, O'nun kahır ve saltanatının egemenliği altındadır. Yüce Allah'ın şu buyruğunda dile getirildiği gibi: "Göklerle yerde olanların hepsi Rahman'a ancak kul olarak gelirler. Andolsun ki hepsini kuşatmış, onları tek tek saymıştır. Hepsi kıyamet gününde O'na yalnız gelirler." (Meryem, 19/93-95). Bu cümle de onun kayyûmiyetini ve ulûhiyyette tekliğini tekit etmektedir.
Yüce Allah'ın azamet, celâl ve kibriyasının bir yönü de şefaat hususunda kendisine izin verilmedikçe hiç bir kimsenin onun nezdinde şefaat etme cesaretini gösteremeyeceğidir. Şu buyruklarda dile getirildiği gibi: "Göklerde nice melek vardır ki Allah'ın dileyip razı olduğu kimseye izin vermeden evvel şefaatleri hiç bir şeye yaramaz." (Necm, 53/26); "Ancak O'nun razı olacağı kimselere şefaat edebilirler." (Enbiya, 21/28); "O gün gelince Allah'ın izni olmaksızın hiç bir kimse söz söyleyemez." (Hud, 11/105). Şefaat ile ilgili hadis-i şerifte de Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: "Arşın altına gelir secdeye kapanırım. Allah beni bu halimde dilediği kadar bırakır. Sonra, "Başını kaldır" denilir. "Söyle, sözün dinlenir, şefaat et şefaatin kabul olunur." (Hz. Peygamber) buyurdu ki: Benim için bir sınır tespit edilir ve ben o kimseleri cennete sokarım." Bu, mülk ve egemenlikte Allah'ın tek başına olduğunun delilidir.
Allah ilmiyle bütün kâinatı, geçmişiyle, hali hazırdaki durumuyla ve geleceği ile kuşatıcıdır. Dünyanın da ahiretin de her türlü işini bilendir. Nitekim meleklerden haber verirken şöyle buyurmaktadır: "Biz ancak senin Rabbinin emriyle ineriz. Önümüzde, arkamızda ve bunun arasında ne varsa hepsi yalnız O'nundur. Rabbin unutkan değildir." (Meryem, 19/64). Kuş gagasını denize daldırınca Hızır (a.s.) Musa (a.s.)'ya şöyle demişti: "Benim de ilmim senin de ilmin Allah'ın ilminden ancak şu kuşun bu denizden eksilttiği kadarını eksiltir (yani hiç eksiltmez)".
Aziz ve Celil olan Allah'ın bildirmesi, X>'nun muttali kılması dışında hiç bir kimse Allah'ın ilminden bir şey bilemez. Bunlardan bir tanesi de şefaattir. Şefaat Yüce Allah'ın iznine bağlıdır. O'nun izin vermesi ise ancak O'nun tarafından gelecek vahiy iledir.
Yüce Allah'ın mülkü ve kudreti geniş ve kuşatıcıdır. Yer kıyamet gününde bütünüyle O'nun avucu içinde olacaktır. Gökler de sağında durulmuş olacaktır. O'nun ümi göklerde ve yerde bulunan her şeyi kuşatır. Küçük olsun büyük olsun, önemli olsun azametli olsun her şeyi bilir. Bir şeyi işitmesi başka bir şeyi işitmekten ve bir işle uğraşması başka bir işle uğraşmaktan O'nu alıkoymaz. Hiç bir iş O'na güç ve ağır gelmez.
Zemahşerî Yüce Allah'ın, "Onun Kürsisi gökleri ve yeri kuşatmıştır." buyruğu ile ilgili dört açıklama kaydeder.[3]
1- O'nun Kürsisi, genişliği ve yayılmışlığı dolayısıyla göklerden ve yerden daha dar değildir. Bu ancak Kürsi'nin azametini ifade etmek ve bunun azametini zihinlerde canlandırmak için çizilen bir tablodur. Ortada aslında Kürsi de yoktur, oturmak da yoktur, oturan da yoktur. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Onlar Allah'ı hakkıyla takdir edemediler. Halbuki arz bütünüyle kıyamet gününde O'nun kabzasıdır. Gökler ise onun sağ eliyle durulmuştur." (Zü-mer, 39/67). Bu buyrukta da herhangi bir şekilde bir kabza, katlama, sağ el diye bir tasavvur söz konusu olamaz. Bu olsa olsa azametini canlandırmak ve maddî bir temsil olsun diyedir. Nitekim Yüce Allah, "Onlar Allah'ı hakkıyla takdir edemediler" buyurmuyor mu?
2- İlminin genişliğine işarettir. İlme "Kürsi" adı, ilmin mekânının adı olması dolayısıyla verilmiştir.
3- Mülkünün genişliğine işarettir. Bu ise, hükümdarın kürsisi (tahtı) olan mekânın adı olması dolayısıyla verilmiştir.
4- Gelen rivayetlere göre yüce Allah Arş'ın önünde bir Kürsi yaratmıştır. Onun da önünde gökler ve arz vardır. Kürsi'nin Arş'a oram en küçük bir şey gibidir.
Durum her ne olursa olsun Kur'an-ı Kerim'de varit olduğu gibi Arş'ın ve Kürsi'nin varlığına iman etmenin vacip olduğu görüşündeyim. Her ikisinin de varlığını inkâr etmek caiz değildir. Çünkü her şey Allah'ın kudreti içerisindedir. Gökleri ve yeri, aralarında bulunanı korumak Allah'a ağır gelmez. Aksine bütün bunlar O'nun için pek kolaydır.
Benzerden, eşten yüce ve münezzehtir; her şeyden daha büyüktür; akıllar, idrakler O'nu kuşatamaz. Zatı Yüce Allah'tan başka kimse onun hakikatini bilemez. Tıpkı Yüce Allah'ın, "O büyüktür, her şeyden yücedir." (Ra'd, 13/9) buyruğuna benzemektedir. Yücelikten kasıt, kadrin ve makamın yüceliğidir, mekân yüceliği değildir. Çünkü Yüce Allah bir mekânda yer tutmaktan münezzehtir. Bazıları da el-Aliyy'i eşyaya galip ve gücü her şeyin üzerinde diye tefsir etmişlerdir. [4]
Dinde Zorlaca Yoktur, İmana İleten Allah'tır
256-257- Dinde zorlama yoktur. Doğruluk ile sapıklık gerçekten apaçık meydana yapışmış olur. Allah SemFdir, Alim'dir. Allah iman edenlerin velisidir. Onları karanlıklardan nura çıkarır. İnkâr edenlerin velileri ise tâğûttur. Onları nurdan karanlıklara çıkarırlar. İşte onlar ateşliklerdir. Onlar orada ebedî kahcıdırlar.
Nüzul Sebepleri
256. ayetin nüzul sebebi ile ilgili olarak İbni Cerîr et-Taberî, İbni Ab-bas'tan şöyle dediğini nakletmektedir: Yüce Allah'ın, "Dinde zorlama yoktur." buyruğu Ensar'dan Salim oğullarına mensup el-Husayn adında [5] bir kişi hakkında nazil olmuştur. Bunun Hristiyan olmuş iki oğlu vardı. Kendisi de Müslü-mandı. Resulullah (s.a.)'a, "Ben bunları İslâm'a girmek üzere zorlayayım mı? Çünkü bunlar Hristiyanlıktan başka bir dine bağlanmayı kabul etmiyorlar" demişti. Yüce Allah da bunun üzerine bu ayet-i kerimeyi indirdi. Bir diğer rivayete göre bunları İslâm'a girmeye zorlamış, Resulullah (s.a.)'ın huzuruna gelip davalaşmışlardı. Babaları, "Ey Allah'ın Rasulü, benim bir parçam olan (çocuklarını) ben göre göre cehenneme mi girsin?" demiş ve bu ayet-i kerime nazil olunca onları serbest bırakmıştır.
Ebu Davud, Nesaî ve İbni Hibbân'ın rivayetlerine göre İbni Abbas şöyle demiştir: Ensarın kadınlarından çocuğu yaşamayanlar eğer bir çocuğu yaşarsa onu Yahudi yapacağına dair söz verirdi. Nadiroğullan Medine'den sürülünce aralarında Ensaroğullanndan kimseler de vardı. Ensar'ın, "Biz oğullarımızı bırakmayız" demeleri üzerine Yüce Allah, "Dinde zorlama yoktur" ayetini indirdi.
257. ayetin nüzul sebebi ile ilgili olarak da İbni Cerîr et-Taberî, Abde b. Ebi Lübâbe'den Yüce Allah'ın, "Allah iman edenlerin velisidir." buyruğu hakkında şöyle dediğini rivayet etmektedir: Bunlar İsa'ya iman eden kimselerdir. Muhammed (s.a.) onlara peygamber olarak gelince ona iman ettiler. İşte bu ayet-i kerime de onlar hakkında nazil olmuştur. [6]
Açıklaması
Kimseyi İslâm'a girmek üzere zorlamayın. Çünkü İslâm'ın doğruluğuna dair deliller ortada olduktan sonra zorlamaya gerek kalmamaktadır. Ve Çünkü iman ikna olmak, delil ve belge ortaya koymak esasları üzerinde kurulur. İman için zorlamanın, baskının ve mecbur etmenin bir faydası yoktur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Böyle iken sen iman etsinler diye insanları zorlayacak mısın?" (Yunus, 10/99).
Hak yol, batıldan apaçık bir şekilde ayrılmıştır. Doğruluk ve kurtuluş yolu bilinmekte, sapıklık ve yanlışlık ortaya çıkmış bulunmaktadır. İslâm'ın doğru yol, başkasının ise sapıklık yolu olduğu da açık seçik ortaya çıkmıştır. O bakımdan dileyen İslâm'a iman etsin, dileyen de inkâr e,dip kâfir olsun.
Bu ayet-i kerime İslâm'ın kılıçla yayıldığı iddiasının yanlışlığına en açık bir delildir. Müslümanlar hicretten önce kâfirlere karşı koymaya veya onları zorlamaya güç yetiremediler. Medine'de güçlendikten sonra ve geçmiş bütün asırlar boyunca, Hristiyanlar gibi sair dinlere mensup olanların yaptığı şekilde kimseyi İslâm'a girmeye zorlamamışlardır. Bu ayet-i kerime Müslümanların güçlü, kuvvetli oldukları bir dönem olan hicretin dördüncü yılının başlarında nazil olmuştur.
Müslümanlar ancak saldırganlıkları bertaraf etmek, dine bağlanma hürriyetini yerleştirmek, zalim egemen otoritelerin Müslümanların Allah'a davet haklarını kullanmalarını önleyen baskılarını ortadan kaldırmak, yeryüzüne İslâm'ın yayılmasını engelleyen güç odaklarına mani olmak için savaşa veya cihada baş vurmuşlardır. Bunun delili ise düşmanı cizye ödemek için antlaşma ve barış yapmayı kabul etmekle, savaşın sonuçlarına katlanmak arasında serbest bırakmış olmalarıdır. Allah'ın İslam'a iletip kalbine genişlik vererek basiretini aydınlattığı kimse, apaçık delile dayanarak İslâm'a girmiştir. Buna karşılık düşünme ve sağlıklı bilgi edinme araçlarını kullanmadığından dolayı Allah'ın kalbini köreltip kulağına ve gözüne mühür vurduğu kimselere gelince, bunların baskı ve zorlama altında dine girmekten yararlanmaları söz konusu değildir.
Bu bakımdan her kim Allah'a koşulan ortaklan, putları, şeytanın kendisine davet ettiği Allah'tan başkasına ibadeti bir kenara iter, insanlardan, cinlerden, şeytanlardan, yıldızlardan, put ve heykellerden herhangi bir yaratığa ibadeti red ve inkâr edip yalnızca Allah'a ibadet ederse, hakka sımsıkı sarılmış, hidayet üzere sebat göstermiş, dosdoğru yol üzerinde müstakim bir şekilde yürümüş olur. Böyle bir kimse tapmayacağından emin olduğu son derece sağlam bir ipe, bir kulpa yapışmış kimseye benzer. Yani Yüce Allah dine sımsıkı yapışan kimseyi asla kopmayan, bu bakımdan da güçlü ve muhkem bir ipe yapışmış kimseye benzetmektedir. (Ayet-i kerimede geçen) el-Urvetul-vuskâ aynı anlamı karşılayan değişik ifadelerle açıklanmıştır ki, bunlar iman, İslâm veya lâilâhe illallah'tır.
Allah insanların sözlerini, fiillerini, tasavvur ve düşüncelerini bütün incelikleriyle görüp gözetmektedir. O tağutu inkâr edip Allah'a iman etmek iddiasında bulunanın sözlerini çok iyi işittiği gibi, onun kalbinde sakladığı tasdik veya yalanlamayı da çok iyi bilir. Çünkü iman dil ile söylenen ve kalpte kendisine inanılan şeydir. Allah ise zahir ve batın olan her şeyi işiten ve bilendir. Eşyanın, sözlerin, inançların ve fiillerin hakikatini bilir. Kurtubî der ki: Tağutu inkâr ve Allah'a iman, dil ile söylenen ve kalpten inanılan şeyler olduklarından dolayı dil ile söylemek bakımından "her şeyi işiten (Semî’ sıfatının, inanç bakımından da "her şeyi çok iyi bilen (Alîm)" sıfatının zikredilmesi son derece güzel gelmiştir.
Gözetmek, inayet ve en doğru yola iletmek suretiyle müminlerin işlerini üstlenen Yüce Allah'tır. Duyularının, aklın ve dinin hidayetiyle şüphe ve tereddüdün karanlıklarından; bilgisizliğin, sapıklığın, küfür ve sapmanın karanlıklarından ilmin, marifetin, sahih imanın nuruna müminleri çıkartan O'dur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak takva sahibi olanlara şeytandan bir vesvese dokunduğu zaman şüphesiz iyice düşünürler. Bakarsın ki onlar görüp bilmişlerdir." (A'raf, 7/201). Mücahid ve Abde b. Ebi Lübâbe der ki: Bu ayet-i kerime Hz. İsa'ya iman etmiş bir topluluk hakkında nazil olmuştur. Muhammed (s.a.) gelince onu inkâr ettiler. İşte onların nurdan karanlıklara çıkartılmaları bu demektir. [7]
Allah'ı ve Rasulünü inkâr eden kâfirlere gelince: Bunlar üzerinde egemen güç ancak onları batıla götüren asılsız mabudlandır. Onlar haklan ve imanın nurunu göremediklerinden mabudlan olan şeytan ve telkin ettiği vesveseler bu nuru söndürmeye çalışır, kâfirleri şüphe ve tereddüdün karanlıklarında, küfür ve isyanın yahut münafıklığın karanlıklarında bırakmaya gayret ederler.
İşte bu gibilerini bekleyen hak ceza, cehennemde ebediyyen kalmak ve oradan asla ayrılmamaktır. Buna sebep ise hidayetten uzak durmaları, sapıklıkta kalmaya devam etmeleri, hakkın nuru ile kalplerinin aydınlanmayışıdır.
Hak bir ve tek olduğundan dolayı Allah "nur" lafzını tekil kullanmış, karanlıklar (zulumât) ise çoğul gelmiştir. Çünkü küfrün bir çok çeşitleri vardır ve hepsi batıldır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz ki bu benim dosdoğru yolumdur. O halde ona uyun. Başka yollara uymayın; sonra onlar sizi O'nun yolundan ayırır. İşte bunlar Allah'ın size tavsiye ettikleridir; takva sahibi olasınız diye." (En'am, 6/153); "Karanlıkları ve aydınlığı var eden..." (En'am, 6/1). Bu ve buna benzer hakkın bir ve tek olduğunu, batılın ise yaygın ve pek çok kollara ayrıldığını lafizlanyla hissettiren daha başka ayet-i kerimelerde de görüyoruz. [8]
Hz. İbrahim Ve Nemrut
258" Allah kendisine mülk verdi diye Rabbi hakkında İbrahim ile mücadele ed«ni görmedin mi? Hani İbrahim, «Benim Rabbim dirilten ve öldürendik deyince o, "Ben de diriltir ve öldürürüm" demişti. İbrahim, «Muhakkak Allah güneşi doğudan getiriyor, haydi sen de onu batıdan getir" deyince o kâfir şaşırıp kalmıştı. Allah zalimler topluluğuna hidayet vermez.
Açıklaması
Zorbalık taslayan, mabudluk iddiasında bulunan Nümrûz (Nemrut) b. Kuş b. Ken'ân b. Sâm b. Nûh adında zamanın hükümdarının kıssasını ve bunun Allah'ın rububiyeti hakkında Hz. İbrahim'e karşı çıkışı kıssasını bilmedin mi? [9]
Onu bu şekilde tartışmaya iten şuydu: O Babil hükümdarıydı. Buna bağlı olarak büyüklenmiş, azmış ve gurura kapılmıştı. Zamanının bütün dünyaya hakim olmuş hükümdarı olduğu da söylenmiştir. Mücahid der ki: Doğudan batıya bütün dünyaya dört kişi hakim olmuştur. İkisi mümin ikisi kâfirdir. Müminler Davud oğlu Süleyman ve Zülkarneyn, kâfirler ise Nemrut ve Buhtun-nassar'dır [10] Gerçek hükümdar olan Allah'ın nimetine şükretmedi, aksine bu nimetler onu azdırdı ve tuğyana itti. Halbuki nimet şükre götürür. O, itaata sebep olanı isyana sebep kıldı.
Bu, İbni Abbas, Mücahid ve bir diğer grubun görüşüne göre Hz. İbrahim'i ateşe atan, sivrisinek ile helak edilen kimsedir. Hz. İbrahim'i yakmak üzere ateşi yaktıran da odur. Yüce Allah ile savaşmaya kalkışınca şanı Yüce Allah ona karşı sivrisineklerin üşüştüğü bir kapı açtı ve bu sivrisinekleri askerlerine gönderdi. Etlerini yediler, kanlarını içtiler. Bu sineklerden bir tanesi de onun dimağına (beynine) girdi. Sinek, beynini bir fare kadar oluncaya dek yedi. Artık bundan sonra Nemrut için en değerli kimse bu iş için hazırlanmış tokmak ile kafasına vuran kimse idi. Ona verilen belâ kırk gün devam etti.[11]
Bu hükümdarın kavmi tannlanyla birlikte hükümdarlarına tapınıyorlardı. Hükümdar, Hz. İbrahim'i, kavminin tuttuğu dine uymayan yeni dininden döndürmek, kendisine ve sair tanrılara ibadet etmeye zorlamak istemişti.
Bu mücadelenin kıssası şöyledir[12]:
İbrahim (a.s.) Allah'tan başka tapınılan putları kırıp bunlara tapınanlarm akılsızlıklarını ortaya koyunca, Nemrut ona kendisine ibadet etmeye çağırdığı rabbi hakkında soru sordu, O da şu cevabı verdi: Benim Rabbim hayat veren ve öldürendir. Hayatın kaynağı O'ndandır, ölümün sebebi O'dur. Yani hayatı ve ölümü O yaratır. Ancak ilk zorbalık taslayan azgın tağut olan o hükümdar bunu kabul etmeyip şöyle dedi: Ben hakkında idam hükmü verilmiş bir takım kimseleri affederek kimi insanları diriltirim. Diğer bir kısmını da öldürmekle ve hakkında verilen hükmü infaz etmekle de öldürürüm. Bunları söyledikten sonra iki kişiyi getirtip birisini bağışladı, diğerini öldürdü. Dört kişiyi yakaladı ve onları bir eve koydu; yiyeceksiz ve içeceksiz bıraktı. Arkasından bunlardan ikisine yemek yedirdi, canlandılar; diğer ikisini aç bıraktı onlar da sonunda öldüler.
İşte Nemrut'un ileri sürdüğü delildeki ilk sakatlık ve zayıflık buydu. Çünkü Hz. İbrahim'in sözlerinden kasıt (bir taraftan) hayatı yokluktan var edip meydana getirmektir. Diğer taraftan bitki, hayvan ve diğer bütün canlıların mevcut hayatlarını ortadan kaldırmaktadır. Yoksa, haklarında idam hükmü verilmiş bir grup insanın idam edilmesi ya da hayatin devamına sadece sebep olunması değildir. Nemrut'un cevabı ise hayatta kalmak ya da ölmek için sebep anlamını taşır.
Hz. İbrahim bu tağutun mugalatasını, hayat vermenin ve öldürmenin ne maksatla kullanıldığını bilmezlikten geldiğini görünce, hakkı bile bile inkâra veya mugalataya yer vermeyen bir başka delil ortaya koyarak şöyle dedi: Mutlak kudret ve iradesiyle hayatı bağışlayıp alan benim Rabbim, aynı zamanda güneşi doğudan doğdurmaktadır. Şayet sen rububiyet iddiasında bulunuyor isen, haydi güneşin yönünü değiştir, onun batı tarafından doğmasını sağla.
Bu istek karşısında, büyüklenmesini, kibrini kendisine dost edinen o tağut verecek cevap bulamadı, dehşete düştü, şaşırdı, bu delil karşısında aciz kaldı. Hz. İbrahim onu mat etti, yenik düşürüp susturdu. Güneşin doğudan doğmasını sağlayan benim deme imkânını bulamadı, çünkü olaylar kendisini yalanlıyordu.
Şanı yüce Allah, hidayetini kabulden yüz çeviren, kendilerine zulmeden zalimleri ebediyyen hayır ve kurtuluş yoluna iletmez. Aksine Allah onların kalp ve basiretlerini mühürler. En zorlu zamanlarda ve en sıkıntılı hallerde insan kitleleri önünde onların içyüzlerini açığa çıkartır, rezil eder. İşte bu da hidayet etmeyişin itaat edenler hakkında değil, zalimler hakkında olduğunu göstermektedir. Bundan kasıt ise özel bir hidayettir veya bu hidayete iletilmeme özelliği zalimlere hastır.[13]
es-Süddî'nin naklettiğine göre bu tartışma ateşten çıkmasından sonra Hz. İbrahim ile Nemrut arasında gerçekleşmişti. Hz. İbrahim o güne kadar hükümdar ile bir araya gelmiş değildi. Aralarında bu tartışma oldu. Bu ise Hali-lullah Hz. İbrahim için zafer üstüne zaferdi. İşte Allah kendi velilerinin, seçkin kullarının zafere ulaşmasını bu şekilde üzerine alır, Allah'ın düşmanlarının bozguna uğramaları ise peşpeşe gelir. Aklını kullanıp düşünen herkes de onların bu bozguna uğramalarını açıkça görür. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Aksine biz hakkı batıl üzerine bırakırız da onun beynini parçalar, o da can çekişmeye koyulur." (Enbiya, 21/18).[14]
Hz. Üzeyr Ve Eşeğinin Kıssası
259- Yahut duvarları çatıları üstüne çökmüş bir kasabaya uğrayan o kimse gibisini (görmedin mi)? "Allah burasını ölümden sonra acaba nasıl diriltecek?" demişti. Allah da onu yüz yıl öldürmüş, sonra dirilterek, "Ne kadar kaldın?" demişti. O da, "Bir gün yahut bir günün bir kısmı" demişti. "Hayır, yüz yıl kaldın. İşte yiyeceğine ve içeceğine bak, biç de bozulmamışlar. Bir de merkebine bak. Biz seni insanlara bir alâmet kılmak için böyle yaptık. Kemiklerine de bak, onları nasıl birleştirip yerli yerine koyuyoruz, sonra da onlara et giydiriyoruz?" diye buyurdu. Kendisine durum apaçık belli olunca, "Biliyorum ki Allah şüphesiz her şeye kadirdir" demişti.
Açıklaması
Duvarları, çatıları üstüne yıkılmış [15] bir kasabadan geçen o kimse gibisini gördün mü? Bu buyruk bir önceki ayette geçen, "Allah kendisine mülk verdi diye Rabbi hakkında İbrahim ile mücadele edeni görmedin mi?" buyruğuna atfe-dilmiştir. Bu ayetin anlamı şudur: Sen Rabbi hakkında, İbrahim ile tartışan birisini gördün mü ve bu kasabanın mahiyeti neydi? Oradan geçen kimdir? Denildiğine göre kasaba Beytülmakdis'ti. Oradan geçen ise Şerhiyâ oğlu Üzeyr idi. Meşhur olan görüş budur. Bir diğer görüşe göre sözü geçen kasaba Dicle kıyısındaki Deyr Hırakl'dır. Oradan geçen ise Harun (a.s.) soyundan gelen Ermi-yâdır. Bunun Hızır (a.s.) olduğu, bir başka görüşe göre Bevar oğlu Hazkiel olduğu da zikredilmiştir. Mücahid de, "Bu kişi İsrail oğullarından bir kişidir" demiştir.
Bu kişi şöyle demişti: Harap olduktan sonra bu kasabayı Yüce Allah nasıl imar eder? Bundan kasıt ise yapıları ve sakinleriyle buranın tekrar şenlenmesinin -tahrip olmasından ve ahalisinin dağılmasından sonra- uzak görülmesi-dir. Bunun yanında, aşırı derecede tahrip olduğunu gördüğünden dolayı Yüce Allah'ın kudretinin azametini de ifade eder. O'nun sözü, diriltme yolunu bilmedeki acizliği itiraf etmek, hayat verenin kudretinin de azametini kabul etmek anlamındadır.
Allah, hayatta kalmakla birlikte yüz yıl süre ile duyu ve hareket kabiliyetlerini ortadan kaldırdı. Daha sonra ona hareket verdi, adeta uykudaymış da uyanırmışçasına hızlıca ve kolaylıkla onu diriltiverdi. O, kasabanın, vefatından yetmiş yıl sonra imar edilmiş olduğunu, sakinlerinin tamamlandığını, İsrail oğullarının oraya geri döndüğünü gördü. Melek aracılığı ile ona "Ne kadar süre kaldın?" denildi. Ona bu sorunun soruluş sebebi, Yüce Allah'ın işlerini kavramaktaki acizliğinin ortaya çıkmasıdır. Müfessirlerin çoğunluğunun görüşüne göre bu öldürme, ruhun cesetten çıkarılması şeklinde olmuştur. Bu kişiye seslenen ses ise melekten ya da semadan kimin söylediği bilinmeyen bir ses olmayıp, bunu söyleyenin Yüce Allah olduğu anlaşılmaktadır.
Bunun üzerin dedi ki: Ben, tahminime göre bir gün yahut bir günün bir kısmı kadar uyudum. Çünkü sabah vakti ölmüş, daha sonra da günün sonlarına doğru Allah onu diriltmişti. Güneşin henüz batmadığını görünce aynı günün güneşi olduğunu sanmıştı. Onun böyle demesi kendi kanaat ve zannına göredir. O bakımdan verdiği bu haberde yalan söylemiş değildi. Ashab-ı Kehfin, "Bir gün ya da bir günün bir kısmı kaldık, dediler." (Kehf, 18/19) şeklindeki sözleri de bunun gibidir. Halbuki onlar 309 yıl uyumuşlardı.
Ona şöyle cevap verildi: Hayır, sen yüz yıl uykuda kaldın. Şimdi bizim kudretimizin delillerini görmen için bu süre boyunca beraberinde kalmış olan yiyeceğine ve içeceğine bir bak. Değişmemiş, bozulmamış; halbuki azıcık bir süre geçmekle benzeri şeylerin bozulması bir kanundur.
Yine bizim kudretimizin delilini görmek üzere eşeğine bir bak! Onun kemikleri nasıl çürümüş, eklemleri birbirinden ayrılmış. Böylelikle onun ve senin üzerinden hareketsiz yahut uykuda iken uzun bir zaman geçtiğini açıkça gör. Bizler bütün bunları sana gerçekleşmesi uzak ihtimal olarak gördüğün şeyi gözlerinle göresin, hayrete düştüğün şeye katiyetle inanasın diye gösterdik ve öldükten sonra dirilmeye seni bir ayet (belge) kılalım, kıyamet günü dirilişe tam kadir olduğumuzu gösteren bir belge kılalım diye yaptık. Yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi: "Sizin yaratılmanız ve diriltilmeniz ancak tek bir nefis gibidir." (Lokman, 31/28). Buna göre Yüce Allah'ın, "Seni insanlara bir alâmet kılalım" buyruğu öldükten sonra dirilişe bir delildir.
Eşeğinin sağa «ola dağılmış kemiklerini nasıl kaldırdığımıza bir bak. Bu kemikler birbirlerinin üstünde yığılı duruyorlar. Biz bu kemikleri cesedindeki asıl yerlerine geri yerleştiriyoruz. Sonra bu kemiklere et, sinir, damar ve deri giydiriyoruz. Tıpkı elbisenin cesedi örtmesi gibi. Daha sonra Yüce Allah bir melek gönderdi ve bu cesede ruh üfledi. Aziz ve Celil olan Allah'ın izniyle eşek anırmaya başladı. Bütün bunlar ise Üzeyrin gözleri önünde oldu. İşte yüz yıl ölümden sonra bu şekilde diriltmeye kadir olan binlerce yıl sonra diriltmeye de kadirdir. Çünkü ilâhî fiiller birbirine benzer.
Bütün bunları açık seçik görünce, "Ben bunu artık biliyorum" dedi. Çünkü gözlerimle görmüş bulunuyorum. Katiyetle biliyorum ki Allah, her şeye kadirdir. Hiç bir şey O'na zor değildir. [16]
İbrahim (A.S)'In Gözleriyle Görme Arzusu
260- Hani İbrahim, "Rabbim, ölüleri n«sı1 dirilttiğini bana göster" demişti. «İnanmadın mı yoksa" diye buyurdu. O da, "İnandım, fakat kalbimin mutmain olması için" demişti. Buyurdu ki: «Dört kuş al, onları kendine alıştır, sonra onların her bir parçasını bir dağın üzerine bırak, sonra da onları çağır, koşarak sana gelirler. Bil ki Allah Azîz'dir, Hakîm'dir."
Açıklaması
İbrahim (a.s.) verilen emri yerine getirdi. Yüce Allah dört kuşun hangi türden olduklarını tayin etmemektedir. İbni Abbas'tan nakledildiğine göre Hz. İbrahim, tavus, kartal, karga ve horoz almış ve sözü geçen işi yapmıştı. Başlarını yanında alıkoyup onları çağırmıştı. Parçalar birbirlerine tamamlanıncaya kadar uçuşup eklenmişler, daha sonra da başlarına doğru gelmişlerdir.
Mücahid dedi ki: Sözü geçen dört kuş tavus, karga, güvercin ve horoz idi. [17] Hz. İbrahim bu dört kuşu kesti, sonra da onlara yapacaklarını yaptı. Ardından onlan çağırdı, çabucak ona geldiler. İşte Yüce Allah mücerret ilâhî emir ile ölüleri böylece diriltir: "O bir şeyi dilerse onun emri ona sadece 'Ol!' demesidir, o da oluverir." (Yasin, 32/82); "Ona ve yere, "isteyerek veya istemeyerek gelin" dedi, ikisi de, "isteyerek geldik, dediler." (Fussilet, 41/11).
Bu kıssanın özeti şudur: İbrahim (a.s.) her işe bütünüyle muttali olmayı seven birisiydi. Yüce Allah ona iyilik yapana iyilikle, kötülük yapana da kötülükle karşılık vermek üzere ölüleri kıyamet gününde hasredeceğini vahyedince Hz. İbrahim, ölmüş ve dirilmiş birisini görmek istediğinden Allah'tan kalbi mutmain olsun diye böyle bir dilekte bulundu. Yüce Allah da ona dört kuş alıp bunları kesmesini ve parçalarını dağlara dağıtmasını, arkasından kendisine gelmeleri için çağırmasını emretti. İşte o vakit ölenin nasıl dirileceğini görecekti. Hz. İbrahim denileni yaptı ve kuşları kendisine gelsinler diye çağırdı. Kuşlar hiç ölmemiş gibi sapasağlam geri döndüler. [18]
Allah Yolunda İnfakın Sevabı Ve Adabı
261- Allah yolunda mallarını infak edenlerin hali yedi başak bitiren ve her başağında yüz tane bulunan tek bir tohum gibidir. Allah dilediğine kat kat verir. Allah Vâsi'dir, Alîm'dir.
262- Allah yolunda mallarını infak edip de sonra harcadıklarının arkasından başa kakmayan ve bir eziyet katmayanların Rabları yanında mükâfatları vardır. Onlar için hiç bir korku yoktur ve onlar üzülmezler de.
263- Maruf bir söz ve bağışlama, arkasından eziyet gelen bir sadakadan hayırlıdır. Allah Gani'dir, Halîm'dir.
264- Ey iman edenler! Sadakalarınızı başa kakmak ve eziyet etmekle boşa çıkarmayın. Malını insanlara gösteriş olsun diye infak eden, Allah'a ve ahiret gününe inanmayan bir kimse gibi (olmayın). Onun hali, üzerindeki azıcık toprağı sağnak halinde yağan bir yağmurla sıyrılıp da dümdüz bir taş kesilen kaypak bir kayaya benzer. Onlar kazandıkları hiç bir şeyi de ele geçiremezler. Allah kâfirler topluluğuna hidayet vermez.
Nüzul Sebebi
el-Kelbî şöyle der: 261. ayet Osman b. Affan ve Abdurrahman b. Avf hakkında nazil olmuştur. Abdurrahman b. Avf Resulullah (s.a.)'a sadaka olarak dört bin dirhem getirip verdi ve dedi ki: Sekiz bin dirhemim vardı. Kendim ve ailem için dört bin dirhem alıkoydum ve dört bin dirhemi de Rabbime borç veriyorum. Resulullah (s.a.) ona, "Alıkoyduğuna da verdiğine de Allah bereket ihsan etsin" dedi.
Hz. Osman ise şöyle demişti: Tebûk gazvesinde teçhizatı bulunmayanı teç-hizatlandırmayı üzerime alıyorum. Daha sonra çullan ve semerleri ile bin deve vererek Müslümanları teçhizatlandırdı. Kendisinin olan Rûme kuyusunu Müslümanlara tasadduk etti. [19] İşte bu ayet-i kerime ikisi hakkında nazil oldu.
Ebu Said el-Hudrî dedi ki: Resulullah (s.a.)'ı ellerini kaldırıp Osman'a, "Rabbim gerçekten ben Osman b. Affan'dan razı oldum, sen de ondan razı ol" diye dua ettiğini gördüm. Tan yeri ağanncaya kadar ellerini bu şekilde açıp durdu. Yüce Allah da, "Allah yolunda mallarını infak edenlerin hali..." ayetini indirdi. [20]
Açıklaması
Bu Yüce Allah'ın, yolunda ve kendi rızasını arayarak infakta bulunanların sevabının kat kat olacağına ve iyiliğin (hasenenin) on katından yedi yüz katına kadar mükâfat göreceğine dair verdiği bir misaldir. Yüce Allah bu buyruklarda Allah'a itaat uğrunda, O'nun rızasını aramak ve güzel sevabını ummak kasdıy-la ilmi yaymak, cihad, silah tedariki, İslâm vatanını ve ailesini korumak gibi yollarda mallarını infak edenlerin bu infaklannın niteliğini açıklamaktadır. Bu tür infaklar verimli bir araziye ekilip de her birisinde yüz tane bulunan yedi başak bitiren bir tohuma benzer. Ziraat uzmanlarınca tespit edildiğine göre meselâ bir buğday, pirinç veya darı tanesi tek bir başak değil, bir kaç başak bitirir. Bazen bu kırk, elli altı veya yetmişe kadar çıkabilir. Bazen tek bir başak yüzden fazla tane taşıyabilir. Fiilen yüz yedi tane taşıyan başaklar dahi tespit edilmiştir. Bu infak edenin sevabının kat kat artırılacağına dair bir ifadedir.
"Allah dilediğine kat kat verir." Yani amelindeki ihlâsına göre bundan daha fazlasını da verebilir. Allah'ın lütfunun sınırı yoktur. O'nun bağışının sınırı olmaz. Lütfü mahlûkatından çoktur, geniştir, boldur. Bu şekilde kat kat ecir almaya kimin lâyık olduğunu, kimin olmadığını çok iyi bilir.
Bu misal, doğrudan yedi yüz katı söz konusu etmekten ruhla* ı daha bir etkileyicidir. Çünkü sınırlandırma ve sayı verme yine de bir eksikliği ifade eder. Herhangi bir sınır koymamak ise çoğalma, bereketlenme ve artma ihtimaline işaret eder. Ayrıca Yüce Allah'ın salih amelleri sahipleri lehine artırıp çoğaltacağına işaret vardır. Tıpkı verimli bir araziye tohum atan kimsenin ekinini artırıp çoğaltması gibi. Sünnet-i seniyyede bir hasenenin yedi yüz katına kadar artırılacağına dair hadisler varit olmuştur.
İbni Mace, Ali ve Ebu'd-Derdâ'dan İbni Ebî Hatim de İmrân b. Hu-sayn'dan Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmektedirler: "Kim Allah yolunda (cihad için) bir nafaka gönderir ve kendisi evinde kalırsa onun için kıyamet gününde her bir dirhem karşılığında yedi yüz dirhem vardır. Her kim Allah yolunda bizzat gaza ederek bu uğurda da infakta bulunursa, onun için her bir dirhem karşılığında yedi yüz dirhem vardır." Daha sonra şu, "Allah dilediğine kat kat verir" ayetini okudu.
İmam Ahmed de Ebu Ubeyde'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Resulullah (s.a.)'ı şöyle buyururken dinledim: "Allah yolunda bir infakta bulunanın infakı yedi yüz katı ile, kendisi ve ailesine infakta bulunur yahut bir hastayı ziyaret eder veya rahatsız edici bir şeyi ortadan kaldırırsa iyilik on misli ile karşılık görür. Oruç ise onu bozmadıkça bir kalkandır. Yüce Allah her kime cesedinde bir belâ vererek sınarsa, bu da onun günahlarının affına bir sebeptir." Bu hadisin bir bölümünü Nesaî "Oruç" bölümünde rivayet etmektedir.
Ahirette bu sevabı hak etmek için infakın şart ve adabının bir kısmı şunlardır: Fakire infak ettikleri yahut verdikleri şeyler ardından, onu verdiğine karşılık hesaba çekmemesi, ona lütufta bulunduğunu izhar etmek suretiyle başa kakmaması, ardından ona haksızlık etmek yahut yaptığı işin karşılığını istemek gibi herhangi bir eziyet ve bir zarar vermemesi gerekir. Yaptıkları iyiliklerini başa kakmayan ve onlara eziyet vermeyen kimseler için miktarı değer-lendirilemeyecek kadar çok değerli ecir vardır. İnsanların korkacakları vakitte onlar için korku yoktur. Allah yolunda hiç bir şey infak etmeyen cimri insanlar üzülüp bundan dolayı da pişman olacakları vakitte bunlar üzülmezler. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Herhangi birinize ölüm gelip de, "Rabbim beni yakın bir zamana kadar geciktirseydin de sadaka verseydim ve salihlerden olsaydım" diyeceği gün gelmeden önce bizim size verdiğimiz rızıktan infak edin." (Münâfi-kûn, 63/10).
Dilenciye güzel söz söylemek, güzel bir şekilde onu geri çevirmek ve sadaka vermemek, dilencinin ısrar ederek alacağından ve ardından eziyet ve zararın geleceği bir sadakadan dilenci için de, kendisinden dilenilen kimse için de daha hayırlıdır. Çünkü sadaka zayıfın elinden tutmak, zenginlere karşı duyulan kıskançlık ve kini hafifletmek, zenginin malını, hırsızlık, talan ve yok olmaya karşı korumak için meşru kılınmıştır. Başa kakmak ve eziyet ise sadakayı, kendisi sebebiyle meşru kılınan bu üstün gayenin dışına çıkartır. Esasen Allah kullarının sadakasına muhtaç olmayan Ganî'dir. Herkesi rızıklandırabilir. Kötülük işleyene -sadakasını başa kakan yahut eziyet veren kimse gibilerine-çabucak ceza vermeyen Halîm'dir. Fakat cimri nefsine karşı mücahade edip onu Allah yolunda cömertçe infâka, gönül hoşluğu ile ilâhî mükellefiyetleri yerine getirmeye zorlayan kimseleri tanımakla ilgili sonsuz ilâhî hikmet dolayısıyla sadaka meşru kılınmıştır. Yüce Allah sadakayı dostluğun kazanılması, sevginin elde edilmesi, karşılıklı herkesin birbirine bağlanıp birbiriyle dayanışması, birbirine sevgi beslemesi için meşru kılmıştır.
İnsanların ruhlarındaki başa kakma ve eziyet etme tabiatını kökten sökmek için şanı yüce Allah, büyük sevaba hak kazananların niteliklerine dair verdiği haberleri daha bir pekiştirmektedir. Bu ise verdikleri sadakaların ardından onları başa kakmayan ve eziyette bulunmayan kimselerin davranışıdır. Eziyet ecri ve sevabı yok eden, sadakanın şaibelerindendir. Allah ilâhî emre bağlanmayı gerektiren iman niteliğini zikrederek, müminlere hitabı pekiştirerek başa kakmayı ve eziyet vermeyi onlara yasakladı ve haram kıldı. Çünkü sadakanın diğer şaibelerden arındırılarak yalnızca Allah için halisane verilmesi, Allah tarafından daha bir kabul edilmesini ve sevabına hak kazanılmasını sağlar.
Çünkü sadakasının ardından başa kakan veya eziyet veren kimsenin durumu, Allah'ın rızası ve İslâm ümmetinin yücelmesi için değil, insanlar kendisini övsün, ondan cömert ve eli açık diye söz edilsin ve buna benzer fani dünya maksatlarından herhangi birisi için, riyakârlık ve desinler diye malını infak edenin haline benzer. Böyle bir riyakâr ise gerçekte sahih bir şekilde Allah'a ve ahiret gününe iman eden bir kimse değildir ki, herhangi bir sevap umsun veya herhangi bir cezadan korksun. İşte dilenciye eziyet verip yaptığını başa kakan kimsenin hali de bunun gibidir.
Riyakârlık yapan ve başa kakıp eziyet veren kimsenin durumu, dümdüz bir taş üzerindeki toprağa benzer. Buna şiddetli bir yağmur isabet edince toprak çekilir ve taş çıplak kalıverir. Yani böyle birisinin amelinin herhangi bir meyvesi, bir kalıcılığı yoktur. Aksine karşılaşılan olaylar sebebiyle eriyip gider, darmadağın olur ve geriye amelinin herhangi bir etkisi olmaksızın bomboş kalıverir. Dünyada olsun, ahirette olsun yaptıklarından hiç bir fayda sağlayamaz. Dünyada fayda sağlayamaz, çünkü başa kakan, insanlar tarafından sevilmez. Riyakâr bir kimse herkes tarafından dışlanır, yerilir. Ahirette ise şüphesiz Allah ancak kendisi için ihlâsla ve kendi rızası aranarak yapılan amelleri kabul eder. Riya ve onunla aynı durumda olan başa kakma ve eziyet ise ihlâsa aykırıdır ve bu bir çeşit Allah'a şirk koşmaktır. Çünkü riyakârlık gizli şirktir. Böyle yapan kimse bu ameli Allah'tan başkasını gözeterek yapar.
Allah kâfirler topluluğuna küfürleri üzere kaldıkları sürece, kendileri için hayırlı olana ve doğruya iletmez. Yahut da onlar küfür üzere kaldıkları sürece onlara hidayet vermez.[21] Sahibini ihlâsa, hayra ve Allah'ın rızasına, Yüce Allah'ın iman ehlini edeplendirdiği infak edebiyle edeplenmeye ileten imandır. İşte bu, riyakârlığın, başa kakmanın müminlerin değil, kâfirlerin niteliklerinden olduğuna işarettir. [22]
Allah Rızası İçin Veya Başka Bir Maksatla İnfak
265- Allah'ın, rızasını arayarak ve nefislerinden bir sebat ile mallarını infak edenlerin hali de yüksek bir tepenin üstünde bulunan güzel bir bahçeye benzer. Ona bol bol yağmur isabet etmiş de meyvelerini iki kat vermiştir. Ona bol yağmur isabet etmese de bir çisinti (bulunurda yine ürün verir). Allah yaptıklarınızı çok iyi görendir.
266- Sizden herhangi biriniz ister mi ki hurma ve üzüm ağaçlarından bir bahçesi olsun, altından ırmaklar aksın, orada her türden meyveleri bulunsun ve (fakat) kendisine ihtiyarlık gelip çatsın. Güçsüz çocukları da olsun. Derken ona (o bahçeye) içinde ateş olan bir kasırga isabet etsin ve yanıversin. İşte Allah size düşünürsünüz diye ayetlerini böylece apaçık bildirir.
Açıklaması
Allah'ın buna karşılık en ileri derecede kendilerine mükâfat vereceğinden katiyetle emin olan yahut da nefislerine iman ve yakîn üzere [23] sebat vermek için canın yongası olan malı infak etmek üzere kendilerini alıştıranların nefse diğer ibadetlerden ve imandan daha da ağır gelen bir şey olan malı infak etme fiiliyle Allah'ın rızasını ve mağfiretini isteyenlerin bu infaklarının misali -ister az olsun ister çok olsun- toprağı oldukça verimli sık ağaçlı, bitkisi oldukça bol, güneş ve havadan gereği gibi yararlanabilen, bol yağmur alan ve verimini iki kat veren yüksekçe bir yerde bulunan bahçeye benzer. Bu bahçeye azıcık bir yağmur yağsa dahi, toprağının verimliliği, yerinin iyi olması, konumunun güzelliği dolayısıyla yine mahsûlünü verir.
Bahçenin "yüksekçe" diye nitelendirilmesi yüksekçe bir yerde bulunan ağaçların daha güzel, meyvelerinin daha iyi olmasından dolayıdır. "Nefislerinden bir sebat ile" buyruğu ise dışarıdan gelen herhangi bir etkiyle değil kendiliğinden yaptığını, bu kimsenin sahip olduğu yakînden dolayı yaptığı bu işin faydalı olduğuna kani olduğundan nefsin cimriliğine karşı mücahedesini ifade etmektedir. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde, "Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler..." (Enfal, 8/72) buyurmaktadır.
Bu benzetmenin anlamı şudur: Allah için ve O'nun yolunda infak edip de malı infak hususunda nefsine sebat vermeyi ve hayır işlemeyi kasteden yahut sevap elde edeceğinden emin olarak elverdiğince cömertlik eden bir kimse, eğer çokça hayır elde ederse çok infak eder, az infak ederse gücüne göre hayır elde eder. Onun iyiliği daimidir, kesilmez. Her iki durumda da iyilik yapar ve her durumda da bu infakının meyvesini bulur. O -ister az yağmur alsın, ister çok yağmur alsın- mutlak olarak meyve veren, güzel mahsul getiren, her zaman için verimi bol toprağı güzel bir arazi gibidir.
Kullarının amellerinden hiç bir şey Allah'a gizli kalmaz. O ihlâslı olana da riyakâra da lâyık olduğu karşılığı verir.
Bu birinci misal, Rahman olan Allah için, O'nun rızasını arayarak malını infak eden kimseye aittir. İkinci misal ise, bunun tam aksine şeytanın ve nevasının yolunda yahut Allah'tan başkası için infak edenin misalidir. Bu misal inkâr (konum reddedilerek) ve nefiy ile başlamaktadır. Çünkü ihlâs sahibi bir müminin böyle bir maksada sahip olmaması gerekmektedir. Yani bu misal Allah'ın rızasını aramaksızın güzel işler işleyene dairdir. Kıyamet günü geldi mi bu kimse bu işlerinin boşa çıktığını, darmadağın olduğunu görür. O vakit böyle kişi, her türlü meyvesi bulunan güzel bir bahçeye sahip kimsenin güçsüz, takatsiz çocukları varken yaşlanıp geçimleri de hayatları da bu bahçeye bağlı olduğu halde fırtınalarla bu bahçesi telef olmuş kimsenin duyduğu acüarı duyacaktır.
Buharî bu ayet-i kerimenin tefsiri hakkında şöyle demektedir: Bir gün Ömer b. el-Hattab Peygamber (s.a.)'in ashabına, "Size göre şu "Sizden herhangi biriniz ister mi ki..." ayeti kimin hakkında nazil olmuştur?" dedi. Onlar, "Allah daha iyi bilir" dediler. Hz. Ömer kızdı ve dedi ki: "Biliyoruz veya bilmiyoruz deyiniz." Bunun üzerine İbni Abbas (r.anhuma) dedi ki: "Benim içimde buna dair bir kanaat var ey müminlerin emiri." Hz. Ömer, "Ey kardeşimin oğlu, söyle ve kendini küçük görme" dedi. İbni Abbas dedi ki: "Bu belli bir amele verilmiş bir misaldir." Hz. Ömer, "Hangi amele?" diye sordu. İbni Abbas dedi ki: "Allah'a itaat ederek amel eden zengin bir kimsenin ameline. Sonra Allah ona şeytanı gönderir, masiyetlerle amel eder ve nihayet o bütün amellerini batırır, gider." [24]
Hasan-ı Basrî de der ki: Bu, Allah'a yemin ederim ki insanlar arasından pek az kimsenin akledip anladığı bir misaldir: Yaşlı bir ihtiyar, bedeni zayıf, küçük çocukları pek çok. Bahçeye son derece ihtiyacı var. İşte bu sırada gelen fırtına onu kasıp kavurdu. Allah'a yemin ederim, sizden herhangi bir kimsenin ameline en çok ihtiyacı olduğu vakit, dünyadan ilişkisi kesildiği vakittir.[25]
Verilen bu misalin açıklanmasına gelince: Ey Allah'tan başkası için infak eden kişi, ister misin ki içinde hurma, üzüm ve türlü meyve ağaçlarıyla dolu bir bahçen olsun. Bu bahçeyi içinden akan ırmaklar sulasın. Bütün emellerini ona bağlamışsın. Küçük çocuklarınla birlikte ondan faydalanmayı ummaktasın. Diğer taraftan sen kazanç sağlayamayacak kadar yaşlanmışsın, onlar da küçük oldukları için hiç bir kazanç sağlayamaz durumdadırlar. Sen onlar gibi, onlar da senin gibi; bu bahçeden başka gelir kaynağınız yok. Daha sonra ya aşırı sıcağıyla veya kavurucu soğuğu ile esen sam rüzgarı [26] bu bahçeyi yaksın ve meyvelerini yok etsin.
İşte riyakârlık olsun diye yahut başa kararak ve eziyetle malını infak ettiğin takdirde durumun böyle olacaktır. Kıyamet gününde bunun herhangi bir faydasını göremeyeceksin. Acı ve pişmanlıktan başka amelinin bir neticesini elde edemeyeceksin. Sen halbuki o korkunç günde amelinin vereceği sonuçlara ve yaptığın infakların sevabına son derece muhtaç olacaksın. Çünkü riyakârlığın fırtınası ile başa kakmak ve eziyet zahiren hayır, fakat gerçekte ve bâtında ise kötüdür ve bütün amellerini yok etmiştir.
İşte Allah, bu açık seçik ayetlerini, şeriatının belgelerini, sırlarını, amaçlarını ve faydalarını size açıklamaktadır. Bunlar üzerinde düşünesiniz, ihtiva ettiği misaller, anlamlar ve ibretlerden öğüt alasınız; bunlardan gözetilen maksada uygun hareket edesiniz, yaptığınız infakların yalnızca Allah rızası için halis olma maksadını gözetesiniz; infakmıza herhangi bir riyakârlık, başa kakma ve eziyet katmayasınız diye. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "İşte biz bu misalleri insanlara veriyoruz. Onlara ancak alimler akıl erdirir." (Ankebut, 29/53).
Yüce Allah'ın, "Düşünürsünüz diye" buyruğu, akıbetler hakkında düşünüp de ihlâslı bir şekilde, Allah'ın rızasına uygun infakta bulunup sırf hayır yapmak üzere nefsinize sebat vermek kasdıyla infak edesiniz, diye demektir. [27]
Malın Kötüsünden Değil İyisinden İnfak Etmek
267- Ey iman edenler! JCngnuHılrlnnTiı. zın en güzellerinden ve sizin için yerden çıkardığımız şeylerden î^fab edin» Arasından göz yummaksızın alıcısı olamayacağınız adi şeyleri vermeye yel-tenmeyin. Bilin ki Allah Ganî'dir, Ha-mîd'dir.
Nüzul Sebebi
Hâkim, Tirmizî, İbni Mace ve başkalarının rivayetine göre el-Berâ b. Azîb şöyle demiştir: Bu ayet-i kerime biz Ensar topluluğu hakkında nazil oldu. Bizim hurmalarımız vardı. Müminler hurma ağaçlarından çokluk veya azlık miktarına göre bir şeyler getirirdi. Hayır yapmayı arzulamayan insanlar ise henüz olgunlaşmamış hurma salkımlarını yahut kırılmış salkımları getirir ve bunları (mescidin bir yerine) asardı.[28] Bunun üzerine Yüce Allah, Ey iman edenler, kazandıklarınızın en güzellerinden... infak edin. "buyruğunu indirdi.
Ebu Davud, Nesaî ve Hakim'de Sehl b. Huneyften şöyle dediğini rivayet etmektedir: Bazı insanlar mahsullerinden en kötülerini seçiyor ve bunları sadaka diye veriyorlardı. Bunun üzerine, "Arasından... alıcısı olmayacağınız adi şeyleri vermeye yellenmeyin" ayeti nazil oldu.
Yine Hakim, Cabir'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.) fıtır sadakası olarak bir sâ' hurma verilmesini emretti. Adamın birisi adi bir hurma getirdi. Bunun üzerine Kur'an-ı Kerim'den, "Ey iman edenler, kazandıklarınızın en güzellerinden... infak edin" ayeti nazil oldu.
İbni Ebî Hatim de İbni Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.)'ın ashabı ucuz yiyecekleri satın alıyor, bunları sadaka olarak veriyorlardı. Bunun üzerine de Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi indirdi. [29]
Açıklaması
Ey iman vasfına sahip olanlar! Ben sizlere malların temiz ve kaliteli olanını infak etmenizi emrediyorum. İster nakit, ister davar, ister tahıl, ister ekin, ister ticarî mal ve madenler, hazineler ve (cahiliye devrinde gömülmüş olan) ri-kazlar gibi başkaları olsun. Bu Yüce Allah'ın şu buyruğunu andırmaktadır: "Siz sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe iyiliğe (birre) kavuşamazsınız." (Âl-i İmran, 3/92). Mallarınızın adi ve kalitesiz olanını seçip infak etmenizi de yasaklıyorum. Çünkü muhakkak Allah hoş ve temizdir. Ancak hoş ve temiz olanı kabul eder. Sizin hoşlanmayacağınız şeyleri kabul etmez. Ayet-i kerimede geçen "adî (el-habîs)" kelimesi iki anlamda kullanılır: Birincisi Buharî ile Müslim tarafından rivayet edilen hadis-i şerifte geçtiği gibi, faydasız demektir: "Tıpkı körüğün demirin faydasız kirlerini (hubs) giderdiği gibi." İkincisi ise insan nefsinin kabul etmediği şey. İşte, "Adi şeyleri vermeye yeltenmeyin" ayetinde kastedilen de budur.
Adi ve bayağı olan şeyleri sadaka olarak vermek nasıl hoşunuza gider? Halbuki sizler herhangi bir şeyi görmezlikten gelmek kasdıyla gözünü yumup da ondaki kusuru görmeyen kişinin göstereceği kabilden bir kolaylık ve bir
hoşgörü ile olmadıkça kendiniz için öyle bir şeye razı olmazsınız. Alacağınız olan bir kimse hakkınızdan daha aşağısını getirecek olsa, bunu hakkınızdan daha aşağısına razı olmadıkça, tam hakkınız verilmiş hesabıyla almazsınız. Peki, kendiniz için razı olmadığınız bir şeye benim için nasıl razı olursunuz? Benim üzerinizdeki hakkım, mallarınızın en temiz ve en nefis olanlarmdandır.
Bilin ki muhakkak Allah -her ne kadar size hoş ve temiz olanı ve sadaka vermeyi emretti ise de- buna ihtiyacı yoktur. İnfakınıza muhtaç değildir. O, bütün yaratıklarına ihtiyacı olmayandır. O'nun size bu emri vermesi sizin menfaatinizedir; zengin ile fakir arasında eşitliği gerçekleştirmek, infak ettiğiniz şeylerde sizi sınamak içindir. O bakımdan adi olanları vermekle O'na yaklaşmaya kalkışmayın. Aynı şekilde O, bütün fiilleri, buyrukları, şeriatı, kaderi ve nimetleri dolayısıyla hamde ve şükre lâyık olandır. Allah'ın nimet olarak ihsan ettiği şeylerin hoş ve temiz olanlarını infak etmek ise, O'nun celâline yakışan hamdin bir parçasıdır. [30]
Şeytanın Fakirlikle Korkutması Ve Kur'an-I Kerimin Sağlıklı Bir Şekilde Anlaşılması
268- Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve size ^»hş&'yı (cimriliği) emreder. Allah ise size kendi katından bir mağfiret ve bif lütuf vaad edivor-Allah Vâsi'dir.
269- Hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilirse gerçekten ona pek çok hayır ve özlü akı1 sahiplerinden başkası da iyice düşünemez.
Açıklaması
Şeytan eskiden beri insanın düşmanıdır. "İzzetin hakkı için hepsini muhakkak azdıracağım. Ancak aralarından ihlâsa erdirilmiş kulların müstesna." (Sâd, 38/82-83) diye yemin eden bizzat odur. Şeytan insanlara vesvese verir ve sadaka verdikleri takdirde yahut da Allah yolunda infak ettiklerinde onları fakirlikle korkutur. Onlara, "İnfakınızın akabinde siz fakir düşeceksiniz" der ve cimriliğe, eli sıkılığa teşvikte bulunur.
Araplarda cimriye "el-fâhiş" denilir. O bakımdan ayet-i kerimedeki el-fah-şâ cimrilik anlamındadır. Vaad kelimesi ise hayır hakkında da kötülük hakkında da kullanılır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ateş, onu Allah kâfirlere vaad etmiştir." (Hac, 22/72). İşte bu korkutmaya vaad (ayet-i kerimede şeytanın fakirlikle korkutması) denilmesi, bunun gerçekleşeceğinin haber verilmesinin mübalağa yoluyla ifade edilmesi dolayısıyladır. Adeta bu fakirliğin gerçekleşmesi şeytanın iradesi ile olacakmış gibi ifade edilmektedir. Bununla birlikte şunu belirtelim ki vaad, haber verilen tarafından yapılacak şeylerin haber verilmesidir. Şeytan ise ben sizi fakir düşüreceğim dememektedir. Ancak, fakir düşersiniz diye korkutmaktadır.
Bu korkutmayı İbni Ebî Hâtim'in Abdullah b. Mes'ud'dan yaptığı şu rivayet açıklamaktadır: Abdullah b. Mes'ud dedi ki: Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Şüphesiz şeytanın da meleğin de Adem oğluna bir telkini vardır. Şeytanın telkini şer ile korkutmaktır, hakkı yalanlamaktır. Meleğin telkini ise hayır vaad etmektir, hakkı tasdik etmektir. Her kim bunu içinde hissederse bilsin ki o Allah'tandır. Bundan dolayı Allah'a hamdetsin. Her kim de öbür türlüsünü bulursa şeytandan Allah'a sığınsın." Daha sonra Yüce Allah'ın, "Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve size fahşâyı (cimriliği) emreder. Allah ise size kendi katından bir mağfiret ve bir bolluk vaad ediyor." buyruğunu okudu. [31]
Yüce Allah ise şeytanın aldatmaları, vesveseleri ve fahşâyı (cimriliği) emretmesine karşılık, peygamberimiz aracılığı ile infak etmemiz dolayısıyla günahlarımızın bağışlanacağını ve dünya hayatında infak ettiğimizin yerine başkasını vereceğini vaad etmektedir. Bolluk (el-fadl), mal ve hayırdır. Allah ise rahmeti ve lütfü pek çok olandır. O bakımdan size vaad ettiğini gerçekleştirir. O ne infak ettiğinizi çok iyi bilendir. O bakımdan yaptıklarınızı en güzel şekliyle mükâfatlandıracaktır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Her ne
harcarsanız O, bunun yerine başkasını verir. O, rızık verenlerin en hayırlısıdır." (Sebe' 34/39). Buharî ve Müslim de Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmektedirler: "Kulların sabahı ettiği her gün mutlaka iki melek (dünya semasına) iner, onlardan birisi, "Allah'ım infak edene infak ettiğinin yerini tutacak olanı ver" der. Öteki de, "Allahım cimrilik edenin malını da telef et" der." Yani birincisine Allah rızık edinmenin sebeplerini kolaylaştırarak infakımn yerine verir, ötekinin ise malını giderir.
Allah hikmeti kullarından dilediğine verir. Hikmet sahih olan görüşe göre peygamberlik değildir. Cumhurun dediği gibi hikmet ilim, fıkıh ve Kur"an'dır. O bakımdan hikmet, özel olarak peygamberlik anlamına gelmez, peygamberlikten daha genel kapsamlıdır. Hikmetin en üst derecesi nübüvvettir. Risalet ondan da özeldir. Hikmet gerçekleri vehimlerden ayırt etme yolunu, vesveselerle ilhamı birbirine karıştırmamayı gösterir. Hikmetin aracı akıldır. Kur*an-ı Ke-rim'de yer alan hükümleri, sırlan bilip selim aklı ile ümmete sağladığı hayırla-rıyla, infak edene sağladığı pek çok sevaplarıyla infakın faydalarını idrak eden bir kimse, şeytanın vesveselerinden etkilenmez, Allah yolunda harcamakta ve infak etmekte tereddüt göstermez. İbni Mes'ud'dan şöyle dediği rivayet edilmektedir: Resulullah (s.a.)'ı şöyle buyururken dinledim: "İki şey dışında hiç bir şeyde kıskançlık yoktur. Bu iki şeyden (birisi) Allah'ın birisine bir mal vermesi ve bu malı hak yolda tüketecek gücü vermiş olması, (ikincisi de) birisine Allah'ın hikmet vermesi ve o kişinin bu hikmet gereğince hüküm vermesi ve onu başkasına öğretmesidir." [32]
Allah kime ilim, özellikle de Kur'an-ı Kerim'i ve dini kavrayabilme meziyetini ihsan etmiş ve akim gösterdiği yola iletmiş ise, o kimse dünya ve ahirette hayra iletilmiş, işleri gerçek şekilleriyle idrak etmiş olur.
Şer*î hitabı ve ilâhî buyruğun anlamını kavrayan sağlıklı akıl sahibi kimseler dışındakiler ilimden öğüt ve ibret almazlar. Öğütten etkilenmez ve verilen öğütten yararlanmazlar. [33]
Gizli Ve Açıktan Verilen Sadakalar
270- Nafaka türünden neyi infak etseniz yahut adaktan her ne adarsanız muhakkak Allah onu bilir. Zalimlerin hiç bir yardımcıları yoktur.
271- Sadakalarınızı açıktan verirseniz o ne güzeldir. Şayet onları gizler de fakirlere verirseniz işte bu sizin için daha hayırlıdır ve günahlarınızdan bir kısmını bağışlar. Allah yapmakta olduğunuzdan haberdardır.
Nüzul Sebebi
İbni Ebi Hatim, Yüce Allah'ın, "Sadakalarınızı açıktan verirseniz o ne güzeldir..." ayetinin Ebu Bekir ve Ömer (r.anhumâ) hakkında nazil olduğunu söylemistir. Hz. Ömer malının yarısını getirdi ve Resulullah (s.a.)'a verdi, Resulullah (s.a.) ona, "Geriye ailene ne bıraktın ey Ömer?" diye sorunca o, "Malımın yarısını bıraktım" dedi. Hz. Ebu Bekir ise malının tümünü adeta kendinden dahi gizlercesine getirdi, Resulullah (s.a.)'a verdi. Resulullah (s.a.) ona, "Geriye ailene ne bıraktın ey Ebu Bekir?" deyince o, "Allah'ın ve Rasulünün va-ad ettiğini bıraktım" dedi. Hz. Ömer ağladı ve dedi ki: Anam babam sana feda olsun ey Ebu Bekir! Allah'a yemin ederim, seninle hangi hayırda yarıştıysak mutlaka sen beni geride bırakmışsmdır [34]. el-Kelbî de der ki: Yüce Allah'ın, "Nafaka türünden neyi infak etseniz" ayeti nazil olunca, "Ey Allah'ın Rasulü, gizlice verilen sadaka mı faziletlidir, açıktan verilen sadaka mı?" dediler. Yüce Allah da bu ayet-i kerimeyi indirdi [35]
Açıklaması
İster Allah için olsun ister riyakârlık için olsun, ister başa kakmak veya eziyet için, isterse de bunlardan herhangi birisi için olmasın, her neyi infak ederseniz muhakkak Allah bunu bilir. Ya da Allah'a itaat uğrunda bir adakta (nezru't-teberrü) yahut masiyet uğrunda bir adakta (nezrul-lecâc veya nezrul-gadab) bulunursanız bunun karşılığını verecektir: Hayır ise hayır, şer ise şer. Bu buyruk hayra bir teşvik, serden de bir korkutmadır. Mallarını vermeyip cimrilik etmek ve tasadduk etmemek suretiyle kendilerine zulmeden zalimlerin kıyamet gününde yardımcıları yoktur. Şu buyrukta olduğu gibi: "Zalimler için ne şefkatli bir dost, ne de şefaati kabul edilir bir şefaatçi vardır." (Mümin, 40/18). İnsanlar da sadaka versinler diye nafile sadakalarınızı açıktan verirseniz yaptığınız iş güzel bir iştir. Onları gizliden verip kimseyi haberdar etmeyerek fakirlere verirseniz bu da riyakârlıktan ve başkalarının işitmesinden daha uzak olmak hasebiyle sizin için daha hayırlıdır. Sadaka dolayısıyla da bazı günahlarınızı siler. Çünkü sadaka, bütün büyük veya küçük günahları örtmez.
Allah yaptığınız bütün amellerden haberdardır. Onları görür. Çok önemsiz ve küçük işleri de, gizliyi de bilir, ondan daha gizli olanı da. O balomdan amellerinize uygun karşılık verir. Riyakârlıktan ve Allah'tan başkası için infak etmekten sakınınız. Sadakalarınızı açıktan verirken de gizlerken de niyetlerinizin ne olduğu Allah'a gizli kalmaz. [36]
Sadaka Almayı Hak Edenler
272- Onların hidayete ermesi senin üzerine borç değildir; fakat Allah dilediği kimseye hidayet verir. Her ne hayır infak ederseniz kendi faydamzadir. Zaten siz ancak Allah'ın rızası için infak edersiniz. Hayırdan neyi infak ederseniz size ödenir ve size asla zulmedilmez. '
273- (Sadakalar) Allah yolunda kendilerini vakfetmiş fakirler içindir ki onların yeryüzünde dolaşmaya gücü yetmez; bilmeyenler, kendilerini, iffetlerinden dolayı zenginlerden sanır; sen ise onları simalarından tanırsın. Çünkü onlar yüzsüzlük ederek insanlardan bir şey istemeyen fakirlerdir. Şüphesiz hayırdan neyi harcarsanız Allah onu hakkıyla bilir.
274- Mallarını gece gündüz, gizli açık infak edenlerin Rableri nezdinde mükâfatları vardır. Onlar için korku yoktur, onlar üzülmezler de.
Nüzul Sebebi
272. ayetin nüzul sebebi: Bu ayetin nüzul sebebi ile ilgili olarak muhtevası bir olan birkaç rivayet varit olmuştur. Bunlardan birisini Nesaî, Hakim, el-Bezzar ve başkaları İbni Abbas'tan rivayet etmektedirler. İbni Abbas dedi ki: Ashap müşriklerden olan akrabalarına azıcık bir şeyler vermekten hoşlanmıyorlardı. Bu durumu soruca bu konuda onlara ruhsat verildi ve bunun üzerine, "Onların hidayete ermesi senin üzerine borç değildir..." ayeti nazil oldu.
Yine rivayet edildiğine göre bazı Müslümanların Yahudiler arasında sihri ve süt emmek dolayısıyla akrabaları vardı. İslâm'dan önce bunlara infakta bulunuyorlardı. İslâm'a girince bu kimselere infakı sürdürmekten hoşlanmadılar.
Yine denildiğine göre Hz. Ebu Bekir'in kızı Esma hacca gitmişti. Annesi gelip ondan bir şeyler istedi. Annesi o sırada müşrikti. Kızı ona bir şey vermek istemeyince bu ayet-i kerime nazil oldu.
İbni Ebî Hâtim'in de İbni Abbas'tan rivayetine göre Resulullah (s.a.), Müslüman olanlardan başkalarına sadaka verilmemesini emrediyordu. Bunun üzerine, "Onların hidayete ermesi senin üzerine borç değildir" ayet-i kerimesi nazil oldu ve hangi dinden olursa olsun, dilencilikte bulunan herkese sadaka verilmesini emretti.
Sahid b. Cübeyr mürsel olarak Peygamber (s.a.)'den bu ayet-i kerimenin nüzul sebebi hakkında şunu nakletmektedir: Müslümanlar zimmet ehlinden fakirlere sadaka veriyorlardı. Müslüman fakirler çoğalıp Resulullah (s.a.), "Dininize mensup olanlardan başkasına sadaka vermeyiniz" diye buyuranca bu ayet-i kerime Müslüman olmayanlara da sadaka vermeyi mubah kılmak üzere nazil oldu.
Taberî, Resulullah (s.a.)'ın Müslüman olmayanlara sadaka verilmesini engellemekten maksadının bu kimselerin Müslüman olmaları ve dine girmeleri olduğunu nakletmektedir. Bunun üzerine Yüce Allah, "Onların hidayete ermesi senin üzerine borç değildir" ayetini indirdi.
Kısaca bu ayetin nüzul sebebinin hikmeti şudur: İslâm'a giren kimse müşrik akrabasına veya müşriklere sadaka vermekten hoşlanmıyordu ya da Resulullah (s.a.) bunlara sadaka verilmesini ashaba yasaklamıştı. Bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu.
273. ayetin nüzul sebebi: Bu ayet-i kerime Ashab-ı Suffa hakkında nazil olmuştur [37] Bunların sayısı muhacirlerden dört yüz kişi idi. Bunlar Kur"an-ı Kerim öğrenmek ve seriyyelerle çıkmak üzere alıkonulmuşlardı.[38]
274. ayetin nüzul sebebi: Taberanî ve İbni Ebî Hatim, Yezid b. Abdullah b. Garîb'den, o babasından, o dedesinden rivayet ettiğine göre Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: Şu, "Mallarını gece gündüz gizli açık infak edenlerin Rab-leri nezdinde mükâfatları vardır" ayeti at sahipleri hakkında nazil olmuştur. [39] Bunlar ise Allah yolunda at besleyen kimselerdi. Gece gündüz gizli ve açık atlarına harcamalarda bulunurlardı. Yani bu ayet-i kerime büyüklenmek ve iftihar etmek kasdıyla at beslemeyen kimseler hakkında nazil olmuştur.
İbni Abbas'tan rivayet edildiğine göre ise "Mallarını gece gündüz... infak edenler" ayet-i kerimesi atların beslenmesi hakkında nazil olmuştur. Bunun sıhhatine Yezid kızı Esma'nın rivayet ettiği şu hadis-i şerif delâlet etmektedir: Esma dedi ki: Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Kim Allah yolunda bir at bağlayıp besler de ecrini umarak o ata harcamada bulunursa, o atın tokluğu da açlığı da, suya kanması da susuzluğu da, sidiği de tersi de kıyamet gününde o kişinin terazisine konacaktır." [40]
Açıklaması
Ey Muhammedi İstemedikleri halde insanları İslâm'a, hidayete götürmek senin görevin değildir. Böyle bir işi yapmak sana düşmez. Sana düşen yalnızca tebliğ etmek, dine davet etmektir. İtaat edeni cennetle müjdelersin, isyan edeni de cehennemle uyarır, korkutursun. Hayra, mutluluğa yol bulma başarısına nail olma anlamında hidayet vermek ancak Allah'a aittir. Çünkü insanlara akıl vermiş, onlara hak dine kendilerini iletecek yol ve delilleri açıklamıştır. O bakımdan ya Muhammed, hangi dinde olursa olsun her dilencilik edene sadaka vermeyi emret.
Sadakanın ve Allah yolunda malı infak etmenin sevabı bizzat size aittir. Dünyada da ahirette de bu sevaptan sizden başkası yararlanmaz. Dünya hayatında sadaka malı korur. Serveti sağlam koruma altına alır. Sizleri fakirlerin talanından, hırsızlığından ve yağmalama eziyetinden himaye eder. Çünkü aç olan bir kimse kendisine her şeyi mubah görür. Sadaka ve infakın ahiretteki sevabı da sizindir. Bu sevapla cennete girersiniz, bazı küçük ve büyük günahlarınız bağışlanır.
Siz dünyevî bir menfaat yahut şeytanı razı etmek için değil, ancak Allah'ın rızasını aramak için infak edersiniz. Buna göre dini ne olursa olsun, şu fakir ile bu fakir arasında bir fark yoktur. Ayrıca başa kakmaya, eziyet etmeye yahut riya ve gösterişe de gerek yoktur. Çünkü sen infakınla yalnızca Yüce Allah'ın rızasını gözetirsin. Herhangi bir övgü yahut dünyada insanların vereceği karşılığı beklemeksizin, katıksız hayır işlemeyi gözetirsin. Hz. Peygamberin sahih hadiste Sa'd b. Vakkas'a şöyle dediği nakledilmektedir: "Yüce Allah'ın rızasını arayarak yaptığın her bir infak dolayısıyla mutlaka ecir kazanırsın. Hatta hanımının ağzına koyduğun (lokma) dahi."
Daha sonra Yüce Allah, "Her ne hayır infak ederseniz kendi faydanızadır* şeklindeki ayet-i kerimeyi iki ayrı emirle pekiştirmektedir:
Bunların birincisi, "Hayırdan neyi infak ederseniz size ödenir." Yani sevabı ahirette eksiksiz olarak tamı tamına size ulaşır, buyruğudur.
İkincisi ise, "Ve size asla zulmedilmez" yani amelinizden lehinize olan herhangi bir şey kaybolmaz, onun ecrinden bir şey eksiltilmez, anlamındaki ayettir. Çünkü o takdirde bir eksiltme zulüm anlamındadır. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Hiç bir nefse hiç bir şeyle zulmolunmaz. (Hakkı) bir hardal danesi ağırlığınca olsa bile biz onu getiririz. Hesaba çekenler olarak biz yeteriz." (Enbiya, 22/47).
Bütün bunlar infakın Müslüman olsun olmasın genel olarak bütün fakirlere yapılacağını göstermektedir. Bu da Yüce Allah'ın, "Ona olan sevgilerine rağmen fakire, yetime ve esire yemek yedirirler. Biz size ancak Allah'ın rızası için yediriyoruz. Sizden ne bir teşekkür, ne bir karşılık isteriz.'" (İnsan, 76/8-9). Esir ise Darül-İslâm'da âdeten ancak müşrik olur. Yüce Allah'ın şu buyruğu da buna benzemektedir: "Sizinle din hususunda savaşmamış, sizi yurtlarınızdan çıkarmamış olanlara iyilik yapmanızı ve onlara adaletle davranmanızı Allah size yasaklamaz." (Mumtahine, 60/8).
Buharî ve Müslim'de Ebu Hureyre'den rivayet edilen şu hadis-i şerif de bunu desteklemektedir: "Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Adamın birisi dedi ki: bu gece bir sadaka vereceğim. Sadakasını alıp çıktı ve onu zaniye bir kadına verdi. Sabah olunca insanlar "Zaniye bir kadına sadaka verildi" diye söz etmeye başladılar. O kişi "Allahım zaniye birisine verdiğim sadaka dolayısıyla sana hamdederim" dedi. Yine "Bu gece bir sadaka vereceğim" dedi ve onu zengin birisine verdi. Sabah olunca insanlar "Bu gece bir zengine sadaka verildi" diye söz etmeye başladılar. Adam, "Allahım bir zengine verdiğim sadakadan dolayı sana hamdederim" dedi. Bu gece yine bir sadaka vereceğim dedi, onu da bir hırsıza verdi. Sabah olunca insanlar, "Bu gece hırsız birisine sadaka verildi" diye söz etmeye başladılar. Adam yine, "Allahım zina eden bir kadına, bir zengine ve bir hırsıza verdiğim sadakadan dolayı sana hamdederim" dedi. Ona şöyle denildi: Verdiğin sadaka kabul edildi. Zaniye kadın olur ki sadaka sayesinde iffetini korur, zinadan vazgeçer. Zengin de belki ibret alır, Allah'ın ona verdiğinden infak eder. Hırsız da muhtemeldir ki ona verdiğin sadaka sayesinde iffetini koruyup hırsızlıktan uzak durur."
Daha sonra Yüce Allah insanlar arasında sadakaya en lâyık olanları beyan etmektedir. Bunlar ise aşağıdaki beş niteliğe sahip olan fakirlerdir:
1- Allah yolunda kendilerini vakfetmek: Yani cihad veya ilim tahsili gibi Allah'ın rızası uğrunda çalışmak üzere kendilerini vakfetmiş kimseler. Çünkü bunlar başkaları gibi kazanç elde etmek için uğraşacak olurlarsa kamu maslahatları işlemez olur. Bunlar ümmetin fedaileri, koruyucularıdırlar. Barış ve savaş vakitlerinde, zorlu, bunalımlı veya mihnetli zamanlarda, bolluk, mutluluk yahut yokluk zamanlarında ümmetin yön verici kumandanları durumundadırlar. Bu ayet-i kerimenin Suffe Ehli hakkında nazil olduğunu öğrenmiş bulunuyoruz. Suffe Ehli yaklaşık dört yüz kişi civarında muhacirlerin fakirlerinden oluşmaktaydı. Bunlar Mescidin sofasında murabıt kimselerdi. Geceleyin Kur'an öğrenir, gündüzün cihad ederlerdi. İbni Abbas'tan rivayet edildiğine göre Resulullah (s.a.) bir gün Ashab-ı Suffan'ın başında durdu. Onların fakirliklerini, sıkıntılarını ve buna rağmen kalplerinin hoşluğunu görünce dedi ki: "Müjdeler olsun sizlere ey Suffa ashabı, benim ümmetimden her kim sizin sahip olduğunuz bu niteliklere sahip kalmaya devam eder ve içinde bulunduğu durumdan razı olursa, o benim yol arkadaşlarımdandır."
2- Kazanmaktan aciz olmak: "Yeryüzünde dolaşmaya gücü yetmeyen" yani ülkede yolculuk yapıp dolaşma imkânını bulamayan kimseler. Yeryüzünde dolaşmak, yolculuk yapmak demektir. Bundan aciz kalmanın birkaç sebebi vardır. Bunlar yaşlılık, hastalık, düşman korkusu ve buna benzer diğer bazı hususlardır.
3- İffetlilik: Bu, başkalarının elinde bulunana göz dikmeye tenezzül etmemek ve iffetlilik göstermektir. O kadar ki onların durumlarını bilmeyen kimse onları zengin sanır. Buna sebep ise elbiselerinde, hallerinde ve sözlerinde iffetleri, sabırları ve kanaatkârlıklarıdır. Bu anlamda olmak üzere Buharî ile Müslim tarafından Ebu Hureyre'nin şöyle dediği rivayet edilmektedir: Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Yoksul kimse şu bir yahut iki hurmadan, bir yahut iki lokmadan, bir ya da iki lokma yemekten mahrum ve dolaşıp duran kimse değildir. Asıl yoksul kendisini ihtiyaçtan kurtaracak bir varlığı olmayan, farkına varıl-mayıp kendisine tasaddukta bulunulmayan ve insanlardan bir şey istemeyen kimsedir."[41]
4- Onları diğerlerinden ayıran belirtiler: "Senin ise onları simalarından tanıdığın" yani alâmetlerinden tanıdığın. Onları tanımak müminin ferasetli olmasını [42]. deneyenin tecrübesini, basiret ve akıl sahiplerinin zekâsını, onları tanıyan komşu ve akrabalardan sorup araştırmayı gerektirir. Kimi zaman zayıflık, çelimsizlik, güçsüzlük, üstünün başının eski püskü olması gibi dış görünümler de buna alâmet olabilir. Bazan bu ikna edici delil de olmayabilir. Çünkü kimileri kendilerine fakir süsünü verebilirler. Bazıları da izzet-i nefis sahibi olduğundan dolayı uygun elbise giyerler. Halbuki aslında o muhtaçtır, başkası ise fakirlik izhar ederken yalancılık etmektedir.
5- Hiç bir şekilde dilenmemek, dilenirken de ısrar etmemek: "Yüzsüzlük ederek insanlardan bir şey istemeyenler." Müfessirlerin cumhurunun görüşüne göre anlamı şudur: Bunlar tam anlamıyla dilencilikten uzak dururlar. Bu şekildeki bir iffetlilik onların değişmez niteliğidir. Yani ısrar ederek olsun, etmeyerek olsun asla insanlardan bir şey istemezler. Kimisi de şöyle demiştir: Burada kasıt ısrarla istemenin nefyedilmesidir. Yani onlar insanlardan ısrar etmeksizin isterler. İlk anda akla gelen ve anlaşılan budur. Yani onlar ısrar etmeksizin isterler, istedikleri vakit ısrar etmezler. İnsanlara ihtiyaçları olmayan şeyleri yüklemezler. Kendisini dilenmek ihtiyacında bırakmayacak kadar bir şeyleri olduğu halde dilenen bir kimse ısrarla istemiş olur. Bu buyrukta insanlardan ısrarla dilenenlerin durumunun kötülüğüne dikkat çekilmektedir. Günümüzdeki dilencilerin çoğunlukla gördüğümüz hali budur. Lafzı Müslim'e ait olmak üzere hadis imamları Muaviye b. Ebî Süfyan'dan şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Dilenmekte ısrar etmeyiniz. Allah'a yemin ederim sizden herhangi bir kimse benden bir şey ister de onun bu istemesi sonucu benden bir şey çıkarsa ve ben bunu istemeyerek ona vermişsem, benim ona verdiğimden asla ona bereket ihsan olunmaz."
Daha sonra ayet-i kerime küçük olsun büyük olsun, yapılan bütün infakla-rı mutlaka Allah'ın bildiğini belirttikten sonra o infaka götüren sebebin veya niyetin Allah için gizli olmadığı hatırlatılarak ayet sona ermektedir. Eziyet vermeksizin, iyi bir niyet ve ihlâsla yapılan infak verilecek olan mükâfatı güzel-leştirir. Kötü niyet ise karşılığın kötü olması sonucunu verir. Bu ise iyi ve güzel infaka teşvik, kötü infaktan da bir sakındırmadın
Daha sonra Yüce Allah bütün durum ve vakitlerde infak edenlerin sevabı ile infakm mükâfatını açıklamaktadır. Gece gündüz, gizli ve açık yollarla ta-sadduk edip ihtiyaç duyulduğu vakit herhangi bir infaktan geri durmayanların -ki az önce gördüğümüz Hz. Sa'd (r.a.)'a Resulullah (s.a.)'ın söylediklerinin geçtiği hadis-i şerifin de gösterdiği gibi aile halkına harcama da bu cins infaktan-dır. Rableri nezdinde eksiksiz ecri vardır. Bunların sevabını vermek yalnızca Allah'a aittir. Böylesi için ahirette korku yoktur. Ebediyyen üzüntü ile de karşılaşmaz. Yani kıyamet gününün dehşetli hallerinden karşı karşıya kalacağı haller için ona korku yoktur. Geriye bırakacağı çoluk çocuk ve dünya hayatından ve güzelliklerinden geride bıraktıkları için üzülmez. Çünkü artık o bütün bunlardan daha hayırlı olan şeylere doğru yol almıştır.
Gecenin gündüzden, gizlinin açıktan önce söz konusu edilmesi, gizlice verilen sadakanın açıktan verilen sadakadan daha faziletli görüldüğüne işaret etmek içindir. [43]
Faiz, Fert Ve Topluma Zararları
275- Riba yiyenler (kabirlerinden) ancak, çarpmaktan dolayı şeytanın kendilerini sar'aya düşürdüğü kimse gibi kalkarlar. Bu onların, "Alışveriş de ancak riba gibidir" demelerindendir. Halbuki Allah alışverişi helâl, ribayı haram kılmıştır. Her kime Rabbinden bir öğüt gelir de vazgeçerse geçen onundur, işi de Allah'tı kalmıştır. Kim de tekrar dönerse onlar da ateşliklerdir. Orada ebedî kakçıdırlar.
276- Allah ribayı yok eder. Sadakaları ise arttırır. Allah çok nankör ve günahkâr hiç bir kimseyi sevmez.
277- Şüphesiz iman edip de salih amel işleyen, namazı dosdoğru kılan, bir de zekâtı veren kimselerin Rableri katında ecirleri vardır. Onlar için hiç bir korku da yoktur, onlar üzülecek de değillerdir.
278- Ey iman edenler! Allah'tan korkun, faizden kalanı da bırakın, eğer müminler iseniz.
279- Şayet yapmaz iseniz, Allah'tan ve Rasulü tarafından size karşı savaş açıldığını bilin. Eğer tevbe ederseniz sermayeleriniz sizindir. Ne zulmediniz,ne de zulme uğrayınız.
280- Eğer darlık içinde ise geniş bir zamana lmH^r ona mühlet verin. Sadaka olarak hağ^şlnmunıa! ise sizin için daha hayırlıdır, eğer bilirseniz.
281- Allah'a döndürüleceğiniz bir günden korkun. Sonra herkese kazandığı eksiksiz verilecek ve onlara zulmedilmeyecektir.
Nüzul Sebebi
278. ve 279. ayetlerin nüzul sebebi ile ilgili olarak Ebu Yala Müsned'iade ve İbni Mende İbni Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Bize bu ayet-i kerimenin Sakiflilerden Amr b. Avf oğulları ile Mahzumoğullarmdan Muğîreoğullan hakkında nazil olduğu haberi ulaşmıştır. Muğîreoğullan Sakif-lilere faiz veriyorlardı. [44] Allah, Rasulüne Mekke'yi fethetmeyi nasip edince o gün bütün faizi kaldırdı. Bu sefer Amroğulları ile Muğireoğulları Attâb b. Esid'e geldi. Esid, o sırada Mekke valisi idi. Muğireoğulları "Biz insanlar arasında faiz nedeniyle en fakir olduk"; Amroğulları ise Takat biz faizimizi alacağız diye anlaşmış idik" dediler. Bunun üzerine Attab bu hususta Resulullah (s.a.)'a mektup yazdı. Bu sebepten dolayı bu ayet ve ondan sonraki ayet nazil oldu.
İbni Cerir et-Taberî İkrime'den şöyle dediğini nakletmektedir: Bu ayet-i kerime Sakifliler hakkında nazil olmuştur. Amroğulları ve Umeyroğullanndan olan aralarında Mes'ud, Hubeyb ve Rabia'nın da bulunduğu Sakifliler hakkında nazil olmuştur.
Sakifliler, "Biz Allah'a ve Rasulüne karşı savaşacak güce sahip değiliz" diyerek tevbe ettiler ve yalnızca ana paralarını aldılar.
280. ayetin nüzulü ile ilgili olarak el-Kelbi der ki, Avf b. Umeyroğulları Muğireoğullanna şöyle dediler: Ana mallarımızı veriniz, faizi size bırakıyoruz.
Muğireoğulları, "Bugün ödeyebilecek imkâna sahip değiliz, o bakımdan meyveler olgunlaşmcaya kadar bize süre tanıyınız" dediler. Şu kadar var ki Amr b. Umeyyoğullan borçlarını ertelemeyi kabul etmediler. Bunun üzerine Yüce Allah, "Eğer o darlık içinde ise..." ayetini indirdi. [45]
Açıklaması
Faiz alıp mala olan sevgileri ve hevalarıyla amelleri sebebiyle faizi helâl görenlerin, insanların mallarını batıl yolla, emek ve gayret olmaksızın yiyenlerin ızdırap, huzursuzluk, vicdan azabı, çalışmaya ve dünyaya dalıp gitme açısından misalleri, şeytanın kendilerini sar*aya düşürdüğü, cinlerin çarptığı, sar"a ile telef ettiği kimselerin durumuna benzer. Bunlar ayrıca ahirette kabirlerinden diriliş ve amellerinin görülmesi için kalkacakları vakit, hareketleri itibariyle daha çok dengesiz ve daha çok düzensiz ve ağır olacaklardır. Buna sebep ise faiz yoluyla yedikleri haram malın kendilerine vereceği ağırlıktır. Bu, ayağa kalkıp doğrulmak istedikleri her seferinde tökezleyip düşmek suretiyle diğer insanlardan ayrı bir özellikte olmalarına sebep olacaktır. Bu manzara son derece acıklı ve ürkütücüdür. Çağdaş dünyada kapitalist faizci düzenin sebep olduğu sarsıntı, huzursuzluk, çalkantı, sinirsel ve ruhsal hastalıkların da delilidir.
Müfessirlerin çoğunluğu Yüce Allah'ın, "Riba yiyenler... kalkarlar" buyru-ğundaki "kalkmanın" kıyamet gününde kabirlerinden dirilmek ve amellerinin karşılığını görmek için kalkmak olduğu kanaatindedirler. Bu gibi kimselerin belirgin özelliği kabirlerinden ancak şeytanın bir kimseyi sar'aya düşürüp davranışlarının düzenini bozduğu haldeyken bu halin kalkması gibi kalkmaktır. İbni Abbas -İbni Ebi Hatim'in rivayetine göre- şöyle demiştir: "Faiz yiyen kimse kıyamet gününde boğulan bir deli olarak diriltilecektir."
Bazıları da (İbni Abbas, İkrime, Said b. Cübeyr, Hasan-ı Basrî, Katade ve Mukatil b. Hayyân) "Bunlar kıyamet gününde... kalkarlar" demekle yetinmişlerdir. "Kalkma* kelimesinin kullanılması bir işin yapılmasında çalışmanın en belirgin alâmetlerinden oluşundan dolayıdır.
Bunun sebebi ise, yanlış düşünüp batıl tasarıylarıyla faizi alışveriş gibi anlamalarıdır. Yani borcun vadesi geldiği vakit vade sonunda alman faiz fazla-lağı, akdin başındaki bizzat ana bedel gibidir, derlerdi. Çünkü Araplar ancak bu faiz türünü biliyorlardı. Alacaklarının vakti geldi mi borçluya, "ya borcunu öde, yahut da faiz ver" yani borcun miktarını artır derlerdi. Yüce Allah bunu kendilerine haram kıldı. Diğer bir ifade ile, bir malı satmak caiz olduğu gibi, ihtiyaç zamanında "Ne diye bir dirhem alıp kolaylıkla ödeyebileceğin vakit iki dirhem ödemen uygun olmasın? Her ikisinde de fazlalık sebebi birdir, bu da vadedir" diyorlardı.
Yüce Allah, "Allah alışverişi helâl, ribayı haram kılmıştır" şeklindeki hak buyruğu ile onların görüşlerini reddetti, kıyaslarının fasit bir kıyas olduğunu açıkladı. Yani alışveriş ancak ihtiyaç için yapılır. Alışveriş karşılıklı bir değişimdir, onda bir aldatma yoktur. Faiz ise ihtiyaç içerisinde bulunanın ihtiyacını mutlak bir sömürüdür. Faizin karşılığında bir bedel veya bir ivaz yoktur [46] Bu bakımdan onların kıyaslan tutarsızdır. Yiyecek bir şey satın alıp hemen onun bedelini ödeyen kimse, o satın aldığı şeye yemek, tohumluk, hayat ve bedenini korumak maksadıyla bir şekilde faydalanma yoluyla yararlanmak için ihtiyaç duyar. Faiz alan kimse ise karşılıklı bir bedel akdi yapmamaktadır. O herhangi bir karşılık olmaksızın ödeme vadesi gelince borcun ana parasından ayrı bir fazlalık da almaktadır. Hatta bugünkü bankalar işlemleriyle üst üste yığılan veya mürekkep faizleri toplamakla cahiliye dönemi uygulamalarına benzer uygulamalarda bulunmaktadır. Onlar faiz aldıkları gibi yıllar geçtikçe faizin de faizini alırlar. O bakımdan banka hisselerine sahip olan kimseler kat kat faiz yer oldular. Bu fazlalığı ve ona bağlı olan diğer fazlalıkları almak ise çok büyük bir günahı gerektiriri zulümdür.
Faizin haram olduğu hükmü kendisine ulaşıp da daha önce yaptıklarından vazgeçenlerin cahiliye döneminde bu yasaktan önce almış oldukları geçmiş faizleri kendilerinindir. Affedilmesi yahut hakkında adaletle hükmedilmesi, kıyamet gününde sorumluluğunun kaldırılması Allah'a kalmış bir iştir. Her kim haram kılmışından sonra faiz almaya geri dönerse artık o, cezayı ve cehennem ateşinde ebedî kalmayı hak etmiştir. Burada "ebedî kalış"tan kasıt ise, bunu yapan kişi mümin ise onun bunu yaptığı için uzun süre orada kalacağını bildirmektir. Yaptığı işin ne kadar büyük olduğunun ifade edilmesi için bu tabir kullanılmıştır.
Daha sonra Yüce Allah faizin zararlarına ve faizin etkisini yok ettiğine dikkat çekmektedir. Allah faizin bereketini giderir. Gerçekte ve vakıada onu arttırmaz, onu çoğaltmaz. Zahiren faiz sebebiyle mal artış gösterse bile sonunda o kaybolup yok olmaya gitmektedir. Sadakaya gelince, Allah onu artırır, bereketlendirir, sevabını kat kat verir. Dünyada sadaka hiç bir zaman bir malı eksiltmez. Allah sadaka veren kimseye alış veriş yahut arazisinin, malının veya eşyasının bedelinin yükselmesiyle onun yerine daha hayırlısını verir. Ahi-rette ise sadaka veren kişi amelinin sevabını kat kat alır. Sadakadaki manevî çoğalmanın görülür hallerinden birisi de, sadaka veren kişinin Allah nezdinde de insanlar tarafından da sevilen bir kisme olmasıdır. Böyle bir kimse kıskanılmaz, ona buğzedilmez, malı çalınmaz ve ona eziyet edilmez. Faizin bereketinin giderildiğinin görülür hallerinden birisi ise, faizcinin Allah nezdinde de insanlar tarafından da buğzedilen, sevilmeyen bir kimse olmasıdır. Herkes onu kıskanır. Eğer hoşlanılmayacak bir durumla karşılaşırsa herkes buna sevinir. Herkes onun uğursuz ve kötü akıbetini bekler. Bu faizcilerde gözlemlenen bir husustur. Bunlar ellerindeki malları çabucak yok ederler. Sağlık ve servetlerin-deki akıbetleri ise son derece kötü olur. Belli bir süre zengin gibi görünseler dahi, sonunda fakirlik çoğu zaman onları perişan eder. Buharî ve Müslim Ebu Hureyre'den şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Her kim helâl bir kazançtan bir hurma kadar bir şey sadaka verirse -ki yüce Allah ancak helâl ve temiz olanı kabul eder- Allah onu sağ eliyle kabul eder. Sonra o sadakayı sizden herhangi bir kimsenin tayını besleyip büyütmesi gibi besleyip büyütür, ta ki bir dağ kadar olana dek."
Sadakanın artışı böyledir. Faize gelince: Ayet-i kerime onun bereketinin giderilmesinden başka Allah'ın faiz alanı cezalandıracağını ve ona buğzedece-ğini, haramları işleyip onları helâl kabul etmekte ısrar eden hiç bir kimseden razı olmayacağını, oldukça nankör yani Allah'ın kendisine ihsan etmiş olduğu nimetleri inkârda aşırı giden ve bunu sürdüren, Allah yolunda o malından in-fak etmeyen kimseye buğzedeceğini de beyan etmektedir. Ayrıca Yüce Allah günah ya da masiyetleri işlemeye dalıp giden ve zor durumda olanların ihtiyaçlarını fırsat bilip sömüren her günahkâra da buğzeder. İşte bu, faizin ne kadar büyük bir cürüm olduğunu ve faizin esasen Müslümanların değil, kâfirlerin bir işi olduğunu ilân edip haber vermektedir.
Daha sonra Yüce Allah -Kur"an-ı Kerim'de âdet olduğu üzere- günahkâr kâfirlerin işlerini salih müminlerin işleri ile karşılaştırmaktadır. Böylelikle iki kesim arasındaki fark açıkça ortaya çıksın ve bu inkarcının bu işten vazgeçmesini, bu emre riayet etmesini daha bir hissettirsin. Bu maksatla Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: Allah'ı, Rasulünü, kendilerine gelen emir ve yasakları tasdik ederek ihtiyaç sahiplerini gözetip zor durumda olanlara mühlet vermek suretiyle ruhlarını ıslah ederek salih amel işleyen mümine rabbini hatırlatıp namazı dosdoğru kılan, fakirliğin yükünün hafifletilmesinde ve bir takım insanların sevgisini kazanmakta katkısı bulunan farz zekâtlarını veren kimseler için, işlerini görüp gözetmekle onları himaye eden Rableri katında hazırlanmış eksiksiz sevapları vardır. Onlar gelecekten korkmazlar ve geride bıraktıklarına da üzülmezler.
Yüce Allah'ın salih amellerin kapsamına girmekle birlikte özellikle namaz ve zekâtı zikretmesi onların önemini göstermektedir. Çünkü bunlar amelî ibadetlerin en büyük rükünlerindendirler.
Faiz yiyenler ile salih amel işleyen müminlerin görecekleri karşılıklar arasında, bu karşılaştırmadan sonra faizini terk etmeye ve onun çeşitli etkenlerinden kurtulmaya dair açık emirler gelmektedir. Bu emrin muhtevası şudur: Ey her türlü harama aykırı olan imana sahip olanlar! Emirlerini terk, yasaklarını işlemek karşılığında Rabbinizin verdiği cezadan kendinizi uzak tutunuz. Halen insanlardan almanız gereken arta kalan faizi bırakınız. Eğer gerçekten mümin kimselerden iseniz, sakın ha faizli ilişkilere girmeyiniz, aksi takdirde kâmil imana sahip müminler olamazsınız. Çünkü iman itaat ve emirlere bağlılıktır. İsyan ile birlikte iman olmaz. İman bir barış, bir rahmet, bir sevgi, bir görüp gözetmedir. Faiz alıp verme ile iman olmaz; çünkü faiz tamahtır, zulümdür, sömürüdür, insanî kardeşliğe aykırıdır. Daha sonra Yüce Allah bu emre aykırı hareket etmeye dair tehdidinden söz ederek şöyle buyurmaktadır:
Eğer faizi ve faizden arta kalanı terk etmeyecek olursanız şüphesiz o vakit Allah'a ve Rasulüne karşı savaş açmış olursunuz. Yani sizler O'nun şeriatı dışına çıkmış düşmanlarının durumuna düşersiniz. İşte "bilin" buyruğunun anlamı budur. Allah'ın savaşı, faizcilere Allah'ın gazabı ve onlardan alacağı intikamıdır. Dünyada onları zarara sokar, ahirette de cehennemde azaba mahkûm eder. Resulullah (s.a.)'ın savaşı ise ona düşmanlık etmektir. Allah'a ve Rasulüne savaş açan bir kimse, Allah'ın şeriat ve hükümlerini çiğnediği için kendisiyle savaşümayı hak eder.
Şayet Allah'ın emrine uyarak faizden vazgeçerseniz, o takdirde yalnızca ana mallarınızı alma hakkını kazanırsınız. Ne fazla ne eksik. Faiz almakla kimseye zulmetmeyiniz, mallarınızdan eksiğini almakla da zulme uğramayı-mz.
Daha sonra Yüce Allah borcunu ödeme gücünü bulamayan, zor durumda kalan kimseye mühlet vermeyi emrederek şunları vurgulamaktadır:
Eğer ödeme zorluğu çeken bir fakir ile muamelede bulunup bu kimse belirlenen sürede borcunu ödeme imkânını bulamazsa, ona rahatlıkla ödeyebileceği vakte ve bolluk zamanına kadar mühlet verin, süre tanıyın. Ta ki borcunu ödeme imkânını bulabilsin. Nitekim Resulullah (s.a.), Müslim ve başkalarının Ebu Hureyre'den naklettikleri bir hadis-i şerifte şöyle buyurmaktadır: "Bir müminin sıkıntısını açan kimsenin Allah da kıyamet günündeki sıkıntılarından bir sıkıntısını giderir. Zorluk içerisinde olan kimseye kolaylık sağlayan kimseye Allah dünyada da ahirette de kolaylık verir." Burada geçen zorluktan kasıt, mal bulamamaktan dolayı çekilen darlıktır.
Şayet ödeme zorluğu çeken kimseye veya borçluya borcun tümünden yahut bir kısmından onu ibra etmek suretiyle tasaddukta bulunursanız, bu sizin mühlet vermenizden, vadeyi ertelemenizden daha hayırlıdır. Allah katında daha çok sevabı gerektirir; eğer sizler bunun hayırlı olduğunu bilirseniz. Bir şeyi bilen bir kimse ise gereğince amel eder. Bu buyruk ödeme zorluğu çeken borçluya karşı hoşgörülü olmaya teşvik mahiyetindedir. Çünkü böyle davranmak bir dayanışma, destekleme ve karşılıklı merhametin ifadesidir. Nitekim Hz. Peygamber, Buharî, Müslim ve Nesaî'nin Ebu Musa'dan gelen rivayetlerinde şöyle buyurmaktadır: "Müminin mümine karşı durumu bir yapı gibidir. Biri ötekinin gücüne güç katar." Yine Hz. Peygamber Tahavî'nin el-Hasîb'den rivayetine göre şöyle buyurmuştur: "Ödeme zorluğu çeken bir kimseye mühlet tanıyanın tanıdığı her bir günü karşılığında bir sadakası olur." Daha sonra şöyle dedi: Her gün için o borcun misli sadaka vermiş gibi olur. Resulullah (s.a.) devamla buyurdu ki: Borç vadesi gelinceye kadar her bir gün için bir sadaka, eğer vade geldikten sonra yine ona mühlet verilirse her bir gün için o borcun misli bir sadaka vermiş kadar ecri vardır."
İmam Ahmed de İbni Ömer'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: " Buyurdu ki: "Duasının kabul edilmesini, sıkıntılarının giderilmesini isteyen bir kimse darlık içinde olan bir kimsenin sıkıntısını gidersin." Müslim, Ebu Mes'ud'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Sizden öncekilerden bir adam hesaba çekildi. Hayrına bir şey bulunmadı, ancak onun insanlarla beraber oturup kalktığı biliniyordu ve zengin bir kimse idi. Çocuklarına (veya kölelerine) ödeme zorluğu çekenleri bağışlamalarını emrederdi. Yüce Allah dedi ki: Böyle bir davranış göstermek ondan çok bize yakışır. Haydi onu affediniz." Ebul-Yesâr (Ka'b b. Amr)'ın rivayet ettiği uzunca bir hadiste -Ahmed ve Müslim'in rivayetine göre-Resulullah (s.a.)'ı şöyle buyururken dinlemiş: "Ödemekte zorluk çekene mühlet tanıyan yahut onun borcunu indiren kimseyi Allah kendi gölgesinde barındırır." Ödeme zorluğu çeken kimseye süre tanımak, kolaylıkla ödeyebileceği bir zamana kadar borcunu ertelemektir. Borcunu düşürmek ise, zimmetindeki alacağını kaldırmaktır.
Daha sonra Yüce Allah genel olarak takvalı olmayı emretmekte, kullarının kıyamet gününde kendilerini hesaba çekeceğine dikkatlerini çekmekte, takva sahiplerinin akıbetini belirterek, dünya ve dünyadaki malların zeval bulacağını hatırlatmaktadır. Bunun muhtevası da şöyledir: Yüce Allah'ın huzuruna döndürüleceğiniz çok büyük bir günden korkunuz, sakınınız. O günde işlediklerinizden dolayı sizi hesaba çekecek, hayır ya da şer olsun kazandıklarınızın karşılığını verecek. Hayra karşılık size sevap vereceği gibi, şerre karşılık da cezalandıracak. Herkese hayır ya da şer olsun kazandığının karşılığını verecektir. O günde size zulmedilmez, sevabınız eksiltilmez, cezanız arttırılmaz. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Kıyamet gününe ait adalet terazilerini koyarız. Hiç bir kimseye hiç bir şeyle zulmolunmdz. Bir hardal danesi ağırlığınca bile olsa biz onu getiririz. Hesap görücüler olarak biz yeteriz." (Enbiya, 21/47).
İbni Cüreyc dedi ki: "... bir günden korkun" ayeti, Resulullah (s.a.)'ın vefatından dokuz gün önce nazil oldu. Bundan sonra ise herhangi bir şey nazil olmadı. İbni Cübeyr ve Mukatil ise, yedi gün önce derler. Üç gün yahut üç saat (kısa süre) önce indiği de rivayet edilmiştir. Hz. Peygamber de, "Bu ayeti faiz ayeti ile borç ayeti arasına koyunuz" buyurdu.
İbni Ebî Hatim de Said b. Cübeyr'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Kur'an-ı Kerim'in tümü arasmda en son nazil olan "... günden korkun" ayetidir. Resulullah (s.a.) bu ayetin nüzulünden sonra dokuz gün daha yaşadı, sonra da Rebiülevvel ayının 2. günü (Pazartesi) vefat etti.
Nesaî ve başkaları da Abdullah b. Abbas'tan şöyle dediğini rivayet ederler: Kur'an-ı Kerim'den en son nazil olan, "Kendisinde Allah'a döndürüleceğiniz bir günden korkun" ayet-i kerimesidir. Bu ayetin nüzulü ile Peygamber (s.a.)'in vefatı arasında otuz bir günlük bir süre vardır. [47]
Faizin Haram Kılınma Aşamaları:
Yüce Allah Kur'an-ı Kerim'de faizi, içkiyi haram kıldığı gibi dört yerde haram kılmıştır. Aynı şekilde bu haram kılma dört aşamadan geçmiştir. Bunlardan birincisi Mekke'de, diğeri ise Medine'de inen buyruklarda gerçekleşmiştir:
1- Mekke'de Yüce Allah, "Artış göstersin diye faiz türünden insanlara verdiğiniz, Allah katında artmaz." (Rum, 30/39) buyruğunu indirmiştir. Bu buyruk Mekke'de inen şarap ile ilgili şu ayet-i kerimeye tekabül etmektedir: "Hurma ve üzüm ağaçlarının meyvelerinden de içki çıkarır ve güzel bir rızık edinirsiniz." (Nahl, 16/67). Her iki ayet-i kerimede haram kılmaya bir hazırlık, buna üstü kapalı bir ifade ve ondan sakınma zorunluluğuna bir işaret vardır.
2- Daha sonra Yüce Allah Medine'de kendilerine haram kılındığı halde faiz yiyen ve bu masiyetleri sebebiyle Allah'ın kendilerini cezalandırdığı Yahudilerin uygulamalarını anlatmakta ve şöyle buyurmaktadır: "Kendilerine yasaklanmış olmasına rağmen faiz almaları..."[48] (Nisa, 4/161). Bu da içkinin haram kılmışında ikinci aşamayı temsil eden şu buyruğu andırmaktadır: "Sana içkiyi ve kumarı sorarlar. De ki: İkisinde de hem büyük bir günah, hem de insanlar için bazı faydalar vardır. Fakat günahları faydalarından daha büyüktür." (Bakara, 2/219). Her iki ayet-i kerime de haram oldukları hususunda bir uyarma, buna dair bir ifade, bu emre aykırı hareket edenin cezalandırılacağına dair ilân vardır.
3- Daha sonra Yüce Allah kat kat oluncaya kadar artıp duran aşırı faizi yasaklamaktadır. Bu ise cahiliye döneminde görülen faiz uygulamasıdır: "Ey iman edenler! Faizi kat kat yemeyin..." (Âl-i İmran, 3/130) Bu da içkinin haram kılınış aşamalarından üçüncü aşamaya benzemektedir: "Ey iman edenler! Ne söylediğinizi bilinceye kadar sarhoş iken namaza yaklaşmayınız..." (Nisa, 4/43) Her iki ayette de cüz'î ve açık bir yasaklama vardır. Şu kadar var ki bu ayette yasaklanan cahiliye dönemi faizi olup aşırı faiz şekli yasaklanmaktadır. İçkiyi yasaklayan ayet-i kerimede de namaz kılınmak istendiği zaman sarhoşluk verici şeyin alınması cüz'î olarak yasaklanmaktadır.
4- Daha sonra hem faizi hem de içkiyi kesinlikle haram kılan buyruklar gelmektedir. Faize dair ayet-i kerimede Yüce Allah alacaklının sermayesinden fazla olan her şeyi yasaklamaktadır: "Ey iman edenler! Allah'tan korkun, faizden kalanı da bırakın. Eğer müminler iseniz..." ve diğer ayetler. İçki ile ilgili ayete gelince, Yüce Allah bütün hallerde ondan uzak durmayı emretmektedir: "Ey iman edenler! İçki, kumar, putlar ve fal okları şeytanın murdar işlerindendir. Artık onlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz." (Maide, 5/90).
Yüce Allah'ın, "Ve faizi haram kıldı" buyruğunda "er-riba" kelimesinin başında yer alan "elif, lâm" cins içindir. Yani Allah riba türünü haram kılmıştır.
Yoksa bu "elif, lâm" cahiliye dönemi faizi veya nesîe (vadeli) faizini ihtiva eden ve yalnızca o dönem için bilinen (mahud) faizi ifade etmemektedir. Nas, mutlak ifadesiyle bütün riba türlerini haram kılmaktadır. Tıpkı "Allah alışverişi helâl kılmıştır" buyruğundaki bütün alışveriş türlerini mubah kıldığı gibi. [49]
Vadeli Borcun Yazarak Yahut Şahitlikle Veya Rehin İle Belgelendirilmesi (Tevsiki)
282- Ey iman edenler! Belirlenmiş bir vadeye borçlandığınız zaman onu yazın. Aranızda bir kâtip adaletle yazsın. Kâtip Allah'ın kendisine öğrettiği gibi yazmaktan çekinmesin, yazsın. Üzerinde hak olan da yazdırsın. Rabbi olan Allah'tan korksun, ondan hiç bir şeyi eksik bırakmasın. Eğer üzerinde hak olan sefih veya zayıf olur yahut bizzat yazdırmaya gücü yetmezse onun velisi adaletle yazdırsın. Erkeklerinizden de iki şahit tutun. Eğer iki erkek bulunmazsa o halde razı olacağınız şahitlerden bir erkekle iki kadın olsun. Biri unutursa öteki ona hatırlatır, diye. Şahitler de davet edildikleri zaman kaçınmasınlar. Küçük veya büyük olsun ne ise onu vadesine kadar yazmaktan üşenmeyin. Bu Allah indinde adalete daha uygun, şehadet için daha sağlam ve şüpheye düşmemenize de daha yakındır. Meğer ki bu, aranızda devredeceğiniz hazır bir ticaret olsun. O zaman bunu yazmamanızda sizin için bir vebal yoktur. Alışveriş yaptığınız vakit de şahit tutun. Yazana da şahide de asla zarar verilmesin. Eğer yaparsanız bu size dokunacak bir fısk olur. Allah'tan korkun. Allah size öğretiyor. Allah her şeyi çok iyi bilendir.
283- Şayet bir yolculukta olup da kâtip bulamazsanız alacağınız rehinler (de yeter). Eğer biriniz diğerine güvenirse kendisine güvenilen kişi emanetini eksiksiz ödesin, Rabbi olan Allah'tan korksun. Şahitliği de gizlemeyin. Kim onu gizlerse muhakkak onun kalbi günahkârdır. Allah yaptıklarınızı çok iyi bilendir.
Açıklaması
Ey iman sıfatını elde etmiş kimseler! Satış selem yahut karz yoluyla zimmette vadeli olmak üzere borç muamelesinde bulunduğunuz vakit -herhangi bir şeyi vadeli bir bedelle sattığınız veya cins, tür ve miktarını açıklamakla birlikte tayin edilmiş bir vadeye bir malı peşin bir semen (bedel) ile satarsanız ki buna selem veya selef adı verilir; belli bir meblağı karz olarak verirse ve vadeli bir bedel muamelesinde bulunduğunuz takdirde- bu muameleye delâlet edecek şeyi günler, aylar veya seneleri belirterek, vadesini açıklayıp yazınız. Yani bu vade bilinen bir vade olmalıdır. Cumhurun görüşüne göre konuyla ilgili bilgisizliği ortadan kaldırmayan ekinlerin hasadı veya dövülmesi gibi bir vadeye bağlamayınız. Çünkü yazmak, üzerinde ittifak edilen şeyin tespitinde daha sağlam bir belgelendirme, anlaşmazlığı daha bir kaldırıcıdır.
Daha sonra Yüce Allah yazma keyfiyetini beyan etmekte ve bu işi kimin yapacağını tayin etmektedir. Buna göre, güvenilir, adaletli ve tarafsız, fakih (dinde bilgi sahibi), mütedeyyin ve uyanık bir kâtip, taraflardan herhangi birisine meyletmeksizin, hakkı açık ibarelerle yazsm, bir çok manaya gelme ihtimali olan lafızlardan kaçınsın. Böyle bir kimse tıpkı borçlu ile alacaklı arasındaki hakim gibidir. İşte bu, kâtipte adalet şartının arandığına delildir.
Daha sonra Yüce Allah kâtibe tavsiyede bulunmakta ve yazmaktan kaçınmasını yasaklamaktadır. Kâtiplerden herhangi bir kimse imkânı olduğu sürece borç belgesini, Allah'ın belge yazma hususunda kendisine öğrettiği şekilde yazmaktan kaçınmasın. Ne fazla ne eksik yazsın, ne de kimseye zarar versin. Yazma kabiliyeti Allah tarafından ona verilen bir nimettir. Gerektiğinde yazmaktan kaçınmaması o yazı nimetine şükrün bir ifadesidir. Bu, ücret ile yapılsa dahi böyledir. İşte bu, kâtibin sert hükümleri, örf ve düzen bakımından riayet edilmesi gereken şartları bilen kimse olmasının şart olduğuna delildir. Adalet şartı ilim şartından önce söz konusu edilmiştir. Çünkü burada adalet ilimden daha önemlidir. Adil bir kimse belge yazmanın gerektirdiği bilgileri öğrenebilir, fakat adil olmayan bir alimin sahip olduğu bilgi kendisini adalete götürmez; böyle bir kimse bozar, düzeltmez.
Yüce Allah'ın, "Yazmaktan çekinmesin" buyruğu adil ve alim bir kimsenin yazma ve buna benzer işleri yapmak üzere çağırıldığı vakit, bu çağrıyı kabul etmesinin vacip olduğuna delildir. Daha sonra Yüce Allah, hak ile yazmaktan çekinmeyi yasakladığını bir daha vurgulamaktadır. Çünkü belge hakların korunması ile alâkalıdır.
Daha sonra Yüce Allah kâtibe yazdırma işini yapacak olanın borçlunun kendisi olduğunu belirtmektedir. Çünkü ödeme yükümlülüğü olan kimsenin yazdırmasından emin olunur. Böylelikle onun beyanı ve yazdırması ona karşı bir delil olur. Daha sonra Yüce Allah ona iki şeyi tavsiye etmektedir: Birisi, üzerindeki hakkı eksiksiz olarak belirtmek suretiyle yazdırma hususunda Allah'tan korkması, diğeri ise üzerindeki haktan herhangi bir şeyi eksiltmemesi.
Dikkat edilecek olursa yazıcıya da adaletli olması emredilmektedir. Ne artırsın ne de eksiltsin. Borçlu olan kimseye ise yalnızca eksiltmesi yasaklanmaktadır. Çünkü bu, başkasından değil yalnızca ondan beklenen ve umulan bir şeydir.
Arkasından Yüce Allah ehliyeti eksik olanların (kısıtlıların) durumlarını açıklamaktadır. Şayet borçlu (üzerinde hak bulunan kişi) sefih, yani malını savurganca kullanan kıt akıllı ve malını idare edemeyen bir kimse veya çocuk, deli, bilgisiz ve aklî gücü meseleleri iyice hatırında tutmasma imkân vermeyecek kadar yaşlı ve güçsüz olur ya da cahil yahut kekeme, dilsiz, dili bağlı, kör vb. yazdırmaktan âciz bir kimse olursa, onun işlerini üstlenmiş bulunan kay-yum, vekil veya mütercim gibi velilerinin adalet ve insaf ile, fazlasız ve eksiksiz olarak kâtibe hakkı yazdırmaları gerekir.
Bundan sonra sıra ispata gelmektedir. Yüce Allah mendup olmak üzere olayların tespiti ve malların korunması için borçlanmaya şahit tutma yolunu göstermektedir. Şahit için öngörülen sayı ise iki erkek yahut bir erkek ve iki kadındır.
Yüce Allah'ın, "Erkeklerinizden" ifadesini kullanması şahitlerin Müslüman ve hür olmalarının şart olduğuna delildir. Çünkü yapılan açıklamalar bu türden kimselerin karşılıklı ilişkileri hakkında varit olmuştur. Şahitler hakkında aranan adalete gelince, ilim adamları bunu Yüce Allah'ın, "Ve sizden adaletli iki kişiyi şahit tutunuz." (Talâk, 65/2) buyruğu gereğince şart koşmuşlardır. [50]
Şahitliği Kabul ve Reddedilenler:
Ebu Yusuf un görüşüne göre hadleri gerektiren hayasızlıklarla büyük cezalan gerektiren günahlardan uzak durup farzları eda eden, iyi huylan küçük günahlanndan fazla olan kimsenin şahitliği kabul edilir. Çünkü günahsız kimse olamaz. Günahlan iyi huylanndan daha çok olan kimsenin şehadeti ise kabul edilmez. Kumar olmak üzere sartranç oynayanın, adil olmakla birlikte belli bir tevil ile değil de önemsiz görerek veya fasıklığı dolayısıyla beş vakit namazı cemaatle kılmayı terk edenin, yalan yere çokça yemin edenin, sabah namazının iki sünnetini devamlı terk edenin, aşırı yalancılıkla tanınanın, Resulullah (s.a.)'m ashabına açıktan şovenin ve insanlara yahut komşulara çokça şovenin, insanların fasık ve facir olmakla itham ettiği kimsenin şahitliği kabul edilmez. Ashaba sövmekle itham edilenin de şahitliği, başkalarının kendisi hakkında, "Biz onu söverken gördük" demeleri halinde kabul edilmez.
İbni Ebi Leylâ ve Ebu Hanife ise der ki: Adaletli heva ehlinin (cemaata uygun olmayan görüş sahiplerinin) şahitliği, Rafizüerden bir grup olan Hattâ-biye dışında kabul edilmiştir. Muhammed der ki: Haricilerin görüşünü kabul etmem, fakat Harûrîlerin şahitliğini kabul ederim. Çünkü onlar mallarımızı helâl görmezler. Harici olduklan takdirde ise helâl görürler. [51]
Cumhurun (Malik, Şafiî ve Ahmed'in) görüşü şahitlerin Müslüman olmasının da şart olduğu şeklindedir. Hanefîler ise kâfirlerin birbirleri hakkındaki şahitliğini caiz görürler. Çünkü Resulullah (s.a.) Yahudilerin, haklarında zina ettiklerine dair şahitlik ettiği iki Yahudiyi recmetmiştir.
İbnü'l-Kayyım, İ'lâmu'l-Muvakkiîn ile et-Turuku'l-Hükmiyye adlı eserlerinde şöyle der: Şeriatta beyyine (delil) şahitlikten daha geneldir. Kat'î karine gibi haklan kendisiyle açıkça ortaya çıktığı her şeye beyyine denir. O bakımdan bu anlamı ile Müslüman olmayanın şahitliğinin beyyine kapsamına girmesine -eğer hakim onun vasıtasıyla hakkı açıkça görebiliyor ise- bir engel yoktur.
Yüce Allah'ın, "O halde razı olacağınız şahitlerden..." buyruğu İslâm ve adalet şartını daha da tekit etmektedir. Çünkü bunun anlamı şudur: Şahitlerden veya kadınlardan din ve adaletlilerinden razı olduğunuz kimselerden... Kadınların şahitliğinin zayıflığı ve insanlann bu şahitliğe az güven duymalan sebebiyle bu vasıf gelmiştir. Bununla birlikte hitap -hakim olsunlar, başkalarından olsunlar- bütün insanlan kapsamaktadır. Cumhurun görüşüne göre tezkiye suretiyle şahitlerin adil olduklannın sabit olması kaçınılmaz bir şeydir. Ebu Hanife ise tezkiyeye gerek yoktur, der. Çünkü zahir bir fasıklıktan uzak durmakla birlikte, Müslüman olduğu açık olan her kişi -hali bilinmese dahi- adaletlidir.
Yüce Allah iki kadının şahitliğinin bir erkeğin şahitliği gibi değerlendirilme sebebini, yani kadınların şahitliğindeki muteber sayıyı tespitindeki sebebi söz konusu etmektedir. Bu da şahitliğin hükmünü korumak için hatırlatmaktır. Çünkü kadın iyi belleyemez, bu konuda az ihtimam gösterir ve unutabilir. O bakımdan onların her birisi ötekine hatırlatır. Gerçekte illet hatırlatma olduğundan dolayı, kadınlar da bu noktada unutkan oldukları için unutmak illet konumunda ifade edilmiştir. Yani burada sebep olan şey, sebep olunan şey gibi değerlendirilmiştir. Malî ilişkilere ve benzeri mübadelelere kadının fazla önem vermemesi, âdeten gö-rülegelen bir durumdur. O bakımdan kadının bu hususlara dair bilgileri sınırlı, tecrübesi az, malî konulara ihtimamı zayıftır. Çağımızda malî sorunlarla kadınların uğraşması bu hükmü değiştirmez. Çünkü hükümler daha genel ve çoğunlukla görülen haller hakkındadır. Kendilerine malî bir takım görevlerin verilmesine rağmen kadın çoğunlukla, kendisine verilen ve havale edilen işten başkasına pek önem vermez. Başkaları arasında malî problemler dolayısıyla ortaya çıkan anlaşmazlıklara pek iltifat etmez. Kadının görevlendirilmesine rağmen genel konulara veya malî konulara önem atfetmesi düzen, rahatlık ve temizlik bakımından evini ilgilendiren ihtiyaçlarını tasarlayıp ailesi için yiyecek ve içecek hazırlayıp çocukları terbiye etme işlerine ilgi duymasına nazaran daha sınırlı kalır. O bakımdan kendisinin özel alım satımları dışında karşılıklı muameleleri hatırlaması oldukça azdır. Kısacası hüküm çoğunlukla görülene göredir. Az ve nadir görülene itibar edilmez; şeriat genele bakar, onu göz önünde bulundurur.
Daha sonra Kur'an-ı Kerim oldukça önemli bir probleme dikkat çekmektedir. Bunun zıddı çağımızda hatta geçmişte de yaygın bir hal almıştır. Bu, şahitlikte bulunma meselesidir. Yüce Allah şahitlere tavsiyelerde bulunmakta, şahitlikten yüz çevirmelerini yahut gerek şahitliği hakim huzurunda yapmaktan, gerekse şahit olunması istenen hallere şahitlik etmekten gevşek davranmalarını, yüz çevirmelerini yasaklamaktadır. Tıpkı kâtip olana yazmayı kabul etmemeyi yasakladığı gibi. Şahitlerin şahitlik etmekten uzak durmaları (yani hakkında şahit olunan meselenin olaylarını bellemekten) imtina etmeleri, hakimin önünde şahitliği eda etmeyi kabul etmemeleri caiz değildir. Nitekim Yüce Allah bundan sonra, "Kim onu gizlerse muhakkak onun kalbi günahkârdır." (Bakara, 2/283) diye buyurmaktadır. Çünkü şahitlikte haklar sabit olur, zulüm ve haksızlık, zayıflara tasallut önlenir. Ayet-i kerime aynı şekilde hakimin huzuruna gidecek olanın da şahidin kendisi olduğunu göstermektedir.
er-Rabî bu ayet-i kerimenin, bir adamın pek çok kimseye gidip şahitlik etmeye çağırmasına rağmen onlardan herhangi birinin çağrısına cevap vermemesi üzerine indiğini rivayet etmektedir.
Daha sonra tekrar yazma işi ele alınmakta ve borçlanma akitlerinde yazma isteği bir daha pekiştirilmekte; borcun yazılmasından usanmayı veya yazılmasından üşenmeyi yasaklamaktadır. Borcun yazılmasında -ne kadar az olursa olsun- tembellik göstermemek, geri durmamak, utanmamak gerekir. Yazılması istenen borcun az ya da çok olması arasında fark yoktur. Böylelikle anlaşmazlıklar, ayrılıklar Önlenmiş ve hakkın aslı korunmuş olur.
İşte bu yazmanın, ispat delilleri arasında değerlendirildiğine ve hakkın alınacağı vadenin yani borçlunun ikrar ettiği ödeme vaktinin az ya da çok olsun borçlanmalarda yazılmasının istendiğine delildir.
Daha sonra Yüce Allah geçen emir ve yasaklardaki hikmeti beyan etmektedir. O da şudur: Kur'an-ı Kerim'in emretmiş olduğu yazma ve şahit tutma emri, Yüce Allah'ın hükmünü yerine getirmede adalete daha uygundur. Çünkü böyle bir iş doğruluğa daha yakın, yalandan daha uzaktır. Aynı şekilde taraflar arasında adaleti yerleştirmeye daha uygundur ve şahitliğin sağlıklı şekilde yapılmasına daha çok yardımcı olur. Borcun cinsi, türü, miktarı ve vadesinin tayini ile ilgili şüphelerin ortadan kaldırılmasına da daha yakındır. İşte bu üç meziyet borcun yazılma işini daha da pekiştirmektedir.
Bu, şahidin, durumunu hatırlamak üzere borcun yazılı olduğu vesikayı isteme hakkına sahip olduğunu da göstermektedir.
Daha sonra Kur'an-ı Kerim ticaret şartlarının gerektirdiği hürriyet, hareketlilik ve hızlılık şartları dolayısıyla yazma talebini daha bir hafifleterek yazmanın istenen bir şey olduğunu, ancak ticarette peşin alışverişin bundan müstesna olduğunu ve bu durumda yazmaya gerek olmadığını açıklamaktadır. Böyle bir durumda yazmanın terk edilmesinde bir günah ve bir mahzur yoktur. Çünkü yazmanın terk edilmesi anlaşmazlık ve davalaşma gibi bir sonuç doğurmayacaktır. Bu ise İslâm'ın vakıaya uygun karşılıklı ilişkilerin gerektirdiği tekâmül, hız ve maslahatı göz önünde bulundurma şartlarını olumlu karşılayıp değerlendirdiğini göstermektedir.
Hazır (peşin) ticarette yahut elden ele alınıp teslim edilen işlemlerde yazmamanın bir mahzuru olmadığı için satışlara şahit tutulması istenmektedir. Çünkü herhangi bir şeyi ele geçiren bir kimse bunu haksız olarak ele geçirmiş olabilir. O takdirde anlaşmazlık ve ayrılık baş gösterir. O bakımdan şahit tutmak daha ihtiyatlıdır ve yeterlidir. Vadeli muamelelerin, borçların ve selemin ise yazılması gerekir. Çünkü geçen zaman bunların kısmen unutulmalarına sebep olabilir ve buna bağlı olarak da anlaşmazlık ortaya çıkar.
Kâtip ve şahidin taraflar ile ilişkilerinde uyulması gereken temel ilke, zarar vermemektir. O bakımdan kâtip ve şahidin fazlalık, eksiklik, tahrif, karşılaşılan bir takım durumlara dair açıklama yapmayı terk etmek ya da gizli bazı hususlara dair onlardan istenen açıklamaları yapmamak gibi işlem yapan taraflardan birisine veya her ikisine zarar vermeleri caiz değildir. Aynı şekilde işlem taraflarının da kâtip ya da şahide zarar vermeleri, onları rahatsız etmeleri de caiz değildir. Bazı olayların tahrif edilmesi, meselâ bir kelime ya da bir kayda işareti ihmal etmek yahut korkutmak ya da rüşvet vaadi veya bir mal verme vaadi ile şehadette bulunmasını engellemeye çalışmak gibi yollarla kâtibe ya da şahide zarar vermeye ya da eziyet etmeye kalkışmak da işlem tarafları için caiz değildir. Çünkü İslâm hak ve adelet dinidir. Yüce Allah eksiksiz bir şekilde hak ve adaletin uygulanmasını emretmektedir.
Bunu ise daha sonra ayet-i kerimede gelen, "Eğer yaparsanız bu size dokunacak bir fi.sk olur" ifadesine göre yazıda ve şahitlikte tahrif ve değişiklik yapmak fısktır. Veya eğer size yasaklamış bulunduğum zarar vermeyi yapacak olursanız sizin bu işiniz size gelip çatan bir fasıldık ve itaatin dışına çıkmak olur.
Karşılıklı zarar vermenin yasaklanması ise "Yazana da şahide de asla zarar verilmesin" buyruğunda yer alan ve "zarar verilmesin" diye meali verilen (yadârre) kelimesinin aslının tahlilinden anlaşılmaktadır. Eğer bu kelimenin aslı (yüdâri) şeklinde birinci "re" harfi kesreli olup sonradan idğam meydana gelmiş ve fethanın hafifliği dolayısıyla cezimli (sakin) olan re de sonradan dönüşmüş ise, bunun manası şöyle olur: Kâtip de şahit de çağrıyı kabul etmemek yahut yazmada ve şahitlikte tahrif ve değişiklik yapmak suretiyle zarar vermesin. Şayet bunun aslı birinci "re" harfi üstün olarak (yüdârer) şeklinde ise -ki İbni Mes'ud da böyle okumuştur- o vakit bunun anlamı şöyledir: Hakkı isteyenin veya kendisinden hak talep edilenin onları yazmada ve şahitlikte onları doğrudan sapmaya mecbur etmek suretiyle kâtibe ve şahide herhangi bir zarar vermesi caiz değildir.
Daha sonra Yüce Allah emir ve yasağın akabinde kullanılan genel kaideyi hatırlatmaktadır. Bu ise Yüce Allah'ın emirlerini yerine getirmek, yasaklarından da sakınmak sebebiyle Allah'tan korkmak (takva sahibi olmak) emridir. Anlamı da şudur: Size vermiş olduğu bütün emirler ve size yasakladığı her hususta Allah'tan korkunuz. Sizi sakındırdığı "zarar verme" fiili de bu buyrukları arasında yer alır. O yüce Allah dünyanızı ıslah edecek, mallarınızı koruyacak şeyleri öğretir. Tıpkı din işinizi düzene koyacak şeyleri sizlere öğrettiği gibi. O her şeyi bilendir. Sizin açık ve gizli halleriniz ona gizli kalmaz. Herhangi bir şeyi şeriat olarak emir buyurduğu zaman kötülükleri betaraf edecek, faydaları sağlayacak şekilde kapsamlı ve bütün incelikleri kuşatan ilmi ile teşri buyurur. O'nun şeriatı bütünüyle hikmet ve adalettir.
Bu ayet-i kerime geçen bütün hükümlere uymanın hatırlatılması için böyle güzel bir öğütle sona ermekte ve her üç cümlede de lafza-i celâl şöylece tekrar edilmektedir: "Allah'tan korkun, Allah size öğretiyor, Allah her şeyi çok iyi bilendir." Bundan kasıt ise dinleyenin ruhunda ilâhî heybeti beslemek ve bu cümlelerin her birisinin muayyen bir hükmü ihtiva ettiğini vurgulamaktır.
Daha sonra açıklamalar yolculuğa uygun bir hükmü teşri etmeye geçmektedir. Bu ise borç halinde kendisi ile hakkın belgelendirildiği rehinlerdir. Vadeli satışların yazılarak ve onlara şahit tutularak ispat edilmesi ikamet halinde mümkün bir iştir. Yolculukta ise çoğunlukla buna imkân olmaz. O bakımdan Yüce Allah yolculuğa uygun bir iş olan rehin almayı meşru kılmıştır. Sünnet-i seniyye ikamet halinde de bunun caiz olduğuna delâlet etmektedir. Nesaî İbni Abbas'tan, Buharî ve Müslim de Hz. Aişe'den şöyle dediğini rivayet etmektedirler: "Hz. Peygamber Medine'de zırhını bir Yahudiye ailesi için aldığı 20 sa'lık arpa karşılığında rehin bırakmıştı."
Rehin ayetinin anlamı şudur: Eğer sizler yolculukta bulunur ve borçlanmayı güzelce yazabilecek bir kâtip bulamaz yahut yolculuk şartları oturup yazmaya elverişli olmaz ya da yazma gereçlerini bulamayacak olursanız, kabzede-bileceğiniz bir rehin ile bu işi belgelendiriniz.
Ayet-i kerimede rehin almanın yolculukta olmak ve kâtibin bulunmaması durumu ile kayıtlandınlması, yazmayı terke ruhsat teşkil eden özrü beyan etinekte ve rehini yazma yerine bir borç vesikası konumuna yerleştirmektedir. Diğer özürler arasından yalnızca yolculuğun söz konusu edilmesi görülen mazeretlerin çoğunluğunu teşkil etmesinden dolayıdır. Bu özellikle Kur"an-ı Ke-rim'in nüzul döneminde böyleydi. Çünkü savaşlar, çarpışmalar pek çoktu. Mana itibariyle bunun kapsamına her türlü mazeret de dahildir. Gece vakti, iş ve çalışmaların yoğunluğu, borçlunun iflas tehdidi ile karşı karşıya olması gibi. Ayet-i kerime kâtibin bulunmaması halinin yolculuk hali ile kayıtlı olduğuna, ikamet halinde olmadığına işaret etmektedir.
Fakat rehinin kabzedilmiş (alıkonulmuş) olmakla nitelendirilmesi, rehin bırakılan şey ele geçirilmedikçe rehin ile belgelendirme yönünün ortaya çıkmayacağını göstermektedir. Kabz şartının koşulması Hanefi'lere göre rehin bırakılan şeyin muayyen ve ifraz edilir olmasını gerektirir. Onlara göre ister paylaş-tınlabilen şeylerde olsun, ister paylaştınlamayan şeylerde olsun, muşâın reh-nedilmesi caiz değildir. Çünkü bunun kabzedilmesi mümkün olmamaktadır. Cumhur ise satılması ve hibesinde olduğu gibi muşâın rehnedilmesini de caiz görmüşlerdir. Bu durumda mürtehine (rehin alana) ortak olan her şey teslim edilir ve rehin edilen şey muhayee (sıra ile kullanma) yoluyla nöbetleşe teslim edilir.
Ayet-i kerime daha sonra taraflar arasında güven yolunun bulunma ihtimalini ele almaktadır. Eğer bazı alacaklılar kimi borçlulara güvenir ve (hakkındaki güzel zannı dolayısıyla) o kimsenin hakkı inkâr ve reddetmeyeceğinden emin olursa -ki buna emanet satışı denilir- bu sefer borçlu kimse, kendisine emanet edileni, yani alacaklının bu konuda kendisine güvenip de karşılığında rehin almadığı borcunu ona ödesin ve alacaklının kendisi hakkındaki güzel zannına lâyık olsun. Emanet mallarına hainlik etmemek, ödemeyi geciktirmemek hususunda^ da Rabbi olan Allah'tan korksun. Çünkü Allah şahitlerin en hayırlısıdır ve o kendisinden korkulmaya lâyık olandır.
Burada borca "emanet" adının verilmesi, alacağı karşılığında rehin almamak suretiyle alacaklının.borçluya güven duymasındandır. Yüce Allah'ın, "Ve Rabbi olan Allah'tan korksun" buyruğunda ulûhiyet ile rububiyet sıfatını bir arada zikretmesi, insanla kendisini besleyip büyüten, işlerini görüp gözeten, ona faydalı olan şeyleri çekip çeviren Rabbini gazaplandıran hainlikten sakındırmak hususunda tekit içindir.
Daha sonra Yüce Allah hakim huzurunda şahitlik yapmaktan yüz çevirmeye dair önceki yasağını tekit ederek, şahitliği gizlemeyi yani hakimin önünde şahitlik etmeyi kabul etmemek suretiyle hakkı saklamayı yasaklamaktadır. Burada tekrarlanan yasak emanet satışına uygun bir yasaklamadır. Bununla birlikte şahitlik edecek olan kimsenin (gizlemekten dolayı) görevini yapmaması daha da şiddetli bir şekilde ifade edilmekte, şahitliği gizlemenin cezasını ve günahını hak ettiği belirtilerek tehdit edilmektedir. Günahkâr ve fasık birbirine yakın kimseleri nitelendiren kavramlardır. Mana itibariyle şöyle buyurmaktadır: İhtiyaç duyulduğu vakit şahitlik etmekten kaçınmayınız. Şahitliği gizleyen yahut onu yapmayı kabul etmeyen günah işlemiş olur. Günahın yüklenmesi hususunda özellikle kalbin de zikredildiğini görüyoruz. Çünkü kalp duymanın, şuurun, olayları belleyip idrak etmenin merkezi ve günah işlenen azalardan bir tanesidir. Göze, kulağa ve benzeri azalara zina isnat edildiği gibi burada da günah kalbe isnat edilmiştir. Günah kimi zaman sair azaların ameliyle olabildiği gibi, kalbin ameliyle de olabilmektedir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Şüphesiz işitme, görme ve kalp, bütün bunlar ondan (günahtan) sorumludurlar." (İsrâ, 17/36). Kalbin günahlarından birisi de içinde kötülük saklamak, kötü niyet, kötü kasıt, kin ve hasettir.
Şahitliğin hakim huzurunda yapılması veya gizlenmesi gibi sözü geçen bütün amelleri ve diğerlerini elbette ki Allah bilir. Allah her şeyi bilendir, her şeyi görendir, onun karşılığını verir; hayırsa hayır, şer ise şer. O bakımdan Allah'ın emirlerine muhalefet etmekten ve masiyetleri işlemekten kaçının. Bunlardan birisi de şahitliği gizlemektir. O size neyi emrettiyse onu yapınız. Çünkü Yüce Allah'ın emri bütün amelleri kuşatan genel bir emirdir. [52]
Göklerin Ve Yerin Hakimiyeti Allah'ındır, O'nun Bilgisi Her Şeyi Kuşatmıştır, O Kullarını Davranışları Ve Niyetlerinden Dolayı Hesaba Çekecektir.
284- Göklerde ve yerde ne varsa (hepsi-dınr. Allah her şeye kadirdir.
Açıklaması
Yüce Allah bu ayet-i kerimede göklerin, yerin, onlarda ve aralarında bulunanların kendisinin mülkiyetinde olduğunu, her ikisinde olan her şeyi görüp onlardan haberdar olduğunu gizli-açık ve kalplerde bulunanların -istediği kadar küçük ve gizli olsun- O'na gizli olmayacağını, kullarının yaptıklarından ve kalplerinde gizlediklerinden dolayı onları hesaba çekeceğini -İbni Kesir*in de-dediği gibi haber vermektedir.
Mülkiyetiyle, yaratmasıyla, işlerini çekip çevirmesiyle ve ilmiyle kuşatmasıyla göklerde ve yerde ne varsa yalnız O'nundur. O her şeyi bilendir. Kalplerinizde bulunan kötülükleri ve kötülük işleme kararlarını açığa vursanız da, insanlardan bunları saklayıp gizleseniz de muhakkak Allah bunlara karşılık sizi hesaba çekecek, ondan dolayı sizi cezalandıracaktır. Yaptığınız hayırsa hayır, şer ise şer olarak karşılığını göreceksiniz.
O lütfuyla kullarından dilediği kimselere mağfiret eder. Cezalandırmayı dilediği kimseleri de cezalandırır. Allah'ın mağfiretine nail olmaya yardımcı olan hususlardan birisi de, kulunu tevbe etmeye, salih amel işlemeye muvaffak kılmasıdır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Rabbimiz, senin rahmetin ve ilmin her şeyi kuşatmıştır. Tevbe edenlere ve senin nuruna uyanlara mağfiret buyur. Onları cehennem azabından koru. Rabbimiz, onları, onların babalarından, eşlerinden ve zürriyetlerinden salih olanları da kendilerine vaad ettiğin Adn cennetlerine sok. Çünkü sen Aziz ve Hakîm olansın. Bir de onları kötülüklerden koru. Sen kimi kötülüklerden korursan, o günde ona rahmet buyurdun, demektir. Bu ise büyük kurtuluşun ta kendisidir." (Mü'min, 40/7-9).
Allah'ın kullarını hesaba çekmesi ise bütün amellerine onları muttali kılması, sonra da bu işi ne diye yaptıklarını sormasıdır. [53]
Peygamberlerin Risaletlerine İman Ve Tarata Göre Mükellefiyet
285- O Peygamber kendisine Rabbin-den indirilene iman etti, müminler de. Onların her biri Allah'a, O'nun meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman etti. "Peygamberlerinden hiç birini diğerinden ayırmayız. Dinledik, itaat ettik. Rabbimiz, senden mağfiret dileriz; dönüş ancak sanadır" dediler.
286- Allah hiç bir kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemez. Kazandığı kendisine, yaptığı da aleyhinedir. Rabbimiz, unuttuk yahut yanıldıy-sak bizi sorguya çekme. Rabbimiz, bizden öncekilere yüklediğin gibi üzerimize ağır yük yükleme. Rabbimiz, güç yetiremeyeceğimiz şeyi bize yükleme. Bizi affet, bize mağfiret buyur ve bize merhamet eyle. Sensin bizim mevlâ-mız. Kâfirler topluluğuna karşı da bize yardım et.
Nüzul Sebebi
Bundan önceki ayet-i kerimede, "Ayetlerden Çıkan Hükümler" başlığı altında Müslim ve Ahmed'in Ebu Hureyre'den yaptıkları rivayette bu ayetin nüzul sebebi açıklanmıştır. Müslim ve başkaları da İbni Abbas'tan buna yakın bir rivayette bulunmuşlardır. [54]
Açıklaması
Yüce Allah peygamberinden ve müminlerden inancın esaslarına iman. ettiklerinden söz edip haber vermekte ve şöyle buyurmaktadır: Allah'ın peygamberi Muhammed ve onun risaletine iman edenler, Muhammed'in kalbine Rabbi tarafından indirilen itikada dair buyruklara ve hükümlere kat'î bir bilgi ve tam bir itminan ile inandılar, tasdik ettiler. el-Hakim'in Müstedrek'inde rivayet ettiğine göre bu ayet-i kerime Resulullah (s.a.)'a nazil olunca, "İman etmesi onun için bir haktır" diye buyurmuştur.
Onların her birisi, Allah'ın varlığına, birliğine, yaratmadaki hikmetinin eksiksizliğine, Allah ve rasulleri arasında vahiy getirmek ve elçilik yapmak gibi bir çok görevleri bulunan meleklerin varlığına, insanları hidayete erdirmek için Allah'ın üzerlerine kitaplar, sahifeler indirmiş olduğu şerefli rasullerine iman etmişlerdir. Hepsi de şöyle derlemimiz ilke itibariyle risalet ve teşri bakımından peygamberler arasında fark gözetmeyiz ve onların davetleri birdir. Bu da Allah'ın varlığını, birliğini kabul etmek, ahlâkın üstün değerlerine çağırmaktır. Bundan önceki bir ayet-i kerimede geçen, "İşte biz bu peygamberlerin bazısını bazısına üstün kıldık." (Bakara, 2/253) buyruğundaki peygamberler arasında fazilet farkına gelince, bu, risalet ve teşriin dışında kalan diğer bir takım meziyetler hakkında söz konusudur. Ayrıca bu buyrukta Muhammed'e iman eden müminlerin, bazı peygamberlere iman edip diğer bir kısmını inkâr eden Kitap Ehl'inden üstün bir fazilete sahip olduklarına da bir işaret vardır.
Müminler dediler ki: Rasul bize vahyi tebliğ etmiştir. Biz onun sözünü üzerinde durup düşünerek, anlayarak, kabul ederek dinledik, verilen emirlere boyun eğerek, bağlanarak itaat ettik. Bütün emir ve yasakların dünya ve ahi-ret mutluluğu için olduğuna inanarak bunu yaptık.
Onlar Yüce Allah'tan, dünyada günahları örtülerek, ahirette de cezalarının verilmesini umarak mağfiret dilerler. Adeta, "Bütün işlerimizde tasarruf sahibi sensin, dönüş sanadır, senin huzuruna varılacaktır. Sen bize dilediğini yaparsın" derler. Hz. Cebrail dedi ki: "Muhakkak Allah sana ve ümmetine güzel bir şekilde övgüde bulunmuştur. İşte sana isteğin verilecektir." Bunun üzerine Hz. Peygamber, "Allah hiç bir kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemez" ayetini okudu ve oradaki dileklerin verilmesini istedi.
Allah kimseye takatinden fazlasını yüklemez. Bu Yüce Allah'ın onlara olan lütuf ve merhametinden dolayıdır. Yüce Allah'ın, "İçinizdekini açıklasınız da gizleseniz de Allah onunla sizi hesaba çeker" buyruğunda Ashab-ı kiram'm korkup çekindikleri şeyi açıklayan işte bu ayet-i kerimedir. Yani Yüce Allah eğer hesaba çekecek ve soracak olursa, böyle hesaba çeker ve sorar. Fakat O, ancak kulunun def etme ve yapmama imkânı bulduğu şeyler dolayısıyla azap verir. Kulunun savma gücü olmayan vesvese ve nefsî telkinlere gelince, hiç bir kimse bundan mükellef tutulmaz. Şunu bilmek de gerekir ki, kötü vesveseden nefret duymak imandan gelir.
Ağır tekliflerin yapılmayacağına, kolay tekliflerin yapılacağına ise Kur"an-ı Kerim'in bir çok ayetinde işaret edilmiştir. Yüce Allah'ın şu buyrukları bunlara misaldir: Allah size kolaylığı diler, sizin için güçlük dilemez." (Bakara, 2/185); "Ye dinde sizin için herhangi bir zorluk konmamıştır." (Hac, 22/78).
İnsan ruhunun, ağır olmayan ve katlanüabilen teklifin sınırları içerisine giren bir takım amelleri vardır; hayır kabilinden kazançları veya kötülüklerden aleyhine elde ettiklerini gerçekleştirirken yaptığı türden ameller... Buna karşılık hasardan kazançları için sevap vardır. Masiyetlerden elde ettiği serler için de cezalandırılması söz konusudur.
Kötülük kazanmak için "iktisâb" tabirinin kullanılması, kötülük işlemek için insanın kendisini zorlaması, sıkıntıya katlanması, plan kurması, tabiat ve örflerle çatışmasını gerektirdiğindendir. Hayrın kazanılması için fazla bir gayrete ihtiyaç yoktur. Çünkü Yüce Allah'ın insan tabiatına yerleştirdiği şey hayırdır, hayır işlerine temayülüdür. Hayır işlemekle nefis rahat eder. Hayır işlemek için korkmaya, tedbirler almaya gerek yoktur. Ruhunu arındıran ve yaratanın önünde zayıflığını, o büyük imtihan gününde ona muhtaç olduğunu, Allah'ın ve insanların önünde korkunç, kapsamlı ve inceden inceye hesabın sıkıntılarından kurtulma ihtiyacı hisseden insan hayra yönelir.
Daha sonra Yüce Allah kullarına şu duayı yapma irşadında bulunmaktadır; ayrıca bu duayı kabul edeceğini de onlara garantilemiştir. Bu dua şudur: "Rabbimiz, unuttuk yahut yanıldıysak bizi sorguya çekme!" Yani unutarak bir farzı terk eder yahut bir haram işler veya şer*î yönünü bilmediğimiz için amelimizde doğru olanın hangisi olduğunu yanılarak tespit edemezsek, bundan dolayı bizi cezalandırma! Bunu İbni Mace, Beyhakî, Taberanî ve Hâkim'in Ebu Zerr, İbni Abbas ve Sevbân'dan rivayet ettikleri Resulullah (s.a.)'ın şu buyruğu da desteklemektedir: "Muhakkak Yüce Allah ümmetimin yanılmasını, unutmasını ve yapmak üzere zorlandıkları şeyleri bana bağışlamıştır."
"Rabbimiz, bizden öncekilere yüklediğin gibi bize ağır yük yükleme!" Yani İs-railoğullan gibi bizden önce geçmiş ümmetlere yüklediğin gibi -güç yetirecek olsak dahi- ağır işler yapmayı bize yükleme. Meselâ İsrailoğullan'nın tevbesinin kabulü tevbe eden kimsenin kendini öldürmesi ile oluyordu. Zekât olarak malın dörtte birini vermeleri, necis olduğu vakit elbiseden necasetin bulaştığı yeri kesmeleri istenmişti. Resulullah (s.a.)'m risaletinde ise hafifletme, kolaylaştırma, müsamaha ve kolaylık vardır. Çünkü o bütün ümmetlere bağışlanmış rahmet peygamberidir. el-Hatîb ve başkalarının Hz. Cabir'den rivayetine göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Ben müsamahakâr, Hanîfdini ile gönderilmiş bulunuyorum."
"Rabbimiz güç yetiremeyeceğimiz şeyi bize yükleme." Yani altından kalkamayacağımız sorumluluklarla musibet ve belâlarla bizi yükümlü tutma. Güç yetiremeyeceğimiz fitnelere bizi müptelâ kılma. "Bizi affet!" Senin bildiğin bizimle senin arandaki kusur ve yanılmalarımızı affet! "Bize mağfiret buyur!" Bizimle senin kulların arasındaki günahları bağışla! Onları kusurlarımıza ve çirkin amellerimize muttali kılma. "Bize merhamet eyle!" Gelecekte karşılaşacağımız hallerde sen tevfikinde bizleri bir diğer günaha düşmekten koru!
Dikkat edilecek olursa, unutma ve yanılmadan dolayı sorumlu tutulmamak arkasından affedilmeyi, ağır yükün yükletilmemesi de mağfireti gerektirir. Güç yetirilemeyen şeylerin yükletilmemesi de merhameti gerektirir.
"Sensin bizim Mevlâmız!" İşlerimizin maliki ve yardımcımız sensin. Sana güvenip dayandık. Yardımı senden isteriz. Dayanağımız sensin. Bütün güç ve takatimiz ancak seninledir.
"Kâfirler topluluğuna karşı da bize yardım et!" Senin dinini reddeden, vahdaniyetini ve peygamberinin risaletini inkâr eden, senden başkasına ibadet eden, seninle birlikte kullarının bir kısmını sana ortak koşanlara karşı bizlere yardım et, bizi onlara karşı muzaffer kıl! Dünya ve ahirette onlara karşı güzel akıbet bizim olsun. Muaz (r.a.) bu sureyi bitirdiğinde "âmin" derdi.
Yüce Allah bu duayı kabul edeceğine dair teminat vermiştir. Müslim'in Sahih'iade Ebu Hureyre'den Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Allah, (Evet) kabul ettim, diye buyurdu." İbni Abbas'tan da şöyle rivayet edilmiştir: Resulullah (s.a.) dedi ki: "Allah, 'Bunu yaptım (duanızı kabul ettim)'diye buyurdu." [55]
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/10-12.
[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/15.
[3] Zemahşerî 1/291-292.
[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/19-21.
[5] es-Süddî'den nakledilen rivayette ise Ebu'l-Husayn adında olduğu zikredilmektedir.
[6] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/23.
[7] el-Bahru'l-Muhit, IF283.
[8] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/24-26.
[9] İbni Kesîr, 1/313.
[10] İbni Kesîr, 1/313.
[11] Kurtubî, III/284.
[12] Prof. Abdülvehhab en-Neccâr, Kasâsul-Enbiya, 81.
[13] Bahru1-Muh.lt, 11/289.
[14] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/29-31.
[15] es-Süddî dedi ki: Burada duvarların çatıları üstüne çöktüğü kastedilmektedir. Yani önce çatılar çökmüş, sonra da duvarlar çatıların üstüne yıkılmışta. Taberi de bunu tercih etmiştir.
es-Süddî'den başkaları da şunu demiştir: Bunun anlamı şudur: insanları boşalmış fakat onlar olduğu gibi ayakta duruyordu. Burada "hâviyeh" kelimesinin anlamı hâliyeh (yani boş ve icnha) demektir.
[16] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/34-36.
[17] el-Bahru'l-Muhît, ü/299.
[18] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/39.
[19] Bir rivayette de şöyle denilmektedir: Resulullah (s.a.)'ın önüne bin dinar bıraktı. Resulullah (s.a.) bunları eline alıp, "Bundan sonra yapacaklarının Osman'a bir zararı olmaz." demeye koyuldu.
[20] Nisaburî, Esbâbu'n-Nüzûl, 47-48; Kurtubî, III/303.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/43-44.
[21] el-Bahru'l-Muhît, 11/310.
[22] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/44-47.
[23] İbni Abbas dedi ki: Bunun anlamı "tasdik ederek ve yakîn ile" demektir. Katâde der ki: İçlerinden ecrini umarak demektir. eş-Şa'bî, es-Süddî ve başkalarına göre ise bunun anlamı, "yakîn duyarak" demektir. Yani onlann nefislerinin basiretleri vardır. Bu basiretleri dolayısıyla Yüce Allah'a itaat uğrunda infak üzere onlara sebat verir. Kurtubî der ki: Bu üç görüş diğerlerinin görüşlerinden daha doğrudur. Kısaca bu kelimenin iki anlamı vardır. Ya Allah'ın sevabını kesin olarak alacağım bilmek ya da nefse iman üzere sebat kazandırmak, Allah yolunda infak için nefsiyle mücahede etmek. Yani nefsi cimrilik hastalığından, mal sevgisinden arındırıp temizlemektir. İkinci anlam daha uygundur. Çünkü orada "Nefislerinden" diye buyurmakta "nefislerine" diye buyurmamaktadır. Ebu Hayyân (el-Bahru'l-Muhît, 11/311) da der ki: Bunun anlamı şudur: Malını Allah rızası için harcayan kimse nefsine kısmen sebat kazandırmış olur. Malını da canını da birlikte feda eden kimse ise nefsine tamamıyla sebat veren kimsedir.
[24] İbni Kesîr, 1/319.
[25] Zemahşerî 1/299.
[26] Semûm (sam) yeli sıcak rüzgârdır. Çoğulu semaim gelir.
[27] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/52-54.
[28] Bunlar Resulullah (s.a.)'in mescidindeki iki direk arasında bulunan bir ipin üzerine asılırdı.
Muhacirlerin fakirleri de gelip ohdan yerlerdi. Kişi bu şekilde olgunlaşmadan kurumuş salkımları getirir ve bunları infak etmenin caiz olduğunu sanırdı.
[29] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/57-58.
[30] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/58-59.
[31] Bu hadisi Tirmizî de böylece rivayet etmiş ve "Hasen-gariptir" demiştir. Nesâi ve İbni Hibbân da Sahih'inde rivayet etmiştir.
[32] Hadisi Ahmed, Buharî, Müslim ve İbni Mace rivayet etmişlerdir.
[33] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/62-63.
[34] İbni Kesir, 1/323.
[35] en-Nisabûri, Esbabu'n-Nüzûl, 48-49.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/65-66.
[36] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/66-67.
[37] Kurtubî, III/337.
[38] Suffa ehli, Kureyşlilerin muhacirleri ar aşırıdandı. Medine'de herhangi bir mesken ve akrabaları yoktu. Mescidin soffasında kalır, geceleyin Kur'an öğrenir, gündüzün de hurma çekirdeği ayıklarlar ve Resulullah (s.a.)'ın gönderdiği seriyyelere çıkarlardı. Yanında ihtiyaç fazlası bulunan kimse akşam olunca onlara getirirdi.
[39] Süyutî der ki: Yezid ve babası meçhul iki ravidir.
[40] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/71-72.
[41] Hadisi Ahmed de İbni Mes'ud'dan rivayet etmiştir.
[42] Sünen'de yer alan hadis-i şerifte şöyle denilmektedir. "Müminin ferasetinden sakınınız. Çünkü şüphesiz ki o Allah'ın nuru ile bakar." Daha sonra Yüce Allah'ın, "Elbette bundan feraset sahibi olanlar için belgeler vardır." (Hicr, 15/75) buyruğunu okudu.
[43] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/73-76.
[44] Yani alacaklılar Sakîf oğullarından Amr oğulları idiler, (bkz. d-Bahrul-Muhtt, 11/339).
[45] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/81-82.
[46] el-Bahru1-Muh.lt, 11/335.
[47] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/82-86.
[48] Kurtubî der ki: Bununla Yüce Allah bizim için haram kılma hükmünü verdiği şer*î faizi kastetmemekte, haram olan malı kastetmektedir. Nitekim Yüce Allah, "... Haramı çokça yerler..." (Maide, 5/42) buyurmaktadır. Yani faiz olsun, Yahudi olmayanlara ait mallardan yemeyi helâl kabul ettikleri mallardan olsun, bütün haram mallar demektir.
[49] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/87-88.
[50] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/100-101.
[51] el-Bahru'l-Muhît, 11/347.
[52] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/102-107.
[53] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/117.
[54] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/121.
[55] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/122-125.
253- İşte biz bu peygamberlerin bazısını bazısına üstün kıldık. Allah onlardan kimisiyle söyleşmiş, kimisini de derecelerle yükseltmiştir. Meryem oğlu İsa'ya da açık deliller verdik ve onu Ruhu'l-Kudüs ile destekledik. Eğer Allah dileseydi onlardan sonra gelenler kendilerine apaçık deliller geldikten sonra birbirlerini öldürmezlerdi. Fakat anlaşmazlığa düştüler de onlardan kimi iman etti, kimi de kâfir oldu. Eğer Allah dileseydi birbirlerini öldürmezlerdi. Fakat Allah dilediğini yapar.
Açıklaması
Bundan önceki ayet-i kerimede, "Muhakkak sen gönderilmiş peygamberlerdensin." diye kendilerine işaret edilen peygamberler, kemal bakımından ayrı ayrı mertebededirler. Allah onların bazısını başkasında olmayan bir takım üstünlükler, özellikler ve övünülecek üstün konumlar dolayısıyla diğer bir kısmına üstün kılmıştır. Bununla birlikte ilâhî risaleti tebliğ ve insanları dünya ve ahiret mutluluğuna iletmek amacıyla seçilmiş olmak bakımından hepsi birbirine eşittir.
Bu şekilde bir kısmının diğer bir kısmına üstün kılınmaları bir başka ayet-i kerimede de söz konusu edilmiştir ki, bu ayet-i kerime şöyledir: "Andolsun ki biz peygamberlerin bazısını bazısına üstün kılmışızdır. Davud'a da Zebur'u verdik." (İsra, 17/5). Burada da şöyle buyurulmaktadır: "İşte biz bu peygamberlerin bazısını bazısına üstün kıldık. Allah onlardan kimisi ile söyleşmiş..."
Bu peygamberlerden kimisiyle Allah aracısız olarak doğrudan doğruya konuşmuştur. Bu da Hz. Musa'dır: "Allah Musa ile konuşmuştur." (Nisa, 4/164); '"Musa tayin ettiğimiz vakitte gelip Rabbi de onunla konuşunca..." (A'raf, 7/143) Bu bakımdan Hz. Musa'ya (Allah ile konuşan anlamında) Kelîmullah adı verilmiştir.
Peygamberlerden kimisini Yüce Allah şeref ve mertebeleriyle başkaların-dan üstün kılmıştır. Burada kasıt Taberî'nin Mücahid'den rivayetine göre Mu-hammed (s.a.)'dir. Ayetlerin akışı da bunu desteklemektedir.
Hz. Peygamberin sözünü ettiğimiz bir takım vasıflan olduğu gibi, başka bir takım üstün yönleri daha vardır. Bunlardan birisi İsra ve Miraç gecesinde peygamberleri semavatta Allah katındaki farklı konumlarına uygun olarak görmesidir. Yüce Allah'ın, "Muhakkak sen çok büyük bir ahlâk üzeresin." (Kalem, 68/4) buyruğunda olduğu gibi üstün ve yüce bir ahlâka sahip olması, yine Yüce Allah'ın, "Muhakkak Zikri (Kur'an'ı) bizler indirdik ve şüphesiz onu koruyacak olanlar da bizleriz." (Hicr, 15/9) buyruğunda olduğu gibi kıyamet gününe kadar ebedî Kur'an-ı Kerim ile desteklenmesi de bunlar arasındadır. Nitekim şu ayet Kur'an-ı Kerim'in fazileti hakkındadır: "Gerçekten bu Kur"an en doğru olana hidayet eder..." (İsra, 17/9) Ümmetinin diğer ümmetlerden üstün kılınması da bunlardandır: "Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten vazgeçirirsiniz ve siz Allah'a da iman edersiniz." (Al-i İmran, 3/110).
Ümmetinin sair ümmetler arasında vasat, adaletli ve diğer ümmetlere karşı şahitlik edecek ümmet haline getirilmiş olması da bunlardandır: "Böylece sizi vasat bir ümmet kıldık. Bütün ümmetlere karşı şahitler olasınız diye..." (Bakara, 2/143). Eğer Hz. Peygambere mucize ve özellik olarak yalnızca Kur'an-ı Kerim verilmiş olsaydı, sair peygamberlere karşı üstünlük olarak bu dahi yeterdi. Çünkü Kur'an-ı Kerim çağlar boyunca ebediyyen kalacak olan bir mucizedir. Buharî Hz. Peygamberin şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Benzerini görerek insanlığın imana gelecekleri bir takım mucizeler verilmemiş hiç bir peygamber yoktur. Bana verilen ise Allah'ın bana vahyettiği bir vahiydir. Bu bakımdan kıyamet günü peygamberler arasında uyanları en çok olan kişi olacağımı ümit ederim."
Müslim ve Tirmizî de Ebu Hureyre (r.a.)'den şöyle dediğini rivayet etmektedirler: "Sair peygamberlerden altı özellik bakımından üstün kılındım: Bana özlü sözler verildi. (Düşmanın kalbine salınan) korku ile yardıma mazhar oldum. Bana ganimetler helâl kılındı. Yer de benim için hem temizlenme aracı hem de mescit kılındı. Bütün insanlara peygamber olarak gönderildim ve ben peygamberlerin sonuncusu kılındım."
Yüce Allah Meryem oğlu İsa (a.s.)'ya da apaçık deliller vermiş bulunmaktadır. Bunlar ise hak ile batılı birbirinden ayırd eden apaçık ayetler (mucizelerdir: Beşikte iken konuşması, ölüleri diriltmesi, anadan doğma olan körü ve alacalıyı Allah'ın izni ve iradesi ile diriltmesi, Ruhu'l-Kudüs ile desteklenmesi gibi. Bunlar ise onun peygamberliğini inkâr eden, onu tenkit eden Yahudileri zillete düşürmek, eziyetlerine karşı peygamberini korumak ve Allah tarafından apaçık ayetlerle desteklenen bir beşer olduğunu, Hristiyanların iddia ettikleri gibi bir ilâh olmadığını açıklayıp Hz. İsa'nın gerçek kimliğinin belirtilmesi içindir. Çünkü Hz. İsa hakkında insanların kimisi aşırıya kaçmış, kimisi de oldukça kusurlu bir tutum takınmıştı.
Şayet Allah dilemiş olsaydı, peygamberlerden sonra gelenler, kendilerine
peygamberler apaçık delillerle, onlara tabi olmayı gerektiren hakka delâlet eden mucizelerle geldikten sonra, birbirleriyle savaşmazlardı. Allah savaşmamaları için onları peygamberlere tabi olmak ve Rablerinden gelen hakkı kabul etmek hususunda ittifak etmelerini istemiştir. Yüce Allah kendilerine ihsan etmiş olduğu akıl ile onların düşünmelerini, tetkik ve idrak özgürlüğüne sahip kılarak da kendi istekleriyle hayır ve mutluluk yolunu seçmelerini dilemiştir. Fakat onlar sağlıklı bir şekilde düşünmediler. Dini kabul hususunda apaçık ve büyük bir anlaşmazlığa düştüler. Kimileri rasullerin getirdiklerine iman etti, kimileri de peygamberliklerini inkâr edip kâfir oldu. Yahudiler dinlerinde anlaşmazlığa düştüler, birbirlerini öldürdüler. Hristiyanlar da aynı şekilde anlaşmazlığa düşüp çeşitli fırkalara ayrıldılar. Hem Yahudilikte hem de Hristiyan-lıkta pek çok fırkalar ortaya çıktı. Her bir kesim diğerini dinin dışına çıkmakla itham etti. Aynı anlaşmazlıklar Müslümanlar arasında da meydana geldi. He-va ve heves fırtınalarına kapıldıkları, menfaatler yüzünden tefrikaya düştükleri zamanlar görüldü ve çok geçmeden aralarında şiddetli çarpışmalar baş gösterdi.
Eğilimlerinin, maslahat ve nevalarının farklı olmasına rağmen, şayet Allah dilemiş olsaydı aralarındaki anlaşmazlıklara rağmen yine savaşmazlardı. Fakat Allah dilediğini yapar, dilediği hükmü koyar. Bütün bunlar, Allah'ın kaza ve kaderi gereği cereyan eder. O bakımdan gösterilen tepkiler farklı farklı olmuştur. Ya sözle kusurlarını sayıp dökerek, tenkitle sayıp söverek düşmanlık gösterilmiştir yahut da sonunda kılıcın hakemliğine baş vurulmuş, kanlar dökülmüştür. Şanı Yüce Allah, "Eğer Allah dileseydi... birbirlerini öldürmezlerdi." buyruğunu tekit için tekrarlamış bulunmaktadır.
Allah her şeye kadir olandır. Eğer bazı kullarına muvaffakiyet vermek dilerse O'na iman eder, O'na itaat ederler. Diğer bir kısımım da yardımsız bırakmak isterse onlar da inkâr eder ve Allah'a karşı gelirler. Buna göre yardımsız bırakmak ve korumak Allah'ın fiil ve iradesindendir. [1]
Hayır Yolda İnfak Emri
254- Ey iman edenler! Alışverişin, dostluk ve şefaatin de olmayacağı bir gün gelmezden önce size verdiğimiz rızıklardan infak edin. Kâfirler ise zalimlerin ta kendileridir.
Açıklaması
Allah, gerçek iman niteliğine sahip olan müminlere Allah yolunda infak etmeleri emrini vermektedir. Bu ise -İbni Cüreyc ve Said b. Cübeyr'in görüşüne göre- farz olan zekâtı da nafile veya müstahap olan infakı da kapsamaktadır. İbni Atıyye der ki: Bu doğrudur. Fakat bundan önce geçen ayet-i kerimeler savaştan, Allah'ın müminler vasıtasıyla kâfirleri bertaraf ettiğinden söz etmesi dolayısıyla bu teşvikin Allah yolunda infak için olduğu görüşüne ağırlık kazandırmaktadır. Bunu ise ayetin sonunda yer alan, "Kâfirler ise zalimlerin ta kendileridir." buyruğu pekiştirmektedir. Yani siz kâfirlerle, canınızla savaşarak, mallarınızı da o yolda infak ederek mücadele ediniz.
Yüce Allah'ın, "size verdiğimiz rızıktan" buyruğu infaka teşviki daha da pekiştirmektedir. Çünkü bu, Allah'ın kullarına verdiği rızkın bir kısmından başkasını istemediğinin delilidir.
Yine buradaki emir şu hususla da pekiştirilmektedir: Öyle bir gün gelecektir ki bu günde insan pişman olacak, fakat pişmanlığının faydasını görmeyecektir. O gün amellerinin karşılığını görme, hesaba çekilme, sevap ve ceza günüdür. O günde herhangi bir bedel veya fidyenin, dostluk ya da sevginin, şefaat yahut soy sopun hiç bir faydası yoktur. O gün öyle bir gündür ki ahiretteki ölçülerin dünya ölçülerinden farklı olduğu ortaya çıkacaktır. Bir diğer ayet-i kerime de bunun benzeri bir gerçeği dile getirmektedir: "Bir de öyle bir günden korkun ki, kimse kimseye hiç bir fayda veremez. Ondan herhangi bir şefaat da kabul olunmaz. Ondan bir fidye de alınmaz ve onlara yardım da edilmez." (Bakara, 2/48).
Kâfirler ise -ki bunlar ya Allah'ı inkâr eden herkes ya da zekâtı terk eden kimselerdir- bizzat kendilerine zulmeden kimselerdir. Yani bunlara karşı canla, malla savaşılır. Bunlar (zekâtı vermeyenler) malı gerekenden başka yerlerde harcarlar. Allah'ın onları "kâfirler" diye adlandırması bir tehdit ve işledikleri suçun ağırlığını ifade etmek içindir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "... kim de kâfir olursa muhakkak Allah âlemlere muhtaç olmayandır." (Âl-i İmran, 3/97). Ayrıca zekâtı terk etmenin kâfirlerin niteliklerinden olduğu intibaını da vermektedir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Zekâtı vermeyen o müşriklerin vay haline!" (Fussilet, 41/6-7). Atâ b. Dinar yukarıda da geçen ifadesinde şöyle demiştir: "Kâfirler ise zalimlerin ta kendileridir" diye buyurup da "Zalimler kâfirlerin ta kendileridir" buyurmayan Allah'a hamdolsun." [2]
Ayete'l-Kürsi
255- Allah (ibadete lâyık olan yalnız O'dur). O'ndan başka ilâh yoktur. Hayy'dır, Kayyûm'dur. O'nu ne bir uyuklama alır ne de bir uyku. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi yalnız O'nundur. O'nun izni ile olmaksızın nezdinde kim şefaat edebilir? O önle-rindekini de arkalarmdakini de bilir. O'nun ilminden kendisinin dilediğinden başka biç bir şeyi kavrayamazlar. O'nun Kûrsisi gökleri ve yeri kucaklamıştır. Onları koruması O'na ağır gelmez. O Aliyy'dir, Azîm'dir.
Açıklaması
Bütün mahlûkatın biricik ilâhı Allah'tır. Varlık aleminde hak ile ibadete lâyık, O'ndan başka mabud yoktur. O, Vâhiddir, Ehaddır. Samed'dir, Vacibül-Vücud'dur. Mülkün ve melekûtun sahibidir. Asla ölmeyen Hayy, Bakî ve Dâ-im'dir. Bizatihi O, mahlûkatın işlerini çekip çevirendir. Yüce Allah'ın, "Göğün ve yerin O'nun emri ile ayakta durması da O'nun ayetlerindendir." (Rûm, 30/25) buyruğunda olduğu gibi. Zatında olsun sıfatlarında olsun, fiillerinde olsun yarattıklarından hiç bir kimse O'na benzemez. Nitekim Yüce Alah, "O'nun gibi hiç bir şey yoktur. O her şeyi işitendir, her şeyi görendir." (Şûra, 42/11) diye buyurmaktadır.
"Ne uyku O'nu bürür, ne de uyuklama" söz konusudur. Çünkü O gece ve gündüz vakitlerinde yarattıklarının işlerini yönetmekte, çekip çevirmektedir. Bu cümle ondan önceki cümleleri tekit etmektedir. Eksiksiz, tam anlamıyla hayat ve daimilik manasını vurgulamaktadır. Sahih hadiste Ebu Musa'nın şöyle dediği rivayet edilmektedir: Resulullah (s.a.) aramızda hutbe irad etmek üzere kalktı ve dört cümle söyleyerek dedi ki: "Muhakkak Allah uyumaz. O'nun uyu-m t At da gerekmez. Adalet terazisini alçaltır, yükseltir. Gündüzün ameli gecenin amelinden önce, gecenin ameli de gündüzün amelinden önce O'na yükseltilir. O'nun hicabı nur veya nardır. Eğer o hicabını açacak olsa, O'nun zatının parıltıları mahlûkatından gözünün değdiği her şeyi yakardı."
Göklerde ve yerde bulunan her şey O'nun yaratıklarıdır, O'nun mülkünde-dir. O'nun meşietine boyun eğer, O'nun kahır ve saltanatının egemenliği altındadır. Yüce Allah'ın şu buyruğunda dile getirildiği gibi: "Göklerle yerde olanların hepsi Rahman'a ancak kul olarak gelirler. Andolsun ki hepsini kuşatmış, onları tek tek saymıştır. Hepsi kıyamet gününde O'na yalnız gelirler." (Meryem, 19/93-95). Bu cümle de onun kayyûmiyetini ve ulûhiyyette tekliğini tekit etmektedir.
Yüce Allah'ın azamet, celâl ve kibriyasının bir yönü de şefaat hususunda kendisine izin verilmedikçe hiç bir kimsenin onun nezdinde şefaat etme cesaretini gösteremeyeceğidir. Şu buyruklarda dile getirildiği gibi: "Göklerde nice melek vardır ki Allah'ın dileyip razı olduğu kimseye izin vermeden evvel şefaatleri hiç bir şeye yaramaz." (Necm, 53/26); "Ancak O'nun razı olacağı kimselere şefaat edebilirler." (Enbiya, 21/28); "O gün gelince Allah'ın izni olmaksızın hiç bir kimse söz söyleyemez." (Hud, 11/105). Şefaat ile ilgili hadis-i şerifte de Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: "Arşın altına gelir secdeye kapanırım. Allah beni bu halimde dilediği kadar bırakır. Sonra, "Başını kaldır" denilir. "Söyle, sözün dinlenir, şefaat et şefaatin kabul olunur." (Hz. Peygamber) buyurdu ki: Benim için bir sınır tespit edilir ve ben o kimseleri cennete sokarım." Bu, mülk ve egemenlikte Allah'ın tek başına olduğunun delilidir.
Allah ilmiyle bütün kâinatı, geçmişiyle, hali hazırdaki durumuyla ve geleceği ile kuşatıcıdır. Dünyanın da ahiretin de her türlü işini bilendir. Nitekim meleklerden haber verirken şöyle buyurmaktadır: "Biz ancak senin Rabbinin emriyle ineriz. Önümüzde, arkamızda ve bunun arasında ne varsa hepsi yalnız O'nundur. Rabbin unutkan değildir." (Meryem, 19/64). Kuş gagasını denize daldırınca Hızır (a.s.) Musa (a.s.)'ya şöyle demişti: "Benim de ilmim senin de ilmin Allah'ın ilminden ancak şu kuşun bu denizden eksilttiği kadarını eksiltir (yani hiç eksiltmez)".
Aziz ve Celil olan Allah'ın bildirmesi, X>'nun muttali kılması dışında hiç bir kimse Allah'ın ilminden bir şey bilemez. Bunlardan bir tanesi de şefaattir. Şefaat Yüce Allah'ın iznine bağlıdır. O'nun izin vermesi ise ancak O'nun tarafından gelecek vahiy iledir.
Yüce Allah'ın mülkü ve kudreti geniş ve kuşatıcıdır. Yer kıyamet gününde bütünüyle O'nun avucu içinde olacaktır. Gökler de sağında durulmuş olacaktır. O'nun ümi göklerde ve yerde bulunan her şeyi kuşatır. Küçük olsun büyük olsun, önemli olsun azametli olsun her şeyi bilir. Bir şeyi işitmesi başka bir şeyi işitmekten ve bir işle uğraşması başka bir işle uğraşmaktan O'nu alıkoymaz. Hiç bir iş O'na güç ve ağır gelmez.
Zemahşerî Yüce Allah'ın, "Onun Kürsisi gökleri ve yeri kuşatmıştır." buyruğu ile ilgili dört açıklama kaydeder.[3]
1- O'nun Kürsisi, genişliği ve yayılmışlığı dolayısıyla göklerden ve yerden daha dar değildir. Bu ancak Kürsi'nin azametini ifade etmek ve bunun azametini zihinlerde canlandırmak için çizilen bir tablodur. Ortada aslında Kürsi de yoktur, oturmak da yoktur, oturan da yoktur. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Onlar Allah'ı hakkıyla takdir edemediler. Halbuki arz bütünüyle kıyamet gününde O'nun kabzasıdır. Gökler ise onun sağ eliyle durulmuştur." (Zü-mer, 39/67). Bu buyrukta da herhangi bir şekilde bir kabza, katlama, sağ el diye bir tasavvur söz konusu olamaz. Bu olsa olsa azametini canlandırmak ve maddî bir temsil olsun diyedir. Nitekim Yüce Allah, "Onlar Allah'ı hakkıyla takdir edemediler" buyurmuyor mu?
2- İlminin genişliğine işarettir. İlme "Kürsi" adı, ilmin mekânının adı olması dolayısıyla verilmiştir.
3- Mülkünün genişliğine işarettir. Bu ise, hükümdarın kürsisi (tahtı) olan mekânın adı olması dolayısıyla verilmiştir.
4- Gelen rivayetlere göre yüce Allah Arş'ın önünde bir Kürsi yaratmıştır. Onun da önünde gökler ve arz vardır. Kürsi'nin Arş'a oram en küçük bir şey gibidir.
Durum her ne olursa olsun Kur'an-ı Kerim'de varit olduğu gibi Arş'ın ve Kürsi'nin varlığına iman etmenin vacip olduğu görüşündeyim. Her ikisinin de varlığını inkâr etmek caiz değildir. Çünkü her şey Allah'ın kudreti içerisindedir. Gökleri ve yeri, aralarında bulunanı korumak Allah'a ağır gelmez. Aksine bütün bunlar O'nun için pek kolaydır.
Benzerden, eşten yüce ve münezzehtir; her şeyden daha büyüktür; akıllar, idrakler O'nu kuşatamaz. Zatı Yüce Allah'tan başka kimse onun hakikatini bilemez. Tıpkı Yüce Allah'ın, "O büyüktür, her şeyden yücedir." (Ra'd, 13/9) buyruğuna benzemektedir. Yücelikten kasıt, kadrin ve makamın yüceliğidir, mekân yüceliği değildir. Çünkü Yüce Allah bir mekânda yer tutmaktan münezzehtir. Bazıları da el-Aliyy'i eşyaya galip ve gücü her şeyin üzerinde diye tefsir etmişlerdir. [4]
Dinde Zorlaca Yoktur, İmana İleten Allah'tır
256-257- Dinde zorlama yoktur. Doğruluk ile sapıklık gerçekten apaçık meydana yapışmış olur. Allah SemFdir, Alim'dir. Allah iman edenlerin velisidir. Onları karanlıklardan nura çıkarır. İnkâr edenlerin velileri ise tâğûttur. Onları nurdan karanlıklara çıkarırlar. İşte onlar ateşliklerdir. Onlar orada ebedî kahcıdırlar.
Nüzul Sebepleri
256. ayetin nüzul sebebi ile ilgili olarak İbni Cerîr et-Taberî, İbni Ab-bas'tan şöyle dediğini nakletmektedir: Yüce Allah'ın, "Dinde zorlama yoktur." buyruğu Ensar'dan Salim oğullarına mensup el-Husayn adında [5] bir kişi hakkında nazil olmuştur. Bunun Hristiyan olmuş iki oğlu vardı. Kendisi de Müslü-mandı. Resulullah (s.a.)'a, "Ben bunları İslâm'a girmek üzere zorlayayım mı? Çünkü bunlar Hristiyanlıktan başka bir dine bağlanmayı kabul etmiyorlar" demişti. Yüce Allah da bunun üzerine bu ayet-i kerimeyi indirdi. Bir diğer rivayete göre bunları İslâm'a girmeye zorlamış, Resulullah (s.a.)'ın huzuruna gelip davalaşmışlardı. Babaları, "Ey Allah'ın Rasulü, benim bir parçam olan (çocuklarını) ben göre göre cehenneme mi girsin?" demiş ve bu ayet-i kerime nazil olunca onları serbest bırakmıştır.
Ebu Davud, Nesaî ve İbni Hibbân'ın rivayetlerine göre İbni Abbas şöyle demiştir: Ensarın kadınlarından çocuğu yaşamayanlar eğer bir çocuğu yaşarsa onu Yahudi yapacağına dair söz verirdi. Nadiroğullan Medine'den sürülünce aralarında Ensaroğullanndan kimseler de vardı. Ensar'ın, "Biz oğullarımızı bırakmayız" demeleri üzerine Yüce Allah, "Dinde zorlama yoktur" ayetini indirdi.
257. ayetin nüzul sebebi ile ilgili olarak da İbni Cerîr et-Taberî, Abde b. Ebi Lübâbe'den Yüce Allah'ın, "Allah iman edenlerin velisidir." buyruğu hakkında şöyle dediğini rivayet etmektedir: Bunlar İsa'ya iman eden kimselerdir. Muhammed (s.a.) onlara peygamber olarak gelince ona iman ettiler. İşte bu ayet-i kerime de onlar hakkında nazil olmuştur. [6]
Açıklaması
Kimseyi İslâm'a girmek üzere zorlamayın. Çünkü İslâm'ın doğruluğuna dair deliller ortada olduktan sonra zorlamaya gerek kalmamaktadır. Ve Çünkü iman ikna olmak, delil ve belge ortaya koymak esasları üzerinde kurulur. İman için zorlamanın, baskının ve mecbur etmenin bir faydası yoktur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Böyle iken sen iman etsinler diye insanları zorlayacak mısın?" (Yunus, 10/99).
Hak yol, batıldan apaçık bir şekilde ayrılmıştır. Doğruluk ve kurtuluş yolu bilinmekte, sapıklık ve yanlışlık ortaya çıkmış bulunmaktadır. İslâm'ın doğru yol, başkasının ise sapıklık yolu olduğu da açık seçik ortaya çıkmıştır. O bakımdan dileyen İslâm'a iman etsin, dileyen de inkâr e,dip kâfir olsun.
Bu ayet-i kerime İslâm'ın kılıçla yayıldığı iddiasının yanlışlığına en açık bir delildir. Müslümanlar hicretten önce kâfirlere karşı koymaya veya onları zorlamaya güç yetiremediler. Medine'de güçlendikten sonra ve geçmiş bütün asırlar boyunca, Hristiyanlar gibi sair dinlere mensup olanların yaptığı şekilde kimseyi İslâm'a girmeye zorlamamışlardır. Bu ayet-i kerime Müslümanların güçlü, kuvvetli oldukları bir dönem olan hicretin dördüncü yılının başlarında nazil olmuştur.
Müslümanlar ancak saldırganlıkları bertaraf etmek, dine bağlanma hürriyetini yerleştirmek, zalim egemen otoritelerin Müslümanların Allah'a davet haklarını kullanmalarını önleyen baskılarını ortadan kaldırmak, yeryüzüne İslâm'ın yayılmasını engelleyen güç odaklarına mani olmak için savaşa veya cihada baş vurmuşlardır. Bunun delili ise düşmanı cizye ödemek için antlaşma ve barış yapmayı kabul etmekle, savaşın sonuçlarına katlanmak arasında serbest bırakmış olmalarıdır. Allah'ın İslam'a iletip kalbine genişlik vererek basiretini aydınlattığı kimse, apaçık delile dayanarak İslâm'a girmiştir. Buna karşılık düşünme ve sağlıklı bilgi edinme araçlarını kullanmadığından dolayı Allah'ın kalbini köreltip kulağına ve gözüne mühür vurduğu kimselere gelince, bunların baskı ve zorlama altında dine girmekten yararlanmaları söz konusu değildir.
Bu bakımdan her kim Allah'a koşulan ortaklan, putları, şeytanın kendisine davet ettiği Allah'tan başkasına ibadeti bir kenara iter, insanlardan, cinlerden, şeytanlardan, yıldızlardan, put ve heykellerden herhangi bir yaratığa ibadeti red ve inkâr edip yalnızca Allah'a ibadet ederse, hakka sımsıkı sarılmış, hidayet üzere sebat göstermiş, dosdoğru yol üzerinde müstakim bir şekilde yürümüş olur. Böyle bir kimse tapmayacağından emin olduğu son derece sağlam bir ipe, bir kulpa yapışmış kimseye benzer. Yani Yüce Allah dine sımsıkı yapışan kimseyi asla kopmayan, bu bakımdan da güçlü ve muhkem bir ipe yapışmış kimseye benzetmektedir. (Ayet-i kerimede geçen) el-Urvetul-vuskâ aynı anlamı karşılayan değişik ifadelerle açıklanmıştır ki, bunlar iman, İslâm veya lâilâhe illallah'tır.
Allah insanların sözlerini, fiillerini, tasavvur ve düşüncelerini bütün incelikleriyle görüp gözetmektedir. O tağutu inkâr edip Allah'a iman etmek iddiasında bulunanın sözlerini çok iyi işittiği gibi, onun kalbinde sakladığı tasdik veya yalanlamayı da çok iyi bilir. Çünkü iman dil ile söylenen ve kalpte kendisine inanılan şeydir. Allah ise zahir ve batın olan her şeyi işiten ve bilendir. Eşyanın, sözlerin, inançların ve fiillerin hakikatini bilir. Kurtubî der ki: Tağutu inkâr ve Allah'a iman, dil ile söylenen ve kalpten inanılan şeyler olduklarından dolayı dil ile söylemek bakımından "her şeyi işiten (Semî’ sıfatının, inanç bakımından da "her şeyi çok iyi bilen (Alîm)" sıfatının zikredilmesi son derece güzel gelmiştir.
Gözetmek, inayet ve en doğru yola iletmek suretiyle müminlerin işlerini üstlenen Yüce Allah'tır. Duyularının, aklın ve dinin hidayetiyle şüphe ve tereddüdün karanlıklarından; bilgisizliğin, sapıklığın, küfür ve sapmanın karanlıklarından ilmin, marifetin, sahih imanın nuruna müminleri çıkartan O'dur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak takva sahibi olanlara şeytandan bir vesvese dokunduğu zaman şüphesiz iyice düşünürler. Bakarsın ki onlar görüp bilmişlerdir." (A'raf, 7/201). Mücahid ve Abde b. Ebi Lübâbe der ki: Bu ayet-i kerime Hz. İsa'ya iman etmiş bir topluluk hakkında nazil olmuştur. Muhammed (s.a.) gelince onu inkâr ettiler. İşte onların nurdan karanlıklara çıkartılmaları bu demektir. [7]
Allah'ı ve Rasulünü inkâr eden kâfirlere gelince: Bunlar üzerinde egemen güç ancak onları batıla götüren asılsız mabudlandır. Onlar haklan ve imanın nurunu göremediklerinden mabudlan olan şeytan ve telkin ettiği vesveseler bu nuru söndürmeye çalışır, kâfirleri şüphe ve tereddüdün karanlıklarında, küfür ve isyanın yahut münafıklığın karanlıklarında bırakmaya gayret ederler.
İşte bu gibilerini bekleyen hak ceza, cehennemde ebediyyen kalmak ve oradan asla ayrılmamaktır. Buna sebep ise hidayetten uzak durmaları, sapıklıkta kalmaya devam etmeleri, hakkın nuru ile kalplerinin aydınlanmayışıdır.
Hak bir ve tek olduğundan dolayı Allah "nur" lafzını tekil kullanmış, karanlıklar (zulumât) ise çoğul gelmiştir. Çünkü küfrün bir çok çeşitleri vardır ve hepsi batıldır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz ki bu benim dosdoğru yolumdur. O halde ona uyun. Başka yollara uymayın; sonra onlar sizi O'nun yolundan ayırır. İşte bunlar Allah'ın size tavsiye ettikleridir; takva sahibi olasınız diye." (En'am, 6/153); "Karanlıkları ve aydınlığı var eden..." (En'am, 6/1). Bu ve buna benzer hakkın bir ve tek olduğunu, batılın ise yaygın ve pek çok kollara ayrıldığını lafizlanyla hissettiren daha başka ayet-i kerimelerde de görüyoruz. [8]
Hz. İbrahim Ve Nemrut
258" Allah kendisine mülk verdi diye Rabbi hakkında İbrahim ile mücadele ed«ni görmedin mi? Hani İbrahim, «Benim Rabbim dirilten ve öldürendik deyince o, "Ben de diriltir ve öldürürüm" demişti. İbrahim, «Muhakkak Allah güneşi doğudan getiriyor, haydi sen de onu batıdan getir" deyince o kâfir şaşırıp kalmıştı. Allah zalimler topluluğuna hidayet vermez.
Açıklaması
Zorbalık taslayan, mabudluk iddiasında bulunan Nümrûz (Nemrut) b. Kuş b. Ken'ân b. Sâm b. Nûh adında zamanın hükümdarının kıssasını ve bunun Allah'ın rububiyeti hakkında Hz. İbrahim'e karşı çıkışı kıssasını bilmedin mi? [9]
Onu bu şekilde tartışmaya iten şuydu: O Babil hükümdarıydı. Buna bağlı olarak büyüklenmiş, azmış ve gurura kapılmıştı. Zamanının bütün dünyaya hakim olmuş hükümdarı olduğu da söylenmiştir. Mücahid der ki: Doğudan batıya bütün dünyaya dört kişi hakim olmuştur. İkisi mümin ikisi kâfirdir. Müminler Davud oğlu Süleyman ve Zülkarneyn, kâfirler ise Nemrut ve Buhtun-nassar'dır [10] Gerçek hükümdar olan Allah'ın nimetine şükretmedi, aksine bu nimetler onu azdırdı ve tuğyana itti. Halbuki nimet şükre götürür. O, itaata sebep olanı isyana sebep kıldı.
Bu, İbni Abbas, Mücahid ve bir diğer grubun görüşüne göre Hz. İbrahim'i ateşe atan, sivrisinek ile helak edilen kimsedir. Hz. İbrahim'i yakmak üzere ateşi yaktıran da odur. Yüce Allah ile savaşmaya kalkışınca şanı Yüce Allah ona karşı sivrisineklerin üşüştüğü bir kapı açtı ve bu sivrisinekleri askerlerine gönderdi. Etlerini yediler, kanlarını içtiler. Bu sineklerden bir tanesi de onun dimağına (beynine) girdi. Sinek, beynini bir fare kadar oluncaya dek yedi. Artık bundan sonra Nemrut için en değerli kimse bu iş için hazırlanmış tokmak ile kafasına vuran kimse idi. Ona verilen belâ kırk gün devam etti.[11]
Bu hükümdarın kavmi tannlanyla birlikte hükümdarlarına tapınıyorlardı. Hükümdar, Hz. İbrahim'i, kavminin tuttuğu dine uymayan yeni dininden döndürmek, kendisine ve sair tanrılara ibadet etmeye zorlamak istemişti.
Bu mücadelenin kıssası şöyledir[12]:
İbrahim (a.s.) Allah'tan başka tapınılan putları kırıp bunlara tapınanlarm akılsızlıklarını ortaya koyunca, Nemrut ona kendisine ibadet etmeye çağırdığı rabbi hakkında soru sordu, O da şu cevabı verdi: Benim Rabbim hayat veren ve öldürendir. Hayatın kaynağı O'ndandır, ölümün sebebi O'dur. Yani hayatı ve ölümü O yaratır. Ancak ilk zorbalık taslayan azgın tağut olan o hükümdar bunu kabul etmeyip şöyle dedi: Ben hakkında idam hükmü verilmiş bir takım kimseleri affederek kimi insanları diriltirim. Diğer bir kısmını da öldürmekle ve hakkında verilen hükmü infaz etmekle de öldürürüm. Bunları söyledikten sonra iki kişiyi getirtip birisini bağışladı, diğerini öldürdü. Dört kişiyi yakaladı ve onları bir eve koydu; yiyeceksiz ve içeceksiz bıraktı. Arkasından bunlardan ikisine yemek yedirdi, canlandılar; diğer ikisini aç bıraktı onlar da sonunda öldüler.
İşte Nemrut'un ileri sürdüğü delildeki ilk sakatlık ve zayıflık buydu. Çünkü Hz. İbrahim'in sözlerinden kasıt (bir taraftan) hayatı yokluktan var edip meydana getirmektir. Diğer taraftan bitki, hayvan ve diğer bütün canlıların mevcut hayatlarını ortadan kaldırmaktadır. Yoksa, haklarında idam hükmü verilmiş bir grup insanın idam edilmesi ya da hayatin devamına sadece sebep olunması değildir. Nemrut'un cevabı ise hayatta kalmak ya da ölmek için sebep anlamını taşır.
Hz. İbrahim bu tağutun mugalatasını, hayat vermenin ve öldürmenin ne maksatla kullanıldığını bilmezlikten geldiğini görünce, hakkı bile bile inkâra veya mugalataya yer vermeyen bir başka delil ortaya koyarak şöyle dedi: Mutlak kudret ve iradesiyle hayatı bağışlayıp alan benim Rabbim, aynı zamanda güneşi doğudan doğdurmaktadır. Şayet sen rububiyet iddiasında bulunuyor isen, haydi güneşin yönünü değiştir, onun batı tarafından doğmasını sağla.
Bu istek karşısında, büyüklenmesini, kibrini kendisine dost edinen o tağut verecek cevap bulamadı, dehşete düştü, şaşırdı, bu delil karşısında aciz kaldı. Hz. İbrahim onu mat etti, yenik düşürüp susturdu. Güneşin doğudan doğmasını sağlayan benim deme imkânını bulamadı, çünkü olaylar kendisini yalanlıyordu.
Şanı yüce Allah, hidayetini kabulden yüz çeviren, kendilerine zulmeden zalimleri ebediyyen hayır ve kurtuluş yoluna iletmez. Aksine Allah onların kalp ve basiretlerini mühürler. En zorlu zamanlarda ve en sıkıntılı hallerde insan kitleleri önünde onların içyüzlerini açığa çıkartır, rezil eder. İşte bu da hidayet etmeyişin itaat edenler hakkında değil, zalimler hakkında olduğunu göstermektedir. Bundan kasıt ise özel bir hidayettir veya bu hidayete iletilmeme özelliği zalimlere hastır.[13]
es-Süddî'nin naklettiğine göre bu tartışma ateşten çıkmasından sonra Hz. İbrahim ile Nemrut arasında gerçekleşmişti. Hz. İbrahim o güne kadar hükümdar ile bir araya gelmiş değildi. Aralarında bu tartışma oldu. Bu ise Hali-lullah Hz. İbrahim için zafer üstüne zaferdi. İşte Allah kendi velilerinin, seçkin kullarının zafere ulaşmasını bu şekilde üzerine alır, Allah'ın düşmanlarının bozguna uğramaları ise peşpeşe gelir. Aklını kullanıp düşünen herkes de onların bu bozguna uğramalarını açıkça görür. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Aksine biz hakkı batıl üzerine bırakırız da onun beynini parçalar, o da can çekişmeye koyulur." (Enbiya, 21/18).[14]
Hz. Üzeyr Ve Eşeğinin Kıssası
259- Yahut duvarları çatıları üstüne çökmüş bir kasabaya uğrayan o kimse gibisini (görmedin mi)? "Allah burasını ölümden sonra acaba nasıl diriltecek?" demişti. Allah da onu yüz yıl öldürmüş, sonra dirilterek, "Ne kadar kaldın?" demişti. O da, "Bir gün yahut bir günün bir kısmı" demişti. "Hayır, yüz yıl kaldın. İşte yiyeceğine ve içeceğine bak, biç de bozulmamışlar. Bir de merkebine bak. Biz seni insanlara bir alâmet kılmak için böyle yaptık. Kemiklerine de bak, onları nasıl birleştirip yerli yerine koyuyoruz, sonra da onlara et giydiriyoruz?" diye buyurdu. Kendisine durum apaçık belli olunca, "Biliyorum ki Allah şüphesiz her şeye kadirdir" demişti.
Açıklaması
Duvarları, çatıları üstüne yıkılmış [15] bir kasabadan geçen o kimse gibisini gördün mü? Bu buyruk bir önceki ayette geçen, "Allah kendisine mülk verdi diye Rabbi hakkında İbrahim ile mücadele edeni görmedin mi?" buyruğuna atfe-dilmiştir. Bu ayetin anlamı şudur: Sen Rabbi hakkında, İbrahim ile tartışan birisini gördün mü ve bu kasabanın mahiyeti neydi? Oradan geçen kimdir? Denildiğine göre kasaba Beytülmakdis'ti. Oradan geçen ise Şerhiyâ oğlu Üzeyr idi. Meşhur olan görüş budur. Bir diğer görüşe göre sözü geçen kasaba Dicle kıyısındaki Deyr Hırakl'dır. Oradan geçen ise Harun (a.s.) soyundan gelen Ermi-yâdır. Bunun Hızır (a.s.) olduğu, bir başka görüşe göre Bevar oğlu Hazkiel olduğu da zikredilmiştir. Mücahid de, "Bu kişi İsrail oğullarından bir kişidir" demiştir.
Bu kişi şöyle demişti: Harap olduktan sonra bu kasabayı Yüce Allah nasıl imar eder? Bundan kasıt ise yapıları ve sakinleriyle buranın tekrar şenlenmesinin -tahrip olmasından ve ahalisinin dağılmasından sonra- uzak görülmesi-dir. Bunun yanında, aşırı derecede tahrip olduğunu gördüğünden dolayı Yüce Allah'ın kudretinin azametini de ifade eder. O'nun sözü, diriltme yolunu bilmedeki acizliği itiraf etmek, hayat verenin kudretinin de azametini kabul etmek anlamındadır.
Allah, hayatta kalmakla birlikte yüz yıl süre ile duyu ve hareket kabiliyetlerini ortadan kaldırdı. Daha sonra ona hareket verdi, adeta uykudaymış da uyanırmışçasına hızlıca ve kolaylıkla onu diriltiverdi. O, kasabanın, vefatından yetmiş yıl sonra imar edilmiş olduğunu, sakinlerinin tamamlandığını, İsrail oğullarının oraya geri döndüğünü gördü. Melek aracılığı ile ona "Ne kadar süre kaldın?" denildi. Ona bu sorunun soruluş sebebi, Yüce Allah'ın işlerini kavramaktaki acizliğinin ortaya çıkmasıdır. Müfessirlerin çoğunluğunun görüşüne göre bu öldürme, ruhun cesetten çıkarılması şeklinde olmuştur. Bu kişiye seslenen ses ise melekten ya da semadan kimin söylediği bilinmeyen bir ses olmayıp, bunu söyleyenin Yüce Allah olduğu anlaşılmaktadır.
Bunun üzerin dedi ki: Ben, tahminime göre bir gün yahut bir günün bir kısmı kadar uyudum. Çünkü sabah vakti ölmüş, daha sonra da günün sonlarına doğru Allah onu diriltmişti. Güneşin henüz batmadığını görünce aynı günün güneşi olduğunu sanmıştı. Onun böyle demesi kendi kanaat ve zannına göredir. O bakımdan verdiği bu haberde yalan söylemiş değildi. Ashab-ı Kehfin, "Bir gün ya da bir günün bir kısmı kaldık, dediler." (Kehf, 18/19) şeklindeki sözleri de bunun gibidir. Halbuki onlar 309 yıl uyumuşlardı.
Ona şöyle cevap verildi: Hayır, sen yüz yıl uykuda kaldın. Şimdi bizim kudretimizin delillerini görmen için bu süre boyunca beraberinde kalmış olan yiyeceğine ve içeceğine bir bak. Değişmemiş, bozulmamış; halbuki azıcık bir süre geçmekle benzeri şeylerin bozulması bir kanundur.
Yine bizim kudretimizin delilini görmek üzere eşeğine bir bak! Onun kemikleri nasıl çürümüş, eklemleri birbirinden ayrılmış. Böylelikle onun ve senin üzerinden hareketsiz yahut uykuda iken uzun bir zaman geçtiğini açıkça gör. Bizler bütün bunları sana gerçekleşmesi uzak ihtimal olarak gördüğün şeyi gözlerinle göresin, hayrete düştüğün şeye katiyetle inanasın diye gösterdik ve öldükten sonra dirilmeye seni bir ayet (belge) kılalım, kıyamet günü dirilişe tam kadir olduğumuzu gösteren bir belge kılalım diye yaptık. Yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi: "Sizin yaratılmanız ve diriltilmeniz ancak tek bir nefis gibidir." (Lokman, 31/28). Buna göre Yüce Allah'ın, "Seni insanlara bir alâmet kılalım" buyruğu öldükten sonra dirilişe bir delildir.
Eşeğinin sağa «ola dağılmış kemiklerini nasıl kaldırdığımıza bir bak. Bu kemikler birbirlerinin üstünde yığılı duruyorlar. Biz bu kemikleri cesedindeki asıl yerlerine geri yerleştiriyoruz. Sonra bu kemiklere et, sinir, damar ve deri giydiriyoruz. Tıpkı elbisenin cesedi örtmesi gibi. Daha sonra Yüce Allah bir melek gönderdi ve bu cesede ruh üfledi. Aziz ve Celil olan Allah'ın izniyle eşek anırmaya başladı. Bütün bunlar ise Üzeyrin gözleri önünde oldu. İşte yüz yıl ölümden sonra bu şekilde diriltmeye kadir olan binlerce yıl sonra diriltmeye de kadirdir. Çünkü ilâhî fiiller birbirine benzer.
Bütün bunları açık seçik görünce, "Ben bunu artık biliyorum" dedi. Çünkü gözlerimle görmüş bulunuyorum. Katiyetle biliyorum ki Allah, her şeye kadirdir. Hiç bir şey O'na zor değildir. [16]
İbrahim (A.S)'In Gözleriyle Görme Arzusu
260- Hani İbrahim, "Rabbim, ölüleri n«sı1 dirilttiğini bana göster" demişti. «İnanmadın mı yoksa" diye buyurdu. O da, "İnandım, fakat kalbimin mutmain olması için" demişti. Buyurdu ki: «Dört kuş al, onları kendine alıştır, sonra onların her bir parçasını bir dağın üzerine bırak, sonra da onları çağır, koşarak sana gelirler. Bil ki Allah Azîz'dir, Hakîm'dir."
Açıklaması
İbrahim (a.s.) verilen emri yerine getirdi. Yüce Allah dört kuşun hangi türden olduklarını tayin etmemektedir. İbni Abbas'tan nakledildiğine göre Hz. İbrahim, tavus, kartal, karga ve horoz almış ve sözü geçen işi yapmıştı. Başlarını yanında alıkoyup onları çağırmıştı. Parçalar birbirlerine tamamlanıncaya kadar uçuşup eklenmişler, daha sonra da başlarına doğru gelmişlerdir.
Mücahid dedi ki: Sözü geçen dört kuş tavus, karga, güvercin ve horoz idi. [17] Hz. İbrahim bu dört kuşu kesti, sonra da onlara yapacaklarını yaptı. Ardından onlan çağırdı, çabucak ona geldiler. İşte Yüce Allah mücerret ilâhî emir ile ölüleri böylece diriltir: "O bir şeyi dilerse onun emri ona sadece 'Ol!' demesidir, o da oluverir." (Yasin, 32/82); "Ona ve yere, "isteyerek veya istemeyerek gelin" dedi, ikisi de, "isteyerek geldik, dediler." (Fussilet, 41/11).
Bu kıssanın özeti şudur: İbrahim (a.s.) her işe bütünüyle muttali olmayı seven birisiydi. Yüce Allah ona iyilik yapana iyilikle, kötülük yapana da kötülükle karşılık vermek üzere ölüleri kıyamet gününde hasredeceğini vahyedince Hz. İbrahim, ölmüş ve dirilmiş birisini görmek istediğinden Allah'tan kalbi mutmain olsun diye böyle bir dilekte bulundu. Yüce Allah da ona dört kuş alıp bunları kesmesini ve parçalarını dağlara dağıtmasını, arkasından kendisine gelmeleri için çağırmasını emretti. İşte o vakit ölenin nasıl dirileceğini görecekti. Hz. İbrahim denileni yaptı ve kuşları kendisine gelsinler diye çağırdı. Kuşlar hiç ölmemiş gibi sapasağlam geri döndüler. [18]
Allah Yolunda İnfakın Sevabı Ve Adabı
261- Allah yolunda mallarını infak edenlerin hali yedi başak bitiren ve her başağında yüz tane bulunan tek bir tohum gibidir. Allah dilediğine kat kat verir. Allah Vâsi'dir, Alîm'dir.
262- Allah yolunda mallarını infak edip de sonra harcadıklarının arkasından başa kakmayan ve bir eziyet katmayanların Rabları yanında mükâfatları vardır. Onlar için hiç bir korku yoktur ve onlar üzülmezler de.
263- Maruf bir söz ve bağışlama, arkasından eziyet gelen bir sadakadan hayırlıdır. Allah Gani'dir, Halîm'dir.
264- Ey iman edenler! Sadakalarınızı başa kakmak ve eziyet etmekle boşa çıkarmayın. Malını insanlara gösteriş olsun diye infak eden, Allah'a ve ahiret gününe inanmayan bir kimse gibi (olmayın). Onun hali, üzerindeki azıcık toprağı sağnak halinde yağan bir yağmurla sıyrılıp da dümdüz bir taş kesilen kaypak bir kayaya benzer. Onlar kazandıkları hiç bir şeyi de ele geçiremezler. Allah kâfirler topluluğuna hidayet vermez.
Nüzul Sebebi
el-Kelbî şöyle der: 261. ayet Osman b. Affan ve Abdurrahman b. Avf hakkında nazil olmuştur. Abdurrahman b. Avf Resulullah (s.a.)'a sadaka olarak dört bin dirhem getirip verdi ve dedi ki: Sekiz bin dirhemim vardı. Kendim ve ailem için dört bin dirhem alıkoydum ve dört bin dirhemi de Rabbime borç veriyorum. Resulullah (s.a.) ona, "Alıkoyduğuna da verdiğine de Allah bereket ihsan etsin" dedi.
Hz. Osman ise şöyle demişti: Tebûk gazvesinde teçhizatı bulunmayanı teç-hizatlandırmayı üzerime alıyorum. Daha sonra çullan ve semerleri ile bin deve vererek Müslümanları teçhizatlandırdı. Kendisinin olan Rûme kuyusunu Müslümanlara tasadduk etti. [19] İşte bu ayet-i kerime ikisi hakkında nazil oldu.
Ebu Said el-Hudrî dedi ki: Resulullah (s.a.)'ı ellerini kaldırıp Osman'a, "Rabbim gerçekten ben Osman b. Affan'dan razı oldum, sen de ondan razı ol" diye dua ettiğini gördüm. Tan yeri ağanncaya kadar ellerini bu şekilde açıp durdu. Yüce Allah da, "Allah yolunda mallarını infak edenlerin hali..." ayetini indirdi. [20]
Açıklaması
Bu Yüce Allah'ın, yolunda ve kendi rızasını arayarak infakta bulunanların sevabının kat kat olacağına ve iyiliğin (hasenenin) on katından yedi yüz katına kadar mükâfat göreceğine dair verdiği bir misaldir. Yüce Allah bu buyruklarda Allah'a itaat uğrunda, O'nun rızasını aramak ve güzel sevabını ummak kasdıy-la ilmi yaymak, cihad, silah tedariki, İslâm vatanını ve ailesini korumak gibi yollarda mallarını infak edenlerin bu infaklannın niteliğini açıklamaktadır. Bu tür infaklar verimli bir araziye ekilip de her birisinde yüz tane bulunan yedi başak bitiren bir tohuma benzer. Ziraat uzmanlarınca tespit edildiğine göre meselâ bir buğday, pirinç veya darı tanesi tek bir başak değil, bir kaç başak bitirir. Bazen bu kırk, elli altı veya yetmişe kadar çıkabilir. Bazen tek bir başak yüzden fazla tane taşıyabilir. Fiilen yüz yedi tane taşıyan başaklar dahi tespit edilmiştir. Bu infak edenin sevabının kat kat artırılacağına dair bir ifadedir.
"Allah dilediğine kat kat verir." Yani amelindeki ihlâsına göre bundan daha fazlasını da verebilir. Allah'ın lütfunun sınırı yoktur. O'nun bağışının sınırı olmaz. Lütfü mahlûkatından çoktur, geniştir, boldur. Bu şekilde kat kat ecir almaya kimin lâyık olduğunu, kimin olmadığını çok iyi bilir.
Bu misal, doğrudan yedi yüz katı söz konusu etmekten ruhla* ı daha bir etkileyicidir. Çünkü sınırlandırma ve sayı verme yine de bir eksikliği ifade eder. Herhangi bir sınır koymamak ise çoğalma, bereketlenme ve artma ihtimaline işaret eder. Ayrıca Yüce Allah'ın salih amelleri sahipleri lehine artırıp çoğaltacağına işaret vardır. Tıpkı verimli bir araziye tohum atan kimsenin ekinini artırıp çoğaltması gibi. Sünnet-i seniyyede bir hasenenin yedi yüz katına kadar artırılacağına dair hadisler varit olmuştur.
İbni Mace, Ali ve Ebu'd-Derdâ'dan İbni Ebî Hatim de İmrân b. Hu-sayn'dan Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmektedirler: "Kim Allah yolunda (cihad için) bir nafaka gönderir ve kendisi evinde kalırsa onun için kıyamet gününde her bir dirhem karşılığında yedi yüz dirhem vardır. Her kim Allah yolunda bizzat gaza ederek bu uğurda da infakta bulunursa, onun için her bir dirhem karşılığında yedi yüz dirhem vardır." Daha sonra şu, "Allah dilediğine kat kat verir" ayetini okudu.
İmam Ahmed de Ebu Ubeyde'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Resulullah (s.a.)'ı şöyle buyururken dinledim: "Allah yolunda bir infakta bulunanın infakı yedi yüz katı ile, kendisi ve ailesine infakta bulunur yahut bir hastayı ziyaret eder veya rahatsız edici bir şeyi ortadan kaldırırsa iyilik on misli ile karşılık görür. Oruç ise onu bozmadıkça bir kalkandır. Yüce Allah her kime cesedinde bir belâ vererek sınarsa, bu da onun günahlarının affına bir sebeptir." Bu hadisin bir bölümünü Nesaî "Oruç" bölümünde rivayet etmektedir.
Ahirette bu sevabı hak etmek için infakın şart ve adabının bir kısmı şunlardır: Fakire infak ettikleri yahut verdikleri şeyler ardından, onu verdiğine karşılık hesaba çekmemesi, ona lütufta bulunduğunu izhar etmek suretiyle başa kakmaması, ardından ona haksızlık etmek yahut yaptığı işin karşılığını istemek gibi herhangi bir eziyet ve bir zarar vermemesi gerekir. Yaptıkları iyiliklerini başa kakmayan ve onlara eziyet vermeyen kimseler için miktarı değer-lendirilemeyecek kadar çok değerli ecir vardır. İnsanların korkacakları vakitte onlar için korku yoktur. Allah yolunda hiç bir şey infak etmeyen cimri insanlar üzülüp bundan dolayı da pişman olacakları vakitte bunlar üzülmezler. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Herhangi birinize ölüm gelip de, "Rabbim beni yakın bir zamana kadar geciktirseydin de sadaka verseydim ve salihlerden olsaydım" diyeceği gün gelmeden önce bizim size verdiğimiz rızıktan infak edin." (Münâfi-kûn, 63/10).
Dilenciye güzel söz söylemek, güzel bir şekilde onu geri çevirmek ve sadaka vermemek, dilencinin ısrar ederek alacağından ve ardından eziyet ve zararın geleceği bir sadakadan dilenci için de, kendisinden dilenilen kimse için de daha hayırlıdır. Çünkü sadaka zayıfın elinden tutmak, zenginlere karşı duyulan kıskançlık ve kini hafifletmek, zenginin malını, hırsızlık, talan ve yok olmaya karşı korumak için meşru kılınmıştır. Başa kakmak ve eziyet ise sadakayı, kendisi sebebiyle meşru kılınan bu üstün gayenin dışına çıkartır. Esasen Allah kullarının sadakasına muhtaç olmayan Ganî'dir. Herkesi rızıklandırabilir. Kötülük işleyene -sadakasını başa kakan yahut eziyet veren kimse gibilerine-çabucak ceza vermeyen Halîm'dir. Fakat cimri nefsine karşı mücahade edip onu Allah yolunda cömertçe infâka, gönül hoşluğu ile ilâhî mükellefiyetleri yerine getirmeye zorlayan kimseleri tanımakla ilgili sonsuz ilâhî hikmet dolayısıyla sadaka meşru kılınmıştır. Yüce Allah sadakayı dostluğun kazanılması, sevginin elde edilmesi, karşılıklı herkesin birbirine bağlanıp birbiriyle dayanışması, birbirine sevgi beslemesi için meşru kılmıştır.
İnsanların ruhlarındaki başa kakma ve eziyet etme tabiatını kökten sökmek için şanı yüce Allah, büyük sevaba hak kazananların niteliklerine dair verdiği haberleri daha bir pekiştirmektedir. Bu ise verdikleri sadakaların ardından onları başa kakmayan ve eziyette bulunmayan kimselerin davranışıdır. Eziyet ecri ve sevabı yok eden, sadakanın şaibelerindendir. Allah ilâhî emre bağlanmayı gerektiren iman niteliğini zikrederek, müminlere hitabı pekiştirerek başa kakmayı ve eziyet vermeyi onlara yasakladı ve haram kıldı. Çünkü sadakanın diğer şaibelerden arındırılarak yalnızca Allah için halisane verilmesi, Allah tarafından daha bir kabul edilmesini ve sevabına hak kazanılmasını sağlar.
Çünkü sadakasının ardından başa kakan veya eziyet veren kimsenin durumu, Allah'ın rızası ve İslâm ümmetinin yücelmesi için değil, insanlar kendisini övsün, ondan cömert ve eli açık diye söz edilsin ve buna benzer fani dünya maksatlarından herhangi birisi için, riyakârlık ve desinler diye malını infak edenin haline benzer. Böyle bir riyakâr ise gerçekte sahih bir şekilde Allah'a ve ahiret gününe iman eden bir kimse değildir ki, herhangi bir sevap umsun veya herhangi bir cezadan korksun. İşte dilenciye eziyet verip yaptığını başa kakan kimsenin hali de bunun gibidir.
Riyakârlık yapan ve başa kakıp eziyet veren kimsenin durumu, dümdüz bir taş üzerindeki toprağa benzer. Buna şiddetli bir yağmur isabet edince toprak çekilir ve taş çıplak kalıverir. Yani böyle birisinin amelinin herhangi bir meyvesi, bir kalıcılığı yoktur. Aksine karşılaşılan olaylar sebebiyle eriyip gider, darmadağın olur ve geriye amelinin herhangi bir etkisi olmaksızın bomboş kalıverir. Dünyada olsun, ahirette olsun yaptıklarından hiç bir fayda sağlayamaz. Dünyada fayda sağlayamaz, çünkü başa kakan, insanlar tarafından sevilmez. Riyakâr bir kimse herkes tarafından dışlanır, yerilir. Ahirette ise şüphesiz Allah ancak kendisi için ihlâsla ve kendi rızası aranarak yapılan amelleri kabul eder. Riya ve onunla aynı durumda olan başa kakma ve eziyet ise ihlâsa aykırıdır ve bu bir çeşit Allah'a şirk koşmaktır. Çünkü riyakârlık gizli şirktir. Böyle yapan kimse bu ameli Allah'tan başkasını gözeterek yapar.
Allah kâfirler topluluğuna küfürleri üzere kaldıkları sürece, kendileri için hayırlı olana ve doğruya iletmez. Yahut da onlar küfür üzere kaldıkları sürece onlara hidayet vermez.[21] Sahibini ihlâsa, hayra ve Allah'ın rızasına, Yüce Allah'ın iman ehlini edeplendirdiği infak edebiyle edeplenmeye ileten imandır. İşte bu, riyakârlığın, başa kakmanın müminlerin değil, kâfirlerin niteliklerinden olduğuna işarettir. [22]
Allah Rızası İçin Veya Başka Bir Maksatla İnfak
265- Allah'ın, rızasını arayarak ve nefislerinden bir sebat ile mallarını infak edenlerin hali de yüksek bir tepenin üstünde bulunan güzel bir bahçeye benzer. Ona bol bol yağmur isabet etmiş de meyvelerini iki kat vermiştir. Ona bol yağmur isabet etmese de bir çisinti (bulunurda yine ürün verir). Allah yaptıklarınızı çok iyi görendir.
266- Sizden herhangi biriniz ister mi ki hurma ve üzüm ağaçlarından bir bahçesi olsun, altından ırmaklar aksın, orada her türden meyveleri bulunsun ve (fakat) kendisine ihtiyarlık gelip çatsın. Güçsüz çocukları da olsun. Derken ona (o bahçeye) içinde ateş olan bir kasırga isabet etsin ve yanıversin. İşte Allah size düşünürsünüz diye ayetlerini böylece apaçık bildirir.
Açıklaması
Allah'ın buna karşılık en ileri derecede kendilerine mükâfat vereceğinden katiyetle emin olan yahut da nefislerine iman ve yakîn üzere [23] sebat vermek için canın yongası olan malı infak etmek üzere kendilerini alıştıranların nefse diğer ibadetlerden ve imandan daha da ağır gelen bir şey olan malı infak etme fiiliyle Allah'ın rızasını ve mağfiretini isteyenlerin bu infaklarının misali -ister az olsun ister çok olsun- toprağı oldukça verimli sık ağaçlı, bitkisi oldukça bol, güneş ve havadan gereği gibi yararlanabilen, bol yağmur alan ve verimini iki kat veren yüksekçe bir yerde bulunan bahçeye benzer. Bu bahçeye azıcık bir yağmur yağsa dahi, toprağının verimliliği, yerinin iyi olması, konumunun güzelliği dolayısıyla yine mahsûlünü verir.
Bahçenin "yüksekçe" diye nitelendirilmesi yüksekçe bir yerde bulunan ağaçların daha güzel, meyvelerinin daha iyi olmasından dolayıdır. "Nefislerinden bir sebat ile" buyruğu ise dışarıdan gelen herhangi bir etkiyle değil kendiliğinden yaptığını, bu kimsenin sahip olduğu yakînden dolayı yaptığı bu işin faydalı olduğuna kani olduğundan nefsin cimriliğine karşı mücahedesini ifade etmektedir. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde, "Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler..." (Enfal, 8/72) buyurmaktadır.
Bu benzetmenin anlamı şudur: Allah için ve O'nun yolunda infak edip de malı infak hususunda nefsine sebat vermeyi ve hayır işlemeyi kasteden yahut sevap elde edeceğinden emin olarak elverdiğince cömertlik eden bir kimse, eğer çokça hayır elde ederse çok infak eder, az infak ederse gücüne göre hayır elde eder. Onun iyiliği daimidir, kesilmez. Her iki durumda da iyilik yapar ve her durumda da bu infakının meyvesini bulur. O -ister az yağmur alsın, ister çok yağmur alsın- mutlak olarak meyve veren, güzel mahsul getiren, her zaman için verimi bol toprağı güzel bir arazi gibidir.
Kullarının amellerinden hiç bir şey Allah'a gizli kalmaz. O ihlâslı olana da riyakâra da lâyık olduğu karşılığı verir.
Bu birinci misal, Rahman olan Allah için, O'nun rızasını arayarak malını infak eden kimseye aittir. İkinci misal ise, bunun tam aksine şeytanın ve nevasının yolunda yahut Allah'tan başkası için infak edenin misalidir. Bu misal inkâr (konum reddedilerek) ve nefiy ile başlamaktadır. Çünkü ihlâs sahibi bir müminin böyle bir maksada sahip olmaması gerekmektedir. Yani bu misal Allah'ın rızasını aramaksızın güzel işler işleyene dairdir. Kıyamet günü geldi mi bu kimse bu işlerinin boşa çıktığını, darmadağın olduğunu görür. O vakit böyle kişi, her türlü meyvesi bulunan güzel bir bahçeye sahip kimsenin güçsüz, takatsiz çocukları varken yaşlanıp geçimleri de hayatları da bu bahçeye bağlı olduğu halde fırtınalarla bu bahçesi telef olmuş kimsenin duyduğu acüarı duyacaktır.
Buharî bu ayet-i kerimenin tefsiri hakkında şöyle demektedir: Bir gün Ömer b. el-Hattab Peygamber (s.a.)'in ashabına, "Size göre şu "Sizden herhangi biriniz ister mi ki..." ayeti kimin hakkında nazil olmuştur?" dedi. Onlar, "Allah daha iyi bilir" dediler. Hz. Ömer kızdı ve dedi ki: "Biliyoruz veya bilmiyoruz deyiniz." Bunun üzerine İbni Abbas (r.anhuma) dedi ki: "Benim içimde buna dair bir kanaat var ey müminlerin emiri." Hz. Ömer, "Ey kardeşimin oğlu, söyle ve kendini küçük görme" dedi. İbni Abbas dedi ki: "Bu belli bir amele verilmiş bir misaldir." Hz. Ömer, "Hangi amele?" diye sordu. İbni Abbas dedi ki: "Allah'a itaat ederek amel eden zengin bir kimsenin ameline. Sonra Allah ona şeytanı gönderir, masiyetlerle amel eder ve nihayet o bütün amellerini batırır, gider." [24]
Hasan-ı Basrî de der ki: Bu, Allah'a yemin ederim ki insanlar arasından pek az kimsenin akledip anladığı bir misaldir: Yaşlı bir ihtiyar, bedeni zayıf, küçük çocukları pek çok. Bahçeye son derece ihtiyacı var. İşte bu sırada gelen fırtına onu kasıp kavurdu. Allah'a yemin ederim, sizden herhangi bir kimsenin ameline en çok ihtiyacı olduğu vakit, dünyadan ilişkisi kesildiği vakittir.[25]
Verilen bu misalin açıklanmasına gelince: Ey Allah'tan başkası için infak eden kişi, ister misin ki içinde hurma, üzüm ve türlü meyve ağaçlarıyla dolu bir bahçen olsun. Bu bahçeyi içinden akan ırmaklar sulasın. Bütün emellerini ona bağlamışsın. Küçük çocuklarınla birlikte ondan faydalanmayı ummaktasın. Diğer taraftan sen kazanç sağlayamayacak kadar yaşlanmışsın, onlar da küçük oldukları için hiç bir kazanç sağlayamaz durumdadırlar. Sen onlar gibi, onlar da senin gibi; bu bahçeden başka gelir kaynağınız yok. Daha sonra ya aşırı sıcağıyla veya kavurucu soğuğu ile esen sam rüzgarı [26] bu bahçeyi yaksın ve meyvelerini yok etsin.
İşte riyakârlık olsun diye yahut başa kararak ve eziyetle malını infak ettiğin takdirde durumun böyle olacaktır. Kıyamet gününde bunun herhangi bir faydasını göremeyeceksin. Acı ve pişmanlıktan başka amelinin bir neticesini elde edemeyeceksin. Sen halbuki o korkunç günde amelinin vereceği sonuçlara ve yaptığın infakların sevabına son derece muhtaç olacaksın. Çünkü riyakârlığın fırtınası ile başa kakmak ve eziyet zahiren hayır, fakat gerçekte ve bâtında ise kötüdür ve bütün amellerini yok etmiştir.
İşte Allah, bu açık seçik ayetlerini, şeriatının belgelerini, sırlarını, amaçlarını ve faydalarını size açıklamaktadır. Bunlar üzerinde düşünesiniz, ihtiva ettiği misaller, anlamlar ve ibretlerden öğüt alasınız; bunlardan gözetilen maksada uygun hareket edesiniz, yaptığınız infakların yalnızca Allah rızası için halis olma maksadını gözetesiniz; infakmıza herhangi bir riyakârlık, başa kakma ve eziyet katmayasınız diye. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "İşte biz bu misalleri insanlara veriyoruz. Onlara ancak alimler akıl erdirir." (Ankebut, 29/53).
Yüce Allah'ın, "Düşünürsünüz diye" buyruğu, akıbetler hakkında düşünüp de ihlâslı bir şekilde, Allah'ın rızasına uygun infakta bulunup sırf hayır yapmak üzere nefsinize sebat vermek kasdıyla infak edesiniz, diye demektir. [27]
Malın Kötüsünden Değil İyisinden İnfak Etmek
267- Ey iman edenler! JCngnuHılrlnnTiı. zın en güzellerinden ve sizin için yerden çıkardığımız şeylerden î^fab edin» Arasından göz yummaksızın alıcısı olamayacağınız adi şeyleri vermeye yel-tenmeyin. Bilin ki Allah Ganî'dir, Ha-mîd'dir.
Nüzul Sebebi
Hâkim, Tirmizî, İbni Mace ve başkalarının rivayetine göre el-Berâ b. Azîb şöyle demiştir: Bu ayet-i kerime biz Ensar topluluğu hakkında nazil oldu. Bizim hurmalarımız vardı. Müminler hurma ağaçlarından çokluk veya azlık miktarına göre bir şeyler getirirdi. Hayır yapmayı arzulamayan insanlar ise henüz olgunlaşmamış hurma salkımlarını yahut kırılmış salkımları getirir ve bunları (mescidin bir yerine) asardı.[28] Bunun üzerine Yüce Allah, Ey iman edenler, kazandıklarınızın en güzellerinden... infak edin. "buyruğunu indirdi.
Ebu Davud, Nesaî ve Hakim'de Sehl b. Huneyften şöyle dediğini rivayet etmektedir: Bazı insanlar mahsullerinden en kötülerini seçiyor ve bunları sadaka diye veriyorlardı. Bunun üzerine, "Arasından... alıcısı olmayacağınız adi şeyleri vermeye yellenmeyin" ayeti nazil oldu.
Yine Hakim, Cabir'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.) fıtır sadakası olarak bir sâ' hurma verilmesini emretti. Adamın birisi adi bir hurma getirdi. Bunun üzerine Kur'an-ı Kerim'den, "Ey iman edenler, kazandıklarınızın en güzellerinden... infak edin" ayeti nazil oldu.
İbni Ebî Hatim de İbni Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.)'ın ashabı ucuz yiyecekleri satın alıyor, bunları sadaka olarak veriyorlardı. Bunun üzerine de Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi indirdi. [29]
Açıklaması
Ey iman vasfına sahip olanlar! Ben sizlere malların temiz ve kaliteli olanını infak etmenizi emrediyorum. İster nakit, ister davar, ister tahıl, ister ekin, ister ticarî mal ve madenler, hazineler ve (cahiliye devrinde gömülmüş olan) ri-kazlar gibi başkaları olsun. Bu Yüce Allah'ın şu buyruğunu andırmaktadır: "Siz sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe iyiliğe (birre) kavuşamazsınız." (Âl-i İmran, 3/92). Mallarınızın adi ve kalitesiz olanını seçip infak etmenizi de yasaklıyorum. Çünkü muhakkak Allah hoş ve temizdir. Ancak hoş ve temiz olanı kabul eder. Sizin hoşlanmayacağınız şeyleri kabul etmez. Ayet-i kerimede geçen "adî (el-habîs)" kelimesi iki anlamda kullanılır: Birincisi Buharî ile Müslim tarafından rivayet edilen hadis-i şerifte geçtiği gibi, faydasız demektir: "Tıpkı körüğün demirin faydasız kirlerini (hubs) giderdiği gibi." İkincisi ise insan nefsinin kabul etmediği şey. İşte, "Adi şeyleri vermeye yeltenmeyin" ayetinde kastedilen de budur.
Adi ve bayağı olan şeyleri sadaka olarak vermek nasıl hoşunuza gider? Halbuki sizler herhangi bir şeyi görmezlikten gelmek kasdıyla gözünü yumup da ondaki kusuru görmeyen kişinin göstereceği kabilden bir kolaylık ve bir
hoşgörü ile olmadıkça kendiniz için öyle bir şeye razı olmazsınız. Alacağınız olan bir kimse hakkınızdan daha aşağısını getirecek olsa, bunu hakkınızdan daha aşağısına razı olmadıkça, tam hakkınız verilmiş hesabıyla almazsınız. Peki, kendiniz için razı olmadığınız bir şeye benim için nasıl razı olursunuz? Benim üzerinizdeki hakkım, mallarınızın en temiz ve en nefis olanlarmdandır.
Bilin ki muhakkak Allah -her ne kadar size hoş ve temiz olanı ve sadaka vermeyi emretti ise de- buna ihtiyacı yoktur. İnfakınıza muhtaç değildir. O, bütün yaratıklarına ihtiyacı olmayandır. O'nun size bu emri vermesi sizin menfaatinizedir; zengin ile fakir arasında eşitliği gerçekleştirmek, infak ettiğiniz şeylerde sizi sınamak içindir. O bakımdan adi olanları vermekle O'na yaklaşmaya kalkışmayın. Aynı şekilde O, bütün fiilleri, buyrukları, şeriatı, kaderi ve nimetleri dolayısıyla hamde ve şükre lâyık olandır. Allah'ın nimet olarak ihsan ettiği şeylerin hoş ve temiz olanlarını infak etmek ise, O'nun celâline yakışan hamdin bir parçasıdır. [30]
Şeytanın Fakirlikle Korkutması Ve Kur'an-I Kerimin Sağlıklı Bir Şekilde Anlaşılması
268- Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve size ^»hş&'yı (cimriliği) emreder. Allah ise size kendi katından bir mağfiret ve bif lütuf vaad edivor-Allah Vâsi'dir.
269- Hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilirse gerçekten ona pek çok hayır ve özlü akı1 sahiplerinden başkası da iyice düşünemez.
Açıklaması
Şeytan eskiden beri insanın düşmanıdır. "İzzetin hakkı için hepsini muhakkak azdıracağım. Ancak aralarından ihlâsa erdirilmiş kulların müstesna." (Sâd, 38/82-83) diye yemin eden bizzat odur. Şeytan insanlara vesvese verir ve sadaka verdikleri takdirde yahut da Allah yolunda infak ettiklerinde onları fakirlikle korkutur. Onlara, "İnfakınızın akabinde siz fakir düşeceksiniz" der ve cimriliğe, eli sıkılığa teşvikte bulunur.
Araplarda cimriye "el-fâhiş" denilir. O bakımdan ayet-i kerimedeki el-fah-şâ cimrilik anlamındadır. Vaad kelimesi ise hayır hakkında da kötülük hakkında da kullanılır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ateş, onu Allah kâfirlere vaad etmiştir." (Hac, 22/72). İşte bu korkutmaya vaad (ayet-i kerimede şeytanın fakirlikle korkutması) denilmesi, bunun gerçekleşeceğinin haber verilmesinin mübalağa yoluyla ifade edilmesi dolayısıyladır. Adeta bu fakirliğin gerçekleşmesi şeytanın iradesi ile olacakmış gibi ifade edilmektedir. Bununla birlikte şunu belirtelim ki vaad, haber verilen tarafından yapılacak şeylerin haber verilmesidir. Şeytan ise ben sizi fakir düşüreceğim dememektedir. Ancak, fakir düşersiniz diye korkutmaktadır.
Bu korkutmayı İbni Ebî Hâtim'in Abdullah b. Mes'ud'dan yaptığı şu rivayet açıklamaktadır: Abdullah b. Mes'ud dedi ki: Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Şüphesiz şeytanın da meleğin de Adem oğluna bir telkini vardır. Şeytanın telkini şer ile korkutmaktır, hakkı yalanlamaktır. Meleğin telkini ise hayır vaad etmektir, hakkı tasdik etmektir. Her kim bunu içinde hissederse bilsin ki o Allah'tandır. Bundan dolayı Allah'a hamdetsin. Her kim de öbür türlüsünü bulursa şeytandan Allah'a sığınsın." Daha sonra Yüce Allah'ın, "Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve size fahşâyı (cimriliği) emreder. Allah ise size kendi katından bir mağfiret ve bir bolluk vaad ediyor." buyruğunu okudu. [31]
Yüce Allah ise şeytanın aldatmaları, vesveseleri ve fahşâyı (cimriliği) emretmesine karşılık, peygamberimiz aracılığı ile infak etmemiz dolayısıyla günahlarımızın bağışlanacağını ve dünya hayatında infak ettiğimizin yerine başkasını vereceğini vaad etmektedir. Bolluk (el-fadl), mal ve hayırdır. Allah ise rahmeti ve lütfü pek çok olandır. O bakımdan size vaad ettiğini gerçekleştirir. O ne infak ettiğinizi çok iyi bilendir. O bakımdan yaptıklarınızı en güzel şekliyle mükâfatlandıracaktır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Her ne
harcarsanız O, bunun yerine başkasını verir. O, rızık verenlerin en hayırlısıdır." (Sebe' 34/39). Buharî ve Müslim de Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmektedirler: "Kulların sabahı ettiği her gün mutlaka iki melek (dünya semasına) iner, onlardan birisi, "Allah'ım infak edene infak ettiğinin yerini tutacak olanı ver" der. Öteki de, "Allahım cimrilik edenin malını da telef et" der." Yani birincisine Allah rızık edinmenin sebeplerini kolaylaştırarak infakımn yerine verir, ötekinin ise malını giderir.
Allah hikmeti kullarından dilediğine verir. Hikmet sahih olan görüşe göre peygamberlik değildir. Cumhurun dediği gibi hikmet ilim, fıkıh ve Kur"an'dır. O bakımdan hikmet, özel olarak peygamberlik anlamına gelmez, peygamberlikten daha genel kapsamlıdır. Hikmetin en üst derecesi nübüvvettir. Risalet ondan da özeldir. Hikmet gerçekleri vehimlerden ayırt etme yolunu, vesveselerle ilhamı birbirine karıştırmamayı gösterir. Hikmetin aracı akıldır. Kur*an-ı Ke-rim'de yer alan hükümleri, sırlan bilip selim aklı ile ümmete sağladığı hayırla-rıyla, infak edene sağladığı pek çok sevaplarıyla infakın faydalarını idrak eden bir kimse, şeytanın vesveselerinden etkilenmez, Allah yolunda harcamakta ve infak etmekte tereddüt göstermez. İbni Mes'ud'dan şöyle dediği rivayet edilmektedir: Resulullah (s.a.)'ı şöyle buyururken dinledim: "İki şey dışında hiç bir şeyde kıskançlık yoktur. Bu iki şeyden (birisi) Allah'ın birisine bir mal vermesi ve bu malı hak yolda tüketecek gücü vermiş olması, (ikincisi de) birisine Allah'ın hikmet vermesi ve o kişinin bu hikmet gereğince hüküm vermesi ve onu başkasına öğretmesidir." [32]
Allah kime ilim, özellikle de Kur'an-ı Kerim'i ve dini kavrayabilme meziyetini ihsan etmiş ve akim gösterdiği yola iletmiş ise, o kimse dünya ve ahirette hayra iletilmiş, işleri gerçek şekilleriyle idrak etmiş olur.
Şer*î hitabı ve ilâhî buyruğun anlamını kavrayan sağlıklı akıl sahibi kimseler dışındakiler ilimden öğüt ve ibret almazlar. Öğütten etkilenmez ve verilen öğütten yararlanmazlar. [33]
Gizli Ve Açıktan Verilen Sadakalar
270- Nafaka türünden neyi infak etseniz yahut adaktan her ne adarsanız muhakkak Allah onu bilir. Zalimlerin hiç bir yardımcıları yoktur.
271- Sadakalarınızı açıktan verirseniz o ne güzeldir. Şayet onları gizler de fakirlere verirseniz işte bu sizin için daha hayırlıdır ve günahlarınızdan bir kısmını bağışlar. Allah yapmakta olduğunuzdan haberdardır.
Nüzul Sebebi
İbni Ebi Hatim, Yüce Allah'ın, "Sadakalarınızı açıktan verirseniz o ne güzeldir..." ayetinin Ebu Bekir ve Ömer (r.anhumâ) hakkında nazil olduğunu söylemistir. Hz. Ömer malının yarısını getirdi ve Resulullah (s.a.)'a verdi, Resulullah (s.a.) ona, "Geriye ailene ne bıraktın ey Ömer?" diye sorunca o, "Malımın yarısını bıraktım" dedi. Hz. Ebu Bekir ise malının tümünü adeta kendinden dahi gizlercesine getirdi, Resulullah (s.a.)'a verdi. Resulullah (s.a.) ona, "Geriye ailene ne bıraktın ey Ebu Bekir?" deyince o, "Allah'ın ve Rasulünün va-ad ettiğini bıraktım" dedi. Hz. Ömer ağladı ve dedi ki: Anam babam sana feda olsun ey Ebu Bekir! Allah'a yemin ederim, seninle hangi hayırda yarıştıysak mutlaka sen beni geride bırakmışsmdır [34]. el-Kelbî de der ki: Yüce Allah'ın, "Nafaka türünden neyi infak etseniz" ayeti nazil olunca, "Ey Allah'ın Rasulü, gizlice verilen sadaka mı faziletlidir, açıktan verilen sadaka mı?" dediler. Yüce Allah da bu ayet-i kerimeyi indirdi [35]
Açıklaması
İster Allah için olsun ister riyakârlık için olsun, ister başa kakmak veya eziyet için, isterse de bunlardan herhangi birisi için olmasın, her neyi infak ederseniz muhakkak Allah bunu bilir. Ya da Allah'a itaat uğrunda bir adakta (nezru't-teberrü) yahut masiyet uğrunda bir adakta (nezrul-lecâc veya nezrul-gadab) bulunursanız bunun karşılığını verecektir: Hayır ise hayır, şer ise şer. Bu buyruk hayra bir teşvik, serden de bir korkutmadır. Mallarını vermeyip cimrilik etmek ve tasadduk etmemek suretiyle kendilerine zulmeden zalimlerin kıyamet gününde yardımcıları yoktur. Şu buyrukta olduğu gibi: "Zalimler için ne şefkatli bir dost, ne de şefaati kabul edilir bir şefaatçi vardır." (Mümin, 40/18). İnsanlar da sadaka versinler diye nafile sadakalarınızı açıktan verirseniz yaptığınız iş güzel bir iştir. Onları gizliden verip kimseyi haberdar etmeyerek fakirlere verirseniz bu da riyakârlıktan ve başkalarının işitmesinden daha uzak olmak hasebiyle sizin için daha hayırlıdır. Sadaka dolayısıyla da bazı günahlarınızı siler. Çünkü sadaka, bütün büyük veya küçük günahları örtmez.
Allah yaptığınız bütün amellerden haberdardır. Onları görür. Çok önemsiz ve küçük işleri de, gizliyi de bilir, ondan daha gizli olanı da. O balomdan amellerinize uygun karşılık verir. Riyakârlıktan ve Allah'tan başkası için infak etmekten sakınınız. Sadakalarınızı açıktan verirken de gizlerken de niyetlerinizin ne olduğu Allah'a gizli kalmaz. [36]
Sadaka Almayı Hak Edenler
272- Onların hidayete ermesi senin üzerine borç değildir; fakat Allah dilediği kimseye hidayet verir. Her ne hayır infak ederseniz kendi faydamzadir. Zaten siz ancak Allah'ın rızası için infak edersiniz. Hayırdan neyi infak ederseniz size ödenir ve size asla zulmedilmez. '
273- (Sadakalar) Allah yolunda kendilerini vakfetmiş fakirler içindir ki onların yeryüzünde dolaşmaya gücü yetmez; bilmeyenler, kendilerini, iffetlerinden dolayı zenginlerden sanır; sen ise onları simalarından tanırsın. Çünkü onlar yüzsüzlük ederek insanlardan bir şey istemeyen fakirlerdir. Şüphesiz hayırdan neyi harcarsanız Allah onu hakkıyla bilir.
274- Mallarını gece gündüz, gizli açık infak edenlerin Rableri nezdinde mükâfatları vardır. Onlar için korku yoktur, onlar üzülmezler de.
Nüzul Sebebi
272. ayetin nüzul sebebi: Bu ayetin nüzul sebebi ile ilgili olarak muhtevası bir olan birkaç rivayet varit olmuştur. Bunlardan birisini Nesaî, Hakim, el-Bezzar ve başkaları İbni Abbas'tan rivayet etmektedirler. İbni Abbas dedi ki: Ashap müşriklerden olan akrabalarına azıcık bir şeyler vermekten hoşlanmıyorlardı. Bu durumu soruca bu konuda onlara ruhsat verildi ve bunun üzerine, "Onların hidayete ermesi senin üzerine borç değildir..." ayeti nazil oldu.
Yine rivayet edildiğine göre bazı Müslümanların Yahudiler arasında sihri ve süt emmek dolayısıyla akrabaları vardı. İslâm'dan önce bunlara infakta bulunuyorlardı. İslâm'a girince bu kimselere infakı sürdürmekten hoşlanmadılar.
Yine denildiğine göre Hz. Ebu Bekir'in kızı Esma hacca gitmişti. Annesi gelip ondan bir şeyler istedi. Annesi o sırada müşrikti. Kızı ona bir şey vermek istemeyince bu ayet-i kerime nazil oldu.
İbni Ebî Hâtim'in de İbni Abbas'tan rivayetine göre Resulullah (s.a.), Müslüman olanlardan başkalarına sadaka verilmemesini emrediyordu. Bunun üzerine, "Onların hidayete ermesi senin üzerine borç değildir" ayet-i kerimesi nazil oldu ve hangi dinden olursa olsun, dilencilikte bulunan herkese sadaka verilmesini emretti.
Sahid b. Cübeyr mürsel olarak Peygamber (s.a.)'den bu ayet-i kerimenin nüzul sebebi hakkında şunu nakletmektedir: Müslümanlar zimmet ehlinden fakirlere sadaka veriyorlardı. Müslüman fakirler çoğalıp Resulullah (s.a.), "Dininize mensup olanlardan başkasına sadaka vermeyiniz" diye buyuranca bu ayet-i kerime Müslüman olmayanlara da sadaka vermeyi mubah kılmak üzere nazil oldu.
Taberî, Resulullah (s.a.)'ın Müslüman olmayanlara sadaka verilmesini engellemekten maksadının bu kimselerin Müslüman olmaları ve dine girmeleri olduğunu nakletmektedir. Bunun üzerine Yüce Allah, "Onların hidayete ermesi senin üzerine borç değildir" ayetini indirdi.
Kısaca bu ayetin nüzul sebebinin hikmeti şudur: İslâm'a giren kimse müşrik akrabasına veya müşriklere sadaka vermekten hoşlanmıyordu ya da Resulullah (s.a.) bunlara sadaka verilmesini ashaba yasaklamıştı. Bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu.
273. ayetin nüzul sebebi: Bu ayet-i kerime Ashab-ı Suffa hakkında nazil olmuştur [37] Bunların sayısı muhacirlerden dört yüz kişi idi. Bunlar Kur"an-ı Kerim öğrenmek ve seriyyelerle çıkmak üzere alıkonulmuşlardı.[38]
274. ayetin nüzul sebebi: Taberanî ve İbni Ebî Hatim, Yezid b. Abdullah b. Garîb'den, o babasından, o dedesinden rivayet ettiğine göre Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: Şu, "Mallarını gece gündüz gizli açık infak edenlerin Rab-leri nezdinde mükâfatları vardır" ayeti at sahipleri hakkında nazil olmuştur. [39] Bunlar ise Allah yolunda at besleyen kimselerdi. Gece gündüz gizli ve açık atlarına harcamalarda bulunurlardı. Yani bu ayet-i kerime büyüklenmek ve iftihar etmek kasdıyla at beslemeyen kimseler hakkında nazil olmuştur.
İbni Abbas'tan rivayet edildiğine göre ise "Mallarını gece gündüz... infak edenler" ayet-i kerimesi atların beslenmesi hakkında nazil olmuştur. Bunun sıhhatine Yezid kızı Esma'nın rivayet ettiği şu hadis-i şerif delâlet etmektedir: Esma dedi ki: Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Kim Allah yolunda bir at bağlayıp besler de ecrini umarak o ata harcamada bulunursa, o atın tokluğu da açlığı da, suya kanması da susuzluğu da, sidiği de tersi de kıyamet gününde o kişinin terazisine konacaktır." [40]
Açıklaması
Ey Muhammedi İstemedikleri halde insanları İslâm'a, hidayete götürmek senin görevin değildir. Böyle bir işi yapmak sana düşmez. Sana düşen yalnızca tebliğ etmek, dine davet etmektir. İtaat edeni cennetle müjdelersin, isyan edeni de cehennemle uyarır, korkutursun. Hayra, mutluluğa yol bulma başarısına nail olma anlamında hidayet vermek ancak Allah'a aittir. Çünkü insanlara akıl vermiş, onlara hak dine kendilerini iletecek yol ve delilleri açıklamıştır. O bakımdan ya Muhammed, hangi dinde olursa olsun her dilencilik edene sadaka vermeyi emret.
Sadakanın ve Allah yolunda malı infak etmenin sevabı bizzat size aittir. Dünyada da ahirette de bu sevaptan sizden başkası yararlanmaz. Dünya hayatında sadaka malı korur. Serveti sağlam koruma altına alır. Sizleri fakirlerin talanından, hırsızlığından ve yağmalama eziyetinden himaye eder. Çünkü aç olan bir kimse kendisine her şeyi mubah görür. Sadaka ve infakın ahiretteki sevabı da sizindir. Bu sevapla cennete girersiniz, bazı küçük ve büyük günahlarınız bağışlanır.
Siz dünyevî bir menfaat yahut şeytanı razı etmek için değil, ancak Allah'ın rızasını aramak için infak edersiniz. Buna göre dini ne olursa olsun, şu fakir ile bu fakir arasında bir fark yoktur. Ayrıca başa kakmaya, eziyet etmeye yahut riya ve gösterişe de gerek yoktur. Çünkü sen infakınla yalnızca Yüce Allah'ın rızasını gözetirsin. Herhangi bir övgü yahut dünyada insanların vereceği karşılığı beklemeksizin, katıksız hayır işlemeyi gözetirsin. Hz. Peygamberin sahih hadiste Sa'd b. Vakkas'a şöyle dediği nakledilmektedir: "Yüce Allah'ın rızasını arayarak yaptığın her bir infak dolayısıyla mutlaka ecir kazanırsın. Hatta hanımının ağzına koyduğun (lokma) dahi."
Daha sonra Yüce Allah, "Her ne hayır infak ederseniz kendi faydanızadır* şeklindeki ayet-i kerimeyi iki ayrı emirle pekiştirmektedir:
Bunların birincisi, "Hayırdan neyi infak ederseniz size ödenir." Yani sevabı ahirette eksiksiz olarak tamı tamına size ulaşır, buyruğudur.
İkincisi ise, "Ve size asla zulmedilmez" yani amelinizden lehinize olan herhangi bir şey kaybolmaz, onun ecrinden bir şey eksiltilmez, anlamındaki ayettir. Çünkü o takdirde bir eksiltme zulüm anlamındadır. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Hiç bir nefse hiç bir şeyle zulmolunmaz. (Hakkı) bir hardal danesi ağırlığınca olsa bile biz onu getiririz. Hesaba çekenler olarak biz yeteriz." (Enbiya, 22/47).
Bütün bunlar infakın Müslüman olsun olmasın genel olarak bütün fakirlere yapılacağını göstermektedir. Bu da Yüce Allah'ın, "Ona olan sevgilerine rağmen fakire, yetime ve esire yemek yedirirler. Biz size ancak Allah'ın rızası için yediriyoruz. Sizden ne bir teşekkür, ne bir karşılık isteriz.'" (İnsan, 76/8-9). Esir ise Darül-İslâm'da âdeten ancak müşrik olur. Yüce Allah'ın şu buyruğu da buna benzemektedir: "Sizinle din hususunda savaşmamış, sizi yurtlarınızdan çıkarmamış olanlara iyilik yapmanızı ve onlara adaletle davranmanızı Allah size yasaklamaz." (Mumtahine, 60/8).
Buharî ve Müslim'de Ebu Hureyre'den rivayet edilen şu hadis-i şerif de bunu desteklemektedir: "Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Adamın birisi dedi ki: bu gece bir sadaka vereceğim. Sadakasını alıp çıktı ve onu zaniye bir kadına verdi. Sabah olunca insanlar "Zaniye bir kadına sadaka verildi" diye söz etmeye başladılar. O kişi "Allahım zaniye birisine verdiğim sadaka dolayısıyla sana hamdederim" dedi. Yine "Bu gece bir sadaka vereceğim" dedi ve onu zengin birisine verdi. Sabah olunca insanlar "Bu gece bir zengine sadaka verildi" diye söz etmeye başladılar. Adam, "Allahım bir zengine verdiğim sadakadan dolayı sana hamdederim" dedi. Bu gece yine bir sadaka vereceğim dedi, onu da bir hırsıza verdi. Sabah olunca insanlar, "Bu gece hırsız birisine sadaka verildi" diye söz etmeye başladılar. Adam yine, "Allahım zina eden bir kadına, bir zengine ve bir hırsıza verdiğim sadakadan dolayı sana hamdederim" dedi. Ona şöyle denildi: Verdiğin sadaka kabul edildi. Zaniye kadın olur ki sadaka sayesinde iffetini korur, zinadan vazgeçer. Zengin de belki ibret alır, Allah'ın ona verdiğinden infak eder. Hırsız da muhtemeldir ki ona verdiğin sadaka sayesinde iffetini koruyup hırsızlıktan uzak durur."
Daha sonra Yüce Allah insanlar arasında sadakaya en lâyık olanları beyan etmektedir. Bunlar ise aşağıdaki beş niteliğe sahip olan fakirlerdir:
1- Allah yolunda kendilerini vakfetmek: Yani cihad veya ilim tahsili gibi Allah'ın rızası uğrunda çalışmak üzere kendilerini vakfetmiş kimseler. Çünkü bunlar başkaları gibi kazanç elde etmek için uğraşacak olurlarsa kamu maslahatları işlemez olur. Bunlar ümmetin fedaileri, koruyucularıdırlar. Barış ve savaş vakitlerinde, zorlu, bunalımlı veya mihnetli zamanlarda, bolluk, mutluluk yahut yokluk zamanlarında ümmetin yön verici kumandanları durumundadırlar. Bu ayet-i kerimenin Suffe Ehli hakkında nazil olduğunu öğrenmiş bulunuyoruz. Suffe Ehli yaklaşık dört yüz kişi civarında muhacirlerin fakirlerinden oluşmaktaydı. Bunlar Mescidin sofasında murabıt kimselerdi. Geceleyin Kur'an öğrenir, gündüzün cihad ederlerdi. İbni Abbas'tan rivayet edildiğine göre Resulullah (s.a.) bir gün Ashab-ı Suffan'ın başında durdu. Onların fakirliklerini, sıkıntılarını ve buna rağmen kalplerinin hoşluğunu görünce dedi ki: "Müjdeler olsun sizlere ey Suffa ashabı, benim ümmetimden her kim sizin sahip olduğunuz bu niteliklere sahip kalmaya devam eder ve içinde bulunduğu durumdan razı olursa, o benim yol arkadaşlarımdandır."
2- Kazanmaktan aciz olmak: "Yeryüzünde dolaşmaya gücü yetmeyen" yani ülkede yolculuk yapıp dolaşma imkânını bulamayan kimseler. Yeryüzünde dolaşmak, yolculuk yapmak demektir. Bundan aciz kalmanın birkaç sebebi vardır. Bunlar yaşlılık, hastalık, düşman korkusu ve buna benzer diğer bazı hususlardır.
3- İffetlilik: Bu, başkalarının elinde bulunana göz dikmeye tenezzül etmemek ve iffetlilik göstermektir. O kadar ki onların durumlarını bilmeyen kimse onları zengin sanır. Buna sebep ise elbiselerinde, hallerinde ve sözlerinde iffetleri, sabırları ve kanaatkârlıklarıdır. Bu anlamda olmak üzere Buharî ile Müslim tarafından Ebu Hureyre'nin şöyle dediği rivayet edilmektedir: Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Yoksul kimse şu bir yahut iki hurmadan, bir yahut iki lokmadan, bir ya da iki lokma yemekten mahrum ve dolaşıp duran kimse değildir. Asıl yoksul kendisini ihtiyaçtan kurtaracak bir varlığı olmayan, farkına varıl-mayıp kendisine tasaddukta bulunulmayan ve insanlardan bir şey istemeyen kimsedir."[41]
4- Onları diğerlerinden ayıran belirtiler: "Senin ise onları simalarından tanıdığın" yani alâmetlerinden tanıdığın. Onları tanımak müminin ferasetli olmasını [42]. deneyenin tecrübesini, basiret ve akıl sahiplerinin zekâsını, onları tanıyan komşu ve akrabalardan sorup araştırmayı gerektirir. Kimi zaman zayıflık, çelimsizlik, güçsüzlük, üstünün başının eski püskü olması gibi dış görünümler de buna alâmet olabilir. Bazan bu ikna edici delil de olmayabilir. Çünkü kimileri kendilerine fakir süsünü verebilirler. Bazıları da izzet-i nefis sahibi olduğundan dolayı uygun elbise giyerler. Halbuki aslında o muhtaçtır, başkası ise fakirlik izhar ederken yalancılık etmektedir.
5- Hiç bir şekilde dilenmemek, dilenirken de ısrar etmemek: "Yüzsüzlük ederek insanlardan bir şey istemeyenler." Müfessirlerin cumhurunun görüşüne göre anlamı şudur: Bunlar tam anlamıyla dilencilikten uzak dururlar. Bu şekildeki bir iffetlilik onların değişmez niteliğidir. Yani ısrar ederek olsun, etmeyerek olsun asla insanlardan bir şey istemezler. Kimisi de şöyle demiştir: Burada kasıt ısrarla istemenin nefyedilmesidir. Yani onlar insanlardan ısrar etmeksizin isterler. İlk anda akla gelen ve anlaşılan budur. Yani onlar ısrar etmeksizin isterler, istedikleri vakit ısrar etmezler. İnsanlara ihtiyaçları olmayan şeyleri yüklemezler. Kendisini dilenmek ihtiyacında bırakmayacak kadar bir şeyleri olduğu halde dilenen bir kimse ısrarla istemiş olur. Bu buyrukta insanlardan ısrarla dilenenlerin durumunun kötülüğüne dikkat çekilmektedir. Günümüzdeki dilencilerin çoğunlukla gördüğümüz hali budur. Lafzı Müslim'e ait olmak üzere hadis imamları Muaviye b. Ebî Süfyan'dan şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Dilenmekte ısrar etmeyiniz. Allah'a yemin ederim sizden herhangi bir kimse benden bir şey ister de onun bu istemesi sonucu benden bir şey çıkarsa ve ben bunu istemeyerek ona vermişsem, benim ona verdiğimden asla ona bereket ihsan olunmaz."
Daha sonra ayet-i kerime küçük olsun büyük olsun, yapılan bütün infakla-rı mutlaka Allah'ın bildiğini belirttikten sonra o infaka götüren sebebin veya niyetin Allah için gizli olmadığı hatırlatılarak ayet sona ermektedir. Eziyet vermeksizin, iyi bir niyet ve ihlâsla yapılan infak verilecek olan mükâfatı güzel-leştirir. Kötü niyet ise karşılığın kötü olması sonucunu verir. Bu ise iyi ve güzel infaka teşvik, kötü infaktan da bir sakındırmadın
Daha sonra Yüce Allah bütün durum ve vakitlerde infak edenlerin sevabı ile infakm mükâfatını açıklamaktadır. Gece gündüz, gizli ve açık yollarla ta-sadduk edip ihtiyaç duyulduğu vakit herhangi bir infaktan geri durmayanların -ki az önce gördüğümüz Hz. Sa'd (r.a.)'a Resulullah (s.a.)'ın söylediklerinin geçtiği hadis-i şerifin de gösterdiği gibi aile halkına harcama da bu cins infaktan-dır. Rableri nezdinde eksiksiz ecri vardır. Bunların sevabını vermek yalnızca Allah'a aittir. Böylesi için ahirette korku yoktur. Ebediyyen üzüntü ile de karşılaşmaz. Yani kıyamet gününün dehşetli hallerinden karşı karşıya kalacağı haller için ona korku yoktur. Geriye bırakacağı çoluk çocuk ve dünya hayatından ve güzelliklerinden geride bıraktıkları için üzülmez. Çünkü artık o bütün bunlardan daha hayırlı olan şeylere doğru yol almıştır.
Gecenin gündüzden, gizlinin açıktan önce söz konusu edilmesi, gizlice verilen sadakanın açıktan verilen sadakadan daha faziletli görüldüğüne işaret etmek içindir. [43]
Faiz, Fert Ve Topluma Zararları
275- Riba yiyenler (kabirlerinden) ancak, çarpmaktan dolayı şeytanın kendilerini sar'aya düşürdüğü kimse gibi kalkarlar. Bu onların, "Alışveriş de ancak riba gibidir" demelerindendir. Halbuki Allah alışverişi helâl, ribayı haram kılmıştır. Her kime Rabbinden bir öğüt gelir de vazgeçerse geçen onundur, işi de Allah'tı kalmıştır. Kim de tekrar dönerse onlar da ateşliklerdir. Orada ebedî kakçıdırlar.
276- Allah ribayı yok eder. Sadakaları ise arttırır. Allah çok nankör ve günahkâr hiç bir kimseyi sevmez.
277- Şüphesiz iman edip de salih amel işleyen, namazı dosdoğru kılan, bir de zekâtı veren kimselerin Rableri katında ecirleri vardır. Onlar için hiç bir korku da yoktur, onlar üzülecek de değillerdir.
278- Ey iman edenler! Allah'tan korkun, faizden kalanı da bırakın, eğer müminler iseniz.
279- Şayet yapmaz iseniz, Allah'tan ve Rasulü tarafından size karşı savaş açıldığını bilin. Eğer tevbe ederseniz sermayeleriniz sizindir. Ne zulmediniz,ne de zulme uğrayınız.
280- Eğer darlık içinde ise geniş bir zamana lmH^r ona mühlet verin. Sadaka olarak hağ^şlnmunıa! ise sizin için daha hayırlıdır, eğer bilirseniz.
281- Allah'a döndürüleceğiniz bir günden korkun. Sonra herkese kazandığı eksiksiz verilecek ve onlara zulmedilmeyecektir.
Nüzul Sebebi
278. ve 279. ayetlerin nüzul sebebi ile ilgili olarak Ebu Yala Müsned'iade ve İbni Mende İbni Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Bize bu ayet-i kerimenin Sakiflilerden Amr b. Avf oğulları ile Mahzumoğullarmdan Muğîreoğullan hakkında nazil olduğu haberi ulaşmıştır. Muğîreoğullan Sakif-lilere faiz veriyorlardı. [44] Allah, Rasulüne Mekke'yi fethetmeyi nasip edince o gün bütün faizi kaldırdı. Bu sefer Amroğulları ile Muğireoğulları Attâb b. Esid'e geldi. Esid, o sırada Mekke valisi idi. Muğireoğulları "Biz insanlar arasında faiz nedeniyle en fakir olduk"; Amroğulları ise Takat biz faizimizi alacağız diye anlaşmış idik" dediler. Bunun üzerine Attab bu hususta Resulullah (s.a.)'a mektup yazdı. Bu sebepten dolayı bu ayet ve ondan sonraki ayet nazil oldu.
İbni Cerir et-Taberî İkrime'den şöyle dediğini nakletmektedir: Bu ayet-i kerime Sakifliler hakkında nazil olmuştur. Amroğulları ve Umeyroğullanndan olan aralarında Mes'ud, Hubeyb ve Rabia'nın da bulunduğu Sakifliler hakkında nazil olmuştur.
Sakifliler, "Biz Allah'a ve Rasulüne karşı savaşacak güce sahip değiliz" diyerek tevbe ettiler ve yalnızca ana paralarını aldılar.
280. ayetin nüzulü ile ilgili olarak el-Kelbi der ki, Avf b. Umeyroğulları Muğireoğullanna şöyle dediler: Ana mallarımızı veriniz, faizi size bırakıyoruz.
Muğireoğulları, "Bugün ödeyebilecek imkâna sahip değiliz, o bakımdan meyveler olgunlaşmcaya kadar bize süre tanıyınız" dediler. Şu kadar var ki Amr b. Umeyyoğullan borçlarını ertelemeyi kabul etmediler. Bunun üzerine Yüce Allah, "Eğer o darlık içinde ise..." ayetini indirdi. [45]
Açıklaması
Faiz alıp mala olan sevgileri ve hevalarıyla amelleri sebebiyle faizi helâl görenlerin, insanların mallarını batıl yolla, emek ve gayret olmaksızın yiyenlerin ızdırap, huzursuzluk, vicdan azabı, çalışmaya ve dünyaya dalıp gitme açısından misalleri, şeytanın kendilerini sar*aya düşürdüğü, cinlerin çarptığı, sar"a ile telef ettiği kimselerin durumuna benzer. Bunlar ayrıca ahirette kabirlerinden diriliş ve amellerinin görülmesi için kalkacakları vakit, hareketleri itibariyle daha çok dengesiz ve daha çok düzensiz ve ağır olacaklardır. Buna sebep ise faiz yoluyla yedikleri haram malın kendilerine vereceği ağırlıktır. Bu, ayağa kalkıp doğrulmak istedikleri her seferinde tökezleyip düşmek suretiyle diğer insanlardan ayrı bir özellikte olmalarına sebep olacaktır. Bu manzara son derece acıklı ve ürkütücüdür. Çağdaş dünyada kapitalist faizci düzenin sebep olduğu sarsıntı, huzursuzluk, çalkantı, sinirsel ve ruhsal hastalıkların da delilidir.
Müfessirlerin çoğunluğu Yüce Allah'ın, "Riba yiyenler... kalkarlar" buyru-ğundaki "kalkmanın" kıyamet gününde kabirlerinden dirilmek ve amellerinin karşılığını görmek için kalkmak olduğu kanaatindedirler. Bu gibi kimselerin belirgin özelliği kabirlerinden ancak şeytanın bir kimseyi sar'aya düşürüp davranışlarının düzenini bozduğu haldeyken bu halin kalkması gibi kalkmaktır. İbni Abbas -İbni Ebi Hatim'in rivayetine göre- şöyle demiştir: "Faiz yiyen kimse kıyamet gününde boğulan bir deli olarak diriltilecektir."
Bazıları da (İbni Abbas, İkrime, Said b. Cübeyr, Hasan-ı Basrî, Katade ve Mukatil b. Hayyân) "Bunlar kıyamet gününde... kalkarlar" demekle yetinmişlerdir. "Kalkma* kelimesinin kullanılması bir işin yapılmasında çalışmanın en belirgin alâmetlerinden oluşundan dolayıdır.
Bunun sebebi ise, yanlış düşünüp batıl tasarıylarıyla faizi alışveriş gibi anlamalarıdır. Yani borcun vadesi geldiği vakit vade sonunda alman faiz fazla-lağı, akdin başındaki bizzat ana bedel gibidir, derlerdi. Çünkü Araplar ancak bu faiz türünü biliyorlardı. Alacaklarının vakti geldi mi borçluya, "ya borcunu öde, yahut da faiz ver" yani borcun miktarını artır derlerdi. Yüce Allah bunu kendilerine haram kıldı. Diğer bir ifade ile, bir malı satmak caiz olduğu gibi, ihtiyaç zamanında "Ne diye bir dirhem alıp kolaylıkla ödeyebileceğin vakit iki dirhem ödemen uygun olmasın? Her ikisinde de fazlalık sebebi birdir, bu da vadedir" diyorlardı.
Yüce Allah, "Allah alışverişi helâl, ribayı haram kılmıştır" şeklindeki hak buyruğu ile onların görüşlerini reddetti, kıyaslarının fasit bir kıyas olduğunu açıkladı. Yani alışveriş ancak ihtiyaç için yapılır. Alışveriş karşılıklı bir değişimdir, onda bir aldatma yoktur. Faiz ise ihtiyaç içerisinde bulunanın ihtiyacını mutlak bir sömürüdür. Faizin karşılığında bir bedel veya bir ivaz yoktur [46] Bu bakımdan onların kıyaslan tutarsızdır. Yiyecek bir şey satın alıp hemen onun bedelini ödeyen kimse, o satın aldığı şeye yemek, tohumluk, hayat ve bedenini korumak maksadıyla bir şekilde faydalanma yoluyla yararlanmak için ihtiyaç duyar. Faiz alan kimse ise karşılıklı bir bedel akdi yapmamaktadır. O herhangi bir karşılık olmaksızın ödeme vadesi gelince borcun ana parasından ayrı bir fazlalık da almaktadır. Hatta bugünkü bankalar işlemleriyle üst üste yığılan veya mürekkep faizleri toplamakla cahiliye dönemi uygulamalarına benzer uygulamalarda bulunmaktadır. Onlar faiz aldıkları gibi yıllar geçtikçe faizin de faizini alırlar. O bakımdan banka hisselerine sahip olan kimseler kat kat faiz yer oldular. Bu fazlalığı ve ona bağlı olan diğer fazlalıkları almak ise çok büyük bir günahı gerektiriri zulümdür.
Faizin haram olduğu hükmü kendisine ulaşıp da daha önce yaptıklarından vazgeçenlerin cahiliye döneminde bu yasaktan önce almış oldukları geçmiş faizleri kendilerinindir. Affedilmesi yahut hakkında adaletle hükmedilmesi, kıyamet gününde sorumluluğunun kaldırılması Allah'a kalmış bir iştir. Her kim haram kılmışından sonra faiz almaya geri dönerse artık o, cezayı ve cehennem ateşinde ebedî kalmayı hak etmiştir. Burada "ebedî kalış"tan kasıt ise, bunu yapan kişi mümin ise onun bunu yaptığı için uzun süre orada kalacağını bildirmektir. Yaptığı işin ne kadar büyük olduğunun ifade edilmesi için bu tabir kullanılmıştır.
Daha sonra Yüce Allah faizin zararlarına ve faizin etkisini yok ettiğine dikkat çekmektedir. Allah faizin bereketini giderir. Gerçekte ve vakıada onu arttırmaz, onu çoğaltmaz. Zahiren faiz sebebiyle mal artış gösterse bile sonunda o kaybolup yok olmaya gitmektedir. Sadakaya gelince, Allah onu artırır, bereketlendirir, sevabını kat kat verir. Dünyada sadaka hiç bir zaman bir malı eksiltmez. Allah sadaka veren kimseye alış veriş yahut arazisinin, malının veya eşyasının bedelinin yükselmesiyle onun yerine daha hayırlısını verir. Ahi-rette ise sadaka veren kişi amelinin sevabını kat kat alır. Sadakadaki manevî çoğalmanın görülür hallerinden birisi de, sadaka veren kişinin Allah nezdinde de insanlar tarafından da sevilen bir kisme olmasıdır. Böyle bir kimse kıskanılmaz, ona buğzedilmez, malı çalınmaz ve ona eziyet edilmez. Faizin bereketinin giderildiğinin görülür hallerinden birisi ise, faizcinin Allah nezdinde de insanlar tarafından da buğzedilen, sevilmeyen bir kimse olmasıdır. Herkes onu kıskanır. Eğer hoşlanılmayacak bir durumla karşılaşırsa herkes buna sevinir. Herkes onun uğursuz ve kötü akıbetini bekler. Bu faizcilerde gözlemlenen bir husustur. Bunlar ellerindeki malları çabucak yok ederler. Sağlık ve servetlerin-deki akıbetleri ise son derece kötü olur. Belli bir süre zengin gibi görünseler dahi, sonunda fakirlik çoğu zaman onları perişan eder. Buharî ve Müslim Ebu Hureyre'den şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Her kim helâl bir kazançtan bir hurma kadar bir şey sadaka verirse -ki yüce Allah ancak helâl ve temiz olanı kabul eder- Allah onu sağ eliyle kabul eder. Sonra o sadakayı sizden herhangi bir kimsenin tayını besleyip büyütmesi gibi besleyip büyütür, ta ki bir dağ kadar olana dek."
Sadakanın artışı böyledir. Faize gelince: Ayet-i kerime onun bereketinin giderilmesinden başka Allah'ın faiz alanı cezalandıracağını ve ona buğzedece-ğini, haramları işleyip onları helâl kabul etmekte ısrar eden hiç bir kimseden razı olmayacağını, oldukça nankör yani Allah'ın kendisine ihsan etmiş olduğu nimetleri inkârda aşırı giden ve bunu sürdüren, Allah yolunda o malından in-fak etmeyen kimseye buğzedeceğini de beyan etmektedir. Ayrıca Yüce Allah günah ya da masiyetleri işlemeye dalıp giden ve zor durumda olanların ihtiyaçlarını fırsat bilip sömüren her günahkâra da buğzeder. İşte bu, faizin ne kadar büyük bir cürüm olduğunu ve faizin esasen Müslümanların değil, kâfirlerin bir işi olduğunu ilân edip haber vermektedir.
Daha sonra Yüce Allah -Kur"an-ı Kerim'de âdet olduğu üzere- günahkâr kâfirlerin işlerini salih müminlerin işleri ile karşılaştırmaktadır. Böylelikle iki kesim arasındaki fark açıkça ortaya çıksın ve bu inkarcının bu işten vazgeçmesini, bu emre riayet etmesini daha bir hissettirsin. Bu maksatla Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: Allah'ı, Rasulünü, kendilerine gelen emir ve yasakları tasdik ederek ihtiyaç sahiplerini gözetip zor durumda olanlara mühlet vermek suretiyle ruhlarını ıslah ederek salih amel işleyen mümine rabbini hatırlatıp namazı dosdoğru kılan, fakirliğin yükünün hafifletilmesinde ve bir takım insanların sevgisini kazanmakta katkısı bulunan farz zekâtlarını veren kimseler için, işlerini görüp gözetmekle onları himaye eden Rableri katında hazırlanmış eksiksiz sevapları vardır. Onlar gelecekten korkmazlar ve geride bıraktıklarına da üzülmezler.
Yüce Allah'ın salih amellerin kapsamına girmekle birlikte özellikle namaz ve zekâtı zikretmesi onların önemini göstermektedir. Çünkü bunlar amelî ibadetlerin en büyük rükünlerindendirler.
Faiz yiyenler ile salih amel işleyen müminlerin görecekleri karşılıklar arasında, bu karşılaştırmadan sonra faizini terk etmeye ve onun çeşitli etkenlerinden kurtulmaya dair açık emirler gelmektedir. Bu emrin muhtevası şudur: Ey her türlü harama aykırı olan imana sahip olanlar! Emirlerini terk, yasaklarını işlemek karşılığında Rabbinizin verdiği cezadan kendinizi uzak tutunuz. Halen insanlardan almanız gereken arta kalan faizi bırakınız. Eğer gerçekten mümin kimselerden iseniz, sakın ha faizli ilişkilere girmeyiniz, aksi takdirde kâmil imana sahip müminler olamazsınız. Çünkü iman itaat ve emirlere bağlılıktır. İsyan ile birlikte iman olmaz. İman bir barış, bir rahmet, bir sevgi, bir görüp gözetmedir. Faiz alıp verme ile iman olmaz; çünkü faiz tamahtır, zulümdür, sömürüdür, insanî kardeşliğe aykırıdır. Daha sonra Yüce Allah bu emre aykırı hareket etmeye dair tehdidinden söz ederek şöyle buyurmaktadır:
Eğer faizi ve faizden arta kalanı terk etmeyecek olursanız şüphesiz o vakit Allah'a ve Rasulüne karşı savaş açmış olursunuz. Yani sizler O'nun şeriatı dışına çıkmış düşmanlarının durumuna düşersiniz. İşte "bilin" buyruğunun anlamı budur. Allah'ın savaşı, faizcilere Allah'ın gazabı ve onlardan alacağı intikamıdır. Dünyada onları zarara sokar, ahirette de cehennemde azaba mahkûm eder. Resulullah (s.a.)'ın savaşı ise ona düşmanlık etmektir. Allah'a ve Rasulüne savaş açan bir kimse, Allah'ın şeriat ve hükümlerini çiğnediği için kendisiyle savaşümayı hak eder.
Şayet Allah'ın emrine uyarak faizden vazgeçerseniz, o takdirde yalnızca ana mallarınızı alma hakkını kazanırsınız. Ne fazla ne eksik. Faiz almakla kimseye zulmetmeyiniz, mallarınızdan eksiğini almakla da zulme uğramayı-mz.
Daha sonra Yüce Allah borcunu ödeme gücünü bulamayan, zor durumda kalan kimseye mühlet vermeyi emrederek şunları vurgulamaktadır:
Eğer ödeme zorluğu çeken bir fakir ile muamelede bulunup bu kimse belirlenen sürede borcunu ödeme imkânını bulamazsa, ona rahatlıkla ödeyebileceği vakte ve bolluk zamanına kadar mühlet verin, süre tanıyın. Ta ki borcunu ödeme imkânını bulabilsin. Nitekim Resulullah (s.a.), Müslim ve başkalarının Ebu Hureyre'den naklettikleri bir hadis-i şerifte şöyle buyurmaktadır: "Bir müminin sıkıntısını açan kimsenin Allah da kıyamet günündeki sıkıntılarından bir sıkıntısını giderir. Zorluk içerisinde olan kimseye kolaylık sağlayan kimseye Allah dünyada da ahirette de kolaylık verir." Burada geçen zorluktan kasıt, mal bulamamaktan dolayı çekilen darlıktır.
Şayet ödeme zorluğu çeken kimseye veya borçluya borcun tümünden yahut bir kısmından onu ibra etmek suretiyle tasaddukta bulunursanız, bu sizin mühlet vermenizden, vadeyi ertelemenizden daha hayırlıdır. Allah katında daha çok sevabı gerektirir; eğer sizler bunun hayırlı olduğunu bilirseniz. Bir şeyi bilen bir kimse ise gereğince amel eder. Bu buyruk ödeme zorluğu çeken borçluya karşı hoşgörülü olmaya teşvik mahiyetindedir. Çünkü böyle davranmak bir dayanışma, destekleme ve karşılıklı merhametin ifadesidir. Nitekim Hz. Peygamber, Buharî, Müslim ve Nesaî'nin Ebu Musa'dan gelen rivayetlerinde şöyle buyurmaktadır: "Müminin mümine karşı durumu bir yapı gibidir. Biri ötekinin gücüne güç katar." Yine Hz. Peygamber Tahavî'nin el-Hasîb'den rivayetine göre şöyle buyurmuştur: "Ödeme zorluğu çeken bir kimseye mühlet tanıyanın tanıdığı her bir günü karşılığında bir sadakası olur." Daha sonra şöyle dedi: Her gün için o borcun misli sadaka vermiş gibi olur. Resulullah (s.a.) devamla buyurdu ki: Borç vadesi gelinceye kadar her bir gün için bir sadaka, eğer vade geldikten sonra yine ona mühlet verilirse her bir gün için o borcun misli bir sadaka vermiş kadar ecri vardır."
İmam Ahmed de İbni Ömer'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: " Buyurdu ki: "Duasının kabul edilmesini, sıkıntılarının giderilmesini isteyen bir kimse darlık içinde olan bir kimsenin sıkıntısını gidersin." Müslim, Ebu Mes'ud'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Sizden öncekilerden bir adam hesaba çekildi. Hayrına bir şey bulunmadı, ancak onun insanlarla beraber oturup kalktığı biliniyordu ve zengin bir kimse idi. Çocuklarına (veya kölelerine) ödeme zorluğu çekenleri bağışlamalarını emrederdi. Yüce Allah dedi ki: Böyle bir davranış göstermek ondan çok bize yakışır. Haydi onu affediniz." Ebul-Yesâr (Ka'b b. Amr)'ın rivayet ettiği uzunca bir hadiste -Ahmed ve Müslim'in rivayetine göre-Resulullah (s.a.)'ı şöyle buyururken dinlemiş: "Ödemekte zorluk çekene mühlet tanıyan yahut onun borcunu indiren kimseyi Allah kendi gölgesinde barındırır." Ödeme zorluğu çeken kimseye süre tanımak, kolaylıkla ödeyebileceği bir zamana kadar borcunu ertelemektir. Borcunu düşürmek ise, zimmetindeki alacağını kaldırmaktır.
Daha sonra Yüce Allah genel olarak takvalı olmayı emretmekte, kullarının kıyamet gününde kendilerini hesaba çekeceğine dikkatlerini çekmekte, takva sahiplerinin akıbetini belirterek, dünya ve dünyadaki malların zeval bulacağını hatırlatmaktadır. Bunun muhtevası da şöyledir: Yüce Allah'ın huzuruna döndürüleceğiniz çok büyük bir günden korkunuz, sakınınız. O günde işlediklerinizden dolayı sizi hesaba çekecek, hayır ya da şer olsun kazandıklarınızın karşılığını verecek. Hayra karşılık size sevap vereceği gibi, şerre karşılık da cezalandıracak. Herkese hayır ya da şer olsun kazandığının karşılığını verecektir. O günde size zulmedilmez, sevabınız eksiltilmez, cezanız arttırılmaz. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Kıyamet gününe ait adalet terazilerini koyarız. Hiç bir kimseye hiç bir şeyle zulmolunmdz. Bir hardal danesi ağırlığınca bile olsa biz onu getiririz. Hesap görücüler olarak biz yeteriz." (Enbiya, 21/47).
İbni Cüreyc dedi ki: "... bir günden korkun" ayeti, Resulullah (s.a.)'ın vefatından dokuz gün önce nazil oldu. Bundan sonra ise herhangi bir şey nazil olmadı. İbni Cübeyr ve Mukatil ise, yedi gün önce derler. Üç gün yahut üç saat (kısa süre) önce indiği de rivayet edilmiştir. Hz. Peygamber de, "Bu ayeti faiz ayeti ile borç ayeti arasına koyunuz" buyurdu.
İbni Ebî Hatim de Said b. Cübeyr'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Kur'an-ı Kerim'in tümü arasmda en son nazil olan "... günden korkun" ayetidir. Resulullah (s.a.) bu ayetin nüzulünden sonra dokuz gün daha yaşadı, sonra da Rebiülevvel ayının 2. günü (Pazartesi) vefat etti.
Nesaî ve başkaları da Abdullah b. Abbas'tan şöyle dediğini rivayet ederler: Kur'an-ı Kerim'den en son nazil olan, "Kendisinde Allah'a döndürüleceğiniz bir günden korkun" ayet-i kerimesidir. Bu ayetin nüzulü ile Peygamber (s.a.)'in vefatı arasında otuz bir günlük bir süre vardır. [47]
Faizin Haram Kılınma Aşamaları:
Yüce Allah Kur'an-ı Kerim'de faizi, içkiyi haram kıldığı gibi dört yerde haram kılmıştır. Aynı şekilde bu haram kılma dört aşamadan geçmiştir. Bunlardan birincisi Mekke'de, diğeri ise Medine'de inen buyruklarda gerçekleşmiştir:
1- Mekke'de Yüce Allah, "Artış göstersin diye faiz türünden insanlara verdiğiniz, Allah katında artmaz." (Rum, 30/39) buyruğunu indirmiştir. Bu buyruk Mekke'de inen şarap ile ilgili şu ayet-i kerimeye tekabül etmektedir: "Hurma ve üzüm ağaçlarının meyvelerinden de içki çıkarır ve güzel bir rızık edinirsiniz." (Nahl, 16/67). Her iki ayet-i kerimede haram kılmaya bir hazırlık, buna üstü kapalı bir ifade ve ondan sakınma zorunluluğuna bir işaret vardır.
2- Daha sonra Yüce Allah Medine'de kendilerine haram kılındığı halde faiz yiyen ve bu masiyetleri sebebiyle Allah'ın kendilerini cezalandırdığı Yahudilerin uygulamalarını anlatmakta ve şöyle buyurmaktadır: "Kendilerine yasaklanmış olmasına rağmen faiz almaları..."[48] (Nisa, 4/161). Bu da içkinin haram kılmışında ikinci aşamayı temsil eden şu buyruğu andırmaktadır: "Sana içkiyi ve kumarı sorarlar. De ki: İkisinde de hem büyük bir günah, hem de insanlar için bazı faydalar vardır. Fakat günahları faydalarından daha büyüktür." (Bakara, 2/219). Her iki ayet-i kerime de haram oldukları hususunda bir uyarma, buna dair bir ifade, bu emre aykırı hareket edenin cezalandırılacağına dair ilân vardır.
3- Daha sonra Yüce Allah kat kat oluncaya kadar artıp duran aşırı faizi yasaklamaktadır. Bu ise cahiliye döneminde görülen faiz uygulamasıdır: "Ey iman edenler! Faizi kat kat yemeyin..." (Âl-i İmran, 3/130) Bu da içkinin haram kılınış aşamalarından üçüncü aşamaya benzemektedir: "Ey iman edenler! Ne söylediğinizi bilinceye kadar sarhoş iken namaza yaklaşmayınız..." (Nisa, 4/43) Her iki ayette de cüz'î ve açık bir yasaklama vardır. Şu kadar var ki bu ayette yasaklanan cahiliye dönemi faizi olup aşırı faiz şekli yasaklanmaktadır. İçkiyi yasaklayan ayet-i kerimede de namaz kılınmak istendiği zaman sarhoşluk verici şeyin alınması cüz'î olarak yasaklanmaktadır.
4- Daha sonra hem faizi hem de içkiyi kesinlikle haram kılan buyruklar gelmektedir. Faize dair ayet-i kerimede Yüce Allah alacaklının sermayesinden fazla olan her şeyi yasaklamaktadır: "Ey iman edenler! Allah'tan korkun, faizden kalanı da bırakın. Eğer müminler iseniz..." ve diğer ayetler. İçki ile ilgili ayete gelince, Yüce Allah bütün hallerde ondan uzak durmayı emretmektedir: "Ey iman edenler! İçki, kumar, putlar ve fal okları şeytanın murdar işlerindendir. Artık onlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz." (Maide, 5/90).
Yüce Allah'ın, "Ve faizi haram kıldı" buyruğunda "er-riba" kelimesinin başında yer alan "elif, lâm" cins içindir. Yani Allah riba türünü haram kılmıştır.
Yoksa bu "elif, lâm" cahiliye dönemi faizi veya nesîe (vadeli) faizini ihtiva eden ve yalnızca o dönem için bilinen (mahud) faizi ifade etmemektedir. Nas, mutlak ifadesiyle bütün riba türlerini haram kılmaktadır. Tıpkı "Allah alışverişi helâl kılmıştır" buyruğundaki bütün alışveriş türlerini mubah kıldığı gibi. [49]
Vadeli Borcun Yazarak Yahut Şahitlikle Veya Rehin İle Belgelendirilmesi (Tevsiki)
282- Ey iman edenler! Belirlenmiş bir vadeye borçlandığınız zaman onu yazın. Aranızda bir kâtip adaletle yazsın. Kâtip Allah'ın kendisine öğrettiği gibi yazmaktan çekinmesin, yazsın. Üzerinde hak olan da yazdırsın. Rabbi olan Allah'tan korksun, ondan hiç bir şeyi eksik bırakmasın. Eğer üzerinde hak olan sefih veya zayıf olur yahut bizzat yazdırmaya gücü yetmezse onun velisi adaletle yazdırsın. Erkeklerinizden de iki şahit tutun. Eğer iki erkek bulunmazsa o halde razı olacağınız şahitlerden bir erkekle iki kadın olsun. Biri unutursa öteki ona hatırlatır, diye. Şahitler de davet edildikleri zaman kaçınmasınlar. Küçük veya büyük olsun ne ise onu vadesine kadar yazmaktan üşenmeyin. Bu Allah indinde adalete daha uygun, şehadet için daha sağlam ve şüpheye düşmemenize de daha yakındır. Meğer ki bu, aranızda devredeceğiniz hazır bir ticaret olsun. O zaman bunu yazmamanızda sizin için bir vebal yoktur. Alışveriş yaptığınız vakit de şahit tutun. Yazana da şahide de asla zarar verilmesin. Eğer yaparsanız bu size dokunacak bir fısk olur. Allah'tan korkun. Allah size öğretiyor. Allah her şeyi çok iyi bilendir.
283- Şayet bir yolculukta olup da kâtip bulamazsanız alacağınız rehinler (de yeter). Eğer biriniz diğerine güvenirse kendisine güvenilen kişi emanetini eksiksiz ödesin, Rabbi olan Allah'tan korksun. Şahitliği de gizlemeyin. Kim onu gizlerse muhakkak onun kalbi günahkârdır. Allah yaptıklarınızı çok iyi bilendir.
Açıklaması
Ey iman sıfatını elde etmiş kimseler! Satış selem yahut karz yoluyla zimmette vadeli olmak üzere borç muamelesinde bulunduğunuz vakit -herhangi bir şeyi vadeli bir bedelle sattığınız veya cins, tür ve miktarını açıklamakla birlikte tayin edilmiş bir vadeye bir malı peşin bir semen (bedel) ile satarsanız ki buna selem veya selef adı verilir; belli bir meblağı karz olarak verirse ve vadeli bir bedel muamelesinde bulunduğunuz takdirde- bu muameleye delâlet edecek şeyi günler, aylar veya seneleri belirterek, vadesini açıklayıp yazınız. Yani bu vade bilinen bir vade olmalıdır. Cumhurun görüşüne göre konuyla ilgili bilgisizliği ortadan kaldırmayan ekinlerin hasadı veya dövülmesi gibi bir vadeye bağlamayınız. Çünkü yazmak, üzerinde ittifak edilen şeyin tespitinde daha sağlam bir belgelendirme, anlaşmazlığı daha bir kaldırıcıdır.
Daha sonra Yüce Allah yazma keyfiyetini beyan etmekte ve bu işi kimin yapacağını tayin etmektedir. Buna göre, güvenilir, adaletli ve tarafsız, fakih (dinde bilgi sahibi), mütedeyyin ve uyanık bir kâtip, taraflardan herhangi birisine meyletmeksizin, hakkı açık ibarelerle yazsm, bir çok manaya gelme ihtimali olan lafızlardan kaçınsın. Böyle bir kimse tıpkı borçlu ile alacaklı arasındaki hakim gibidir. İşte bu, kâtipte adalet şartının arandığına delildir.
Daha sonra Yüce Allah kâtibe tavsiyede bulunmakta ve yazmaktan kaçınmasını yasaklamaktadır. Kâtiplerden herhangi bir kimse imkânı olduğu sürece borç belgesini, Allah'ın belge yazma hususunda kendisine öğrettiği şekilde yazmaktan kaçınmasın. Ne fazla ne eksik yazsın, ne de kimseye zarar versin. Yazma kabiliyeti Allah tarafından ona verilen bir nimettir. Gerektiğinde yazmaktan kaçınmaması o yazı nimetine şükrün bir ifadesidir. Bu, ücret ile yapılsa dahi böyledir. İşte bu, kâtibin sert hükümleri, örf ve düzen bakımından riayet edilmesi gereken şartları bilen kimse olmasının şart olduğuna delildir. Adalet şartı ilim şartından önce söz konusu edilmiştir. Çünkü burada adalet ilimden daha önemlidir. Adil bir kimse belge yazmanın gerektirdiği bilgileri öğrenebilir, fakat adil olmayan bir alimin sahip olduğu bilgi kendisini adalete götürmez; böyle bir kimse bozar, düzeltmez.
Yüce Allah'ın, "Yazmaktan çekinmesin" buyruğu adil ve alim bir kimsenin yazma ve buna benzer işleri yapmak üzere çağırıldığı vakit, bu çağrıyı kabul etmesinin vacip olduğuna delildir. Daha sonra Yüce Allah, hak ile yazmaktan çekinmeyi yasakladığını bir daha vurgulamaktadır. Çünkü belge hakların korunması ile alâkalıdır.
Daha sonra Yüce Allah kâtibe yazdırma işini yapacak olanın borçlunun kendisi olduğunu belirtmektedir. Çünkü ödeme yükümlülüğü olan kimsenin yazdırmasından emin olunur. Böylelikle onun beyanı ve yazdırması ona karşı bir delil olur. Daha sonra Yüce Allah ona iki şeyi tavsiye etmektedir: Birisi, üzerindeki hakkı eksiksiz olarak belirtmek suretiyle yazdırma hususunda Allah'tan korkması, diğeri ise üzerindeki haktan herhangi bir şeyi eksiltmemesi.
Dikkat edilecek olursa yazıcıya da adaletli olması emredilmektedir. Ne artırsın ne de eksiltsin. Borçlu olan kimseye ise yalnızca eksiltmesi yasaklanmaktadır. Çünkü bu, başkasından değil yalnızca ondan beklenen ve umulan bir şeydir.
Arkasından Yüce Allah ehliyeti eksik olanların (kısıtlıların) durumlarını açıklamaktadır. Şayet borçlu (üzerinde hak bulunan kişi) sefih, yani malını savurganca kullanan kıt akıllı ve malını idare edemeyen bir kimse veya çocuk, deli, bilgisiz ve aklî gücü meseleleri iyice hatırında tutmasma imkân vermeyecek kadar yaşlı ve güçsüz olur ya da cahil yahut kekeme, dilsiz, dili bağlı, kör vb. yazdırmaktan âciz bir kimse olursa, onun işlerini üstlenmiş bulunan kay-yum, vekil veya mütercim gibi velilerinin adalet ve insaf ile, fazlasız ve eksiksiz olarak kâtibe hakkı yazdırmaları gerekir.
Bundan sonra sıra ispata gelmektedir. Yüce Allah mendup olmak üzere olayların tespiti ve malların korunması için borçlanmaya şahit tutma yolunu göstermektedir. Şahit için öngörülen sayı ise iki erkek yahut bir erkek ve iki kadındır.
Yüce Allah'ın, "Erkeklerinizden" ifadesini kullanması şahitlerin Müslüman ve hür olmalarının şart olduğuna delildir. Çünkü yapılan açıklamalar bu türden kimselerin karşılıklı ilişkileri hakkında varit olmuştur. Şahitler hakkında aranan adalete gelince, ilim adamları bunu Yüce Allah'ın, "Ve sizden adaletli iki kişiyi şahit tutunuz." (Talâk, 65/2) buyruğu gereğince şart koşmuşlardır. [50]
Şahitliği Kabul ve Reddedilenler:
Ebu Yusuf un görüşüne göre hadleri gerektiren hayasızlıklarla büyük cezalan gerektiren günahlardan uzak durup farzları eda eden, iyi huylan küçük günahlanndan fazla olan kimsenin şahitliği kabul edilir. Çünkü günahsız kimse olamaz. Günahlan iyi huylanndan daha çok olan kimsenin şehadeti ise kabul edilmez. Kumar olmak üzere sartranç oynayanın, adil olmakla birlikte belli bir tevil ile değil de önemsiz görerek veya fasıklığı dolayısıyla beş vakit namazı cemaatle kılmayı terk edenin, yalan yere çokça yemin edenin, sabah namazının iki sünnetini devamlı terk edenin, aşırı yalancılıkla tanınanın, Resulullah (s.a.)'m ashabına açıktan şovenin ve insanlara yahut komşulara çokça şovenin, insanların fasık ve facir olmakla itham ettiği kimsenin şahitliği kabul edilmez. Ashaba sövmekle itham edilenin de şahitliği, başkalarının kendisi hakkında, "Biz onu söverken gördük" demeleri halinde kabul edilmez.
İbni Ebi Leylâ ve Ebu Hanife ise der ki: Adaletli heva ehlinin (cemaata uygun olmayan görüş sahiplerinin) şahitliği, Rafizüerden bir grup olan Hattâ-biye dışında kabul edilmiştir. Muhammed der ki: Haricilerin görüşünü kabul etmem, fakat Harûrîlerin şahitliğini kabul ederim. Çünkü onlar mallarımızı helâl görmezler. Harici olduklan takdirde ise helâl görürler. [51]
Cumhurun (Malik, Şafiî ve Ahmed'in) görüşü şahitlerin Müslüman olmasının da şart olduğu şeklindedir. Hanefîler ise kâfirlerin birbirleri hakkındaki şahitliğini caiz görürler. Çünkü Resulullah (s.a.) Yahudilerin, haklarında zina ettiklerine dair şahitlik ettiği iki Yahudiyi recmetmiştir.
İbnü'l-Kayyım, İ'lâmu'l-Muvakkiîn ile et-Turuku'l-Hükmiyye adlı eserlerinde şöyle der: Şeriatta beyyine (delil) şahitlikten daha geneldir. Kat'î karine gibi haklan kendisiyle açıkça ortaya çıktığı her şeye beyyine denir. O bakımdan bu anlamı ile Müslüman olmayanın şahitliğinin beyyine kapsamına girmesine -eğer hakim onun vasıtasıyla hakkı açıkça görebiliyor ise- bir engel yoktur.
Yüce Allah'ın, "O halde razı olacağınız şahitlerden..." buyruğu İslâm ve adalet şartını daha da tekit etmektedir. Çünkü bunun anlamı şudur: Şahitlerden veya kadınlardan din ve adaletlilerinden razı olduğunuz kimselerden... Kadınların şahitliğinin zayıflığı ve insanlann bu şahitliğe az güven duymalan sebebiyle bu vasıf gelmiştir. Bununla birlikte hitap -hakim olsunlar, başkalarından olsunlar- bütün insanlan kapsamaktadır. Cumhurun görüşüne göre tezkiye suretiyle şahitlerin adil olduklannın sabit olması kaçınılmaz bir şeydir. Ebu Hanife ise tezkiyeye gerek yoktur, der. Çünkü zahir bir fasıklıktan uzak durmakla birlikte, Müslüman olduğu açık olan her kişi -hali bilinmese dahi- adaletlidir.
Yüce Allah iki kadının şahitliğinin bir erkeğin şahitliği gibi değerlendirilme sebebini, yani kadınların şahitliğindeki muteber sayıyı tespitindeki sebebi söz konusu etmektedir. Bu da şahitliğin hükmünü korumak için hatırlatmaktır. Çünkü kadın iyi belleyemez, bu konuda az ihtimam gösterir ve unutabilir. O bakımdan onların her birisi ötekine hatırlatır. Gerçekte illet hatırlatma olduğundan dolayı, kadınlar da bu noktada unutkan oldukları için unutmak illet konumunda ifade edilmiştir. Yani burada sebep olan şey, sebep olunan şey gibi değerlendirilmiştir. Malî ilişkilere ve benzeri mübadelelere kadının fazla önem vermemesi, âdeten gö-rülegelen bir durumdur. O bakımdan kadının bu hususlara dair bilgileri sınırlı, tecrübesi az, malî konulara ihtimamı zayıftır. Çağımızda malî sorunlarla kadınların uğraşması bu hükmü değiştirmez. Çünkü hükümler daha genel ve çoğunlukla görülen haller hakkındadır. Kendilerine malî bir takım görevlerin verilmesine rağmen kadın çoğunlukla, kendisine verilen ve havale edilen işten başkasına pek önem vermez. Başkaları arasında malî problemler dolayısıyla ortaya çıkan anlaşmazlıklara pek iltifat etmez. Kadının görevlendirilmesine rağmen genel konulara veya malî konulara önem atfetmesi düzen, rahatlık ve temizlik bakımından evini ilgilendiren ihtiyaçlarını tasarlayıp ailesi için yiyecek ve içecek hazırlayıp çocukları terbiye etme işlerine ilgi duymasına nazaran daha sınırlı kalır. O bakımdan kendisinin özel alım satımları dışında karşılıklı muameleleri hatırlaması oldukça azdır. Kısacası hüküm çoğunlukla görülene göredir. Az ve nadir görülene itibar edilmez; şeriat genele bakar, onu göz önünde bulundurur.
Daha sonra Kur'an-ı Kerim oldukça önemli bir probleme dikkat çekmektedir. Bunun zıddı çağımızda hatta geçmişte de yaygın bir hal almıştır. Bu, şahitlikte bulunma meselesidir. Yüce Allah şahitlere tavsiyelerde bulunmakta, şahitlikten yüz çevirmelerini yahut gerek şahitliği hakim huzurunda yapmaktan, gerekse şahit olunması istenen hallere şahitlik etmekten gevşek davranmalarını, yüz çevirmelerini yasaklamaktadır. Tıpkı kâtip olana yazmayı kabul etmemeyi yasakladığı gibi. Şahitlerin şahitlik etmekten uzak durmaları (yani hakkında şahit olunan meselenin olaylarını bellemekten) imtina etmeleri, hakimin önünde şahitliği eda etmeyi kabul etmemeleri caiz değildir. Nitekim Yüce Allah bundan sonra, "Kim onu gizlerse muhakkak onun kalbi günahkârdır." (Bakara, 2/283) diye buyurmaktadır. Çünkü şahitlikte haklar sabit olur, zulüm ve haksızlık, zayıflara tasallut önlenir. Ayet-i kerime aynı şekilde hakimin huzuruna gidecek olanın da şahidin kendisi olduğunu göstermektedir.
er-Rabî bu ayet-i kerimenin, bir adamın pek çok kimseye gidip şahitlik etmeye çağırmasına rağmen onlardan herhangi birinin çağrısına cevap vermemesi üzerine indiğini rivayet etmektedir.
Daha sonra tekrar yazma işi ele alınmakta ve borçlanma akitlerinde yazma isteği bir daha pekiştirilmekte; borcun yazılmasından usanmayı veya yazılmasından üşenmeyi yasaklamaktadır. Borcun yazılmasında -ne kadar az olursa olsun- tembellik göstermemek, geri durmamak, utanmamak gerekir. Yazılması istenen borcun az ya da çok olması arasında fark yoktur. Böylelikle anlaşmazlıklar, ayrılıklar Önlenmiş ve hakkın aslı korunmuş olur.
İşte bu yazmanın, ispat delilleri arasında değerlendirildiğine ve hakkın alınacağı vadenin yani borçlunun ikrar ettiği ödeme vaktinin az ya da çok olsun borçlanmalarda yazılmasının istendiğine delildir.
Daha sonra Yüce Allah geçen emir ve yasaklardaki hikmeti beyan etmektedir. O da şudur: Kur'an-ı Kerim'in emretmiş olduğu yazma ve şahit tutma emri, Yüce Allah'ın hükmünü yerine getirmede adalete daha uygundur. Çünkü böyle bir iş doğruluğa daha yakın, yalandan daha uzaktır. Aynı şekilde taraflar arasında adaleti yerleştirmeye daha uygundur ve şahitliğin sağlıklı şekilde yapılmasına daha çok yardımcı olur. Borcun cinsi, türü, miktarı ve vadesinin tayini ile ilgili şüphelerin ortadan kaldırılmasına da daha yakındır. İşte bu üç meziyet borcun yazılma işini daha da pekiştirmektedir.
Bu, şahidin, durumunu hatırlamak üzere borcun yazılı olduğu vesikayı isteme hakkına sahip olduğunu da göstermektedir.
Daha sonra Kur'an-ı Kerim ticaret şartlarının gerektirdiği hürriyet, hareketlilik ve hızlılık şartları dolayısıyla yazma talebini daha bir hafifleterek yazmanın istenen bir şey olduğunu, ancak ticarette peşin alışverişin bundan müstesna olduğunu ve bu durumda yazmaya gerek olmadığını açıklamaktadır. Böyle bir durumda yazmanın terk edilmesinde bir günah ve bir mahzur yoktur. Çünkü yazmanın terk edilmesi anlaşmazlık ve davalaşma gibi bir sonuç doğurmayacaktır. Bu ise İslâm'ın vakıaya uygun karşılıklı ilişkilerin gerektirdiği tekâmül, hız ve maslahatı göz önünde bulundurma şartlarını olumlu karşılayıp değerlendirdiğini göstermektedir.
Hazır (peşin) ticarette yahut elden ele alınıp teslim edilen işlemlerde yazmamanın bir mahzuru olmadığı için satışlara şahit tutulması istenmektedir. Çünkü herhangi bir şeyi ele geçiren bir kimse bunu haksız olarak ele geçirmiş olabilir. O takdirde anlaşmazlık ve ayrılık baş gösterir. O bakımdan şahit tutmak daha ihtiyatlıdır ve yeterlidir. Vadeli muamelelerin, borçların ve selemin ise yazılması gerekir. Çünkü geçen zaman bunların kısmen unutulmalarına sebep olabilir ve buna bağlı olarak da anlaşmazlık ortaya çıkar.
Kâtip ve şahidin taraflar ile ilişkilerinde uyulması gereken temel ilke, zarar vermemektir. O bakımdan kâtip ve şahidin fazlalık, eksiklik, tahrif, karşılaşılan bir takım durumlara dair açıklama yapmayı terk etmek ya da gizli bazı hususlara dair onlardan istenen açıklamaları yapmamak gibi işlem yapan taraflardan birisine veya her ikisine zarar vermeleri caiz değildir. Aynı şekilde işlem taraflarının da kâtip ya da şahide zarar vermeleri, onları rahatsız etmeleri de caiz değildir. Bazı olayların tahrif edilmesi, meselâ bir kelime ya da bir kayda işareti ihmal etmek yahut korkutmak ya da rüşvet vaadi veya bir mal verme vaadi ile şehadette bulunmasını engellemeye çalışmak gibi yollarla kâtibe ya da şahide zarar vermeye ya da eziyet etmeye kalkışmak da işlem tarafları için caiz değildir. Çünkü İslâm hak ve adelet dinidir. Yüce Allah eksiksiz bir şekilde hak ve adaletin uygulanmasını emretmektedir.
Bunu ise daha sonra ayet-i kerimede gelen, "Eğer yaparsanız bu size dokunacak bir fi.sk olur" ifadesine göre yazıda ve şahitlikte tahrif ve değişiklik yapmak fısktır. Veya eğer size yasaklamış bulunduğum zarar vermeyi yapacak olursanız sizin bu işiniz size gelip çatan bir fasıldık ve itaatin dışına çıkmak olur.
Karşılıklı zarar vermenin yasaklanması ise "Yazana da şahide de asla zarar verilmesin" buyruğunda yer alan ve "zarar verilmesin" diye meali verilen (yadârre) kelimesinin aslının tahlilinden anlaşılmaktadır. Eğer bu kelimenin aslı (yüdâri) şeklinde birinci "re" harfi kesreli olup sonradan idğam meydana gelmiş ve fethanın hafifliği dolayısıyla cezimli (sakin) olan re de sonradan dönüşmüş ise, bunun manası şöyle olur: Kâtip de şahit de çağrıyı kabul etmemek yahut yazmada ve şahitlikte tahrif ve değişiklik yapmak suretiyle zarar vermesin. Şayet bunun aslı birinci "re" harfi üstün olarak (yüdârer) şeklinde ise -ki İbni Mes'ud da böyle okumuştur- o vakit bunun anlamı şöyledir: Hakkı isteyenin veya kendisinden hak talep edilenin onları yazmada ve şahitlikte onları doğrudan sapmaya mecbur etmek suretiyle kâtibe ve şahide herhangi bir zarar vermesi caiz değildir.
Daha sonra Yüce Allah emir ve yasağın akabinde kullanılan genel kaideyi hatırlatmaktadır. Bu ise Yüce Allah'ın emirlerini yerine getirmek, yasaklarından da sakınmak sebebiyle Allah'tan korkmak (takva sahibi olmak) emridir. Anlamı da şudur: Size vermiş olduğu bütün emirler ve size yasakladığı her hususta Allah'tan korkunuz. Sizi sakındırdığı "zarar verme" fiili de bu buyrukları arasında yer alır. O yüce Allah dünyanızı ıslah edecek, mallarınızı koruyacak şeyleri öğretir. Tıpkı din işinizi düzene koyacak şeyleri sizlere öğrettiği gibi. O her şeyi bilendir. Sizin açık ve gizli halleriniz ona gizli kalmaz. Herhangi bir şeyi şeriat olarak emir buyurduğu zaman kötülükleri betaraf edecek, faydaları sağlayacak şekilde kapsamlı ve bütün incelikleri kuşatan ilmi ile teşri buyurur. O'nun şeriatı bütünüyle hikmet ve adalettir.
Bu ayet-i kerime geçen bütün hükümlere uymanın hatırlatılması için böyle güzel bir öğütle sona ermekte ve her üç cümlede de lafza-i celâl şöylece tekrar edilmektedir: "Allah'tan korkun, Allah size öğretiyor, Allah her şeyi çok iyi bilendir." Bundan kasıt ise dinleyenin ruhunda ilâhî heybeti beslemek ve bu cümlelerin her birisinin muayyen bir hükmü ihtiva ettiğini vurgulamaktır.
Daha sonra açıklamalar yolculuğa uygun bir hükmü teşri etmeye geçmektedir. Bu ise borç halinde kendisi ile hakkın belgelendirildiği rehinlerdir. Vadeli satışların yazılarak ve onlara şahit tutularak ispat edilmesi ikamet halinde mümkün bir iştir. Yolculukta ise çoğunlukla buna imkân olmaz. O bakımdan Yüce Allah yolculuğa uygun bir iş olan rehin almayı meşru kılmıştır. Sünnet-i seniyye ikamet halinde de bunun caiz olduğuna delâlet etmektedir. Nesaî İbni Abbas'tan, Buharî ve Müslim de Hz. Aişe'den şöyle dediğini rivayet etmektedirler: "Hz. Peygamber Medine'de zırhını bir Yahudiye ailesi için aldığı 20 sa'lık arpa karşılığında rehin bırakmıştı."
Rehin ayetinin anlamı şudur: Eğer sizler yolculukta bulunur ve borçlanmayı güzelce yazabilecek bir kâtip bulamaz yahut yolculuk şartları oturup yazmaya elverişli olmaz ya da yazma gereçlerini bulamayacak olursanız, kabzede-bileceğiniz bir rehin ile bu işi belgelendiriniz.
Ayet-i kerimede rehin almanın yolculukta olmak ve kâtibin bulunmaması durumu ile kayıtlandınlması, yazmayı terke ruhsat teşkil eden özrü beyan etinekte ve rehini yazma yerine bir borç vesikası konumuna yerleştirmektedir. Diğer özürler arasından yalnızca yolculuğun söz konusu edilmesi görülen mazeretlerin çoğunluğunu teşkil etmesinden dolayıdır. Bu özellikle Kur"an-ı Ke-rim'in nüzul döneminde böyleydi. Çünkü savaşlar, çarpışmalar pek çoktu. Mana itibariyle bunun kapsamına her türlü mazeret de dahildir. Gece vakti, iş ve çalışmaların yoğunluğu, borçlunun iflas tehdidi ile karşı karşıya olması gibi. Ayet-i kerime kâtibin bulunmaması halinin yolculuk hali ile kayıtlı olduğuna, ikamet halinde olmadığına işaret etmektedir.
Fakat rehinin kabzedilmiş (alıkonulmuş) olmakla nitelendirilmesi, rehin bırakılan şey ele geçirilmedikçe rehin ile belgelendirme yönünün ortaya çıkmayacağını göstermektedir. Kabz şartının koşulması Hanefi'lere göre rehin bırakılan şeyin muayyen ve ifraz edilir olmasını gerektirir. Onlara göre ister paylaş-tınlabilen şeylerde olsun, ister paylaştınlamayan şeylerde olsun, muşâın reh-nedilmesi caiz değildir. Çünkü bunun kabzedilmesi mümkün olmamaktadır. Cumhur ise satılması ve hibesinde olduğu gibi muşâın rehnedilmesini de caiz görmüşlerdir. Bu durumda mürtehine (rehin alana) ortak olan her şey teslim edilir ve rehin edilen şey muhayee (sıra ile kullanma) yoluyla nöbetleşe teslim edilir.
Ayet-i kerime daha sonra taraflar arasında güven yolunun bulunma ihtimalini ele almaktadır. Eğer bazı alacaklılar kimi borçlulara güvenir ve (hakkındaki güzel zannı dolayısıyla) o kimsenin hakkı inkâr ve reddetmeyeceğinden emin olursa -ki buna emanet satışı denilir- bu sefer borçlu kimse, kendisine emanet edileni, yani alacaklının bu konuda kendisine güvenip de karşılığında rehin almadığı borcunu ona ödesin ve alacaklının kendisi hakkındaki güzel zannına lâyık olsun. Emanet mallarına hainlik etmemek, ödemeyi geciktirmemek hususunda^ da Rabbi olan Allah'tan korksun. Çünkü Allah şahitlerin en hayırlısıdır ve o kendisinden korkulmaya lâyık olandır.
Burada borca "emanet" adının verilmesi, alacağı karşılığında rehin almamak suretiyle alacaklının.borçluya güven duymasındandır. Yüce Allah'ın, "Ve Rabbi olan Allah'tan korksun" buyruğunda ulûhiyet ile rububiyet sıfatını bir arada zikretmesi, insanla kendisini besleyip büyüten, işlerini görüp gözeten, ona faydalı olan şeyleri çekip çeviren Rabbini gazaplandıran hainlikten sakındırmak hususunda tekit içindir.
Daha sonra Yüce Allah hakim huzurunda şahitlik yapmaktan yüz çevirmeye dair önceki yasağını tekit ederek, şahitliği gizlemeyi yani hakimin önünde şahitlik etmeyi kabul etmemek suretiyle hakkı saklamayı yasaklamaktadır. Burada tekrarlanan yasak emanet satışına uygun bir yasaklamadır. Bununla birlikte şahitlik edecek olan kimsenin (gizlemekten dolayı) görevini yapmaması daha da şiddetli bir şekilde ifade edilmekte, şahitliği gizlemenin cezasını ve günahını hak ettiği belirtilerek tehdit edilmektedir. Günahkâr ve fasık birbirine yakın kimseleri nitelendiren kavramlardır. Mana itibariyle şöyle buyurmaktadır: İhtiyaç duyulduğu vakit şahitlik etmekten kaçınmayınız. Şahitliği gizleyen yahut onu yapmayı kabul etmeyen günah işlemiş olur. Günahın yüklenmesi hususunda özellikle kalbin de zikredildiğini görüyoruz. Çünkü kalp duymanın, şuurun, olayları belleyip idrak etmenin merkezi ve günah işlenen azalardan bir tanesidir. Göze, kulağa ve benzeri azalara zina isnat edildiği gibi burada da günah kalbe isnat edilmiştir. Günah kimi zaman sair azaların ameliyle olabildiği gibi, kalbin ameliyle de olabilmektedir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Şüphesiz işitme, görme ve kalp, bütün bunlar ondan (günahtan) sorumludurlar." (İsrâ, 17/36). Kalbin günahlarından birisi de içinde kötülük saklamak, kötü niyet, kötü kasıt, kin ve hasettir.
Şahitliğin hakim huzurunda yapılması veya gizlenmesi gibi sözü geçen bütün amelleri ve diğerlerini elbette ki Allah bilir. Allah her şeyi bilendir, her şeyi görendir, onun karşılığını verir; hayırsa hayır, şer ise şer. O bakımdan Allah'ın emirlerine muhalefet etmekten ve masiyetleri işlemekten kaçının. Bunlardan birisi de şahitliği gizlemektir. O size neyi emrettiyse onu yapınız. Çünkü Yüce Allah'ın emri bütün amelleri kuşatan genel bir emirdir. [52]
Göklerin Ve Yerin Hakimiyeti Allah'ındır, O'nun Bilgisi Her Şeyi Kuşatmıştır, O Kullarını Davranışları Ve Niyetlerinden Dolayı Hesaba Çekecektir.
284- Göklerde ve yerde ne varsa (hepsi-dınr. Allah her şeye kadirdir.
Açıklaması
Yüce Allah bu ayet-i kerimede göklerin, yerin, onlarda ve aralarında bulunanların kendisinin mülkiyetinde olduğunu, her ikisinde olan her şeyi görüp onlardan haberdar olduğunu gizli-açık ve kalplerde bulunanların -istediği kadar küçük ve gizli olsun- O'na gizli olmayacağını, kullarının yaptıklarından ve kalplerinde gizlediklerinden dolayı onları hesaba çekeceğini -İbni Kesir*in de-dediği gibi haber vermektedir.
Mülkiyetiyle, yaratmasıyla, işlerini çekip çevirmesiyle ve ilmiyle kuşatmasıyla göklerde ve yerde ne varsa yalnız O'nundur. O her şeyi bilendir. Kalplerinizde bulunan kötülükleri ve kötülük işleme kararlarını açığa vursanız da, insanlardan bunları saklayıp gizleseniz de muhakkak Allah bunlara karşılık sizi hesaba çekecek, ondan dolayı sizi cezalandıracaktır. Yaptığınız hayırsa hayır, şer ise şer olarak karşılığını göreceksiniz.
O lütfuyla kullarından dilediği kimselere mağfiret eder. Cezalandırmayı dilediği kimseleri de cezalandırır. Allah'ın mağfiretine nail olmaya yardımcı olan hususlardan birisi de, kulunu tevbe etmeye, salih amel işlemeye muvaffak kılmasıdır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Rabbimiz, senin rahmetin ve ilmin her şeyi kuşatmıştır. Tevbe edenlere ve senin nuruna uyanlara mağfiret buyur. Onları cehennem azabından koru. Rabbimiz, onları, onların babalarından, eşlerinden ve zürriyetlerinden salih olanları da kendilerine vaad ettiğin Adn cennetlerine sok. Çünkü sen Aziz ve Hakîm olansın. Bir de onları kötülüklerden koru. Sen kimi kötülüklerden korursan, o günde ona rahmet buyurdun, demektir. Bu ise büyük kurtuluşun ta kendisidir." (Mü'min, 40/7-9).
Allah'ın kullarını hesaba çekmesi ise bütün amellerine onları muttali kılması, sonra da bu işi ne diye yaptıklarını sormasıdır. [53]
Peygamberlerin Risaletlerine İman Ve Tarata Göre Mükellefiyet
285- O Peygamber kendisine Rabbin-den indirilene iman etti, müminler de. Onların her biri Allah'a, O'nun meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman etti. "Peygamberlerinden hiç birini diğerinden ayırmayız. Dinledik, itaat ettik. Rabbimiz, senden mağfiret dileriz; dönüş ancak sanadır" dediler.
286- Allah hiç bir kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemez. Kazandığı kendisine, yaptığı da aleyhinedir. Rabbimiz, unuttuk yahut yanıldıy-sak bizi sorguya çekme. Rabbimiz, bizden öncekilere yüklediğin gibi üzerimize ağır yük yükleme. Rabbimiz, güç yetiremeyeceğimiz şeyi bize yükleme. Bizi affet, bize mağfiret buyur ve bize merhamet eyle. Sensin bizim mevlâ-mız. Kâfirler topluluğuna karşı da bize yardım et.
Nüzul Sebebi
Bundan önceki ayet-i kerimede, "Ayetlerden Çıkan Hükümler" başlığı altında Müslim ve Ahmed'in Ebu Hureyre'den yaptıkları rivayette bu ayetin nüzul sebebi açıklanmıştır. Müslim ve başkaları da İbni Abbas'tan buna yakın bir rivayette bulunmuşlardır. [54]
Açıklaması
Yüce Allah peygamberinden ve müminlerden inancın esaslarına iman. ettiklerinden söz edip haber vermekte ve şöyle buyurmaktadır: Allah'ın peygamberi Muhammed ve onun risaletine iman edenler, Muhammed'in kalbine Rabbi tarafından indirilen itikada dair buyruklara ve hükümlere kat'î bir bilgi ve tam bir itminan ile inandılar, tasdik ettiler. el-Hakim'in Müstedrek'inde rivayet ettiğine göre bu ayet-i kerime Resulullah (s.a.)'a nazil olunca, "İman etmesi onun için bir haktır" diye buyurmuştur.
Onların her birisi, Allah'ın varlığına, birliğine, yaratmadaki hikmetinin eksiksizliğine, Allah ve rasulleri arasında vahiy getirmek ve elçilik yapmak gibi bir çok görevleri bulunan meleklerin varlığına, insanları hidayete erdirmek için Allah'ın üzerlerine kitaplar, sahifeler indirmiş olduğu şerefli rasullerine iman etmişlerdir. Hepsi de şöyle derlemimiz ilke itibariyle risalet ve teşri bakımından peygamberler arasında fark gözetmeyiz ve onların davetleri birdir. Bu da Allah'ın varlığını, birliğini kabul etmek, ahlâkın üstün değerlerine çağırmaktır. Bundan önceki bir ayet-i kerimede geçen, "İşte biz bu peygamberlerin bazısını bazısına üstün kıldık." (Bakara, 2/253) buyruğundaki peygamberler arasında fazilet farkına gelince, bu, risalet ve teşriin dışında kalan diğer bir takım meziyetler hakkında söz konusudur. Ayrıca bu buyrukta Muhammed'e iman eden müminlerin, bazı peygamberlere iman edip diğer bir kısmını inkâr eden Kitap Ehl'inden üstün bir fazilete sahip olduklarına da bir işaret vardır.
Müminler dediler ki: Rasul bize vahyi tebliğ etmiştir. Biz onun sözünü üzerinde durup düşünerek, anlayarak, kabul ederek dinledik, verilen emirlere boyun eğerek, bağlanarak itaat ettik. Bütün emir ve yasakların dünya ve ahi-ret mutluluğu için olduğuna inanarak bunu yaptık.
Onlar Yüce Allah'tan, dünyada günahları örtülerek, ahirette de cezalarının verilmesini umarak mağfiret dilerler. Adeta, "Bütün işlerimizde tasarruf sahibi sensin, dönüş sanadır, senin huzuruna varılacaktır. Sen bize dilediğini yaparsın" derler. Hz. Cebrail dedi ki: "Muhakkak Allah sana ve ümmetine güzel bir şekilde övgüde bulunmuştur. İşte sana isteğin verilecektir." Bunun üzerine Hz. Peygamber, "Allah hiç bir kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemez" ayetini okudu ve oradaki dileklerin verilmesini istedi.
Allah kimseye takatinden fazlasını yüklemez. Bu Yüce Allah'ın onlara olan lütuf ve merhametinden dolayıdır. Yüce Allah'ın, "İçinizdekini açıklasınız da gizleseniz de Allah onunla sizi hesaba çeker" buyruğunda Ashab-ı kiram'm korkup çekindikleri şeyi açıklayan işte bu ayet-i kerimedir. Yani Yüce Allah eğer hesaba çekecek ve soracak olursa, böyle hesaba çeker ve sorar. Fakat O, ancak kulunun def etme ve yapmama imkânı bulduğu şeyler dolayısıyla azap verir. Kulunun savma gücü olmayan vesvese ve nefsî telkinlere gelince, hiç bir kimse bundan mükellef tutulmaz. Şunu bilmek de gerekir ki, kötü vesveseden nefret duymak imandan gelir.
Ağır tekliflerin yapılmayacağına, kolay tekliflerin yapılacağına ise Kur"an-ı Kerim'in bir çok ayetinde işaret edilmiştir. Yüce Allah'ın şu buyrukları bunlara misaldir: Allah size kolaylığı diler, sizin için güçlük dilemez." (Bakara, 2/185); "Ye dinde sizin için herhangi bir zorluk konmamıştır." (Hac, 22/78).
İnsan ruhunun, ağır olmayan ve katlanüabilen teklifin sınırları içerisine giren bir takım amelleri vardır; hayır kabilinden kazançları veya kötülüklerden aleyhine elde ettiklerini gerçekleştirirken yaptığı türden ameller... Buna karşılık hasardan kazançları için sevap vardır. Masiyetlerden elde ettiği serler için de cezalandırılması söz konusudur.
Kötülük kazanmak için "iktisâb" tabirinin kullanılması, kötülük işlemek için insanın kendisini zorlaması, sıkıntıya katlanması, plan kurması, tabiat ve örflerle çatışmasını gerektirdiğindendir. Hayrın kazanılması için fazla bir gayrete ihtiyaç yoktur. Çünkü Yüce Allah'ın insan tabiatına yerleştirdiği şey hayırdır, hayır işlerine temayülüdür. Hayır işlemekle nefis rahat eder. Hayır işlemek için korkmaya, tedbirler almaya gerek yoktur. Ruhunu arındıran ve yaratanın önünde zayıflığını, o büyük imtihan gününde ona muhtaç olduğunu, Allah'ın ve insanların önünde korkunç, kapsamlı ve inceden inceye hesabın sıkıntılarından kurtulma ihtiyacı hisseden insan hayra yönelir.
Daha sonra Yüce Allah kullarına şu duayı yapma irşadında bulunmaktadır; ayrıca bu duayı kabul edeceğini de onlara garantilemiştir. Bu dua şudur: "Rabbimiz, unuttuk yahut yanıldıysak bizi sorguya çekme!" Yani unutarak bir farzı terk eder yahut bir haram işler veya şer*î yönünü bilmediğimiz için amelimizde doğru olanın hangisi olduğunu yanılarak tespit edemezsek, bundan dolayı bizi cezalandırma! Bunu İbni Mace, Beyhakî, Taberanî ve Hâkim'in Ebu Zerr, İbni Abbas ve Sevbân'dan rivayet ettikleri Resulullah (s.a.)'ın şu buyruğu da desteklemektedir: "Muhakkak Yüce Allah ümmetimin yanılmasını, unutmasını ve yapmak üzere zorlandıkları şeyleri bana bağışlamıştır."
"Rabbimiz, bizden öncekilere yüklediğin gibi bize ağır yük yükleme!" Yani İs-railoğullan gibi bizden önce geçmiş ümmetlere yüklediğin gibi -güç yetirecek olsak dahi- ağır işler yapmayı bize yükleme. Meselâ İsrailoğullan'nın tevbesinin kabulü tevbe eden kimsenin kendini öldürmesi ile oluyordu. Zekât olarak malın dörtte birini vermeleri, necis olduğu vakit elbiseden necasetin bulaştığı yeri kesmeleri istenmişti. Resulullah (s.a.)'m risaletinde ise hafifletme, kolaylaştırma, müsamaha ve kolaylık vardır. Çünkü o bütün ümmetlere bağışlanmış rahmet peygamberidir. el-Hatîb ve başkalarının Hz. Cabir'den rivayetine göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Ben müsamahakâr, Hanîfdini ile gönderilmiş bulunuyorum."
"Rabbimiz güç yetiremeyeceğimiz şeyi bize yükleme." Yani altından kalkamayacağımız sorumluluklarla musibet ve belâlarla bizi yükümlü tutma. Güç yetiremeyeceğimiz fitnelere bizi müptelâ kılma. "Bizi affet!" Senin bildiğin bizimle senin arandaki kusur ve yanılmalarımızı affet! "Bize mağfiret buyur!" Bizimle senin kulların arasındaki günahları bağışla! Onları kusurlarımıza ve çirkin amellerimize muttali kılma. "Bize merhamet eyle!" Gelecekte karşılaşacağımız hallerde sen tevfikinde bizleri bir diğer günaha düşmekten koru!
Dikkat edilecek olursa, unutma ve yanılmadan dolayı sorumlu tutulmamak arkasından affedilmeyi, ağır yükün yükletilmemesi de mağfireti gerektirir. Güç yetirilemeyen şeylerin yükletilmemesi de merhameti gerektirir.
"Sensin bizim Mevlâmız!" İşlerimizin maliki ve yardımcımız sensin. Sana güvenip dayandık. Yardımı senden isteriz. Dayanağımız sensin. Bütün güç ve takatimiz ancak seninledir.
"Kâfirler topluluğuna karşı da bize yardım et!" Senin dinini reddeden, vahdaniyetini ve peygamberinin risaletini inkâr eden, senden başkasına ibadet eden, seninle birlikte kullarının bir kısmını sana ortak koşanlara karşı bizlere yardım et, bizi onlara karşı muzaffer kıl! Dünya ve ahirette onlara karşı güzel akıbet bizim olsun. Muaz (r.a.) bu sureyi bitirdiğinde "âmin" derdi.
Yüce Allah bu duayı kabul edeceğine dair teminat vermiştir. Müslim'in Sahih'iade Ebu Hureyre'den Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Allah, (Evet) kabul ettim, diye buyurdu." İbni Abbas'tan da şöyle rivayet edilmiştir: Resulullah (s.a.) dedi ki: "Allah, 'Bunu yaptım (duanızı kabul ettim)'diye buyurdu." [55]
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/10-12.
[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/15.
[3] Zemahşerî 1/291-292.
[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/19-21.
[5] es-Süddî'den nakledilen rivayette ise Ebu'l-Husayn adında olduğu zikredilmektedir.
[6] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/23.
[7] el-Bahru'l-Muhit, IF283.
[8] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/24-26.
[9] İbni Kesîr, 1/313.
[10] İbni Kesîr, 1/313.
[11] Kurtubî, III/284.
[12] Prof. Abdülvehhab en-Neccâr, Kasâsul-Enbiya, 81.
[13] Bahru1-Muh.lt, 11/289.
[14] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/29-31.
[15] es-Süddî dedi ki: Burada duvarların çatıları üstüne çöktüğü kastedilmektedir. Yani önce çatılar çökmüş, sonra da duvarlar çatıların üstüne yıkılmışta. Taberi de bunu tercih etmiştir.
es-Süddî'den başkaları da şunu demiştir: Bunun anlamı şudur: insanları boşalmış fakat onlar olduğu gibi ayakta duruyordu. Burada "hâviyeh" kelimesinin anlamı hâliyeh (yani boş ve icnha) demektir.
[16] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/34-36.
[17] el-Bahru'l-Muhît, ü/299.
[18] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/39.
[19] Bir rivayette de şöyle denilmektedir: Resulullah (s.a.)'ın önüne bin dinar bıraktı. Resulullah (s.a.) bunları eline alıp, "Bundan sonra yapacaklarının Osman'a bir zararı olmaz." demeye koyuldu.
[20] Nisaburî, Esbâbu'n-Nüzûl, 47-48; Kurtubî, III/303.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/43-44.
[21] el-Bahru'l-Muhît, 11/310.
[22] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/44-47.
[23] İbni Abbas dedi ki: Bunun anlamı "tasdik ederek ve yakîn ile" demektir. Katâde der ki: İçlerinden ecrini umarak demektir. eş-Şa'bî, es-Süddî ve başkalarına göre ise bunun anlamı, "yakîn duyarak" demektir. Yani onlann nefislerinin basiretleri vardır. Bu basiretleri dolayısıyla Yüce Allah'a itaat uğrunda infak üzere onlara sebat verir. Kurtubî der ki: Bu üç görüş diğerlerinin görüşlerinden daha doğrudur. Kısaca bu kelimenin iki anlamı vardır. Ya Allah'ın sevabını kesin olarak alacağım bilmek ya da nefse iman üzere sebat kazandırmak, Allah yolunda infak için nefsiyle mücahede etmek. Yani nefsi cimrilik hastalığından, mal sevgisinden arındırıp temizlemektir. İkinci anlam daha uygundur. Çünkü orada "Nefislerinden" diye buyurmakta "nefislerine" diye buyurmamaktadır. Ebu Hayyân (el-Bahru'l-Muhît, 11/311) da der ki: Bunun anlamı şudur: Malını Allah rızası için harcayan kimse nefsine kısmen sebat kazandırmış olur. Malını da canını da birlikte feda eden kimse ise nefsine tamamıyla sebat veren kimsedir.
[24] İbni Kesîr, 1/319.
[25] Zemahşerî 1/299.
[26] Semûm (sam) yeli sıcak rüzgârdır. Çoğulu semaim gelir.
[27] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/52-54.
[28] Bunlar Resulullah (s.a.)'in mescidindeki iki direk arasında bulunan bir ipin üzerine asılırdı.
Muhacirlerin fakirleri de gelip ohdan yerlerdi. Kişi bu şekilde olgunlaşmadan kurumuş salkımları getirir ve bunları infak etmenin caiz olduğunu sanırdı.
[29] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/57-58.
[30] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/58-59.
[31] Bu hadisi Tirmizî de böylece rivayet etmiş ve "Hasen-gariptir" demiştir. Nesâi ve İbni Hibbân da Sahih'inde rivayet etmiştir.
[32] Hadisi Ahmed, Buharî, Müslim ve İbni Mace rivayet etmişlerdir.
[33] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/62-63.
[34] İbni Kesir, 1/323.
[35] en-Nisabûri, Esbabu'n-Nüzûl, 48-49.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/65-66.
[36] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/66-67.
[37] Kurtubî, III/337.
[38] Suffa ehli, Kureyşlilerin muhacirleri ar aşırıdandı. Medine'de herhangi bir mesken ve akrabaları yoktu. Mescidin soffasında kalır, geceleyin Kur'an öğrenir, gündüzün de hurma çekirdeği ayıklarlar ve Resulullah (s.a.)'ın gönderdiği seriyyelere çıkarlardı. Yanında ihtiyaç fazlası bulunan kimse akşam olunca onlara getirirdi.
[39] Süyutî der ki: Yezid ve babası meçhul iki ravidir.
[40] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/71-72.
[41] Hadisi Ahmed de İbni Mes'ud'dan rivayet etmiştir.
[42] Sünen'de yer alan hadis-i şerifte şöyle denilmektedir. "Müminin ferasetinden sakınınız. Çünkü şüphesiz ki o Allah'ın nuru ile bakar." Daha sonra Yüce Allah'ın, "Elbette bundan feraset sahibi olanlar için belgeler vardır." (Hicr, 15/75) buyruğunu okudu.
[43] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/73-76.
[44] Yani alacaklılar Sakîf oğullarından Amr oğulları idiler, (bkz. d-Bahrul-Muhtt, 11/339).
[45] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/81-82.
[46] el-Bahru1-Muh.lt, 11/335.
[47] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/82-86.
[48] Kurtubî der ki: Bununla Yüce Allah bizim için haram kılma hükmünü verdiği şer*î faizi kastetmemekte, haram olan malı kastetmektedir. Nitekim Yüce Allah, "... Haramı çokça yerler..." (Maide, 5/42) buyurmaktadır. Yani faiz olsun, Yahudi olmayanlara ait mallardan yemeyi helâl kabul ettikleri mallardan olsun, bütün haram mallar demektir.
[49] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/87-88.
[50] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/100-101.
[51] el-Bahru'l-Muhît, 11/347.
[52] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/102-107.
[53] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/117.
[54] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/121.
[55] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/122-125.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder