Güncel Duyuru: Öğrencilerimizin dikkatine ! Ücretsiz TEMEL ARAPÇA SARF&NAHİV derslerimizi Eklemeye başladık 1-13.Derse kadar Tamam(Elhamdü lillah) Tıkla Ders Sayfasına Git Tags:Online Arapça Dersleri Video,İslami ilimler Video Dersleri,İlahiyat Önlisans Arapça Video Dersleri,İlahiyat Arapça Video Dersleri,İmam Hatip Arapça Dersleri Video,İlitam Arapça Video Dersleri,Tefsir Dersleri Video,Hadis Dersleri Video,Fıkıh Dersleri Video,Arapça Dershaneniz,Kur'an,Sünnet,Arapça dersleri,tefsir oku,hadis,oku,Kuran meali oku,arapça öğreniyorum,arapça dilbilgisi video,arapça nahiv video,arapça sarf dersleri video,islami sohbetler

3-Al-i İmran Suresi Meali Tefsiri Oku-1.Bölüm: Tevhid Ve Kitabın İndirilişi-Kur'an-ı Kerim'de Muhkem Ve Müteşabih

ÂLİ İMRAN SURESİ

(Kur'an-ı Kerim'in üçüncü süresidir. Medine'de inmi$ olup, 200 ayet-i kerimedir. Enfal suresinden sonra nazil olmuştur.) [1]

Tevhid Ve Kitabın İndirilişi

1- Elif, Lâm, Mîm.

2- Allah; O'ndan başka ilâh yoktur. Hayy'dır, Kayyûm'dur.

3, 4- O sana Kitab'ı hakla, önündeküeri doğrulayıcı olarak indirdi. Bundan ön­ce de insanlar için hidayet olarak Tev­rat'ı ve İncil'i indirmişti. Furkan'ı da indirdi. Allah'ın ayetlerini inkâr eden­ler için nmıVmlrlrnk çetin bir azap var-dır. Allah Azîz'dir, intikam alıcıdır.

5- Şüphesiz Allah'a, yerde ve gökte hiç bir Şey gİZİİ lrnlırmtt-

6- Rahimlerde size nasıl dilerse öylece suret veren O'dur. Ondan başka hiç bir ilâh yoktur; Azîz'dir, Hakfm'dir.


Nüzul Sebebi

İbni Ebi Hâtûn, İbni Cerîr et-Taberî, İbni İshâk ve İbnül-Münzir'in[2] nak­lettiklerine göre bu ayet-i kerimeler, seksen küsuruncu ayete kadar, Necranlı Hıristiyanlar adına gelen heyet hakkında nazil olmuştur. Bu heyet Resulullah (s.a.)'ın huzuruna gelmişti. Yaklaşık altmış süvari idiler. Aralarında eşraftan on dört kişi vardı. Başlarında ise emirleri, vezirleri ve alimleri olan kişiler var­dı. Bunlar Hz. Meryem'in oğlu Hz. İsa hakkında Hz. Peygamberle tartıştılar ve O'na, "Onun babası kimdir?" diye sordular. Onlardan üç kişi konuştu. Bazen, "Meryem oğlu İsa ilâhtır, çünkü o ölüleri diriltir" dediler, bazen de, "O Allah'ın oğludur, çünkü onun babası yoktur" dediler. Kimi zaman da, "O üçün üçüncü-südür, çünkü Yüce Allah, "Dedik, yaptık" diye buyurmaktadır. Eğer Allah bir ve tek olsaydı, dedim ve yaptım, demesi gerekirdi" dediler.

Allah hakkında yalan söylediler, iftirada bulundular. Peygamber (s.a.) on­lara şöyle dedi: Çocuğun mutlaka babasına benzediğini bilmez misiniz? Onlar, biliyoruz dediler. Hz. Peygamber yine buyurdu: Rabbinizin ölmez olduğunu, İsa'nın ise fani olup hayatının son bulduğunu bilmez misiniz? Onlar yine, evet dediler. Hz. Peygamber tekrar sordu: Bizim Rabbimizin her şeyi koruyup gözet­tiğini ve ona rızık verdiğini bilmez siniz? Onlar, biliyoruz dediler. Hz. Peygam­ber sordu: Peki Hz. İsa bunların herhangi birisini yapabilir mi? Onlar yine, ha­yır dediler. Hz. Peygamber buyurdu ki: Bizim Rabbimiz rahimde nasıl dilerse öyle suret verir. Rabbimiz yemez, içmez ve def-i hacete çıkmaz. Onlar yine, evet dediler. Hz. Peygamber sordu: Bir kadın nasıl hamile kalıyorsa İsa'nın annesi­nin ona öyle hamile kaldığını, sonra bir kadın nasıl çocuğunu doğuruyorsa onu öylece doğurduğunu, daha sonra her küçük bebeğin beslendiği gibi onun da beslendiğini, sonra da yiyip içtiğini ve def-i hacete çıktığını bilmiyor musunuz? Onlar, biliyoruz deyince yine Hz. Peygamber şöyle sordu: Peki o takdirde İsa nasıl sizin ileri sürdüğünüz gibi olabilir? Verecek cevap bulamadılar, sustular. Yüce Allah da onlar hakkında Al-i İmran suresinin baş taraflarından itibaren seksen küsur ayetine kadar olan bölümünü indirdi. [3]



Açıklaması


Yüce Allah surenin başında teslis akidesini reddetmek üzere dinin esası olan tevhidi ispat ile başladı. Arkasından peygamberlere kitaplar indirdiğini,

Hz. İsa'nın da o peygamberler gibi bir peygamber olup ona da vahiy indirdiğini beyan etti. Yüce Allah'ın rahimlerde insanlara şekil veren mutlak kudret sahi­bi olduğunu açıkladı. Böylelikle Hz. İsa'nın babasız doğması dolayısıyla ileri sürülen kanaatleri reddetmiş oldu. Çünkü babasız doğmak ulûhiyyetin delili değildir. Hz. Adem de babasız ve annesiz olarak yaratılmıştır. Yaratan ise mut­lak ilâhtır. Yaratılan ise nasıl yaratüırsa yaratılsın, yine kuldur.

"Elif, Lâm, Mim" şeklindeki mukatta harfler, Kur*an'ın benzeri bir şeyi ge­tirsinler diye Araplara meydan okumak içindir. Kur'an onların dillerindeki ke­limelerden ve yine konuştukları harflerden oluşmaktadır ve onların kullandık­ları kelimeler de bu harflerin birleşmesiyle yapılmaktadır.

Allah varlık aleminde kendisinden başka hak mabud olmayandır. Çünkü kâinata ve nefislere egemen olan yaratıcı O'dur. Hayır O'ndandır, zararı önle­yen de O'dur. Başı ve sonu olmayan daimî hayat sahibi olan Hayy'dır. İşlerini çekip çeviren, onları yöneten ve yarattıklarını görüp gözetendir. Kayyûm'dur. Gökleri ve yeri de İsa'yı yaratmadan önce yaratan O'dur. Peki (Eğer yaratmada bir payı varsa) İsa'nın var olmasından önce de vefatından sonra da gökler ve yer nasıl bu şekilde var olabildiler?

Ya Muhammed, herhangi bir şüphe ve tereddüt söz konusu olmaksızın hak ile Kur'an'ı sana indiren Allah'tır. Bu Kur'an daha önceki peygamberlere indirilen kitapları doğrulayıcı ve destekleyicidir. O tafsili değil de vahyin aslına ve mutlak ilâhın tevhidine, üstün ahlâkî değerlere çağıran, haber ve müjdeler veren risaletin aslını topluca (icmalen) tasdik etmektedir. Önceki kitaplar ön­ceden haber ve müjdelerle bu kitabı doğrulamaktadır, o da onları doğrulamak­tadır. Çünkü Allah tarafından Muhammed (s.a.)'in peygamber olarak gönderi­leceği Kur'an-ı Kerim'in de onun üzerine indirileceği şeklindeki vaad ve müjde­lerine verdikleri haberlere uygun gelmiştir.

Yüce Allah Tevrat'ı Musa'ya, İncil'i de İsa'ya Kur'an-ı Kerim'den önce ken­di dönemlerindeki insanlara hidayet ve irşat olmak üzere indirmiştir. İsa'nın varlığından önce de sonra da vahiy ve şeriatleri indiren Allah'tır. Vahyin kay­nağı İsa değildir. O kendisinden başka diğer peygamberler gibi vahiy alan bir peygamberdir. Nasıl ilâh olabilir?

Allah Furkan'ı da indirmiştir. Furkan, hak ile batılı, doğruluğu ve sapıklı­ğı apaçık delil ve belgelerle kat'î olarak ayıran demektir.

Allah'ın vahdeniyetine, ona yakışmayan şeylerden onu tenzihe delâlet eden, Allah'ın apaçık ayetlerini inkâr edenler, yani batıla saparak bunları red­dedenler için bu küfür ve inkârları sebebiyle kıyamet gününde oldukça çetin bir azap vardır. Allah'ın ise hakimiyeti, egemenliği pek büyük, gücü kuvveti pek çoktur. Ayetlerini yalanlayan, şerefli rasullerine muhalefet edenlerden in­tikam alandır. O izzetiyle (güç ve kudretiyle) dilediğini gerçekleştirir, vahyine muhalefet edenlerden de intikam alır.

Kâinatta Yüce Allah'a hiçbir şey gizli kalmaz. O imanında samimi olanın da, kâfirin, münafikın, kalbi iman ve huzur ile dopdolu olduğu halde küfre yol alan kimsenin durumunu da bilir. İsa ve başkaları ise bunların herhangi birisi­ni bilemez. Peki nasıl ilâh olabilir.

Dilediği şekilde erkek ya da dişi, güzel ya da çirkin ve bunun dışında ka­lan istediği karakter, renk ve ölçülerde sağlam veya sakat olarak rahimde insa­nı yaratan Allah'tır. İsa ve başkaları ise, hiç bir kimseye rahimde suret vere­mez, hiç bir şey yaratamaz. Aksine ona suret verilir, annesinin rahminde o, Al­lah tarafındn yaratılır ve o rahimden çıkarak dünyaya gelir. Peki, bu nasıl ilâh olabilir?

Ondan başka ilâh yoktur, O Azîz'dir, Hakîm'dir. Yani yoktan var eden ya­ratıcı, ulûhiyyet hakkına ortaksız ve yalnız basma sahip, vahid, ehad, ferd ve samed, baba ve çocuk edinmekten münezzeh, her şeyi hikmete uygun olarak yerli yerince koyan, abes işlemekten münezzeh, hikmeti sonsuz, hakimdir. İşte bu Hz. İsa'nın Allah tarafından yaratılmış bir kul olduğunun apaçık delilidir. Allah diğer insanları nasıl yarattıysa İsa da Allah tarafından yaratılmıştır. Çünkü Allah İsa'ya da annesinin rahminde şekil vermiş, dilediği şekilde onu yaratmıştır. Peki o Hristiyanlann ileri sürdüğü gibi nasıl ilâh olabilir? Ayrıca onun yaratılışı da (diğer insanlar gibi) basamak basamak ilerlemiş, gelişmiştir. Bir durumdan bir duruma geçiş yapmıştır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyur­maktadır: "Sizi analarınızın karnında üç karanlık içinde bir yaratılıştan son­ra öbür yaratılışa geçirerek yaratıyor." (Zümer, 39/6). [4]



Kur'an-ı Kerim'de Muhkem Ve Müteşabih


7- Sana Kitab'ı indiren O'dur. Ondan bir kısnu muhkem ayetlerdir. Bunlar kitabın anasıdir. Diğer bir kısmı da müteşabihtir. Ama kalplerinde eğirilik olanlar sırf fitne aramak ve onu tevil etmek için onun müteşabih olanına uyarlar. Halbuki onun tevilini Al­lah'tan başkası bilmez, ilimde derinleş­miş planlan» ise, "Biz ona famnHılr. Hep-

si Rabbimiz nezdindendir" derler. Ol­gun akıllılardan başkası öğüt «lnum.

8- Rabbimiz, bizi hidayete ilettikten sonra kalplerimizi saptırma! Bize ka­tından bir rahmet bağışla. Muhakkak sen Vehhâb olansın.

9- Rabbimiz, onda hiç bir şüphe olma­yan bir günde insanları toplayacak olan ifMilifllrlralr sensin. Elbette Allah

vaadinden caymaz.



Açıklaması


Şanı Yüce Allah Kur'an-ı Kerim'de muhkem bir takım ayetlerle delâletleri itibariyle insanların bir çoğu ve bir kısmı için müteşabih ayetler bulunduğunu haber vermektedir. İbaresiyle muhkem olan ayet herhangi bir kimsenin hiç bir karışıldığa düşmeden açık delâletle anladığı ifadeleri bulunduran buyruklar­dır. Müteşabih ise lafzın zahiri ile ondan kastedilen mana arasındaki farklılık sebebiyle kendisinden neyin murad edildiği açıkça ortaya çıkmayan ve manası belirgin bir şekilde anlaşılmayan, ya da Yüce Allah'ın ahiret halleriyle ilgili, bilgisini yalnızca kendisine sakladığı hususlardır. Bu şekilde haber vermekle, zahiri itibariyle Hz. İsa'nın diğer insanlardan ayrıcalıklı olduğunu ifade eden Kur'an-ı Kerim'in bir takım ayetlerini delil gösteren Hristiyanların görüşlerini reddetmektedir. Bu buyruklarda geçen "kitap'tan kasıt, müfessirlerin ittifakı ile Kur'an-ı Kerim'dir. [5]



Muhkem:


Bunlar Yüce Allah'ın, "De ki: Gelin size Rabbinizin neleri haram kıldığını okuyayım: O'na hiç bir şeyi ortak koşmayın..." (En'am, 6/151) ile ondan sonra gelen 153. ayete kadar buyruklar; yine Yüce Allah'ın, "Rabbin şuna hükmetti ki: O'ndan başkasına ibadet etmeyesiniz..." (İsra, 17/23) ayeti ile ondan sonra gelen 26. ayete kadar olan buyruklar; Yüce Allah'ın Hz. İsa hakkında, "O an­cak kendisine nimet verdiğimiz bir kuldur ve biz onu îsrailoğullarına bir misal kıldık." (Zuhruf, 43/59) buyruğu gibi buyruklardır.

Kur'an-ı Kerim'in çoğunluğunu temsil eden ve farz hükümlere, itikat esas­larına, emre, yasağa, helâl ve harama dair olan bu ayetler ve onların benzerleri­nin tümü, kastedilen manaya açıkça delâlet etmekte, bir başka manaya gelme ihtimali bulunmamaktadır. Bu buyruklar Kitab'ın anasıdır. Yani Kur'an-ı Ke­rim'in aslı, dayanağı ve büyük çoğunluğudur. Diğerleri ise bunlardan dallanıp budaklanmakta, ona tabi bulunmaktadır. Diğerlerinden herhangi bir ayet bizim için iyice anlaşılamaz ise, bu ayet muhkem olan ayete havale edilir ve ona göre açıklanır. Meselâ, Yüce Allah'ın, Hz. İsa hakkındaki, "Meryem oğlu İsa Mesih yalnız Allah'ın peygamberi ve O'nun kelimesidir. O kelimeyi Meryem'e ilka etmiş­tir ve o ondan bir ruhtur." (Nisa, 4/171) buyruğu Yüce Allah'ın, "O ancak kendi­sine nimet verdiğimiz bir kuldur." (Zuhruf, 43/59) buyruğuna göre ve, "Muhak­kak İsa'nın misali Allah nezdinde Adem'in hali gibidir." (Âl-i İmran, 3/59) buyru­ğuna göre açıklanmıştır. Yani bizler bütün ayetlerin Allah nezdinden geldiğine ve bunların asıl olan muhkem ayetlere aykırı olmadıklarına iman ediyoruz. [6]



Müteşabih:


Yüce Allah'ın Hz. İsa hakkındaki, "... Ve onun kelimesidir, onu Meryem'e il­ka etmiştir. O ondan bir ruhtur." (Nisa, 4/171) ile, "Muhakkak ben senin canını alırım ve seni kendime kaldırırım." (Âl-i İmran, 3/55) gibi Hz. İsa hakkındaki buyruklanyla kendi zatı hakkındaki, "Rahman (olan Allah) Arş'a istiva etmiş­tir." (Tâ-Hâ, 20/5) üe "Allah'ın eli onların ellen üzerindedir." (Fetih, 48/10) buy­rukları müteşabih ayetlere örnektirler.

Bu ayet-i kerimelerin birkaç anlama gelme ihtimali vardır ve burada laf­zın zahiri kastedilen manadan farklıdır. Bu mana kimi zaman muhkeme uy­gun olabilir, kimi zaman -kastedilen anlam açısından değil- lafız ve terkip açı­sından bir başka şeye uygun düşebilir.

O bakımdan siz ey Hristiyanlar! Birden çok manaya gelme ihtimali bulu­nan ve müteşabihler arasında yer alan bu gibi ayetleri delil gösteremezsiniz. Size düşen Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi, Kur'an-ı Kerim'in muh­kem buyrukları yanında durmaktır: "Mesih Allah'a kul olmaktan asla çekin­mez. Mukarreb melekler de." (Nisa, 4/172).

Bu buyruktaki "müteşabih ve muhkem"in anlamı diğer ayetlerdeki anlam­larından farklıdır. Meselâ, Yüce Allah'ın, "Bütün ayetleri muhkem (sapasağlam kılınmış) bir kitap" (Hud, 11/1) buyruğunda Kur'an-ı Kerim'in tümü muhkem olmakla nitelendirilmiştir. Maksat ise, onda herhangi bir kusurun olmadığını, lafızları fasih, manaları sahih, söz düzeni sapasağlam ve güçlü, hikmeti kapsa­yan hak kelâm olduğunu ifade etmektir. Yine Kur'an-ı Kerim şu buyrukta mü­teşabih olmakla nitelendirilmiştir: "Allah sözün en güzelini müteşabih ve tekrar tekrar okunan bir kitap halinde indirmiştir." (Zümer, 39/33). Bunun anlamı ise ayetlerin güzellik, doğruluk, hidayet, çelişki ve tutarsızlıktan uzak olma bakı­mından birbirine benzediğidir. Nitekim Yüce Alah bir başka yerde şöyle bu­yurmaktadır: "Eğer o Allah'tan başkası nezdinden gelmiş olsaydı elbette onda birbirini tutmayan pek çok şeyler bulurlardı." (Nisa, 4/82).

Kalplerinde eğrilik bulunanlara, yani sapıklık ve haktan batıla doğru bir meyilleri bulunanlara gelince, onlar kendi nevalarına uyarak yapıştıkları mü-taşabihi delil alırlar. Onlar bunu kötü maksatları uğrunda tahrif etme imkânı bulmak için yaparlar ve herhangi bir kapalılığı bulunmayan muhkemi de bir kenara bırakırlar. Bundan maksatları ise insanları dinde fitneye (karışıklığa) düşürmek ve kendilerine uyanları saptırmak ve onlara kendi iddialarına Kur'an-ı Kerim'den deliller buldukları vehmini vermektir. Oysa Kur'an-ı Kerim lehlerine değil aleyhlerine delildir. Nitekim Hristiyanlar Kur'an-ı Kerim'in Hz. İsa'nın Allah'ın bir ruhu, Meryem'e ilka ettiği kelimesi ve kendinden bir ruh ol­duğunu belirttiğini delil gösterirken Yüce Allah'ın, "O ancak kendisine nimet ihsan ettiğimiz bir kuldur." (Zuhruf, 43/59) buyruğu ile "Muhakkak Allah nez-dinde İsa'nın misali Adem'in misali gibidir. Onu topraktan yarattı, sonra ona, "ol" dedi, o da oluverdi." (Âl-i İmran, 3/59) buyruklarını delil göstermeyi terk etmeleri halinde olduğu gibi.

Onlar aynı şekilde bu işe (yani mütaşabihlere tabi olmayı) Kur'an-ı Kerim'i gerçeğinden başka yönlere çekmek, istedikleri şekilde tahrif etmek kasdıyla yönelirler. Bunu yaparken de kendi nevalarına, geleneklerine ve miras aldıkları bilgilerine uyar, itikadın üzerinde yükseldiği muhkem esası terk ederler. Bu muhkem esas ise, Hz. İsa'nın Allah'ın kulu olduğu ve ona itaat ettiği gerçeğidir.

Müslim'in Hz. Aişe'den rivayet ettiğine göre Resulullah (s.a.) Yüce Al­lah'ın, "Sana Kitab'ı indiren O'dur. Ondan bir kısmı muhkem ayetlerdir. Bunlar Kitab'ın anasıdır, diğer bir kısmı da müteşabihtir" ayetini okuduktan sonra

şöyle buyurduğunu nakleder: "Sizler Kur'an-ı Kerim'in müteşabih olanına uyanları gördüğünüz vakit işte onlar Allah'ın sözünü ettiği kimselerdir, onlar­dan sakınınız." İbni Merdûveyh'in Abdullah b. Amr b. el-As'tan rivayet ettiğine göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Muhakkak Kur'an-ı Kerim bir kısmı bir kısmını yalanlasın diye nazil olmamıştır. Ondan bildiğinizle amel ediniz. Müteşabih olanına da iman ediniz." Müteşabihin tevilini Yüce Allah'tan başka­sı bilmez. Bu, Yüce Allah'ın ilmini kendisine sakladığı veya lafzıyla kastedilen mananın birbirine uymadığı buyruklardır. O bakımdan bunun gerçek manasını Allah'tan başkası bilemez. Ubeyy b. Ka'b, Aişe, İbni Abbas, İbni Ömer (r. an-hum) gibi Ashab-ı kiramdan bir topluluk (7. ayet-i kerimede) "Allah" lafza-i ce­lâli üzerinde vakıf yapmak (duraklamak) görüşündedirler. O bakımdan (mana şöyle olur): Müteşabihin tevilini Allah'tan başkası bilmez. "İlimde derinleşmiş olanlar" buyruğu ise yeni bir cümledir. "Onlar da: Ona iman ettik derler." Çün­kü Yüce Allah onları kendi zatına mutlak teslimiyetle nitelendirmektedir. Bir şeyi bilen kimse hakkında ise mutlak veya katıksız tesilmiyetten söz edilmez.

Ashab-ı kiramdan İbni Abbas'ın da içinde bulunduğu bir topluluğa ve on­lara uyan pek çok müfessire [7] ve usul alimlerine göre lafza-i celâl üzerinde va­kıf (duraklama) yapılmaz. "er-râsihûn=ilimde derinleşmiş olanlar" ona atfedil-miştir ki, şu anlamı ifade eder: Onun tevilini Allah'tan ve ilimde derinleşmiş olanlardan başkası bilmez. İbni Abbas der ki: Ben onun tevilini bilen, ilimde derinleşmiş olanlardanım. Buna göre müteşabih olanı ilimde derinleşmiş olan­lar bilir. Çünkü Yüce Allah bu konuda muhkem olanına aykırı kanaatlere git­mek, fitneye düşürmek ve saptırmak maksadıyla tevilin peşine takılanları yer­mektedir. İlimde derinleşmiş olanlar ise böyle değildir. Bunlar herhangi bir tu­tarsızlığı söz konusu olmayan sağlam yakin ehlidirler. Çünkü bunlar müteşabi-hi muhkem ile uyum sağlayacak şekilde anlarlar.

Yüce Allah'ın, "Biz ona inandık... derler." buyruğu ise yeni bir cümledir. Bilmeye de aykırı değildir. Bunlar muhkemi esas kabul eder, muhkemiyle mü-teşabihiyle hepsinin Allah'tan geldiğine, hepsinin hak ve doğru olduğuna, biri­nin ötekini doğruladığına iman ederler. Buna Resulullah (s.a.)'ın İbni Abbas'a, "Allah'ım dinde onu fakih kıl ve ona tevili öğret" şeklindeki duası da delildir.

Kur'an-ı Kerim bütün insanlara hidayet yolunu göstermek üzere nazil ol­makla birlikte, müteşabihin varlığındanmaksat, hikmet ve samimi iman sahibi ile imanı zayıf olanı birbirinden ayırt etmek ve dikkatle düşünen, araştıran, ilimde derinleşmiş kimselerin faziletini açıklamaktır. Çünkü böyleleri eşyanın hakikatini bilmeseler dahi kendilerine yapılan hitabı bilirler, anlarlar. Bu ba­kımdan Yüce Allah, "Olgun akıllılardan başkası öğüt almaz" diye buyurmakta­dır. Yani buyrukların anlamını doğru şekli ile anlayıp kavrayan ve üzerinde düşünen kimseler, sağlıklı akıllara ve doğru anlayışlara sahip olanlardır. Resulullah (s.a.), İbni Ebi Hatim'in Ashab-ı kiramdan Enes, Ebu Ümame ve Ebu'd-Derda'ya yetişmiş Tabiînden yaptığı rivayete göre ilimde derinleşmiş olanları nitelendirmiştir. Resulullah (s.a.)'a ilimde derinleşmiş olanlar hakkın­da soru sorulmuş, o da şöyle buyurmuştur: "Yemini doğru çıkan, dili doğru söy­leyen, kalbi istikamet üzere olan, midesi ve cinsel organı iffetli olan kimse, işte böyle bir kimse ilimde derinleşmiş olanlardandır."

Daha sonra Yüce Allah ilimde derinleşmiş bu gibi kimselerin müteşabihi anlamak üzere sebat için yaptıkları şu duaları zikretmektedir:

1- "Rabbimiz, bizi hidayete ilettikten sonra kalplerimizi saptırma!" Yani müteşabihe iman eden ve ilimde derinleşmiş olanlar, Allah'tan hidayet üzere sebat, hidayetten sonra da sapmaktan korumayı diler, Allah'tan bir rahmet ba­ğışlamasını, lütuf ve ihsanda bulunmasını, hayra, doğruya ulaşma muvaffaki­yetini isterler. Çünkü "şüphesiz sen bağışı pek çok olansın."

Hz. Aişe (r.anhâ) dedi ki: Resulullah (s.a.) çokça şu duayı okurdu: "Ey kalpleri döndürüp duran! Dinin üzere kalbime sebat ver." Ey Allah'ın Rasulü, bu duayı ne kadar da çok yapıyorsun dedim. Şöyle buyurdu: "Rahman olan Al­lah'ın iki parmağı arasında bulunmayan hiç bir kalp yoktur. Eğer O, o kalbi doğru tutmak isterse doğrultur, eğriltmek isterse eğriltir."

2- "Rabbimiz, onda hiç şüphe olmayan bir günde insanları toplayacak olan muhakkak sensin..." Yani, Rabbimiz şüphesiz ki sen insanları gerçekleşe­ceğinde hiç şüphe olmayan bir günde, amellerinin karşılığını vermek üzere top­layacaksın. Bu senin asla şaşmayacak olan hak vaadindir. Bize böyle bir du­anın öğretilmesi, öyle bir günde rahmeti alıp götüren sapıklığın kalbimize sız­masından korkma duygusuna sahip olalım diyedir. Ayrıca bu duada, kıyamet gününde öldükten sonra dirilişin kabul edildiği de ifade edilmektedir. [8]



Mala, Çocuklara Aldanan Kafirlerin Akıbeti Ve Buna Dair Bir Misal


10- O kâfirlerin mallarının da evlâtları­nın da Allah (in azabın)'a karşı hiçbir şekilde onlara faydaları olmaz, işte bizzat onlar ateşin yakacağıdırlar.

11- Tıpkı Firavun hanedanı ve onlar­dan evvel gelenlerin hali gibi. Ayetleri­mizi yalanladılar. Allflh da onları gü­nahlarından dolayı yakalayıverdi. Al­lah, azabı pek çetin olandır.

12- O inkâr edenlere de ki: "Yakında siz mağlûp olacak ve cehenneme sürü­leceksiniz. O ne kötü yataktır."

13- Muhakkak karşılaşan iki topluluk­ta sizin için bir ayet vardır. Bir toplu­luk Allah yolunda savaşıyor, diğeri ise kâfirdir. Onlar öbürlerini (Müslüman­ları) gözleriyle kendilerinin iki katı olarak görüyorlardı. Allah dilediğini yardımıyla destekler. Şüphesiz bunda basiret sahipleri için bir ibret vardır.


Nüzul Sebebi


12 ve 13. ayetlerin nüzulü ile ilgili olarak Ebu Davud'un Soner'inde ve el-Beyhakî'nin Delâil'inde İbni Âbbas'tan rivayet ettiklerine göre Resulullah (s.a.) Bedir savaşmda müşriklere yapacağını yaptıktan ve Medine'ye döndükten sonra Kaynuka oğulları çarşısında Yahudileri toplayıp şöyle dedi: "Ey Yahudiler toplu­luğu! Kureyş'in başına geleni Allah sizin de başınıza getirmeden önce İslâm'a gi­riniz." Ona şöyle cevap verdiler: "Ey Muhammedi Sen savaşı bilmeyen, bu konu­da cahil olan Kureyşlilerden bir topluluğu öldürdün diye aldanışa düşme! Çünkü sen Allah'a yemin ederiz, bizimle savaşacak olursan asıl savaşçıların bizler oldu­ğunu ve bizim gibileriyle karşılaşmadığını göreceksin." Bunun üzerine Yüce Al­lah, "O inkâr edenlere de ki: Yakında siz mağlup olacak... Basiret sahipleri için bir ibret vardır" buyruğuna kadar olan iki ayet-i kerimeyi inzal buyurdu [9]

1-el-Bahru'l-Muhit, 11/392.



Açıklaması


Yüce Allah kâfirlerin kıyamet gününde ateşin tutuşturucu yakıtı olacakla­rını, dünya hayatında kendilerine verilen mallarının, çocuklarının Allah nez-dinde kendilerine bir fayda sağlayamayacağını, Allah'ın azabından ve acıklı akıbetinden kurtaramayacağını haber vermektedir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onların ne malları ne evlâtları seni imrendirsin. Allah onları dünyada bunlarla bir azaba çarptırmayı ve kendileri kâfir oldukları halde can­larının güçlükle çıkmasını ister." (Tevbe, 9/85). Bu kâfirler, "Bizim servetimiz, çocuklarımız pek çoktur. Biz azaba uğratılmayacağız" diyorlardı. Yüce Allah ise şu buyruklanyla onların o sözlerini şöylece reddetmektedir: "Sizi bize yak­laştıracak olan mallarınız da değildir, evlâtlarınız da değildir. Ancak iman edip salih amel işleyenler müstesna." (Sebe, 34/37).

Yüce Allah'ın, "O kâfirlerin..." buyruğunun anlamı şudur: Onlar Allah'ın ayetlerini, peygmberlerini yalanladılar. Kitaba ters düştüler. Peygamberlerine indirdiği vahiyden yararlanmadılar. Bu ise hem Necran kafilesini ve Hristiyan-ları hem de Yahudileri ve müşrikleri kapsar.

İşte bütün bunları ne çocukları ne de malları kurtaracaktır. Bu şekilde uzaklaştırılanlar ateşin yakıtı ve ateşliklerdir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda di­le getirdiği gibi: "Gerçekten siz ve Allah'tan başka taptıklarınız cehennemin odunusunuz. Siz orayagireceksinizdir." (Enbiya, 21/98).

Muhammed (s.a.)'i ve onun şeriatını yalanlamaları ve bu konudaki tutum­ları, tıpkı Firavun'un hanedanına ve onlardan önce gelen Âd ve Semud kabile­leri gibi diğer kavimlerin haline benzer. Bunlar Allah'ın ayetlerini yalanlamış­lardı. Bundan ötürü de Allah onları çok güçlü ve muktedir, yüce zatın yakalayı-şı ile yakalamıştı. Zaten Allah cezası pek çetin, azabı pek güçlü olandır.

Daha sonra Yüce Allah, onları dünya hayatında cezalandırılmakla tehdit edip korkutarak buyurdu ki: Ya Muhammed, aralarında Yahudilerin de bulun­duğu kâfirlere de ki: Dünya hayatında pek yakında yenilgiye uğrayacaksınız. Kıyamet gününde de cehenneme götürülmek üzere toplanacaksınız. Kendiniz için hazırladığınız bu yatak ne kötüdür. Ey Yahudiler topluluğu! Allah'ın Bedir günü Kureyşlüere indirdiği gibi başınıza bir azap indirmesinden korkunuz. Onların başına gelen sizin başınıza gelmeden önce inkârdan vazgeçiniz. Çünkü sizler benim Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğumu biliyorsu­nuz. Bunu kitabınızda ve Allah'ın size indirdiği buyruklarda görmektesiniz.

Sizin yenik düşeceğinize, Allah'ın dinini destekleyip Rasulüne zafer vere­ceğine dair ayet yani belge ve alâmet ise, iki topluluğun karşı karşıya gelmesi­dir. Bunlardan bir tanesi mal çokluğu ile kendisini güçlü kabul ediyor, sayışma aldanmış, Allah'ı inkâr eden ve şeytanın yolunda çarpışan bir topluluktur ki, bunlar Bedir günü Kureyş müşrikleridir, diğeri ise sayıca az, Allah'a iman eden, Allah yolunda savaşan bir topluluktur ki bunlar da Bedir savaşındaki Müslümanlardır.

Müminlerin sayısı 313 kişi idi. Beraberlerinde iki at, altı zırh, sekiz kılıç vardı. Çoğunluğu ise piyade idi. Kâfirler ise yaklaşık bin kişi idiler. Yani Müslü­manların yaklaşık üç katı. Muhammed b. İshak'ın Urve b. ez-Zübeyr'den rivayet ettiğine göre Resulullah (s.a.) Kureyşlilerin sayısına dair Haccac oğullarının siya-hî kölesine soru sorunca "Onlar, pek çoktur" demişti. Hz. Peygamber "Her gün kaç tane deve kesiyorsunuz?" diye sorunca, köle, "Bir gün dokuz, bir gün on" de­mişti. Resulullah (s.a.) da, "Sayılan dokuz yüz ile bin arasındadır" demişti.

Fakat göz ile görmede -gözle görülen diğer şeyler gibi- ayet-i kerime kâfir­lerin yalnızca Müslümanların iki katı olduğuna delâlet etmektedir. Yani ger­çekte sayıca üç katları olmakla birlikte iki katları gibi görünüyorlardı. Çünkü Allah kâfirleri müminlerin gözünde az göstermişti, ta ki Müslüman bir kimse iki kâfir ile savaşsın. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "O halde eğer sizden sabırlı yüz kişi olursa iki yüz kişiyi yenerler. Eğer sizden bin kişi olursa Allah'ın izniyle iki bin kişiye galip gelirler. Allah sabredenlerle beraberdir." (En-fal, 8/66). Yani Yüce Allah kâfirleri sayılarından farklı göstermişti ki, bununla müminlerin kalpleri güç kazansın ve yüce Rablerinden yardım istesinler. Müş­rikler de müminleri gerçek sayılarının iki katı gibi görmüşlerdi. Böylelikle on­lar da korksunlar, dehşete kapılsınlar, dirençlerini kaybetsinler.

İşte bu Bedir*de olmuştu. Allah yardımıyla müminleri desteklemişti. Aynı şekilde Yüce Allah müminlere vaadini de gerçekleştirmiş ve Müslümanlar, ahitlerini bozan, antlaşmalarına hainlik eden ve Ahzab (yani Hendek) gazve­sinde müşrikler ile birlikte savaşa katılan Kurayza oğulları Yahudilerini de öl­dürmüşlerdi. Yine Müslümanlar İslâm'ın ve Müslümanların kutsallarına saldı­ran Nadir oğullarını da sürmüşler, Hayber*i fethetmişler ve kendileriyle sava­şıp öncelikle onlara düşmanca saldırıda bulunan, onlar dışında kalan diğer kâ­firleri de cizyeye bağlamışlardı.

Yüce Allah her zaman için dilediğine yardımcı olur, ona destek verir. Tıpkı düşmanların gözünde Müslümanları çok göstermek suretiyle ve buna karşılık Müslümanların gözünde de düşmanlarının sayısını az göstermek suretiyle Be­dir savaşında müminlere destek verdiği gibi. Nitekim Yüce Allah şöyle buyur­maktadır: "Hani siz karşılaştığınız zaman onları gözlerinize az gösteriyor, sizi de onların gözlerinden azaltıyordu. Ta ki Allah yerine gelmesi gereken emrini yerine getirsin. [10] Esasen, "Bütün işler yalnız Allah'a döndürülür." (Enfal, 8/44)

Yüce Allah bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "Andolsun ki siz zayıfken Allah size Bedir'deyardım etmişti..." (Al-i İmran, 3/120).

Müslümanların sayıca az olmalarına rağmen Bedir'de gerçekleşen bu za­fer, aslında aklını kullanıp düşünen, basiret ve düşüncesini faaliyete geçiren kimselere bir öğüttür. Bunlar bu öğüt sayesinde Yüce Allah'ın dünya ve ahiret-te mümin kullarına yardımcı olacağı, zafer vereceği şeklindeki hükmü, fiil ve cereyan eden kaderini anlayabilirler. Şu kadar var ki, mümin kulların Allah'ın dinine yardım etmeleri şarttır. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Ey iman edenler! Eğer Allah (m dinin)'a yardım ederseniz O da size yardım eder ve ayaklarınıza sebat verir." (Muhammed, 47/7); "Müminlere yardım etmek bizim üzerimize bir haktır." (Rum, 30/47). Mümin kimse ise diliyle iman ettiğini iddia edip ahlâkı ve ameli ile bu iddiasını yalanlayan kimse değil, Kur'an-ı Kerim'in mümin olduğuna tanıklık ettiği kimsedir. [11]



Dünyada Nefsin Arzuladıklarına Sevgi Beslemek


14" Kadoğullar, yığın yığın yük- lerle altm ve gömü^ aaima ga^ı aüar> davarlar ve ekin gibi arzulanan seyle- re sevgi insanlara süslü gösterildi. B«*lar dünya hayatının faydalarıdır. Güzel dönüş yeri ise Allah nezdinde-



Açıklaması


İnsanlara arzular sevdirildi, kalplerine ve gözlerine güzel gösterildi. O ka­dar ki bunlara duydukları sevgi içlerinde bir fitrî özellik halini almıştır. Kendi­sine süslü gösterilmeksizin bir şeyi seven bir kimsenin, bir gün gelip ondan yüz çevirmesi uzak değildir. Sevgisi kendisine süslü gösterilen kimse ise o şeyden kolay kolay yüz çeviremez. Kur"an-ı Kerim arzu edilen şeyleri onlar hakkında bizzat "arzunun kendisi" tabirini kullanarak ifade etmiştir. Böylelikle bunların arzulanan şeyler olduğunu mübalağa yoluyla ifade etmiş ve bununla -insan o şeye duyduğu sevgisini mutedil hale getirmeden, ona karşı içindeki güdüyü normalleştirmeden- şehvet ve arzunun yerilen bir şey olduğuna işaret etmiş ol­maktadır. Böylelikle dünyaya duyduğu sevgi onu kör bir sevgiye itmesin; geçici liderliğe, gelip geçen mala bağlılığı hakkın belirtilerini ortadan kaldırmaya, hak dine iman etmemeye sevk etmesin. O hakkı onlar çocuklarını tanıdıkları gibi tanırlar. Necran Hristiyanlan kafilesi ve onların dışındaki sair kâfir ön­derler gibi.

Arzulanan şeyleri süsleyen kimdir? Süsleyenin sınama ve imtihan için Al­lah olduğu söylenmiştir. Yani Yüce Allah insanların fıtratında bu arzulanan şeylere karşı sevgiyi yaratmıştır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Biz hangisi daha güzel amelde bulunacak diye sınamak için, yeryüzünde ne varsa ona bir süs kıldık." (Kehf, 18/7); "İşte biz her ümmete amellerini süslü gösterdik." (En'am, 6/108).

Süsleyenin vesvese ve arzu edilen şeylere duyulan eğilimleri güzelleştir­mek suretiyle ve saptırmak amacıyla şeytan olduğu da söylenmiştir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Hani şeytan onlara yaptıklarını süslü göster­mişti..." (Enfal, 8/48).

Durum her ne ise, İslâm hem din hem dünyadır. Bu ayet-i kerimeden ka­sıt, arzu duyulan şeylere karşı itidalli bir sevgiyi engellemek, yasaklamak de­ğildir. Yasak olan, arzulara aşırı bağlı kalmak, bunlarla haddi aşmamak, bun­larla akide ve dine baskın gelinceye kadar, ahireti ihmal edinceye kadar meş­gul olmamaktır. Buna delil ise Yüce Allah'ın şu buyruğudur: "De ki: Allah'ın kulları için çıkardığı ziyneti, temiz ve hoş rızıkları kim haram kılmıştır1?" (A'raf, 7/37).

Daha sonra yüce Allah arzu edilen ve lezzet alınan altı grup şeyden söz et­mektedir. Bu altı grup şunlardır: [12]



1- Kadınlar:


Erkek fıtrat olarak kadına bağlı, ona eğilimlidir. Kadın arzu edilen, ihti­mam gösterilen bir varlıktır. Erkeğin ruhu onunla sükûna kavuşur: "Size nefis­lerinizden, kendilerine ısınmanız için zevceler yaratmış olması, aranızda bir sevgi ve esirgeme yapması da O'nun ayetlerindendir." (Rum, 30/21). Erkek, ka­dını için cömertçe malını harcar. Yüce Allah burada önce kadınlardan söz et­mektedir. Çünkü kadınların fitnesi daha ağırdır. Nitekim sahih hadiste Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğu sabit olmuştur: "Benden sonra erkekler için kadınlardan daha zararlı bir fitne unsuru bırakmış değilim." [13]

Kadınlara duyulan sevgi zamanla geçmekle birlikte, bunun zamanla sev­gileri geçmeyen çocuklardan önce söz konusu edilmesi, çocuğa karşı duyulan sevgide kadına duyulan sevgide olduğu gibi aşırılığın olmayışındandır.

Eğer erkeğin kadına bağlılığı orta yollu ise ve bundan kasıt iffetini koru­yup çokça çocuk sahibi olmak ise, bu istenen ve teşvik edilen bir şeydir, şer'an da menduptur. Çünkü Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Dünya tümüyle bir metadır. Dünya metaının hayırlısı ise saliha kadındır."[14] Bir rivayette ise şöyle denilmektedir: "Dünya bir metadır. Dünya metaının hayırlısı ise saliha kadın­dır. Ona baktığı zaman onu sevindirir, ona emrettiği zaman ona itaat eder. Ya­nında hazır olmadığı zaman da hem kendi iffetinde hem de malında onu ko­rur." Resulullah (s.a.) kadına karşı makul bir sevgi beslemeyi yasaklamayarak şöyle buyurmuştur: "Bana dünyanızdan kadın ve hoş koku sevdirildi. Namaz ise gözümün bebeği yapıldı. " [15]



2- Çocuklar:


Bunlar, insanın kendi sulbünden gelen çocuklardır. Çocuklar insanın ciğe­rinin parçası, gözünün nurudur. Bununla birlikte sakınmayı gerektiren bir fit­nedirler. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Sizin mallarınız ve çocuklarınız bir fitnedir." (Teğâbün, 64/15) Çocukların fitne olması ise, kişinin onlar için mal toplamakla sınanması demektir.

Çocuklara ve zevcelere sevgi beslemenin sebebi birdir: Bu ise insan türü­nün kalıcılığı, geriye güzel bir iz, nam ve şan bırakma arzusudur.

Ayet-i kerimede "oğullar" tabiri kullanılmakla birlikte bu, kızları da kap­sar. Çünkü âdeten erkek çocuğa karşı duyulan sevgi, kız çocuğa duyulan sevgi­den daha güçlüdür. Ayrıca namın insanlar arasında kalması oğullar yoluyla ol­maktadır. Diğer taraftan kız, akrabalarından ayrılmakta, bir başka aileye ka­tılmaktadır. Ayrıca babasına destek olması ve ihtiyaç halinde babasını koru­yup gözetmesi erkek çocuktan beklenir. Diğer taraftan kızların karşı karşıya kalabilecekleri tehlikeler erkeklerden daha çoktur. [16]



3- Yığın Yığın Altın Ve Gümüş:


Bundan kasıt pek çok maldır. Çünkü Araplar "el-kanâtîr=kantarlar" ile pek çok malı anlatmak isterler. (Ayet-i kerimedeki) el-mukantara kelimesi de tekit içindir. Mala karşı sevgi insanlarda yer etmiş bir melekedir. Çünkü mal ihtiyaçların karşılanmasının, arzuların yerine getirilmesinin aracıdır.

Sünnet-i seniyyede şöyle bir rivayet gelmiştir: "Ademoğlunun bir vadi do­lusu malı olsa, onlara ikincisini katmaya çalışır. İki vadisi olsa üçüncüsünü katmaya çalışır. Ademoğlunun karnını ise topraktan başkası doldurmaz. Allah tevbe edenin de tevbesini kabul eder." [17]

Mal bizatihi mal olduğundan dolayı yerilmez. Çünkü mal Allah'ın bir ni­metidir. Onun yerilme sebebi tuğyana, büyüklenmeye ve fasıklığa götürmesi-dir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Çünkü insan kendisini ihtiyacı yokmuş gördü diye gerçekten azar." (Alak, 96/6-7). Eğer Müslüman maundaki Allah'ın ve insanların haklarını öder, nimete şükreder, malıyla akrabalık bağı­nı gözetir, malını Allah yolunda infak ederse bu hayırlı olur, mutluluk ve Al­lah'a yaklaşmak için bir sebep teşkil eder. Daha önce kaydettiğimiz hadis-i şe­rifte şöyle denilmektedir: "Salih (helâlden elde edilmiş) mal, salih kimseye ne güzel yakışır." [18]



4- Salma Güzel Atlar:


Yani işaretlenmiş yahut meralarda otlayan veya varlıklıların, beylerin bes­lediği soylu ve güzel cins atlar insanların birbirlerine karşı kendisiyle övündük­leri ve bu konuda birbirleriyle yarıştıkları metalardır. Eğer bunlar şerre, Al­lah'tan uzaklaşmaya, Allah'ın buyurduğu görevleri ihmal etmeye sebep teşkil ederse yerilir. Şayet Allah yolunda Yüce Allah'ın şu buyruğu ile amel etmek üzere cihad için kullanılacak olursa da övülür: "Siz de onlara karşı gücünüzün yettiği kadar güç ve (cihad için) bağlanıp beslenen atlar hazırlayın." (Enfal, 8/60). İlim adamları, "Atlara karşı duyulan üç türlü sevgi"den söz eden hadis-i şerife dayanarak şöyle derler: Kimi zaman atlar sahipleri tarafından Allah yo­lunda hazırlık olmak üzere bağlanıp beslenir. Bu maksatla yapanlar sevap alır­lar. Kimi zaman Müslümanlara karşı övünmek kasdıyla bağlanıp beslenir; bu gibi atlar sahipleri için günah sebebidir. Kimi zaman da atlar iffetini korumak, neslini muhafaza etmek için olup Allah'ın bu atlardaki hakkı da unutulmaz. Bu şekilde at bağlayıp beslemek de sahibi için bir sitr (kötülükten korunma)dir. [19]



5- Davarlar:


Pek yakın zamana kadar davarlar insanların servetlerinin temelini teşkil ediyordu, geçimleri onlarla oluyordu. Bunlarla övünür, bunların çokluğu ile birbirleriyle yarışırlardı. Eğer davarların sahibi onları geçim kasdıyla saklarsa yapılan bu iş bir hayır olur, şayet övünmek ve riyakârlık kasdıyla saklarsa bu da kötü olur. [20]



6- Ekin ve Bitkiler:


Bu tip tarım ürünleri, çölde olsun şehirde olsun hayatın sürdürülmesi için lüzumludur. Buna duyulan ihtiyaç daha önce geçen bütün türlere duyulan ihti­yaçtan daha fazladır. Bunların sahibi bunlarla kullara faydalı olma kasdını gü­derse ecir alır. Eğer malını daha çok çoğaltmak, azıp şımarmak kasdını güder­se bu sefer bu, onun için kötü olur.

Arkasından Yüce Allah arzu duyulan bu altı grubu genel olarak nitelen­dirmektedir. Bunun sebebi ise dünyada kendilerinden faydalanılan bir meta ol­malarıdır. Güzel akıbet, yani ahiret hayatında güzel dönüş Allah nezdindedir. O bakımdan mümine düşen arzulanan ve sevilen bu şeylere aldanmamaktır. Mümin dünya hayatında geçim için mücerred bir araç haline getirmekle bunla­ra gereken itinayı (o çerçevede) gösterir ve bunlar onu ahirete doğru yolculu­ğunda dinî görevlerden alıkoymaz. Mümin her iki yurdun mutluluğu için çalı­şır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Rabbimiz, bize dünyada da bir güzellik ver, ahirette de bir iyilik ver ve bizi o ateş azabından koru." (Bakara, 2/201). [21]



Dünyadan Ve Dünyanın Çekiciliklerinden Daha Hayırlı Olan Cennetler


15- De ki: "Size bunlardan daha hayır­lısını haber vereyim mi? Takva sahip­leri için Rableri nezdinde altında ır­maklar akan cennetler vardır. Orada ebedî kalıcıdırlar. Onlar için temizlen­miş zevceler ve Allah'tan bir rıza da vardır. Allah kullarını hakkıyla gören­dir."

16- Onlar ki, "Rabbimiz, biz iman ettik. Günahlarımızı bize bağışla ve bizi ate­şin azabından koru" diyenler;

17- Sabredenler, doğru olanlar, itaat edenler, infak edenler, seher vakitle­rinde mağfiret dileyenlerdir.



Açıklaması


Onlara de ki, ya Muhammedi Kendilerine karşı arzu duyulan sözü geçen bütün bu türlerden daha hayırlısını size bildireyim mi? Burada dikkatlerin çe­kilmesi ve verilecek cevaba şevk uyandınlması için takrir! istifham kullanıl­mıştır. Daha sonra soruya cevap verilmektedir: Takva sahipleri için altından ırmaklar akan cennetler vardır. Orada ebediyyen kalacaklardır. Eksiklikler­den, hayasızlıktan, ayhali ve lohusalık gibi türlü rahatsızlıklardan tertemiz kı­lınmış zevceler vardır. Maddî ve bedenî olarak hissedilecek bu sonsuz nimet cennettir. Aynı zamanda onlar için ruhanî bir nimet de vardır ki, o da hiç bir noksanlığı bulunmayan Allah'ın rızasıdır. Bu, her türlü nimet ve maddî lezzet­ten daha büyük, daha kıymetlidir. Burada öncelikle kalınacak yer olan cennet­lerden söz edildi. Daha sonra cennette hasıl olacak arınmış, temiz kılınmış zev­celer ile tam bir ünsiyet söz konusu oldu. Arkasından da her şeyden daha bü­yük olan Allah'ın onlardan razı olması hususu zikredildi. Bütün bunlarla bede­nî lezzet ve Allah'ın ondan razı olacağı belirtilerek ruhanî sevinç gerçekleşmek­tedir.

"Takva sahipleri için Rableri nezdinde altında ırmaklar akan cennetler vardır" buyruğu sorunun cevabıdır ve yeni bir söz başlangıcıdır. Bunda arzu duyulan şeylerden daha hayırlı olanlar açıklanmaktadır. Bu arzu duyulan şey­ler ister yaratılmış sebepleri olan gerçek yer ve maksatlarında kullanılsınlar -ki bunlar insanların ihtiyaçlarının karşılanmasıdır- isterse de kötülükte kullanılarak şer ve fesat ile birlikte kullanılsınlar. Bu soru, "Ben sana alim yahut da pazarda doğru sözlü bir taciri göstereyim mi? O filan kişidir" demeye benzer.

Hem maddî mükâfat olan cennet ve zevceleri hem ruhî mükâfat olan Allah rızasını ihtiva eden bu ayet-i kerime, Yüce Allah'ın şu buyruğuna benzemekte­dir: "Allah iman eden erkeklere de iman eden kadınlara da içlerinde ebediyyen kalmak üzere altından ırmaklar akan cennetler vaad etmiştir. Bir de Adn cen­netlerinde hoş meskenler. Allah'ın rızası ise (hepsinden) daha büyüktür. İşte bu en büyük kurtuluştur." (Tövbe, 9/72); "... Ahirette ise çetin bir azap da vardır, Al­lah'tan bir mağfiret ve bir rıza da. Dünya hayatı ise bir aldanış metaından baş­ka bir şey değildir. (Hadîd, 57/20).

Daha sonra ayet-i kerimede, "Allah kullarını hakkıyla görendir" yani onla­rın durumlarından, gizledikleri sırlarından haberdar olandır buyrulmaktadır. O bakımdan her bir kişiye hayır ya da şer türünden ne kazandıysa ona göre karşılığı verilecektir. Bu buyrukta her bir insanın takva açısından kendi kendi­sini hesaba çekmesi gerektiğine bir işaret vardır. Takva görünürdeki şeylerle olmaz. Takva sahibi, Allah'ın kendisinin takvalı olduğunu bildiği kimsedir. Bu buyruk aynı zamanda hem bir vaad hem de bir tehdittir. Burada takva sahiple­rini de zikretmekte ve onların bazı niteliklerini söz konusu etmektedir.

Yüce Allah takva sahiplerinin niteliklerini aşağıda ifâde edildiği şekilde beyan etmektedir. Takva sahipleri der ki: Rabbimiz, gerçekten bizler Peygam­berlerine indirdiklerine sarsılmaz ve kalpte kökleşmiş bir iman ile inandık. Bütün amellerimiz bu imanın etkisiyle olmaktadır. Günahlarımızı ört, bizden cehennem azabmı uzaklaştır. Şüphesiz ki sen mağfireti bol Gafur, merhameti çok Rahîm'sin.

Aynı zamanda onlar itaatleri eda, masiyetleri terk etmek hususunda dire­nen sabırlı kimselerdir. Allah'ın kaza ve kaderine razıdırlar. Şüphe yok ki sabır iradeyi güçlendirir. İnsanı heva, arzu ve münkerler işleyerek ayağının kayma­sından korur.

Aynı zamanda onlar imanlarında, sözlerinde, fiillerinde sadık olanlardır. Övülmeye değer ve üstün bir ahlâk ile bunu ortaya koyarlar. Nitekim Yüce Al­lah şöyle buyurmaktadır: "O sıdk ile gelen ve onu tasdik eden (ler var ya) onlar takva sahiplerinin ta kendileridir. Onlar için Rablerinin yanında diledikleri şeyler vardır. İşte bu ihsan edenlerin (iyilik yapanların) mükâfatıdır." (Zümer, 39/33-34).

Bunlar aynı zamanda devamlı huşuyla itaat eden, Allah'a yalvarıp yaka-ran kimselerdir. Mallarını Allah yolunda farz ve müstehap olmak üzere infak ederler. Gecenin son vakitlerinde teheccüt kılarak seherlerde mağfiret dileyen­ler, Allah'tan affedilmeyi, kendilerinden razı olmayı isteyerek dua edenlerdir. Allah'tan mağfiret dilemek, istenen bir şeydir. Mağfiretle birlikte samimi bir tevbe ve dinî sınırlarına uygun bir amel gereklidir. Masiyeti sürdürmekle bir­likte dille mağfiret dilemek yeterli değildir. Masiyetini sürdürmekle beraber günahından mağfiret dileyen bir kimse Rabbiyle alay eden kimse gibidir.

Mağfiret dilemek için en faziletli şekil Buharî'nin naklettiğine göre Pey­gamber (s.a.)'in ifadesi ile şöyledir: Peygamber (s.a.) buyurdu ki: Mağfiret dile­menin başı şu duadır:

"Allah'ım benim Rabbim sensin. Senden başka hiçbir ilâh yoktur. Beni sen yarattın, ben senin kulunum. Gücüm yettiğince sana olan ahdim üzereyim. Yaptıklarımın kötülüklerinden sana sığınırım. Senin benim üzerimdeki nimet­lerini ve benim de işlediğim günahlarımı itiraf ediyorum. Günahları senden başka bağışlayacak kimse yoktur." [22]



Allah'ın Vahdaniyeti, Adaletli Uygulaması Ve Allah Tarafından Kabul Edilen Din


18- Allah kendisinden başka hiç birilâh olmadığını, adaleti ayakta tutarak açıkladı. Melekler de, ilim sahipleri de bunu ikrar etmişlerdir. Ondan başka hiç bir ilâh yoktur. Azîz'dir, Hakîm'dir.

19- Şüphesiz Allah nezdindeki din İs­lâm'dır. Kendilerine kitap verilenler ancak kendilerine ilim verildikten son­ra aralarındaki kıskançlıktan dolayı ihtilâfa düştüler. Kim Allah'ın ayetleri­ni inkâr ederse muhakkak Allah hesa­bı pek çabuk görendir.

20- Eğer seninle tartışırlarsa de ki: "Ben ve bana uyanlar kendimi Allah'a teslim etmişimdir." Kendilerine kitap verilenlerle ümmîlere de de ki: "Siz de İslâm'a girdiniz mi?" Eğer İslâm'a gi­rerlerse hidayet bulmuş olurlar. Şayet yüz çevirirlerse artık sana düşen an­cak tebliğdir. Allah kullan çok iyi gö­rendir.



Nüzul Sebebi


Resulullah (s.a.) Medine'ye geldikten sonra durumu açığa çıkıp etrafa ya­yılınca Şam (Suriye) halkı hahamlarından iki haham huzuruna geldiler. Medi­ne'yi gördüklerinde biri ötekine, "Bu şehir son zamanda çıkacak peygamber şehrinin niteliklerine ne kadar da benziyor" dedi. Resulullah (s.a.)'ın huzuruna girdiklerinde sıfat ve özellikleriyle onu tanıdılar. İkisi de Hz. Peygambere, *Sen Muhammed misin?" dediler. O, evet dedi. Sonra "Sen Ahmed misin? dediler. O evet dedi. Bunun üzerine, "Biz sana bir şahitliği soracağız. Eğer sen olduğu gi­bi onu haber verirsen sana iman eder, seni tasdik ederiz" dediler. Resulullah (s.a.) onlara, "Sorunuz" deyince şöyle dediler: "Allah'ın kitabındaki en büyük şahitliğin hangisi olduğunu bize haber ver." Bunun üzerine Yüce Allah, "Allah kendisinden başka hiçbir ilâh olmadığını adaleti ayakta tutarak açıkladı (şa­hitlik etti), melekler de ilim sahipleri de." buyruğunu indirdi. Her ikisi de bu­nun üzerine Müslüman oldular ve Resulullah (s.a.)'ı tasdik ettiler. [23]



Açıklama


Şanı Yüce Allah bütün insanlara vahdaniyetini, afak ve enfüste (iç ve dış dünyalarında) bulunan tekvin! ve tasarrufi (yaratma ve tasarrufunun) delâlet­leri ile açıklayıp beyan etti. Melekler de bu gerçeği rasullere bildirdi ve apaçık bilgiyle desteklenmiş şahitlikte bulundular. İlim ehli de bu şekilde haber verdi­ler, bunu açıkladılar ve delil ve belgeler eşliğinde şahitlik ettiler. Bu, böyle bir konumda ilim adamlarının oldukça büyük bir özelliğini ortaya koymaktadır, el-A'meş der ki: Ben de Allah'ın şahitlik ettiği şeye şahitlik ederim. Bu şahitliğimi Allah'a emanet olarak tevdi ediyorum. Bu, Allah nezdinde benim bir emane-timdir.

Akaid, ibadetler, adab ve ameller ile kâinatta ve yaratıklar arasında bü­tün hallerde adaleti ayakta tutandır bu. Adaletin niteliklerinden bir tanesi de Yüce Allah'ın aşağıdaki ve benzeri diğer buyruklarında vurgulandığı gibi hü­kümlerde adaleti hak ile emir Duyurmasıdır: "Muhakkak Allah adaletle ve iyi­likle emreder." (Nahl, 16/90); "Bir de insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmediniz." (Nisa, 4/58).

Yüce AllSh indirdiği şeriatında da, kâinattaki uygulamalarında da adil olandır. Çünkü O, kâinat düzenini sapasağlam yapmış, maddî ve ruhî güçler arasında, insan ve yaratıcısı arasındaki hükümlerde, fert ile toplum, insan ile insan, herhangi bir toplumdaki insan grupları arasında, zengin ve fakir arasın­da ve buna benzer karşılıklı taraflar arasında son derece hassas bir denge kur-> muştur.

Daha sonra Yüce Allah, "Ondan başka hiçbir ilâh yoktur. Azîz'dir, Ha-kîm'dir" buyruğu ile ulûhiyette tek ve eşsiz olduğunu bir daha pekiştirmekte­dir. Azîz, asla yenik düşürülemeyen, güçlü, kudreti kâmil, azamet ve kibriyası en yüce olandır. Hakîm ise sözlerinde, fiillerinde, şeriat ve kaderinde olsun her şeyi en doğru ve en uygun yerine koyan demektir.

Daha sonra Yüce Alah ilk insandan kıyamet gününe kadar kulları için be­ğenip seçmiş olduğu dini söz konusu etmektedir. Bu ise yalnızca İslâm dinidir. Bu, Yüce Allah tarafından insanlardan İslâm dışında başka bir dinin kabul ol­madığını haber vermektedir. İslâm ise, Muhammed (s.a.) ile nübüvvet kapısı kapanıncaya kadar her zaman Allah'ın peygamberleriyle gönderdiklerine tabi olmak; yani peygamberlerin ve rasullerin getirmiş olduğu din ve şeriatlara uy­maktır. Peygamberlerin risaletleri fert hükümlerde bir takım farklılıklar gös­terse bile, asıllarda ve dinin özünde aralarında ayrılık olmamıştır. Bu ise tev-hid, barış ve her hususta adalettir. Muhammed (s.a.)'in belli bir din ile gönde­rilmesinden sonra Yüce Allah'ın huzuruna o dinin şeriatından başka bir şeri­ata uyarak çıkan kimsenin bu dini ondan asla kabul olunmayacaktır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kim İslâm'dan başka bir din ararsa ondan asla kabul olunmaz ve o, ahirette zarara uğrayanlardan olacaktır." (Âl-i İmran, 3/185).

İslâm barış, esenlik, Allah'a itaat edip boyun eğmek demektir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "İyilik yaparak İbrahim'in hanif dinine uyup kendisini Allah'a teslim eden kimseden dini daha güzel kim olabilir?" (Nisa, 4/125).

Dinin teşri Duyurulmasında iki hedef gözetilmektedir: İtikadın tashih edil­mesi, ulûhiyet ve rububiyetin yalnızca Allah'a tahsis edilerek nefislerin Allah'a ve insanlara karşı ihlâslı niyetler ve salih ameller ile ıslah edilip düzeltilmesi.

Daha sonra Yüce Allah, Kitap Ehli'nin (Yahudi ve Hristiyanlann) kendile­rine peygamber gönderildiğini, peygamberlere kitaplar indirildiğini, Muham­med (s.a.)'in peygamberlerin sonuncusu ve ellerinde bulunan kitaplarda müj­desi verilen kimse olduğuna dair delillerin ortaya konmasından sonra anlaş­mazlığa düştüklerini haber vermektedir. Yüce Allah (Hz. Peygamberin pey­gamberliği ile ilgili olarak) şöyle buyurmaktadır: "Kendilerine Kitab'ı verdikle­rimiz onu öz oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar." (Bakara, 2/146).

Bunun sonucunda din uğrunda birbiriyle savaşan gruplara, mezheplere ayrıldılar. Peygamberliğine ve dinin anlaşmazlığa yer vermeyen bir ve tek ol­duğuna dair kesin bilgi geldikten sonra onlar ayrılığa düştüler. Bu ayrılığa düşmelerinin tek sebebi ise birbirlerine karşı haksızlık yapmaları ve kin duy­malarıdır. Bu ise aralarında ayrılığın baş göstermesine sebep olmuştur. Mu­hammed (s.a.) hakkında görüş ayrılıkları ise ona karşı duydukları kıskançlık ve kendi aralarındaki çekememezlik, dünyaya ve dünyadakilere karşı tutkula­rıdır.

Kısacası onların hak dinin aslı ile Muhammed (a.s.)'in peygamberliği hak­kındaki ayrılıkları, birbirlerine karşı çekememezlikleri, birbirlerini kıskanma­ları, birbirlerine buğzetmeleri ve sırt çevirmeleri şeklinde olmuştur. Böylelikle hak olsa dahi biri diğerinin bütün söz ve fiillerine muhalefet etti.

Daha sonra Yüce Allah, enfüs ve afaktaki tekvini ayetlerini, dine ve din birliğine bağlanmayı gerektiren Kitabında indirmiş olduğu buyruklarını inkâr edenleri tehdit etmektedir. Allah bu şekilde davrananların bu davranışını ceza­landıracaktır. Yalanlamasından dolayı onu hesaba çekecektir. Kitabına ayları düştüğü için de o kişiyi cezalandıracaktır.

Daha sonra Yüce Allah, Kitap Ehli'nin ve başkalarının tevhide dair tartış­malarını kafî bir sonuca bağlayarak şöyle demektedir: Eğer Kitap Ehli veya başkaları tevhid ehli hakkında seninle tartışacak olurlarsa de ki: Ben ibadeti­mi yalnızca Allah'a halis kılıyorum. O'nun hiçbir ortağı yoktur, eşi benzeri yok­tur. O'nun çocuğu da yoktur, zevcesi de yoktur. Bu benim de kabul ettiğim, di­nim üzere bana uyan müminlerin de kabul ettiği bir ilkedir. Nitekim Yüce Al­lah şöyle buyurmaktadır: "De ki: İşte bu benim yolumdur. Ben Allah'a basiret üzere davet ediyorum. Ben de bana uyanlar da (böyle)." (Yusuf, 12/108). Allah'ın V3tf\\ğma ve birliğine dair deliller ortaya konulduktan ve sapıkların şüpheleri çürütüldükten sonra böyleleriyle tartışmanın bir faydası yoktur.

Daha sonra Yüce Allah, kulu ve rasulü Muhammed (s.a.)'e yoluna, dinine, şeriatına girmeye, Allah'ın kendisi ile gönderdiklerini kabul etmeye çağırmak­ta, Kitap Ehlini ve Arap müşriklerini davet etmesini ve onların İslâm'a girme­leri için uğraşmasını emretmektedir. Eğer İslâm'a girerlerse dosdoğru yola ile­tilmiş, sapıklığı terk etmiş olurlar. Şayet senin kendilerinden yapmalarını iste­diğin itiraftan yüz çevirirlerse bunun sana bir zararı da olmaz. Çünkü sana dü­şen tebliğden başkası değildir. Allah ise kullarından haberdardır, onların duru­munu da çok iyi bilir. Kimin hidayeti, kimin de sapıklığı hak ettiğini çok iyi bi­lir. O buna göre onları hesaba çekecek, buna göre amellerinin karşılığını vere­cektir. [24]



Peygamberleri Öldürmenin Cezası


21- Allah'ın ayetlerini inkâr edenlere, peygamberleri haksızca öldürenlere ve insanlar arasında adaletle emredenleri öldürenlere elim bir azabı müjdele.

22- İşte onlar, ameUeri dünyada da ahi- rette de heder olmuş kimselerdir. On- ların hiç bir yarcümcüan da yoktur.



Nüzul Sebebi


Ebu Abbas el-Müberred der ki: İsrailoğullarma mensup bazı kimseler var­dı. Peygamberler gelip onları Allah yoluna davet ettiler, onlar da peygamberle­ri öldürdüler. Daha sonra aralarından mümin bazı kimseler kalkıp onlara İs­lâm'a girmelerini emrettiler, onları da öldürdüler. İşte bu ayet-i kerime onlar hakkında nazil olmuştur.

Ebu Ubeyde b. el-Cerrah'ın da rivayet ettiğine göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "İsrailoğullan sabahın bir saatinde kırk üç peygamber öldürdü­ler. İçlerinde abit olanlardan yüz on iki kişi kalkıp onlara marufu emrettiler, münkerden alıkoymak istediler. Ancak hepsi de aynı günün akşamı öldürüldü­ler." İşte bu ayet-i kerimede Yüce Allah'ın söz konusu ettiği bunlardır. Bunu el-Medenî ve başkaları zikretmiştir. Bu ayet-i kerime buna göre Peygamber (s.a.)'in döneminde yaşayan Yahudilere bir tehdit olmak üzere gelmiştir. [25]



Açıklaması


Bundan önceki ayet-i kerimeler onlara kesin delilin gelmesinden sonra, aralarında çıkan kıskançlık ve çekememezlik dolayısıyla Kitap Ehli'nin anlaş­mazlığa düşmelerini açıklamakta ve Kitap Ehli ile müşriklerin Resulullah (s.a.)'a karşı tartışmalarını konu edinmekte idi. Daha sonra burada Yahudile­rin peygamberlere karşı tutumlarını söz konusu etmektedir. Bu peygamberler­den birisi de Muhammed (s.a.)'dir. Aynı şekilde ayetin nüzul döneminde onu da öldürmeye kalkışmışlardı. Yahudilerin bu tavırlarını aşağıdaki şekilde açıkla­mak mümkündür: Kitaplarında Allah'ın ayetlerini tanımış olmakla birlikte, o ayetleri inkâr eden ve herhangi bir şüphe dahi olmaksızın tamamen haksız ye­re, suçsuz olarak Hz. Zekeriya ve Hz. Yahya (ikisine de selâm olsun) gibi pey­gamberleri, yalnızca risaleti tebliğ ettikleri, hakkı açıkladıkları için öldüren; insanlara adalet ve doğruluğu emreden, iyiliği emredip kötülükten alıkoymaya çalışan bir irşat bakımından mertebeleri peygamberlerden sonra gelen bu gibi hikmet sahibi kimseleri öldürenlere dünyada da ahirette de acıklı bir azabın müjdesini, haberini ver. Bu çirkin suçları işleyen, sapıklıkta alabildiğine aşırı­ya gitmiş olan bu kimselerin dünyada da ahirette de amelleri boşa çıkmıştır. Allah'ın intikamına ve azabına karşı ahirette kendilerine destek verecek yar­dımcıları yoktur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O gün malın da çocukların da faydası olmayacaktır." (Şuara, 26/88).

Önceki Yahudilerden haber verilip, Peygamber (s.a.)'e çağdaş olan Yahudi­lere bu küfür ve inkârın nispet ediliş sebebi, onların da bu işlerden razı olmala­rıydı. Hatta onlar da fesat ve sapıklıkta alabildiğine ileri giderek atalarının yaptıklarının benzerini Resulullah (s.a.)'ı öldürmek istemekle yapmaya kalkış­mışlardır. [26]



Kitap Ehlfnin Allah'ın Hükmünden Yüz Çevirmeleri


23- Kitaptan kendilerine bir pay veri­lenleri görmez misin? Aralarında hü­küm vermek için Allah'ın Kitabına da­vet olunuyorlar da sonra onlardan bir kısmı hâlâ arkasını çeviriyor. İşte bun­lar yüz çeviren kimselerdir.

24- Bu, "Sayılı günlerden başka bize ateş dokunmaz" demelerindendir. Yaptıkları iftiraları da dinleri hususunda kendilerini aldatmıştır.

25- Kendinde hiç bir şüphe olmayan bir günde onları topladığımız zaman halleri nice olur? O günde herkese ka­zandığı eksiksiz ödenir ve onlara zul­medilmez.



Nüzul Sebebi


23 ve 24. ayetin nüzul sebebiyle ilgili olarak İbni Ebi Hatim, İbnül-Mün-zir, İbni İshak, İbni Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Resulullah (s.a.) Yahudilerin Tevrat'ı okuyup öğrettikleri yer olan Beytülmidras'ında bir grup Yahudi'nin yanma girdi. .Onları Allah'a davet etti. Nuaym b. Amr ile el-Haris b. Zeyd ona, "Ya Muhammed, sen hangi din üzeresin?" diye sordu. O da onlara, "İbrahim'in milleti (şeriatı) ve dini üzereyim" diye cevap verdi. Onlar, "İbrahim Yahudi idi" dediler. Şöyle cevap verdi: "O halde haydi Tevrat'ı getirin. O bizimle sizin aranızda hüküm versin." Ancak Resulullah (s.a.)'ın bu isteğini kabul etmediler. Bunun üzerine Yüce Allah, "Kitaptan kendilerine bir pay veri­leni görmez misin... Onların yaptıkları iftiraları da dinleri hususunda kendile­rini aldatmıştır" buyruklarını indirdi. [27]



Açıklaması


Ya Muhammed! Allah'ın onlara gönderdiği peygamberleri Musa'ya vahyet-miş olduğu Kitabını kısmen ezberlemiş bulunan sair bölümlerini ise çıkarmış yahut değiştirmiş bulunan şu Yahudilerin yaptıklarına bak da hayret et! Çün­kü Tevrat, Musa (a.s.)'dan b«ş yüz yıl sonra yazıya geçirilmiş, geriye Muham­med (s.a.)'in peygamberliğini müjdeleyen bir bölüm de kalmıştı. Hayret edile­cek nokta şudur: Bunlar Kitaplarının hükmünü kabul etmeyi reddediyorlar. Soyluları zina edince Peygambe (s.a.)'in hükmüne baş vurmuşlar o da araların­da Tevrat'ın hükmünü uygulamıştı. Fakat onun verdiği hükmü kabul etmedi­ler, yüz çevirdiler, arkalarını döaüp gittiler. İbni Kesir ayet-i kerimeyi genel ka­bul ederek, kendi iddialarına göre ellerinde bulunan Tevrat ve İncil adındaki kitaplarına bağlılıklarını ileri süren Yahudi ve Hristiyanların durumlarını red­detmek mahiyetinde olduğunu belirtmiştir.[28]

Bunlar Kitabın hükmün* davet olundukları vakit onlardan bir grup yüz çevirdi. Yani hükmü kabul etmekte tereddüt gösterdikten sonra, arkalarını dö­nüp gittiler. Yüce Allah'ın, "Onlardan bir kısmı" ifadesi aralarından Abdullah b. Selim ve ondan başka hakka samimice bağlı bir kesimin bulunduğuna bir işarettir. Nitekim Yüce Allah, "Muta'nm kavminden de hakka ileten ve onun gereğince adaletle amel eden bir topluluk da vardır." (A'raf, 7/159) diye buyur­maktadır. Yüce Allah'ın, "İşte bunlar yüz çeviren kimselerdir" buyruğu ise onla­rın yüz çevirmelerinin devam ettiğine bir işarettir.

Daha sonra Yüce Allah, onların bu şekilde yüz çevirmelerinin, arkalarını dönüp gitmelerinin sebebini yahut inat ve inkârlarının sebebini şöylece zikret­mektedir: Bu, kurtuluşa erdiklerine-dair inançlarından dolayıdır. Yahudi ne yaparsa yapsın, sayılı günler dışında ateşe girmeyeceğine, bu sayılı günlerden sonra da cennete gireceğine inanır. O bakımdan Yahudiler soylarının peygam­berlere ulaştığına güvenerek günah ve masiyetler işlemeye aldırmazlar. Bu ayet-i kerime Yüce Allah'ın şu buyruğunu andırmaktadır: "Onlar bir de sayılı günler dışında bize asla ateş dokunniaz dediler. Allah'tan bir ahit mi aldınız? Allah asla ahdinden dönmez; yoksa Allah'a karşı bilmediğiniz bir şeyi mi söylü­yorsunuz de." (Bakara, 2/80).

Onların ateşe gireceklerini iddia ettikleri günlerin sayısı hakkında her­hangi bir rivayet tespit edilmemiştir. Bunun buzağıya taptıkları süre olan kırk gün olduğu söylenmiştir.

Şu kadar var ki, dine dair iftiraları onları aldanışa düşürmüştür. Yani din hakkında yaptıkları uydurmalar onları aldatmıştır. Meselâ, "Biz Allah'ın oğul­ları ve sevgilileriyiz", "Peygamberler bize şefaat edecektir", "Bizler peygamber­lerin çocukları ve Allah'ın seçkin kavmiyiz", "Allah Yakub'a ancak herkesi ce­henneme sokacağına dair ahdini yerine getirmek için yani kısacık bir süre azap edecektir" gibi iddialar...

Peki nesep bağlarının kopacağı, onda malın ya da çocukların fayda sağla­mayacağı, herkese işlediğinin karşılığının tastamam ödeneceği ve kendilerine zulmedilmeyip fazladan azap edilmeyeceği ve amellerinin karşılıklarını gör­mek üzere onları toplayacağımız gerçekleşeceğinde şüphe olmayan o günde ne yapacaklardır? Nitekim Yüce Allah bu gün hakkında şöyle demektedir: "Kıya­met gününe has adalet terazilerini koyarız. Hiç bir kimseye hiç bir şeyle zulmo-lunmaz. Bir hardal danesi ağırlığınca olsa bile biz onu getiririz. Hesap edici olarak biz yeteriz." (Enbiya, 21/47). [29]



Allah'ın Kudret Ve Azametinin, Yarattıklarındaki Tasarrufunun Delilleri Ve İşleri Otsta Havale Etmek


26- De ki: "Ey mülkün sahibi Allah'ım! Sen, mülkü kime dilersen ona verirsin. Mülkü kimden dilersen ondan alırsın. Kimi dilersen onu aziz edersin, kimi dilersen onu zelil edersin. Hayır senin elindedir. Şüphesiz sen her şeye kadir­sin."

27- "Geceyi gündüzün içine geçirir, gündüzü geceye sokarsın. Ölüden diri­yi çıkarırsın, diriden de ölüyü çıkarır­sın. Dilediğine de hesapsız rıank verir­sin."



Nüzul Sebebi


İbni Ebi Hatim Katade'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Bize anlatıl­dığına göre Resulullah (s.a.) Rabbinden Bizans ve Fars mülkünü ümmetine vermesini dilemiş, Yüce Allah da "De ki: Ey mülkün sahibi Allah'ım..." buyru­ğunu indirmiştir.

İbni Abbas ve Enes b. Malik de der ki: Resulullah (s.a.) Mekke'yi fethedip ümmetine İran ve Bizans mülkünü vaad edince münafıklarla Yahudiler şöyle dediler: "Heyhat! Heyhat! Muhammed, İran ve Bizans mülkünü nasıl eline ge­çirebilecektir? Onlar çok güçlüdürler ve kendilerini buna karşı koruyabilirler. Muhammed'e Mekke ve Medine yetmiyor mu ki İran ve Bizans mülküne göz dikiyor." Bunun üzerine Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi indirdi. [30]



Açıklaması


Müşriklerle Necranhların heyeti gibi Kitap Ehli senin çağrını kabul et­mekten yüz çevirecek olurlarsa ya Muhammed, sen mülkün mutlak maliki, mutlak emir sahibi olan Allah'a sığın, ona yönel ve de ki: Allah'ım! Ey Mülkün mutlak maliki! Mutlak egemenlik ve saltanat yalnız senindir. Mahlûkatmda mutlak tasarruf sahibi sensin. Sen hikmetine uygun olarak işleri çekip çevirir­sin; veren de sensin, vermeyen de sensin. Sen mülkü ve peygamberliği kullanndan kime dilersen ona verirsin. Kullarından kimden dilersen de mülkü çe­kip alırsın. Nitekim Arap kavminden Kureyşli, ümmî, Mekkeli, peygamberle­rin sonuncusu, insanların ve cinlerin tümüne Allah'ın elçisi olarak Hz. Mu-hammed'i göndermekle, İsrailoğulları'ndan peygamberliği çekip aldın.

Mülk sahibi olmaktan zahiren anlaşılan ve hatıra ilk gelen mutlak salta­nat ve işlerdeki tasarruf yetkisidir. Yani, şanı Yüce Allah'ın işleri çekip çevir­mekte ve kâinattaki dengeyi gerçekleştirmekte mutlak egemenlik sahibi oldu­ğudur.

Allah dilediği kimseye Hz. Hud ile Hz. Lût gibi ya yalnızca nübüvvet verir ya da geçmiş çağımızdaki hükümdarlar gibi yalnızca mülk ve hükümdarlık ve­rir ya da aralarında Hz. Davud ve Hz. Süleyman'ın da bulunduğu İbrahim so­yundan gelenlere olduğu gibi, mülkü de nübüvveti de birlikte verir: "Biz ger­çekten İbrahim hanedanına da Kitab'ı ve hikmeti verdik. Onlara çok büyük bir mülk de vermişizdir." (Nisa, 4/54). İşte bu şekilde Yüce Allah dilediğine pey­gamberlik verir. Nitekim, "Allah peygamberliği nereye bırakacağını (kime vere­ceğini) çok iyi bilendir." (En'am, 6/124) ve "Onların kimini kimine nasıl üstün kıldığımıza bir bak." (îsra, 17/24) diye buyurmuştur.

"Kimi dilersen onu aziz edersin, kimi dilersen zelil edersin." Aziz ve zelil ol­manın bir takım görünür şekilleri ve etkileri vardır. Bu yalnızca mal veya mülk sahibi olmaya bağlı değildir. Nice hükümdar vardır ki zelildir, nice zengin vardır ki hakirdir. Nice zengin vardır ki fakirdir. Ümmetin sayısının çokluğuna, azlığı­na itibar edilmez. Mekke'de müşrikler, Medine'de Yahudiler ve Arap münafıklar peygambere karşı az sayıdaki mümin topluluğa karşı çokluklanyla gururlanı­yorlardı; fakat bunun onlara hiç bir faydası olmadı. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlar, eğer Medine'ye dönersek elbette ki daha aziz olan daha zelü olanı oradan mutlaka çıkartacaktır, derler. Halbuki izzet Allah'ındır, Rasu-lünündür, müminlerindir. Fakat münafıklar bilmezler." (Münafikun, 63/8).

Bütünüyle hayır yalnızca senin kudretin elindedir. Sen kendi iradene göre o hayırda dilediğin şekilde tasarrufta bulunursun. O halde olmuş ya da olacak her şeyde ya kişinin kendisine veya topluma hayır ve nimet vardır. Hayırda serde, her şeyde mutlak kudret sahibisin. Her şey senin elindedir, her şeyi sa­na havale etmişizdir. Biz sana güvenip dayanmaktayız.

Hayır da şer de hepsi Yüce Allah'ın kudretinde olmakla birlikte, özellikle hayrın söz konusu edilmesi, nübüvvet ve hükümdarlığın bir kavimden bir baş­ka kavme, bir kişiden bir diğer kişiye değiştirilmesi suretiyle sözü geçen husus­lara uygun düşmesinden dolayıdır.

Hayır zaferi, ganimeti, aziz olmayı, makam ve mevkiyi, mal ve serveti ve buna benzer insanın arzulayıp tutkun olduğu sair şeyleri kapsar: "Ve gerçekten o hayır (mal) sevgisine pek tutkundur." (Adiyat, 100/8).

Eksilterek ve artırarak geceyi gündüze sokup birisinin ötekini kısaltması, daha sonra bunların mutedil (eşit) hale gelmesi, arkasından birinin diğerinden alarak aralarında farklılığın ortaya çıkması, sonra da tekrar mutedil hale gelmeleri de ilâhî kurdetin, mülk ve azametinin tam anlamıyla ortaya konulması­nın tecellilerindendir. Bazı bölge ve zamanlarda aradaki fark oldukça uzayabi­lir. İşte ilkbahar, yaz, sonbahar ve kış mevsimlerinde, sene boyunca ve coğrafî bölgelerin durumuna göre gece ve gündüzün uzunluk ve kısalıkları değişip durmaktadır. Gecenin altı ay, gündüzün de altı ay olduğu bölgeler de vardır. Gündüz on sekiz veya yirmi saat olduğu yerler de vardır. Bazı bölge ve zaman­larda güneş, batışından bir saat ve bundan biraz daha uzun bir süre sonra do-ğabilmektedir. Zaman tayini işi bütünüyle Yüce Allah'ın elindedir. Nitekim Yü­ce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlar Allah'ı hakkıyla takdir edemediler. Hal­buki arz bütünüyle kıyamet gününde onun kabzasıdır. Gökler ise onun sağ eliy­le durulmuştur. O şirk koştuklarından münezzeh ve çok yücedir." (Zümer, 39/67). Yer üzerine gece ve gündüzü sarıp dolayacak şekilde yuvarlak yaratan O'dur: "Geceyi gündüze buruyor, gündüzü de geceye doluyor." (Zümer, 39/5). Bu­rada geçen et-tekvir (mealde "bürümek ve dolamak") bir şeyi yuvarlak, bir ci­sim üzerine sarmak demektir. Yüce Allah güneşi geceye delil kılmıştır.

Rabbim! Sen ölüden diriyi çıkartırsın. Ya çekirdekten hurmayı, taneden ekini, nutfeden insanı çıkardığın gibi maddî bir şekilde, yahut da cahilden alim, kâfirden mümin çıkardığın gibi manevî bir şekilde bunu yaparsın.

Diriden ölüyü de maddî ve manevî şekilde çıkartırsın; hurma ağacından çekirdeği, kuştan yumurtayı, alimden cahili, müminden kâfiri çıkarttığın gibi.

Ve sen dilediğine hesapsız rızık verirsin. Yani istediğin kimseye hesaba sığmayacak şekilde mal ve mülk verirsin. Yorulmadan ve çaba harcamadan[31] Göklerin ve yerin hazineleri yalnız senindir. Hikmet, irade ve meşietine uygun olarak başka bir takım kimselerin de rızkını kısarsın.

Yüce Allah'ın, "Hesapsız" ifadesi darlık vermeksizin ve kısmaksızın, adeta verdiğini hesaba katmadan veren kimse hakkında kullanılır ve "O hesapsızca verir" demeye benzer.

Aynı şekilde sen Arap olmayanlardan mülkü alıp Müslümanlara vermeye kadirsin. İsrailoğullanndan peygamberliği alıp Araplara vermeye de kadirsin. [32]



Kâfirleri Veli (Dost) Edinmekten Sakındırmak


28- Müminler müminleri bırakıp kâfirleri veli (dost) edinmesin. Kim bunu yaparsa Allah'a dostluğu kalmaz. Me­ğer ki onlardan gelecek bir zarardan korunmuş olasınız. Allah size kendi­sinden sakınmanızı emrediyor. Niha­yet dönüş Allah'adır.

29- De ki: "Göğüslerinizin içinde olanı gizleseniz de açıklasanız da Allah onu bilir. Göklerde ne var yerde ne varsa O bilir. Allah her şeye kadirdir."

30- (Hatırlayın) O günü ki herkes (dün­yada) iyilik kabilinden ne işlediyse ha­zırlanmış bulacak ve kötülük kabilin­den ne işlediyse onunla kendisi arasın­da uzak bir mesafenin olmasını arzu edecek. Allah size kendisinden sakın­manızı emreder. Allah kullarına Ra­uf tur (onları pek çok esirgeyendir).



Nüzul Sebebi


28. ayet-i kerimenin nüzulü ile ilgili olarak İbni Cerir et-Taberî, İbni Ab-bas'tan şöyle dediğini nakletmektedir: el-Haccac b. Amr Yahudilerden KaT> b. el-Eşref, İbni Ebil-Hukayk ile Kays b. Zeyd'in antlaşmalısı idi. Bunlar Ensar-dan bir grup kimse ile birlikte onları dinlerinden çevirmek üzere bir arada bu­lunurlardı. Rifaa b. el-Münzir, Abdullah b. Cübeyr, Said b. Hayseme Ensarttan olanlara, "Şu Yahudilerden uzak durunuz, onlarla birlikte olmaktan da sakını­nız. Sizi dininizden çevirmesinler" dedilerse de kabul etmediler. Yüce Allah da bunlar hakkında, "Müminler müminleri bırakıp kâfirleri veliler edinmesin..." ayetini inzal buyurdu.

Yani bu ayet-i kerime Yahudilerden bir takım kimseleri veli edinen mü­minlerden bir topluluk hakkında nazil olmuştur. Müminlerden bir başka toplu­luk onları, Yahudileri veli edinmekten yahut onlarla içli dışlı olup arkadaşlık etmekten sakındırdıysa da böyle bir öğüdü kabul etmediler; Yahudilerle birlik­te olmaya, onlarla içli dışlı olmaya devam ettiler. Yüce Allah da bu ayet-i keri­meyi inzal buyurdu.

Yine İbni Abbas'tan rivayet edildiğine göre, bu ayet-i kerime Bedir asha­bından ve Akabe Biati nakiblerinden Ubade b. es-Samit hakkında nazil olmuş­tur. Bu zatın Yahudilerden anlaşmalı olduğu kimseler vardı. Resulullah (s.a.) Ahzab (Hendek) günü savaşa çıkınca Ubade dedi ki: Ey Allah'ın peygamberi, benimle birlikte beş yüz Yahudi var, benimle beraber harbe çıkmalarını uygun görüyorum. Onlarla düşmana karşı güç kazanmış oluruz. Bunun üzerine Yüce Allah, "Müminler, müminleri bırakıp kâfirleri veliler edinmesin" buyruğunu in­dirdi. [33]



Açıklaması


Yüce Allah mümin kullarına kâfirleri dost edinmelerini yasaklamakta, bu şekilde davrananları da "Kim bunu yaparsa Allah ile hiç bir dostluğu kalmaz." diye tehdit etmektedir. O halde akrabalık, dostluk, komşuluk ve buna benzer herhangi bir sebep dolayısıyla müminlerin kâfirleri veli edinmeleri, onları sır­larına muttali kılıp onlara sevgi beslemeleri, kâfirlerin menfaatlerini müminle­rin menfaatlerinden öne geçirmeleri -bu konuda özel bir maslahat olsa bile, ge­nel maslahat daha öncelikli ve gözetilmeye daha bir hak sahibi olduğundan do­layı- helâl değildir. Şayet bu dostluk ve antlaşma Müslümanların menfaatine ise bunda bir mahzur yoktur. Nitekim Peygamber (s.a.), müşrik olmakla birlik­te Hüzaahlarla andlaşmada bulunmuştur.

Farz olan, müminlerin birbirlerini veli (dost) edinmeleri, genel hususlarda ancak müminlere güvenmeleridir. İbni Abbas der ki: "Yüce Allah müminlere kâfirlere karşı yumuşak davranıp onları veli edinmeyi yasaklamaktadır."

Yasak kılınan dost edinmenin anlamı ise, onlardan yardım istemek, onlar­la dayanışma içerisinde olmak, akrabalık veya sevgi dolayısıyla onlardan -din­lerinin batıl olduğuna inanmakla birlikte- yardım dilemektir. Çünkü bu şekilde onları dost edinmek, izledikleri yollarını güzel görmeye götürebilir. Onların kü­für ve inkârlarına razı olmak anlamında dost edinmek ise bir küfürdür. Çünkü küfre rıza da küfürdür.

Zahire göre ve hallerine razı olmamakla birlikte, dünyada güzel geçim an­lamında dost edinmek ise yasaklanmış değildir.

Müminleri bırakıp kâfirleri dost edinen, müminler dururken onları veli edinen kimse -meselâ, kâfirler lehine casusluk yapan kişi- Allah'ın dininden, hizbinden, yahut da Allah'ın velayetinden (himayesinde olmaktan) uzaktır. Ya­ni böyle bir kimse ile Allah arasında son derece uzak bir mesafe bulunur. Böyle birisi Allah'ın rahmetinden kovulur, o artık kâfirlerden olmuş olur ve Allah'ın dinine itaat eden bir kimse olmaktan çıkar. Nitekim Yüce Allah, "Kim bunu ya­parsa şüphesiz ki o da onlardandır." (Maide, 5/51) diye buyurmaktadır. Yüce Allah'ın, "Kim bunu yaparsa..." buyruğu onları dost edinme hususuna işarettir. Bu da onları dost edinme hususunda işi sıkı tutmanın delilidir. Çünkü onları dost edinen kimsenin Allah ile herhangi bir ilişkisinin olması kabul edilme­mektedir.

Daha sonra Yüce Allah kâfirleri veli edinmenin caiz olduğu bir hali istisna etmektedir. Bu ise onlardan gelebilecek ve sakınılması gereken bir zarardan korkma halidir. Öldürülme korkusu gibi. Yani zararlarından sakınma hali yu­karda geçen genel yasaktan müstesnadır. O takdirde onları veli edinmek caiz­dir. Çünkü, "Kötülüklerin bertaraf edilmesi menfaatlerin sağlanmasından önce­liklidir." Bir zararı önlemek için onları dost edinmek caiz olduğuna göre, İs­lâm'ın ve Müslümanların faydası için de caizdir ve böyle bir şey zaruret dolayı­sıyla söz konusu olur. Tıpkı zorlama halinde küfür sözünü söyleme ruhsatı gibi: "Kalbi iman ile mutmain olduğu halde zorlanan kimse müstesna." (Nahl, 16/106).

Allah sizi cezalandırmakla korkutmaktadır. "Kendisinden" kelimesi bu tehdidin Yüce Allah'tan yapıldığına, bunu uygulamaya kadir olduğuna, hiç bir şeyin onu aciz bırakamadığma işarettir. Böyle bir ifade aykırı davranışa karşı yapılan oldukça ağır bir tehdittir.

Bütün insanların dönüşü Allah'adır. Amellerinin karşılığını verecek olan O'dur. Herkesi ameli ile hesaba çekecek, yaptığının karşılığını ona verecektir.

Daha sonra Yüce Allah ilminin yarattıklarını kuşattığını beyan etmekte­dir. Eğer sizler göğüslerinizdekini gizler, saklar yahut açığa vuracak olursanız muhakkak Allah onu bilir ve onun karşılığını verir. Göklerde ve yerde her şeyi O bilir. Kâfirlere meyletmek yahut uzak durmak da bunlar arasındadır.

Allah sizi cezalandırmaya kadir olandır. Onun yasaklarına karşı gelmeyi-niz. Çünkü açık ya da gizli olsun, onun bilmediği hiç bir masiyet yoktur.

Her bir nefsin dünyada hayır namına ne işlediğini önünde hazır bulacağı ahiret gününden sakınınız. Nefis o gün işlediklerinden dolayı sevinecek, nimet içerisinde olacaktır. Küçük ya da büyük her ne kötülük işlediyse onu da hazır bulacaktır ve bundan dolayı üzülüp pişman olacaktır. Kendisiyle bu işledikleri kötülükler arasında doğu ile batı arasındaki mesafe gibi alabildiğine uzak bir mesafenin olmasını arzulayacaktır.

Daha sonra yüce Allah, kendisinden sakınmayı bir defa daha vurgulamak­tadır. Allah'ın emirlerine aykırı işler işlemekten dolayı Allah size cezasından ve gazabından sakınmanızı emretmektedir. Size düşen hayrı kötülüğe tercih etmektir. Bu sakındırma ve tehdit sebebiyle Allah kullarına karşı çok şefkatli­dir (Raûftur). Çünkü nihayette karşılaşacakları akibeti onlara hatırlatarak uyarmış, görecekleri cezayı ve varacakları yeri bildirmiştir. Hasan-ı Basrî der ki: Onları kendisinden sakındırması, onlara eksiksiz ilim ve kudretini tanıtmış olmasının ve O'nun Rauf olduğunun bir tecellisidir. Çünkü bu hatırlatma ve tehditler onları o yüce zatı gereği gibi tanımalarına ve O'nun rızasını dilemeye, gazabından uzak durmaya sevk edecektir. [34]



Allah Sevgisi, Rasulüne Uymak Ve İtaat Etmek Suretiyle Kazanılır


31-De ki: "Eğer siz Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve «ünahlanmzı bağışlasın. Allah Ga- für'dur.Rahîm'dİr.''

32- De ki: "Allah'a ve Rasulüne itaat etten yüz çevirirlerse muhakkak Allah da kâfirleri sevmez.



Nüzul Sebebi


31. ayet-i kerimenin nüzul sebebiyle ilgili olarak İbnül-Münzir Hasan-ı Basrî'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Peygamberimiz döneminde bazı kimseler, "Allah'a yemin ederiz ya Muhammed, gerçekten bizler Rabbimizi se­viyoruz" dediler. Bunun üzerine Allah da "De ki: Eğer siz Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki..." ayetini indirdi.

Muhammed b. Cafer b. ez-Zübeyr de dedi ki: Bu ayet-i kerime Necranlılar-dan gelen heyet hakkında nazil olmuştur. Çünkü onlar Hz. İsa hakkında söyle­diklerinin Allah'a sevginin ifadesi olduğunu iddia etmişlerdi.

İbni Abbaş da demektedir ki: Yahudilerin "Biz Allah'ın oğulları ve sevdikleri­yiz" demeleri üzerine Allah da bu ayet-i kerimeyi indirdi. Bu ayet-i kerime nazil olunca, Resulullah (s.a.) onu Yahudilere sundu. Onlar da bu ayeti kabul etmediler.

Durum ne olursa olsun, ayet-i kerimede hitap Allah'ı sevdiğini, yani ona itaat edip emrini uyguladığını iddia edip Resulullah (s.a.)'a uymayan herkesi kapsayan genel bir hitaptır.

İbni Kesir der ki: O ayet-i kerime Allah'ı sevdiğini iddia edip Hz. Muham-med'in yolunu izlemeyen herkesin aleyhine hüküm vermektedir. Böyle bir kim­se bu iddiasında yalancıdır. Kişi şeriata ve nebevi dine bütün söz ve fillerinde tabi olmadıkça bu iddiasında doğru sözlü olamaz. Nitekim sahih hadiste Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğu sabittir: "Her kim bizim bu işimize uyma­yan bir iş işlerse o reddedilmiştir." [35]



Açıklaması


Ya Muhammed! Onlara de ki: Şayet sizler Allah'a itaat ediyor, O'nun seva­bını arzu ediyorsanız Allah'ın bana indirdiği vahye uyunuz. Allah da sizden ra­zı olacak, günahlarınızı bağışlayacaktır. Yani sizin isteğiniz olan onu sevmek­ten daha fazlasını da elde edeceksiniz ki, bu da O'nun sizi sevmesidir ve bu bi­rincisinden daha büyüktür.

Allah kendisine itaat edenleri, dinine uyanları bağışlar. Dünyada da ahi-rette de onlara merhamet eder. O'na itaat ise Rasulüne uymakla olur.

Rivayet edildiğine göre, "De ki: Eğer siz Allah'ı seviyorsanız..." buyruğu nazil olunca, münafıkların lideri Abdullah b. Ubeyy şöyle dedi: "Muhammed kendisine itaati Allah'a itaat gibi değerlendiriyor. Hristiyanlann İsa'yı sevdiği gibi bizim de kendisini sevmemizi emrediyor." Bunun üzerine Yüce Allah'ın, "De ki: Allah'a ve Rasulüne itaat edin" buyruğu nazil oldu.

Yani onlar dedi ki: Emirlerine uymak ve yasaklarından kaçınmak suretiy­le Allah'a itaat ediniz. Sünnetine uymak, onun gösterdiği yoldan gitmek ve izi­ni takip etmek suretiyle de Rasulüne itaat ediniz. Bu da Yüce Allah'ın size pey­gamberine tabi olmanızı farz kıldığını göstermektedir. Çünkü O Allah'ın rasulüdür. Yoksa durum Hristiyanların İsa (a.s.) hakkında iddia ettikleri gibi değil­dir.

Kendilerinin Allah'ın oğulları ve sevdikleri yani Allah'ı seven kimseler ol­duklarını iddia ederek gurura kapılıp O'nun çağrısını kabul etmez, yûç çevirip gerisin geri döner, emrine aykırı hareket ederlerse şüphesiz ki Allah kâfirleri cezalandırır, onların fiillerini beğenmez, onları bağışlamaz ve onlara gazap eder. Çünkü onlar nevalarına uymuş ve dosdoğru dinin gösterdiği hidayet yolu­nu terk etmiş olurlar. Bu yol ve yöntem hususunda Peygamber (s.a.)'e muhale­fet etmenin küfür olduğunun, kendisinin Allah'ı sevip ona yaklaşan bir kimse olduğunu ileri sürse dahi, bu nitelikte olan kimseleri Allah'ın sevmediğinin de­lilidir. [36]



Peygamberlerin Seçilmesi Ve İmran'ın Hanımının Karnında Bulunanı Allah'a İbadete Adaması


33- Gerçekten Allah Adem'i, Nuh'u İb­rahim ile İmran ailesini âlemlere üs­tün kıldı.

34- Hepsi birbirinden gelmiş tek bir zürriyetti. Allah Semî'dir, Alîm'dir.

35- Hani imran'ın karısı, "Rabbim, kar-nımdakini azatlı bir kul olarak yalnız sana adadım. Benden kabul buyur. Muhakkak sen Semî'sin, Alîm'sin" de­mişti.

36- Fakat onu doğurunca, "Rabbim ben bunu kız doğurdum" dedi. Halbuki Al­lah onun ne doğurduğunu daha iyi bi­lir. Erkek ise kız gibi değildir. "Ben adını Meryem koydum. Ben onu da zürriyetini de kovulmuş şeytandan sa­na sığındırırım" dedi.

37- Bunun üzerine Rabbi onu güzel bir kabul ile kabul etti. Güzel bir bitki gibi bitirdi ve Zekeriya'yı ona bakmakla görevlendirdi. Zekeriya ne zaman onun yanına mihraba girdiyse, yanın­da bir rızık buluyordu. "Ey Meryem, bu sana nereden geliyor?" dedi. O da, "Bu Allah'tandır. Şüphesiz Allah dile­diğine hesapsız rızık verir" dedi.



Açıklaması


Yüce Allah bu aileleri yeryüzünün diğer halkı arasından seçtiğini, pey­gamberliği onlara vermekle âlemler arasında onları seçkin kıldığını haber ver­mektedir, insanların babası Adem'i seçti, onu kendi eliyle yarattı, ona ruhun­dan üfledi. Melekleri ona secde ettirdi, eşyanın isimlerini öğretti, onu cennete yerleştirdi. Daha sonra bu konudaki hikmeti dolayısıyla cennetten yeryüzüne indirdi, tevbesini kabul etti ve onu seçkin kıldı. Nitekim Yüce Allah şöyle bu­yurmaktadır: "Sonra Rabbi onu seçti de tevbesini kabul etti ve hidayet verdi." (Tâ-Hâ, 20/122). Peygamberler ve Rasuller onun soyundan geldi.

Hz. Adem'den sonra insanlığın ikinci atası Hz. Nuh'u seçti. Hz. Nuh'u yer­yüzü halkına rasul kıldı. İnsanlar putlara ibadet etmeye başlamıştı. Tufan ile onları boğarak Hz. Nuh'un intikamını puta tapanlardan aldı. Onu ve onunla birlikte iman edenleri ise o büyük gemide, tufandan helak olmaktan kurtardı. Yine onun soyundan da pek çok peygamber ve pek çok rasul geldi. Hz. Adem'den sonra yeryüzündeki insanlara Allah'ın gönderdiği ilk rasul odur. Hz. Nuh insanlara kızlarıyla evlenmenin, kızkardeşlerle, halalarla, teyzelerle ve sair yalan akrabalarla evlenmenin haram olduğunu bildirdi.

Allah İbrahim hanedanını da seçmiştir. Kayıtsız şartsız olarak peygam­berlerin sonuncusu ve insanların efendisi Muhammed (s.a.) de onlardandır. İs­mail, İshak, Yakub ve Esbat (Hz. Yakub'un oğulları ve soylarından gelenler) da aralarmdandır. Hz. İbrahim'in soyundan da Âl-i İmran'ı (İmran ailesini) seç­miştir. Bunlar da İsa, onun annesi, İmran kızı Hz. Meryem'dir ki, onun da soyu Yakub (a.s.)'a kadar uzanır.

Burada sözü geçen "İmran" dan kasıt, Hz. İsa'nın muhterem validesi Hz. Meryem'in babasıdır. Onun da geriye doğru soyu şöyledir: İmran, Yaşim, Mişa, Hazkiya, ibrahim. İbran'ın nesebi Hz. Davud'un oğlu Süleyman'a (ikisine de selâm olsun) kadar uzanır. O halde Hz. İsa, Hz. İbrahim soyundandır.

Allah bunları seçmiş, insanların en seçkinleri kılmış, nübüvvet ve risalet ile şereflendirmiştir. O halde onlar tek bir zürriyet ve tek bir sülâleye mensup­turlar. Fazilet, meziyet, din ve birbirlerine yardımcı olmak hususunda birbirle­rine benzerler. İbrahim hanedanı olan ismail, İshak ve onların soyundan gelen çocukları Hz. İbrahim'in soyundan gelirler. Hz. İbrahim Hz. Nuh'un, Hz. Nuh da Hz. Adem'in soyundandır. Âl-i İmran ise, Musa, Harun, İsa ve onu annesi de Hz. İbrahim, Hz. Nuh ve Hz. Adem soyundan gelirler. Bunlar bütün insan­lar arasından seçilmiş, hepsine üstün kılınmıştır. Çünkü onlar insanların en seçkinleridir. Muhammed (s.a.)'e gelince: Onun mertebesi seçilme mertebesinin de üstündedir. Çünkü o Allah'ın habibi ve rahmetidir. Yüce Allah şöyle buyur­maktadır: "Biz seni ancak âlemlere rahmet olmak üzere gönderdik." (Enbiya, 21/107). Bütün peygamberler rahmet için yaratılmışlardır. Muhammed (s.a.) ise bizatihi rahmet olarak yaratılmıştır. Bundan dolayı onun yaratılması in­sanlar için bir emandır, güvenlik ve esenliktir. Nitekim Hz. Peygamber, Hakim ve İbni Asakir'in Ebu Hureyre'den yaptığı rivayete göre şöyle buyurmuştur: "Ben ancak hediye olarak verilmiş bir rahmetim." Hz. Peygamber bizatihi ken­disinin Allah'tan gelen bir rahmet olduğunu haber vermektedir. "Hediye olmuş" ifadesiyle ise Allah tarafından insanlara gönderilmiş bir hediye olduğu beyan edilmektedir.

Burada sözü geçen zürriyet, "Biz ona İshak ile Yakub'u bağışladık. Her bi­risine hidayet verdik..." (En'am, 6/84-87) buyruğunda Hz. İbrahim'den söz edi­lirken adı anılan kimselerdir.

Peygamberler arasında özellikle bunların anılması, bütün peygamber ve rasullerin onların soyundan gelmiş olmasındandır. Allah kulların sözlerini işi­ten Semî'dir, onların niyetlerini, kalplerinde olanları çok iyi bilen Alîm'dir.

Fâkûd kızı Hanne adını taşıyan ve Hz. Meryem'in anesi olan İmran'ın ha­nımı -ki çocuğu olmayan kısır bir hanımdı- çocuk sahibi olmayı arzu edince, Yüce Allah'a kendisine çocuk bağışlaması için dua etmiş ve Allah onun duasını kabul etmişti. Hamile kaldığından emin olunca şöyle demişti: Rabbim ben kar­nımda olan yavrumu yalnız senin zatına halis olmak üzere, sana ibadet etmek ve Beytülmakdis'e hizmet etmek üzere adıyorum. Böyle bir adak onların şeri­atında caiz idi. Çocuğa da bu adağa itaat etmek düşerdi. Allah'a bu adağını ka­bul etmesi için dua etti. Zaten O, her sözü ve bütün duaları işitendir. Bu sözle­rin sahibi olan kimselerin niyet ve ihlâsmı çok iyi bilendir. Bu ise O'nun bir lü­tuf ve ihsanı olarak duayı kabul etmesini gerektirir. Ancak İmran'ın hanımı karnındaki yavrunun erkek mi, dişi mi olduğunu bilmiyordu. Adak, mükellefin Allah tarafından vacip kılınmamış ve yapmakla yükümlü tutmadığı bir takım ibadetleri kendisine vacip kılmasıdır. Böyle bir ibadet, kişi kendisini o ibadetle mükellef tutmadıkça bağlayıcı olmaz.

Dikkat edilecek olursa Yüce Allah'ın ilkin "İmran ailesini" tamlamasında kastettiği Hz. Musa'nın babasıdır. Daha sonra sözünü ettiği "İmran'ın karısı" tamlamasında ise kastettiği kişi Hz. Meryem'in babasıdır. İkisi arasında yakla­şık bin sekiz yüz yıllık bir zaman vardır.

İmran'ın hanımı kız çocuk doğurunca üzüntü ve kederle dedi ki: Ben kız çocuk doğurdum. Halbuki Beyt'in hizmetine ancak erkekler kabul edilir. Zira kadınlar, ayhali olur, doğum yapar; bu sebeple orada hizmet için müsait değil­dir. Allah ise ne doğurduğunu ve doğurduğu yavrunun makamını en iyi bilen­dir. Bu ifadeler, dişinin şanını yükseltmektedir. Onun temenni edip istediği er­kek ise dişi gibi değildir, yani ibadet ve Mescid-i Aksa'ya hizmet hususunda, güç ve gayreti bakımından ona benzemez. Aksine bu dişi onun umduğu erkek­ten daha hayırlıdır. "Allah onun ne doğurduğunu daha iyi bilir" buyruğu Yüce Allah'ın sözleri arasındadır. Burada geçen, "(bimâ vedaat) ne doğurduğunu" buyruğu "(bimâ vada'tü) ne doğurduğumu" diye de okunmuştur. O takdirde bu yüce Allah'ı tazim ve tenzih kasdıyla İmran'ın hanımının söylediği bir söz olur.

"Erkek ise kız gibi değildir" buyruğu sözü geçen anlamıyla Allah'ın söyle­diği bir buyruktur. Bunun İmran'ın hanımının sözlerinden olması da müm­kündür. O bunu Mescide hizmet maksadına uygun olmayan kız doğurduğun­dan dolayı Rabbine mazeret beyan etmek üzere söylemiştir. Çünkü kız, avret olması (sakınması ve korunmasının lüzumu) sebebiyle hizmete elverişli değil­dir.

İmran'ın hanımı dedi ki: "Ben buna Meryem yani Rabbin hizmetkârı adını verdim. Hayırdan kovulmuş şeytanın şerrinden ben onu senin himayene veri­yorum. Senin onu korumanı diliyorum, onu gözetmeni niyaz ediyorum. Hem onu, hem onun soyundan gelecek olanı -ki o da İsa (a.s.) dır- şeytandan ve şey­tanın onların üzerinde baskı kurmasına karşı korumanı dilerim." Allah onun bu duasını kabul etti. Buharî ve Müslim'in Ebu Hureyre'den rivayetlerine göre Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Bütün Ademoğullanna annesi tarafın­dan doğurulduğu gün şeytan dokunur. Meryem ve onun oğlu müstesna."[37] Yani şeytan, etkilemek suretiyle, doğan her çocuğu azdırmayı arzular. Bundan tek istisna Meryem ve onun oğludur.

Allah, Hz. Meryem'i annesinden en güzel bir şekilde kabul buyurdu. Onun yalnızca ve halisen ibadete, Beytülmakdis'in hizmetine adanmasına -küçüklü­ğüne ve dişiliğine rağmen- razı oldu. Durumlarını düzeltecek şekilde hem mad­dî hem ruhî yönlerini kapsayacak tarzda üstün bir terbiye ile büyüttü. Tıpkı zi-raatçilerin sulayarak, gübreleyerek, sürerek ve çevresindeki zararlı otları ko­pararak güzel bitkileri güzel olan bir arazide yetiştirmeleri gibi.

Teyzesinin kocası ve güzel ahlâk ve takvasıyla tanınan Zekeriya'yı Hz. Meryem'in bakımıyla ve onun işlerini görmekle -gençlik çağına, büyüme çağma gelinceye kadar- görevlendirdi. Yüce Allah onu, faydalı bilgi ile salih bir amel edinsin diye Hz. Zekeriya'nın himayesine vermeyi takdir buyurdu.

Hz. Zekeriya Meryem'in yanına mihraba (ibadet ettiği yüksekçe odaya) girdiği her seferinde etrafında oldukça bol rızık görürdü. O zamanda bulun­mayan pek çok ve türlü yiyecekleri yanında bulurdu. Tabiîn müfessirlerinden bir topluluğun dediğine göre yanında kış mevsiminde yaz meyvesini, yaz mev­siminde de kış meyvesini görürdü. Ona, "Ey Meryem bu sana nereden geli­yor?" diye sorardı. O sıralarda kıtlık ve kuraklık günleri yaşanıyordu. Hz. Meryem ona şöyle dedi: "Bu birini ötekine müsahhar kılmak suretiyle bütün insanları rızıklandıran Allah'tan gelmektedir. Şüphesiz Allah kullarından di­lediğini hesapsızca rızıklandırır." Bunun (Yani Allah... sözünün) Hz. Mer­yem'in sözü olduğu söylenmiştir; yeni bir cümle olması da caizdir. İşte Hz. Ze­keriya'nın gördüğü bu durum, Allah'a dua edip çocuk istemesine sebep teşkil etti. [38]



Hz. Zekeriya İle Hz. Yahya'nın Kıssası

(Hz. Zekeriya'nın Duası ve Salih Evlat Sahibi Olma İsteği ile Hz. Yahya'nın Doğumu)


38- Orada Zekeriya Rabbine dua etti: "Rabbim bana senin tarafından çok te­miz bir zürriyet bağışla. Muhakkak ki sen duayı hakkıyla işitensin."

39- O mihrapta durmuş namaz kılar­ken melekler ona seslendi: "Muhakkak Allah sana Allah'tan bir kelimeyi doğ­rulayıcı, bir efendi, nefsini sakındıran ve salihlerden bir peygamber olmak üzere Yahya'yı müjdeliyor."

40- Dedi ki: "Rabbim gerçekten bana ihtiyarlık çatmış iken ve karım da kı­sır iken benim nasıl olur da bir oğlum olur?" Böyle. Allah ne dilerse yapar" diye buyurdu.

41- "Rabbim bana bir ayet ver" dedi. Buyurdu ki: "Senin ayetin işaretle ha­riç, insanlarla üç gün konuşmamandır. Rabbini çok zikret, sabah ve akşam teşbih et."



Açıklaması


Hz. Zekeriya Hz. Meryem'in durumunu, kendisini ibadete verişini, Yüce Allah'ın ona bol rızık ihsan edip lütfetmesini görünce, Rabbine onun gibi Hz. Yaküb soyundan gelen salih bir evlat bağışlaması için dua etti.

Ayet-i kerime aynı şekilde insanın oğlunun ve eşinin hidayete iletilmesi için yaratanına niyaz edip yalvarmasının, onlara başarı istemesi, hidayete ile­tilmeleri, doğruluğa, iffet ve Allah'ın himayesinde olmaları için dua etmesinin, dünyada da ahirette de onlardan sağlayacağı menfaati daha büyük olsun diye, dini ve dünyası hususunda ona yardımcı olmaları için Rabbine niyazda bulun­masının vacip olduğuna delâlet etmektedir. Nitekim Hz. Zekeriya'nın "Rabbim sen onu razı olduklarından kıl." (Meryem, 19/6) ile, "Bana senin tarafından çok temiz bir zürriyet bağışla" diye buyurduğuna dikkat edelim. Bir başka yerde de şöyle buyurulmaktadır: "Rabbimiz, eş ve çocuklarımızdan gözlerimizin aydınlı­ğı olan iyi kimseler ver." (Furkan, 25/74). Resulullah (s.a.) da Hz. Enes'e Buharî ve Müslim'in rivayet ettiğine göre şöylece dua etmiştir: "Allah'ım, sen ona çok­ça mal, çokça evlat ver ve bunları ona mübarek eyle!"

Meleklerin görevlerinden birisi de Hz. Yahya'nın müjdesini verdiği gibi müjde vermektir. Peygamberler peygamberlikten önce de sonra da günahlar­dan, büyük ve küçük masiyetlerden korunmuşlardır. Peygamberler bazan mu­bah olan arzulardan da korunabilir, alıkonulabilirler. Tıpkı Hz. Yahya'da oldu­ğu gibi. O nefsini sakındıran (kadınlardan uzak duran) bir kimse idi. Bunun onun getirdiği şeriatın gereği olması ihtimali de vardır. Bizim şeriatımızda ise evlenmek esastır. Hz. Yahya, Hz. İsa'ya iman edip onu tasdik eden ilk kimse idi. Hz. Yahya, Hz. İsa'dan üç yaş daha büyüktü. Altı ay daha büyük olduğu da söylenmektedir.

Hz. Zekeriya'nın evlat sahibi olmayı uzak görmesi ve buna hayret etmesi­nin sebebi, alışılmışa göre kendisi ve hanımı gibi olan eşlerden çocuk olmama­sıdır. Yoksa, Allah'ın kudreti içerisinde olmayacağından dolayı hayret etmemiş­tir. O nimet ve lütfün daha da fazlalığına delil olsun diye kendisine bir alâmet verilmesi talebinde bulunarak nimetinin tamamlanmasını istedi.

Bu ayet-i kerime, işaretin de konuşma'gibi bir değer ifade ettiğinin delili­dir. Bu sünnet-i seniyyede de çokça görülen bir şeydir. Bunlardan birisi Pey­gamber (s.a.)'in siyahi olan bir cariyenin işaretine göre hüküm vermesidir. Ona, "Allah nerede?" diye sorunca, başı ile semaya işarette bulunmuştu. Hz. Peygamber de; "Sen bunu azat et, çünkü bu mümindir" demişti. Böylelikle Hz. Peygamber kanı ve malı koruma sebebi, kendisi ile cennete hak kazanılan ve ateşten korunulan, dinin aslı olan İslâm'a girmeyi dahi işaretle caiz kabul et­miş ye tıpkı bunu sözlü söyleyenin İslâm'a girmesine hükmedildiği gibi o siya­hi cariyenin bununla İslâm'a girdiğine hükmetmiştir.

Genel olarak fukahanın kabul ettiği budur. İmam Malik der ki: Dilsiz bir kimse işaret ile hanımını boşadığını ifade etse bu yerini bulur. Şafiî ise hasta­lanıp da konuşamaz hale gelen kimse hakkında bunun hanımına ric'at yapması ve hanımını boşaması hususlarında dilsiz gibi olduğunu söylemiştir. Ebu Ha-nife de der ki: Eğer işaretinin ne anlama geldiği biliniyor ise böyle bir işaret hüküm ifade eder. Eğer o işaretin anlamı hakkında şüphe varsa batıldır. Ancak bu hüküm kıyasa göre verilmiş değildir, istihsana göre verilmiş bir hükümdür.

Hz. Zekeriya kendisini konuşmaktan alıkoyan bir rahatsızlık sebebiyle ko-nuşamamıştı. Söz konusu bu rahatsızlık ise sağlıklı olmasına rağmen konuşa-mama rahatsızlığı idi. Yüce Allah'ı zikretmekten ise alıkonulmamıştı. Allah ona dili tutulmuş olmakla birlikte, içinden zikri terk etmemesini emretmişti. Muhammed b. Ka'b el-Kurazî der ki: Eğer bir kimseye Allah'ı terk etme izni ve­rilmiş olsaydı, Yüce Allah'ın şu buyruğundan da anlaşıldığı gibi bu konuda Hz. Zekeriya'ya müsade edilmesi gerekirdi: "İşaretle hariç insanlarla üç gün konuş-mamandır. Rabbini çok zikret..." Diğer taraftan Yüce Allah'ın şu buyruğundan da anlaşıldığı gibi, savaşan kimseye savaş esnasında da Allah'ı anmamak için ruhsat vermesi gerekirdi: "Bir topluluk ile karşılaştığınız zaman sebat edin ve çokça Allah'ı anın." (Enfal, 8/45).

Aynı şekilde namaz da terk olunmaz. Çünkü yüce Allah'ın, "Teşbih et!" buyruğu, "Namaz kıl" demektir. Nitekim namazda yüce Allah'ın her türlü kötü­lükten tenzihi söz konusu olduğundan dolayı ona "subha" adı verilmiştir. [39]



Hz. Zekeriya Kıssası:


Hz. Zekeriya Kur'an-ı Kerim'de En'am, Meryem ve Enbiya surelerinde se­kiz defa zikredilmektedir. Hz. Yahya'nın babası Hz. Zekeriya'nın dinî hizmet­lerde bir payının olduğu ortaya çıkmaktadır. Zaten o Lâvîlidir. Hz. Meryem'in teyzesinin kocasıdır.

Hz. Zekeriya, Allah'ın göz kamaştırıcı ayetlerini, Hz. Meryem'e lütuflannı ve ummadık yerden onu nzıklandırmasını görünce Rabbine İsrailoğulları'nın işlerini yürütecek iyi, temiz ve mübarek bir zürriyet ihsan etmesi için dua etti. Çünkü o şeriata sıkı sıkıya bağlı olmayan yakınlarının, onların başlarına geç­melerinden ve bununla ağır bir imtihana tabi tutulmalarından korkuyordu. Hanımı Hz. Yahya'ya gebe kaldı. Yüce Allah da ona Hz. Yahya'nın peygamber olacağı müjdesini verdi: Bu alâmet ise üç gün süre ile insanlarla konuşamaya­cağı idi ve ona ancak işaretle konuşabileceği haberini bildirdi. Hz. Zekeriya ile onun oğlu Hz. Yahya aynı olayda öldürüldüler. [40]



Hz. Yahya Kıssası:


Hz. Yahya da Kur'an-ı Kerim'de Âl-i İmran, En'am, Meryem ve Enbiya su­relerinde olmak üzere dört yerde zikredilmektedir.

Hz. Zekeriya'nın Elisabat (Elizabet) adındaki hanımı Hz. Meryem'in Hz. İsa'ya gebe kaldığı sırada Hz. Yahya'ya hamile kalmıştı. Hz. Yahya dünyaya geldi ve Hz. Musa'nın şeriatını çok iyi bilen bir kişi olarak yetişti. Döneminde şeriatın hükümlerine dair fetva soran herkesin çok önemli bir başvuru kaynağı idi.

Hirodos, Filistin yöneticilerinden birisi idi. Onun erkek kardeşlerinden bi­risinin Hirodia adında oldukça güzel bir kızı vardı. Onunla evlenmek istedi.

Kız da annesi de bunu arzulamışlardı. Ancak Hz. Yahya böyle bir evliliğe razı olmadı, çünkü haramdı. Kızın annesi, amca ile yeğeninin zifafa girmesi için fir-sat kolladı. Gelini süsleyerek amcasının önünde oynamasını sağladı. Amcası da buna çok sevindi ve kendisinden neyi arzu ederse istediğini yerine getireceğini söyledi. Kız annesinin ona verdiği akla uyarak ondan, bu evliliğine razı olma­yan Hz. Zekeriya'nın oğlu Hz. Yahya'nın başını bu tabak içinde görmek istedi­ğini söyledi. Yönetici olan amcası onun bu isteğini yerine getirdi. Hz. Yahya'yı öldürdü.

Hz. Yahya gençliğinden beri en mükemmel bir şekilde salah ve takva sahi­bi olarak yetişti. Otuz yaşma varmadan önce gençlik çağında ona peygamberlik verildi. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Biz ona hükmü (peygamber­liği) çocuk iken verdik." (Meryem, 19/12). Hz. Yahya insanları günahlardan tev-be etmeye çağırıyor ve onları bunun için Ürdün nehrinde yıkıyor, yani vaftiz ediyordu. Hz. Mesih'i de o vaftiz etmiştir. O bakımdan Hristiyanlar ona "Vaftiz-ci Yuhanna (Yahya)" derler. Hz. Yahya öldürülünce Hz. Mesih peygamberlik da­vetini açıktan yapmaya ve insanlara öğüt vermeye başladı. [41]



Hz. Meryem Kıssası


42- Hani melekler, "Ey Meryem, şüphe­siz Allah seni seçti. Seni arındırdı ve seni âlemlerin kadınlarına üstün kıldı" demişlerdi.

43- "Ey Meryem, Rabbine itaat et, rükû edenlerle beraber rükû et."

44- Bunlar sana vahyettiğimiz gayb ha-

Onlar Meryem'i hangi­ alacak diye kalemlerini zaman sen yanlarında değil­din ve onlar çekişirlerken de sen yan­larında değildin.



Açıklaması


Melekler Hz. Meryem'e çokça ibadeti, zühdü, şerefi, kederlerden, vesvese­lerden, kötü huylardan ve olumsuz sıfatlardan arındırılmış olması (ki bu da manevî bir anndımadır) sebebiyle Allah'ın onu seçtiğini haber verdi, ikinci bir defa olarak ay hali olmamak, lohusa olmamak, erkekle birlikte olmaksızın do­ğum yapmak gibi maddî kirlerden arındırılmak suretiyle de seçildiğini, çağdaşı olan diğer kadınlara üstün kılındığım belirtti. O halde Hz. Meryem kirlerden, ay hali, lohusalık ve buna benzer kir ve pisliklerle, maddî ve manevî beşerî ku­sur ve eksikliklerden arındırılmıştır. Ay hali olmayan Hz. Fatımatü'z-Zehra da onun gibiydi. Bu bakımdan Hz. Fatıma'ya "ez-Zehra" unvanı verilmiştir.

Ey Meryem, Allah'a boyun eğerek itaatten ayrılma! Allah'a huşu duyarak secde et! Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Göklerde ve yerde bulu­nanlar yalnız O'nundur. Hepsi O'na boyun eğerler." (Rum, 30/26). Secde etmek, alçakgönüllülüğünü arz etmek, rükû etmek ise eğilmek demektir. Secde ve rü-kûdan kasıt ise, bunların ifade ettiği ibadette alçakgönüllülük göstermek ve huşu duymaktır.

Hz. Zekeriya, Hz. Yahya ve Hz. Meryem'in haberlerine dair sana bildirmiş olduğumuz bu haberler, senin kavminden herhangi bir kimsenin de haberdar olmadığı gayb haberlerindendir. Bunlar sana Ruhul-Emin olan Hz. Cebrail va­sıtasıyla vahyettiğimiz bilgilerle öğrendiğin şeylerdir. Bu bunların senin peyga-merliğinin sıhhatine delil olsun, sana karşı inat edenleri susturucu bir belge ol­sun diyedir.

Ayrıca, Hz. Peygamberin buna dair bilgilerinin Yüce Allah tarafından ge­len vahiyle olduğunu da ispat etmektir. Kendisine öğretilen iki şey vardır: Bi­rincisi Hz. Meryem kıssası, diğeri ise Hz. Zekeriya kıssasıdır.

İmran'ın hanımı gelip Meryem'i Beytül-Makdis'e bıraktığı vakit oradaki alimler de onu himayelerine alıp ona hizmet etmek için birbirleriyle yarıştıkla­rında sen orada değildin. Çünkü Meryem onların efendilerinin, büyüklerinin kızıydı. Bu konuda kura çekmeye koyuldular. Kura Hz. Zekeriya'ya çıktı ve onu himayesine aldı.

Onlar ancak kuradan sonra ittifak etmişlerdi. Bu kıssayı sen de, senin kavmin de -sen de onlar gibi ümmî olduğundan dolayı- bilmediğine göre, o hal­de senin bunu bilmek için tek bir yolun kalıyor; o da Allah'tan sana gelen vahiy yoluyla bilmek. O tartışmalara tanık olmayı ise Yüce Allah inkarcılarla alay etmek üzere nefyetmiş bulunmaktadır. Bu da Yüce Allah'ın şu buyruğuna ben­zemektedir: "Bunlar bizim sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Onları bundan evvel ne sen biliyordun, ne de kavmin." (Hud, 11/49).

Onların iddia ettikleri gibi Hz. Peygamber'e bu bilgileri bir insanın öğretti­ğine gelince, bunu da Yüce Allah şu buyruğu ile reddetmektedir: "İnkâra sapa­rak o Kur'an'ı nispet ettikleri kimsenin dili Arapça değildir. Bu ise apaçık Arap­ça bir dildir." (Nahl, 16/103). Dili Arapça olan ise, daha önce okumamış, yaz­mamış, ümmî peygamberdir.

Bu ayet-i kerime Hz. Nuh'un kıssası hakkında söz konusu edilen şu ayet-i kerimeyi andırmaktadır: "Bunlar sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Onları bundan önce ne sen biliyordun, ne de kavmin." (Hud, 11/49). Aynı şekil­de Hz. Musa ile Hz. Şuayb kıssasından sonra zikredilen şu ayet-i kerimeye de benzemektedir: "Biz Musa'ya emri vahyettiğimiz vakit sen (Tufun) batı tarafın­da değildin." (Kasas, 28/44). [42]



Hz. İsa (A.S.) Kıssası


45- Hani melekler, "Ey Meryem, mu­hakkak Allah kendinden bir kelime ile seni müjdeliyor. İsmi Meryem oğlu Mesih İsa'dır. Dünyada ve ahirette şanı yüoedlr ve ° en yakınlardandır da» dediler.

46- "Ve o beşikte İken de yetişkin iken de insanlarla konuşacaktır. O salihlerdendir."

47- Dedi ki: "Rabbim, bana bir beşer dokunmamışken nasıl bir çocuğum olabüirT Buyurdu ki: "Öyledir. Allah neyi dilerse yaratır, bir işe hükmedin­ce ona "ol" der, o da oluverir."

48- Ona kitabı, hikmeti, Tevrat ve İn­cil'i öğretecek.

49- Ve İsrailoğuları'na peygamber ola­rak (gönderecek ve onlara diyecek ki:) "Şüphesiz ben size Rabbinizden bir ayet ile geldim. Size bir kuş gibi bir şey yapar ona üfürürüm. Allah'ın iz­niyle o derhal bir kuş olur. Allah'ın iz­niyle «ımHatı doğma körü, alacalıyı iyi eder ve ölüyü diriltirim. Evlerinizde yediğinizi ve biriktirdiğinizi size ha­ber veririm. Elbette bunda sizin için bir ayet vardır, eğer iman edenlerden iseniz."

50-" "Ve benden önce inen Tevraf ı tas­dik edici olarak ve size haram olan ba­zı şeyleri size helâl înimafc için geldim. Size Rabbinizden bir ayet ile de gel­dim. Artık Allah'tan korkun ve bana itaat edin."

51- Muhakkak Allah benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. Öyleyse O*na iba­det edin. Dosdoğru yol işte budur."



Açıklaması


Ya Muhammed, kavmine meleklerden Hz. Cebrail'in "Ey Meryem, Allah sana Allah'ın kelimesi olarak nitelenen İsa'yı müjdeliyor" Yani biz sana tarafı­mızdan yaratılacak, bir çocuğun müjdesini veriyoruz, dediği zamanı hatırlat! Bu Hz. İsa'nın olağan dışı bir şekilde yaratıldığını ifade etmek içindir. O ba­kımdan böyle bir niteliği hak etmiştir. Esasında bütün varlıklar Hz. İsa'nın ya­ratılmasının akabinde Yüce Allah'ın "Allah bir işe hükmedince ona 'ol' der, o da hemen oluverir." (Yasin, 36/82) diye belirttiği şekilde var olmuştur; bütün kâ­inat Allah'ın tek bir sözü ile var edilmiş olmakla birlikte, örfen yaratılmış başka şeyler normal sebeplerine nispet edilirler. Hz. İsa'nın hakkında "Allah'ın ke­limesi" tabirinin kullanılması mecazî bir ifadedir. Yüce Allah'ın "Ve o Meryem'e bıraktığı onun kelimesidir." (Nisa, 4/171) buyruğunda olduğu gibi.

Burada meleklerden kasıt, Hz. Cebrail'dir. Çünkü Yüce Allah şöyle buyur­maktadır: "Derken biz ona ruhumuzu gönderdik. Ona tam bir insan oğlu şek­linde göründü." (Meryem, 19/17). Burada "melekler" diye çoğul olarak Hz. Ceb­rail'den söz edilmesi onun sair meleklerin başı oluşundan dolayıdır.

Onun adı Mesih'tir. Zulmü kaldırmak, insanları hidayete iletmek, arala­rında gerçek kardeşliği yaygınlaştırmak için gelmiştir. Hz. İsa'nın hükümdarlı­ğı bedenî değil, ruhanî idi. Mesih onlara göre meleğin lakabıdır. O bakımdan bu kelime övücü lakaplardandır. Kurtubî de der ki: Bu, sıddık (doğru sözlü) de­mektir.

Hitap Hz. Meryem'e olmakla birlikte "Meryem'in oğlu" denilmesinin sebe­bi, Hz. İsa'nın babasız doğması sebebiyle ona nispet edildiğine işarettir. Bu ni­teliğinin her zaman için zihinlerde yer eden değişmez bir vasıf olarak devam etmesi, onu ilâhlaştıranların görüşlerini reddetmek, ayrıca Hz. Meryem'in yük­sek makamına açıklık getirmek ve onun şanını yükseltmek içindir.

Hz. İsa, ona tabi olanlar ve müminler nezdindeki yüksek mevkisi dolayı­sıyla dünyada insanlar arasında, ahirette kıyamet gününde de Yüce Allah'a ya-kmlaştırılanlar arasında yer almakla üstün bir şeref sahibidir.

Yine beşikte süt emen bir bebek iken, gençliğinde ve olgun bir adam oldu­ğu zamanlarda insanlarla oldukça makul ve dengeli konuşma özelliğine de sa­hip olacaktır. Bu ise Hz. İsa'nın eksiksiz bir insan olacağına işarettir. İbni Ab-bas der ki: Onun beşikteki konuşması, Yüce Allah'ın bize anlattığı şekilde bir anlıktı. Bundan sonra konuşma vakti gelene kadar bir daha konuşmadı. Âde-ten beşikte iken konuşan kimse yaşamaz idi.

O, aynı şekilde Allah'ın kendilerine peygamberlik, istikamet ve düzgün bir hal sahibi olmakla nimet ihsan ettiği salih kimselerdendir. Sözü geçen nitelik­lere sahip Hz. İsa'nın müjdesi Hz. Meryem'e verilince, hayret ve şaşkınlıkla de­di ki: Benim kocam yokken nasıl oğlum olabilir? Yüce Allah ona şu şekilde ce­vap verdi: İşte bu, çocuğun babasız yaratılması şeklindeki bu hayret verici ya­ratma gibi, Allah dilediğini yaratır. Gökleri ve yeri yaratmıştır O. Adem'i top­raktan babasız ve annesiz yaratmıştır. Aslında bütün varlıkları zahirî bir se­bep olmaksızın yaratmıştır. Hz. Zekeriya ve oğlu Hz. Yahya kıssasında Yüce Allah'ın, "Böyle. Allah ne dilerse yapar." (Âl-i İmran, 3/40) ve Hz. İsa'nın yara­tılması kıssasında "Öyle. Allah neyi dilerse yaratır" diye Duyurulmasının sebebi şudur: Hz. Yahya'nın yaşlanmış bir koca kandan yaratılması âdeten diğer in­sanların var edilmesine benzemektedir. O bakımdan onun hakkında "yapmak" tabiri kullanılmıştır. Hz. İsa'nın yaratılıması ise babasız olarak, bir anneden doğum yoluyla gerçekleşmiş alışılmışın hilâfına bir yaratmadır. Hatta onun bu yaratılışı mutlak ilâhî kudret ile olmuştur. Bu, Hz. Yahya'nın yaratılmasından daha açık ve beliğ bir ifade taşır. O bakımdan normal bir sebebe bağlı olmaksızın yaratıldığından dolayı, Hz. İsa'da yaratmak, icat etmek, yoktan var etmek tabirinin kullanılması uygun düşmektedir.

Daha sonra buna uygun düşecek ve tekit edecek ifadelerle şöyle buyur­maktadır: O bir şeyi yaratmayı diledi mi ona "ol" der, o da oluverir. Buradaki emirden kasıt, tekvini emirdir. Yüce Allah'ın, "Namazı kılınız'' buyruğunda ve benzerlerinde olduğu gibi teklifi emir değildir. Bu buyruk, Yüce Allah'ın aza­metini, O'nun emir ve iradesinin yerini bulduğunu, istediğini çabucak gerçek­leştirdiğini zihinlerin anlayabileceği şekilde bir açıklamadır. Yoksa Allah'ın di­lediğini var etmesi, "ol" harfleri arasındaki mesafeden de daha hızlıdır. Bu buy­ruk Yüce Allah'ın şu ayet-i kerimesini de hatırlatmaktadır: "Sonra göğe yönel­di. O duman halinde idi. Ona ve yere "isteyerek veya istemeyerek gelin" dedi. İkisi de, "İsteyerek geldik" dediler." (Fussilet, 41/11) Ortada Hz. İsa'nın yaratıl­masından daha olağan dışı başka bir yaratma daha vardır. O da Hz. Adem'in babasız ve annesiz yaratılmasıdır: "Muhakkak İsa'nın misali Allah nezdinde Adem'in misali gibidir. Onu topraktan yarattı, sonra ona "ol" dedi, o da oluver­di." (Âl-i İmran, 3/59)

İşte alışılmışın dışındaki bu yaratma halleri, Allah'ın mutlak kudretine ve akıllara hayret verecek yaratıklarla varlığı tamamlama iradesine açık bir delil­dir.

Hz. İsa'nın niteliklerinden bazısı şunlardır: Allah ona yazı yazmayı, insanı hareketli kılan ve işlerini sonuçlandırmaya sevk eden hükümlerin sırlarını gös­teren faydalı bilgiyi, Hz. Musa'ya indirilmiş olan Tevrat'ı ve kendisine vahyolu-nan İncil'i öğretmiştir.

O, İsrailoğulları'na gönderilmiş ve risaletinin doğruluğuna delil olan birta­kım ayetlerle desteklenmiş bir rasuldür. Sözü geçen bu ayetler (mucizeler) şun­lardır:

1- Çamurdan yaptığı kuşun canlanıp uçması. O, kuş şekline benzer muay­yen ölçüde çamurdan bir suret yapmıştır. Yoksa çamurdan yeni bir şekil mey­dana getirmemiştir. Yaptığı bu cisme üfler ve o Allah'ın kudret ve iradesiyle bir kuş oluverir; Hz. İsa'nın kendi kudret ve iradesiyle değil. Çünkü o böyle bir şe­ye güç yetiremeyen bir yaratıktır.

Rivayet edildiğine göre Hz. İsa'dan bir yarasa yaratmasını istediler. O da çamur aldı, onu şekillendirdi ve ona üfledi. Bu cisim gözleri önünde uçan bir kuş oluverdi. Gözlerinden kaybolur kaybolmaz ölü olarak düşüverdi. Böylelikle hâlikle mahlûkun fiili birbirinden ayırt edilmiş ve mutlak kemalin Yüce Al­lah'a ait olduğu bilinmiş oldu. Vehb (b. Münebbih) dedi ki: İnsanlar ona baktık­ları sürece uçuyor, gözlerinin önünden kayboldu mu ölüp düşüyordu. Böylelikle onun yaptığı ile Allah'ın yarattığı birbirinden ayırt edilmiş oldu.

2,3- Anadan doğma körü, abrası iyileştirmesi ve Allah'ın izniyle ölüleri di­riltmesi. Özellikle bu iki hastalığın zikredilmesi, doktorların onları tedavi et­mekte acze düşmüş olmalarındandır. Şunu da bilelim ki, Hz. İsa zamanında tıp ileri bir dereceye ulaşmıştı. Allah da onlara tıp konusunda bir mucize gösterdi.

Pek çok ilim adamı şöyle demektedir: Allah gönderdiği her bir peygamberi çağ­daşı olan insanlara uygun bir mucize ile göndermiştir. Hz. Musa döneminde Mısır'da büyücülük çok yaygındı ve büyücüler tazim ediliyordu. Yüce Allah Hz. Musa'yı gözleri kamaştıran, bütün sihirbazları şaşırtan bir mucize ile birlikte peygamber olarak gönderdi. Onlar bu mucizenin, istediğini yapan mutlak ma­lik Allah tarafından gönderildiğini kesin olarak bilince, İslâm'a boyun eğdiler ve Allah'ın hayırlı kulları arasına girdiler. Hz. İsa da tıbbın ve tabiat bilimleri­nin ileri olduğu bir dönemde peygamber olarak gönderildi. O da herhangi bir kimsenin -şeriatı teşri buyuran kimse tarafından desteklenmiş olması dışında-yapamayacağı mucizeleri onlara gösterdi.

Bir doktor cansıza nasıl hayat verecektir veya anadan doğma körü ve ab­rası nasıl tedavi edebilecektir? Kabrinde ölü bulunanı nasıl diriltebilecektir? İşte Hz. İsa, Azer adında bir arkadaşını, koca karının oğlunu, gümrük memu­runun oğlunu diriltti ve bunlar bir süre yaşadılar, çocukları da oldu. Ayrıca Hz. Nuh'un oğlu Şam'ı da diriltti ve o hemen öldü.

Aynı şekilde Muhammed (s.a.) de fasihlerin, beliğlerin ve şairlerin alabil­diğine bol ve edebiyatın ileri noktalarda olduğu bir dönemde peygamber olarak gönderildi. O da onlara öyle bir kitap getirdi ki, insanlar ve cinler onun bir ben­zerini yahut on suresinin yahut bir tek suresinin benzerini getirmek için bir araya gelecek olsalardı dahi, ebediyyen buna güç yetiremeyeceklerdi. İsterse bir birlerine yardımcı olarak bu işi birlikte yapmaya çalışsınlar. Bunun tek se­bebi şudur: Aziz ve Celil olan Rabbin sözü, hiç bir zaman mahlûkatın sözüne benzemez.

4- Hz. İsa onlara demişti ki: "Ne yediğinizi ve daha sonraki zamanlar için evlerinizde neleri saklayıp neleri koruduğunuzu da haber veriyorum."

Peygamberlerin gaybden haber vermesi ile müneccim ve kâhinlerin haber vermesi arasında şu fark vardır: Peygamber başka herhangi bir şeye dayan­maksızın doğrudan Allah'ın bildirmesiyle haber verir. Kâhin ve müneccim ise türlü hileli yollara ve yıldızlar, cinler ve bazı insanlar kullanarak ve bir takım bilgi vasıtalarına baş vurarak bu işi yaparlar.

İşte benim bunları yapmam, -eğer sizler Allah'ın göz kamaştırıcı ayetlerini doğrulayan, O'nun tevhidini ve her şeye güç yetiren kudretini kabul eden kim­seler iseniz- risaletimin doğruluğunun kesin belgeleri, delilleridirler.

5- Ben sizlere önceden inmiş Tevrat'ı doğrulayıcı olarak geldim. Onu nes-hetmek veya hükümlerine muhalefet etmek için gelmedim. Bundan bazı istis­nalar ile Tevrat'ta sizin için ağır olan bazı hükümleri İncil'de Yüce Allah'ın ha­fiflettiği başka hükümlerle değiştirerek geliyorum. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ve size haram olan bazı şeyleri size helâl kılmak için (gel­dim)." Yani Yüce Allah'ın, "O Yahudilerin zalimlikleri sebebiyle kendilerine he­lâl kılınan bir çok temiz şeyleri üzerlerine haram kıldık." (Nisa, 4/160) buyru­ğunda işaret edildiği gibi, zalimlikleri sebebiyle İsrailoğullan'na haram kılın­mış bir takım temiz şeyleri helâl kılmak için geldim, demektir. Denildiği gibi zalimlikleri sebebiyle İsrailoğulları'na haram kılınanlar arasında balık, deve eti, iç yağları ve cumartesi günü çalışmak da vardır.

Bunun dışında kalan hususlarda ben tevhid, öldükten sonra dirilmek, ah­lâkî faziletler gibi dinin esasını teşkil eden hususlarda Tevrat'a uygun şeyler tebliğ ediyorum. İncil'de Hz. İsa'nın şöyle dediği kaydedilmektedir: "Ben namu­su nakzetmek (yani Tevrat'ın şeriatını kaldırmak) üzere gelmedim. Fakat onu tamamlamak üzere geldim."

6- Ben size ardı arkasına Rabbinizden doğruluğuma ve risaletimin sıhha­tine belge olacak ayetler getirdim. Bunun tekrar edilmesi tekit için ve takva emrine esas teşkil etmesi içindir. Getirdiği mucizeler (ayetler) pek çok olduğu halde, ayetten tekil olarak söz edilmesi, risaletine delil olmak bakımından aynı türden olduklarından dolayıdır.

Bana aykırı davranmak hususunda Allah'tan korkunuz. Sizi davet ettiğim şeye -ki bu da Allah'ın tevhid edilmesidir- bana itaat ediniz. Şüphesiz Allah be­nim de Rabimdir, sizin de Rabbinizdir. O halde yalnız O'na ibadet ediniz. İşte bütün peygamberlerin üzerinde ittifak ettikleri dosdoğru, dünya ve ahirette hayırlara götüren yol budur. Kim bunu bırakıp başka yola saparsa o dalâlet (sapıklık) içerisindedir.

İşte bu, risalet görevinin bir özetidir. Bunlar, Allah'tan korkmayı, Allah'a itaati emretmek, ulûhiyet ve rububiyetin birliğini kapsayan tevhidi kabul et­mek, Allah'a kulluğu, O'na itaati itiraf etmektir. İşte Meryem ve onun oğlu hakkında apaçık ve doğru olan söz ve yol budur.

Bu gerçekler İncil'de de vardır. Çünkü İncil'de şu ifadeler yer almaktadır: "Ben benim de babam, sizin de babanız, benim de ilâhım, sizin de ilâhınız ola­na gidiyorum." Baba ise o dilde efendi demektir. Buna delil ise "Benim de ba­bam, sizin de babanız" ifadesini kullanmasıdır. Böylelikle onun evlatlığı gerek­tiren babalığı kastetmediği anlaşılmaktadır. [43]



Hz. İsa Ve Kavminden İman Edenlerle Kâfir Olanlar


52- İsa onların inkârını hissedince, "Al­lah'a (giden yolda) bana yardım ede­cekler kimlerdirr dedi. Havariler, "Al-lah'ın yardımcıları biziz* Allah'a i""" ettik. Sen de şahit ol ki şüphesiz biz

dediler.

53- "Rabbimiz, indirdiğine inandık ve peygambere tabi olduk. Artık bizi şa­hitlerle beraber yaz."

64- (İnkarcılar) hileye saptılar. Allah da TıiİAİrfiı-lıkljiıiTin karşılık verdi. Allah hileye karşılık verenlerin en hayır-lısıdır.

55- Hani Allah şöyle buyurmuştu: "Ey İsa! Muhakkak ben seni öldürürüm. Seni kendime yükseltirim. Seni o kâ­firler arasından tertemiz edip çıkartı­rım. Sana uyanları kıyamet gününe kadar o inkâr edenlerin üstünde tuta­rım. Sonra hepinizin dönüşü banadır. İşte hakkında ayrılığa düştüğünüz ko­nularda aranızda ben hüküm verece­ğim.

56- Fakat o inkâr edenleri dünyada da ahirette de en şiddetli bir azapla ceza­landırırım. Onların hiç bir yardımcıla­rı da yoktur."

57- İman edip de salih ameller işleyen­lere ise onların ecirlerini eksiksiz ve­recektir. Allah zalimleri sevmez.

58- işte bunlar sana okuduğumuz ayet­lerden ve hikmetli zikirdendir.


Nüzul Sebebi


58. ayet-i kerimenin nüzul sebebi ile ilgili olarak İbni Ebi Hatim, Hasan-ı Basrî'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.)'ın yanına Nec-ran'ın iki rahibi geldi. Onlardan birisi, "İsa'nın babası kimdir?" diye sordu. Resulullah (s.a.) da Rabbinin emri gelinceye kadar cevap vermekte acele et­mezdi. Bu konuda ona, "İşte bunlar sana okuduğumuz ayetlerden ve hikmetli zikirdendir" buyruğundan itibaren, "Öyle ise şüphecilerden olma." (Âl-i İmran, 3/60) buyruğuna kadar olan ayetler nazil oldu. İleride, "Muhakkak İsa'nın mi­sali Allah indinde Adem'in misali gibidir" buyruğundan "öyle ise şüphecilerden olma" buyruğuna kadar olan ayetlerin nüzul sebebine dair açıklamalarda baş­ka rivayetler de gelecektir. [44]



Açıklaması


Hz. İsa kavmi olan İsrailoğulları'nın küfür üzere kararlılıklarını, sapıklık­larını sürdürme isteklerini fark edip bunu kesin olarak anlayınca, davetine iman edenleri açıktan açığa bilmek istediğinden dolayı, "Allah'a giden yolda bana kim uyar ve Allah'a sığınarak kim bana yardım eder?" dedi. Zahiren anla­şıldığına göre o, Allah'ın yoluna davet hususunda benim yardımcılarım kimler olacak diye sormak istemiştir. Peygamber (s.a>) de hicret etmeden önce hac mevsimlerinde şöyle sorardı: "Rabbimin kelâmını tebliğ edebilmem için beni kim barındırır? Gerçekten Kureyşliler Rabbimin sözünü tebliğ etmeme engel ol­maktadır." Hz. Peygamber sonunda Ensarı buldu, onlar onu evlerinde barındır­dılar, yardımcı oldular; sonra o da onların yanma hicret eti. Onu himayelerine aldılar, düşmanlarına karşı korudular.

İşte Hz. İsa da kendisine yardım etmek üzere İsrailoğulları'ndan bir grubu ortaya çıkarmak istedi. Ona iman ettiler, ona yardımcı oldular, onu destekledi­ler. Bir diğer ayet-i kerimede ifade edildiği gibi: "Nitekim Meryem oğlu İsa da Havarilere, "Allah'a giden yolda benim yardımcılarım kim olacak?" demişti." (Saff, 61/14).

Havariler yani Ensar ise şöyle dediler: "Allah'ın dininin yardımcıları, se­nin davetinin destekleyicileri olan ihlâslı askerleri bizleriz. Allah'ın varlığına, vahdaniyetine gerçekten iman ettik. Bizim müslüman olduğumuza yani onun emirlerine boyun eğen, itaatle bağlanan kimseler olduğumuza, bütün dinlerin ittifakla ortaya koydukları İslâm'ın özüne bağlı olduğumuza tanıklık et."

Daha sonra Yüce Allah'a şu sözleriyle yakarmaya başladılar: "Rabbimiz, Kitabından indirdiğin buyruklara iman ettik, onları tasdik ettik. Meryem oğlu İsa'ya tabi olduk. Sen bizi peygamberlerinin doğru söylediğine tanıklık eden şahitlerle birlikte yaz." Sözlerinde Hz. İsa'ya uymayı söz konusu etmeleri, imanlarının sıhhatlerinin bir delilidir. Çünkü iman amel etmeyi gerektirir.

Daha sonra Yüce Allah, İsrailoğulları'ndan bir kesimin Hz. İsa'yı öldür­mek için suikast hazırladıklarını haber vermektedir. Bunlar o dönemin kâfir hükümdarına Hz. İsa'yı insanları saptıran ve onları hükümdara itaat etmek­ten alıkoyan, halkı ifsat eden, babayı oğlundan ayıran bir kimse diye jurnalle-diler. Bu ise Hz. İsa'yı suikastle öldürecek kimseyi görevlendirmek için yaptıklan bir hile idi. Allah onların bu hilelerini çürüttü, bütün aldıkları tedbirleri boşa çıkardı. Çünkü hükümdar Hz. İsa'ın yakalanıp asılması ve başkalarına ibret teşkil edecek şekilde cezalandırılması için tutuklatmak üzere adamlarını yolladı. Evini çevreledikleri ve artık onu ellerine geçireceklerini sandıkları sı­rada evde Hz. İsa'nın yanında bulunanlardan birisini onlara Hz. İsa gibi gösteren Yüce Allah, onu aralarından kurtardı ve semaya yükseltti.

Yüce Allah tedbir hazırlayanların en hayırhsıdır. Onun planı en geçerli plandır. Planını en sağlam, en güçlü yapan O'dur. Onlara zarar vermeye ve hikmetini tamamlamaya, meşietini (dilediğini) yerine getirmeye kadir olan O'dur. Onları sapıklıkları içerisinde hor hallerinde bırakır, onlar istediklerimizi elde ettik ve maksatlarımızı gerçekleştirdik diye inanmaya devam ederler.

Ebu Hayyan der ki: Bunun (yani Allah'ın hileye karşılık verenlerin hayır­lısı olmasının) anlamı şudur: Hayır sahiplerine lütfuyla, zalimlere ise adaletiy­le karşılık ve ceza veren O'dur. Çünkü O bunu yaparken hakkı yapandır. İn­sanlardan hile yapan (mâkir) ise çoğunlukla batıl bir iş yapıyor demektir. [45]

Daha sonra Yüce Allah Peygamberi Muhammed (s.a.)'e hitaben Hz. İsa'yı semaya yükselttiğini şu sözleriyle hatırlatmaktadır: Ya Muhammed, Allanın İsa'ya, "Ben senin ecelini eksiksiz olarak tamamlayacağım ve seni bana yüksel­teceğim" demişti. Bu, Hz. İsa'ya verilmiş, düşmanlarının hilelerinden ve tedbir­lerinden onu kurtaracağına dair bir müjdesidir.

Bu ayet-i kerimenin tevili ile ilgili olarak müfessirlerin iki görüşü vardır.

1- Ayet-i kerimede tehir takdim vardır. İfadenin takdiri şöyledir: Seni ken­di katıma yükseltecek, seni inkâr edenler arasından arındırıp temizleyecek, se­madan indikten sora da öldürecek olan benim. Yani Yüce Allah Hz. İsa'yı cisim ve ruhuyla semaya kaldırmıştır. Ahir zamanda da nazil olacak, İslâm şeriatıy-la hükmedecek, sonra Allah onun canını alacaktır. Sahih nebevi hadislerin de­lâlet ettiği de budur. Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "İsa henüz ölmemiş-tir. Kıyamet gününden önce o size tekrar dönecektir."

2- Vefat ettirmek, normal bir şekilde öldürmek demektir. Refetmek ise ru­hun ve makamın yükseltilmesi demektir. Bu mekân bakımından bir yükseklik değildir. Nitekim Yüce Allah İdris (a.s.) hakkında şöyle buyurmaktadır: "Biz onu yüce bir makama yükselttik." (Meryem, 19/57). Müminler hakkında da şöy­le buyurmaktadır: "Sıdk meclisinden gayet muktedir bir Melik'in yanındadır­lar." (Kamer, 54/55). Buna göre anlam şöyle olur: Ben seni öldüreceğim ve ölü­münden sonra da seni oldukça yüce bir mekânda tutacağım.

İlim adamlarının çoğunluğu birinci tevili desteklemektedir. Onlardan biri­si olan er-Rabi b. Enes şöyle demektedir: Vefattan kasıt burada uykudur. Yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi: "Geceleyin sizi öldüren (uyku veren) O'dur." (En'am, 6/60); "Allah ölümleri vaktinde ruhları alır. Ölmeyeninkini de uykusunda (ruhunu alır)." (Zümer, 39/42) Resulullah (s.a.) da uykusundan uyandığı vakit, "Önceden bizi öldürmüş iken bizi tekrar dirilten Allah'a ham-dolsun." diye dua ederdi. Kurtubî der ki: Sahih olan Yüce Allah'ın Hz. İsa'yı ölüm ve uyku söz konusu olmaksızın semaya yükselttiğidir, laberf nin tercih ettiği görüş de, İbni Âbbas'tan gelen sahih rivayet de budur.

Yüce Allah Hz. İsa'nın çarmıha gerilmesi ve semaya yükseltilmesini başka ayet-i kerimelerde de zikretmiştir: "Bir de onların inkârları ve Meryem hakkın­da pek büyük iftiralarda bulunmaları ve, "Biz Allah'ın peygamberi Meryem oğ­lu İsa Mesih'i gerçekten öldürdük" demeleri sebebiyle kendilerini cezalandırdık. Halbuki onlar onu öldürmediler, onu asmadılar da. Kendilerine benzeri göste­rilmişti. Gerçekten hakkında anlaşmazlığa düşenler onun hakkında şüphe için­dedirler. Onların uydurdukları bir zandan başka ona dair hiç bir bilgileri yok­tur. Onu yakinen öldürememişlerdir. Aksine Allah onu kendi katına kaldırmış­tır. Allah Azîz'dir, Hakîm'dir. Ehl-i Kitap'tan ölümünden evvel ona mutlaka iman etmeyecek hiç bir kimse yoktur. O da kıyamet günü aleyhlerinde bir şahit olacaktır." (Nisa, 4/156-159). Burada, "Ölümünden evvel" buyruğundaki zamir, Hz. İsa'ya aittir. Yani Kitap Ehli'nden olup da Hz. İsa'ya iman etmeyecek kim­se yoktur. Bu ise kıyamet gününde yere ineceği vakit gerçekleşecektir. İşte o zaman bütün Kitap Ehli iman edeceklerdir. Çünkü Hz. İsa cizyeyi kaldıracak ve İslâm'dan başka bir şey kabul etmeyecektir.

Daha önce Yüce Allah Hz. İsa'ya lütuflarının başka bazı çeşitlerini beyan ederek şöyle buyurmaktadır: Onun Allah'ın kulu ve rasulü olduğuna iman edip söylediklerini tasdik ederek dinine tabi olanları, inkâr eden kâfirlerin üstünde kılacağım. Yani müminleri kâfirlere üstün kılacağım. Bu, ya ruhanî bir üstün­lüktür ve bu onların güzel ahlâk, kâmil bir edep, hakka yakınlık, batıldan uzaklık şeklindeki kâfirlere üstünlükleridir ya da dünyevî bir üstünlüktür ve bu onların kâfirlere efendilik etmeleri şeklindedir. Fakat bu durum her zaman­da görülebilecek kesintisiz ve devamlı bir iş değildir. O bakımdan burada ruha­nî, manevî ve edebî üstülüğün kastedildiğine daha bir ağırlık kazandırır.

Sağlıklı bir akide, üstün edep ve ahlâk, güçlü delil ve kadrin yüksekliği şeklindeki üstünlük, iman ehli için kıyamet gününe kadar devam edip gider. Daha sonra hepiniz öldükten sonra diriliş günü bana döneceksiniz. Ben de din ile ilgili anlaşmazlığa düştüğünüz hususlar arasında aranızda hüküm verece­ğim.

Arkasından Yüce Allah hak sahibinin mükâfatı ile batıl ehlinin cezasını şöylece beyan etmektedir: Hz. İsa'yı inkâr edip onu yalanlayanlar (onlar Yahu-dilerdir) için günahları sebebiyle zelil kılınmak, öldürülmek, esir alınmak, sair kavimlerin üzerlerine musallat kılınması gibi sebeplerle dünyada bir azap var­dır. Ahirette de onlar için cehennem ateşiyle azap olunacaktır. Ahirette her­hangi bir yardımcıları, destekçileri olmayacaktır.

İsa'ya iman edip peygamberliğini ve Allah tarafından getirdiklerini tasdik ederek emirleri uygulamak, yasakları terk etmek suretiyle salih amel işleyen­lere gelince, Allah onların ecirlerini tastamam verecektir.

İsa'ya dair haberleri sana okuyoruz. Bunlar ise senin peygamberliğinin doğruluğunun açık delilleridir. Bunlar verdiği haberlerinde, koyduğu hüküm­lerde çeşitli ibret, hikmet ve öğütleri açıklayan hikmet dolu Kuran'uı buyrukla­rı arasındadırlar. Müminler bu haber ve hükümlerle hakka doğru yol bulur, şe­riatın sırrını, dinin özünü öğrenebilirler. Yüce Allah'ın şu buyruğu da buna benzemektedir: "İşte hakkında şüpheye düştükleri Meryem oğlu İsa, hak söz ge­reğince böyledir. Allah'a çocuk edinmek yaraşmaz. O münezzehtir. Bir şeye hü­küm verdiğinde ona "ol" der, o da hemen oluverir." (Meryem 19/34-35). [46]



Hz. İsa'nın Ulûhiyetini İddia Edenleri Red Ve Mübahale (Lânetleşme)


59- Muhakkak İsa'nın misali Allah nez-dinde Adem'in misali gibidir. Onu top­raktan yarattı, sonra ona "ol" dedi, o da oluverdi.

60- Hak Rabbindendir. Öyle ise şüphe­cilerden obua.

61- Sana ilim geldikten sonra kim se­ninle onun hakkında çekişirse de ki: "Geliniz oğullarımızı ve oğullarınızı ve kadınlarınızı, biz kendimizi siz de kendinizi çağıralım. Son­ra dua ve niyaz edelim de Allah'ın la­neti yalancıların üzerine olsun isteye­lim."

62- İşte bu, muhakkak en doğru anla­tıştır. Allah'tan başka biç bir ilâh yok­tur. Şüphesiz Allah Azîz'dir, Hakîm'dir.

63- Eğer yüz çevirirlerse muhakkak Al­lah fesatçıları çok iyi bilendir.



Nüzul Sebebi


Müfessirler derler ki: Necranlılarm heyeti Resulullah (s.a.)'a "Sen ne diye bizim saygı gösterdiğimiz kişiye sövüyorsun?" dediler. Hz. Peygamber onlara, "Ne diyormuşum?" diye sorunca onlar, "Sen onun kul olduğunu söylüyorsun" dediler. Hz. Peygamber "Evet, o Allah'ın kulu ve rasulüdür. Tertemiz, iffetli ve bakire Meryem'e bıraktığı kelimesidir." dedi. Bu cevaba kızıp, "Sen babasız bir insan hiç gördün mü" dediler. Eğer gerçekten doğru sözlü isen bize onun gibisi­ni göster. Bunun üzerine Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi indirdi.[47]



Açıklaması


Allah'ın kudreti bakımından babasız olarak yarattığı Hz. İsa'nın niteliği, babasız ve annesiz olarak yarattığı Hz. Adem'in misaline benzer. Allah onu topraktan yarattı. Çamurdan belli ölçülerde bir ceset kıldıktan sonra ona "ol" dedi, o da oluverdi. Yani onu ruhu üfleyerek bir insan olarak yarattı. Yaratılış bakımından garip olan daha garip olana benzetildi. Benzetme Hz. İsa'nın Hz. Adem gibi babasız olarak yaratılması açısındandır. Yoksa onun da doğrudan topraktan yaratılmış olması açısından değildir. Bir şey bir diğer şeye ortak ni­telikleri olduğundan dolayı -diğer hususlarda biri diğerinden farklı olsa dahi-benzetilebilir. Hz. Adem'i babasız olarak yaratanın, İsa'yı yaratması ise önce­likle söz konusudur. Eğer babasız yaratıldığı için İsa hakkında evlatlık iddiası mümkün olsa, o takdirde bu iddianın Hz. Adem hakkında da söz konusu edil­mesi öncelikle mümkündür. Ancak bunun batıl olduğu ittifakla bilinen bir hu­sustur. O bakımdan Hz. İsa hakkında Allah'ın oğlu olduğu iddiası daha da ba­tıldır.

Fakat Yüce Allah Hz. Adem'i annesiz ye babasız olarak yaratmak, Hz. Havva'yı da dişisiz erkekten yaratmak, Hz. İsa'yı ise erkeksiz bir dişiden ya­ratmak, sair insanları da bir erkek ve bir dişiden yaratmak suretiyle insanlara kudretini açıkça göstermek istemiştir. İşte bundan dolayı Meryem suresinde, "Biz onu insanlar için bir alâmet... kılalım diye." (Meryem, 19/21) buyurmak­ta, burada da "Hak Rabbindendir" ifadesini kullanmaktadır.

İsa ve Meryem'in durumuna dair benim sana bu bildirdiklerim, hak sözün kendisidir. Hristiyanlarm Mesih hakkında inandıkları onun ilâh olduğu iftirası Yahudilerin Hz. Meryem'e Yusuf en-Neccar ile iftira ettikleri gibi değildir. O ba­kımdan bu hususta sana kesin bilginin gelmesinden sonra her ikisi hakkında as­la şüpheye düşme. Böyle bir yasak, hem Hz. Peygamber hem de onun ümmetinin ilâhî haberlere tam bir kalp huzuru ile ve tam bir yakîn ile sımsıkı sarılmaları­nın zorunlu olduğu inancını harekete getirmektedir. Yani sen hakka dair kesin bilgiye tam bir kalp huzuru ile bağlılığını, bu hususta şüpheden uzaklığını sür­dür. Yahut da hitap Peygamber (s.a.)'e olmakla birlikte kasıt onun ümmetidir. Çünkü Hz. Peygamber İsa (a.s.) hakkında asla şüphe etmiyordu.

"Artık hakkı ve kesin doğruyu bildikten sonra İsa (a.s.) hakkında seninle tartışanları sen mübahaleye yani lânetleşmeye davet et. Gelin, Allah'a dua edelim de yalan söyleyene lanet etmesini ve onu rahmetinden kovmasını, iste­yelim" de. Bu ayet-i kerimeye mübahale ayeti adı verilmektedir.

Peygamber (s.a.)'in Necran Hristiyanlarmı mübahaleye çağırdığı, onların ise bunu kabul etmediği sabittir. İbni İshak'ın Sîreti'iade rivayet edildiğine gö­re hicretin 9. yılı Resulullah (s.a.)'ın huzuruna altmış süvariden oluşan Necran Hristiyanlan heyeti geldi. Bunların arasında bütün işlerini çekip çeviren on dört kişilik soyluları da vardı. Bunlardan birisi Abdülmesih adını taşıyan el-Âkib idi. Bu onların emiriydi. Sağlam görüş sahibi ve kendisine danışılan bir kimseydi. Onun görüşünü almadıkça bir şey yapmazlardı. Bunlardan bir tanesi de el-Eyhem diye bilinen es-Seyyid idi. Onların bilginleriydi. Bir diğeri Ebu Harise b. Alkame idi. Bekr b. Vâil oğullanndandı. Bu aynı zamanda onlann papazları idi. İkindiden sonra Resulullah (s.a.)'ın mescidine girdiler. Doğuya doğru dönerek namazlarını kıldılar. Daha sonra Resulullah (s.a.) ile konuşma­ya koyuldular. Hz. İsa hakkında "O Allah'tır, Allah'ın oğludur, üçün üçüncüsü-dür" dediler. Bunun üzerine onların kanaatlerini reddetmek için bu ayet-i keri­me nazil oldu.

Buharî, Müslim, Tirmizî, Nesaî ve İbni Mace'nin rivayetine göre Necranlı-lann ileri gelenlerinden el-Âkib ile es-Seyyid Resulullah (s.a.)'ın yanma, onun­la lânetleşmek isteği ile geldiler. Onlardan birisi ötekine "Bu işi yapma" dedi. "Allah'a yemin ederim, eğer bu bir peygamber ise biz de onunla lânetleşecek olursak, bizler de bizden sonra soyumuzdan gelecek olanlar da iflah olmaz." Bunun üzerine Hz. Peygamber*e şöyle dediler: "Bizden istediğini sana verece­ğiz, bizimle birlikte güvenilir bir kimse gönder." O da şöyle buyurdu: "Andolsun sizinle birlikte güvenilir ve gerçekten emin bir kimse göndereceğim. Kalk ey Ubeyde b. El-Cerrah." Ebu Ubeyde ayağa kalkınca Resulullah (s.a.) "İşte bu, bu ümmetin eminidir" buyurdu.

Resulullah (s.a.)'m mübahele yapmak üzere Hz. Ali, Hz. Fatıma ve iki oğulları Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin'i seçtiği ve onları dışarı çıkartıp "Ben dua ettiğimde siz de "âmin" deyiniz7' dediği rivayet edilmektedir.

Necran heyeti mübahaleyi reddettikten sonra cizye ödemek üzere Peygamber (s.a) ile barış yaptılar. Belirlenen cizye miktarı ise bin tanesi Safer ayında, bin ta­nesi de Recep ayında ödenmek üzere iki bin elbise ve belli miktarda dirhem idi.

İşte bu Hz. Peygamberin söylediğine ne kadar güvenip güçlü bir şekilde inandığına, buna karşılık onların mübahaleyi kabul etmeyişlerinin de kendile­ri için tehlikeyi kabul ettiklerine, açıkladıkları şeylere dair bir delil sahibi ol­madıklarına delâlet etmektedir. O bakımdan da mübahaleye kalkışmak imkâ­nını bulamamışlardır.

Hz. İsa hakkında sana bu anlattığım kıssa hakkında herhangi bir şüphe ve tartışmanın söz konusu olamayacağı, hak sözün kendisidir. Yoksa Hristiyanlann ileri sürdükleri gibi bir ilâh ve Allah'ın oğlu değildir. Yahudilerin de ileri sürdü­ğü gibi -haşa- zina çocuğu da değildir. Buna "kıssa" deniliş sebebi, ele alman ma­naların ardı arkasma gelmesi, hikaye üslubuyla anlatılmış olmasıdır.

Kimsenin yenik düşüremediği Azîz ve her şeyi uygun ve doğru yerinde ko­yan sonsuz hikmet sahibi Hakîm Allah'tan başka ilâh yoktur. Eğer bütün bun­lardan sonra sana uymaktan, seni doğrulamaktan yüz çevirecek ve Allah'ın vahdaniyetini açıklayıp mübahale (lânetleşme) teklifini kabul etmeyecek olur­larsa elbette ki Allah, fesat çıkartanların durumunu çok iyi bilir. Onlann yap­tıklarını en ağır bir şekilde cezalandıracaktır. Hakkı bırakıp batıla yönelen herkes fesat çıkartandır, bozguncudur. Allah ise fasıklara güç yetirendir. Hiç bir şey Allah'ın kudreti dışına çıkamaz. [48]



Allah'ın Birliğine, O'na İbadete Davet Ve Hz. İbrahim'in Dini


64- De ki: "Ey Ehl-i Kitap! Bizimle sizin aranızda adaletli bir kelimeye geliniz: Allah'tan başkasına ibadet etmeyelim. Ona hiç bir şeyi eş tutmayalım. Kimi­miz kimimizi Allah'tan başka Rabler edinmesin." Eğer yüz çevirirlerse, "Bi­zim muhakkak Müslümanlar olduğu­muza şahit olun" deyin.

65- Ey Ehl-i Kitap! İbrahim hakkında niçin tartışıyorsunuz. Halbuki Tevrat da İncil de ancak ondan sonra indiril­di. Akıl erdiremiyor musunuz?

66- Diyelim ki sizler bilgi sahibi oldu­ğunuz şeyler hakkında münakaşa etti­niz. Ya hiç bilginiz olmayan şeyler hakkında hâlâ niçin münakaşa edip duruyorsunuz? Allah bilir, siz bilmez­siniz.

67- İbrahim Yahudi de değildi, bir Hristiyan da değildi. Fakat o hanif bir Müslümandı. O müşriklerden de değil­di.

68- Şüphesiz insanlar arasında İbra­him'e en yakın olanlar, elbette ona uyanlarla şu peygamber ve iman eden­lerdir. Allah müminlerin velisidir.



Nüzul Sebebi


65-67. ayetlerin nüzulü ile ilgili olarak İbni İshak ve İbni Cerir, İbni Abbas (r. a.)'tan şöyle dediğini nakletmektedirler: Necran Hristiyanlan ile Yahudi ha­hamları Resulullah (s.a.)'m huzurunda bir araya geldiler, onun yanında tartış­tılar. Hahamlar, "İbrahim ancak Yahudi idi" dediler. Hıristiyanlar ise, "O ancak bir Hristiyandı" dediler. Bunun üzerine Yüce Allah, "Ey Ehl-i kitap! İbrahim hakkında niçin tartışıyorsunuz..." ayetini inzal buyurdu.

68. ayet-i kerimenin nüzul sebebi: Yahudilerin "Allah'a yemin ederiz ya Muhammed, sen de bilirsin ki biz İbrahim'in dinine senden de başkalarından da daha yakınız ve İbrahim bir Yahudi idi. Senin bu tutumun bizi kıskanman­dan başka bir sebebe bağlı değildi" demeleri üzerine yüce Allah bu ayet-i keri­meyi inzal buyurdu.

Tirmizî Abdullah b. Mes'ud'dan şöyle dediğini nakletmektedir: Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Her bir peygamberin diğer paygamberlerden velileri vardır. Benim velim ise atam ve Rabbimin halili (İbrahim)dir. Daha sonra da, "Şüphe­siz insanlar arasında İbrahim'e en yakın olanlar elbette ona uyanlarla şu pey­gamber ve ona iman edenlerdir...n ayetini okudu. [49]



Açıklaması


Ya Muhammed -bütün Yahudi ve Hristiyanlar demek olan- Kitap Ehli'ne söyle! "Gelin her iki kesim arasında bütün şeriatların, peygamberlerin ve onla­ra indirilen kitapların ittifakla kabul ettiği adaletli ve orta yolu temsil eden bir sözü söyleyelim. Bu adaletli sözü sahifeler ve dört kitap Tevrat, Zebur, İncil ve Kur'an da emretmiştir. Bu ise la ilahe illallah olan tevhid kelimesi, Allah'a iba­det etmek, teşrî, helâl ve haram kılma yetkisini O'na vermek, O'na herhangi bir şeyi ortak koşmamak, Allah'ı bırakıp O'ndan başka -put, haç, heykel, ateş gibi şeyleri- ve birbirimizi rab edinmemektir.

Bu ayet-i kerime Yüce Allah'ın, "Allah'tan başkasına ibadet etmeyelim'' buyruğunda ulûhiyetin vahdaniyetini, "kimimiz kimimizi Allah'tan başka Rab-ler edinmesin" buyruğu ise rububiyetin vahdaniyetini ihtiva etmektedir.

İbrahim'in, Musa'nın, İsa'nın ve onların dışında kalan bütün peygamberle­rin çağrısı budur. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Senden önce gönderdiği­miz her bir peygambere mutlaka şunu vahyederdik: Benden başka ilâh yoktur, o halde bana ibadet edin." (Enbiya, 21/25); "Andolsun ki biz her ümmete, "Allah'a ibadet edin ve tağuttan sakının" diye bir peygamber gönderdik." (Nahl, 16/36).

Yahudiler muvahhid olmakla birlikte, onların anlayışına göre ilâh mefhu­mu, hak ilâh olmaktan çıkmıştı. Diğer taraftan onlar kendiliklerinden uydur­dukları hükümlerde dinî önderlerine uyuyorlardı. Hristiyanlar da önceleri mu­vahhid idiler. Halen de vahdaniyet inancına sahip olduklarını ileri sürmekte­dirler. Fakat onlar Hz. İsa'nın Allah'ın oğlu olduğunu ve teslisi (üçlü ilâh anla­yışını) iddia etmekle de kalmadılar, Hz. İsa'nın ulûhiyyetini de üç ilâhın tek bir ilâh olduğunu, onun da İsa olduğunu ileri sürdüler. Reformist protestanlar ise Hz. İsa'nın ulûhiyeti düşüncesini reddetmektedir.

Adiyy b. Hatim rivayetle der ki: Boynumda altından bir haç bulunduğu hal­de Resulullah (s.a.)'ın yanma vardım. Bana "Ey Adiyy, şu putu üzerinden at" de­di. O'nun tevbe suresinde, "Onlar hahamlarını ve rahiplerini Allah'tan başka rabler edindiler." (Tevbe, 9/31) ayetini okuduğunu dinledim. O'na "Ey Allah'ın Rasulü dedim!" "Onlar bu şekilde haham ve rahiplerine ibadet etmiyorlardı." Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Onlar size bir takım şeyleri helâl, bir takım şeyleri haram kılıp siz de onların bu sözlerini alıp kabul etmiyor muydunuz?" Adiyy "Evet" deyince Peygamber (s.a.) "İşte sözü geçen ibadetleri budur" cevabını verdi.

Buna göre Kitap Ehli'ne böyle bir hitap yöneltilmektedir. Çünkü onlar alimlerine bu şekilde itaat etmekle onları rab gibi bir konuma çıkarmış oldular.

Şayet böyle bir çağrıyı veya böyle bir hükme tabi olmayı kabul etmez ve Allah'tan başkasına ibadette diretecek olurlarsa onlara deyiniz ki: Bizler ger­çekten Müslüman kimseleriz. Allah'a itaatle boyun eğdik. Dinimizi O'na halis kıldık. O'ndan başkasına ibadet etmez, fayda veya zararı önlemeyi başkasın­dan istemeyiz. Allah'ın helâl kıldığından başkasını helâl, haram kıldığından başkasını da haram kabul etmeyiz.

Bu ayet-i kerime Peygamber (s.a.)'üı Kitap Ehli'ne mensup olsun olmasın, o zamanın hükümdar ve krallarına gönderdiği mektupların özüdür. Putperest olan Farslann kralı Kisra'ya, Hristiyan Bizanslıların hükümdarı Heraklius'a yine Hristiyan Necaşi'ye ve Mısır Kıptîlerinin başı Mukavkıs'a ve diğerlerine gönderdi­ği mektuplar gibi. Bütün bu mektuplarda bu ayet-i kerime yer almıştır. O'nun He­raklius'a gönderdiği mektubu Müslim'in Sahih'inde şu şekilde kaydedilmektedir:

"Bismillahirrahmanirrahim. Allah'ın rasulü Muhammedi'den Bizanslıla­rın büyüğü Heraklius'a. Selâm hidayete tabi olanlara. İmdi ben seni İslâm'a davet ediyorum. Müslüman ol, esenliğe kavuşursun. Müslüman ol, Allah sana ecrini iki defa versin. Şayet yüz çevirecek olursan şüphe yok ki Erisilerin -yani çiftçisiyle, ırgatıyla, hizmetkarlarıyla ve diğerleriyle birlikte bütün halkın- gü­nahı senin boynunadır ve "Ey Ehl-i Kitap bizimle sizin aranızda adil olan bir kelimeye geliniz: Allah'tan başkasına ibadet etmeyelim. Onu hiç bir şeye eş tut­mayalım, kimimiz kimimizi Allah'tan başka rabler edinmesin. Eğer yüz çevirir­lerse, "Bizim muhakkak Müslümanlar olduğumuza şahit olun" deyin." [50]



Hz. İbrahim'in Kime Mensup Olduğuna Dair Tartışma:


Ey Yahudiler ve Hristiyanlar! Sizler neden İbrahim el-Halil hakkında an­laşmazlık gösteriyor ve her biriniz onun sizden ve dininiz üzere olduğu iddiasın­da bulunuyorsunuz? Ey Yahudiler, sizler onun Yahudi olduğunu nasıl iddia ede­bilirsiniz? Halbuki o Musa'ya Allah tarafından Tevrat indirilmeden önce gelmiş­tir. Ve siz ey Hristiyanlar, onun nasıl Hristiyan olduğunu iddia ediyorsunuz? Halbuki Hristiyanlık ondan çok uzun bir zaman sonra ortaya çıkmıştır.

Musa'ya Tevrat, İsa'ya İncil, İbrahim'den ancak uzun bir zaman sonra in­dirilmiştir. Denildiğine göre Hz. İbrahim ile Musa arasında yediyüz yıl, Hz. Musa ile Hz. İsa arasında da yaklaşık Mn yıllık bir zaman vardır.

İşte bundan dolayı Yüce Allah, "Akıl erdiremiyor musunuz?" diye buyur­maktadır. Çünkü bir şeyden önce olan, sonra gelene tabi olmaz. Sizler delilleri­nizin zayıflığını, çürüklüğünü, sözlerinizin batıl olduğunu aklınızla anlayamı­yor musunuz?

Daha sonra Yüce Allah bu konudaki bilgisizliklerine ve ahmaklıklarına işaret ederek şöyle buyurmaktadır: Haydi sizler İsa (a.s.) hakkında Tevrat ve İncil'in açıkladığı [51] ve İsa'nın durumu ile ilgili bilginiz olan şeyler hakkında tartışıyor, delil getiriyorsunuz. Üstelik bu konuda sizin aleyhinize delil ortaya konulmuş ve yanlışlığınız da açıkça görülmüştür. Peki, İbrahim'in Yahudi ya da Hristiyan olduğuna dair hangi esasa göre tartışıyorsunuz, nasıl mücadele ediyorsunuz? Oysa bu konuda sizin bir bilginiz yoktur. Dininizde ve kitapları­nızda onun hakkında herhangi bir şey da nazil olmuş değildir. Onun Yahudi ya da Hristiyan olduğuna dair bilgiyi nereden çıkarıyorsunuz? Allah ise sizin için gayb olan ve sizin tanık olmadığınız her şeyi bilir. Sizler, ancak bildiklerinizi, gözlerinizle bilip tanık olduğunuzu ve işittiğinizi bilebilirsiniz.

İşte bu, Yüce Allah'ın onlar tarafından ileri sürülen bu gibi iddialarının ve hakkında herhangi bir bilgi sahibi olmadıkları hususlarda tartışmasını ve Hz. İbrahim hakkındaki münakaşalarının reddedildiğini ifade etmektedir. Onlara bilgi sahibi olmadıkları hususları, her şeyi gerçek mahiyeti üzere bilene, gaybı da açığı da bilene havale etmelerini emretmektedir.

Daha sonra Hz. İbrahim hakkındaki kesin ve ilâhî karar gelmektedir. O da şudur: Hz. İbrahim Yahudi de değildi, Hristiyan da değildi; fakat o Allah'a ortak koşmaktan, putperestlikten uzak duran hanif bir kimse idi. Allah'a itaat­le boyun eğen, emirlerine uyan, yasaklarından kaçman, Müslüman bir kimse idi. Onun dininin gerçek bağlıları onun yolu üzere giden, şeriatı üzere yürüyen Müslümanlardır. Onlar doğru sözlü sadıklardır. Yahudiler ve Hristiyanlar ise yalan söyleyenlerdir.

Hz. İbrahim aynı zamanda kendilerine hanif adını veren ve İbrahim dini üzere olduklarını iddia eden Kureyşliler ve onlara uyan Araplar gibi müşrikler­den de değildi.

Daha sonra Yüce Allah önceden geçen gerçekleri şu buyruğu ile tekit et­mektedir: İnsanlar arasında İbrahim'e bağlanmaya en çok hak sahibi, onun di­nine yardım etme hakkına en çok sahip olanlar, hiç bir şeyi ortak koşmaksızm yalnızca Allah'a iman eden, dinlerini O'na halis kılan kimselerdir. Bir de şu peygamber ve onunla birlikte iman edenlerdir. İşte bunlar Allah'ın vahdaniye­tini, ulûhiyet ve rububiyetini ittifakla kabul eden tevhid ehli kimselerdir. İs­lâm'ın ruhu da işte budur. Allah müminlerin yardımcısı, destekçisidir Onlara peygamberliği göndermek suretiyle başarı ihsan eden, işlerini düzenleyen, hal­lerini ıslah edendir. [52]



Kitap Ehli'nden Bazılarının Müslümanları Saptırmak İstemesi, Dini Oyuncak Edinme Ve Dinî Taassup


69- Kitap Ehli'nden bir zümre, sizi keş­ke saptırsalar diye arzu ettiler. Onlar kendilerinden başkasını saptıramazlar da, hâlâ farkında değiller.

70- Ey Kitap Ehli! Kendiniz görüp du­rurken niçin Allah'ın ayetlerini inkâr ediyorsunuz?

71- Ey Kitap Ehli! Siz bilip dururken niçin hfffcfcı batılla karıştırı­yor ve hakkı gizliyorsunuz?

72- Kitap Ehli'nden bir zümre dedi ki: "İman edenlere indirilenlere günün er­ken saatlerinde iman edin, akşamleyin inkâr edin. Olur ki dönerler."

73- "Ve dininize tabi olandan başkası­na inanmayın." De ki: "Gerçek hidayet Allah'ın hidayetidir. Size verilenin benzerinin başkasına verilmiş olduğu­na yahut onların Rabbiniz nezdinde si­ze karşı deliller getireceklerine de (inanmayın)." De ki: "Muhakkak lütuf Allah'ın elindedir. Onu dilediğine ve­rir. Allah Vâsi'dir, Alîm'dir."

74- O dilediğine rahmetini tahsis eder. Allah en büyük lütuf sahibidir.



Nüzul Sebebi


69. ayet-i kerime Yahudilerin Muaz b. Cebel, Ammar b. Yasir ve Huzeyfe b. el-Yeman'ı kendi dinlerine davet etmeleri üzerine nazil olmuştur.

72. ayet-i kerimenin nüzulü ile ilgili olarak da İbni İshâk, İbni Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Abdullah b. es-Sayf, Adiyy b. Zeyd ve el-Ha-ris b. Avf birbirlerine şöyle dediler: "Gelin Allah'ın Muhammed'e ve ashabına indirdiklerine sabahleyin iman edelim, akşamleyin de onu inkâr edelim. Böy­lelikle onlar dinleri hususunda şüpheye düşsünler. Belki onlar da bizim yaptı­ğımız gibi yapar da dinlerinden dönerler. "Bunun üzerine Yüce Allah, "Ey Ki­tap Ehli, siz bilip dururken niçin hakkı batılla karıştırıyorsunuz Allah Vâsi'dir, Alîm'dir" buyruklarını indirdi.

İbni Ebî Hatim de es-Süddî'den, o da İbni Malik'ten şöyle dediğini rivayet etmektedir: Yahudilerin hahamları daha aşağı mertebede olanlara "Dininize uyanlardan başkasına inanmayınız" diyorlardı. Bunun üzerine Yüce Allah "Gerçek hidayet Allah'ın hidayetidir." ayetini indirdi. [53]



Açıklaması


Kitap Ehli alimlerinden ve başkanlardan bir kesim şüphe tohumlarını ek­mek, bazı Müslümanları da dinlerine sokmak suretiyle kazanmak için Müslü­manlar arasında sapıklığı yerleştirmeyi arzu ettiler. Fakat bunlar arzularını elde edemeyeceklerdir. Bunlar ancak kendilerini saptırırlar. Bu saptırmanın vebali yalnız onlara ait olacaktır. Çünkü onlar kendilerini faydasız, hatta za­rarlı bir işle meşgul etmektedirler. Kendilerini günah ve masiyete düşüren bir işle uğraşıyorlar. Onlar bunun farkında değildirler. Kötü hallerini anlayamı­yorlar. Bu ise onlara yapılan en ileri derecedeki bir yergi ve küçümsemedir. Ayet-i kerime Yüce Allah'ın şu buyruğunu andırmaktadır: "Kitap Ehli'nden bir çoğu hak kendilerine besbelli olmuşken ruhlarında yerleşmiş olan kıskançlıktan dolayı sizi imanınızdan sonra kâfirler olarak geriye döndürmek isterler." (Baka­ra, 2/109).

Ey Kitap Ehli (Yahudiler ve Hıristiyanlar)! Muhammed (s.a.)'in doğruluğu­na delâlet eden ayetleri (kesin belgeleri) ne diye inkâr ediyorsunuz. Halbuki siz, kitaplarınızda bulunan o ayetlerin onun niteliklerine ve onu müjdeleyen ifadelere dayanarak doğruluklarına şahitlik edip durmaktasınız.

Ey Kitap Ehli! Peygamberlerin size getirdikleri hakkı alimlerinizin, baş­kanlarınızın fasit tevillerle, tahrif ve tebdil ederek uydurdukları batıla ne diye karıştırıyorsunuz? Muhammed'in durumunu niçin gizliyorsunuz. Halbuki ona dair açıklamalar sizin yanınızda Tevrat'ta ve İncil'de yazılı bulunmaktadır. Eli­nizdeki kitaplarda İsmailoğullarından bir peygamberin geleceğine, insanlara Kitabı ve hikmeti öğreteceğine dair bir müjde vardır. Sizler yanlışlık yaptığını­zı, batıl üzere olduğunuzu bilmektesiniz. Siz bunu kıskançlığınız dolayısıyla ve inat ederek yapmaktasınız.

Daha sonra Yüce Allah, onların hile ve tuzaklarından bir başka çeşidi söz konusu etmektedir; o da şudur: Az önce açıkladığımız nüzul sebebinden de gö­rüldüğü gibi onlardan bir kesim, günün erken saatlerinde İslâm'a girdiklerini açıkladılar. Müslümanlarla birlikte sabah namazını kıldılar. Akşam olunca da dinlerinden döndüler. Bundan kasıtları ise din hususunda insanlar arasında zayıf ve bilgisiz olanları karışıklığa düşürmek ve onların, "Bunların eski dinle­rine girmeleri, gördükleri bir eksiklik, Müslümanların dinindeki bir kusur dolayısıyladır" demelerini sağlamaktı. İşte bundan dolayı, "Olur ki" dinlerinden "dönerler" demişlerdir. Halbuki hakkı bilenin ondan geri dönmeyeceğini bilmi­yorlardı. Heraklius Ebu Süfyan'a Muhammed (s.a.)'in durumlarına dair sordu­ğu soruların arasında şöyle demişti: "Onun dinine giren hiç ondan geri dönüyor mu?" Ebu Süfyan ise "Hayır" demişti.[54]

Yahudiler, sözlerinin geri kalan kısmında, peygamberliğin ancak kendileri arasında olacağını iddia ederek, şöyle derler[55]: Müslümanlara size verildiği gi­bi Allah'ın kitaplarından bir kitap verilmiş olduğunu doğruladığınızı gizleyiniz ve bunu açıklamayınız. Bu açıklamayı yalnızca sizin dininize uyanlara yapınız, Müslümanlara yapmayınız. Böylelikle sizin yapacağınız bu açıklamanın onla­rın dinlerine sebatlarını arttırması önlenmiş olur. Müşriklere de açıklamayınız ki, Müslümanlar onları İslâm'a çağırmasın. Yani Kitap Ehli gibi Müslümanla­rın da Allah'tan gelmiş bir kitapları olduğunu doğruladığınızı ööğrenmesinler, bu bilgiyi onlardan gizleyiniz. İbni Kesir der ki: Dininize uyanlardan başkasına güvenmeyiniz veya sırrınızı ve sahip olduğunuz bilgileri onlardan başkalarına açıklamayınız. Elinizde bulunanları Müslümanlara göstermeyiniz. O vakit ona iman eder ve onu aleyhinize delil gösterirler. O halde bunun anlamı, sırlarını Müslümanlara açıklamamalarıdır.

Kıyamet gününde Müslümanların hakkı size karşı delil göstereceklerine, Allah'ın huzurunda getirecekleri delillerle sizleri yenik düşüreceklerine dair hususlarda size uyanlardan başkasına inanmayınız. İbni Kesir bunu açıklar­ken şöyle demektedir: Yani sizde bulunan bilgileri Müslümanlara açıklamayı­nız. O vakit onlar o bilgiyi sizden öğrenir ve bu hususta size eşit olurlar. Hatta ona olan ileri derecedeki imanları sebebiyle sizden üstün olurlar veya elleriniz­de bulunanları size karşı delil edinirler. O vakit sizin aleyhinize delil ortaya ko­nulmuş, dünya ve ahirette bu delil sizi bağlamış olur.

Bu buyruklar arasında bir ara cümlesi yer almaktadır. O da, gerçek hi­dayetin Allah'ın hidayeti olduğudur. Allah kimi imana iletmek isterse, o kim­se kulu ve rasulü Muhammed'in üzerine indirdiği apaçık ayetlere, kat'î delil­lere, açık belgelere iman eder. Sizin hileleriniz, tuzaklarınız, desiseleriniz, hakkı gizlemenizin herhangi bir etkisi olmaz. Kitaplarınızda ümmî peygam­ber Muhammed'e dair bildiklerinizi ister gizleyiniz, ister hakkı açıklayınız, fark etmez ey Yahudiler! Bu, Allah'ın hidayet nimetini hiçbir şekilde değişti­remez.

Daha sonra Yahudilerin peygamberliğin yalnız kendilerinden olanlara ve­rileceği şeklindeki iddialarım kesin bir şekilde reddetmekte ve şöyle buyur­maktadır: Bütün işler ve bu arada peygamberlik de Allah'ın tasarrufu altında­dır, size ait değildir. Bunlar yalnız Allah'ın elindedir, veren de O'dur, vermeyen de. O dilediğine iman ve ilim ile lütufta bulunur, dilediğini de saptırır, basireti­ni köreltir. Gözünü kör eder, kalbini, kulağını mühürler. Mutlak lütuf sahibi O'dur. Hayır bütünüyle onun elindedir, kullarından dilediğine verir. Rahmetini yani peygamberliği dilediğine tahsis eder. Müminleri de sınırsız ve nitelendiril­meyecek kadar büyük lütuflarla mümtaz kılar. Onun lütfü geniştir, büyüktür. Rahmeti her şeyi kuşatmıştır, sınırsızdır. Rahmetinin etkilerini sınırlandırma­ya imkân yoktur. Onların iddiaları gibi peygamberliğin yalnızca İsrailoğulları'na hasredilmesine yahut muayyen bir nesep veya belli bir şerefli zümreye hasredilmesi mümkün değildir. [56]



Kitap Ehli'nden Bazı Kimselerin Emaneti Yerine Getirmeleri Ve Sözlerine Bağlı Kalmaları


75- Kitap Ehli'nden bazı kimseler var­dır ki, onlara bir kantar emanet olarak versen, onu sana eksiksiz öderler. Yine onlardan öyle kimseler de vardır ki, onlara tek bir altın emanet versen, sen onun üzerinde ayak diretip durmadık­ça onu sana ödemez. Bunun sebebi on­ların, "Ümmîler hakkında aleyhimize bir yol yoktur" demeleridir. Onlar bil­dikleri halde Allah'a karşı yalan söy­lerler.

76- Hayır, kim ahdine vefa gösterir ve sakınırsa şüphesiz Allah da o sakınan­ları sever.

77- Şüphesiz Allah'a olan ahitlerin! ve yeminlerini az bir pahaya değiştiren­ler, işte onların ahirette hiçbir nasibi yoktur. Allah kıyamet gününde onlarla konuşmaz, onlara bakmaz ve onları te­mizlemez. Onlar için acıklı bir azap da vardır.



Nüzul Sebebi


77. ayet-i kerimenin nüzulü ile ilgili olarak Buharî, Müslim ve başkaları­nın rivayetine göre el-Eş'as şöyle demiştir: Yahudilerden bir adamla ortak ol­duğumuz bir arazimiz vardı. Benim arazideki hakkımı inkâr etti. Onu Peygam­ber (s.a.)'in huzuruna getirdim. Hz. Peygamber bana "Bir beyyinen var mıdır?" dedi. Ben "Hayır" dedim. Yahudiye "Yemin et" dedi. Ben, "Ey Allah'ın rasulü, o vakit yemin eder ve benim malımı alır gider?" dedim. Bunun üzerine Yüce Al­lah, "Şüphesiz Allah'a olan ahitlerini ve yeminlerini az bir pahaya değiştiren­ler..." ayetini indirdi.

Buharfnin Abdullah b. Ebî Evfa'dan rivayetine göre bir adam kendisine ait olan bir malı pazara getirdi. Allah adına yemin ederek kendisine rayicin üstünde bir fiyatın verildiğini söyledi. Bundan kasıt ise Müslümanlardan bir adamı düşürmekti. İşte bunun üzerine şu, "Şüphesiz Allah'a olan akülerini ve yeminlerini az bir pahaya değiştirenler..." ayeti nazil oldu.

Hafız İbni Hacer, Buharî Şerhi'nde der ki: Her iki hadis arasında bir aykı­rılık yoktur. Aksine nüzul sebebinin her ikisinin de olduğu şeklinde yorumla­nır.

İbni Cerir'in İkrime'den rivayetine göre ayet-i kerime Huyey b. Ahtab, KaT) b. el-Eşref ve onların dışında kalan Allah'ın Tevrat'ta indirdiklerini gizle­yip değiştiren ve bu değiştirdiklerinin de Allah tarafından geldiğine yemin eden kimseler hakkında inmiştir. Yine bunun Ebu Râfi', Lübâbe b. Ebil-Hu-kayk ve Huyay b. Ahtab hakkında indiği de söylenmiştir. Çünkü bunlar Tev­rat'taki hükümleri ve onda anlatılan, Resulullah (s.a.)'uı niteliklerini farklı olarak ifade etmişler ve buna karşılık da rüşvet almışlardı[57]

Hafız İbni Hacer der ki: Ayet-i kerimenin bu manalara gelme ihtimali var­dır; fakat bu hususta asıl dayanılacak bilgi sahih hadiste sabit olandır. [58]



Açıklaması


Kitap Ehli'nin niteliklerini belirtmekte Kur'an gayet adil hüküm getirmiş­tir. Aralarından bir kesim, kendilerine emanet olarak verilen mal az olsun, çok olsun emanetlere hainlik etmeyen güvenilir kimselerdir; Abdullah b. Selâm gi­bi. Kureyşli birisi ona 1200 ukiyye altın emanet etmiş o da o miktarı aynen ge­ri ödemişti. Yine sözünde durmakla ün kazanmış Yahudi Samuel b. Adiya da böyledir.

Onlardan bir diğer kesim ise az dahi olsa emanete hainlik eder ve sürekli istemedikçe ve tahsil etmek için çalışmadıkça veya mahkemeye baş vurup on­lara karşı delil getirmedikçe, o emaneti geri almaya imkân olmaz. Ka'b b. Eş­ref ve Finhâs b. Azura gibi. Kureyşli bir kimse buna bir dinar emanet vermiş, fakat o da bu dinarı inkâr edip hainlik etmiştir.

Yahudilerden bu kesimi böyle bir hainliğe iten ise Tevrat'ın kendilerine ümmîlerin yani Arapların mallarını yemeyi helâl kıldığını iddia etmeleridir. Onlar, "Arapların hatta Yahudilerin dışında kalan herkesin malını yemekte bi­zim için bir vebal ve günah yoktur" derler. Çünkü kendileri onlara göre Al­lah'ın seçkin kavmidirler. Başkalarından daha üstün ve yücedirler. Onların dışında kalanların ise Allah nezdinde saygı duyulması gereken bir hakları yok­tur. Başkaları Allah tarafından buğzedilen kimselerdir. Allah onları hakir gö­rür, böylelerinin herhangi bir hakkı ve saygı duyulması gereken herhangi bir hukuku yoktur. Rivayet edildiğine göre İsrailoğullan putperest oldukları için Arapların mallarının helâl olduğuna inanıyorlardı. Fakat İslâm gelip, Araplar­dan İslâm'a girenler de olunca yine Yahudiler onlar hakkında aynı inancı sür­dürmeye başladılar. İşte bu kanaati yasaklamak üzere bu ayet-i kerime nazil olmuştur[59]

Mümin ile kâfir arasında hakların ödenmesi hususunda fark gözetmeyen Allah'ın şeriatında böyle bir şey elbette ki reddedilir. Fakat onlar kelimelerin yerlerini değiştirerek nasları kendi nevalarına uygun olarak tevil edip yorum­layan Yahudilerdir. Yine bunun misallerinden bir tanesi de İbni Cerir et-Taberî tarafından şöylece rivayet edilmektdir: Bir grup Müslüman cahiliye döneminde Yahudilere bazı malları satmışlardı. İslâm'a girdikten sonra bu malların bede­lini kendilerine ödemelerini istediler. Ancak Yahudiler, "Size vermemiz gereken bir emanetiniz ve size ödememiz gereken bir hakkınız bizde yoktur. Çünkü siz­ler daha önce bağlı olduğunuz dininizi terk etmiş bulunuyorsunuz" dediler. Ay­rıca böyle bir uygulama yapma hakkına sahip olduklarına dair ifadenin kitap­larında da yer aldığını iddia ettiler.

Herhangi bir şeriata uyan herkes Yahudilerin bu yaptıklarından sakınma­lıdır. Abdurrezzak ve Ebu İshak'ın rivayetine göre adamın birisi İbni Abbas'a şöyle demiş: Bizler gazada zimmet ehline ait tavuk, koyun gibi bazı malları alı­yoruz. İbni Abbas, "Siz ne diyorsunuz?" deyince onlar, "Bizce bu konuda bizim için bir mahzur yoktur, diyoruz" dediler. İbni Abbas şöyle dedi: İşte bu, "Ümmî-ler hakkında aleyhimize yol yoktur" diyen Kitap Ehli'nin sözünü andırmakta­dır. Zimmîler cizyeyi ödedikleri takdirde, onların malları gönül hoşluğu ile ol­madıkça size helâl olmaz.

İbni Ebî Hatim ve İbnül-Münzir de Said b. Cübeyr'den şöyle dediğini riva­yet etmektedir: Kitap Ehli "Ümmüer hakkında aleyhimize bir yol yoktur" de­yince Allah'ın peygamberi de şöyle buyurdu: "Allah'ın düşmanları yalan söyle­miştir. Cahiliye döneminde olan her ne varsa onun hepsini işte bu iki ayağımın altına alıyorum. Emanet bundan müstesnadır. Emanet iyi olana da kötü olana da tastamam verilecektir.'' İşte bu, onların iddialarını reddetmektedir.

Yüce Allah da aynı şekilde bunu, Kitaplarında yer aldığını bildikleri hal­de, Allah'a yalan söylediklerini belirterek reddetmektedir. Onlar bu konuda açıktan yalan söylediklerini de bilmektedirler. Çünkü Tevrat'ta "ümmîlere ha­inlik etmek" şeklinde zalimce bir hüküm yoktur.

Bunun ile ilgili Tevrat'ta yer alan hüküm tam aksidir. Tevrat ahitlere bağlı kalmayı farz kılmakta, emanetleri tastamam ödemeyi emretmektedir. Allah onlara der ki: Durum onların dediği gibi değildir. Ümmîler hakkında onlar ya­lan söyledikleri, Arapların mallarını helâl kabul ettikleri için onlara azap söz konusudur. Her kim belli bir vadeye kadar borç alsa yahut vadeli olarak bir şey satın alsa veya kendisine bir şey emanet verilecek olsa, bunu aynen yerine ge­tirmeli ve zamanı gelince hak sahibine hakkını tastamam ödemelidir. Böyle davranması hak sahibinin ısrarla talebine yahut da hakime baş vurmasına ge­rek olmaksızın, farzdır. İşte bu şekilde Allah'a verdiği sözü eksiksiz olarak ye­rine getiren ve hainlik yapmak hususunda Allah'tan korkan herkesi Allah se­ver ve ondan razı olur. Çünkü Allah kitaplarında insanlara ahitlerine ve akitle­rine tastamam bağlı kalmayı, doğruluktan ayrılmamayı emretmiştir.

Ahit yalnızca akitlere ve verilen sözlere bağlı kalıp onları yerine getirmek­ten, emanetleri eda etmekten ibaret değildir. Aynı şekilde Yüce Allah'a verilen ahdi de kapsamaktadır. Bu ise müminin yerine getirmeyi üstlendiği sert yü­kümlülükler, emirler ve vazifelerdir. Şayet Yahudiler verdikleri sözleri yerine getirecek olurlarsa Muhammed (s.a.)'e de iman ederler. Eğer insaf ederlerse hiç bir zaman Yahudiye verilen söz ile başkasına verilen söz arasında fark gözet­mezler.

Daha sonra Yüce Allah ahde vefasızlık eden, Allah'ın indirdiklerini gizle­yen, hakkı batılla değiştiren, Allah'ın sözünü, emirlerini değersiz bedellere, azıcık karşılıklara satanların cezasını beyan etmektedir. Bunların aldıkları başkanlık, rüşvet ve buna benzer dünya metaldir. Böyle bir tutumun cezası ise ahiret nimetlerini kaybetmek, Allah'ın gazap ve kızgınlığını üzerine çekmek, O'nun övgüsüne mazhar olmamak, O'nun tarafından yapılacak ihsan ve rah­metten mahrum kalmak, durumları hakir görülmektir. Ayrıca onlar için cehen­nem ateşinde çetin ve can yakıcı bir azap da vardır.

Yüce Allah bütün bunları mecaz yollu ifadelerle dile getirmiştir. Ahdi boz­mayı ve bunun karşılığında bir şeyler almayı, satın alma ve bedelli değiştirme gibi ifade etmiştir. Ancak bu son derece zararlı bir alışveriştir. Çünkü alman karşılık veya bedel ne kadar çok olursa olsun, eğer günahın, suçun büyüklüğü ve ahirette karşılaşılacak cezanın şiddeti ile ölçülecek olursa, hakikatte pek az­dır. [60]



Yahudilerin Yalanları


78- Onlardan gerçekten öyle bir zümre de vardır ki, siz onu Kitap'tan sanasınız diye dillerini Kitab'a eğip bükerler. Halbuki o Kitap'tan değfldir. "Bu Allah nezdindedir" derler. Halbuki o Allah katında değfldir ve onlar Allah'a karşı büe bile yalan söylerler.



Nüzul Sebebi


Rivayet edildiğine göre, İbni Abbas, Allah'ın söylemediğini Allah'a isnat edip iftira eden Kitap Ehli'nden olan bu üçüncü kesim hakkında şöyle demek­tedir: Bunlar Peygamber (s.a.)'in en amansız düşmanlarından birisi olan Ka'b b. el-Eşrefe gelip Tevrat'ı değiştiren ve Allah'ın rasulü Muhammed'in nitelikle­rini değiştirdikleri bir kitap yazan kimselerdir. Daha sonra Kurayzahlar onla­rın bu yazdıklarını aldılar ve yanlarında bulunan kitaba dahil ettiler.[61]



Açıklaması


Kitap Ehli'nin haham, alim ve önderlerinden -bunlar Ka'b b. el-Eşref, Ma­lik b. es-Sayf, Huyey b. el-Ahtab ve benzerleridir- bazıları, kendilerine indirilen Kitab'ı okurken doğruyu tahrif etmek için dillerini eğip bükerler ve Allah'ın ke­lâmına ya bir şeyler ekler ya bir şeyler eksiltir ya da anlamını değiştirirlerdi. Yahut da Tevraf tanmış vehmini insanlara verecek ve bunu tahrif edilen sözle­rin Allah'ın sözünü olduğunu zannettirecek nağmelerle okurlardı. Halbuki o Allah tarafından gelmiş değildir. Bunlar söylediklerini yalan söylüyorlar. Bu­nun Allah'tan geldiğini iddia ederler. Bu ise Yüce Allah'ın, "Halbuki o kitaptan değildir" buyruğunu da tekit etmektedir.

Onlar üstü kapalı ifadelerle yetinmeyip yalanlarını Allah'a açıktan açığa nispet ederler. Bu ise Allah'a karşı aşın cüretkârlıklarından, kalplerinin katı­lıklarından, ahiretten de ümitlerini kesmiş olmalarından dolayıdır. Bu bakım­dan Yüce Allah onlar hakkında asla onlardan ayrı düşünülemeyen daimî ya­lancılık niteliğini tescil etmektedir. Bu ise hata yoluyla değil da kasten Allah'a yalan iftirada bulunmalarıdır. Çünkü onlar bu söylediklerinin yalan ve katık­sız iftira olduğunu tam anlamıyla bilmektedirler. Bu cümle ayrıca onların işle­dikleri yalanın ne kadar çirkin olduğunu da ifade etmektedir.

Dillerini eğip bükmelerine örneklerden bir tanesi de Peygamber (s.a.)'e selâm verirken "es-selâmu aleyküm" diyecek yerde "es-samu aleyküm" demeleridir. Es-sam' ölüm demektir. Onların bu türden söylediklerine diğer bir örnek de, riayet kö­künden değil de ahmaklık ve saflık anlamından "raina" demeleridir. Nitekim şu ayet-i kerime bunu ifade etmektedir: "Yahudilerden bir kesim kelimelerin yerlerini tahrif ederler, dillerini eğerek bükerek dine de saldırarak 'İşittik ve isyan ettik. İşit işitmez olası. Raina' derlerdi. Eğer onlar, 'Dinledik ve itaat ettik. İşit ve bize bak' de­selerdi elbette haklarında daha hayırlı ve daha dürüst olurdu." (Nisa, 4/46). [62]



Tahrif ve Tebdil:


Kur"an-ı Kerim'de Tevrat ve İncil'in tahrifine dair pek çok ayet-i kerime varit olmuştur. Bunlardan bir tanesi açıklamakta olduğumuz Al-i İmran süresindeki bu ayettir. Diğerleri ise az önce Nisa suresinden kaydettiğimiz ayet-i kerime ile Bakara suresinde yer alan, "Onu anladıktan sonra bile bile tahrif ederlerdi." (Ba­kara, 2/75) ayet ve Maide süresindeki şu ayet-i kerimedir: "Ey Kitap ehli! Size Ki-tap'tan gizlediğiniz şeylerin çoğunu açıklayıp bir çoğunu da bırakıveren peygam­berimiz gelmiştir. " (Maide, 5/15). Bir diğer ayet-i kerime: "Onlar kelimeleri konul­dukları yerlerden değiştirirler." (Maide, 5/13). İsra süresindeki şu ayet-i kerime­ler: "Biz Kitapta İsrailoğulları'na şu haberi verdik... Üstün gelsinler ve istilâ ettik­lerini darmadağın etsinler diye." (İsra, 17/4-7). İbrahim süresindeki, "Sizden ön­cekilerin... haberleri size gelmedi mi? Ellerini ağızlarına götürüp... " (İbrahim, 14/9) ile En'am suresinde yer alan, "De ki: İnsanlar için bir nur ve hidayet olarak Musa'nın getirdiği Kitab'ı kim indirdi. Siz onu parça parça kağıtlar haline koyu­yor, kimini açıklıyor, çoğunu da gizliyorsunuz." (En'am, 6/91) buyruklardır. [63]



Kitap Ehlfnin Peygamberlere İftirası


79- Allah kendisine Kitab'ı, hükmü ve peygamberliği verdikten sonra onun insanlara) "Allah'ı bırakın da bana kul olun." demesi hiç bir beşere yakışmaz. Fakat o, "Öğretmekte ve okuyup okut­makta olduğunuz Kitap sayesinde Rab­baniler olun." (der.)

80- Ve o size melekleri ve peygamberle­ri Rabler edinmenizi de emretmez. Hiç Müslüman olduktan sonra size küfrü emreder mi?



Nüzul Sebebi


İbni İshak ve Beyhakî, İbni Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Yahudilerin hahamları ile Necran halkı Hristiyanları Resulullah (s.a.)'ın huzu­runda toplanıp onları İslâm'a davet ettiği sırada Ebu Râfi' el-Kurazî Peygam­ber (s.a.)'e şöyle demişti: Ya Muhammed, Hristiyanlann İsa'ya tapındığı gibi bizim de sana ibadet etmemizi mi istersin? Peygamber (s.a.)'in "Böyle bir şeyden Allah'a sığınırım" demesi üzerine buna dair Yüce Allah'ın, "Allah kendisi­ne KLtab'ı... hiç Müslüman olduktan sonra size küfrü emreder mi?" buyrukları­nı indirdi.

Abdurrezzak da Tefsir'inde Hasan-ı Basrî'den şöyle dediğini rivayet et­mektedir: Bana ulaştığına göre adamın birisi, "Ey Allah'ın rasulü, biz sana bi­rimiz diğerimize selâm verdiği gibi, selâm veriyoruz, sana secde niye etmiyo­ruz?" Hz. Peygamber, "Hayır, fakat peygamberinize ikramda bulununuz ve hak sahiplerine hakkı itiraf ediniz. Allah'tan başka herhangi bir kimseye de secde etmek gerekmez" dedi. Bunun üzerine Yüce Allah, "Allah kendisine Kitab'ı ... hiç Müslüman olduktan sonra size küfrü emreder mi?" buyruğunu indirdi. Ayet-i kerimeden kasıt ise Hz. İsa ile Üzeyr'i ibadete varan şekilde tazim eden Kitap Ehli'ni yalanlamaktır. [64]



Açıklaması


Allah bir insanın üzerine Kitab'ı indirip hikmeti yani dinin inceliklerini, şeriatın sırlarını öğrenmeyi nasip edip kendisine peygamberlik ve risaleti ver­dikten sonra insanlara kalkıp "Allah'ı bırakıp bana ibadet ediniz." demesi hiç bir insana yakışmaz ve gerekmez. Yani ibadeti yalnızca Allah'a yapmanız gere-kiyorken, bu haddi aşarak "Bana ibadet ediniz" diyemez. Çünkü böyle bir şey bizatihi şirktir. Oysa ibadetin ihlâsla yalnızca Allah'a yapılması gerekir. Nite­kim Yüce Allah şöyle buyurur: "De ki: Dinimi yalnızca O'na halis kılarak Al­lah'a ibadet ederim..." (Zümer, 39/14).

Müslim ve başkaları Peygamber (s.a.)'den şöyle bir hadis rivayet etmekte­dirler. (Yüce Allah buyuruyor ki:) "Ben ortaklar arasında ortaklığa en ihtiyacı olmayanım. Her kim bir amelde bulunup da ona benden başkasını ortak koşar­sa onu ortak koştuğuyla başbaşa bırakırım." Bir diğer rivayette ise şöyle denil­mektedir: "Ben o amelden uzağım. O ameli kimin için yaptıysa onundur." İmam Ahmed de Hz. Peygamberden şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir. "Allah Kıyamet gününde insanları bir araya topladığında bir münadi şöyle seslenecek­tir: Her kim Allah için işlediği bir amelde herhangi birisini ortak koştu ise git­sin onun sevabını Allah'tan başkasının yanında alsın. Şüphesiz Yüce Allah or­taklar arasında ortaklığa en muhtaç olmayandır."

Fakat Rasul insanlara şöyle der: Sizler Rabbani olunuz. Yani Allah'ın emirleri gereğince amel eden fukaha (dinde derin bilgi sahibi) ve alimler, Al­lah'a tam anlamıyla itaat eden itaatkârlar olunuz. Çünkü insanı amele yönel­ten doğru ilimdir. İlâhî kitabın öğrenilmesi, öğretilmesi ise ona itaat etmeyi ge­rektirir ve Rabbani olma niteliğine sahip kılar. Rasulün ise Allah'tan başka bir ilâh veya bir rab edinmeyi emretmesini yahut Allah'tan başkasına ibadet etme­yi emretmesini akü kabul edemez. Allah tarafından gönderilmiş herhangi bir peygamber veya mukarreb bir melek de böyle bir çağrıda bulunamaz. Arap müşrikleri ise meleklere ibadet ederlerdi. Kur'an-ı Kerim bize şunu anlatmak­tadır: "Yahudiler, "Üzeyr Allah'ın oğludur" dediler, Hristiyanlar da "Mesih Allah'ın oğludur* dediler..." (Tevbe, 9/30). Bütün bunlar ise yalnızca Allah'a iba­det etmeyi emreden peygamberlerin getirdikleri mesaja aykırıdır. Bu peygam­ber, siz İslâm'a girdikten sonra hiç size kâfir olmayı emreder mi? Bu, peygam­berler lehine Müslüman olduklarına dair bir şahitliktir. Yani böyle bir emri an­cak Allah'tan başkasına ibadete çağıran kimseler yapablir. Allah'tan başkasına ibadete çağıran bir kimse ise küfür ve inkâra çağırmış olur. Peygamberler ise ancak imanı emrederler. Bu ise hiç bir ortak koşmaksızın yalnızca Yüce Allah'a ibadet etmektir. Nitekim Yüce Allah başka ayet-i kerimelerde şöyle buyurmak­tadır: "Senden önce gönderdiğimiz her bir peygambere ancak "Benden başka ilâh yoktur, o halde yalnız bana ibadet edin" diye vahyederdik." (Enbiya, 21/25); "Andolsun ki biz her ümmete, "Allah'a ibadet edin, tağuttan sakının" di­ye bir peygamber gönderdik." (Nahl, 16/36); "Senden önce gönderdiğimiz pey­gamberlerimize sor, Rahman olandan başka ibadet edilecek tanrılar kılmış mı­yız?" (Zuhruf, 43/45). Melekler hakkında haber verirken de şöyle buyurmakta­dır: "Onlardan her kim "Ben ondan gayrı ilâhım" derse biz onu cehennemle ce­zalandırırız. Zalimleri biz böyle cezalandırırız." (Enbiya, 21/29). [65]



Peygamberlerin Birbirlerini Tasdike Dair Sözleri Ve İmanı Emretmeleri


81- Hani Allah peygamberlerden, "Size verdiğim Kitap ve hikmetten sonra be-raberinizdekini doğrulayıcı bir pey­gamber gelince ona mutlaka iman edip yardım edeceksiniz" diye söz almış ve, "Kabul ettiniz mi? Bu ağır yükümü al­dınız mı?" demişti. Onlar da, "Kabul et­tik" demişlerdi. "Öyleyse şahit olun, ben de sizinle beraber şehadet eden­lerdenim" diye buyurmuştu.

82- Artık kim bundan sonra yüz çevi­rirse işte onlar fasıklann ta kendileri­dirler.

83- Onlar Allah'ın dininden başkasını mı arıyorlar? Halbuki göklerde ve yer­de ne varsa ister istemez O'na teslim olmuştur ve O'na döndürüleceklerdir.


Açıklaması


Ya Muhammed! Allah'ın bütün peygamberlerden almış olduğu şu sözü ka­bul buyurduğu zamanı hatırla! Kendilerine Allah tarafından bir Kitap, hüküm ve peygamberlik verilip de daha sonra beraberlerinde bulunanı doğrulayıcı ve ona uygun haberler getiren kişi geldi mi -ki o da peygamberlerin ve rasullerin sonuncusu Muhammed (s.a.)'dir- mutlaka ona iman edecek ve ona yardımcı olacaksınız. Çünkü peygamberlerin risaletleri birbirlerini tamamlar. Onları göndermekten maksat birdir. Onlar dinin asılları üzerinde ittifak halindedirler. Fert konulardaki ayrılıkları ise insanın hayır ve maslahatınadır, insan hayatı­nın ilerlemesine, tekâmülüne uygun düştüğünden dolayıdır.

Meselâ, Hz. Musa ile Hz. Harun gibi aynı ümmette çağdaş iki peygamber bu­lunacak olursa, onlar her hususta ittifak halindedirler. Şayet kavimleri farklı farklı olursa, sonradan gelen peygamber öncekinin davetine iman eder, önceden gelen de sonradan gelecek olanın davetine iman eder. Nitekim Hz. Lût, Hz. İbra­him'in getirdiklerine iman etmiş ve davetinde onu desteklemiştir. Şayet Hz. Mu­sa ile Hz. İsa gibi aralarında zaman farkı varsa yine birisi ötekinin davetini tas­dik eder. İşte peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed'in peygamber olarak gönderilmesi de böyledir. Önceki peygamberlere uyanların onun peygamber ola­rak gönderilişine iman etmeleri ve onu desteklemeleri gerekir. Çünkü dinde pey­gambere düşmanlık eden Kitap Ehli'nin yaptığı gibi ayrılıp bölünmeye, düşmanlı­ğa ve kine sebep yoktur. Aksine din bir araya gelmenin, birleşmenin sebebidir, sevginin, muhabbetin yoludur. Kurtuluşa ve mutluluğa ulaştırmanın anahtarıdır.

Daha sonra Yüce Allah, kendilerinden söz alman peygamberlere şöyle bu­yurdu: Sizler beraberinizde bulunanı doğrulayan rasule imanı ve bu konuda yaptığınız ahdi yerine getirip yardımcı olarak onu desteklemeyi kabul edip be­nimsediniz; bu şekilde pekiştirilmiş olan sözümü, ahdİTPİ tasdik ettiniz mi?

Onlar, "Biz bunu kabul ve itiraf ettik" deyince Yüce Allah şöyle buyurdu: Biriniz ötekine şahitlik etsin. Ben de sizinle birlikte size ve sizin bu kabulünü­ze şahitlik ediyorum. Sizin her durumunuzu, sizinle ilgili her şeyi biliyorum. Hiç bir şey benim bilgimin dışında değildir. Buharî ile Müslim'in Enes b. Ma-lik'ten rivayet ettiklerine göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Kıyamet gününde cehennemlik olan kimseye şöyle denilir: Ne dersin, yeryüzünde ne var­sa senin olsaydı bunu (azaptan kurtulmak için) fidye olarak verir miydin? O, evet der. Allah ona şöyle buyuracak: Ben senden bundan daha basit bir şey iste­miştim. Ben senden, baban Adem'in belinden zürriyet.olarak seni çıkardığım sı­rada, bana hiç bir şeyi ortak koşmamak üzere söz almıştım, fakat sen bana or­tak koşmaktan başka bir şeyi kabul etmedin."

Böyle bir konuşma temsilî bir anlatımdır ve Allah'ın şahitliği gereğince, biri­nin ötekine karşı şahitliği gereğince amel ettikleri takdirde, yaptıkları bu kabul­den geri dönmekten bir sakmdırmadır ve onlardan alınan bu sözü pekiştirmedir.

İşte bu söz ve tekitten sonra kim yüz çevirir, dini ayrılığın ve düşmanlığın aracı haline getirir, ahir zamanda gönderilen ve kendisinden önceki peygam­berleri tasdik eden, kendisinden önce gelen bütün kitaplar ve risaletle: hakkın­da hüküm koyan o peygambere iman etmezse -Peygamber efendimizin çağdaşı olan Kitap Ehli gibi yaparsa- işte bunlar, küfürlerinde ayak direten kimseler­dir. Allah'ın ahdinin ve sözünün dışına çıkan, verdikleri sözü bozanlardır.

Din bir ve tek olduğuna göre peygamberler hak dinin birliği dolayısıyla -Yüce Allah'ın da beyan ettiği gibi- genel esaslar üzerinde ittifak ettiklerine gö­re Kitap Ehli, Muhammed (s.a.)'in nübüvvetini ne diye inkâr ediyorlar?

Onlar Allah'ın dininden başkasını mı arıyorlar? Hak apaçık belli olduk­tan sonra haktan başkasını mı istiyorlar? İslâm dininden başka bir din mi edinmek istiyorlar? Halbuki göklerde ve yerdekilerin hepsi yüce Allah'a bo­yun eğmiş, O'nun hükmüne ve muradına itaat etmiştir. Bu ya bizzat kendile­rinin insaf etmesi, delilleri dikkatle düşünüp tetkik etmeleri sonucu kendi is­tekleriyle gerçekleşir ya da kılıçla zor altında kalarak yahut İsrailoğullan'nın tepesine dağın kaldırılması ve Firavun'un boğulma noktasına gelip ölümün yaklaşması halinde olduğu gibi, İslâm'ı kabul etmeye mecbur eden şeyleri görmek suretiyle olur. Bunlar Allah'ın azabını, kâinattaki tasarrufunu, dile­diğini var edip meydana getirmesini görünce, "Yalnızca Allah'a iman ettik, Kıyamet gününde dönüş yalnız Allah'a olacaktır, sair bütün yaratıklar da ona dönecektir ve herkese amelinin karşılığını O verecektir" derler. İster itaatle Allahü Tealâ'ya teslim olsun, ister Yahudi ve Hristiyanlardan olup İslâm'dan başka bir din edinen kimselerden olsun, bu ifade açık bir tehdit mahiyetinde­dir. [66]



Bütün Peygamberlere İman Ve İslâm Dininin Kabulü


84 - 85- De ki: «Allah'a iman ettik. Bize indi­rilene, İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Ya-kub'a ve oğullarına (esbata) indirilen­lere; Musa'ya, İsa'ya ve peygamberlere Rablerinden verilenlere de (iman et­tik). Onlardan hiç biri arasında ayrım yapmayız. Biz O'na teslim olmuşlarız. Kim İslâm'dan başka bir din ararsa, ondan asla kabul olunmaz ve o ahiret-te zarara ıığr«y«iıl«rH»m«lı»*.>'



Nüzul Sebebi


85. ayetin nüzul sebebi ile ilgili olarak Mücahid ve es-Süddî der ki: Bu ayet-i kerime el-Hulâs b. Suveyd'in kardeşi el-Hâris b. Suveyd hakkında nazil olmuştur. Bu kişi Ensardandı. Kendisi on iki kişi ile birlikte İslâm'dan döndü ve Mekke'ye kâfir olarak vardılar. Bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu. Daha sonra kardeşine haber gönderip tevbe etmek istediğini belirtti. İbni Ab-bas der ki: Ve bu ayetlerin nüzulünden sonra İslâm'a girdi. [67]



Açıklaması


Ya Muhammed de ki: "Ben ve benim ümmetim, Allah'ın varlığına, vahda­niyetine ve O'nun mutlak egemenlik ve hakimiyetine iman ettik." Bu Allah'ın rasulüne, kendisi hakkında ve ümmeti hakkında iman ettiklerine dair haber vermesini belirten bir emirdir. Bundan dolayı "de ki" buyruğunda zamir tek, "iman ettik" buyruğunda ise çoğul gelmiştir. Bu şekilde hükümdarların konuş­tuğu gibi kendisinden çoğul zamiri ile söz etmesi -Zamahşeri'nin belirttiği gibi-peygamberlerinin kadrinin Allah tarafından yükseltilmesi kasdıyla olması da mümkündür.

Bizler, bize indirilen Kur'an-ı Kerim'e iman ettiğimiz gibi, Allah'ın İbra­him'e, İsmail'e, Yakub'a ve onun soyundan gelen esbata (çocuklarına, torunları­na) indirdiği vahyi ve Kitablanda tasdik etmiş bulunuyoruz. Çünkü Allah tara­fından indirilen buyrukların özü birdir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmakta­dır: "Biz Nuh'a ve ondan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz gibi sana da vah-yettik." (Nisa, 4/163). Ayrıca bizler Musa'ya verilen Tevrat'ı, İsa'ya verilen İn­cil'i ve sair mucizeleri de tasdik ediyoruz. Özellikle bu peygamberlerin söz ko­nusu edilmeleri, onlara uyan Yahudi ve Hristiyanlara Kur'an-ı Kerim'in yönte­minde imanın genel kapsamlı olduğunu açıklamak içindir.

Bizler aynı şekilde sair peygamberlere -Davud, Süleyman, Salih, Hud, Ey-yub ve buna benzer diğer peygamberlere- verilen risaletleri de tasdik ediyoruz.

Allah'a iman, kitaplara imandan önce söz konusu edilmiştir. Çünkü ima­nın kaynağı ve temeli odur. Bize indirilen Kur'an-ı Kerim'in, diğer kitaplardan nüzul itibariyle en son gelmiş olmakla birlikte, öne alınmasının sebebi, geçmişe dair bilgileri öğrenmenin yolunun oradan geçtiğinden dolayıdır. Diğer taraftan Kur'an-ı Kerim diğer semavî kitaplar hakkında hüküm vericidir ve çünkü o ebediyete kadar kalacak ilâhî kitaptır. Onun dışındaki kitaplar ise kayboldu­lar, değiştirildiler, tahrife uğratıldılar.

Allah'a ve Hz. Muhammed (s.a.)'in peygamberliğine iman emri genel ve kapsamlı bir emirdir. Herhangi bir dine tabi olanlar bu konuda ötekilerden farklı değildirler. Allah'ın dininde tasdik ve inkâr bakımından peygamberler arasında ayırım gözetilmez. Bizler bu konuda Yahudi ve Hristiyanlar gibi deği­liz. Onlar gibi bir kısmına iman edip bir kısmını inkâr etmeyiz. Aksine hepsi­nin, her bir peygamberin Yüce Allah tarafından gönderilmiş olduğuna iman ederiz. Biz Allah'a kendimizi teslim etmiş, itaatle O'na bağlı olan kimseleriz.

İman emrinden sonra İslâm'a girme emrinin verildiğini görüyoruz. Çünkü Allah'ın varlığına iman -ki Allah'ı tasdik etmek demektir- asıldır. Salih amel ondan çıkar. İslâm ise Allah'ı tevhid etmek, ibadeti yalnızca O'na halis kılmak, O'nun şeriat ve düzenine boyun eğmek demektir. Bu da asıl olan itikada bağlı olarak ortaya çıkar.

Her kim İslâm'dan başka -ki tevhid ve Allah'a teslim olmaktır- bir din ara­yacak olursa, katiyetle ondan kabul olunmaz ve böyle bir kimse mutlak hüsra­na düşen kimselerdendir. Çünkü o, Allah'ın tescil buyurduğu yoldan başka bir yola sapmış ve Allah'ı tevhid etmek, O'nun emirlerine bağlanmak şeklindeki se­lim fıtratın özünü yitirmiş, kaybetmiştir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmak­tadır: "De ki: Gerçek hüsrana uğrayanlar kendi öz nefislerini ve akrabalarını kaybedenlerdir. Hiç şüphesiz bu apaçık hüsranın ta kendisidir." (Zümer, 39/15).

Hz. Peygamber de Ahmed ve Müslim'in Hz. Aişe'den rivayet ettikleri sa­hih hadisinde şöyle buyurmaktadır: "Her kim bizim bu dinimiz üzere olmayan bir amel işlerse o reddolunur." Yine Hz. Peygamber, Ebu Yala, Taberanî ve Bey-hakî'nin el-Esved'den naklettiklerine göre şöyle buyurmuşlardır: "Her bir do­ğan fitrat üzere doğar. Sonra onun anne babası onu Yahudi, Hristiyan veya Me-cusi yaparlar." [68]



Tevbe Bakımından Kâfirlerin Çeşitleri


86- O peygamberin hak olduğuna şeha-det edip kendilerine apaçık deliller de gelmiş iken imanlarından sonra küfre giren bir topluluğa Allah nasıl hidayet eder? Allah zalimler topluluğunu hida­yete erdirmez.

87- Muhakkak onların cezası Allali'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti­nin üzerlerine olmasıdır.

88- Onlar orada ebediyyen kalıcıdırlar. Onların ne azabı hafifletilir ne de onla­ra süre tanınır.

89- Bundan sonra tevbe ve ıslah edenler müstesnadır. Şüphesiz Alah Gafûr'dur, Rahîm'dir.

91-Şüphesiz imanlarından sonra kâfir olmuş, sonra küfürlerini artırmış olan­ların tevbeleri asla kabul olunmaz. İşte onlar sapmış olanların da ta kendileri­dir. Şüphesiz kâfir olanlar ve kâfir ola­rak ölenlerden yeryüzü dolusu altını fidye olarak verse bile, asla kabul olunmaz. İşte onlar için acıklı bir azap vardır. Onların hiç bir yardımcıları da yoktur.



Nüzul Sebebi


86. ayet-i kerime'nin nüzul sebebiyle ilgili olarak Nesaî, İbni Hibban ve Hakim, İbni Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Ensar'dan bir adam önce İslâm'a girdi, sonra irtidat etti (dinden çıktı), sonra da pişman oldu. Kavmine şöyle bir haber gönderdi: Allah'ın rasulüne haber gönderin, benim için tevbe söz konusu olur mu? Bunun üzerine, "O Peygamberin hak olduğuna şehadet edip kendilerine apaçık deliller de gelmiş iken... Şüphesiz Allah Ga-fûr'dur, Rahîm'dir" kısmına kadar olan buyruklar nazil oldu. Kavminin de ona haber göndermeleri üzerine tekrar İslâm'a girdi.

Müsned'inde Müsedded ve Abdürrezzak Mücahid'den şöyle dediğini riva­yet etmektedir: el-Haris b. Süveyd Resulullah (s.a.)'ın huzurunda, gelip İslâm'a girdi, sonra kâfir olup kavmine geri döndü. Allah onun hakkında, "O peygam­berin hak olduğuna şehadet edip kendilerine apaçık deliller de gelmiş iken... sonra küfre giren bir topluluğa Allah nasıl hidayet eder... Allah Gafâr'dur, Ra­hîm'dir" buyruğu nazil oldu. Kavminden bir adam bu ayet-i gidip ona okudu. Halis, "Allah'a yemin ederim, sen bildiğim doğru sözlüsün. Şüphesiz Allah'ın rasulü de senden daha doğru sözlüdür. Üçünüzün en doğru sözlüsü elbette ki Allah'tır" dedi ve geri dönüp İslâm'a girdi. Bundan sonra da İslâm'a güzel bir şekilde bağlandı.

Hasan-ı Basrî ve Katade der ki: Bu ayet-i kerime Yahudiler hakkında na­zil olmuştur. Çünkü onlar Peygamber (s.a.)'in geleceği müjdesini veriyor ve in­kâr edenlere karşı onun vasıtasıyla zafer kazanacaklarını söylüyorlardı. Fakat peygamber olarak gönderilince inat ettiler, kâfir oldular. Allah da onlar hak­kında, "Muhakkak onların cezası Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların lane­tinin üzerlerine olmasıdır" ayetini indirdi. Bunu Abd b. Hümeyd ve başkaları rivayet etmiştir.[69]

Yani bu ayet-i kerime, Kitap Ehli'nden Yahudiler ve Hristiyanlar hakkında nazil olmuştur. Bunlar kendi kitaplarında Peygamber (s.a.)'in vasfını gördüler, bunu açıkça ifade ettiler ve bunların hak olduğuna da şahitlik ettiler. Ondan do­layı O'nun vasıtasıyla müşriklere karşı muzaffer olacaklarını söylüyorlardı. Fa­kat Allah, peygamberi onların arasından göndermeyince onu kıskandılar, inkâr ettiler ve önceden iman etmiş iken sonradan onu inkâr edip kâfir oldular.

Görüşüme göre ise, bir ayetin birden çok nüzul sebebi olmasına bir mani yoktur. Karineler Kitap ehli -ve aynı şekilde müşrikler- hakkında ayet-i keri­menin nazil olduğu ihtimaline ağırlık vermektedir. Çünkü önceki ayet-i keri­meler Kitap ehli ile tartışma, onlarla münakaşa ve ruhların da yer etmiş şirkin köklerini söküp atma ekseni etrafında dönüp durmaktaydı.

Aynı şekilde, İbni Cerir'in de tercih ettiği görüş budur.

Ayet-i kerimelerin açıklamalarının özeti şudur: Bu ayet-i kerimeler kâfir­leri üç sınıfa ayırmaktadır:

1- Samimi bir şekilde tevbe edenler. Bunlar, "Bundan sonra tevbe ve ıslah edenler müstesnadır'' ayeti ile kendilerine işaret edilenlerdir.

2- Sağlıklı olmayan bir tevbe ile tevbe edenler. Bunlar ise, "... onların tev-beleri asla kabul olunmaz" ayeti ile kendilerine işaret edilenlerdir.

3- Asla tevbe etmeyip kâfir olarak ölenler. Bunlar ise, "Şüphesiz kâfir olanlar ve kâfir olarak ölenlerden hiç birinden..." buyruğu ile nitelendirilen kimselerdir. [70]



Açıklaması


İman ettikten ve Rasulün hak peygamber olduğuna şahitlik etmelerinden sonra, kâfir olan ve Kur'an-ı Kerim'den olsun önceki kitaplardan olsun apaçık belgelerin ve peygamberliğinin doğruluğuna, risaletinin sıhhatine delâlet eden sair mucizeler hak peygamber olduğunu gösterdikten sonra, kâfir olan Yahudi ve Hristi yanlar gibi bir topluluğa Allah nasıl hidayet verir?

Bu buyruk, bu gibi kimselerin hidayet bulmalarının uzak bir ihtimal oldu­ğuna işaret olup Peygamber (s.a.)'in onlardan yana ümidini kesmek maksadın-dadır. -Beyzavî'nin de söylediği gibi- İnsanları hakka iletmek hususunda Yüce Allah'ın sünnetlerinden bir tanesi de, onlar için apaçık delilleri ve belgeleri or­taya koyması, bununla birlikte arzu edilen sonuca götürecek şekilde onlar üze­rinde düşünmeye engel olan hususları ortadan kaldırmasıdır. Allah onlara bü­tün bu imkânları vermiş olduğu halde, onlar Hz. Peygamber'e önce iman etti­ler, sonra da kâfir oldular.

Allah bu şekilde kendilerine zulmedenlere hidayet vermez. Çünkü bunlar hakkı bildikleri halde inkâr ettiler, peygamberliğin delâletlerini, aklın göster­diği gerçeği terk ettiler.

Bunların cezası Allah'ın, meleklerin ve insanların gazabına uğratılmaları, O'nun rahmetinden kovulmaları ve üzerlerine lanetlerin yağdırümasıdır. Bun­lar dünyada ve ahirette Allah'ın rahmetinden kovulmaları için kendilerine bed­dua edilmesine müstahak oldular. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Siz ancak dünya hayatında kendi aranızda bir dostluk olsun diye Allah'tan başka putları ilâh edindiniz. Sonra kıyamet gününde kiminiz kiminizi inkâr edecek ve kiminiz kiminize lanet edecektir..." (Ankebut, 21/25).

Onlar bu lanet halinde yahut cehennemde ebediyyen kalacaklardır. Çünkü laneti hak edenin cezası cehennemdir. Bunların azabı tek bir an dahi hafifletil­mez. Açıklayacakları bir mazeret için de onlara süre tanınmaz.

Daha sonra Yüce Allah tevbe edenleri istisna etmektedir. Bunlar arasın­dan tevbe edip küfrü terk eden, Allah'a dönen, kalbini, amelini ıslah edip yap­tıklarına pişman olanlara şüphesiz Allah, önceden işlediklerini bağışlayacak olan (Gafur) ve kullarına son derece merhematli olan (Rahîm)dir. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Kullarından tevbeyi kabul eden, kötülükleri bağışlayan ve neler yaptığınızı bilendir O." (Şûra, 42/25) İşte bu, kâfirlerin birinci türleri olan tevbe edenlerdir.

İkinci tür ise, peygamber olarak gönderilmesinden önce Hz. Muhammed (s.a.)'e iman edip ve aynı şekilde onun hak olduğuna şahitlik eden Kitap Ehli­dir. Ancak peygamber olarak gönderildikten sonra onu inkâr ettiler. Bu inkâr­ları üzerinde ısrar ve inatla kâfirliklerini daha da artırdılar. Allah'ın rasulüne karşı direnmekle, müminlere karşı savaşmakla küfürlerini artırdılar. Böyle kü­für üzere kaldıkları ve sonra da kâfir olarak öldükleri takdirde tevbeleri asla kabul olunmaz. Sapıklığa düşenler, hak ve kurtuluş yolunu kaybeden ve küf­rün kalplerinde yer ettiği kimseler işte bunlardır.

Ayet-i kerime küfrün zamanla daha da azgınlaştığına, bunu gerektiren amelleri işlemekle güçlendiren, geliştiren işleri yapmak suretiyle kalpte daha çok yer ettiğine işaret etmektedir. Bu ise imana aykırı olan amelleri işlemekle, küfrü ve kâfirleri desteklemek yoluyla olur. İman da aynı şekilde salih amelleri işlemek ve onları azaltmakla artar ve eksilir. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Bir sure indirildiği zaman içlerinden bazıları "Bu hanginizin imanını artırdı?" der. İman etmiş olanlara gelince, daima onların imanını artırmıştır ve onlar birbirleriyle müjdeleşirler. Fakat kalplerinde has­talık bulunanlara gelince, onların küfürlerine küfür katıp artırdı. Onlar kâfir olarak öldüler. Clevbe, 9/124-125).

Arınmanın, temizlenmenin ve ıslahın yolu ise, Yüce Allah'ın şu buyruğun­da da olduğu gibi tevbe etmektir: "Onu arındırıp temizleyen kurtuluşa ermiştir. Onu (kötülüklerle) örten ise zarara uğramşıtır." (Şems, 91/9-10). Nefsini ıslah etmeyi ihmal eden kimse zarar eder. Nefsini ıslaha gayret eden kimse de başa­rı elde eder. Günahlar üst üste birikip yığıldığı ve nefsin arındırılması ihmal edildiği, bir çok masiyetlerle de kirlendiği takdirde adeten hakikat yoluna dö­nüş zorlaşır. İşte tevbe ile ilgili ayetlerin işaret ettiği gerçek budur: "Allah'ın tevbelerini kabul edeceği kimseler kötülüğü ancak cahillikle yapanlar, sonra da çarçabuk tevbe eden kimselerdir. İşte Allah'ın tevbelerini kabul edeceği kimseler bunlardır. Allah hakkıyla bilendir, tam bir hüküm ve hikmet sahibidir. Yoksa (makbul) tevbe kötülükleri işleyip durup da onlardan herhangi birine ölüm gelip çattığı vakit, "Ben şimdi gerçekten tevbe ettim" diyenlerin ve kâfir olarak öleceklerin tevbesi değildir. İşte biz onlar için çok acıklı bir azap hazırlamışvz-dır." (Nisa, 4/17-18).

Üçüncü kesim ise kâfir olarak ölen kimselerdir. Bunlardan ödeyecekleri herhangi bir fidye kabul olunmaz. İsterse bu yeryüzü dolusu kadar altın olsun ve bunu ahirette fidye verecek olsunlar hiç bir şekilde kabul olunmaz. Bu ka­dar büyük bir mala sahip olacağı var sayılsa ve bunu kurtuluş için bir araç ola­rak kullanmak istediği kabul edilse bile, bunlar için acıklı yani can yakıcı bir azap vardır. Azaptan kendilerini koruyacak yahut üzerlerinden azabı hafiflete­cek ne bir yardımcıları vardır ne de bir şefaatçileri. Yüce Allah'ın şu buyruğun­da dile getirildiği gibi: "İşte bu gün sizden de kâfir olanlardan da hiç bir fidye alınmaz. Sığınacağınız yer ateştir. Size lâyık olan da odur. O ne kötü bir dönüş yeridir." (Hadid, 57/15). [71]



Kabule Değer İnfak Ve İnfakın Mükâfatı


92" Sevdiğiniz şeylerden infak edinceye kadaAirre (iyiliğe) kavusamazsınız. Her ne infak ederseniz muhakkak Allah onu çok iyi büendir.



Açıklaması


Sizin için en değerli ve en çok sevdiğiniz mallardan infak etmediğiniz sü­rece iyiliğin (birrin) sevabı olan cennete asla ulaşamaz, Allah'ın rızasını, lütuf ve rahmetini hak eden ve azabın uzaklaştırılmasına lâyık olan iyi kimseler ola­mazsınız. Sizler ister değerli, ister bayağı olsun, neyi infak ederseniz, muhak­kak Allah onu çok iyi bilendir ve ona mükâfatını verir. İhlâs ve riyakârlık asla O'na gizli kalmaz.

Ashab-ı kiramın rütbesinin yüksekliğine delâlet eden hususlardan biri de çok sevdikleri mallarından çokça sadaka vermeleridir. Altı hadis imamının ri­vayetine göre Enes b. Malik şöyle der: Ebu Talha, Ensar arasında Medine'de en çok hurma ağacı olan kimse idi. Malları arasında en çok sevdiği ise Medine'de­ki bir bahçe olan Beyrûha adındaki yerdi ve burası Hz. Peygamberin mescidi­nin karşısına düşüyordu. Peygamber (s.a.) buraya gelir gider, onun tatlı suyun­dan içerdi. Yüce Allah'ın, "Sevdiğiniz şeylerden infak edinceye kadar birre (iyi­liğe) kavuşamazsınız" ayeti nazil olunca Ebu Talha şöyle dedi: "Ey Allah'ın rasulu, mallarım arasında en çok sevdiğim Beyrûha'dır. Ben onu Yüce Allah'ın rı­zası için sadaka olarak veriyorum. Onun binini ve ecrini Allah'tan bekliyorum. Ey Allah'ın rasulü, Allah sana nereyi uygun gösterirse onu öylece kullan." Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurdu: "Oh ne kadar güzel! Oh ne kadar güzel! Bu ol­dukça kârlı bir maldır. Senin söylediğini dinledim. Benim görüşüm ise bunu akrabalara tahsis etmen şeklindedir." Ebu Talha "Ben de öyle yaparım, ey Al­lah'ın Rasulü" dedi ve bunu akrabaları ve amca çocukları arasında paylaştırdı. Müslim'in rivayetinde ise "Bunu Hassan b. Sabit ile Ubeyy b. Ka*b arasında paylaştırdı" denmektedir.

İlim adamları der ki: Peygamber (s.a.)'in bunu Ebu Talha'nın yakın akra­balarına sadaka olarak vermesini tavsiye etmesinin iki sebebi vardır: Birincisi akrabalara verilen sadakanın daha faziletli olması, ikincisi ise sadaka verenin kendisine böylesinin daha hoş gelmesi ve pişman olma ihtimalinin daha uzak olmasıdır.

Zeyd b. Harise de böyle yapmıştı. İbni Ebi Hatim'in Muhammed b. el-Münkedir'den rivayetine göre bu ayet-i kerime nazil olunca, Zeyd b. Harise, Se-bel adı verilen at ile geldi. Bundan daha çok sevdiği bir malı yoktu. "Bu, sada­ka olsun" dedi. Resulullah (s.a.) onu kabul etti ve bunu oğlu Üsame'ye verdi. Zeyd bundan dolayı kederlenir gibi oldu. Resulullah (s.a.), "Muhakkak Allah bunu senden kabul buyurmuştur" dedi.

Buharî ile Müslim'de rivayet edildiğine göre Hz. Ömer şöyle dedi: "Ey Al­lah'ın rasulü, ben de Hayber*deki payımdan benim için daha nefis hiç bir mal ele geçirebilmiş değilim. Onu ne şekilde kullanmamı emredersin?" O da şöyle buyurdu: "Aslını tut ve meyvesini de sebil kıl (taıadduk et, vakfet)."

İbni Ömer ise kölesi Nâfi'yi azat etmişti. Halbuki Abdullah b. Ca'fer o kö­le karşılığında ona bin dinar vermişti. Safiyye bint Ebi Ubeyd der ki: "(Abdul­lah b. Ömer) Zannederim Yüce Allah'ın "Sevdiğiniz şeylerden infak edinceye ka­dar birre (iyiliğe) kavuşamazsınız." buyruğunu göz önünde bulundurarak böyle davranmıştır."

Abd b. Humeyd ve el-Bezzar, İbni Ömer'den şöyle dediğini rivayet etmek­tedirler: "Şu, "Sevdiğiniz şeylerden infak edinceye kadar birre kavuşamazsınız" ayetini hatırladım. Bu arada Yüce Allah'ın bana verdiklerini de hatırımdan ge­çirdim. Benim için Mercâne'den daha çok sevdiğim bir mal olmadığını gördüm (Mercane Bizanslı bir cariye idi), Allah rızası için o hürdür dedim. Eğer Allah rızası için verdiğim bir şeyi geri alacak olsaydım, onu nikâhıma alırdım. Fakat ben onu Nâfi'e (çok sevdiği kölesine) nikahladım."

Birr'in anlamına gelince: Tevili hakkında üç ayrı görüş vardır: Cennet ya­hut salih amel veya itaat demektir. Birinci manaya göre ifadenin takdiri şöyle olur: Sizler sevdiklerinizden infak edinceye kadar binin sevabma nail olamaz­sınız. Yani sevdiğiniz şeylerden infak edinceye kadar cennete ulaşamazsınız. İkinci anlama göre salih amele... ulaşamazsınız demektir. Üçüncü anlama göre "Sizler sadaka veya onun dışında herhangi bir itaate sevdiklerinizden infak edinceye kadar birr'e ulaşamazsınız." demek olur. Hasan-ı Basrî der ki: "İnfak edinceye kadar'' buyruğunda kastedilen zekâttır. Evlâ olan ise Zamahşerf nin de söylediği gibi, "Sizin nifakınız sevdiğiniz ve tercih ettiğiniz mallardan olma­dığı sûrece binin gerçek şekline ulaşamazsınız" şeklindeki tevilidir. Yüce Al­lah'ın, "Kazandıklarınızın iyi olanlarından infak ediniz." (Bakara, 2/267) buy­ruğunda olduğu gibi. Selef-i salibin (Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun) bir şeyi sevdikleri zaman onu Allah yolunda infak ederlerdi. [72]



Bazı Yiyeceklerin Haram Kılınması Hususunda Yahudilere Cevap


93- Tevrat indirilmezden evvel İsrail'in kendisine haram kıldığından başka bütün yiyecekler İsrailoğulları'na he­lâl idi. De ki: "Eğer siz doğru söyleyen­ler iseniz Tevrat'ı getirin de okuyun."

94- Artık kim bundan sonra Allah'a ya­lan iftirada bulunursa işte onlar zalim­lerin ta kendileridir.

95- De ki: "Allah doğru söylemiştir. O halde hanif olarak İbrahim'in dinine uyunuz; o müşriklerden değildi."



Açıklaması


Mubah ve temiz her türüyle bütün yiyecekler İsrailoğulları'na ve ondan önce de İbrahim (a.s.)'e helâl idi. Bundan tek istisna İsrail'in veya İsrail halkı­nın kendilerine haram kıldıklarıdır. Bu haram kıldıkları şey deve eti ve sütüy­dü. Bunlar ise Tevrat'ın Hz. Musa'ya indirilmesinden önce olmuştu. Yüce Al­lah'ın Tevrat'ta İsrail halkına ceza olmak ve onları tedip etmek üzere haram kıldığı temiz ve hoş bir takım yiyecekler de vardır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O Yahudilerin zalimlikleri ve bir çoğunu Allah yolundan alı­koymaları sebebiyle kendilerine helâl kılınan bir çok helâl ve temiz şeyleri üzer­lerine haram kıldık." (Nisa, 4/160). Bir başka yerde de Yüce Allah şöyle buyur­maktadır: "Biz Yahudilere de bütün tırnaklıları haram kıldık. İç yağlarını da haram kıldık^ Ancak sırtlarına yapışan yağlar ile bağırsaklarına yapışan veya kemiklere karışan (yağlar) müstesna. Bunu onlara zulümleri yüzünden ceza ol­mak üzere verdik. Şüphesiz biz doğru söyleyenleriz." (En'am, 6/146).

Bazılarının görüşüne göre burada "İsrail'den kasıt bir takım rivayetlerde kendisinden şu şekilde söz edilen Hz. Yakup değildir: "Siyatik (ırkunnesâ) has­talığına yakalanınca iyileştiği takdirde deve eti yemeyeceğini adamıştı." Çünkü Hz. Yakup ile Tevrat'ın indirilişi arasında çok uzun bir dönem vardır. O bakım­dan burada kasıt İsrail halkıdır. Buna göre anlam, İsrailoğullan'nın kendileri­ne haram kıldıkları şeyler ile ilgilidir. Yani kendileri, zulüm işledikleri ve gü­nahlara battıkları için bu yiyeceklerin haram kılınmasına sebep teşkil etmiştir. el-Menar tefsiri sahibinin tercih ettiği görüş de budur.[73]

Müfessirlerin çoğunluğunun benimsediği görüşe göre ise İsrail'den kasıt Hz. Yakup (a.s.)'tur. Tirmizî'nin İbni Abbas'tan rivayetine göre Yahudiler Pey­gamber (s.a.)'e şöyle dediler: Bize İsrail'in kendisine nelerin haram kıldığını haber ver. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "O çölde kalırdı. Siyatikten rahatsız­landı. Ona deve eti ile deve sütünden daha uygun bir şey bulamadı. Bundan do­layı bunları kendisine haram kıldı." Onlar "Doğru söyledin" dediler. Daha son­ra Tirmizî hadisin geri kalan kısmını zikreder.[74]

İmam Ahmed'den gelen bir rivayete göre de Yahudiler Peygamber (s.a.)'e bir takım hususlara dair sorular sordular ve şöyle dediler: İsrail'in kendisine hangi yiyeceği haram kıldığını bize bildir. O da şöyle buyurdu: "Tevrat'ı Mu­sa'ya indiren hakkı için size soruyorum. İsrail'in oldukça ağır bir hasatlığa ya­kalandığını, bu hastalığının uzayıp gittiğini ve bunun üzerine şayet Allah bu hastalığından kendisine şifa verecek olursa en çok sevdiği yiyecek ve içeceği ken­disine haram kılacağı adağında bulunduğunu ve en sevdiği yiyeceğin deve eti, en sevdiği içeceğin de deve sütü olduğunu biliyor musunuz?"

Yahudilere verilen cevabın özeti şudur: Bütün yiyecek türleri İsrailoğulları'na helâl idi. Bundan tek istisna Tevrat'ın indirilmesinden önce İs­rail'in yani Hz. Yakup'un kendisine haram kıldıkları ile yine işledikleri bir ta­kım suçlar ve aykırı davranışlar dolayısıyla onları azarlamak ve tedip etmek kasdıyla Yüce Allah'ın Tevrat'ta İsrailoğulları'na haram kıldığı yiyeceklerdir. Peygamber (s.a.) ve onun ümmeti ise bu gibi günahları ve aykırı davranışları işlememişlerdir. O bakımdan bu temiz yiyecekler onlara haram kılınmamıştır. İbrahim (a.s.)'e de bunlardan herhangi bir şey haram kılınmış değildir. Çünkü bu haram kûma Tevrat'ın indirilişinden sonra olmuştur ve ona bütün yiyecek­ler helâl idi.

Daha sonra Yüce Allah peygamberi Muhammed (s.a.)'e Yahudilerin iddi­alarını yalanlamak üzere onların kitabı olan Tevrat'ın hükmüne baş vurmayı emretmekte ve onlara şöyle demektedir: "Hadi kitabınız olan Tevrat'ı getiri­niz ve onu okuyunuz. Eğer iddianızda doğru söyleyen kimseler iseniz." Bu du­rumda Tevrat'ın sizi yalanlayacağından korkmazsınız. Eğer siz Tevrat'ı geti­recek olursanız orada İsrailoğulları'na haram kılınan her bir şeyin ancak azarlayıcı, tedip edici bir ceza olarak haram kılındığını görürsünüz. O bakım­dan böyle bir suç işlemeyen kimseler için ise bu şeylerin asıl itibariyle helâl olmaya devam ettiğini görürsünüz. Çünkü yiyeceklerde aslolan helâl olmak, mubah olmaktır.

Her kim Allah'a yalan iftirada bulunup bu haram kılmanın Tevrat'ın indi­rilmesinden önceki peygamberlere ve ümmetlere de yapıldığını iddia eder, Al­lah'ın Kitabı'nda indirmediği şeyleri ileri sürerse, işte böyleleri hakkın alâmet­lerini gizleyip Allah'a karşı açık yalan söyleyerek iftirada bulundukları için bizzat kendilerine zulmeden zalimlerdir.

Rivayet edildiğine göre onlar Tevrat'ı getirme cesaretini gösteremediler, şaşırıp kaldılar. Bu ise Muhammed (s.a.)'in peygamberliğinin en açık delilidir. Ayrıca bilindiği gibi o ümmî olduğundan dolayı Tevrat'ı okumadığı halde Al­lah'tan gelen bir vahiy ile Tevrat'ta olanı biliyor ve Tevrat Kur'an-ı Kerim'de bulunanları destekliyordu.

Artık hak açıkça ortaya çıkıp batıl yok olup gittiğine göre, ya Muhammed (s.a.) onlara de ki: "Diğer yiyeceklerin İsrailoğulları'na helâl kılındığına ve Yü­ce Allah'ın Tevrat'ın indirilişinden önce İsrail'e herhangi bir şeyi haram kılma­dığına, Allah'ın Yahudilere haram kıldığı şeylerin ise çirkin işleri dolayısıyla onlar için bir ceza, bir tedip ve bir azap olduğuna dair sana verdiği haberlerin­de Rabbin olan Yüce Allah doğru söylemiştir."

Artık hak apaçık ortaya çıktığına, size karşı olan deliller belli olduğuna göre, bundan sonra size düşen, benim sizi kendisine davet ettiğim, sizlere deve etini ve sütünü mubah kılan İbrahim'in dinine uymaktır. Bu din müsamahakâr hanif dinidir. Bu din ifratı da tefriti de olmayan orta yoldur. Allah'ın Kur"an-ı Kerim'de meşru kıldığı yol budur. İbrahim de diğer bütün batıl dinlerden uzak­laşıp tevhid dinine, helâl ve temiz şeyleri mubah kılmak ilkesi üzerinde hak di­ne yönelmiş hanif bir kimse idi. Allah ile birlikte bir başka ilâha dua eden ya­hut ondan başkasma ibadet eden müşrik bir kimse değildi. O, putperestlerin yaptığı ve Yahudilerin "Uzeyr Allah'ın oğludur" diye iddia ettiği, Hristiyanlarm da Mesih'in Allah'ın oğlu olduğuna inandıkları gibi inanmıyordu.

Tevhid esası üzere yükselen Hz. İbrahim'in dini Muhammed (s.a.)'in ken­disine davet ettiği Kur'an-ı Kerim'in şeriatıdır. Kendisinde en ufak bir tartış­manın söz konusu olmadığı hakkın kendisidir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyur­maktadır: "De ki: Şüphesiz Rabbim beni dosdoğru bir yola, dimdik ayakta du­ran bir dine, hanif olan İbrahim'in dinine iletti ve o müşriklerden değildi." (En'am, 6/161). Bir diğer ayet-i kerime, de Yüce Allah'ın kendisine açıkça şu emri verdiği kimse de O'dur (yani Hz. Muhammed (s.a.)'dir: "Sonra biz sana

"Hanîf bir Müslüman olarak İbrahim'in dinine uy; O müşriklerden değildi" di­ye vahyettik." (Nahl, 16/123). [75]



Beytülharam'ın Konumu Ve Haccın Farz Oluşu


96- Şüphesiz insanlar için ilk kurulan ev Mekke'de olan ve âlemlere mübarek hidayet olmak üzere kurulan o EvMir.

97-Orada apaçık alâmetler ve İbra- him'in makamı vardır. Kim oraya gi- rerse emin olur. Ona yol bulabilenlerin o Ev'i haccetmesi Allah'ın insanlar üzerindeki bir hakkıdır. Artık kim in- kâr ederse, şüphesiz Allah âlemlere muhtaç değUdir.



Nüzul Sebebi


"Artık kim inkâr ederse" ayetinin nüzulü ile ilgili olarak Said b. Mansur İkrime'den şöyle dediğini nakletmektedir: Yüce Allah'ın, "Kim İslâm'dan başka bir din ararsa..." (Âl-i İmran, 3/85) ayeti nazü olunca Yahudiler, "Biz de Müslü-manız dediler. Bunun üzerine Muhammed (s.a.) onlara, "Allah Müslümanlara Bey fi haccetmeyi farz kıldı." deyince bu sefer, "Hayır bize farz kılmadı" dediler ve haccetmeyi kabul etmediler. Bunun üzerine Yüce Allah, "Artık kim inkâr ederse şüphesiz Allah âlemlere muhtaç değildir." buyruğunu indirdi.

"Şüphesiz insanlar için ük konulan ev..." ayetinin Mücahid'den nakledilen nüzul sebebini ise bundan önceki ayetlerin tefsirinin mukaddimesinde zikret­miş bulunuyoruz. [76]



Açıklaması


Beytülharam, namazda da duada da Müslümanların kıblesi, yani yönel­dikleri taraftır. O, insanlar için ibadet etmek üzere ilk yapılmış evdir. Onu Hz. İbrahim ile Hz. İsmail ibadet kasdı ile yapmışlardır: "Hani İbrahim ve İsmail o evin temellerini birlikte yükseltiyorlardı..." (Bakara, 2/127). Mescid-i Aksa bun­dan asırlar sonra bina edilmiştir. Onu da Hz. Davud'un oğlu Hz. Süleyman M.Ö. 1005 yılında yapmıştır. O bakımdan Mescid-i Haram'ın kıble olması daha uygundur. Buna göre Muhammed (s.a.) de, ibadeti esnasında şerefli Kabe'ye yönelen Hz. İbrahim'in dini üzere demektir.

Beytülharam ibadet kasdı ile yapılmış ilk evdir. Bu "ilklik* zaman itibariy­ledir. Buna bağlı olarak şeref ve kıymet önceliği de gelir. Beytülharamın pek çok meziyeti vardır ki bunları şöylece sıralayabiliriz:

1- Burası mübarek, hayırları pek çok bir yerdir. Ekin bitmeyen bir vadide ve çıplak bir çölde bulunmasına rağmen Yüce Allah'ın, "Her bir şeyin mahsulle­rinden oraya toplanıp getirilir." (Kasas, 28/57) ayetinde belirttiği gibi bir özelli­ğe sahiptir. Orada bütün dünyanın sebze, meyve ve mahsulleri vardır. Aynı şe­kilde sevap ve ecir itibariyle de bereketi pek bol bir yerdir. Haseneler orada kat kat artırılır ve dua orada makbuldür.

2- Orası insanlar için bir hidayet kaynağıdır. Namaz kılanlar, ona yönelir. Kalpler ona şevkle bağlanır. Milyonlarca kişi binekleriyle ve yaya olarak oraya giderler. Bir çok uzak yerlerden oraya hac ve umre ibadetini eda için varırlar. Bu ise Hz. İbrahim'in yaptığı şu duanın bereketi ile olmuştur: "Rabbimiz şüphesiz ben evlatlarından bir kısmını, senin mukaddes olan şu evinin yanında ekin bitmez bir vadiye yerleştirdim; Rabbimiz namazı dosdoğru kılsınlar diye. Artık sen insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meylettir ve şükretmeleri umulduğu için kendilerini meyvelerle rızıklandır." (İbrahim, 14/38).

Yüce Allah da Hz. İbrahim'in duasını kabul ederek şöyle buyurmuştur: "Ve insanlar arasında hacca çağır. Hem yayan hem de develer üzerinde en uzak yol­dan sana gelsinler. Ta ki kendileri için bir takım menfaatlere hazır olsunlar." (Hac, 22/27-28).

3- Orada apaçık ayetler, alâmetler vardır. Bunlardan birisi de Hz. İbra­him'in makamı (namaz ve ibadet için ayakta durduğu yer)dır. Araplar nesilden nesile tevatür yoluyla yapılan nakil ile burayı bilirler. Hâlâ taş üzerinde bulu­nan onun şerefli ayak izi de buna delâlet etmektedir.

4- Oraya giren bir kimsenin herhangi bir saldırganlık veya eziyetten yana canı ve malı emniyet altındadır. Orada haram bir kan dökülmez. İntikam ya­hut kısas için aranan bir kimse olsa dahi orada kimse öldürülmez. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kendilerine güven dolu bir harem (belde) kıldığı­mızı görmüyorlar mı? Halbuki onların etraflarından insanlar kapılıverümekte-dir..." (Ankebût, 29/67); "Biz onları emin bir hareme yerleştirmedik mi?..." (Ka-sas, 28/57); "Hani biz o Beyt'i insanlar için bir dönüş yeri ve emin kılmıştık." (Bakara, 2/125) Nitekim Hz. İbrahim de şöyle dua etmişti: "Rabbim bunu emin bir belde kıl." (Bakara, 2/126) Hz. Ömer b. el-Hattab da şöyle demiştir: "Ben orada babam el-Hattab'ın katilini bulacak olsam dahi oradan çıkıncaya kadar ona dokunmam." Ebu Hanife de der ki: "Kısas yahut irtidat veya zina dolayı­sıyla harem bölgesi dışında öldürülmesi gereken bir kimse eğer hareme sığına­cak olursa ona ilişilmez. Şu kadar var ki böyle bir kimse barındırılmaz, ona içe­cek verilmez ve onunla alışveriş yapılmaz; ta ki oradan çıkmak zorunda kalsın."

Arap kabileleri ona tazim etmek ve gereken saygıyı göstermek hususunda -Beytullah'a nispet etmek suretiyle- ittifak etmişlerdir. O kadar ki hareme sığı­nan bir katil bile orada bulunduğu sürece güvenlik içinde olurdu.

el-Cassâs er-Râzî der ki: "Bu ayeti kerimelerin hareme sığman kimsenin öldürülmesinin yasak olduğuna delâlet bakımından anlamları birbirlerine ya­kındır. İsterse oraya girmeden önce öldürülmeyi hak etmiş olsun. Kimi zaman Beyt lafzının, kimi zaman da Harem lafzının anılması söz konusu olduğundan dolayı, güvenlik içerisinde olmak ve oraya sığınanın öldürülmesinin yasak ol­ması hükümleri bakımından Harem'in de Beyt'in hükmünde olduğunu göster­mektedir." [77]

İslâm Beytülharamın ayrıcalığını aynı şekilde kabul edip benimsemiştir. Mekke'nin kılıçla fethedilmesi ise oranın şirkten arındırılması ve orada yalnız­ca Allah'a ibadet edilmesi için idi. Ve bu da bir günün bir saatinde helâl kılın­mıştı. Peygamber (s.a.)'den sonra da kimseye helâl kılınmış değildir. Diğer taraftan Peygamber (s.a.) sîrette de belirtildiği gibi şu ilânı yapmıştır: "Her kim mescide girerse o güvenlik içerisindedir. Her kim evine girerse o da güvenlik içe­risindedir. Ebu Süfyan'ın evine giren de güvenlik içerisindedir."

Haccac döneminde meydana gelen olaylar ise istisna! bir takım olaylardır ve kimse onun bu davranışlarını kabul etmiş değildir. İbni Zübeyr'e yaptıkları­nın helâl olduğuna kimse inanmamıştır. Aksine onun yaptıkları orada bir zu­lüm ve bir haddi aşmadır: "Kim orada zulüm ve haksızlığı isterse biz ona acıklı azaptan tattırırız." (Hac, 22/25).

Canlara ve mallara yapılan bazı saldırganlık olayları ise Kabe'de Allah'ın hürmetine de başkasına da riayet etmeyen facir ve fasıklann işleridir. İmam Malik ve İmam Şafii'nin Harem'in tümünde kasten katil olana kısas uygulan­masını caiz görmeleri, Kur'an-ı Kerim'in emrettiği adil bir cezadır. Bunda her­hangi bir kimseye bir saldırı söz konusu değildir.

İlim adamları Harem bölgesinde çarpışmayı başlatan kimsenin öldürülebi-leceği üzerinde ittifak etmişlerdir. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Onlar sizinle orada savaşmadıkça sakın siz de onlarla Mescid-i Haram'ın yanında sa­vaşmayınız." (Bakara, 2/191). Böylelikle Harem'de cinayet işleyen kimse ile Harem dışında cinayet işleyip de oraya sığınan kimse arasında fark gözetil­mektedir. İbni Abbas, İbni Ömer ve diğer sahabilerle tabiînden, başkasını öldü­rüp de hâreme sığman kimsenin öldürülmeyeceğine dair rivayet gelmiştir. İbni Abbas der ki: Takat böyle bir kimse orada barındırılmaz, onunla oturulmaz ve alışveriş yapılmaz; ta ki Harem'den dışarıya çıkıncaya kadar. O vakit öldürü­lür. Eğer bu işi Harem'de yapacak olursa ona had uygulanır." [78]

5- Beytülharam'ın özelliklerinden birisi de hacıların orada toplanması, haccın Müslümanlara farz kılınmasıdır. Gücü yeten Müslümanlara haccetmek farzdır. Hac İslâm'ın beş rüknünden birisidir. Bu da Beyt'in tazimini ihtiva eder. Bir şeye yol bulabilmek ise oraya ulaşma imkânını elde etmektir. "Yol" ke­limesi hem bedenî hem malî olan bir şeyi kapsamaktadır. O bakımdan hac Ha-rem'e ulaşmayı engelleyen bir engel bulunmadığı sürece her Müslümana farz­dır. Sözkonusu bu engel bedenî, malî yahut hem bedenî hem de malî olabilir.

Hastalık ile düşmanlardan yahut yırtıcı hayvanlardan cana gelebilecek zarar korkusu malî engele örnektir. Bunun fmlan" ise onun güvenlik altında olmamasıdır. Azık ve binek olmaksızın Beyt'e ulaşması zor olan kimse hakkın­da azık ve binek bulamama da malî engellerden sayılır. Hem bedenî, hem malî engelin birlikte olması ise azık bulamamak, binek bulamamak, hasta olmak veya yolun güvenlik altında olmaması hallerinde söz konusudur.

İlim adamları çoğunlukla azık ve bineğe güç yetirebilmenin iki şartı oldu­ğunu ittifakla kabul etmişlerdir. Buna delil ise Hz. Ali'nin Resulullah (s.a.)'tan naklettiği rivayettir. Tirmizî'nin naklettiği -sened itibariyle zayıf olan- hadis şöyledir: "Her kim kendisini Beytullah'a ulaştıracak kadar bir azık ve bir bine­ğe sahip olur da haccetmezse artık o ister Yahudi ister Hristiyan ölsün," Çünkü Yüce Allah Kitab-ı Kerim'inde şöyle buyurmaktadır: "Ona yol bulabilenlerin o evi haccetmesi Allah'ın insanlar üzerindeki bir hakkıdır." Ashab-ı kiram -İbni Ömer ve başkaları- yol bulabilmeyi azık ve binek bulmak olarak tefsir etmiş­lerdir.

"Artık kim inkâr ederse şüphesiz Allah âlemlere muhtaç değildir." Yani her kim bu Beyt'in ibadet için konulmuş ilk ev olduğunu inkâr edip Allah'ın hacca dair emrine uymazsa şüphesiz Allah'ın o kimseye ihtiyacı yoktur. Çünkü o bü­tün âlemlere muhtaç olmayan ganidir. Cumhur bunu güç yetirmekle birlikte yüz çevirmek suretiyle haccı terk eden kimseler hakkında kabul etmişlerdir. Buna delil ise az önce işaret edilen Tirmizî'de yer alan -ve senedi nispeten zayıf olan- hadis-i şerifteki Hz. Peygamberin şu sözleridir: "Her kim haccetmeksizin ölürse dilerse Yahudi dilerse Hristiyan ölsün." Diğer bir delil ise ayetin nüzul sebebiyle ilgili olarak ed-Dahhak'tan yapılan bir rivayettir: ed-Dahhak diyor ki: Hac ayeti nazil olunca Resulullah (s.a.) şu altı din mensubu insanları topla­dı: Müslümanları, Yahudileri, Hristiyanlan, Sâbiîleri, Müşrikleri ve Mecusile-ri. Ahmed, Müslim ve Nesâi’nin rivayetine göre onlara şöyle demiştir: "Şüphe­siz Allah size haccetmeyi farz kılmıştır, siz de haccediniz." Müslümanlar ona iman ettiler ve diğerleri inkâr ederek dediler ki: "Biz buna iman etmeyiz, na­maz kılmayız ve haccetmeyiz." Bunun üzerine Yüce Allah, "Artık kim inkâr ederse şüphesiz Allah âlemlere muhtaç değildir." buyruğunu indirdi.

Ayet-i kerime ve konu ile ilgili haberlerden kasıt haccın terk edilmesinden nefret ettirmek ve gücü yetenlerin haccetmeme veballerinin ağır olduğunu be­lirtmektir. Ta ki bu farizayı eda etsinler. [79]



Kitap Ehli'nin Küfürde Israr Etmeleri Ve Allah'ın Yolundan Alıkoymaları


98-De ki: "Ey Kitap Ehli! Allah'ın ayet- lerini niçin inkâr ediyorsunuz? Halbu- ki Allah sizin bütün yaptıklarınıza ta­nıktır."

99- De ki: "Ey Kitap Ehli! Kendiniz şa­hit olup dururken Allah'ın yolunu eğri göstermeye yeltenerek iman edenleri niçin döndürmek istiyorsunuz? Allah yaptıklarınızdan gafil değildir."



Nüzul Sebebi


İbni Cerîr et-Taberî, Zeyd b. Eslem'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Yahudi Şâs b. Kays -Cahiliye döneminde yaşamış, küfürde aşırıya gitmiş, Müs­lümanlara karşı aşırı derecede kinli ve onları son derece kıskanan bir yaşlı idi. Resulullah (s.a.)'ın Evs ve Hazrec'e mensup ashabından bir grubun oturup ko­nuştuklarını, sohbet ettiklerini gördü. Onların bu toplulukları, bu şekilde kay­naşmaları cahiliye döneminde aralarındaki düşmanlıktan sonra İslâm sayesinde aralarının bu şekilde düzelmiş olması onu öfkelendirdi ve şöyle dedi: "Bu şe­hirde Kayleoğullan'ndan (Evs ve Hazrec'den) ileri gelen bir grup bir araya top­lanmış bulunuyorlar. Eğer onlar belli bir şey etrafında karar kılıp toplanırlarsa bizim onlarla birlikte ilişkilerimiz iyi olmaz."

Bunun üzerinde beraberinde bulunan Yahudilerden bir gence emir vererek şöyle dedi: Onların yanına var, onlarla birlikte otur. Daha sonra onlara Buâs gününü [80] ve o günde cereyan eden olayları hatırlat, bu konuda söyledikleri bir takım şiirleri onlara oku. Buâs ise Evs ve Hazreclilerin biribirleriyle çarpıştık­ları bir gündü. O günde Evsliler Hazreclilere karşı zafer kazanmışlardı.

Söz konusu bu genç Şâs'm dediklerini yaptı. Onun üzerine orada bulunan­lar ileri-geri konuşmaya başladılar. Birbirleriyle anlaşmazlığa düştüler, karşı­lıklı övünmeye koyuldular. Nihayet her iki kabileden birer kişi, Evslilere men­sup Hâriseoğullanndan Evs b. Kayzi ile Hazreclilere mensup Selimeoğullarm-dan Cabir b. Kays adındaki iki kişi ileri atıldılar. Biribirlerine karşılıklı sözler söylediler. Onlardan birisi ötekine, "Arzu ettiğin takdirde ben bunu genç bir di­şi deve halinde döndürürüm (yani savaşı yeniden başlatırım)" dedi.

Her iki topluluk da birbirlerine kızdılar ve, "Gidin! silahlarınıza sarılın. Haydi Medine dışındaki düzlükte ez-Zahire denilen yerde buluşalım." dediler. (Burası da kara taşlıklı Harre'nin bir bölümüydü.) Oraya çıkıp gittiler. Evs ve Hazrec cahiliye dönemindeki iddiaları etrafında bir araya geldiler.

Resulullah (s.a.) durumu haber aldı. O da beraberlerinde bulunan muha­cirlerle birlikte çıktı ve nihayet yanlarına varıp şöyle dedi:

"Ey Müslümanlar! Ben aranızda bulunuyor iken Allah sizleri İslâm ile şe­reflendirdikten ve İslâm sayesinde cahiliye ile olan bağlarınızı, cahili işlerinizi koparıp attıktan, sizi birbirinizle ısındırdıktan sonra cahiliye davasını mı gü­decek ve önceki halinize kâfirler olarak geri mi döneceksiniz? Allah'tan korkun, Allah'tan!" Bu sefer yaptıkları bu işin şeytandan bir dürtü sonucu, düşmanları­nın bir tuzağı olduğunu fark ettiler. Ellerindeki silâhı bırakıp ağlaştılar. Biri diğerinin boynuna sarıldı, sonra dinleyip itaat edenler olarak Resulullah (s.a.) ile birlikte geri döndüler.

Bunun üzerine şanı yüce Allah, "Ey iman edenler", yani Evs ve Hazrecli-ler, "eğer siz Ehl-i kitaptan bir zümreye itaat edecek olursanız" yani Şâs ve ar­kadaşlarına uyarsanız "sizi imanınızdan sonra kâfirler olarak döndürürler." (Âl-i îmran, 3/100) ayetini indirdi.

Cabir b. Abdullah dedi ki: Bu işimizi görmesini en çok istemediğimiz kişi Resulullah (s.a.) idi. O bize eliyle işaret etti, biz de yaptıklarımızdan vazgeçtik, Allah da aramızdaki durumu düzeltti. O bakımdan Resulullah (s.a.)'tan daha çok sevdiğimiz bir kimse yoktur. Ben kendimiz için baş tarafları o günden daha çirkin fakat sonları da o günden daha güzel bir gün görmedim[81]



Açıklaması


Ya Muhammed! Onlara dedi ki: Ey Kitap Ehli, ne diye Allah'ın ayetlerini inkâr ediyorsunuz; bunun sebebi nedir? İslâm çağrısını red şeklindeki bu tavrı­nıza deliliniz nedir? Aklı, kâinattaki olaylara dikkat etmek suretiyle tekâmül ettiren, ahlâk ile ruhu arındıran, güzel ve salih amellerle insanın seviyesini yükselten iman yolundan müminleri alıkoymanızın sebebi nedir?

Kıskançlık, üstünlük, büyüklük duyguları, batıl şüpheleri yerleştirme ar­zuları üzerinde yükselen bu inatçı tutumunuzla sizler, hak yolundan sapmak ve hidayet üzere dosdoğru yoldan ayrılmak istiyorsunuz. Halbuki sizler Mu-hammed'in peygamberlik iddiasındaki doğruluğunu tam anlamıyla bilmektesi­niz. Daha önce ona dair verilen müjdeleri de bilmektesiniz. Sizler ona ait nite­likleri değiştirdiniz, tahrif ettiniz. Allah'a karşı yalan uydurdunuz. Allah ise si­zin yaptıklarınızdan, sizin tuzaklarınızdan, düzenlerinizden gafil değildir. Bun­ların karşılığında O, sizi cezalandıracaktır.

Birinci ayetin Yüce Allah'ın, "Allah sizin bütün yaptıklarınıza tanıktır." buyruğu ile sona ermesinin sebebi şudur: Orada sözü geçen küfür ve inkâr olan amel, açık ve tanık olunan bir iştir. İkinci ayetin, "Allah yaptıklarınızdan gafil değildir." buyruğu ile sona ermesinin sebebi ise İslâm'dan alıkoymanın hile ve desise yoluyla gerçekleştirilmek istenmesi dolayısıyladır.

Yüce Allah'ın, "Ey Kitap Ehli" buyruğu yumuşak ve ince bir üslûpla onları azarlamak, ellerinde bulunan sahih kitaplarının asıllarına uygun düşen İslâm davasını kabul ederek Müslümanlara katılmaya meylettirmek içindir. Birinci ayet-i kerime onları sapıklıktan alıkoymak içindir, ikincisi ise başkalarını sap­tırmaktan vazgeçmeleri içindir. [82]



Müminlerin, Kişiliklerini Korumaya, Kur'an'a Ve İslâm'a Sarılmaya Yöneltilmesi


100- Ey iman edenler! Eğer siz Kitap Ehli'nden bir zümreye itaat edecek olursanız sizi imanınızdan sonra kâfir­ler olarak döndürürler.

101- Size Allah'ın ayetleri okunup dur­makta ve Onun peygamberi de içinizde iken nasıl inkâr edersiniz? Kim Allah (m dinin)'a sımsıkı tutunursa muhak­kak ki dosdoğru yola iletilmiş olur.

102- Ey iman edenler! Allah'tan nasıl korkmak gerekirse öyle korkun ve siz ancak Müslümanlar olarak ölünüz.

103- Hepiniz toptan Allah'ın ipine sım­sıkı sardın. Parçalanıp ayrılmayın. Al­lah'ın üzerinizdeki nimetini de hatırla­yın. Hani siz düşmanlar idiniz de o kalplerinizi birleştirmişti ve O'nun ni­meti ile kardeş olmuştunuz. Ve yine siz ateşten bir çukur kenarında iken ora­dan da sizi O kurtardı. İşte Allah hida­yet bulaşınız diye size ayetlerini böyle­ce apaçık bildiriyor.



Nüzul Sebebi


el-Firyâbî ve İbni Ebî Hatim İbni Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmek­tedirler: Cahiliye döneminde Evs ile Hazrec kabileleri arasında çok kötü olay­lar geçmişti. Onlar (İslâm geldikten sonra) bir arada otururlarken aralarında cereyan eden olayları, kızıp hiddetlenecek noktaya gelene kadar anıp durdular. Kimisi kimisine karşı silah dahi çekti. Bunun üzerine, "Nasıl Allah'ı inkâr edersiniz?" ayeti ve ondan sonraki ayet-i kerime nazil oldu. Bu da bundan önce­ki iki ayet-i kerimenin nüzul sebebini açıklarken zikredilen rivayeti destekle­mektedir. [83]



Açıklaması


Allah müminleri kâfirlere itaat etmekten, onların aldatma ve saptırma­larına kanmaktan -Kitap Ehli'ni küfürleri dolayısıyla ve Allah'ın yolundan insanları alıkoymaları sebebiyle azarladıktan sonra- sakındırmaktadır. Buna sebep ise İslâmî kişiliğin tutarlılığı ve bu kişiliğin diğerlerinden ayrı ve ba­ğımsız halini korumaktır. Bundan önce ise Kitap Ehli Allah'ın dosdoğru yo­lundan sapmış bulunuyordu. Bu genel hususu aşağıdaki şekilde açıklayabili­riz:

Ey Müminler! Fitneyi körükleyen, sönmüş cahiliye ateşini alevlendiren hususlarda şu Yahudilere itaat edecek olursanız, imandan sonra sizleri küfre, birlikten sonra tefrikaya, ayrılığa, sevgi, samimiyet ve içten bağlılıktan sonra da tiksintiye, kin ve düşmanlığa döndürürler. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Kitap Ehli'nden bir çoğu hak kendilerine besbelli olmuşken ruhlarında yerleşmiş olan kıskançlıktan dolayı sizi imanınızdan son­ra kâfirler olarak geriye döndürmek ister." (Bakara, 2/109). Küfür ise ahireti kaybetmeye sebep olduğundan, dinî bakımdan bir helak oluştur. Dünyada ise kötü gidişe ve kötü geçime sebeptir. Fitneleri, düşmanlıkları ve kini körükledi­ğinden dolayı dünyada da bir helak oluştur.

Nasıl olur da Allah'ı inkâr edersiniz? Sizin bundan uzak olmanız gereki­yor. Size gösterdikleri şekilde nasıl olur da kâfirlere itaat edersiniz? Halbuki siz şu iki özelliğe sahipsiniz: Birincisi gece gündüz Rasulüne indirilen Allah'ın ayetlerinin okunmasıdır. Size bu ayetleri o okumakta ve tebliğ etmektedir. Bu ayetler mucize olduğu apaçık olan Kur'an-ı Kerim'in ayetleridir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Peygamber sizi Rabbinize iman etmeye davet edi­yor ve sizden misakınızı (ahdinizi) almış bulunuyorken ne diye Allah'a iman et­mezsiniz? Eğer gerçekten müminler iseniz..." (Hadîd, 57/8).

İkinci husus, davetini destekleyen harikulade mucizeleri açıkça göstermiş bulunan Rasulün aranızda, varlığıdır. Bu iki halin varlığı küfür ve inkâra aykı­rıdır. Bunun anlamı, onlar gerçekten saptılar da bu bakımdan azarlandılar de­mek değildir. Çünkü onlar mümin kimselerdi. Bundan dolayı iman nitelikleri söz konusu edilerek "ey iman edenler" diye kendilerine seslenilmiştir [84]

Allah'a ve Kitabına sımsıkı sarılan, onun dinine sıkı sıkıya yapışıp Allah'a tevekkül eden bir kimse hidayeti elde etmiş, sapıklıktan uzaklaşmış, doğrulu­ğun ve gerçeğin yolunda yürümüş ve arzu edileni gerçekleştirmiş demektir.

Daha sonra Yüce Allah müminlere gerçekten takvaya yapışmalarını em­retmektedir. Bu ise görevlerini, farklarını ifa etmek, yasaklardan da kaçınmak suretiyle olur. Bu da güç yettiğince bütün masiyetlerden uzak durmak, emirle­re de uymakla olur. Nitekim Yüce Allah, "Gücünüz yettiğince Allah'tan kor­kun." (Teğâbün, 64/16) diye buyurmaktadır. Resulullah (s.a.) da şöyle buyur­muştur: Size yasakladığım şeyden uzak durunuz. Size emrettiğim şeyi de gücü­nüz yettiğince yerine getiriniz." [85] İbni Mes'ud da şöyle demiştir: "Allah'tan ge­reği gibi korkmak, ona itaat etmek, unutmaksızm onu anmak, inkâr ve nan­körlük etmeksizin ona şükretmekle olur." [86] İbni Abbas da der ki: "Bu, bir göz açıp kapayacak kadar bir süre dahi Allah'a asi olmamak demektir."

Müfessirlerin naklettiklerine göre bu ayet-i kerime nazil olunca Ashab-ı kiram, "Ey Allah'ın rasulü buna (Allah'tan nasıl korkmak gerekiyorsa öylece korkmaya) kimin gücü yetebilir ki?" dediler ve bu onlara ağır geldi. Bunun üze­rine Yüce Allah da, "Gücünüz yettiğince Allah'tan korkunuz." buyruğunu indir­di ve bu ayet-i kerimeyi neshetti. Mukatil der ki: Âl-i İmran suresinde bu ayet dışında mensuh ayet yoktur. Ancak daha uygunu ise Yüce Allah'ın, "Gücünüz yettiğince Allah'tan korkunuz." buyruğunun bu ayet-i kerimeyi beyan sadedin­de olduğudur. Yani, sizler gücünüz yettiğince Allah'tan nasıl korkmak gereki­yorsa öylece korkunuz, demektir. Çünkü nesih ancak nasların bir arada anla­şılması mümkün olmadığı durumlarda söz konusu olur. Burada ise iki nassı bir arada anlamamız mümkündür. O bakımdan bunu kabul etmek daha uygundur.

Daha sonra Yüce Allah onlara şöyle bir yasak getirmektedir: Bütün benliğinizle Allah'a ihlâsla bağlanmadıkça ölmeyiniz. Yani sizler ölüm vaktiniz geldiğinde ancak İslâm hali üzere olunuz. Bu ise baştan itibaren ve devamlı su­rette İslâm üzere kalmaya, bu konuda eli çabuk tutmaya bir teşviktir. Sağlığı­nız ve esenliğiniz halinde bunu korumanız için bir teşviktir. Böylelikle bu hal üzere ölmeniz mümkün olabilsin. Yoksa "İslâm'a girmedikçe ölmeniz yasaktır" gibi bir anlamda değildir. Burada istenen, ansızın ölüm gelmeden önce İslâm dinine uymaktan ibarettir.

Daha sonra Yüce Allah, Allah'ın Kitabına ve Allah'ın insanlara olan ahdi­ne sımsıkı sarılmayı emretmekte ve bu konuda ayrılığa düşmeyi ebediyen ya­saklamaktadır. Her zaman için Allah'a ve Rasulüne itaat etrafında toplanma­ya, buna bağlı kalmaya çağırmaktatır. Allah'ın ipi, iman, itaat ve Kur'an-ı Ke­rim gereğince amel etmektir. Çünkü Tirmizî'nin rivayetine göre Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Kur'an Allah'ın sapasağlam ipidir, O'nun apaçık nu­rudur. O'nun hayret verici özellikleri bitip tükenmez; insanların ondan bilmele­ri gereken şeylerin sonu gelmez. Defalarca okunup durmasına rağmen eskimez, her kim ona uygun söz söylerse doğru söyler, her kim onunla hükmederse adalet uygular, her kim gereğince amel ederse doğruyu bulur. Her kim ona sımsıkı ya­pışırsa o da dosdoğru yola iletilmiş olur."

Daha sonra Allah'ın Araplara ihsan etmiş olduğu en büyük nimeti onlara hatırlatılmaktadır. Bu ise tefrikadan sonra birlik ve bir araya gelmek, düşman­lık ve adaletten sonra, biribirlerini öldürmekten, güçlünün zayıfa musallat ol­masından sonra birleşip kaynaşmak, küfür ve şirkten sonra iman kardeşliği­dir: "Müminler ancak kardeştir." (Hucurat, 49/10). Şirk ve putperestlik sebebiy­le ateşin ve helak olmanın kenarına yaklaşmış iken insanların efendileri, dün­yanın liderleri olmalarıdır. Allah İslâm sayesinde onları yok olmaktan, helak olmaktan kurtarmıştır: "Şayet siz Allah'ın nimetlerini sayıp dökmeye kalkışır­sanız onları sayıp dökemezsiniz." (İbrahim, 14/34).

Evs ve Hazreclilerin bir bölümünü teşkil ettikleri Araplar arasında cahili-ye döneminde pek çok savaşlar olmuştu. Aralarında ileri derecede düşmanlık, kin ve kötü duygular vardı. Bunlar sebebiyle uzun süre birbirleriyle çarpışıp durdular. Allah İslâm'ı gönderince bu dine giren girdi ve bunlar Allah'ın aza­meti sayesinde birbirini seven kardeşler, Allah uğrunda birbirlerini gözeten kimseler, iyilik ve takva üzere biribirleriyle yardımlaşan kişiler oldular. Nite­kim Yüce Allah şöyle buyurdu: "O seni yardımıyla ve müminlerle destekleyen­dir. Onların gönüllerine sevgi verip birleştirendir. Sen yeryüzünde olan her şeyi toptan harcamış olsaydın yine de onların kalbini birleştiremezdin. Fakat Allah onların aralarını bulup birleştirdi." (Enfal, 8/63).

Bu ayetlerde Yahudilerin size karşı içlerinde gizlediklerini, size verdiği emirleri ve yasakları, cahiliye döneminde iken üzerinde bulunduğunuz hali, İs­lâm'dan sonra da vardığınız noktayı, Rabbinizin size bu ayetlerde gayet açık bir şekilde beyan ettiği gibi, diğer ayetlerini de Rasulüne indirdiği ayet ve bel­geleriyle böylece açıklamaktadır. Ta ki bununla daimî bir hidayete nail olası­nız, hidayetiniz artıp dursun. Ve ta ki ayrılık ve düşmanlıktan sonra tekrar ca-hilî ortama, putperestliğe ve şirke, sapıklığa geri dönmeyesiniz. [87]



Ma'rufu Emretmek, Münkerden Alıkoymak Ve Ayrılığa Düşme Yasağının Pekiştirilmesi


104- Sizden hayra çağıran, iyiliği emre­den, kötülükten alıkoyan bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenle­rin ta kendileridir.

105- Siz kendilerine apaçık deliller gel­dikten sonra parçalanıp ihtilâfa dü­şenler gibi olmayın. İşte onlar için bü­yük bir azap vardır.

106- O günde kimi yüzler ağaracak, ki­mi yüzler kapkara olacaktır. Yüzleri kapkara olanlara (denir ki): "Siz imanı­nızdan sonra kâfir oldunuz ha?! O hal­de kâfir olmanızdan ötürü azabı tadın!"

107- Yüzleri ağaranlar ise Allah'ın rah-metindedirler. Onlar orada ebediyyen kalıcıdırlar.

108- Bunlar sana hak ile okuduğumuz Allah'ın ayetleridir. Allah âlemlere zul­metmek istemez.

109- Göklerde ne var yerde ne varsa hepsi Allah'ındır; bütün işler yalnız Al­lah'a döndürülür.



Açıklaması


Yüce Allah, İslâm ümmetine, hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten alıkoymakla görevli bir cemaatin oluşturulmasını emretmektedir. İşte bu mü­kemmel insanlar dünya ve ahirette kurtuluşa erenlerin ta kendileridir. Bu ce­maatin sözü geçen anlamda uzmanlaşması iyiliği emredip kötülükten sakındır­manın her bir kimseye kendi durumuna göre farz olmasına mani değildir. Nite­kim Müslim'in Sahih'inde Ebu Hureyre'den sabit olduğuna göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Sizden kim bir kötülük (münker) görürse onu eliyle değiştirsin. Buna gücü yetmezse diliyle, buna da gücü yetmezse kalbiyle. İşte bu imanın en zayıf halidir." Bir diğer rivayette de, "Bunun gerisinde imandan bir hardal tanesi kadar dahi eser yoktur." diye buyurulmaktadır. Ahmed, Tirmizî ve İbni Mace Huzeyfe b. el-Yemân (r.a.)'dan Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurdu­ğunu rivayet etmektedirler: "Nefsim elinde olana yemin ederim, ya iyiliği emre­der münkerden alıkoyarsınız yahut da fazla zaman geçmeden Allah kendi ka­tından üzerinize bir azap gönderecektir. Sonra ona dua edeceksiniz de O da si­zin duanızı kabul etmeyecektir."

Selef-i Salih'ten herhangi bir kimse bu görevi yapmayı ağırdan almaz, Al­lah yolunda kınayanın kınamasındn çekinmezdi. Hz. Ömer minberde bir hutbe irad ettiği sırada şunları da söylemiştir: "Bende bir eğrilik gördüğünüz takdir­de onu doğrultunuz." Deve çobanlarından biri kalkıp şöyle dedi: "Eğer biz sen­de bir eğrilik görecek olursak kılıçlarımızla onu doğrulturuz."

Ey müminler! Sizler din hususunda tefrikaya düşen, bölük pörçük olan ve pek çok ayrılıklara düşen Kitap Ehli gibi olmayınız. Halbuki onlara daha önce­den kendilerine uydukları takdirde onları dosdoğru yola iletecek apaçık deliller de gelmiş bulunuyordu. Onların bu hale düşmelerinin sebebi ise iyiliği emri, kötülükten alıkoymayı da terk etmeleriydi. O bakımdan dünya ve ahirette en büyük azabı hak ettiler. Dünyadaki azapları birbirlerine karşı son derece sert ve katı olmalarıdır. Onlara horluğu, rüsvaylığı ve cezayı tattırmasıdır. Ahiret-teki azap ise cehennemde olacaktır. Onlar orada ebediyyen kalacaklardır. Bu ayetin bir benzeri de Yüce Allah'ın şu buyruğundur: "İsrailoğulları'ndan kâfir olanlar Davud'un ve Meryem oğlu İsa'nın diliyle lanet olunmuşlardır. Bu onla­rın isyan etmeleri ve haddi aşmalarından ötürüydü. Onlar işledikleri kötülük­ten birbirlerini vazgeçirmeye çalışmazlardı. Gerçekten onların yaptıkları bu çok kötü bir şey idi." (Mâide, 5/78-79).

Kitap Ehli'ne yapılan bu tehdit karşılığında iman ehline kurtuluş, felah ve umduklarına nail olma vaadi yer almaktadır. Yasaklanan anlaşmazlık, genel meselelerde hevayı ve kişisel menfaatleri hakem kabul edip hükmüne baş vur­mak ve dinin asıl prensiplerinde anlaşmazlığa düşmektir. Mezheplerin fer*î hü-kümlerdeki ve cüz'î içtihatlardaki anlaşmazlıkları ise -mezhepler arası ibadet ve muamelâtın tafsili bir çok hükümdeki anlaşmazlıkları gibi- yerilmiş değil­dir. Çünkü Kur'anî nastan anlaşılanlar pek çok olduğundan, peygamberin fiil­leri çeşitli, haber ve rivayetlerin sübut keyfiyeti türlü türlü olduğundan dolayı bu yerilmiş bir ayrılık değildir.

Kâfirlere azabın zamanı kıyamet günüdür. Bir başka ayet-i kerimede yer aldığı gibi o günde müminlerin yüzleri ağaracak, aydınlanacak ve sevinçle par­layacaktır: "O gün bir takım yüzler apaydınlıktır. Rabbine bakacaktır." (Kıya­met, 75/22-23).

Kitap Ehli'nden olup birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye etmeyen, ihtilâfa düşen kimselerin yüzleri ise kendileri için hazırlanmış bulunan devamlı azabı görecekleri vakit kararacaktır. Bu da Yüce Allah'ın şu buyruklarını andırmak­tadır: "O günde asık ve karanlık nice suratlar vardır. Onlar bel kemiklerini kı­racak çok belâlı işlerin kendilerine yapılacağını bilirler." (Kıyamet, 75/24-25); "O günde üzerlerini toprak kaplamış yüzler de vardır. Bunları da karanlık ve siyahlık kaplayacaktır." (Abese, 80/40-41); "Ve onları bir horluk kaplayacaktır. Onları Allah'tan kurtaracak da yoktur. Sanki yüzleri karanlık gecenin bir par­çasıyla durulmuştur." (Yunus, 10/27).

Daha sonra Yüce Allah her iki kesimin de akıbetini açıklamaktadır. Önce ikinci kesimin kötü durumunu beyan etmekte, daha sonra da birinci kesimin durumunu açıklamaktadır ki bu da müşevveş (yani düzensiz) leff ü neşr üslû­budur. Ayrılığa düşüp anlaşmazlık çıkarmaları dolayısıyla yüzleri kararanla­rı Yüce Allah şu buyruklarıyla azarlayacaktır: Kendisine iman ettikten sonra peygamber Muhammed'i inkâr mı ettiniz. Halbuki sizler onun peygamber olarak gönderileceğini çok iyi biliyordunuz ve sizin elinizde onun nitelikleri ve geleceğine dair müjdeler vardı. Fakat kin ve kıskançlığınızdan dolayı onu inkâr ettiniz. O bakımdan küfrünüzden ötürü sizin cezanız azabı tatmak ol­muştur.

Sözbirliği edip dinde ayrılığa düşmemek suretiyle yüzleri ağaranlara ge­lince, onlar da Allah'ın rahmetinde ebediyyen kalacaklardır. Asla yerlerinin de­ğiştirilmesini istemeyeceklerdir.

Bu ayet-i kerimeler, sana açık açık okuduğumuz Allah'ın belgelerinin apa­çık ayetleridir ya Muhammedi Kendilerinde şüphe bulunmayan değişmez haktır bunlar. Bunlar dünya ve ahiretteki işin gerçek mahiyetini açıkça ortaya ko­yarak sana okunuyor.

Yüce Allah kullar hakkında zulüm istemez; yani O zalim değildir. Aksine asla haksızlık yapmayan mutlak âdil, hâkimdir. Çünkü O her şeye kadir olan­dır, her şeyi bilendir. Ve çünkü zulüm, düzende, şeriat ve hukuk düzeni ihdas etme hususunda hikmet ve mükemmellik ile çatışan bir uygulamadır. O ba­kımdan Allah'ın, yarattıklarından herhangi bir kimseye zulmetmeye ihtiyacı yoktur. O'nun emredip yasakladıklarına gelince, O bununla insanları yolların en doğrusuna hidayet etmek istemektedir. İtaat sınırları dışına çıkıp fasıldık ettikleri takdirde kendilerine zulmedenler bizzat onlar olur. Zulmeden kimse ise bizzat kendisinin ceza görmesine sebep teşkil eder. Nitekim Yüce Allah şöy­le buyurmaktadır: "İşte Rabbin zulmeder halde bulunan memleketleri yakala­dığı zaman böyle yakalar. Şüphesiz O'nun yakalayışı pek acıklı, pek çetindir." (Hûd, 11/102).

"Rabbin o memleket halkını, ıslah edip durdukları halde, zulmederek he­lak edecek değildi." (Hûd, 11/117).

Yarattıklarından herhangi bir kimseye zulmetmeye Allah'ın muhtaç olma­dığının delillerinden bir tanesi de şudur: Göklerde ve yerde bulunan bütün ya­ratıklar O'nun mülküdür, O'nun kullandır ve bunların hepsi O'na dönecekler­dir. Dünyada da mutlak tasarruf ve hüküm sahibi olan O'dur. [88]



İslâm Ümmetinin En Hayırlı Ümmet Olmasının Sebebi Ve Yahudilere Zillet Ve Yoksulluk Damgasının Vurulması


110- Siz in«», Yahya, en-Nu'man, Ebu Râfi', Ebu Yâsir ve İbni Suriyâ aralarından iman eden Abdullah b. Selâm ile arkadaşlarına Müslüman oldukları için eziyet etmeye koyuldular. Bunun üzerine Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi indirdi. [89]



Açıklaması


Yüce Allah İslâm ümmetinin şu ana kadar var olmuş ümmetlerin en ha­yırlısı olduğunu haber vermektedir. İyiliği emredip münkerden alıkoymaya de­vam ettiği, Allah'a doğru, samimî ve eksiksiz şekilde iman ettiği sürece de öyle kalmaya devam edecektir. İyiliği emredip münkerden alıkoymasının imandan önce söz konusu edilmesinin sebebi bunun Müslümanların başkalarına olan üstünlüğünü açıkça ortaya koyan en önemli özellikleri olduğundan dolayıdır. Diğer taraftan başkaları da iman iddiasında bulunmaktadır. O halde bu üm­met Allah'a gerçek anlamıyla iman edip iyiliği emredip münkerde alıkoyduğu sürece en hayırlı ve en üstün ümmet kalmaya devam edecektir. Diğer ümmet­lerde iman hakikatini tanınmaz hale getirmek daha baskın bir özelliktir. Kötü­lük ve fesat aralarında yaygınlaşmıştır. Onlar sağlıklı bir imana sahip olma­dıkları gibi iyiliği emretmez, kötülükten de alıkoymazlar.

İstenen şekliyle iman Yüce Allah'ın şu buyruklarında nitelenen imandır: "Müminlerin ancak Allah'a ve Rasulüne iman eden, sonra da şüpheye düşme­yen, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad eden kimselerdir. İşte onlar sadık olanların ta kendileridir." (Hucurat, 49/15). Yine Yüce Allah'ın şu buyru­ğu da bu imanın niteliklerini belirtmektedir: "Müminler ancak Allah anıldığı zaman kalpleri titreyenlerdir. Ayetleri karşılarında okunduğu zaman da bu on­ların imanını arttırır. Onlar ancak Rablerine dayanıp güvenirler." (Enfal, 8/2).

Yüce Allah'ın "Allah'a da iman edersiniz." buyruğu iman edilmesi gereken her şeye imanı Allah'a iman olarak ortaya koymaktadır. Çünkü Peygamber, Ki­tap, öldükten sonra dirilmek, hesap, ceza, sevap yahut buna benzer inanılması gereken şeylerin bir kısmına iman eden, diğerlerini inkâr eden bir kimsenin imanının hiç bir değeri yoktur. O adeta Allah'a da iman etmemiş gibidir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Ve kimine inanırız, kimini inkâr ederiz di­yenler, böylece bunun (küfür ile imanın) arasında bir yol tutturmaya yeltenenler var ya, işte onlar gerçek kâfirlerin ta kendileridir." (Nisa, 4/150-151). Buna delil ise Yüce Allah'ın bundan sonraki, "Eğer Kitap Ehli" Allah'a imanları ile birlik­te "iman etmiş olsalardı, kendileri için daha hayırlı olurdu." buyruğudur. Şüp­hesiz böyle bir iman, üzerinde bulundukları halden onlar için daha hayırlı ola­caktı. Çünkü onlar başkanlık sevgisi, avamın kendilerine tabi olmalarını iste­meleri dolayısıyla dinlerini İslâm dinine tercih etmişlerdi. Eğer iman etmiş ol­salardı, iman karşılığında batıl dini tercih etmelerine sebep olan başkanlıktan, avamın onlara tabi olmalarından daha hayırlı olarak dünyadan nasiplenmekle birlikte, ecirleri iki defa verilir, kendilerine yapılan vaadleri de elde etmiş olur­lardı.

İşte marufu emredip münkerden alıkoymak, Allah'a gerçek manada iman ve diğer iman esaslarına gerçekten inanmak gibi sair nitelikler ve esaslar, üs­tün ve hayırlı oluşun sebebidir. Ümmet bu üç esası korumadıkça, yine bunlara gerçek manada sağlam bir şekilde sahip olamaz. İbni Cezir, Katade'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Bize ulaştığına göre Ömer b. el-Hattab (r.a.) yaptı­ğı bir hacda insanların bir parça pasif ve hareketsiz olduklarını gördü. Bunun üzerine: "Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz..." ayetini oku­du, sonra şunları dedi: "Her kim bu ümmetten olmayı arzuluyor ise bu hususta Allahü teâlâ'nın koştuğu şartı yerine getirsin."

Kim bu niteliklere sahip olmazsa Yüce Allah'ın şu buyruğunda yermiş ol­duğu Kitap Ehli'ne benzer: "Onlar işledikleri bir münkerden birbirlerini alıkoy-mazlardı." (Maide, 5/79).

İşte bundan dolayı Yüce Allah, bu nitelikleriyle öldükten sonra Kitap Eh-li'ni yermeye ve onları azarlamaya koyularak şöyle buyurmaktadır: Eğer onlar Muhammed'e indirilene iman etselerdi, elbette ki bu onlar için hayırlı olurdu. Çünkü onlar Kitap'ın bir kısmına iman etmekte, bir kısmını inkâr etmektedir­ler. Musa ve İsa gibi peygamberlerin bir kısmına iman ederken Muhammed'i inkâr edip kâfir olmaktadırlar. Halbuki onlara indirilmiş bulunan Kitap da Muhammed (s.a.)'e dair bilgileri ihtiva etmektedir.

Şu kadar var ki bu yergi onların hepsini kapsıyor değildir. Bundan dolayı arada Kitap Ehli'nden bir kısmını zikretmektedir. Abdullah b. Selâm, onun ar­kadaşları, Necaşî ve onunla birlikte olanlar gerçekten iman etmiş kimselerdir. Fakat çoğunluğu fasıktırlar; kendi dinlerinin ve kitaplarının sınırlarının dışına çıkan kimselerdir. Küfürde aşırıya kaçmışlardır. Aralarından Allah'a, sizlere indirilenlere, onlara indirilenlere iman edenler gerçekten azdır. Onların pek ço­ğu ise sapıklık, küfür, fısk ve isyan üzeredirler. Kimi zaman Yüce Allah burada olduğu gibi "pek çok" tabirini kullanmaktadır. Kimi zaman da İsrailoğullan ile ilgili, "Onların pek azı müstesna, iman etmezler." (Nisa, 4/46) ifadesi kullanıl­maktadır. Kimi zaman da onların çoğunlukla görülen halleri söz konusu edil­mektedir. Yüce Allah'ın Hristiyanlarla Yahudiler hakkındaki şu buyruğunda olduğu gibi: "Onlardan itidal üzre olan bir topluluk vardır. Onların bir çoğu­nun yapmakta oldukları ise ne kadar da kötüdür!" (Maide, 5/66).

Fasıklık âdeten dinin ortaya çıkışı üzerinden uzun bir süre geçtikten son­ra çoğalır. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "İman edenlerin kalpleri­nin Allah'ın zikrine ve haktan inene huşu üe yumuşama zamanı gelmedi mi? Kendilerine önceden Kitap verilip de kendileri üzerinden uzun bir zaman geçti diye kalplerine katılık gelmiş bulunanlar gibi olmasınlar, ki onların pek çoğu fasıklardı." (Hadîd, 57/16).

Daha sonra Yüce Allah, mümin kullarına haber verip müjdelemektedir: Kitap Ehli'ne karşı zafer ve ilâhî yardım müminlerin olacaktır. Bu fasık kâfir­lerin onlara ancak sövmek, hicvetmek, dil ile tehdit etmek, Allah'ın dininden alıkoymaya çalışmak, dini tenkit etmek, şüpheler yerleştirmek, Muhammed (s.a.)'i eleştirmek gibi -günümüz misyonerlerinin yaptığı şekilde- basit zararlar dışında asla zarar veremeyeceklerini hatırlatmaktadır.

Onlar sizinle savaşacak olurlarsa önünüzde bozguna uğrarlar. Fasıklıkları üzerinde devam ettikleri, siz de bu üç esası korumakla en hayırlı olma özelliği­nizi sürdürdüğünüz sürece asla size karşı zafer kazanamayacaklardır. Gayba dair haberlerden olan bu üç müjde bu ümmetin geçmişinde gerçekleşmiştir. KaynukaoğuUarı, Nadiroğullan, Kurayzaoğulları ve Hayber Yahudileri bozgu­na uğramışlardır.

Bu gibi zaferlerin gerçekleşmesi Allah'ın dinine yardımcı olma şartına bağlıdır. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Ey iman edenler! Eğer Al-lah(ın dinin)'a yardımcı olursanız O da size yardım eder ve ayaklarınıza sebat verir." (Muhammed, 47/7). Yine bu ayet-i kerimede olsun, cihad eden müminle­rin niteliklerini belirten Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi başka ayet-i kerimelerde olsun sözü geçen üç esası koruma şartına bağlıdır: "İyiliği emre­denler, kötülükten alıkoyanlar ve Allah'ın sınırlarını koruyanlar." (Tevbe, 9/112)

Hülâsa, zafer bir takım aldanmışların bekledikleri gibi gelişigüzel verilen bir bağış değildir. Zafer ancak dinî bir takım esasları yerine getirme şartına bağlı olarak verilir. Bizler iyiliği emretmeye, kötülükten sakındırmaya ve sağ­lıklı bir şekilde Allah'a iman etmeye devam ettiğimiz sürece Allah'ın yardımına mazhar olduk, üstün olduk, güçlü olduk. Onlar da fasık, Allah'ın sınırlarının yani itaat ve iman sınırlarının dışında kaldıkları sürece zillet altında, kahr al­tında kalmaya devam ettiler.

Zillet ve hakirliği Allah, nerede olurlarsa olsunlar onların ayrılmaz bir ni­teliği kılmıştır. Hiç bir zaman güvenlik ve huzur duymayacaklardır. Ancak Al­lah'tan ve müminlerden bir ahit altında bulunmaları hali müstesna. "Allah'ın ahdi", onlarla zimmet akdi yapılıp cizye konulduktan ve dinin hükümlerine bağlı kalmaları sağlandıktan sonra onlara verilen eman, eziyetin haram kılmı­şı, haklarda ve mahkeme huzurunda eşitliktir.

"İnsanların ahdi" ise antlaşma yapan, ahitleşen ve bir kadın dahi olsa Müslümanlardan herhangi bir kimse tarafından kendilerine eman verilen esir olma hallerinde görüldüğü şekilde olur. Aynı şekilde İslâm toprağı içerisinde yahut dış şuurlarda kendisi ile karşılıklı menfaat, sanayi ve ticaret ürünlerinin değişimi için muamelede bulunulan tacir de böyledir. Filistin'de Yahudilerin hi­mayesi altında olduğunu gördüğümüz halleri de bu kabildendir. Bu ahit ister Amerika, ister Avrupa, ister Rusya isterse de onların dışında büyük devletler­den birisi tarafından verilmiş olsun, fark etmez.

Yüce Allah aynı şekilde onları kendisinin gazabına mahkûm etmiştir. Bu gazaba onlar mahkûm olmuşlardır. Bu gazabı hak etmişler ve bu gazaba uğra­maya sebep teşkil etmişlerdir. Miskinlik, küçüklük, tıpkı bir mekânın orada bulunanları kuşatması gibi onları kuşatmıştır. Onlar başkalarına tabi olan ze­lil kimselerdir. Her zaman için zillet ve ihtiyaç içinde başkalarına uymak duru­mundadırlar. Az olmalarına rağmen yeryüzünün dört bir tarafında darmada­ğındırlar. İşgal ettikleri Filistin topraklarında toplanmak, orayı vatan edin­mek, orada yerleşmek için bütün gayretlerine rağmen, zenginliklerine, servet toplayıp dünya ekonomisine egemen olmalarına rağmen onların bu durumları böyle devam edip gidecektir.

Daha sonra Yüce Allah onlara zilletin, miskinliğin vurulması, Allah'ın ga­zabının döne dolaşa onların üzerine olmasının sebep ve gerekçesini beyan et­mektedir: Bu ise onların Allah'ın ayetlerini inkâr etmeleri, şeriatlarının kendi­lerine verdiği herhangi bir hak olmaksızın büyüklük, azgınlık ve kıskançlık gü­dülerinin etkisi altında kalarak peygamberleri öldürmeleridir. Halbuki onlar "Rabbimiz Allah'tır" diyen insanları öldürmek şeklindeki cinayetlerinde haklı olduklarına inanmamaktadırlar. İşte bu şekildeki ifadeler ve onların tutumla­rının son derece çirkin olduğu ortaya konulmakta ve bundan dolayı en ileri de­recede azarlanmaktadırlar.

Bu tür suçları işleme cesaretini onlara veren, Allah'ın ayetlerini inkâra ve Allah'ın peygamberlerini öldürmeye onları iten, ancak Allah'ın emirlerine karşı gelerek çokça isyan etmeleri, sürekli olarak masiyetlere gömülmeleri, Allah'ın şeriatını dinlemeyip hududunu aşmalarıdır. İsyan eden, Allah'ın yasaklarını çiğnemeye alışan kimseye hayatta her türlü haramı işlemek oldukça basitleşir.

Küfür ve peygamberleri öldürme suçları geçmiştekileri tarafından işlen­miş olmakla birlikte, Peygamber (s.a.)'in çağdaşı olan Yahudilerin bundan do­layı kınanma ve yerilmelerinin sebebi, çağdaşların da onlara bağlı olmaların­dan, onların bu davranışlarını desteklemelerinden, onlara sevgi duymaların­dan, davranışlarına rıza göstermelerinden ve onların yolları üzere gitmelerin­den dolayıdır. Çünkü çağdaşı olanlar da defalarca Peygamber (s.a.)'i öldürmeye çalışmışlardır. [90]



Kitap Ehli'nden İman Edenler Ve Amellerine Mükâfaat


113- Onlar bir değillerdir. Kitap Ehli'nden bir zümre vardır ki (Allah'ın huzu­runda) ayaktadırlar. Gecenin saatle­rinde secde ederek Allah'ın ayetlerini okurlar.

114- Allah'a ve ahiret gününe iman ederler. İyiliği emrederler, kötülükten vazgeçirirler. Hayırlı işlerde de yarı­şırlar. İşte onlar salihlerdendir.

115- Ve onlar işledikleri hayırdan mahııını hıı*nltılıifffiym»filrlfliılır. Allah talrpn sahiplerini çok iyi bilendir.



Nüzul Sebebi


113. ayet-i kerimenin nüzulü ile ilgili olarak İbni Ebi Hatim, Taberanî ve İbni Mende, İbni Abbas'tan ashab-ı kiram hakkında şöyle dediğini nakletmek­tedirler: Abdullah b. Seleme, Salebe b. Sa'ne (yahut Sa'ye), Esid b. Sa'ne (Ya­hut Sa'ye), Esed b. Ubeyd ve onlarla birlikte Yahudilerden İslâm'a girenler ge­reği gibi iman ettiler, tasdik ettiler ve İslâm'a bağlanmak arzusunu açığa vur­dular. Bu sefer Yahudilerin alimleri ile Yahudiler aralarından kâfir olanlar şöy­le dediler: "Muhammed'e iman edip tabi olanlar ancak bizim en kötülerimizdir. Eğer bunlar bizim hayırlılarımız olsalardı atalarının dinini terk etmez ve baş­ka bir dine gitmezlerdi." Yüce Allah da, "Onlar bir değillerdir. Kitap Ehli'nden bir zümre vardır ki..." ayetini bu konuda indirdi. Bunun benzeri bir rivayet de Mukâtil'den nakledilmiştir.

Ahmed ve başkaları ise İbni Mes'ud'dan Peygamber (s.a.)'in şöyle dediğini nakletmektedirler: Resulullah (s.a.) yatsı namazını erteledi. Sonra mescide çık­tı. Cemaatın namazı beklemekte olduklarını gördü. Şöyle buyurdu: "Şunu bilin ki bu din mensupları arasında sizden başka bu saatte Allah'ı anan hiç bir kim­se yoktur." Bunun üzerine, "Onlar bir değillerdir... Allah takva sahiplerini çok iyi bilendir." buyruğu nazil oldu. İbni Mes'ud'un bir diğer ifadesi de şöyledir: Bu ayet-i kerime yatsı namazı hakkında nazil olmuştur. Müslümanlar bu na­mazı kılarlar. Onların dışında kalan Kitap Ehli'nden olanlar ise bu namazı kıl­mazlar. [91]



Açıklaması


Az önce yergi ile kendilerinden söz edilen Kitap Ehli'ne mensup kimseler birbirine eşit değillerdir; yahut da fasıldık ve inkârda aynı seviyede değillerdir. Aksine onlardan kimisi mümindir, kimisi günahkârdır. Aralarından bir kesim Allah'ın emrini dimdik ayakta tutmakta, Allah'ın dini üzere dosdoğru yürü­mekte, şeriatına itaat etmekte, Allah'ın peygamberine uymaktadır. Bunlar ge­celeyin kıldıkları namazda Kur'an-ı Kerim'den ayetler okurlar, çokça teheccüt kılarlar.

Bunlar Allah'a ve ahiret gününe en ufak bir şüphe olmaksızın samimi ve gerçek bir iman ile inanırlar. Başkalarına iyiliği emreder, münkerden alıkoyar-lar. Hayırlı işleri yapmakta acele davranırlar. Tereddütsüz olarak iyi işler ya­parlar. Onlar Allah nezdinde durumları salâha eren ve amelleri güzel salihler-den olmakla nitelendirilmişlerdir.

Sözü geçen bu kimseler Yahudi alimleri arasında yer alan Abdullah b. Se­lâm, Esed b. Ubeyd, Salebe b. Sa'ne ve bunların dışında kalan bu ayet-i keri­menin haklarında nazil olduğu diğer kimselerdir. Bu buyruklar, aralarından iman edenlerin, kendilerinin en hayırlıları değil, en kötüleri olduğunu ve ha­yırlı kimseler olsalardı iman etmeyeceklerini ileri süren Yahudileri reddetmek üzere nazil olmuştur.

Böyleleri işledikleri itaatin sevabından mahrum edilmezler. Bu itaatler Al­lah nezdinde boşa çıkmaz. Aksine yüce Allah en geniş bir şekilde onları mükâ-fatlandıracaktır. Allah iyi amellere karşılık verendir, takva sahiplerini çok iyi bilendir. Yani kimsenin ameli ona gizli kalmaz ve güzel iş yapanın ecri onun nezdinde zayi olmaz. [92]



Kıyamet Gününde Kâfirlerin Amellerinin Boşa Çıkması


116- Şüphesiz inkâr edenlerin malları- nın da oğullarının da Allah'a karşı kendilerine hiç bir faydası olmaz. On- iar ateşliktirler, onlar orada ebediyyen kalıcıdırlar.

117 "Onların bu dünya hayatında infâk ettikleri, kendilerine zulmeden bir kavmin ekinlerini vurup da helak eden soğuk ve kavurucu bir rüzgâra benzer. Allah onlara zulmetmedi; fakat onlar kendilerine zulmediyorlar.


Açıklaması


Yüce Allah kıyamet gününde kâfirlerin amellerinin akibetini bize haber vermektedir. Bunlar ise hep birlikte Yahudiler, münafıklar ve müşriklerdir. Resulullah (s.a.) aleyhinde kurulacak tuzakları ve bu dünya hayatında ona düşmanlık uğrundaki harcamalarıyla ve mallarıyla övünmelerinin asla onlara bir faydası olmayacaktır. Mallarının da çocuklarının da -Allah onlara azap et­mek istediği takdirde- bu azaba karşı bir faydası olmayacaktır. Özellikle mal ve çocukların söz konusu edilmesinin sebebi, insanın kendisini kimi zaman malını feda ederek, kimi zaman da çocuklarının yardımını alarak savunmaya çalışmasıdır. Çünkü çocuklar nesep itibariyle onlara en yakın olan kimselerdir.

Yüce Allah burada dile getirilen manayı bir çok ayet-i kerimede de pekiş­tirmiş bulunmaktadır: "Kimsenin kimseye fayda vermeyeceği bir günden korku­nuz." (Bakara, 2/48); "Onların hiç birisinden -onu fidye olarak verecek olsa da­hi- yeryüzü dolusu altın kabul olunmayacaktır." (Âl-i İmran, 3/91); "Sizi bize yaklaştıracak olan mallarınız da değildir, evlatlarınız da." (Sebe, 34/37).

İşte bunlar ateşte olacaklar, asla ondan kurtulamayacaklardır. Küfürleri, akidelerinin bozukluğu dolayısıyla orada ebediyyen kalacaklardır.

Malları onlara bir fayda sağlamayacağı gibi dünyalık maksatları ve lezzet­leri sebebiyle yahut riyakârlık için başkalarına duyurmak ve övünmek, başka­ları tararından övülüp ün kazanmak uğrunda harcadıkları ve harcayacakları mallarının da onlara bir faydası olmayacaktır. Çünkü bunlar Allah'ın rızasın­dan başka bir amaçla harcanmıştır. Hatta bu harcamaların bir kısmı Allah yo­lundan ve Resulullah (s.a.)'a tabi olmaktan alıkoymak, ona düşmanlık etmek, ona karşı direnmek uğrunda dahi yapılmış olabilir.

Allah'ın rızası dışında harcadıkları bu malların misali yahut da niteliği tıpkı oldukça soğuk, kasıp kavuran bir fırtınanın bir ekine gelip isabet etmesi ve onu yok etmesi gibidir. Geriye o ekinden hiç bir şey kalmaz. Bundan dolayı o ekinin sahibi de pişmanlık duyar. Yüce Allah'ın şu buyrukları da bunu andır­maktadır: "Onların işledikleri her bir amellerinin önüne geçeriz ve onu zerre gi­bi havaya verip boşa çıkartırız." (Furkan, 25/23); "Kafir olanların amelleri ise ovalardaki bir serap gibidir. Susuz kimse onu su sanır. Nihayet ona yaklaşınca onu bir şey olarak bulmaz." (Nur, 24/39).

İşte Yüce Allah o ameli işleyenlerin günahları sebebiyle ekinin meyvesini, mahsulünü giderdiği gibi kâfirlerin de dünyada işledikleri amellerin meyvesi­ni, mahsulünün sevabını boşa çıkartır. Onların harcamalarını kabul etmemek suretiyle Allah onlara zulmetmemektedir. Aksine Allah onların kötü amelleri­ne uygun şekliyle karşılık vermiştir, cezalandırmıştır. Kabul edilmeye değer bir iş işlemedikleri için bizzat kendilerine zulmedenler kendileridir: "Bir kötülü­ğün cezası onun gibi bir kötülüktür." (Şûra, 42/40).

Hayırlı yollarda verilmiş bir sadaka olsa dahi kıyamet gününde kâfirlerin amellerinin boşa çıkartılma sebepleri, iman sahibi olmayışları, amellerini kü­für temeli üzerinde yükseltmeleri, doğruya ve hakka götüren deliller üzerinde düşünmeyi terk etmeleridir.

Eğer iman bulunur, doğru bir yakîne sahip olunursa, yapılan harcamalar da riyakârlık için değil de Yüce Allah'ın rızasını gözetmek maksadıyla yapılır­sa o takdirde bu, Allah nezdinde makbul olur. Çünkü Yüce Allah şöyle buyur­muştur: "Allah ancak takva sahiplerinden kabul eder." (Maide, 5/27). [93]



Kâfirlere Güvenmek Ve Kâfirlerin Müminlere Karşı Değişmez Tavırları


118- Ey iman edenler! Kendinizden başkasını sırdaş edinmeyin. Onlar halinizi bozmaktan hiç geri kalmaz­lar. Size meşakkat verecek şeyi arzu ederler. Muhakkak onların kinleri ağızlarından taşmıştır. Kalplerinde gizledikleri ise daha büyüktür. Şayet düşünürseniz, işte size ayetlerimizi açıkladık.

119- İşte siz onları seven kimselersi­niz. Halbuki onlar sizi sevmezler. Siz Kitab'ın hepsine de inanırsınız. On­lar ise sizinle karşılaştıkları zaman, "İman ettik" derler fakat başbaşa kaldıklarında kinden aleyhinize par­maklarının uçlarını ısırırlar. De ki: "Kininizle geberin! Şüphesiz Allah göfüslerdekini çok iyi bilendir."

120- Eğer size bir iyilik dokunursa onları tasaya düşürür, eğer size bir fenalık isabet ederse onunla da sevi­nirler. Şayet sabreder ve sakınırsanız onların hilekarlıklarının size hiç bir zararı olmaz. Şüphesiz Allah ne ya­parlarsa hepsini çepeçevre kuşatan­dır.



Nüzul Sebebi


İbni Cerîr et-Taberî ve İbni İshâk, İbni Abbas'tan şöyle dediğini rivayet et­mektedirler. Müslümanlardan bazı kimseler cahiliye döneminde aralarında bu­lunan antlaşma ve himaye sözleşmeleri dolayısıyla, bir takım Yahudi kimseleri gözetiyorlardı. Bunun üzerine Yüce Allah fitne korkusu dolayısıyla onları sır­daş edinmelerini yasaklamak üzere bu hususta, "Ey iman edenler! Kendinizden başkasını sırdaş edinmeyin..." ayetini indirdi. Buna benzer bir rivayet Müca­hitten de nakledilmiştir. [94]



Açıklaması


Ey Allah'a ve Rasulüne iman edenler! Yahudi, Hristiyan ve münafıklardan olan kâfirleri sırdaş yani dost, özel yakın kimseler ve danışman edinerek sırla­rınıza ve sizin içinizde kalması gereken meselelere muttali kılmayınız. Bunun aşağıda sıralanan şekilde bir çok sakıncaları vardır:

1- Evvelâ bunlar güçleri yettiğince size zarar vermekten, işlerinizi ifsat et­mekten geri kalmazlar.

2- Dininizde ve dünyanızda zararda olmanızı, zorluklarla karşılaşmanızı ve yok olup gitmenizi temenni ederler.

3- Onlar konuşma esnasında yüzlerindeki ifadelerde dillerinden kaçırdık­ları sözlerle size karşı düşmanlıklarını, kinlerini açığa vurdukları gibi, Kitabı­nızı ve peygamberinizi de yalanlamaktadırlar.

4- Kalplerinde saklı bulunan İslâm'a ve Müslümanlara besledikleri kıs­kançlık, kin ve buğz ise onların açığa vurduklarından daha ileri ve daha çok­tur.

Kur*an-ı Kerim'de bu mutlak yasağın bir çok benzeri vardır. Mümtehine süresindeki bu ayet-i kerime bu yasağı açıklamakta ve ona sınırlar getirmekte­dir: "Sizinle din hususunda savaşmamış, sizi yurtlarınızdan çıkarmamış olan­lara iyilik yapmanızı ve onlara adaletle davranmanızı Allah size yasaklamaz. Çünkü Allah adaletle davrananları sever. Allah sizi ancak sizinle din hususun­da savaşmış, sizi yurtlarınızdan çıkarmış ve çıkarmaya yeltenen kimselerle dostluk etmenizi yasaklar. Kim onları veli (dost ve yardımcı) edinirse işte onlar zalimlerin ta kendileridir." (Mümtehine, 60/8-9).

Yönetici yahut Müslümanların imamı Müslüman olmayanlara sevgi izhar etmekten yana rahatsız olmaz. Onlara güven duyarsa onlarla dayanışmak ca­izdir. Nitekim Endülüs'ün fethinde Müslümanlar Yahudilerden yardım gördü­ler. Yine Kiptiler de Mısır'ın fethedilmesinde Müslümanlara yardımcı olmuştur. Aynı şekilde İslâm devletindeki bir takım işlerle -güvene layıksa- görevlendiril­meleri de caiz olur. Nitekim Ömer b. el-Hattab (r.a.), divanında Bizanslı bir ta­kım kimseleri görevlendirmişti. Ondan sonra gelen halifeler de bu yolda onun izinden gitmişlerdir. Abbasîler bir takım devlet işlerini Yahudi ve Hristiyanla-ra vermişlerdi. Osmanlı devletinin büyükelçilerinin bir çoğu da Hristiyanlar-dan idiler. [95]

Daha sonra Kur'an-ı Kerim müminleri sakındırmak ve uyarmak üzere şöyle buyurmaktadır: Sizi hayra ileten, doğru yola götüren delilleri, ibret ve belgeleri açıklamış bulunuyoruz; eğer sizler düşmanlarla dostlar arasında ayı­rım gözetilmesini zorunlu kılan bu gerçekleri idrak edebilen kimseler iseniz. Daha sonra Kur'an-ı Kerim bir başka üç sebep dolayısıyla, düşmanları dost edi­nip onlara güvenerek sırları açmayı yasaklayan bir önceki sakındırmasını da­ha bir pekiştirmektedir. Bunların her birisi ayrıca güven ortamının bulunma­ması halinde onlara sevgi beslemekten, onlarla içli dışlı olmaktan uzak durma­yı gerektirmektedir. Söz konusu bu üç sebep şunlardır:

1- Sizler bu kâfirleri sevdiğiniz halde onlar sizi sevmez, aksine düşmanlık ederler.

2- Sizler, onların kitaplarının da aralarında yer aldığı bütün semavî kitap­lara iman ediyorsunuz. Bütün rasulleri ve peygamberleri tasdik ediyorsunuz. Onların rasulleri ve peygamberleri de bunlar arasındadır. Kendileri ise hem si­zin Kitab'ınızı hem peygamberlerinizi inkâr etmektedirler.

3- Bunlar müminlerle karşılaştıklarında kendilerine bir zarar gelir korkusuyla güzel davranır ve konuşurlar. Muhammed (s.a.)'in getirdiklerine inandık, doğruladık derler. Fakat kendi aralarında ve şeytanlanyla başbaşa kaldıkla­rında ise size karşı en ileri derecedeki kin, düşmanlık ve öfke izhar ederler. Si­ze herhangi bir eziyet veremiyorlar diye acı duyar, pişman olur ve kinlerinden parmaklarını ısırırlar. "Parmakların ısırılması" müminlere karşı duyulan öfke, kin veya pişmanlıktan mecaz olabilir.

O halde sizler münafık ve kâfirleri veli ve dost edinmekte hatalısınız. Ze-mahşerî'nin de ifade ettiği gibi onlar kendi batıllarına sizin hakka bağlılığınız­dan daha çok bağlı olduklarından dolayı bu, muhataplara oldukça ağır bir azar manası taşımaktadır. Yüce Allah'ın, "Sizin acı duyduğunuz gibi onlar da acı duyarlar. Fakat onların ummadıklarını siz Allah'tan umarsınız." (Nisa, 4/104) buyruğu da bu ayet-i kerimeyi hatırlatmaktadır.

Daha sonra Yüce Allah peygamberi Muhammed (s.a.)'e bu kâfirlere şöyle demesini emretmektedir: Kininizle, öfkenizle geberin! Şüphesiz Allah kalpler­de olanı çok iyi bilendir. Yani siz müminleri ne kadar kıskanırsanız, sizin kini­niz ne kadar çok olursa olsun şunu bilin ki, Yüce Allah mümin kullarına olan nimetini tamamlayacak ve dinini kemale erdirecektir. Dinini üstün kılacak, kendi sözünü yükseltecek, Müslümanları aziz kılacaktır. Haydi sizler öfkenizle geberiniz. Allah içinizde gizlediğinizi, müminlere karşı sakladığınız kin, kıs­kançlık ve aldatma duygularının özünü çok iyi bilendir. Dünyada bekledikleri­nizin aksini size göstermektedir. Bundan dolayı Yüce Allah sizleri ahirette ebe-diyyen kalacağınız, kurtulamayacağınız, çıkamayacağınız cehennemde, son de­rece ağır azap ile cezalandıracaktır.

Daha sonra Yüce Allah onların müminlere aşırı düşmanlıklarını ortaya koyan durumlarını açıklamaktadır: Müminlere bol mahsul yahut zafer, ilâhî destek, çokluk ve güçlü yardımcılar gibi herhangi bir hayır yahut bir nimet isa­bet edecek olursa, münafıkların hoşuna gitmez. Şayet kuraklık yahut -Uhud gününde cereyan ettiği gibi ilâhî bir hikmet dolayısıyla- düşmanların müminle­re galip gelmesi gibi bir kötülük isabet edecek olursa, münafıklar bundan dola­yı sevinirler. Burada Kur'an-ı Kerim'in belagat açısından ifadelerindeki farklı­lık da dikkat çekmektedir: İyiliğin dokunması ve kötülüğün isabet etmesi. On­lar iyiliğin asgarî şekilde dahi dönüp dokunmasından rahatsız olurlar. Fakat kötülük isabet etmeden, gelip çatmadan sevinemezler.

Fakat Yüce Allah müminlere buna karşı çözüm yolunu göstermekte, kötü­lerin şerrinden kurtulmayı, facirlerin hilelerinden esenliğe kavuşma yolunu ir­şat etmektedir. Bu ise sabretmek, takvayı elden bırakmamak, onların düşman­larını çepeçevre kuşatan Yüce Allah'a tevekkül etmektir. Çünkü müminlerin bütün güçleri, kuvvetleri Allah'tandır. Yalnız O'nun dilediği olur. Onun takdiri ve dilemesi ile olmadıkça hiç bir şey var olmaz. Kim O'na tevekkül ederse Al­lah ona yeter.

Sert yükümlülükleri eda etmek üzere sabreder, Allah'ın kendilerine ya­sakladıklarından sakınırlarsa kâfirlerin hileleri ve tuzaklarının onlara zararı olmaz. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kim Allah'tan korkarsa Allah ona bir çıkış peyda eder. Ummadığı yerden onu mıhlandırır. Kim Allah'a tevekkül ederse O, kendisine yeter" (Talâk, 65/2-3).

Yüce Allah her şeyi bilendir. O'nun ilmi her iki kesimin de amelini kuşat­mıştır. O düşmanların tuzaklarını bilen ve gizliliklerden haberdar olandır. Bunları boşa çıkartacak ve bütün bu hile ve tuzaklarını başlarına geçirecektir. Yaptıklarının cezasını onlara verecektir. Buna karşılık sabırla Allah'tan yar­dım dileyen, takvaya sımsıkı yapışan müminleri de çok iyi bilendir. Bunlar ise düşmanlara karşı başarılı olmanın, galip gelmenin temel iki şartıdır. [96]



Uhud Savaşı, İslâm Ordusunun Düzenlenmesi, Bedir Savaşında Allah'ın Yardımının Hatırlatılması


121- Hani sen erkenden müminleri mu­harebeye elverişli yerlerde yerleştir­mek üzere ailenden ayrılmıştın. Allah her şeyi işitendir, her şeyi bilendir.

122- O zaman içinizden iki zümre bo­zulmaya yüz tutmuştu. Halbuki Allah onların velisi idi. Müminler ancak Al­lah'a güvenip dayanırlar.

123- Andolsun ki siz zayıfken Allah size Bedir'de yardım etmişti. O halde Al­lah'tan sakının ki şükretmiş olasınız.

124- O vakit sen müminlere, "İndirilen üç bin melekle Rabbinizin size imdat etmesi size yetmez mi?" diyordun.

125- Evet, siz sabreder ve sakınırsanız, bunlar da ansızın üstünüze gelecek olurlarsa, Rabbiniz nişanlı beş bin me­lek ile size yardım edecektir.

126- Allah onu size ancak müjde için ve kalpleriniz onunla mutmain olsun diye yaptı. Yardım ve zafer ancak Aziz ve Hakîm olan Allah tarafindandır.

127- Kâfirlerden bir kısmını kessin ve baş aşağı etsin de mahrum ve zarara uğramışlar olarak geri dönüp gitsinler diye.

128- Emr'den sana ait hiç bir şey yok­tur. Ya onların tevbelerini kabul eder yahut zalimler oldukları için onları ce­zalandırır.

129- Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Dilediğine mağfiret eder, dilediğini de cezalandırır. Allah Ga-fûr'dur, Rahîm'dir.



Nüzul Sebebi


"Hani sen erkenden... ayrılmıştın." Bu ayet-i kerime Uhud gazası hak­kında nazil olmuştur. İbni Ebî Hatim ve Ebu Yala, el-Misver b. Mahreme'den şöyle dediğini nakletmektedirler: Abdurrahman b. Avfa, "Dayıcığım" dedim, "Bana Uhud gününde başınızdan geçenleri haber ver." Dedi ki: "Âl-i İmran suresinin 120. ayetinden sonrasını oku, sen bizim o güne dair haberlerimizi orada bulursun. Yani Yüce Allah'ın, "Hani sen erkenden..." ayetinden itibaren, "Sonra o kederin ardından üzerinize bir emniyet, bir uyku indirdi..." (Âl-i İm­ran, 3/154) yani bundan sonra da yaklaşık altmış ayet kadarını oku (demiş­tir).

Yüce Allah'ın, "Emrden sana ait hiç bir şey yoktur." (128. ayet) buyruğu­nun nüzul sebebi ile ilgili olarak Ahmed ve Müslim'in Enes'ten rivayetlerine göre Peygamber (s.a.)'üı Uhud gününde küçük azı dişi kırılmış, başı yaralan­mıştı. Kan yüzünün üzerine akmış ve, "Rablerinin yoluna davet ettiği halde peygamberlerine bunu yapan bir kavim nasıl felah bulur?" diye buyurmuştu. Yüce Allah da, "Emrden sana ait hiç bir şey yoktur." buyruğunu indirdi.

Ahmed ve Buharî de İbni Ömer'den şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Resulullah (s.a.)'ı şöyle buyururken dinledim: "Allahım, filâna lanet et, Alla-hım el-Haris b. Hişam'a lanet et, Allah'ım Süheyl b. Amr'a lanet et, Allah'ım Safvan b. Uyeyne'ye lanet et. Bunun üzerine: "Emrden sana ait hiç bir şey yok­tur." ayeti sonuna kadar nazil oldu ve bunların hepsine tevbe nasip oldu. Ayrıca Buharî Ebu Hureyre'den buna yakın bir rivayet kaydeder.

Hafız İbni Hacer der ki: Her iki hadisin arasını tevil etme yolu şudur: Resulullah (s.a.) Uhud günü sözü geçen olay meydana geldikten sonra nama­zında sözü geçen kimselere beddua etti. Ayet-i kerime de her iki hususa dair nazil olmuştur. Hem onun başına gelen iş hakkında, hem de onun kendilerine beddua etmesi üzerine inmiştir. Kısaca ayet-i kerime Uhud olayı ile ilgili ola­rak nazil olmuştur. Daha sonra meydana gelmiş başka bir takım olayları kap­saması da mümkündür. Buharî ve Müslim'in Ebu Hureyre'den naklettikleri bu ayetin nazil olmasından sonra, Resulullah (s.a.)'ın Ri'l ve Zekvân'a bedduadan vazgeçmesi ile ilgili kayda gelince: Bu haberde bir illet vardır. O da ez-Züh-rî'nin kendisinden haberi aldığı kişinin sözünü araya koymasıdır. Bu da, "Al­lah... buyruğunu indirinceye kadar" sözüdür. Çünkü sözü geçen bu olay, Uhud'dan sonra olmuştu.

Müslim'in rivayetinde ise şöyle yer alır: Hz. Peygamber sabah namazında şöyle derdi: "Allah'ım Ri'l'e, Zekvân'a ve Usayya'ya lanet et." Yüce Allah, "Emr-den sana ait bir şey yoktur." buyruğunu indirinceye kadar bu böyle devam etti.

Buharî'nin rivayeti ise Resulullah (s.a.) sabah namazında kıraeti bitirdik­ten sonra tekbir getirir, başını kaldırır ve "Semiallahu limen hamiden, Rabbe­na lekel hamd" dedikten sonra ayakta olduğu halde şöyle derdi: "Allahım el-Velid b. Velid'i, Seleme b. Hişam'ı, Ayyaş b. Ebi Rebîa'yı ve müminlerin mustaz'af olanlarını sen koru. Allahım, Mudar üzerindeki sıkıntı ve azabını daha da artır ve sen bu yılları onlar için Yusufun (yedi kıtlık) yıllan gibi yap. Allahım Lih-yân'a, RiTe, Zekvân'a, ve Allah'a ve Rasulüne isyan eden Usayya'ya lanet et." Daha sonra Yüce Allah'ın, "Emr'den sana ait hiç bir şey yoktur. Ya onların tev-belerini kabul eder yahut zalim oldukları için onları cezalandırır." ayeti nazil olunca da bunu terk ettiği haberi bize ulaştı." şeklindedir. [97]



Bedir ve Uhud Savaşlarına Kısa Bir Bakış:

Bedir Savaşı:


Bedir savaşı, hicretin ikinci yılı Ramazan ayının 17'sinde Müslümanların Ebu Süfyan'ın kervanına saldırmalarından sonra vuku bulmuştu. Söz konusu bu kervan bir takım mal ve ticaret eşyası taşıyordu. Müslümanlarla Mekke müşrikleri arasında savaş ortamı vardı. Bu saldırı ekonomik bir baskı uygula­mak için ve daha önce Mekke'de Kureyşlilerin Müslümanlara ait bir takım mal, akar ve mülklerin karşılıklarını almak maksadıyla yapılmıştı. Ancak ker­vana yapılan bu saldın Mekkelilere çok ağır gelmiş ve varlıklarının tehlikede olduğunun, Medine'de de müminlerin güçlendiklerinin farkına varmışlardı. Kin ve üstünlük duygulan şiddetle kalplerini doldurmuş, o bakımdan çeşitli Arap kabilelerinden kuvvet toplamaya başlamışlardı. Oldukça az sayıda kimse dışında Kureyşliler bu çağnya katılmıştı. Savaşa katılanların sayısı binden fazla idi. Bunlar arasında atlılar, kahramanlar ve Kureyş'in ileri gelenleri de vardı. Resulullah (s.a.) onların bu durumlannı işitince ashabıyla istişare etti, sonra da 313 kişi ile birlikte alelacele onlan karşılamak üzere yola çıktı. Bera­berlerinde yalnızca iki at ve yetmiş deve vardı. Geri kalanlar ise piyade idi ve beraberlerinde yeteri kadar araç ve gereç yoktu.

Her iki ordu Bedir'de karşı karşıya geldi. Burası Mekke ile Medine arasın­da bir kuyunun adıdır. Bu kuyu da adını Bedir adındaki sahibinden almakta­dır. Çoğunluğun görüşüne göre ise Bedir adı oralardaki bir su adıdır ve bu su­yun adı o bölgenin de adı olmuştur. Savaş müminlerin parlak zaferi ile sonuç­landı. Müşrikler için bu büyük bir musibet idi. Savaş her iki kesimin akibetini belirleyen kesin bir sonuç ortaya koymuştu. Araplar arasında oldukça güçlü yankılara sebep oldu: O bakımdan Yüce Allah bu savaşa "Furkan Günü" adını vererek şöyle buyurmaktadır: "Eğer Allah'a ve kulumuza hak ile batılın ayrıl­dığı, iki ordunun birbiriyle karşılaştıkları gün (Furkan Günü) indirdiğimize inanmışsanız..." (Enfal, 8/41).

İşte bu savaşta azıcık bir topluluk sayıca kalabalık bir topluluğa karşı mu­zaffer olmuştur. "Andolsun ki siz zayıfken Allah size Bedir'de yardım etmişti..." Yüce Allah bu savaşta Müslümanlarla birlikte savaşan melekleri yardıma gödermişti. Yine bu savaşta Müslümanların az rastlanılır sebat ve cesaretlerinin boyutu ortaya çıktı. Resulullah (s.a.)'ın kendisi de bu savaşa katıldı ve fiilen de savaştı (Peygamber efendimiz bizzat 9 savaşa katılmıştı). Bu savaşta çarpışma esnasında iman, itikat ve Allah'a tevekkül unsuru gayet açık bir şekilde ortaya çıkmıştır. Bu Resulullah (s.a.)'ın iki saffın birbirine girmeden önce yapmış ol­duğu şu duasında müşahhas ifadesini bulmaktadır:

"Allahım, sen bu topluluğu helak edecek olursan bundan sonra yeryüzünde sana ibadet olunmaz. Allahım, bana verdiğin sözünü yerine getir! Allah'ım se­nin yardımını talep ederim." Nihayet ridası omuzlarından yere düşmüş, Hz. Ebu Bekir onu yerden alıp omuzlarına koymuştu. Daha sonra da onun yanın­dan ayrılmayıp arkasından yürüyüp gitmişti. İleri derecede yalvarıp yakarma­sından, Allah'a dua etmesinden ona acır hale gelmişti: "Hani siz Rabbinizden imdat istiyordunuz da O da,"Muhakkak ben size meleklerden birbiri ardınca binlercesiyle yardımcı olacağım" diyerek, duanızı kabul buyurmuştu." (Enfâl, 8/9). [98]



Uhud Savaşı:


Bedir savaşından sonra müşriklerin Müslümanlara karşı olan öfkesi daha da arttı. Kureyşlilerin lideri Ebu Süfyan müşrikleri Resulullah (s.a.)'a karşı kışkırtmaya koyuldu. Bu maksatla mal topladılar ve yaklaşık üç bin savaşçısı bulunan bir ordu hazırladılar. Bunların yedi yüz kişisi zırhlı, iki yüz kişisi atlı idi. Başlarında da Safvan b. Umeyye vardı. Resulullah (s.a.) arkadaşları ile is­tişare etti. Aralarında münafıkların lideri ve Medine'deki Yahudilerin başı du­rumunda olan Abdullah b. Ubeyy'in de bulunduğu yaşlılar, Medine'de kalıp Medine sokakları arasında çarpışma teklifinde bulundular. Resulullah (s.a.) da Medine'nin dışına çıkmayı pek istemiyordu. Gençler ise Medine dışında sava­şılması teklifinde bulundular. Bunlarla birlikte Bedir'e katılmamış yaşça ileri bazı kimseler de vardı. Bunlar "Ey Allah'ın rasulü, bizimle düşmanlarının kar­şısına çık. Onlar bizim kendilerinden korktuğumuz, zaaf gösterdiğimiz kana­atine kapılmasınlar" dediler.

Bu şekilde Resulullah (s.a.)'a ısrara devam ettiler; nihayet Resulullah (s.a.) evine girdi, savaş elbisesini giydi, hazırlıklarını yaptı ve dışarda savaş­mayı benimseyen çoğunluğun görüşünü kabul etti. Daha sonra Medine'nin dı­şına çıkmayı teklif edenler pişman oldu ve "Ey Allah'ın rasulü, biz seni hoşuna gitmeyen bir işe zorladık, bunu yapmamamız gerekirdi, arzu edersen sen kal. Allah'ın selâmı üzerine olsun" dedilerse de Resulullah (s.a.) şu cevabı verdi: "Üzerine zırhını giyindiği takdirde savaşmadıkça onu çıkarması hiç bir pey­gambere uygun değildir."

Resulullah (s.a.), bin yahut dokuz yüz elli kişilik ashabı ile dışarı çıktı. Bunlardan sadece yüz tanesi zırhlı idi ve iki tane at vardı. Medine'nin kuzey tarafında yaklaşık 3 km uzaklıkta Uhud dağı eteklerinde hicretin 3. yılında Şevval ayının cumartesiye rastlayan 7. gününde konakladı. Sırtını Uhud'a ver­erek karargahını kurdu ve saflarını düzenledi. Elli kişiden oluşan okçular kafi­lesini yerleştirdi. Dağın kenarında Abdullah b. Cübeyr'i de başlarına komutan tayin etti ve onlara, "Oklarınızla bizi koruyunuz. İster galip gelelim, ister mağ­lûp olalım yerinizden ayrılmayınız" dedi. İbni Hişâm'ın Sîret'inde şu ifadeler yer almaktadır: "Oklarınızla gelecek atlıları üzerimizden püskürtünüz ve bizi arkamızdan sarmalarına engel olunuz. Savaş ister lehimize ister aleyhimize ol­sun." Zâdü'l-Meâd'da da şu ifade kullanılmaktadır: Kuşların askerleri kapıp götürdüklerini görecek olsalar dahi onlara yerlerinde kalmalarını, ayrılmama­larını emretti.

Resulullah (s.a.)'ın sancağı Mus'ab b. Umeyr'de idi. Kanatlarının birisinin başında ez-Zübeyr b. Avvam, diğerinin başında el-Münzir b. Amr vardı. Müş­riklerin sağ kanadında ise Halid b. Velid, sol kanatlarına İkrime b. Ebî Cehl komuta etmekteydi. Sancaklarını ise Abduddâr oğullarından Talha b. Ebi Tal-ha taşıyordu. Okçularının başında -ki yüz kişi idiler- Abdullah b. Ebi Rebia vardı.

Münafıkların lideri arkadaşlarından üç yüz kişi ile birlikte, "O benim sö­züme karşı geliyor da çoluk çocuğa itaat ediyor; "Zaten savaş olacağını bilsey­dik mutlaka arkanızdan gelirdik." (Âl-i İmran 3/167) diyerek geri çekildi.

Ensar'dan Selime oğullan ile Harise oğulları neredeyse Uhud'a çıkamaya­caklardı. Daha sonra Yüce Allah onlara tevfikini ihsan etti ve savaşa çıktılar. İşte Yüce Allah'ın, "O zaman içinizden iki zümre bozulmaya yüz tutmuştu. Hal­buki Allah onların velisi idi." buyruğunun ifade ettiği mana budur.

Münafıkların geri dönmesinden sonra Resulullah (s.a.) ile birlikte sadece yedi yüz kişi kalmıştı.

İki ordu karşı karşıya gelince Ebu Süfyan'ın karısı Utbe kızı Hind, diğer kadınlarla birlikte kalkıp tef çalmaya ve safların arkasından yürümüye başla­dılar.

Resulullah (s.a.)'m elinden kılıcı alıp bunun hakkını yerine getireceğini vaad eden Ebu Oücâne de savaşa katıldı. Karşısına kim çıktıysa onu öldürdü. Hamza b. Abdülmuttalib (Hz. Hamza) de çok çetin bir şekilde çarpıştı. Çok sa­yıda kahramanı öldürdü. Mus'ab b. Umeyr şehit edilince Peygamber (s.a.) san­cağı Ali b. Ebî Talib'e verdi. Cübeyr'in kölesi Vahşi attığı bir mızrak ile Hz. Hamza'yı vurdu ve bu mızrak önden bacakları arasından çıktı; şehitlerin efen­disi şehit oldu.

Müşrikler bozguna uğradı. Talha'nın elinden sancakları düştü. Onu oğlu aldı, daha sonra kardeşi. Eğer tepedeki okçular Peygamber (s.a.)'in emrine ay­kırı hareket ederek ganimetleri toplamak üzere koşup yerlerinden ayrılmamış olsalardı, zafer neredeyse Müslümanların olacaktı.

Halid b. Velid Müslüman ordusunun zaaf yerini fark etti. Müşrik atlılar ile birlikte yolun arka tarafından okçuların bulunduğu dağların üstünden Müs­lümanları çevirmeye başladı. Askerleri ile birlikte Müslümanlara büyük zarar­lar vermeye başladı. Herkesin arasında Muhammed (s.a.)'in öldürüldüğü habe­ri yayıldı. Müslümanlar geri dönüp kaçtılar. Resulullah (s.a.) atılan bir taştan isabet aldı ve yan tarafi üzerine düştü. Küçük azı dişi kırıldı, başı yaralandı.

Dudağı da yaralandı. Yüzünün üzerine kan aktı. Miğferin halkaları yanakları­na battı, diz kapaklarından isabet aldı. Kanlarını silerken, "Kendilerini Rable-rine davet ederken peygamberlerinin yüzünü kana boyayan bir kavim nasıl fe­lah bulur?" diye buyuruyordu. Daha sonra Hz. Ali elinden tuttu ve Hz. Talha da yardım ederek onu ayağa kaldırdı

Daha sonra Resulullah (s.a.) Müslümanların arkalarından şöyle sesleni­yordu. "Bana geliniz ey Allah'ın kulları. Ben Resulullah (s.a.)'ım" "Hani siz bo­yuna uzaklaşıyordunuz, kimseye de dönüp bakmıyordunuz. Peygamber de arka­nızdan çağırıyordu. Bunun üzerine gamınıza (itaatsizliğinize) karşılık sizi bir gamla cezalandırdı." (Âl-i İmran, 3/153) buyruğu buna işaret etmektedir.

Ebu Süfyan da şöyle demeye koyuldu: Ey Kureyş topluluğu hanginiz Mu-hammed'i öldürdü? Bu sefer Ömer b. Kamia, "Onu ben öldürdüm" dedi. KaTb b. Mâlik ise Muhammed'in kurtulduğunu müjdeleyen ilk kişi oldu. Allah onu müşriklerin zararından korumuştu. "Allah insanlardan seni koruyacaktır." (Mâide, 5/67).

Hz. Peygamber, hayatı boyunca kendisini öldürmek üzere komplolar ku­ran Ubeyy b. Haleften başkasını fiilen öldürmüş değildir: "Attığında sen atma­dın, fakat Allah attı." (Enfal, 8/17) ayeti onun hakkında nazil olmuştur.

Uhud, Müslümanlar için oldukça ağır bir imtihan günüydü. Müslümanlar­dan yetmiş kişi şehit oldu. Müşriklerden öldürülenlerin sayısı ise yirmi iki kişi idi. Savaş alanında şehitlerin efendisi Hz. Hamza nihayet bulundu. Utbe kızı Hind karnını yarıp ciğerini çıkarmış, çiğnemeye koyulmuş ve fakat onu yuta-mamıştı. Ebu Süfyan sesinin çıkabildiği kadar etrafına şöyle bağırıp duruyor­du: "Savaşta galibiyet taraflar arasında sırayladır. İşte bugün Bedir gününe karşılıktır. Yüce ol ey Hubel (Kabe 3rakınlannda bir putun adı), dinin üstün gelsin." Ebu Süfyan beraberindekilerle birlikte geri döndüğünde şöyle dedi: Ge­lecek sene Bedir"de sizinle buluşalım. Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Ona, evet, bu bizimle sizin aranızda bir buluşma günü olsun, deyiniz."

Daha sonra Resulullah (s.a.), amcası Hz. Hamza'yı aradı. Karnının deşil­miş olduğunu, burnunun kesilmiş, kulağının koparılmış olduğunu gördü. Buna çok üzüldü ve şöyle dedi: "Şayet Allah beni onlara karşı muzaffer kılarsa onlar­dan otuz kişiye aynı uygulamayı yapacağım." Daha sonra onu sırtındaki cübbe-siyle örttü ve namazını kıldı. Yedi tekbir aldı. Diğer şehitleri de yan tarafına dizdi. Onlar üzerinde yetmiş iki tane namaz kıldı. Daha sonra Hz. Hamza gö­müldü. Resulullah (s.a.) diğer şehitlerin de gömülmesini emretti ve, "Onları şe­hit edildikleri yerde defnediniz." diye buyurdu.

Açıkça anlaşıldığı gibi bozgunun sebebi okçuların Resulullah (s.a.)'ın emri­ne aykırı davranmaları ve ganimetlere tamah etmeleriydi. Bu savaş Müslü­manlar için bir mihnet ve bir arındırma, bir eğitim idi. Müslümanlara; zaferin, gerekli sebepleri edinmeye bağlı olduğunu öğretti. Bozgunun ise, imanda bir gerileme, yakînde de bir sarsıntı anlamına gelmediğini ortaya koydu. İşte bun­dan dolayı da Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Bunun üzerine Allah bir itaatsizliğe karşılık sizi cezalandırdı. Kaybettiğinize ve başınıza gelene üzülmeyesi-niz diye. Allah yaptıklarınızdan haberdardır." (Âl-i İmran, 3/153). Yine Yüce Allah'ın şu buyruğunda da ifade ettiği gibi musibet kapsamlı gelir: "Bir de ara­nızdan yalnızca zulmedenlere gelip çatmayan bir fitneden (azaptan) korkunuz." (Enfâl, 8/25). [99]



Açıklaması


Ya Muhammedi Hicretin üçüncü yılı şevval ayının cumartesiye rastlayan yedinci günü sabahleyin evinden çıktığın vakti hatırlat onlara! Sen müminleri savaşmak üzere yerleştiriyor, ordunu düzenliyordun. Bir topluluğu ok atıcıla­rın bulundukları tepeye yerleştiriyor diğer bir kesimi sağ tarafa, diğerlerini so­la yerleştiriyor, atlılar için de muayyen yerler tespit ediyordun.

Kendileriyle danıştığın hususlarda müminlerin söylediklerini Yüce Allah çok iyi işitendir. O hem, "Düşmanların karşısına çıkma ve onlar gelip üzerimi­ze girinceye kadar Medine'de kal" diyenlerin hem de, "Medine dışında onlarla karşılaşmak üzere bizi dışarıya çıkar" diyenlerin sözlerini çok iyi işitendir. Al­lah her bir niyeti ve her bir fiili çok iyi bilir. Hatalı olsa bile sözü ihlâsla söyle­yeni de, Abdullah b. Übeyy ve münafıklar topluluğu gibi isabet etmekle birlik­te, münafıklık edeni de aynı şekilde bilir.

Yine Yüce Allah, Evslilerden Selime oğulları ile Hazreclilerden Harise oğullarına mensup Ensar'dan iki kesimin -ki bunlar Müslüman askerlerin iki kanadı olup yaklaşık üçte birine denk idiler- savaşa karşı zaaf korkaklık gös­termek üzere olduklarını, münafıkların geri döndüklerini gördüklerinde de sa­vaşa çıkmamayı içlerinden geçirdiklerini de çok iyi işiten ve bilendir. Fakat Yü­ce Allah imanlarındaki samimiyetleri dolayısıyla işlerini üstlenmiş, geri çekil­mekten, zelil olmaktan onları korumuş, korkaklıktan, kaçmaktan yana himaye etmişti. Çünkü bir şeyi fiiliyata geirmeden yalnızca içten içe kararlaştırmak, Yüce Allah'ın, "Halbuki Allah onların velisi idi." buyruğunun delâleti üe masi-yet sayılmaz. Müminler Allah'a tevekkül etmelidirler, Allah'a güvenmelidirler, O'nun desteğine güven beslemelidirler; kendilerine yardımcı olacak başkaları­na değil. Ancak daha önceden gerekli sebepleri de gerçekleştirmiş olmaları, ge­rekli hazırlıkları yapmış olmaları, her çağa uygun şekilde ordu ve silah donanı­mını sağlamış olmaları gerekir. Çünkü insan sebeplere yapışmakla emrolun-muştur. Bundan sonra ise sonuçlan ve bu sebeplerin etkilerini Yüce Allah'a bı­rakmalıdır. Sayıca az müminler topluluğunu, kendi izniyle sayıca çok kâfirler topluluğuna -Bedir günü müminleri muzaffer kıldığı gibi- zafere kavuşturan Yüce Allah'tır.

' îşte bundan dolayı, müminlere Bedir günü Allah'ın yaptığı yardımının ha­tırlatılması gerekirdi. Sayıca, araç ve gereç itibariyle azdılar. Çünkü o sırada müminlerin sayısı üç yüz kişi, kâfirler ise bin kişi dolaymdaydılar. Beraberle­rinde ise sadece iki at vardı. Müşriklerde ise pek çok at, zırh, süvari ve kahra­man yiğitler vardı. İşte bu, zaferin sayı ve silah çokluğu ile değil, ancak Allah tarafından olduğunun delilidir. Nitekim Yüce Allah Huneyn günü hakkında şöyle buyurmaktadır:

"Huneyn gününde de size yardım etmiştir. (O günde) çokluğunuzla bb'bür-lenmiştiniz, fakat bunun size bir faydası olmamıştı... Allah Gafûfdur, Ra-hîm'dir." (Tevbe, 9/25-27). O'na itaat etmek, yasaklarından uzak durmak, sıkın­tılara sabretmek suretiyle Allah'tan korkun ki O'nâ şükredenlerden olasınız veya kendinizi ona şükretmeye hazırlayasınız. Çünkü itaat, sabır ve sebat, ni­met ve zafere karşı şükrün bir aracıdır.

Ya Muhammed, Bedir günü çoklukları dolayısıyla düşmanlarından korkuya kapılmış müminlere, kalplerine huzur vermek için vaadde bulunur­ken söylediğin şu sözleri de hatırlat: Rabbinizin sizlere üç bin melekle yardım etmesi size yetmez mi? Yüce Allah bu melekleri kâfirlerle savaşmak üzere in­dirmişti. İbni Ebî Şeybe, İbnül-Münzir ve başkaları eş-Şa*bîden şöyle dediğini nakletmektedirler: Resulullah (s.a.)'a ve ashabına Bedir günü Kurz b. Cabir el-Muharibî'nin müşriklere yardımcı olmak istediği haberi ulaştı. Bu iş hem Pey-gamber'e hem de Müslümanlara ağır gelmişti. Bunun üzerine Yüce Allah, "Sen müminlere... indirilen üç bin melekle Rabbinizin imdat etmesi size yetmez mi?.. Nişanlı beş bin melekle size yardım edecektir..." (Âl-i İmran, 3/124-125) buyru­ğunu indirdi. Daha sonra Kurz, Kureyşlilerin bozguna uğradıkları haberini al­dı, onlara yardıma gelmeyip geri döndü. O vakit Allah tarafından bin melek ile yardıma mazhar olmuşlardı.

Katâde der ki: Meleklerle yardım Bedir günü olmuştu. Allah onlara bin melek göndererek yardım etmişti. Daha sonra yardıma gönderilen melekler üç bin, sonra da beş bin oldular. İşte Yüce Allah'ın, "Hani siz Rabbinizden imdat istiyordunuz da O da "Muhakkak ben size meleklerden birbiri ardınca binlerce­si ile imdat ediciyim" diyerek duanızı kabul etmişti." (Enfal, 8/9); "İndirilen üç bin melekle Rabbinizin size imdat etmesi size yetmez mi?" buyrukları ile, "Evet, siz sabreder, sakınırsanız bunlar da ansızın üstünüze gelecek olurlarsa Rabbi-niz nişanlı beş bin melek ile size yardım edecektir." buyrukları buna işaret et­mektedir. Bedir günü müminler sabrettiler, Allah'tan korktular, Allah da onla­ra vaad ettiği şekilde beş bin melek ile yardımcı oldu. Bütün bunlar Bedir günü müminlerin sayılarını artıracak şekilde, askere yardım ulaştırmak kabilinden maddî ve fiilî olmuştu. Melekler savaşa katılmışlardı. Buharî ve Müslim'de sa­bit bir çok rivayet de bunu pekiştirmektedir.[100]

Bu yardım, el-Menar tefsiri müellifinin ve bazı müfessirlerin eski görüşleri gibi manevî destek kabilinden değildi. Bu yanlış kanaatin sahipleri şöyle der­ler: Meleklerin çok oluşundaki fayda onların dua ve teşbih etmelerinden ibaretti ve o gün savaşçıların sebatını artırıyordu. Buna göre melekler Bedir günü savaşmamışlar, sadece müminlere sebat verilmesi için dua etmek üzere hazır bulunmuşlar. Ancak müfessirlerin çoğunluğunun benimsedikleri görüş birinci görüştür. [101]

İbni Abbas ve Mücahid der ki: Melekler yalnızca Bedir günü savaştılar. Bunun dışındakilerde ise hazır bulundular fakat savaşmadılar. Buna göre me­lekler ancak ya sayıca gelirler yahut manevî destek için gelirler.

Fahreddin er-Razî, Tkfsirül-Kebîr'iaâ.B der ki: Tefsir ve siyer alimleri Yüce Allah'ın Bedir günü melekleri indirdiği ve kâfirlerle birlikte savaştıkları husu­sunda ittifak etmişlerdir.[102] Buna göre Yüce Allah'ın, "O vakit sen müminlere "İndirilen üç bin melekle... size yetmez mi?" diyordun." buyruğu Hz. Peygam­berdin Bedir günü söylediği sözü hatırlatmaktadır.

İkrime ve ed-Dahhâk'tan da şöyle dedikleri nakledilmektedir: Hayır, bu, Uhud günü olmuştur. Allah sabrettikleri takdirde onlara yardim göndereceğini vaad etmişti. Fakat onlar sabretmediler. Bundan dolayı da tek bir melekle ol­sun onların imdadına koşmadı. Şayet imdatlarına gelinmiş olsaydı bozguna uğ­ramazlardı.

Konuyla ilgili söylenenlerin özeti şudur: Tefsir alimleri "...yetmez mi diyor­dun?" buyruğunda sözü edilen vaad acaba Bedir günü mü olmuştu, yoksa Uhud günü mü? konusunda farklı görüşlere sahiptirler ve bu konuda iki görüş vardır. Birinci görüş Hasan-ı Basrî ve bir topluluğun görüşü olup Taberî'nin de tercih ettiği görüştür ve bu buyruk, Yüce Allah'ın, "andolsun ki... Allah size Be-dir'de yardım etmişti." buyruğu ile alâkalıdır, ikinci görüş ise Mücahid'e ve bir diğer topluluğa ait olan görüştür. Buna göre burada sözü geçen vaad Yüce Al­lah'ın, "Hani sen erkenden... yerleştirmek üzere ailenden ayrılmıştın." buyruğu ile alâkalıdır. Bu da Uhud günü olmuştu. Ancak zahir olan birinci görüştür.

Daha sonra Yüce Allah şunu hatırlatmaktadır: Evet üç bin melek ile yar­dımınıza gelmesi size yeterlidir. Daha sonra onları sabır ve takvaya teşvik et­mek, kalplerini de pekiştirmek üzere sabredip takva sahibi oldukları takdirde, yardım için gönderecekleri bu meleklerin sayılarını beş bine kadar artıracağı vaadinde bulundu.

Eğer düşmanla karşılaşmaya sabreder, masiyetlerden, Resulullah (s.a.)'a muhalefet etmekten sakınırsanız, müşrikler de o anda sizinle savaşmak üzere gelirlerse, Allah size alâmetti, nişanlı beş bin melek ile imdat eder. "Nişanlı" kelimesindeki "vav" harfinin esreli veya üstünlü okunuşuna göre anlamında ufak bir farklılık olmaktadır. Birinci okuyuşa göre bizzat kendilerine yahut ad­larına kendilerinin işaret koydukları, ikincisine göre ise omuzları üstünde sar­kıtılmış sarı sarıklarla işaretlenmiş melekler demek olur. Nitekim el-Kelbî de böyle söylemiştir. ed-Dahhâk'tan nakledildiğine göre ise bunlar atlarının percemleri ve kuyruklarına beyaz yünler ile işaret koymuşlardı. Katade'den nakle­dildiğine göre ise siyah ve beyaz renkli atlar üzerinde idiler. Resulullah (s.a.) da ashabına, "Kendinize işaret yapınız; çünkü melekler de kendilerine işaretler yaptı" diye buyurmuştur.

Özetle Kur'an-ı Kerim Bedir günü müminlere bin melek ile yardım edildi­ğini göstermektedir. Bu yardım da Yüce Allah'ın şu buyruğunda zikredilmekte­dir:

"Hani siz Rabbinizden imdat istiyordunuz, O da, "Muhakkak ben size me­leklerden birbiri ardınca bin melek üe yardım edeceğim" diyerek duanızı kabul buyurmuştu." (Enfal, 8/9). Üç ya da beş bin meleğin yardıma gönderilmesini ise kimi tefsir alimleri kabul etmiştir. Şu kadar var ki Taberî şöyle demektedir: Ayet-i kerimede onlara üç bin melek ile olsun, beş bin melek ile olsun yardım gönderildiğine veya gönderilmediğine dair bir delalet yoktur. Yüce Allah'ın on­lara yardım gönderdiğini kabul edenlerin rivayetlerine uygun olarak Allah'ın kendilerine yardım göndermiş olması mümkündür. Bunu kabul etmeyenlerin açıkladıkları şekilde Allah'ın onlara yardım etmemiş olması da mümkündür. Bu konuda kendilerine üç bin veya beş bin melek ile olsun yardım edildiğini kabul edenlerin görüşüne dair bizce sahih kabul edilebilecek bir haber bulun­mamaktadır. [103]

Taberî şunları da eklemektedir:

Uhud'a gelince, onlara yardım edilmediğine dair delâlet yardım olunduğu­na dair delâletten daha açıktır. Çünkü onlara yardım olunmuş olsaydı, bozgu­na uğramaz ve onlara bunca zarar verilmezdi.

Allah'ın melekler ile yardımı, ancak müminlerin zafer kazanacaklarına dair bir müjde ve Allah'ın yardım ve desteğinin onlarla birlikte olduğunu bilmeleriyle kalplerine huzur yerleştirmek içindi. Yani melekler ile yardımcı ol­manın iki amacı vardır:

1- Düşmanlara karşı zafer müjdesi ve müminlerin kalplerinin sevinmesini sağlamak.

2- Allah'ın onlarla birlikte olduğuna, onları desteklediğine dair müminlere moral vermek ve böylelikle savaştan korkmalarını önlemek. Gerçek yardım ise ancak Azîz olan Allah nezdindendir. Azîz demek, asla yenilgiye uğratüamayan güçlü demektir. Hakîm ise, işleri en sağlam plan ve en doğru araçlara uygun olarak çekip çeviren, idare eden, uygun gördüğü maslahat sebebiyle zafer ve­ren yahut bunu alıkoyan demektir.

Allah Bedir günü Müslümanları zafere kavuşturmuş ve melekleri yardıma göndermişti. Böylelikle öldürülmek ve esir edilmek suretiyle küfrün ve şirkin ileri gelenlerinden bir kesim helak olup gitmişti. Bedir günü Kureyş'in başla­rından ve ileri gelenlerinden yetmiş kişi öldürülmüş, yetmiş kişi de esir alın­mıştı. Yahut da Allah bozgun sebebiyle onları rezil etmek, öfkelendirmek için

Bedir günü Müslümanlara yardımcı olmuştu. Böylelikle isteklerini ele geçire-meden zarar etmiş olarak geri dönmüşlerdi. Bu da Yüce Allah'ın şu buyruğunu andırmaktadır: "Allah kâfirleri herhangi bir hayra nail olmaksızın kinleriyle geri çevirdi..." (Ahzâb, 33/25). Ya da İslâm'a girip Allah'a döndükleri takdirde Allah onların tevbelerini kabul eder, dilerse de küfiir ve düşmanlık üzere ısrar edecek olurlarsa onlara azap eder. Böylelikle onlar kendilerine zulmetmiş olur­lar.

Daha sonra şanı yüce Allah işin tümüyle kendi elinde olduğunu beyan bu­yurmak üzere kendisinden önceki ve sonraki buyruklar arasında yer alan bir ara cümlesinde şöyle buyurmaktadır: Ya Muhammed, insanların emrinden (işinden) sana ait bir şey yoktur. Sana düşen yalnızca benim emrimi yerine ge­tirmek, bana itaat etmektir. Senin görevin tebliğdir, hesaba çekmek ise bizim işimizdir. Onların yaptıklarından dolayı acı duyma. Onlara beddua etme, belki onların bir kısmı tevbe eder. Nitekim Ebu Süfyan, el-Haris b. Hişam, Süheyl b. Amr ve Safvân b. Ümeyye tevbe etmişlerdi.

Daha sonra şanı yüce Allah işin tümüyle kendi elinde olduğunu pekiştir­mektedir. Göklerin, yerin ve ikisinin arasında bulunan her şeyin mülkü yalnız Allah'ındır. Hepsi O'nun yaratıkları ve O'nun kuludurlar. Onlar hakkında dile­diği hükmü koyar. Bağışlamayı dilediği kimselere mağfirette bulunur. Azap et­mek istediği kimseye de azap eder. Bu da O'nun bir hikmeti ve adaleti iledir. Ayrıca velilerinden sevdiği kimselerin günahlarını örten Gafur, itaat ehline merhametli olan Rahîm'dir. Bağışlar, affeder ve dilediği takdirde dünyada da ahirette de cezalandırmaz. İşte bu, peygambere ve onun ümmetine bir derstir. Çünkü iş bütünüyle Allah'a aittir, hepsi O'na boyun eğmektedir. Bu konuda mukarreb bir melek ile mürsel bir peygamber yahut bir başka insan arasında hiç bir fark yoktur. Bundan tek bir istisna mutlak meşîet gereğince ve belki an­cak kıyamet gününde idrak edebileceğimiz bir hikmet dolayısıyla Allah'ın mu­ayyen bir görevle müsahhar kıldığı yahut belli bir şefaatta bulunmak üzere izin verdiği kimselerdir. [104]







--------------------------------------------------------------------------------

[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/129.

[2] el-Vahidî, Esbâbu'n-Nüzûl, 53; el-Bahru'l-MuhÜ, ü/373 vd.

[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/134.

[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/134-136.

[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/139.

[6] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/139.

[7] Bu İbni Kesir'in görüşüdür. Kurtubî ise işi tam tersine ele alır ve der ki: İlim adamlarının çoğunluğunun görüşüne göre salih olan lafza-i celâl üzerinde tam bir vakıf (duraklama) yap­maktır ve orada "(illAlIah)=Allah'tan başka" buyruğunda ifade tamam olmaktadır, "er-rasi-hûn=ilimde derinleşmiş olanlarnın ise önceki buyruklarla bir alâkası yoktur, yeni bir söz başlangıcıdır.

[8] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/139-142.

[9] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/146.

[10] Yani hak ile batılı birbirinden ayırt ederek imanı küfür ve tuğyana galip getirip, mümin­leri aziz ve güçlü kılıp kâfirleri zelil etmek için.

[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/147-149.

[12] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/152.

[13] Ahmed, Buharı, Müslim, Tirmizî, Nesaî ve İbni Mace Üsame b. Zeyd'den rivayet etmişler­dir.

[14] Ahmed, Müslim ve Nesaî Abdullah b. Amr'dan rivayet etmişlerdir.

[15] Ahmed, Nesaî, Hakim ve Beyhakî Enes b. Malik'ten rivayet etmişlerdir.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/153.

[16] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/153.

[17] Âhmed, Buharî, Müslim ve Tirmizî Enes b. Malik'ten, yine Ahmed, Buharî ve Müslim de İbni Abbas'tan rivayet etmişlerdir.

[18] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/154.

[19] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/154.

[20] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/154.

[21] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/155.

[22] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/158-160.

[23] en-Nisaburî, Esbabu'n-Nüzul, 54.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/164.

[24] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/164-166.

[25] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/169-170.

[26] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/170.

[27] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/173-174.

[28] İbni Kesir, 1/355.

[29] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/174-175.

[30] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/178.

[31] Kur'an-ı Kerim'de "hesap" kelimesi ya sayı anlamındadır, "Sabredenlere ecirleri muhak­kak hesapsız verilir." (Zümer, 39/10) buyruğunda olduğu gibi, ya da bu ayet-i kerimede oldu­ğu şekilde çabalamak, yorulmak anlamındadır; ya da istekte bulunmak anlamındadır: "İster hesapsız ver, ister verme." (Sad, 38/39) buyruğunda olduğu gibi.

[32] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/178-180.

[33] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/183.

[34] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/184-186.

[35] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/190-191.

[36] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/191-192.

[37] Hadisin bir başka lafzı şöyledir: "Doğduğu zaman şeytanın kedisine değmediği hiç bir ço­cuk yoktur. Şeytan ona değdiğinden dolayı ağlayarak doğar. Bundan tek istisna Meryem oğ­lu İsa'dır." Daha sonra Ebu Hureyre dedi ki: Arzu ederseniz, "Ben onu da zürriyetini de rah­metinden kovulmuş şeytandan sana sığındırırım, dedi." ayetini okuruz.

[38] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/195-197.

[39] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/201-202.

[40] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/202.

[41] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/202-203.

[42] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/205-206.

[43] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/210-214.

[44] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/218.

[45] el-Bahru'l-Muhlt, 11/472.

[46] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/219-222.

[47] el-Bahru'l-Muhît, ü/477.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/225.

[48] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/226-227.

[49] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/230.

[50] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/231-232.

[51] Kurtubî ise der ki: Yani Muhammed (s.a.) hususunda. Çünkü onlar kitaplarında Hz. Pey­gambere ait sıfatlardan onun peygamberliğini biliyorlardı.

[52] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/232-233.

[53] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/237-238.

[54] Heraklius'a gönderilen bu mektup dolayısıyla Ebu Süfyan ile tercüman vasıtasıyla arala­rında geçen uzun konuşmada Heraklius'un sorduğu sorulardan birisi de bu idi. Bu soruya "Hayır" cevabını alması ile ilgili olarak Heraklius şu yorumu yapmıştı: "Sana dinine girdik­ten sonra dönen oluyor mu diye sordum. "Hayır" dedin. İşte iman böyledir. İmanın güçleştiği bir kalbe yerleşti mi, artık kimse ondan uzaklaşmak istemez..." bkz. Buharı, Cihad, 102; Müslim, Cihad 72. (Çeviren)

[55] Yüce Allah'ın, "Ve dininize tabi olandan başkasına inanmayın" buyruğu Yahudilerin söy­ledikleri sözler cümlesindendir. Çünkü bu onların söyledikleri belirtilen sözlere atfedilmiş-tir; zahir olan da budur. İbni Atıyye "Bu hususta görüş ayrılığı yoktur" demektedir.

[56] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/238-240.

[57] el-Bahru'l-Muhlt, 11/501.

[58] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/243-244.

[59] el-Bahrul-Muhît, 11/500.

[60] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/244-246.

[61] Zemahşerî 1/331.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/249.

[62] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/249-250.

[63] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/250.

[64] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/251-252.

[65] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/252-253

[66] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/255-257.

[67] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/260.

[68] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/260-261.

[69] el-Bahru'l-Muhit, U/519.

[70] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/263-264.

[71] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/264-266.

[72] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/268-270.

[73] el-Menâr, IV/4.

[74] Kurtubî, IV/134; Zemahşerî 1/335; îbni Kesîr, 1/381.

[75] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/274-277.

[76] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/280.

[77] Cassâs, Ahkamu'l-Kur'an, 1/23.

[78] Cassâs, Ahkamu'l-Kur'an, 1/21.

[79] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/280-283.

[80] Buâs günü, Evs ile Hazrec arasında birbirlerini yiyip bitirdikleri bir savaşın cereyan etti­ği, cahiliye dönemindeki önemli olayların olduğu bir gündür.

[81] el-Vâhidî, Esbabu'n-Nüzûl, s. 66 vd.; el-Bahrul-Muhit, IH/13.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/ 288-289.

[82] Tefsiru'l-Merâğî, IV/14.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/290.

[83] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/293.

[84] el-Bahru'l-Muhît, 111/14.

[85] Buharî ve Müslim Ebu Hureyre'den rivayet etmişlerdir.

[86] İsnadı sahih ve mevkuftur. Buharî rivayet etmiştir.

[87] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/293-295.

[88] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/300-302.

[89] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/306.

[90] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/306-309.

[91] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/313.

[92] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/313-314.

[93] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/317-318.

[94] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/321.

[95] el-Menâr, IV/68 vd.

[96] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/321-324.

[97] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/329-330.

[98] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/331-332.

[99] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/332-335.

[100] Daha önce Hadaratii'l-İslâm dergisinde "Meleklerle Yardım" başlığı altında yayınlanmış bir makalemde el-Menar tefsirinin sahibi (Muhammed Reşid Rıza) ile Muhammed Ab-duh'un tercih Atiği görüşün etkisi altında kalarak yanlış bir kanaati savunmuştum. Da-' ha sonraları bu kanatten vazgeçtim. Çünkü bu yardımın fiilen gerçekleştiğine dair sün-net-i seniyede varit olan rivayetler pek çoktur.

[101] Kurtubî, IV/194.

[102] Fahreddin er-Razi, et-Tefsirül-Kebîr, VÜI/213; Mûsî Tefsiri, IV747.

[103] Taberî, Camiü'l-Beyan.

[104] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/335-339.

3-Al-i İmran Suresi Meali Tefsiri Oku-1.Bölüm: Tevhid Ve Kitabın İndirilişi-Kur'an-ı Kerim'de Muhkem Ve Müteşabih Rating: 4.5 Diposkan Oleh: Blogger

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder