Güncel Duyuru: Öğrencilerimizin dikkatine ! Ücretsiz TEMEL ARAPÇA SARF&NAHİV derslerimizi Eklemeye başladık 1-13.Derse kadar Tamam(Elhamdü lillah) Tıkla Ders Sayfasına Git Tags:Online Arapça Dersleri Video,İslami ilimler Video Dersleri,İlahiyat Önlisans Arapça Video Dersleri,İlahiyat Arapça Video Dersleri,İmam Hatip Arapça Dersleri Video,İlitam Arapça Video Dersleri,Tefsir Dersleri Video,Hadis Dersleri Video,Fıkıh Dersleri Video,Arapça Dershaneniz,Kur'an,Sünnet,Arapça dersleri,tefsir oku,hadis,oku,Kuran meali oku,arapça öğreniyorum,arapça dilbilgisi video,arapça nahiv video,arapça sarf dersleri video,islami sohbetler

2-Bakara Suresi Meali Tefsiri Oku-3.Bölüm: Hacca Dair Diğer Hükümler-İnsanın Münafık Ya Da İhlâslı Olması-İslam'ı Kabule, Hükümlerine Tabi Olmaya Davet Ve Bu Davete Muhalefet Edenin Cezası

Hacca Dair Diğer Hükümler

198- Rabbinizden rızık istemenizde si­ze bir günah yoktur. Arafat'tan hep birlikte geri döndüğünüz zaman Meş'ar-ı Haram'da Allah'ı zikredin. O sizi hidayete ulaştırdığı gibi siz de O'nu anın. Daha evvel gerçekten sapık­lardandınız.

199- Sonra siz de insanların döndüğü yerden birlikte dönün. Allah'tan mağfi­ret dileyin. Muhakkak, Allah gafurdur, rahimdir.

200- Menasikinizi bitirince babalarını­zı andığınız gibi, hatta daha kuvvetli bir şekilde Allah'ı hatırlayın. İnsanlar­dan bazıları: "Rabbimiz bize dünyada ver." der. Ahirette ise nasibi yoktur onun.

201- Onlardan bazısı da: "Rabbimiz bi­ze dünyada bir iyilik ver, ahirette de bir iyilik ver ve bizi o ateş azabından koru." der.

202- İşte, onların, kazandıklarından bir payları vardır. Allah hesabı pek çabuk görendir.

203- Bir de sayılı günlerde Allah'ı zik­redin. İki günde acele eden veya geri­de kalan kimseler için günah yoktur. Bu, takvalı hareket eden kimse içindir. Allah'tan korkun ve muhakkak O'nun huzurunda haşrolunacağınızı bilin.



Nüzul Sebebi


198. ayet-i kerimenin nüzulü ile ilgili olarak Buharî' nin rivayetine göre İbni Abbas şöyle demektedir: "Ukaz, Micenne ve Zu'1-mecaz cahiliye dönemin­deki pazar günleri idi. Hac mevsimlerinde ticaret yapmanın günah olacağından korktular. O bakımdan Resulullah (s.a)'a bu hususa dair soru sordular. Bunun üzerine: "Rabbinizden" hac mevsiminde "rızık istemenizde size bir günah yok­tur." ayeti kerimesi nazil oldu.

Ahmed, İbni Ebu Hatim, İbni Cerîr et-Taberî, Hakim ve başkaları ise deği­şik rivayet yolları ile Ebu Umame et-Teymî'nin şöyle dediğini rivayet etmekte­dirler: "İbni Ömer'e dedim ki: 'Bizler (hacılara binek) kiralıyoruz. Bizim haccet­memiz sözkonusu olur mu?' İbni Ömer şöyle dedi: 'Bir adam Resulullah (s.a)'ın yanına geldi ve senin bana sorduğun hususu ona sordu. Hz. Peygamber (a.s.) ona cevap vermedi. Nihayet Hz. Cebrail onu: "Rabbinizden rızık istemenizde si­ze bir günah yoktur." ayetini indirdi. Resulullah (s.a) onu çağırttı ve: "Sizler hac etmiş olursunuz." diye buyurdu."

199. ayetin nüzulü ile ilgili olarak da İbni Cerir et-Taberî, İbni Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Araplar Arafat'ta, Kureyşliler ise Müzdeli-fe'de vakfe yapıyorlardı. Bunun üzerine Allahu Teâlâ 'Sonra siz de insanların döndüğü yerden birlikte dönün.' buyruğunu indirdi."

200. ayet-i kerimenin nüzul sebebi ile ilgili olarak İbni Ebi Hatim de İbni Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Cahiliye halkı hac mevsiminde vakfe yapar ve kalkıp: Benim babam yemek yedirir, başkalarının borcunu yük­lenir, diyetlerini üzerine alırdı, derlerdi, böylelikle onlar babalarının yaptıkları işlerden başkasından bahsetmezledi. Bunun üzerine Allahu Teâlâ: "menasiki-nizi bitirince... Allah'ı anın." buyruğunu indirdi.

İbni Cerîr'in de rivayetine göre Mücahid şöyle demiştir: "Cahiliye Arapları hac menasiklerini bitirdikleri vakit cemrenin yanında durur, cahiliye dönemin­deki atalarını sözkonusu eder, babalarının yaptıklarını dile getirirlerdi. İşte bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu. Hatta onlardan bazıları: 'Allah'ım babamın çadırı büyük, kazanı da büyüktü, malı pek çoktu. Ona verdiğinin ben­zerini bana da ver" Bunun üzerine cahiliye günlerinde babalarını anmaya gös­terdikleri bağlılıktan daha ileri bir şekilde Allah'ı anmaya kendilerini mecbur etmeleri için bu ayet-i kerime nazil oldu."

200. ayet-i kerime ile ilgili bir diğer nüzul sebebi ile 200 ve 201. ayetin nü­zul sebebi ile ilgili olarak İbn Ebi Hatim, İbn Abbas'ın şöyle dediğini rivayet et­mektedir: "Bedevi Araplardan bir topluluk vakfe yapacakları yere gelir ve: 'Al-lahım, bu yıl yağmuru bol, ürünü çok, dostluk ve güzellik yılı olsun.' [1] deyip ahirete dair hiç bir şeyi sözkonusu etmezlerdi. Allahu Teâlâ da onlar hakkında: "İnsanlardan bazıları: 'Rabbimiz bize dünyada ver.' der. Ahirette ise onun bir nasibi yoktur." buyruğunu indirdi. Müminlerden bir başka grup da gelir: "Rabbimiz bize dünyada da, ahirette de bir iyilik ver ve bizi ateş azabından koru... Allah hesabı pek çabuk görendir." derlerdi. [2]



Açıklaması


Hac esnasında alışveriş yapmanızda, bineği kiralamak suretiyle helâl rı­zık talebinde bulunmanızda -bizzat gözetilen temel maksat bu olmadıkça- sizin için bir günah yoktur. Bu gibi şeyler ancak ibadete bağlı bir maksat olarak ya­pılabilir. Çünkü rızık talebi, haccm güzel maksadının gözetilmesiyle beraber yine bir ibadettir. Bununla birlikte hac mensikini eda etmek için başka bir şey­le uğraşmamak daha faziletli ve daha mükemmeldir. Çünkü Allahu Teâlâ: "On­lar, Allah'a ancak dinlerini halis kılan kimseler olarak ibadet etmekle emrolun-dular." (Beyyine, 5/98) diye buyurmaktadır.

Hacda ticaretin mubah olması için şu da şarttır: Ticaret, itaatin eksikliği­ne sebep olmamalı, ve ticaret yapan kimseyi hac amellerinden alıkoymamalı-dır. Bundan dolayı Hz. Peygamber: "Hac Arafe'dir." [3] hadisi dolayısıyla haccın en önemli rükünlerinden birisi olan Arafat'ta vakfede bulunduktan ve Ara­fat'tan Allahu Teâlâ kalabalıklar halinde ayrıldıktan sonra, kendisini zikredip anmayı emretmektedir. Bu yüzden hacceden bir kimsenin Müzdelife'ye doğru yola koyulup orada gecelediği vakit, Meş'ar-i Haram'ın yanında telbiye, tehlil, dua, hamd ve sena ile Allahu Teâlâ'yı zikretmesi görevidir. Bu mübarek yerde Allah'ı bu şekilde anmamasından korkulması sebebiyle ondan Aflahu Teâlâ'yı zikretmesi talebinde bulunulmuştur. Meş'ar-i Haram imamın (hac emirinin) üzerinde durduğu dağın (tepenin) adıdır. Rivayet edildiğine göre Resulullah (s.a.) Müzdelife'de sabah namazını kıldıktan sonra devesine bindi ve Meş'ar-i Haram'a kadar geldi, orada dua etti, tekbir ve tehlil getirdi. Güneş ortalığı iyi­ce aydınlatıncaya kadar vakfesini devam ettirdi. İbn Abbas'tan rivayet edildiği­ne göre o insanlara bakmış ve: "Bu gece insanlar uyumazlardı." demiştir.

Daha sonra Allahu Teâlâ, zikretme şeklini beyan ederek: Size ne şekilde zikredeceğini öğrettiği gibi siz de O'nu anınız. Bu zikir; tazarru, ihlas, kalbî bir yöneliş, huşu ve Allah'a karşı huzurlu bir kalp ile yapılmalıdır. İşte güzel bir şekilde yapılan zikir budur. O, size güzel bir şekilde hidayet verdiği gibi, siz de O'nu güzel olarak anın. Halbuki size hidayet verilmeden sizler akide ve ameli­niz itibarıyla haktan sapmış kimselerdiniz. Çünkü putlara, heykellere tapıyor, sizleri Allah'a yakmlaştırsmlar diye onları Allah nezdinde aracılar veya şefaat­çiler ediniyordunuz.

Daha sonra ayet-i kerime Kureyşliler ile diğer bazı kabilelere; bütün in­sanlar oradan ifâde edip ayrıldıkları ve vakfe yaptıkları gibi, Arafat'ta ifâda yapmalarını emretmektedir. Halbuki onlar bu ayet-i kerimeden önce başkaları­na karşı üstünlük taslayarak Müzdelife'de vakfe yapıyorlardı. Buharî ve Müs­lim' in rivayet ettiğine göre Kinane, Cedîne ve Kayslılar ve onların dinini takip eden el-Hums [4] diye anılanlar, cahiliye döneminde sair Araplarla Arafat'ta vakfe yapmayı kendilerine yediremeyerek Müzdelife'de vakfe yapıyorlardı.

İslâm'da eşitlik ilkesini gerçekleştirmek, ayrıcalıkları bir kenara atmak için Allah Teâlâ Arafat'ta bütün Müslümanlarla birlikte vakfe yapmasını Pey­gamberine emretmekte ve Kureyşlilerin davranışını iptal etmek üzere de Ara­fat'tan ifâda etmelerini emir buyurmaktadır.

Haccm amelleri pek çok olup herhangi bir kusurdan uzak kalması pek zor olduğundan dolayı, Allahu Teâlâ onlara mağfiret dilemelerini emretmektedir. Allahu Teâlâ, samimi bir tevbe ile birlikte kendisinden mağfiret ve rahmet is­teyen kimseye mağfiret ve rahmetini çok geniş olarak verir.

Allahu Teâlâ daha sonra bir başka cahili adeti de ortadan kaldırmaktadır. Bu ise, ataların şerefli konumlan ile karşılıklı iftihar etmek âdetidir. Çünkü Araplar Mina'da mescit ile tepe arasında hac işlerini bitirdikten sonra -nüzul sebeplerinde açıkladığımız gibi- vakfe yapıyorlardı. Nitekim İbni Abbas'tan ge­len şu rivayet de bunu tekit etmektedir: "Araplar haclarını bitirdikten sonra onlardan herhangi birisi atalarının cömertlik, hamaset, akrabalık bağlarını gö­zetmek gibi önemli günlerini sayıp döker, burada şiirler okurlardı. Allahu Te­âlâ onlara İslâm nimetini ihsan buyurunca atalarını andıkları gibi, Allah'ı zik­retmelerini onlara emir buyurdu."

el-Kaffâl'ın rivayetine göre İbni Ömer şöyle buyurmuştur: "Fetih günü Resulullah (s.a), el-Kasva adındaki devesi üzerinde tavaf yaptı. Elindeki asası ile Hacer-i Esved-i istilam (okşamak, öpmek, sevmek, el sürmek) ediyordu. Da­ha sonra Allah'a hamdü senada bulundu ve şöyle dedi:

"Şimdi ey insanlar! Şüphesiz ki Allah, sizden cahiliye hamiyetini ve çözü­lüşünü gidermiştir. Ey insanlar! İnsanlar ancak iki türlüdür: (Birincisi) İyi, takva sahibi ve Allah katında değerli, ikincisi ise günahkâr, bedbaht ve Allah katında değersiz bir kimsedir." Daha sonra Yüce Allah'ın: "Ey insanlar! Şüphe­siz ki biz, sizleri bir erkekle bir dişiden yarattık. Sonra da birbirlerinizle tanı-şasınız diye sizleri cemiyetler (milletler) ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Al­lah katında en değerliniz, en takvâlı olanınızdır..." (Hucurat, 49/13) ayetini okudu.

Yine Peygamber (s.a) Veda haccmda teşrik günlerinin ikincisinde bir hut­be irad etti ve bu hutbesinde Arapları övünmeleri terketmeye yöneltti ve şöyle buyurdu: "Ey insanlar! Şüphesiz ki sizin Rabbiniz birdir ve muhakkak atanız da birdir. Arap olan bir kimsenin Arap olmayana, Arap olmayan bir kimsenin Arap olana, kırmızının siyaha, siyahın kırmızıya -takva yönünden hariç- bir üstünlüğünün olmadığını bilin. "Tebliğ ettim mi?" deyince hazır bulunanlar: "Resulullah (s.a.)'a "evet, tebliğ ettin", dediler.

Böyle bir adetin ortadan kaldırılması Allahu Teâlâ'nın çokça zikredilmesi emredilerek gerçekleştirilmiştir. Tıpkı onların daha önce atalarını ve onların övünülecek durumlarını sözkonusu ettikleri gibi. Hatta onların atalarını anma­larından da daha ileri derecede Allah'ı anmaları istenmektedir.

Daha sonra Resulullah (a.s) en güzel olan hali takınıp diğerlerini terket-mek üzere dua esnasında zikreden insanların durumlarını hatırlatmakta ve şöyle buyurmaktadır: "Hacda insanlar iki türlüdür: Kimisi dualarını yalnızca dünya ile ilgili hususlara hasreder, dünyanın hayırlarının arttırılmasını ister, ahirete dair bir şey söylemez. Adeta ahiret onun hatırından geçmez, ahiretin hiç bir şeyine de önem vermez gibi davranır. Böyle bir kimse; makam, mevki, zenginlik, düşmanlara karşı zafer ve buna benzer dünyevî şeyler ister. Bu gibi kimselerin Allah'ın takva sahipleri için hazırlamış olduğu rıza ve cennetlerin­den ahirette herhangi bir paylan yoktur.

Diğer bir grup ise, hem dünya hem de ahiretin iyiliğini istemeye özen gös­terir ve: 'Rabbimiz! Sen bize dünyada hoş ve mutlu, huzurlu bir hayat bağışla! Ahirette de razı olunacak mutlu ve huzurlu bir hayat ver.' der" Ahiretin de dünyanın da mutluluğunu talep etmek faydalı ve güzel amel işlemeye bağlıdır. Dünya, rızık yolunda çalışıp gayret etmeyi, güzel geçinip güzel davranmayı, iyi huy sahibi olmayı gerektirir. Ahiret ise ancak sahih iman ile elde edilebilir. İşte bu ikinci kısım, günahlardan ve cehennemde azab görmenin sebeplerinden uzak durmaya çokça gayret gösterir ve şöyle der: 'Rabbimiz, bizleri nefisleri­mizin arzularından koru. Doğu ile batıyı birbirinden uzaklaştırdığın gibi, bi­zimle günahlarımızın arasını da öylece uzaklaştır. Seni razı edecek işler yap­maya muvaffak kıl. Mümin, Allah'ın farzlarını yerine getirip masiyet ve mün-kerlerden uzak durup dünya ve ahiret mutluluğunu talep ettiği takdirde Alla­hu Teâlâ da her ikisinde (dünya ve ahirette) ona başarı ihsan eder.

Dünyadaki iyilik; sıhhat, güven, diğer insanlara muhtaç olmamak, salih evlat, salih zevce, düşmanlara karşı muzaffer olmaktır. Ahiretteki iyilik ise, se­vaba nail olmak ve azabtan da kurtulmaktır.

Allahu Teâlâ, daha sonra sadece dünyayı talep edenler ile hem dünya hem de ahireti birlikte talep eden bu iki kesime işarette bulunarak, her birisinin ta­lep ve duasından payının verileceğini beyan etmektedir. Bir görüşe göre Allahu Teâlâ: "İşte onların kazandıklarından bir payları vardır." buyruğu yalnızca ikinci kesime aittir. Çünkü Allahu Teâlâ birinci kesimin hükmünü: "Ahirette ise onun nasibi yoktur." buyruğu ile zikretmektedir. Durum her ne olursa olsun karşılığa nail olmak kazançtan başlar. Çünkü "kazandıklarından" buyruğun-daki "(min= dan" buyruğu gayenin başlangıcını ifade etmek içindir, bir kısmını ifade etmek için değildir. Kazanç ise kişinin ameli ile nail olduğu şey hakkında kullanılır. Allah ise hesabı çabucak görüverendir. Her kazanan kişiye amelinin karşılığını amelinin akabinde çok çabuk verir. Ahiretteki hesap her amel işle­yen kimsenin kendi ameline vakıf olması ile olur. Bu ise bir anda gerçekleşir. Rivayet edildiğine göre Allahu Teâlâ bütün insanları göz açıp kapayacak kadar bir zaman içinde hesaba çekecektir. Diğer bir rivayete göre dünya günlerinden yarım günlük bir sürede bunu gerçekleştirecektir. Kısacası: "Rabbimiz bize dünyada da ahirette de bir iyilik ver." ayeti, dünya ve ahiret adına yapılacak bütün talepleri ihtiva etmektedir. Hesabın gerçekleşmesi muhakkak olduğuna göre o, pek yakın ve pek çabuktur.

Bu ayet-i kerimeye benzer Allahu Teâlâ'nın şu buyrukları da vardır: "Kim bu dünyayı isterse biz de burada istediğimize dileyeceğimiz şeyi çabucak veririz. Sonra da ona cehennemi veririz. O, buraya kınanmış ve kovulmuş olarak boy­lar. Kim de mümin olarak ahireti diler ve bunun için çalışıp çabalarsa çalışma­larının karşılığı olarak mükâfat görür. Her birine Rabbinin bağışından art ar­da veririz. Rabbinin bağışı alıkonmuş değildir." (İsrâ, 17/18-20); "Kim ahiret ekinini isterse biz onun ekinini artırırız. Kim de dünya ekinini isterse biz kendi­sine ondan veririz. Ahirette ise onun hiç bir nasibi yoktur." (Şûra, 42/20).

Daha sonra Allahu Teâlâ Meş'ar-ı Haram'ın yanında; sözü geçen, kendisi­nin zikredilmesine dair emri verdikten sonra Mina günlerinde ve Mina günleri sonrasında menasikin eda edilmesi halinde zikredilmesini emretmekte ve: "Bir de sayılı günlerde Allah'ı zikredin." diye buyurmaktadır. Buradaki sözkonusu "sayılı günler" ise Zilhicce'nin 11, 12 ve 13. günleri olan Mina günleri veya Teş­rik günleridir. Bunlar Cemrelerin taşlandığı günlerdir. Bu günlerde hediye ve kurbanlıklar kesilir.

Bu günlerde Allah'ı zikretmek, namazın akabinde cemrelerin taşlanması esnasında ve kurbanlar kesilirken getirilen tehlil ve tekbir ile olur. Zikrin türü bakımından hacı olanlarla olmayanlar arasında fark yoktur. Şu kadar var ki, hacı olmayanlar Arefe günü de tekbir getirilir, hacılar ise telbiye getirirler. Ri­vayet yoluyla gelen tekbir şekli şöyledir: "Allahu ekber, Allahu ekber, Allahu ekber kebirâ" Hz. Ömer'den gelen rivayete göre ise o, (Hz. Muhammed (a.s.) Mina'da çadırında tekbir getirir, onun etrafında bulunanlar da onunla tekbir getirirlerdi. Hatta yolda bulunan insanlar da tekbir getirirlerdi. el-Fadl b. Ab-bas'tan da şöyle dediği rivayet edilmektedir: "Müzdelife'den Mina'ya kadar Resulullah (s.a.)'ın arkasında bineğinin üzerindeydim. Akabe Cemresine taş atıncaya kadar telbiyesini kesmedi."

Dikkat edilecek olursa bu surede hacda zikretme emri "sayılı günler" diye varid olmuştur. Hac suresinde ise "belli günlerde" diye varid olmuştur: "Ta ki onlar kendileri için birtakım menfaatlere tanık olsunlar, belirli günlerde de Al­lah'ın adını ansınlar." (Hacc, 22/28).

Bu bakımdan İmam Şafiî "belli günler" in Kurban bayramının birinci gü­nü sonuncuları olmak üzere; Zilhicce'nin ilk on günü olduğunu; "sayılı günler" in ise Nahr (Kurbanın birinci) gününden sonraki üç gün olduğu görüşündedir. Bunlar ise Teşrik günleridir. el-Kaffâl da Tefsiri'nde kaydettiği rivayet ile bu görüşü tekid etmektedir. Buna göre Resulullah (s.a.) bir münadiye şöyle nida etmesini emretmiştir: "Hac Arafe'dir. Her kim tanyerinin ağarmasından önce Müzdelife'ye gidilecek gece gelebilir ise, haccı idrak etmiş olur. Mina'nın günleri ise üçtür. Her kim iki günde acele ederse onun üzerine vebal yoktur." Sünen sa­hipleri de Abdurrahman b. Ya'mer'den şöyle dediğini rivayet etmektedirler: "Necid halkından bazı kimseler Resulullah (s.a)'ın yanma Arafe'de vakfede iken geldiler. Ona soru sordular. O da bir münadiye şöylece seslenmesini em­retti: "Hac Arafe'dir. Her kim Cem [5] gecesi (Müzdelife'nin diğer adıdır) tanyeri­nin ağarmasından önce gelirse (haccı) idrak etmiş olur. Mina günleri üç gün­dür. Her kim iki günde acele eder (ve Mina'dan ayrılırsa) onun üzerine vebal yoktur. Her kim geriye kalırsa onun üzerine de vebal yoktur." İmam Malik'in gö­rüşüne göre ise taş atma günleri "sayılı günler", kurban kesme günleri ise "bel­li günler" dir. Buna göre kurban kesme günü sayılı bir gün değil malum (belli) bir gündür. Ondan sonraki günler ise hem belli hem de sayılı günlerdir. Dör­düncü gün ise sayılır, fakat belli günlerden değildir.

"İki günde acele eden kimse..." ayetinin anlamı da şudur: Her kim üç gün­de yapılması istenenleri acele ederek iki günde yaparsa onun üzerine bir gü­nah yoktur. Her kim de acele edilebilir iznine binaen gecikirse onun üzerine de bir günah yoktur. O halde daha faziletli olan Mina'da kalmak ve orada üç gün üç gece geçirmektir. Bunu ise her gün zevalden sonra Cemrelere 21 taş atmak için yapar. Her bir Cemreye 7 taş atılır. Böylelikle Hz.İbrahim'in uygulamasına uyulmuş olur. Akabe cemresinin başka bir özelliği ise Kurban bayramının bi­rinci günü sadece oraya taş atılmasıdır. Mina'da Teşrik günlerinin birinci ve ikinci gecelerini geçirmek suretiyle ruhsatı seçmek de caizdir. Bundan sonra ise Mekke'ye gidilir. Kişi, eğer ikinci günü güneş batmcaya kadar Mina'dan ay­rılmayacak olursa, üçüncü gün zevalden önce veya sonra taş atıncaya kadar geceyi orada geçirir, sonra Mina'dan ayrılır. Ruhsat yolunu terketmekten dola­yı da onun için bir günah yoktur.

Acele ayrılmak veya sonraya kalmak ile ilgili bu hafifletme ve muhayyer bırakma, acele edenden de sonraya kalandan da günahın nefyedilmesi (yok edilmesi) veya bu mağfiret, Allah'tan korkan takva sahibi [6] ve O'nun yasakla­dıklarını terkeden, haccına zulüm ve günah bulaştırmayan kimseler içindir. Çünkü gerçek hacı budur. Zira bütün ibadetlerden maksat takvadır. Nitekim Allahu Teâlâ, şöyle buyurmaktadır: "Allah ancak takva sahibi olanlardan (amellerini) kabul eder." (Maide, 5/27). Takvanın gerçekleştirilmesi ise kalp ve dil ile Allah'ı zikretmek, bütün durumlarda onun gözetimi altında olduğunun şuuruna varmakla olur. Daha sonra Allahu Teâlâ takvalı olmayı emrederek: "Allah'tan korkun ve bilin ki muhakkak hepiniz O'nun huzurunda haşroluna-caksınız." diye buyurmaktadır. Yani hac menasikini eda ettiğiniz vakit ve bü­tün hallerde Allah'tan korkunuz demektir. Ardından takva emrini tekit etmek­te ve şöyle buyurmaktadır: Ve biliniz ki muhakkak sizler Kıyamet gününde amellerinizden dolayı hesaba çekilmek ve karşılıklarını görmek üzere diriltile­cek ve bir araya toplanacaksınız. Haşir ise cesetlerin çıkışından itibaren başlar ve hesap için huzurda beklemenin sonuna kadar devam eder. Güzel akıbet ise takva sahiplerinindir. Güzel akıbet, takvanın bir sonucudur. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: "İşte, bu cenneti biz, kullarımızdan takva sahibi olanlara mi­ras veririz." (Meryem, 19/63). Yine Allahu Teâlâ şöyle buyurmaktadır: "O gün kimse kimseye herhangi bir fayda sağlayamaz. O günde emir ve hüküm yalnız Allah'ındır." (İnfıtar, 82/19).

Amelleri dolayısıyla hesaba çekileceğini bilen bir kimse salih amel işleme­ye bakar, Rabbinden korkar. Allahu Teâlâ hakkındaki kendisinin anılması ve takva sahibi olunması emirlerini defalarca tekrarlamaktadır. Böylelikle ibadet­te önemli olanın nefsin ıslah edilmesi, hayrın işlenmesi, kötülük ve günahlar­dan uzak kalınması olduğu anlaşılmaktadır. Geleceğinde şüphe olmayan akı­bet hakkında zan veya şüpheye sahip olan kimse bazen iyi amel işler, bazen de iyi ameli terkeder.

Allahu Teâlâ Arafat'tan birinci defa ayrılmayı ve menasikin bitiminden sonra da ikinci defa ayrılmayı sözkonusu edince -ki bu ayrılma, insanların hac mevsiminden meşair ve vakfe yapılan yerlerde bir araya gelip toplanmaların­dan sonra geldikleri bölgelere ve sair yerlere dağılması ile olur- şöyle buyur­maktadır: "Allah'tan korkun ve bilin ki, muhakkak O'nun huzurunda haşrolu-nacaksınız." Nitekim bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "De ki: "Yeryü­züne sizi dağıtan O'dur. Sonra ise yalnız O'nun huzuruna toplanıp götürülecek­siniz." (Mülk, 67/24). [7]



İnsanın Münafık Ya Da İhlâslı Olması


204- İnsanlardan öylesi vardır ki, dün­ya hayatı hakkındaki sözü senin hoşu­na gider ve o kalbinde olana Allah'ı da şahit tutar. Halbuki o, düşmanların en yaman olanıdır.

205- O ayrılıp gitti mi yeryüzünde fesat çıkarmaya, ekini ve nesli yok etmeye çalışır. Allah ise fesadı sevmez.

206- Ona: "Allah'tan kork!" denildiği zaman, kibir kendisini günah işlemeye sürükler. İşte öylesine cehennem ye­ter. Gerçekten o ne fena yataktır!

207- İnsanlardan öylesi de vardır ki, Allah'ın rızasını arayarak nefsini sa­tar. Allah kullara çok merhametlidir.



Nüzul Sebebi


İbni Cerir'in, es-Süddî'den 204-206. ayetlerin nüzul sebebi ile ilgili olarak rivayetine göre: Sakifli el-Ahnes b. Şerîk [8] Resulullah (s.a.)'ın yanma geldi, müslüman olduğunu açıkladı ve daha sonra oradan ayrıldı. Müslümanlara ait bir ekin ve eşeklerin yanından geçti. Ekini yaktı ve eşekleri de öldürdü. Bunun üzerine Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi indirdi.

el-Hâris b. Ebi Üsame'nin Müsned'inde ve İbni Ebi Hatim'in rivayetine gö­re Said b. el-Müseyyeb de şöyle demiştir: Suheyb er-Rûmî hicret edip Peygam­ber (s.a.)'in yanına gitmek üzere yola koyuldu. Kureyşliler onun arkasından ge­liyorlardı. Bineğinden indi ve torbasmdaki okları çıkartıp şöyle dedi: Ey Ku­reyşliler! Biliyorsunuz ki ben aranızda en iyi ok atan bir kimseyim. Allah'a ye­min ederim ki torbamda bulunan bütün okları atıncaya kadar yanıma yaklaşa­mayacaksınız. Sonra da sizinle kılıcımla elimde ondan bir parça kaldığı sürece çarpışacağım. Daha sonra da istediğinizi yaparsınız. Ama isterseniz size Mek­ke'de malımın nerede olduğunu söyliyeyim siz de benim serbestçe gitmeme izin verin. Onlar: Olur, dediler. Suhayb Resulullah (s.a.)'m yanma Medine'ye gelin­ce Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Yahya'nın babası! Ne kârlı bir alışveriş, ne kârlı bir alışveriş." Bunun üzerine: "İnsanlardan öylesi de vardır ki, Allah'ın rı­zasını arayarak nefsini satar..." ayeti nazil oldu. [9]



Açıklaması


Bazı insanların söyledikleri sözleri beğenir, üslubu ve açıklaması hoşunuza gider. Fakat gerçekte o bir münafıktır. Hakikati dile getirmemekte içinde gizledi­ğinden başkasını ilan etmekte, yapmadığı şeyleri söylemektedir. Bununla fani dünyadan bazı şeyler elde etmek istemektedir. Allah adına yemin ederek doğru olduğunu söylemesi ise, onunla ilgili yanlış kanaatleri daha bir arttırır ve başka­larını daha çok saptırır. Ve der ki: Allah bunu bilir, benim doğru söylediğime de tanıktır. Gerçekte böyle bir kimse güçlü bir tartışmacı, cedelcidir. İnsanları açıkladıkları şeyler ile aldatır, müslümanlara düşmanlığı da ileri derecededir. İşte bu üç haslet (güzel söz, doğru söylediğine dair Allah'ı şahid tutmak ve tartışma gü­cü) nüzul sebebinde de açıkladığımız gibi, el-Ahnes b. Şerîk'de toplanmıştı.

Aslında bu gibi kişilerin gerçek yüzleri çabucak ortaya çıkar. Bu kimsenin gözden uzak kaldığı vakitlerde, söylediğinin zıddı bir durumda olduğu görülür. Yeryüzünde fesat çıkartmaya çalışır, ekini helak eder, neslin kökünü kazımaya çalışır. Bunu da kötülüğü enreden nefsi arzularını razı etmek, heva ve şehvet­lerine bağlı kalmak, hakir dünyevi maksatlarını üstün tutmak üzere yapar. Şa­nı Yüce Allah ise fesada razı olmaz, fesat çıkartanları da sevmez. O şekil ve sözlere bakmaz, O ancak kalplere ve amellere bakar.

Herhangi bir kimse böylesine öğüt verdiği ve ona: Allah'tan kork! dediği takdirde cahili hamiyet duygusu ile şeytanî bir tekebbür onu, günah ve haram işlemeye iter. Çünkü böyle bir kimse salahtan ve ıslah edicilerden nefret eder. Buna cehennem azabı yeterlidir. Barınacağı yer ve onun döşeği odur. Dünyada kötü ameli, insanları aldatması, durumu ve sözlerindeki aldatıcüığı sebebiyle onun varacağı bu döşek ne kötüdür! Şanı Yüce Allah bir başka yerde şöyle bu­yurmaktadır: "Eğer biz dilesek onları sana elbette gösteririz. Sen de onları mu­hakkak simalarından tanırsın. Sen onları söyleyişlerinden de bilirsin. Allah amellerinizi bilir." (Muhammed, 47/30).

İkinci tür insan ise, Allah'ın rızası uğrunda kendisini satan bir gruptur. Bunların Allah yolunda hak ve adaleti gerçekleştirmek için cihad ettikleri, ma­rufu emredip münkerden nehyettikleri, salih amelleri ve hak sözleri araştırıp durdukları görülür. Bunların özü sözü birdir, ihlâslı kimselerdirler. Bunların iki yüzü yahut iki farklı dili yoktur. Dünyayı Rablerinin katında bulunan güzel mükâfata tercih etmezler. Allah insanlara karşı pek şefkatlidir. O bakımdan pek az amele karşılık ebedî ve kalıcı nimetlerle onları mükâfatlandırır, takatle­rinin üstündeki işlerde onları mükellef tutmaz. Geniş rahmet, ihsan ve lütfunu onlara yayar. Şayet bu böyle olmasaydı bu fesatçıların şerri yeryüzünde üstün gelir ve nihayet orada salah namına bir şey kalmazdı: "Eğer Allah insanların bir kısmını diğer bir kısmı ile önleyip defetmeseydi, yeryüzü muhakkak fesada uğrardı." (Bakara, 2/251). [10]



İslam'ı Kabule, Hükümlerine Tabi Olmaya Davet Ve Bu Davete Muhalefet Edenin Cezası


208- Ey iman edenler! Hep birden Silm'e girin. Şeytanın adımlarına uy­mayın gerçekten o sizin için apaçık bir düşmandır.

209- Size apaçık deliller geldikten son­ra kayarsanız, bilin ki şüphesiz Allah, Aziz'dir, Hakîm'dir.

210- Onlar buluttan gölgeler içinde Al­lah'ın ve meleklerin kendilerine geli­vermesinden ve işlerin bitiriliverme-sinden başkasını mı bekliyorlar? Bü­tün işler Allah'a döndürülür.

211- İsrailoğulları'na sor, Biz onlara ne kadar açık ayetler verdik?! Kim Al­lah'ın nimetini kendisine geldikten sonra değiştirirse şüphesiz Allah ceza­sı pek şiddetli olandır.

212- Dünya hayatı kâfirlere pek süslü gösterilmiştir. Ve müminlerle alay edi­yorlar. Halbuki o takva sahipleri Kıya­met gününde onların üstündedirler. Allah dilediğine hesapsız rızık verir.



Nüzul Sebebi


208. ayet-i kerime Abdullah b. Selâm ve onun Yahudi arkadaşları hakkın­da nazil olmuştur. Bunlar İslâm'ı kabul ettikten sonra da Cumartesi gününü tazim etmeye ve develerinden uzak durmaya devam ettiler ve dediler ki: Ey Allah'ın Rasulü, Cumartesi bizim tazim ettiğimiz bir gündür. Bize o günde tatil yapmaya müsaade et. Tevrat da Allah'ın kitabıdır. Bize izin ver de geceleyin namazlarımızda Tevrat'ı okuyalım. Bunun üzerine, "Ey iman edenler! Hep bir­den Silm'e girin." ayet-i kerimesi nazil oldu. Bu İbni Cerîr'in İkrime'den naklet­tiği rivayettir.

Atâ ise İbni Abbas'tan şunu rivayet etmektedir: Bu ayet-i kerime Abdullah b. Selâm ve arkadaşları hakkında nazil olmuştur. Resulullah (s.a.)'a iman edin­ce hem onun şeriatine hem de Musa'nın şeriatına iman ettiler. Cumartesi gü­nünü tazim ettiler, deve etlerinden, sütlerinden İslam'a girdikten sonra da uzak durdular. Müslümanlar onların bu durumlarına tepki gösterdi. Onlar da: Biz hem bunun, hem de ötekinin yükümlülükleri altından kalkabilecek güce sahibiz, dediler. Peygambere de şöyle dediler: Tevrat Allah'ın kitabıdır, bize izin ver de Tevrat gereğince amel edelim. Bunun üzerine Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi inzal buyurdu. [11]


Açıklaması


Ey Kitab Ehli arasından iman edenler! Her hususta Allah'a itaatle bağla­nın ve bütünüyle İslama girin. İslamı bütünüyle alın, ona başka şeyleri karış­tırmayın. İslamın size emretmiş olduğu usul, fürû' ve hükümlerin gereğini topluca yerine getirin. Herhangi bir parçalama yahut dilediğinizi seçme yoluna gitmeyin.[12] Meselâ, namaz ve orucu yerine getirirken zekât ve hadleri terke-dip şarap içmek, faiz almak, zina etmek ve -şimdilerde gördüğümüz- diğer ay­kırı davranış ve durumlara sapmayın.

İslam birliğini, müslümanların da söz ve kanaat birliğini koruyunuz. Tıp­kı Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi, "Allah'ın ipine hep birlikte sımsıkı sarılın ve ayrılmayın..." '(Ali İmrân, 3/103). Anlaşmazlıktan ve ihtilâfa düşmek­ten sakınınız. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Anlaşmazlığa düşme­yiniz, sonra darmadağın olursunuz ve gücünüz kaybolur, gider." (Enfâl, 8/46). Hz. Peygamber ve Veda Haccı hutbesinde şöyle buyurmuştur: "Benden sonra birbirinizin boynunu vuran kâfirler olarak gerisin geri dönmeyiniz."

Dinde tefrikaya düşmeyin, ayrılık ve anlaşmazlık hususunda şeytanın hi­lelerine kapılmayın. Şeytan türlü menfaat ve faydaları insanlara güzel göste­rir. Kişiyi hak ve hidayetten alıkoyar, cemaat arasına tefrika düşürür. Apaçık deliller kendilerine geldikten sonra yine de ihtilâfa düşen Kitaplarını tahrif edip değiştiren, eksiltip artıran ve böylelikle birlikleri darmadağın olan ve Al­lah tarafından düşmanları kendilerine musallat kılman Kitap Ehli'nin duru­muna düşmeyin.

Şeytanın adımlarını izlemekten sakındırılmamızın sebebi ise, onun düş­manlığı apaçık ve uzlaşmaz bir düşman oluşundandır. Onun bütün daveti sa­pıklık ve batılın ta kendisidir.

Daha sonra Yüce Allah, dosdoğru yoldan sapanları tehdit etmekte ve: Eğer siz haktan sapıp Allah'ın dosdoğru yolu olan İslam'dan uzaklaşacak olur iseniz -apaçık ayetler, kesin ve net deliller size geldikten sonra böyle yapar ve şeytanın yolunda o anlaşmazlık, ihtilaf ve tefrika yolunda gidecek olursanız-şunu biliniz ki şüphesiz Allah, yenik düşürülemeyen Aziz'dir yahut O, emrini yerine getiren Gâlib'dir. Sizden intikam almaktan O'nu hiç bir şey acze düşüre­mez. O sanatında hikmeti sonsuzdur. Günahkârı ihmal etmez, dünyada da ahi-rette de onu cezalandırır ve sorumlu tutar.

İşte bütün fertler hakkında da hüküm böyledir. Eğer dosdoğru yola bağlı kalmaz ve güzel ahlâktan mamul sapasağlam bir zırhın içerisine girip korun­maz, Allah'ın şeriatını kısmen veya tamamen ihmal ederlerse, dünyada da ahi-rette de asla onlara başarı ihsan edilmez.

Daha sonra Yüce Allah tehditlerini daha da arttırmakta ve bu arada şöyle bir soru ortaya koymaktadır: Muhammed (s.a.)'in daveti apaçık delil ve göz ka­maştırıcı bu hallerle ispat edildikten sonra, Muhammed (s.a.)'in davetini ya­lanlayan bu yalanlayıcılar hâlâ neyi beklemektedirler? Bunlar Allah'ın emrinin dışına çıkan kimselerdir. Acaba bunların bekledikleri Allah'ın kendilerine va-detmiş olduğu buluttan gölgeler içerisinde gelişinden başka bir şey midir? On­lar bu buluttan hayır beklerken ibretli bir ceza olmak üzere onlara azap gele­cektir ve yine onlar meleklerin gelip Allah'ın takdir edip haklarında murad et­miş olduğu şeyleri yerine getirmesinden başkasını mı bekliyorlar? Bu ise Al­lah'ın hükmettiği ve kesinliğe kavuşturduğu bir emridir. Ondan kaçış yoktur. Sonunda bütün işler kıyamet gününde Allah'a döndürülecektir. O herşeyi hük­mettiği yerli yerine koyacaktır. O bütün mahlıikatı başlatan İlk'tir, bütün işle­rin kendisine döneceği de Ahir'dir.

Rahmet getirdiği sanılan ve hayır umulan bulut içerisinde azabın indiriliş hikmeti ise, daha önce herhangi bir uyarı söz konusu olmaksızın, ansızın azabı indirmektir. Bir başka ayet-i kerimede olduğu gibi: "Ve o günde gökyüzü bulut­la yarılıp meleklerde indirildikçe indirilir." (Furkan, 25/25).

İşte bu mümin kimseye tevbe etmek ve durumunu düzeltmek hususunda elini çabuk tutması için bir işarettir ki, azab ansızın gelip ona çatmasın, far­kında olmadan, bilmeden azab gelip onu bulmasın. Eğer Kıyamet ansızın gelip ona çatmayacak olsa bile, ölüm ansızın gelip onu bulur yahut salih amel işle­mekten kendisini aciz bırakacak bir hastalık. Bir başka ayet-i kerimede buyurulduğu gibi: "Size azab gelmezden önce Rabbinize dönün ve O'na teslim olun­maz. Haberiniz yokken ansızın size azab gelmezden önce Rabbinizden size indi­rilenin en güzeline uyun." (Zümer, 39/54-55)

Daha sonra ayetler İsrailoğulları ile Peygamberlerinin vasıtasıyla ortaya çıkmış pek çok mucizeler hakkında diyalog ve tartışma yolunu açmaktadır. Ta ki bu, benzeri ayetler yahut mucizeler üzerinde yükselen son peygamberin ri-saletine iman etmeye onları itsin. İşte bu doğrultuda şöyle buyurmaktadır:

Ya Muhammed! İsrailoğulları'na şerefli rasulleri vasıtasıyla gerçekleşmiş pek çok ayetler, mucizeler hakkında soru sor. Musa ve İsa (ikisine de selâm ol­sun) peygamberlerin gösterdikleri mucizeler gibi senin doğruluğuna delalet eden mucizeler de gelmiştir. Bu mucizeler kişinin peygamberleri tasdik etmeye ve rahat bir kalple onları kabul etmeye götürür. Acaba onlar öğüt alırlar mı, düşünürler mi, hakkı inkâr ve tuğyan etmekten vaz geçerler mi? Şayet vazgeç­meyecek olurlarsa geçmişlerinin basma gelen ibretli azabın bir benzeri onlara da gelir.

Daha sonra Yüce Allah, Allah'ın sünnetlerini değiştiren herkesi tehdit ederek şöyle buyurmaktadır: Kim Allah'ın nimetlerini kendisine ulaşıp onları bilip tanıdıktan sonra değiştirir, bu nimetleri sapıklığının küfür ve isyanının sebepleri haline dönüştürürse o kimseye çetin bir azab, katî bir ikab ve kaçınıl­maz bir ceza vardır. Allah'ın sözü geçen nimetleri ise hakkı, hayrı ve hidayeti gösteren delil ve belgelerdir. Bu nimetleri değiştirmenin azaba sebep oluşunun nedenleri Allah'ın adalet ve insaf üzere kurulu sünnetlerinin bir parçası oluşu­dur. Böylelikle iyilik yapan ile kötülük yapanı birbirinden ayırdeder. Allah mu­halefet eden, kötülük eden kimseye cezası çetin olandır, itaat edip güzel amel işleyene karşı da şefkatli ve rahîmdir.

Fakat inkarcı kâfirlerin tabiatı ileri derecede dünya sevgisi, bu sevginin gözlerinde güzel görünmesi ve dünya sevgisinin kalplerinde iyice yer etmesi üzerinde yükselir. O kadar ki bu dünyaya ve dünyanın güzellik ve süslerine kendilerini kaptırır, dünyayı her şeye tercih eder; Allah'ın katındaki pek çok ebedi nimete bile. Çünkü onlar ahirete samimi olarak iman etmemektedirler. Diğer taraftan da hatırlarına her nasılsa gelip yer etmiş yalan tevil, vehim ve emellere tabi olurlar.

Onların müminlerle alay ettiklerini, İbni Mes'ud, Ammâr ve Suhayb gibi müminlerin fakirlerini alay konusu edindikleri görürsün. Diğer taraftan bu gibi kimselerin dünya lezzetlerini nasıl terkedip de ibadetlerle kendilerine azab et­tiklerine akü erdiremiyor, hayret ediyorlar. Nitekim zenginlerin de nimetler içe­risinde yüzmeyi bırakıp akidelerini tashih etmekle, amellerini ıslah etmekle, er­demli ahlâki güzelliklere bezenmekle ölümden sonrası için hazırlanmalarını da hayretle karşılarlar. Onların takındıkları tavır yahut bakış açılan ruhanîliğin herhangi bir etkisi bulunmayan katıksız maddî bir tavır ile özetlenebilir.

Daha sonra Yüce Allah lezzetleri ve dünyalıkları içerisinde yakin ve iman ehli müslümanlardan daha hayırlı olduklarını zanneden bu alaycılara şöylece cevap vermektedir:

Belli bir süre bir takım kâfirler bir takım müminlere mal yahut makam ve mevki veya güç ve saltanat, pek çok yardımcı ve tabileriyle üstünlük sağlamış olsalar dahi, takva sahipleri rütbeleri itibariyle ahirette onlardan daha üstün olacaktır. Müminler A'lâ-yı İlliyîn'de kâfirler ise Esfel-i Sâfilîn'de olacaktır. Ni­tekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "İşte kullarımızdan takva sahibi olan­lara miras olarak verdiğimiz cennet budur." (Meryem, 19/63).

Zemahşerî "Müminlerle" diye buyurulduktan sonra "halbuki takva sahip­leri" diye buyuruluş sebebini şöyle izah ediyor: Böylelikle O kendi nezdinde an­cak takva sahibi olan müminin mutlu olacağını göstermek istemekte ve bunun müminleri takvaya teşvik etmesini dilemektedir. [13]

İşte ahirette üstün tutulan ebedi mükâfat budur. Dünyaya gelince; orada­ki üstünlük ebedî değildir, geçicidir. Hatta hakikatte o aşağılık bir şeydir. Kıt akıllı yahut meseleleri tam kavrayamayan kimseler ona aldanır. Şayet dünya, Allah'ın nezdinde bir sivrisinek kanadı kadar bir değer taşısaydı, Allah oradaki hiç bir kâfire bir yudum su dahi içirmezdi.

Şanı Yüce Allah lütfundan dilediğini nzıklandırır; fasık ve kâfir bir kimse olsa bile. O dilediğinin rızkını genişletir yahut azaltır; mümin ve itaatkâr bir kimse olsa bile. Dünyada ve ahirette ise O rızkı yine çok, pek çok verir. Hadis-i şerifte nitekim şöyle denilmektedir: "Ey Ademoğlu! Sen infak et, ben de sana infak edeyim." [14] Resulullah (s.a.) da şöyle buyurmaktadır: "Ey Bilal infak et! Arş sahibi olan Allah'ın azaltacağından korkma!" [15] Yüce Allah da şöyle bu­yurmaktadır: "Her ne infak ederseniz Allah onun halefini (yerine geçecek şeyi) verir. O rızık verenlerin hayırlısıdır." (Sebe', 34/39). Buna göre 212. ayet-i keri­mede geçen "hesap" kelimesinin iki anlamı vardır: Birisi herhangi bir takdir söz konusu olmaksızın miktar veya genişlikten az vermemek ve daraltmamak-tan kinaye. Nitekim: Filan kişi hesapsız olarak infak ediyor, demenin anlamı pek çok infak ediyor, şeklindedir.

Kur'an-ı Kerim'deki bu ayet-i kerimenin anlamı Yüce Allah'ın şu buyruk­larını da andırmaktadır: "Kim bu çabucak geçeni (dünyayı) isterse biz de bura­da dilediğimize dilediğimiz şeyi çabucak veririz. Sonra da ona cehennemi veri­riz. O da burayı kınanmış ve kovulmuş olarak boylar. Kim de mümin olarak ahireti diler ve bunun için de gereği gibi çalışırsa işte onların bu çalışmaları (Allah katında) makbul olur. Her birine, onlara da bunlara da Rabbinin bağı­şından ard arda veririz. Rabbinin bağışı alıkonmuş değildir. Bir bak! Onların kimini kiminden nasıl üstün kıldığımıza! Elbetteki ahiret derece farkları itiba­riyle daha da büyüktür, üstün kılmak bakımından da daha büyüktür." (İsrâ, 17/18-21). Dikkat edilecek olursa dünya rızkı için çalışma şartı koşulmamakta-dır. Çünkü bazen miras, hibe, vasiyet, hazine yahut sahip olduğu akar ve tica­ret mallarının fiyatlarının yükselmesi gibi değişik yollarla ve çalışmaksızın rı­zık gelebilir. Fakat ahiret için, iman ile birlikte çalışma şartını koşmaktadır. Nitekim burada ahireti müminler arasından takva sahibi olan kimselere tahsis etmektedir. [16]

Dünyada hesapsız rızık fertlere nispetle söz konusu olur. Bizler pek çok iyi kimselerin ve pek çok kötü kimselerin zengin veya fakir olduğunu görebiliyo­ruz. Fakat takva sahibi daima durum itibariyle daha güzel ve daha tahammül-lüdür. Günahkâr kimse gibi fakirlik ona ıztırab vermez. Çünkü takva ile o, her türlü darlıktan bir kurtuluş bulabilir ve Allah'ın ona inayeti sebebiyle umul­madık rızıklarıyla karşı karşıya kalır.

Genel olarak ümmetlerin durumu ise bundan farklıdır. Allah'ın ümmetle­re dair sünneti, amellerine göre onları rızıklandırması, yanlışlıkları sebebiyle de mahrum bırakması şeklindedir. Çünkü ummadığı, gücünün yetmediği, çalış­madığı ve tedbirini almadığı bir cihetten ümmete izzeti, serveti, kuvvet ve ege­menliği vermesi O'nun sünnetlerinden değildir. [17]



Peygamberlere Olan İhtiyaç Ve Davetlerinde Müminlerle Birlikte Çektikleri Sıkıntılar


213- İnsanlar tek bir ümmetti. Allah da peygamberlerini müjdeleyiciler ve korkutucular olmak üzere gönderdi. Beraberlerinde, insanların ihtilâf et­tikleri şeyler hakkında, aralarında hükmetmek için de hak ile kitapları indirdi. Halbuki kendilerine o kitabın verildiği kimseler, apaçık deliller ken­dilerine geldikten sonra ve ancak ara­larındaki kıskançlıktan dolayı, onun hakkında ihtilâfa düştüler. Allah böy­lece izniyle iman edenleri hakkında ih­tilâfa düştükleri hakka ulaştırdı. Allah dilediğini doğru yola hidayet eder.

214- Yoksa siz, sizden önce geçenlerin halinin benzeri başınıza gelmeden cen­nete girivereceğinizi mi sandınız? On­lara öyle yoksulluklar ve sıkıntılar ge­lip çattı ve öyle sarsıldılar ki hatta peygamber kendisine iman edenlerle birlikte: "Allah'ın yardımı ne zaman?" derlerdi. Haberiniz olsun ki muhakkak Allah'ın yardımı yakındır.



Nüzul Sebepleri


214. ayet-i kerimenin nüzul sebebi ile ilgili olarak Katâde ve es-Süddî şöy­le demektedirler: Bu ayet-i kerime müslümanlarm oldukça sıkıntılara, zorluk­lara düşüp de sıcak ve soğuk ile karşı karşıya kaldığı, kötü bir geçim ve türlü eziyetler onlara gelip çattığı Hendek gazvesi hakkında nazil olmuştur. Bu ga­zada durum Yüce Allah'ın şu buyruklarında dile getirdiği hale gelmişti: "Ve kalpler gırtlarlara kadar gelmişti." (Ahzâb, 33/10); "Ve şiddetli bir şekilde sar­sılmışlardı." (Ahzâb, 33/11). Münafıklar ise: "Allah ve rasulü bize aldanıştan başkasını vadetmediler." (Ahzâb, 33/12) demişlerdi. İmanlarında doğru ve sa­mimi olanlar ise şöyle demişlerdi: "İşte bu Allah'ın ve rasulünün bize va'dettiği-dir, Allah ve rasulü bize doğru söylemiştir. Bu durum onların iman ve teslimi­yetlerinden başka bir şeylerini arttırmamıştı." (Ahzab, 33/22).

Atâ ise şöyle demektdir: Resulullah (s.a.) ve ashabı Medine'ye girince ol­dukça sıkıntılarla karşı karşıya kalmışlardı. Çünkü mallarını almadan Mek­ke'den çıkmış, evlerini barklarını ve mallarını müşriklerin ellerine terketmiş Allah'ın ve rasulünün rızasını bunlara tercih etmişlerdi. Bir taraftan Yahudiler Allah'ın rasulüne açıktan açığa düşmanlık ediyorlar diğer taraftan da zengin bir takım kimseler içten içe münafıklığını gizliyordu. Yüce Allah da müminle­rin kalplerini hoşnut etmek üzere: 'Yoksa siz... mi sandınız?" buyruğunu indir­di. [18]



Açıklaması


İnsanlar (yani Ademoğulları) ilâhî hidâyete gerek duydukları bir duruma düşmüşlerdi. Allah da peygamberleri onlara müjdeleyiciler ve uyarıcılar olarak ve onları karanlıklardan aydınlığa çıkarmak üzere göndererek ihsanda bulun­du ki artık peygamberlerin gönderilmesinden sonra insanların Allah'a karşı bir mazeretleri kalmasın.

Peygamberlerin bazıları ile insanları hakka iletecek kitap da indirdi. [19]



Peygamberlerin Gönderilmesinden Önce İnsanlığın Durumu:


Cumhur şöyle demiştir: Bu ümmet tek bir din ve dosdoğru bir tek inanç üzere hidayet ümmeti idi. Akidesi bir, şeriatı birdi. Bu İslam dini idi. Fakat kendi aralarında anlaşmazlığa düştüler. Allah, peygamberleri müjdeleyiciler ve uyarıcılar olmak üzere gönderdi. Ebu Davud'un rivayetine göre İbni Abbas şöy­le demiştir: "Hz. Nuh ile Hz. Adem arasında on tane karn geçmiştir. Hepsi de hak şeriatı üzere idiler, fakat sonradan ihtilâfa düştüler Allah da peygamberle­ri müjdeleyiciler ve uyarıcılar olmak üzere gönderdi."

Abdullah b. Mes'ud'un kıraatinde de bu şekildedir: "İnsanlar tek bir üm­met idiler sonradan anlaşmazlığa düştüler." Cumhur, görüşlerinin doğruluğu­na şunu da delil gösterir. Hz. Adem bir peygamber idi. Onun çocukları da onun dini üzere idiler, hem hidayete çağırıyor hem kendileri hidayet üzere idiler. Bu, iki oğlu arasında kıskançlık gösterinceye kadar ve bilindiği haliyle onlardan bi­ri ötekini öldürünceye kadar böyle idi.

Bir başka kesim (İbni Abbas, Atâ ve Hasan el-Basrî) ise şu görüştedir: Söz konusu bu ümmet, herhangi bir hak ile hidayet bulmamış ve amelleri herhangi bir şeriatın sınırını tanımayan dalâlet ümmeti idi. Buna dair delilleri ise pey­gamberlerin gönderilmesini gerektiren durumlardır. Bununla peygamberlerin görevleri aklen anlaşılır bir şekilde açıkça ortaya çıkar ve akidenin fesadından amellerde de sapık hevalara tabi olmaktan dolayı ortaya çıkan anlaşmazlıkları hakkında aralarında Peygamberlerin hükmetmelerini gerektiren sebep söz ko­nusu olur. Durum böyle olmasa peygamberlerin gönderilmesinin bir anlamı ol­maz ve buna ihtiyaç kalmazdı.

Ebu Müslim el-İsfahanî ile Kadı E bu Bekir el-Bâkıllâni ise şöyle demekte­dir: İnsanlar fıtrat üzere idiler. İtikad ve amelde aklın gösterdiğini kabul edi­yorlardı. Fakat insanların ilâhi hidayet olmaksızın akıllarına teslim olmaları anlaşmazlığa götüren bir durumdur. O bakımdan çoğu zaman vehimler, mak­sat olarak gözetilen inanç ve hükümlere ulaşmalarına engel teşkil etmiştir.

Ancak el-Menâr tefsirinin sahibi bir başka manayı tercih etmektedir ki, o da şudur: İnsan yaratılışı itibariyle toplumsal bir varlıktır. Yani Allah insanı geçiminde biri ötekine bağlantılı bir şekilde yaratmış olması anlamında tek bir ümmet olarak yaratmıştır. Allah'ın kendileri için takdir etmiş olduğu süreyi bi­ri ötekine yardımcı olmadan insan bireylerinin yaşamaları kolay değildir. Bir­birlerine muhtaç olmamalarına da imkân yoktur. O bakımdan başkalarının gü­cünün ferdin gücüne katılması kaçınılmaz bir şeydir. İşte "İnsan tabiatı itiba­riyle uygar bir varlıktır." şeklindeki sözlerle ifade edilen de budur [20] O takdir­de bunun anlamı şöyle olur: İnsanlar toplumsal bir nitelikte ve bir araya gelip toplanma özelliğine sahip olarak yaratılmışlardır. Bu ise karşılıklı olarak ya­rışmaya, anlaşmazlığa ve ihtilâfa götürür. İşte peygamberlerin gönderilmesi, insanlar arasındaki anlaşmazlığı sona erdirmek ve hak ile hayra iletmek, batılı ve dalâleti açıklamak içindir.

Gönderilen peygamberlerin sayısı 124 bin, rasullerin sayısı ise 313'tür. Kur'an-ı Kerim'de isimleriyle zikredilenler de 18'dir. Rasullerin ilki Ebu Zerr hadisinde geldiği üzere [21] Hz. Adem'dir. Şefaat hadisi diye bilinen hadis dolayı­sıyla Nuh olduğu da söylenmiştir. Çünkü o hadiste zikredildiğine göre insanlar Hz. Nuh'a şöyle diyecektir: "Sen rasullerin ilkisin..." Hz. İdris olduğu da söy­lenmiştir.

Daha sonra Yüce Allah peygamberlerle birlikte Kitabı da indirdiğini be­yan etmektedir. Burada ise (el-Kitâb) bütün kitaplar anlamında bir cins isim­dir. Taberî der ki: Burada "el-Kitâb"ın başına gelen Elif ve Lâm harfleri, ahd harfleridir, kasıt ise Tevrat'tır.

Kitabın fonksiyonu ise teşrîe, hüküm vermeye ve anlaşmazlıklarda insan­lar arasında haklı ile haksızı ayırdetmeye, insanları hak akideye, faziletli iliş­kilere, salih amellere iletmek, onları kötülüğün ve fesadın akıbetinden sakın­dırmak, hevâ ve batıl tevillerden uzaklaştırmaktır. O bakımdan Kitab her za­man için hak ile iç içedir, onunla birliktedir. Bu ise bir başka ayet-i kerimenin "doğruyu söylemek" diye ifade ettiği şu anlama uygun düşmektedir: "İşte bu bi­zim Kitabımızdır, size karşı hak ile konuşuyor." (Casiye, 45/29). Kur'an-ı Ke-rim'deki hidayet ve müjdeleme ile ilgili ayetin ifadesine de uygundur: "Muhak­kak bu Kur'an en doğru olana iletir ve müminleri müjdeler." (İsrâ, 17/9). Sema­vî her bir kitap hakkın kendisidir. Din ve dünya işlerinde nihaî ve hakkı batıl­dan ayırdedici hükmü verir. "el-Kitâb" -sayıca pek çok olsalar dahi- peygamber­lere verilen kitapları ifade etmektedir. Böylelikle bu kitapların özleri itibariyle tek bir kitap olduğuna ve asıl itibariyle aynı şeriatı kapsadıklarına işaret et­mektedir.

Daha sonra Yüce Allah, Kitab Ehli'nden bazılarının kitaplarını düşmanlık ve hakka karşı gelerek ayrılığın sebebi ve kaynağı haline getirdiklerini zikret­mekte ve şöyle buyurmaktadır: Başkanlar, hahamlar ve ilim adamları Allah'ın hak için indirmiş olduğu kitap etrafında anlaşmazlığa düştüler. Oysa bundan önce onlara kitabın anlaşmazlıkları körüklemekten yana uzak ve korunmuş ol­duğuna dair apaçık belgeler ve deliller gelmiş idi. Bu belge ve deliller Kitabın insanları mutlu kılmak için geldiğini, onları bedbahtlığa sürüklemek, araları­na tefrikayı sokmak için gelmediğini ortaya koyuyordu. Dini koruyup gözeten, peygamberlerden sonra onu muhafaza eden, onda bulunanları uygulamaları is­tenen ilim sahipleri arasındaki ayrılığın tek sebebi kıskançlık ve zulüm, insan­ların haksızlıklarına engel olmak üzere ortaya koymuş olduğu şeriatın sınırla­rını aşmalarıydı. Fakat önderlerinin kendilerine ve hükümleri altındaki insan­larına karşı işledikleri bu cinayet, Kitabın hakka iletici olmasını herhangi bir şekilde çürütmemektedir. Zira kusur kitapta değil; o kitabı uygulamakla görev­li olanlardadır.

Şu kadar var ki kötülükten uzak bir maksata sahip olmakla birlikte sahih bir iman hakka götürür, anlaşmazlıktan uzak tutar. Şüphesiz ki müminler, in­sanların hakkında ihtilafa düştükleri hakka giden doğru yolu bulur, Rablerini razı edecek şeye onun tevfik ve nimeti sayesinde ulaşırlar. Allah her zaman için dosdoğru yola iletendir. Dini kendi nevalarına göre tevil edip yorumlayan­lar ise sapıklık, fesat ve kötülük içerisindedirler. Allah katında onlar için acıklı bir azab vardır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz dinlerini bölük pörçük edip fırka fırka ayrılanlar var ya, sen hiç bir şekilde onlardan de­ğilsin. Onların işi Allah'a aittir. Sonra o onlara yaptıklarını haber verecektir." (En'âm, 6/159).

İlim adamlarının Allah'ın Kitab'ına karşı yaptıkları bu davranışın çirkin tablosunun sunulmasından sonra, Allah rasulünü ve müminleri sabırlı olmaya, sebat göstermeye, kafirlerle karşı karşıya gelme halinde de sıkıntılara katlan­maya teşvik etmektedir. Müminler çeşitli bela ve mihmetlere maruz kalırlar.

Tıpkı önceki peygamberlerin türlü sıkıntılarla, oldukça ağır üzüntülerle karşı karşıya kaldıkları gibi. Onlar bu hallere kurtuluncaya ve zafere erinceye kadar sabrettiler, sebat gösterdiler. Çünkü cennetlere girmek, Allah'ın rızasına nail olmak, cihad etmeyi, sıkıntılara katlanmayı, eziyetlere göğüs germeyi gerekti­rir. Fitne ve mihnetleri başarıyla geçmeyi, imtihanları başarı ve sebatla bitir­meyi gerektirir. Herhangi bir şekilde darlık göstermeden usanç ve tahammül­süzlük belirtileri ortaya koymadan, hidayet yolundan sapma göstermeden. Bu­nunla birlikte de ilahî tekliflerin yükümlülüklerini yerine getirerek...

Müminin, zaferin geciktiğini sanma, hakkı yoktur. Şüphesiz Allah'ın dost­larına ve sevdiklerine olan yardımı pek yakındır.

Önceki peygamberlerin ve ona uyan müminlerin maruz kaldıkları bu du­rumlar, ibret ve öğüt almak için dosdoğru bir örnektir. İşte sizler de İslamın ilk döneminde bulunan ey müslümanlar; henüz onların düştükleri belâların ben­zeri belâlara düşmediniz. Onlar öyle darlık, korku, fakirlik, acı ve hastalıklara maruz kaldılar ve bu belâlar onları o derece rahatsız etti ki, çektikleri acı ve karşı karşıya kaldıkları bu katı durumlar sonucunda peygamber de -ki insan­lar arasında Allah'ı en iyi bilen, tanıyan, onun güvenine en çok ihtiyaç duyan­lardır- Allah'ın yardımı ne zaman? demek zorunda kaldı. Öyle ki çektikleri sı­kıntılardan dolayı sabırları tükenmek üzereydi. Onlara: Şunu biliniz ki mu­hakkak Allah'ın yardımının gerçekleşmesi, ortaya çıkması pek yakındır. Nite­kim Yüce Allah bir başka ayet-i kerimede şöyle buyurmaktadır: "Nihayet o pey­gamberler ümitlerini kesip de kendilerinin yalancı çıkarılacaklarını zannettik­leri bir sırada onlara yardımımız gelmiş ve dilediğimiz kurtuluşa erdirilmişti. Fakat günahkârlar güruhundan ise azabımız asla döndürülmez." (Yusuf, 12/110).

İşte bütün bunlarda (peygamberlerin tavırlarında ve ilk müslümanların konumlarında) daha sonra gelip de; İslâm yalnızca bir ibadettir, sanıp herhan­gi bir sınamadan geçmeyeceklerini veya herhangi bir türden eziyete maruz kal­mayacaklarını, türlü musibet ve sıkıntılarla karşılaşmayacaklarını zanneden­ler için bir ibret vardır. Onların böyle bir zanları, hidayet ehlini sınama husu­sundaki Allah'ın sünnetini bilmeyişlerindendir. Bu ibtilâ ise hak ve iman üzere sebat güçlerini, Allah'a davetin gerektirdiği zorluk ve sıkıntılara katlanma güç­lerini belirlemek içindir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Andolsun sizi biraz korku, açlık, mallardan, canlardan ve mahsullerden eksiklikle imtihan edece­ğiz. Sabredenleri müjdele." (Bakara, 2/155). Yine Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Elif, Lâm, Mim. İnsanlar: İman ettik, demeleriyle ve im­tihan olunmadıkça bırakılıvereceklerini mi sandılar? Andolsun onlardan önce geçenleri Biz imtihan etmişizdir. Allah elbette doğru olanları da bilir, yalancı olanları da bilir." (Ankebût, 29/1-3). Yine Yüce Allah bir başka yerde şöyle bu­yurmaktadır: "Yoksa Allah siz içinizden cihad edenlerle sabredenleri belli etme­den cennete girivereceğinizi mi sandınız?" (Al-i İmran, 3/142).

Yine de geçmişte olsun, halihazırda olsun müslümanlar, önceki peygamber­lerin maruz kaldıklarının benzerlerine ulaşmış değildirler. Onlardan kimisi öldürüldü, kimisi ise diri diri testerelerle biçildi, kimi müminler ateşte yakıldı. [22] Yemen'de, Yüce Allah'ın da haber verdiği üzere Ashab-ı Uhdûd'a yapıldığı gibi: "Alevli ateş hendeklerinin sahipleri öldürüldü. O zaman onlar onun etrafında oturuyorlar ve onlar müminlere yaptıkları şeyi görüyorlardı. Onlar o iman edenlerden yalnızca Aziz ve Hamîd olan Allah'a iman ettiklerinden dolayı inti­kam aldılar." (Burûc, 85/4-8). [23]



Nafile İnfakın Miktarı Ve Harcama Yerleri


215- Sana neyi infak edeceklerini so­rarlar. De ki: "İnfak edeceğiniz hayır, anne ve babanın, akrabaların, yetimle­rin yoksulların ve yolda kalmışların­dır. Her ne hayır işlerseniz muhakkak[24]



Nüzul Sebebi


İbni Cerîr et-Taberî, İbni Cüreyc'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Müminler Allah'ın rasulüne mallarını nereye harcayacaklarına dair soru sor­dular. Bunun üzerine: "Sana neyi infak edeceklerini sorarlar; de ki: İnfak edece­ğiniz hayır..." ayeti nazil oldu.

İbnü'l-Münzirtn de Ebu Hayyan'dan rivayet ettiğine göre Amr b. el-Cemûh Resulullah (s.a.)'a: Mallarımızdan neyi infak edelim ve onları nereye har­cayalım? diye sordu; bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu. Ebu Salih yo­luyla gelen rivayette, İbni Abbas'm şu sözleri de aynı istikamettedir: Bu ayet-i kerime ensardan olan Amr b. el-Cemûh hakkında nazil olmuştur. Kendisi pek çok malı olan yaşlı bir kimse idi. Ey Allah'ın rasulü, dedi, ben neyi tasadduk edeyim ve kime harcayayım? Bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu. [25]



Açıklaması


Ya Muhammedi Arkadaşların sana farz olan zekâtı değil de tatavvu nafa­ka olarak neyi, nerede harcayacakları hakkında soru soruyorlar. Sen onlara şöylece cevap ver: Az veya çok her ne harcarsanız bunun sevabı yalnız size ait olacaktır. Harcama yerleri ise en yakın akraba oldukları için öncelikle anne ba­baya ve çocuklaradır. Daha sonra diğer akrabalar -yakınlık sırasına göre- gelir. Arkasından kendilerine bakanlar vefat etmiş yetimler, kazanmaktan aciz kal­mış miskinler gelir. Sonra da memleketlerine geri dönmek imkânını kaybetmiş yolda kalmış yolculara vermek gerekir. Kayıtsız şartsız olarak her türlü iyilik ve itaat yollarında yaptığınız infakların Allah karşılığını verecektir; çünkü O, her şeyi bilendir. Hiç bir şey O'ndan gizli kalmaz. O karşılık vermeyi ve yapıla­na sevap vermeyi unutmaz. Aksine iyiliğin kat kat sevabını verir.

Daha sahih kabul edilen görüşe göre bu ayet-i kerime muhkemdir. Neshe-dilmiş değildir. Çünkü bu ayet-i kerime nafile sadakayı beyan içindir. Zira in­fak edilecek şeyin miktarını tayin etmemektedir. Şer"an öngörülen zekâtın mik­tarının ise tayin edildiği icma ile kabul edilmiştir. [26]

İnfakta bulunulacak tarafların sıralanışı Ahmed ve Nesaî'nin Ebu Hurey-re'den yaptığı rivayette şöylece ortaya konmaktadır: Peygamber (s.a.) buyurdu ki: "Sadaka veriniz!" Adamın birisi yanımda bir dinar var, deyince: Hz. Pey­gamber: "Onu kendine tasadduk et!" diye buyurdu. Adam: Bende bir başka dinar daha var, deyince Hz. Peygamber: "Onu da hanımına tasadduk et!" diye buyurdu. Yine adam: Bende bir dinar daha var, deyince; Hz. Peygamber bu se­fer: "Onu da çocuğuna harca" diye buyurdu. Adam: Bir dinarım daha var, de­yince Hz. Peygamber: "Onu da hizmetçine tasadduk et!" diye buyurdu. Yine adam: Bende bir diğer dinar daha var; deyince Hz. Peygamber: "Onu artık ne yapacağını sen daha iyi bilirsin!" diye buyurdu.

Atâ'dan gelmiş bir diğer rivayete göre bu ayet-i kerime Resulullah (s.a.)'m hu­zuruna gelen bir adam hakkında nazil olmuştur. Bu adam gelip şöyle demiş: Benim bir dinarım var. Hz. Peygamber: "Onu kendine harca!" diye buyurmuş. Adam: Be­nim iki dinarım var, deyince Hz. Peygamber "O ikinci dinarını ailene harca!" diye buyurmuş. Adam: Üç dinarım var! deyince Hz. Peygamber: "Onu hizmetçine har­ca!" diye buyurmuş. Adam: Benim dört dinarım var, deyince Hz. Peygamber "Onu anne babana harca" diye buyurmuş. Adam: Beş dinarım var, deyince; Hz. Peygam­ber: "Onu yakınlarına harca!" diye buyurmuş. Adam: Benim altı dinarım var, de­yince Hz. Peygamber: "Allah yolunda infak et ve o, bunların en alt derecesidir."

Ayet-i kerime anne babaya ve yakın akrabaya verilen tatavvu' sadakanın daha faziletli olduğunu beyan etmektedir. Bunun delili de Resulullah (s.a.)'m şu buyruğudur: "Ey kadınlar topluluğu! Süs eşyanızla dahi olsa tasaddukta bulununuz." Abdullah b. Mes'ud'un hanımı Zeyneb kocasına şöyle dedi: Benim gördüğüm kadarıyla sen elidar birisisin. Sana verdiğim takdirde sadaka yerine geçecekse onu sana vereyim. Daha sonra Resulullah (s.a.)'ın yanına varıp ona şöyle sordu: Himayemde bakmam gereken yetimler varken kocama verdiğim takdirde bu verdiğim benim için sadaka yerine geçer mi? Hz. Peygamber ona şöyle buyurdu: "Senin için iki ecir olur. Birisi sadaka ecri, öbürü yakınlık dola­yısıyla ecir." Bir diğer rivayette şöyle buyurulmaktadır: "Kocan ve çocukların kendilerine tasaddukta bulunduğun kimseler arasında en lâyık olanlardır." Müslim'in Hz. Cabir'den rivayetine göre de Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuş­tur: "Önce kendinden başlayarak nefsine tasaddukta bulun." Nesaî ve başkala­rının rivayetine göre de Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Veren el üstteki (olan) eldir. Babana, annene, kızkardeşine, kardeşine ve sırasıyla yakınlarına (ver)." Şüphesiz akrabalara karşı şefkat daha ileri derecededir. Sana karşı kö­tü duygular besleyen akrabayı gözetmek ise ihlâsı daha bir yerleştiricidir.[27]

Neyin harcanacağı sorulmakla birlikte ayet-i kerimedeki cevabın kimlere harcanacağını beyan etmesi "üslubu hakîm" yolu iledir. Onlar bir şey hakkında soru sormuşken ondan daha önemli bir şeye cevap verilmektedir ki, o da harcama yapılacak yerlerdir. Çünkü infak, yerini bulmadıkça hayrı tahakkuk ettiremez. [28]



Savaşın Farz Oluşu Ve Haram Aylarda Da Mubah Kılınması


216- Hoşunuza gitmediği halde, savaş üzerinize yazıldı. Bazen hoşlanmadığı­nız bir şey size hayırlı olur. Sevdiğiniz birşey de hakkınızda şer olabilir. Allah bilir, siz bilmezsiniz.

217- Sana haram ayı, onda savaşmayı sorarlar. De ki: "Onda yapılan savaş büyüktür. Allah yolundan alıkoymak, onu inkâr etmek, Mescid-i Haram'dan alıkoymak ve halkını oradan çıkarmak ise Allah katında daha büyüktür. Fitne katilden büyüktür." Eğer güç yetirse-ler sizi dininizden döndürünceye ka­dar sizinle savaşmaktan geri kalmaz­lar. Artık içinizden her kim dininden irtidat eder de kâfir olarak ölürse, on­ların bütün amelleri dünyada da ahi-rette de heder olup gider. Onlar ateş­liktirler. Onlar orada ebedi kalıcıdır­lar.

218- Şüphesiz iman edenler, hicret edip de Allah yolunda cihad edenler var ya, işte onlar Allah'ın rahmetini umarlar. Allah Ğafûr'dur, Rahîm'dir.



Nüzul Sebebi


216. ayet-i kerimenin nüzul sebebiyle ilgili olarak İbni Abbas şöyle demek­tedir: Allah müslümanlara cihadı farz kılınca bu onlara ağır geldi ve bundan hoşlanmadılar. Bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu.

217. ayet-i kerimenin nüzulü ile ilgili olarak da İbni Cerir et-Taberi, İbn Ebi Hatim, el-Mu'cemu'l-Kebir' inde Taberânî ve Sımen'inde Beyhâkî, Cündeb b. Abdullah'dan şunu rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.) bir grup kişiyi Ab­dullah b. Cahş el-Esedî komutasında gönderdi. Yolda Amr b. el-Hadramî ile karşılaştılar. Ancak o gün Recep ayından mı, yoksa CemaziyelahirMe mi olduk­larını bilemediler. Müşrikler müslümanlara: Sizler haram ayda adam öldürdü­nüz, deyince Yüce Allah, "Sana haram ayı, onda savaşmayı sorarlar" buyruğu­nu indirdi. Buna göre bu ayetin nüzul sebebi, müfessirlerin ittifakıyla Abdul­lah b. Cahş'ın başından geçen olaydır.

Müfessirler derler ki: Resulullah (s.a.) Peygamber (s.a.)'in halasının oğlu olan Abdullah b. Cahş'ı Bedir savaşından iki ay kadar önce Medine'ye gelişinin 17. ayının başında Cemaziyelahir'de (askeri birliğin komutanı olarak) gönder­miş idi. Onunla birlikte muhacirlerden sekiz kişilik bir topluluk vardı. Görevle­ri Kureyşllere erzak götüren kervanı gözetlemek idi. Kervanda aralarında Amr b. el-Hadremî'nin de bulunduğu üç kişi daha vardı. Abdullah b. Cahş ve bera­berindekiler Amr'i öldürdüler, iki kişiyi de esir aldılar ve kervana da el koydu­lar. Kervan arasında kuru üzüm ve yiyecek taşıyan Kureyş'in develeri, ayrıca Taiflilere ait ticaret malları da bulunuyordu. Olay Receb'in ilk gününde olmuş­tu. Onlar ise bunun Cemaziyelahir'de olduğunu zannediyorlardı. Medine'ye Peygamber (s.a.)'in huzuruna geldiklerinde, onlara: "Allah'a yemin ederim ben haram ayda savaşmanızı size emretmedim" dedi. Ganimeti dağıtmayı durdur­du, Kureyşliler ise şöyle dediler: Muhammed haram ayda haram olan savaşma­yı helâl kıldı. Halbuki bu ayda korku içerisinde olan bir kimse bile güvenlik ka­zanır ve insanlar geçimlerini sağlamak için çalışırlar [29]

Bazı müslümanlar da şöyle demişti: Onlar bu işleriyle günah kazanmamış olsalar bile ecirleri yoktur. Bunun üzerine Yüce Allah, "Şüphesiz iman edenler, Allah yolunda cihad edenler var ya..." ayetini inzal buyurdu. [30]



Açıklaması


Ey müslümanlar topluluğu, kâfirlerle savaşmak, -ihtiyaç kapatılabildiği takdirde- farz-ı kifaye olmak üzere farz kılındı. İhtiyaç karşılanamadığı ve düş­man İslâm topraklarına girdiği takdirde ise, farz-ı ayn olur. Cumhur der ki: Ci­hadın ilk olarak farz kılınması, muayyen değil de kifaye olmak üzere gerçekleş­miştir. Daha sonra düşman İslâm topraklarına girinceye kadar cihadın farz-ı kifaye olacağı, girmesi halinde de farz-ı ayn olacağı üzerinde icmâ' devam ede-gelmiştir. Atâ der ki: Savaşın farz kılmışı Muhammed (s.a.)'in ashabı üzerinde farz-ı ayn şeklinde olmuştur. Şeriat hakim olunca artık kifaye yoluyla farz hali­ne gelmiştir. [31]

Tabiatınız itibarıyla savaş sizin için hoşlanılmayan bir şeydir ve zordur. Çünkü savaş için malın feda edilmesi, nefsin telef olmak ile karşı karşıya bıra­kılması söz konusudur. Fıtri olan savaştan çekinme duygusu insanın mükellef kılındığı bu şeye razı olmasına aykırı değildir. Çünkü insan bazen taşıdığı fayda dolayısıyla acı olan şeyleri alıp kullanmaya razı olabilir. Diğer taraftan siz­ler, tabiatınız gereği bazı şeylerden hoşlanmayabilirsiniz, fakat daha sonraları o şeyde sizin için hayır ve menfaat olduğu görülür. Çünkü savaşta ya zafer ve ganimet, ya da şehadet ve ecir ile Yüce Allah'ın rızası söz konusudur. Cihad ile Allah'ın kelimesi yüceltilir, hakkın, adaletin burcu yükseltilir zulüm bertaraf edilir. Sizler savaşı terketmek gibi bazı şeyleri sevebilirsiniz. Gerçekte ise bun­lar sizin için bir kötülüktür. Çünkü savaşı terketmekte zillet, fakirlik, düşman­ların İslam topraklarına, mallarına tasallutu, saygı duyulması gereken değer­lerin ayaklar altına alınması söz konusudur. Bu kimi zaman tümüyle müslü-manlarm yok olmaları sonucunu dahi verebilir.

Allah, savaşın sizin için dünyanızda hayırlı olduğunu bilir. O size hakkı­nızda hayırlı ve faydalı olandan başka bir şeyi emretmez. Ayrıca sizler bilgini­zin az ve sınırlı olması dolayısıyla Allah'ın bildiğini bilemezsiniz. O bakımdan cihad vazifesini ifa etmemeye meyletmeyiniz. Böyle yaparsanız sizin için zarar­lı olur. Çünkü dünya karşılıklı olarak tarafların birbirlerini savması esası üze­rinde kuruludur. Sizler Rabbinizin size emrettiğini yerine getirmek hususunda elinizi çabuk tutunuz. Tabiat ve nevalarınıza meyletmekten sakınınız. Allah'ın ilminde onun dinini yücelteceği, az olmalarına rağmen o dine mensub olanlara zafer vereceği; çokluklarına rağmen de batılın peşinden gidenleri yardımsız bı­rakacağı sabit olmuştur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Nice az bir topluluk vardır ki, Allah'ın izniyle sayıca kalabalık bir topluluğu mağlup et­miştir. Allah sabredenlerle beraberdir." (Bakara, 2/249).

Size savaşı farz kılan Allah, yine bilir ki; şu düşmanlara karşı savaştan, onları korkutmaktan ve zelil kılmaktan başka bir şeyin faydası olmaz. Ancak bu şekilde tekrar müslümanlara karşı saldırıda bulunmaya, haksızlıklar yap­maya kalkışamazlar.

Bu ayet-i kerimede üzerlerine savaşmanın farz kılınanların kimler olduğu hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır:

el-Evzai ve Atâ der ki: Bu ayet-i kerime ashab-ı kiram hakkında nazil ol­muştur. O halde üzerlerine cihadın farz olduğu kimseler onlardır.

Cumhur ise şöyle demektedir: İhtiyaca veya duruma göre savaşmak bütün müslümanlar üzerine farzdır. Şayet İslâm galip ve üstün ise bu farz-ı kifâyedir. Eğer düşman galip ve üstün ise zafer gerçekleşinceye kadar farz-ı ayndır. Ter­cih edilen görüş de budur. Resulullah (s.a.) da sahih hadiste şöyle buyurmuş­tur: "Fetihten sonra hicret yoktur, fakat cihad ve niyet vardır. Cihada katılmak için çağırıldığınız vakit cihada çıkınız."

Bu, savaşı farz kılan ilk ayet-i kerimedir. Bu farz oluş, hicretin ikinci yılın­da olmuştu. Daha önce Mekke'de savaşmak müslümanlar için yasak idi. Yüce Allah Medine'ye hicret ettikten sonra müşriklerden savaşanlarla savaşmayı: "Zulme uğratıldıkları için kendileriyle savaşılanlara (savaşa) izin verildi." (Hacc, 22/30) buyruğu ile izin verdi. Arkasından bütün müşriklerle savaş mu­bah kılındı, daha sonra da cihad farz kılındı.

Abdullah b. Cahş seriyyesi tarafından İbnü'l-Hadranıî'nin öldürülmesi me­selesi, Kur*an-ı Kerinı'in söz konusu ettiği bir çalkantıyı ve bir takım soruları gündeme getirmişti. Yüce Allah buyurdu ki: Ya Muhammed, ashabın haram ayda -o da Receb'tir- savaşmanın hükmünü helal midir, yoksa haram mıdır? di­ye soruyorlar.

Onlara de ki: Evet, haram ayda savaşmanın günahı, büyüktür. Bu kabul edilmeyecek bir iştir. Çünkü haram ayda savaşmama hükmü o gün için söz ko­nusu idi. Fakat Kureyşlilerin müslümanları dinlerinden çevirecek şekilde Al­lah'ın yolundan alıkoymaları, müslümanları öldürmeleri, yurtlarından çıkar­maları Allah'ı inkâr etmeleri, müslümanları hac ve umreden alıkoymak sure­tiyle Mescid-i Haram'dan alıkoymaları, oranın ahalisini -ki onlar Resulullah (s.a.) ile ashabıdır- Mekke'den çıkarmalarının ise, evet bütün bunların, Allah katında olsun insanlar arasında olsun günahı, haram ayda savaşmaktan daha büyüktür. Esasen fitne öldürmeden daha ağırdır. Onların Ammâr b. Yâsir'e, babasına, kardeşine, annesine ve diğer müslümanlara karşı işledikleri görül­medik kötülükteki işleri ve barbarca cinayetleri İbnü'l-Hadramî'nin öldf-ülme-sinden çok daha büyüktür. Yani sizler, ey müslümanlar, iki zarardan daL a hafif olanını, iki kötülükten daha ehven olanını işlemek durumundasınız.

Bu müşrikler veya kâfirler hâlâ şer ve münker üzerindedirler. Müslüman­lara karşı savaşı sürdürmektedirler ve Müslümanları dinlerinden döndürünce-ye kadar da bunu yapacaklardır. Onlar İslâmı müminlerin kalplerinden çıkar­maya çalışmaktadırlar. Her kim onlara muvafakat eder, kâfir olarak ölür, İsla­ma dönmek suretiyle tevbe etmezse onun ameli boşa çıkmış olur, sevabı ve ecri yok olur, gider, orada ebedi kalmak üzere cehennemlikler arasına katılır. İşte bu irtidat eden kâfirlerin cezasıdır.

Abdullah b. Cahş ve ona benzer Allah yolunda cihad edenlere gelince; bun­lar Allah'ı ve raslünü tasdik edenler, ailelerinden, vatanlarından ayrılan müş­riklerle birlikte müşriklerin yurdunda kalmayı terkeden, müşriklerin egemen­liklerini tiksinerek reddeden, bunun için de dinlerinde fitneye uğratılmaktan korkarak Allah'ın adını yükseltmek, dininin zafere kavuşması için hicret eden, Allah'ın yolunda savaşan ve Peygamber (s.a.)'e katılan kimselerdir. İşte asıl kamil olan bu insanlar ancak Allah'ın rahmetini umabilirler. Allah en güzel şe­kilde onları mükâfatlandıracak onların günahlarını örtecek, lütuf ve insanıyla onlara merhamette bulunacaktır. O, onlara ve onların benzerlerine karşı mağ­firet sahibi, merhametli olandır. Soruyu soranların ashab-ı kiramdan olduğunu kabul edersek, anlamı böyle olur.

Konuyla ilgili bir rivayet daha vardır [32] Buna göre müşriklerden bir grup haram ayda savaşma hakkında soru sormuşlardı. O takdirde bu buyruğun anlamı da şöyle olur: Müşrikler çelişki içindedirler. Bir taraftan haram ayın hür­metini, saygınlığını kabul ediyorlar, diğer taraftan da bundan daha büyük olan bir işi yapıyorlar. Allah'ın yolundan alıkoymak, Allah'ı inkâr etmek, Mescid-i Haram'a gitmekten alıkoymak, oranın halkını oradan çıkarmak, müslümanları dinlerinden geri çevirmek için fitneye maruz bırakmak. İşte bunlar Yüce Allah nezdinde günah olarak çok daha büyüktürler. [33]



İçkinin Haram Kılınışının İkinci Aşaması Ve Kumarın Haram Kılınışı


219- Sana içkiyi ve kumarı sorarlar. De ki: "İkisinde de hem büyük bir günah, hem de insanlar için bazı faydalar var­dır. Fakat günahları faydalarından da­ha büyüktür." Yine sana neyi infak edeceklerini sorarlar, de ki: "İhtiyacı­nızdan arta kalanını. Allah ayetlerini size böylece açıklar, iyice düşünesiniz diye."



Nüzul Sebebi


"Sana içkiyi ve kumarı sorarlar..." ayet-i kerimesi Ömer b. el-Hattâb, Mu-az b. Cebel ve Ensar'dan bir grup insan hakkında nazil olmuştur. Bunlar Resulullah (s.a.)'m yanına gelerek şöyle dediler: İçki ve kumar hakkında bize hükmünü bildir. Çünkü her ikisi de aklı gideriyor, malı alıp götürüyor. Bunun üzerine Şanı Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi indirdi [34]

Ahmed de Ebu Hureyre'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.) Medine'ye geldiğinden (Araplar) içki içiyor, kumar parasını yiyordu. Bun­lar hakkında Resulullah (s.a.)'a soru sormaları üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu. Bu buyruğu işitenler; bunlar bize haram kılınmadı, sadece bunlarda bü­yük bir günah olduğu buyuruldu, dediler ve içki içmeye devam ettiler. Nihayet bir gün muhacirlerden bir kişi akşam namazında ceamate imam olup namaz kıldırdı. Okuduğu yeri karıştırdı. Bunun üzerine Yüce Allah ondan daha ağır bir hüküm ihtiva eden şu ayet-i kerimeyi indirdi: "Ey iman edenler! Sarhoşken -ne söylediğinizi bilinceye kadar- namaza yaklaşmayınız." (Nisa, 4/43). Daha sonra bundan da daha ağır bir hüküm ihtiva eden şu ayet-i kerime nazil oldu: "Ey iman edenler! Şüphesiz içki, kumar, dikili taşlar ve fal okları şeytanın işlerinden bir pisliktir. Ondan uzak durunuz." (Maide, 5/90). Daha sonra devamın­da Yüce Allah'ın, "Artık vazgeçtiniz değil mi?" (Maide, 5/91) buyruğu da gelin­ce, onlar: Rabbimiz vazgeçtik, diye cevap verdiler.

Bu ve diğer rivayetlerden içkinin haram kılınmasının dört aşamada geç­tiği açıkça anlaşılmaktadır. Bu dört aşamada teşrî', tedricî olarak insanları daha hafiften daha ağır bir hükme intikal ettirmek üzere gelmiştir. Bu ise ba­şarılı ve terbiye edici bir yöntemdir. Şayet onlara tek bir defada: "İçki içmeyi­niz!" denilecek olsaydı, "İçkiyi bırakamayız" diyebilirlerdi. O bakımdan içki içme alışkanlığını tedavi etmek, insanları bu köklü hastalıktan kurtarabil­mek için Mekke'de [35] içki hakkında dört ayet-i kerimenin nazil olduğunu gö­rüyoruz:

1- "Hurma ve üzüm ağaçlarının meyvesinden de içki çıkarır ve güzel bir rı-zık edinirsiniz." (Nahl, 16/67) Bu bakımdan müslümanlar içki kendilerine helâl olduğu halde, içki içmeye devam ediyorlardı.

2- "De ki: İkisinde de hem büyük bir günah, hem de insanlar için bazı fay­dalar vardır." (Bakara, 2/219). Bu ayet-i kerime az önceden de açıkladığımız gi­bi, Hz. Ömer, Muaz b. Cebel ve Ashab-ı Kiramdan bir grup kimsenin (Allah hepsinden razı olsun) fetva sorması üzerine nazil olmuştur. Bu ayetten sonra bir kısım içki içmeye devam etti, bir kısmı da onu terketti.

3- "Sarhoş iken namaza yaklaşmayınız." (Nisa, 4/43) ayet-i kerimesi ise, Abdurrahman b. Avfm ashab-ı kiramdan bir grubu davet etmesi, bunların içki içip sarhoş olmaları, akabinde onlardan birisinin imam olup "De ki: Ey kâfir­ler!" (Kâfirûn) suresini okurken, "Sizin taptığınıza ben tapmam" diyecek yer­de, "Sizin taptığınıza ben taparım" demesi üzerine, bu ayet-i kerime nazil ol­du. Bunun nazil oluşundan sonra içki içenler daha da azaldı, içenler de gündü­zün içki içmez oldular. Çünkü namaz vakitleri birbirlerine yakındır. Devam edenler geceleyin içer oldular.

4- "Muhakkak içki, kumar..." (Maide, 5/90) ayet-i kerimesi ise şöyle bir olaydan sonra nazil olmuştu: İtbân b. Malik aralarında Sa'd b. Ebî Vakkas'ın da bulunduğu bir topluluğu davet etti. Bu topluluk içki içip sarhoş olunca kar­şılıklı olarak birbirlerine karşı övünmeye başladılar ve bu konuda şiirler oku­maya koyuldular. Nihayet Sa'd Ensar"ı hicvedici bir şiir okudu. Ensar*dan olan bir kimse ona bir devenin çene kemiği ile vurdu ve başını yaraladı. Resulullah (s.a.)'a şikâyette bulununca Hz. Ömer şöyle dua etti: Allah'ım, içki hakkında bize açık ve seçik bir beyanda bulun. Bunun üzerine: "Muhakkak içki ve ku­mar... artık vazgeçtiniz değil mi?" (Maide, 5/90-91) buyrukları nazil oldu. Bu­nun üzerine Hz. Ömer: Vazgeçtik, Rabbimiz [36] dedi.

el-Kaffâl der ki: İçkinin haram kılınmasının böyle bir sıraya uygun olarak gerçekleşmesinin hikmeti şudur: Şanı Yüce Allah bu kavmin içki içmeye olduk­ça alışmış olduğunu ve onunla pek çok faydalar sağladığını biliyordu. O bakım­dan bir defada onları bu işten men etmiş olsaydı bu iş onlara ağır gelirdi. Bun­dan dolayı haram kılınmasında böyle bir tedrici yolun kullanılması ve böyle bir yumuşaklığın söz konusu olması elbetteki yerli yerindedir.

Yüce Allah'ın, "Yine sana neyi infak edeceklerini sorarlar." buyruğunun nüzul sebebine gelince bu da İbni Ebi Hatim'in İbni Abbas'tan yaptığı rivayete göre şöyledir: Allah yolunda infak etmekle emrolunmaları üzerine ashab-ı ki­ramdan bir kesim Resulullah (s.a.)'ın yanına gelerek şöyle dediler: Bizler mal­larımızda emrolunduğumuz bu nafakanın ne olduğunu bilemiyoruz. Malları­mızdan ne kadarını infak edelim? Bunun üzerine Yüce Allah, "Yine sana neyi infak edeceklerini sorarlar. De ki: İhtiyacınızdan arta kalanını." buyruğunu in­dirdi. Soru soranlar müminlerdir. Bu "çoğul için kullanılan (fiilin sonlarında yer alan) vav'dan açıkça anlaşılmaktadır. Soranın Amr b. el-Cemuh olduğu da söylenmiştir. Burada sözü geçen infak bir görüşe göre cihad uğrundaki harca­ma, cumhurun görüşüne göre ise nafile sadakalar, bir başka görüşe göre ise farz sadakaları yani farz olan zekat ile ilgilidir. [37]



Açıklaması


Ya Muhammed! Ashabın sana içki içmenin, kumar oynamanın hükmünü soruyorlar; bunlar helâl midir, haram mıdır? diye. İçkinin satılması, satın almması, içki kullanmaya götüren yahut ona yardım eden bütün yollar tıpkı o içki­yi içmek gibidir. Sen onlara de ki: İçkinin içilmesinde ve kumar oynanmasında pek büyük bir günah vardır. Çünkü her ikisinde de pek çok zararlar ve büyük fesatlar vardır.

İçkinin günahı insanlara zarar vermesi, insanlar arasında düşmanlığı ye­şertmesi, kin doğurması dolayısıyladır.

Kumarın günahına gelince, kişi kumar oynamakla hakka tecavüz eder, zulmeder. Onun sonucunda arada düşmanlık ve kin başgösterir. Bunlarda in­sanlar için bazı menfaatler de vardır. İçkinin menfaati; içki ticareti, içki içmek­le lezzet almak, neşve, cimrinin cömert olması, korkağın da içkiyle cesaret bul­ması şeklindedir.

Kumarın faydası ise kumar ile kumarbazların elde ettikleri kâr yahut ele geçirdikleri paylar veya fakirlere deve etlerinin dağıtılmasıdır. Aslında kuma­rın faydalı olduğu bir vehimdir. Zararı ise bir hakikattir. Çünkü kumar oyna­yan bir kimse, edeceğini vehmettiği bir kâr için malını harcamaktadır. O ba­kımdan bu işi meslek edinen profesyoneller, bütün servetini kumar yoluyla o kişiden alırlar. O da edeceğini sandığı kârı elde etmek arzusuyla düşüncelerini alt-üst eder, bunalıma girer, kederi alabildiğine büyür, vaktini kaybeder.

İçki ve kumarın günahı faydalarından daha büyüktür. Çünkü sarhoş ol­dukları zaman kimi ötekinin üzerine hücum eder, birbirleriyle çarpışırlardı. Kumar oynadıklarında da aralarında kötülük ve anlaşmazlık meydana gelir, kalplerindeki kinler ortaya çıkardı. Zarar eğer faydadan daha büyük ise, o iki­sinden de kaçınmak icabeder. Çünkü: "Kötülüklerin bertaraf edilmesi menfaat­lerin sağlanmasından önce gelir." İşte bundan dolayı cahilie dönemi Arapların-dan pek çok kimse içki içmekten uzak durmuştur. el-Abbas b. Mirdas bunlara örnektir. Ona: İçki içmez misin, o senin hararetini alır, denilince şu cevabı ver­mişti: Ben kendi elimle cehaletimi satın alıp da onu içime sokamam. Sabahle­yin kavmin efendisi iken, akşam onların en akılsızı olmaya razı gelemem.

İçkilerin zararları hususunda doktorların görüşbirliği vardır. Avrupa'da, Amerika'da sarhoşluk verici maddeleri önlemenin propagandasını yapmaya yö­nelik pek çok cemiyet kurulmuş ve bunların alım-satımmı kısıtlamaya dair ka­nunlar çıkartılmıştır. [38]



İçki ve Zararları:


İlim adamları ayet-i kerimede geçen "Hamr=şarap" ile neyin murad edildi­ği hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Ebu Hanife ve Iraklı ilim adamları, hamrın yalnızca üzüm suyundan yapılan sarhoşluk verici içecek olduğu görü­şündedirler. Hurma yahut buğday, arpa veya darı ve buna benzer üzüm suyu dışındaki sarhoşluk verici içeceklere ise "hamr" adı verilmez. Bunlara "nebiz" denilir. Buna göre hamn haram kılan ayet-i kerime yalnızca onu haram kılmış olur. Sarhoşluk verici diğer içeceklerin ise -ki bunlara nebiz adı verilmektedir-sarhoşluk vermeyecek çok cüz'i bir kısmı helâl sayılır. Sarhoşluk verici miktar­ları ise sünnet-i nebeviyye ile haram kılınmıştır.

Ebu Hanife dışında kalan cumhur, Hicaz alimleri ve muhaddisler ise üzüm suyundan olsun, başkasından olsun sarhoşluk verici her türlü içkinin "hamr" olduğu görüşündedirler. Buna göre hurma, arpa ve buğday gibi şeyler­den yapılan bütün içecekler bir hamrdır. Hamr sarhoşluk veren her şeyin genel adı olduğuna göre, çoğu ile azı ile sarhoşluk veren bütün şeylerin haram kılın­mış olması Kur'an-ı Kerim'in nassı iledir.

Birinci görüşün sahipleri, dil anlamını ve sünneti delil gösterirler. Kelime­nin dil anlamını delil göstermeleri şöyledir: Nebiz kabilinden olan içeceklere "hamr" adı verilmez. Dilde "hamr" ancak üzüm suyundan olup sertleşen, köpü­ren çiğ suya denilir.

Sünnetten delil ise Enes b. Malik'in Resulullah (s.a.)'tan rivayet ettiği şu ha-dis-i şeriftir: "Hamr aynı ile haram kılınmıştır. Her türlü içecekten de sarhoş ol­mak (haramdır)." Hz. Ali'den gelen rivayette ise şöyle denilmektedir: "Hamr aynı ile haram kılınmıştır. Her türlü içecekten de sarhoşluk (haram kılınmıştır)[39]. Sarhoşluk (seker): Sarhoşluk veren bir şeydir. Hurmadan yapılan nebiz hakkında da kullanılır. Derler ki: Nebizlerin az miktarının haram olmadığının delillerinden bir tanesi de Yüce Allah'ın şu buyruğunda hamr'm haram kılınış illetini söz konu­su ederken, düşmanlık, kin ve benzerlerini zikretmesidir: "Muhakkak şeytan içki ve kumarla aranıza kin ve düşmanlık bırakmak, sizi Allah'ın zikrinden ve namaz­dan alıkoymak ister." (Maide, 5/91). Bu hususlar ise ancak sarhoş olmakla meyda­na gelir. O bakımdan sarhoşluk verici diğer maddelerde, ancak sarhoşluk veren miktar aranır. Çünkü kendisinde bu illetin bulunduğu miktar odur.

İkinci görüşün sahipleri, bu konuda hem kelimenin dildeki anlamını hem de bu konuda sabit olan sünneti delil gösterirler.

Dildeki anlamı: Dilde "hamr" kelimesi, aklı örten, kapatan şeyler hakkın­da kullanılır. Dilde kelimelerin anlamı kıyas yoluyla sabit olmaktadır. Ayrıca ashab-ı kiram "hamr" kelimesinin ne anlama geldiğini pek iyi biliyorlardı. Çünkü onlar dili ve Kur'an'ı daha iyi bilen kimseler idi. Bu kelimenin üzüm ya­hut kuru üzüm, hurma, arpa ve başka her neden olursa olsun, sarhoşluk verici her şey hakkında kullanıldığını biliyorlardı.

Sünnetten delillerine gelince; bu hususta sarhoşluk verici bir şeyi katiyet­le haram kılan pek çok hadis-i şerif varid olmuştur. Bunlardan birisi Ahmed, Müslim ve -İbni Mace dışında kalan- Sünen sahipleri tarafından Hz. Ömer, İb-ni Ömer ve onların dışında kalan 16 sahabiden rivayet edilen şu hadistir: "Sar­hoşluk veren her şey hamrdır ve her hamr da haramdır." Yine Ahmed, Ebu Da-vud ve sahih olduğunu belirterek Tirmizî ile İbni Hibbhan'ın Hz. Cabir'den, Ahmed, Nesaî ve İbni Mace'nin Abdullah b. Amr'dan rivayet ettikleri: "Çoğu sarhoşluk veren şeyin azı da haramdır." hadisi buna delildir.

Ahmed, Müslim ve dört Sünen sahibi Ebu Hureyre'den şu hadisi de riva­yet ederler: "Hamr hurma ve üzüm ağaçlarından yapılır." Ahmed ve Nesai dı­şında Sünen sahipleri de en-Nu'man b. Beşir'den şu hadisi rivayet etmektedir­ler: "Şüphe yok ki üzümden hamr yapılır, baldan hamr yapılır, kuru üzümden hamr yapılır, buğdaydan hamr yapılır, hurmadan hamr yapılır. Ben sizlere sar­hoşluk veren her şeyi yasaklıyorum."

İşte bu sahih hadislerin açık ifadeleri, "nebîz" adı verilen şeylerin "hamr" diye adlandırıldıklarını göstermektedir. Çünkü bunlar da sarhoşluk veren şey­lerdir, dolayısıyla bunlar da haram olurlar. Bunların çoğunun da azının da ha­ram olduğunun delili ise Buharî'nin Hz. Aişe'den yaptığı şu rivayettir: Resulullah (s.a.)'a baldan yapılan nebiz hakkında, yine baldan yapılan içki hakkında soru soruldu da o: "Sarhoşluk veren her bir içki haramdır." diye bu­yurdu.

Tercih edilen görüş (ikinci kesim olan) Hicazlıların görüşüdür. Çünkü as-hab-ı kiram hamr'ı haram kılındığını işitince bundan nebizlerin de haram kı­lındığı neticesine vardılar. Arap dilini ve Şâri'in muradını insanlar arasında en iyi bilenler onlardı. Aynı zamanda bu Enes (r.a.) yoluyla gelen şu hadisle sabit olmuştur: "Hamrm haram kılındığı sırada Ebu Talha'nın evinde içki içenlere ben içki dağıtıyordum. O günkü içkimiz taze hurma suyundan yapılan bir içki idi. Hamrm haram kılındığını işitir işitmez kaplarını yaktılar ve kırdılar." Ta­rihçiler hamrın Medine'de haram kılındığını tespit etmektedirler ve o zaman da içki olarak içilen şey, buğday ve hurma nebizi idi.

Üzüm suyundan yapılan içkinin, -sarhoşluk verdiğinden dolayı- çoğunun da azının da haram olduğunu kabul etmekte Iraklılar da Hicaz alimleri ile itti­fak halindedirler. O bakımdan sair nebizlerde de böyle bir ittifakın söz konusu olması gerekir; çünkü bunlar arasında bir fark yoktur.

İçkinin zararlarına gelince; bunlar maddi ve manevî pek çoktur. Kur'an-ı Kerim'in şu ayeti bunlara işaret etmektedir: "Muhakkak şeytan içki ve kumarla aranıza kin ve düşmanlık bırakmak, sizi Allah'ı zikretmekten ve namazdan alı­koymak ister." (Maide, 5/91). Sahih hadis-i şerif de içkinin zararlarını topluca ifade etmektedir. Sözü geçen bu hadis-i şerif, Taberanî'nin İbni Ömer'den riva­yet ettiği şekliyle şöyledir: "İçki hayasızlıkların anasıdır. Büyük günahların en büyüğüdür. İçki içen namazı terkeder, annesi ile halası ile teyzesi ile ilişki kur­mak durumuna dahi düşer."

İçkinin zararları vücuda, cana, akla, mala ve insanlar arası ilişkileredir. Bütün bu zararlar bir arada olabilmektedir. Bu zararların bazısını şöylece sıra­layabiliriz:

1- Sağlığa zararları: Bütün sindirim organlarını bozar. Yemek yeme arzu­sunun kaybolmasına, gözlerin dışarı fırlamasına, mide büyüdüğünden dolayı göbek büyümesine, karaciğerin fonksiyonlarının bozulmasına, böbrek rahatsız­lıklarına, vereme, damarların sertleşmesi dolayısıyle erken yaşlılığa, neslin za­yıflamasına veya kesilmesine sebeptir. Alkolik bir kimsenin çocuğu genellikle güçsüz ve zayıf akıllı olur.

2- Akla zararları: İçki akıl gücünü zayıflatır. Çünkü genel olarak insanın sinirleri üzerinde etkili olur. Bazen deliliğe kadar götürebilir.

3- Malî zararları: İçki serveti darmadağın eder, malı telef eder. Kadına ve çocuklara gereken harcamaları yapmak hususunda ihmale götürür.

4- Toplumsal zararları: Sarhoşlar arasında anlaşmazlıklar ve düşmanlık­lar başgösterir. Başkaları arasında da bu anlaşmazlıkların başgöstermesine se­bep olurlar. Çoğu zaman sarhoşlar ya başkasını öldürür, döver veya yaralarlar ya da başkaları onları.

5- Ahlâkî zararları: Sarhoş oldukça zelil, hakir bir kimse haline geliverir, alay konusu olur, gülünç ve başkaları tarafından hafif alınacak bir hale gelir. Çünkü sözleri arasında tutarsızlık, davranışları ve görünüşü çarpık olur. Sar­hoş olan bir kimse de başkasına iftira etme, sövme, hakaret etme, zina ve öl­dürmeye teşebbüse cesaret elde eder. Bundan dolayı içki "kötülüklerin anası" adı ile anılmıştır.

6- Genel zararları: Sırların açıklanmasıdır. Devletlerin oldukça önemli ha­berleri casuslara çoğunlukla içki masalarında sızdırılmıştır.

7- Dini zararları: Sarhoş olan bir kimsenin sahih bir ibadet yapması bekle­nemez; özellikle de dinin direği olan namazı. Çünkü içki Allah'ı zikretmekten, namazdan ve diğer dinî görevleri yerine getirmekten alıkoyar. Sarhoş olan bir kimse, ancak içki içmeye, heva ve arzularına boyun eğmeye önem verir. İradesi zayıflar, tenbel ve donuk bir hal alır. Hatta alkolikliği ve alkolün kanma karış­mış olması dolayısıyla kolay kolay sarhoş olmaktan kendisini alıkoymaz. O ba­kımdan alkolik bir kimse ister istemez ve iradesi dışında sarhoşluk veren içkiyi alıp kullanmaya adeta susar.

Kısaca içki kötülüklerin anasıdır. Her türlü çirkinliğe götüren bir yoldur. Ne-saî'nin rivayetine göre Hz. Osman şöyle demiştir: "İçkiden uzak durunuz. Çünkü o, kötülüklerin anasıdır. Sizden öncekiler arasından abid birisi vardı. Ahlaksız bir kadın ona bağlandı. Cariyesini o abide gönderdi ve ona: Seni bir şehadette bulun­mak üzere çağırıyoruz, dedi. Abid o kadının cariyesi ile birlikte yola koyuldu. Bir kapıdan içeri girdi mi o kapıyı üzerine kapatırdı. Nihayet oldukça gözalıcı bir ka­dının yanma vardı. Kadının yanında bir köle ve bir şarap tulumu vardı. Kadın ona: Ben seni şehadette bulunmak üzere çağırmadım. Benimle ilişki kurasın diye seni çağırdım veya şu şaraptan bir bardak içmen ya da bu köleyi öldürmen için. Adam: O halde şu şaraptan bana bir bardak ver, içeyim dedi. O şaraptan ona bir bardak içirdi, ardından: Biraz daha verin, dedi. Daha da verdiler. Sonunda hem o kadın ile ilişki kurdu, hem de katil oldu. O bakımdan içkiden uzak durunuz. Şüp­hesiz ki -Allah'a yemin ederim- iman ile içki alışkanlığı bir arada olmaz. Mutlaka aradan fazla zaman geçmeden onlardan birisi ötekini çıkartır." [40]



Kumar ve Zararları:


(Kumar anlamına gelen) el-Meysir ya açıkladığımız gibi el-yüsrMen (kolay­lık anlamına) gelmektedir veya bir şeyi bölüp parçalamak hakkında kullanılan "yesera" den gelmektedir. Develer hakkında da kullanılır. Çünkü deve bölüp parçalamaya konu olur. Yüce Allah'ın söz konusu edip haram kıldığı "el-Mey-sir" ise kumar kasdıyla develerin ayrılan parçaları için ok çekmek demektir. Daha sonra zar (tavla) ve içinde kumar bulunan bütün oyunlar hakkında kul­lanılmaya başlanmıştır.

Önceden de açıklamış olduğumuz gibi Araplar tarafından oynanan "el-Meysir"in keyfiyeti şöyle idi: Arapların o dönemde on tane okları vardı. Bunla­ra aynı zamanda (tahta parçalan anlamına gelen) el-Ezlâm ve el-Eklâm adları da verilirdi. Bu on tane okun el-Fezz, et-Tevem, el-Rakîb, el-Hils, el-Musbil, el-Muallâ, en-Nâfis, el-Menîh, es-Sefîh ve el-Veğad adlarını taşırlardı. Bu okların ilk yedisi kesip parçalara ayırdıkları develerden belli paylara tekabül ederler­di. Bu develeri de ya on parçaya veya yirmisekiz parçaya ayırırlardı. Son üç okun ise herhangi bir payı yoktu. el-Fezz bir pay, et-TeVem iki pay, el-Rakib üç pay, el-Hils dört pay, en-Nâfis beş pay, el-Musbih altı pay, el-Muallâ ise yedi pay alırdı ki en yüksek pay onundu.

Araplar bu okları güvendikleri adaletli bir kimsenin elinde bir torbaya bı­rakırlardı. O kişi bu okları iyice karıştırır, sonra elini torbaya sokar ve bir kişi adına bir ok çıkartırdı. Sonra bir diğer kişinin adına diğer oku çekerdi. Bu böy­lece sürüp giderdi. Üzerinde payı belli oklardan herhangi birisi adına çıkan kimse, o ok üzerinde belirtilen payı alırdı. Payı bulunmayan bir okun adına çe­kildiği kimse ise, bir şey almaz ve bütün devenin bedelini öderdi. Çekilişte çı­kan bu payları fakirlere dağıtırlar, onlar bu develerden bir şey yemezler ve bu­nunla övünürlerdi. Kendi yaptıkları bu işten uzak duranları yerer ve böyle bir kimsenin mürevvetsiz ve bayağı anlamına gelen "el-Beran" ya da "el-Veğad" di­ye anarlardı.[41] Nitekim daha önce açıkladık.

Kumarın pek çok zararı vardır. Kur"an-ı Kerim'in de beyan ettiği üzere onun da şarap gibi kin ve düşmanlığa sebep olması, Allah'ı anmaktan alıkoy­ması bu zararları arasında yer alır. İnsanı tenbelliğe alıştırmak, vehmi sebep­lerden nzık beklemek, akli gücü zayıflatmak suretiyle eğitimi ifsad eder. Çün­kü insan tabii kazanç yollan arasından faydalı işleri terkeder, kumar oynayan kimseler ise ziraatle, sanayi ve ticaret ile uğraşmayı ihmal eder. Halbuki bun­lar medeniyet ve ümranın temelleri arasında yer alır.

Kumarın zararlanndan ve en ünlülerinden birisi de şudur: Kumar oyna­yan kişi iflas eder, aileler yıkılır, ocaklar söner. Çünkü kumar sayesinde servet, zengin olandan bir an içerisinde fakire intikal ediverir. Bir gecede yok olup gi­den nice servetler ve bir anda fakirler arasına katılan nice kumarcılar vardır. [42]



İhtiyaçtan Arta Kalanı (el-afvi) înfak Etmek:


Ya Muhammed, aynca sana Yüce Allah'ın, "Allah yolunda infak ediniz." (Ba­kara, 2/195) buyruğuna uymak kasdıyla, müslümanın infak edeceği şeyin mikta-n hakkında soru soruyorlar. Sen onlara de ki: AfVi yani ihtiyaçtan arta kalanı infak etsinler. İhtiyaç duyduğunuz şeyleri infak ederek kendinizi zayi etmeyiniz.

Yüce Allah sizlere sözü geçen bu hususları (yani içki ve kumarın haram kılınması ile ihtiyaçtan arta kalanın infak edilmesinin gereğini) açıkladığı gi­bi, Kitab'ının diğer başka yerlerinde de sizlere hükümleri ve apaçık ayetleri beyan etmektedir. Bunlar sizin maslahat ve menfaatlerinizi gerçekleştiren hu­suslara dair olup sizlere neyin faydalı neyin zararlı olduğunu göstermektedir. Bu hükümlerin teşrî' edilmesindeki hikmet ise, dünya ve ahiret işlerinde bun­lara dair hususlarda basiretle ve uyanıklık ile tefekkür etmeniz, dünyanın ze­val bulacağını ve yok olup gideceğini, ahiretin ise ebedî, üstün ve değerli oldu­ğunu bilmeniz veya mallarınızdan dünya hayatınızı düzene koyacak olan mik­tarını alıkoyup geri kalanını da ahirette size yarayacak hususlara infak etme­niz içindir.

Bu ayet-i kerimenin manasını dile getiren pek çok hadis-i şerif varid ol­muştur. Bunlardan birisi İbni Cerir et-Taberî'nin Cabir b. Abdullah'tan yaptığı şu rivayettir: Hz. Cabir dedi ki: Bir adam Resulullah (s.a.)'a madenlerden biri­sinden elde ettiği altından bir yumurta (kadar bir altın) getirdi. Ey Allah'ın Ra-sulü dedi, sen sadaka olarak bunu benden al. Allah'a yemin ederim, bundan başkasına da malik değilim. Resulullah (s.a.) ondan yüz çevirdi (duymazdan geldi). Bu sefer sağ tarafından Hz. Peygambere geldi ve önceki sözünün benze­rini ona söyledi. Yine Resulullah (s.a.) ondan yine yüz çevirdi. Adam bir daha benzer sözlerini tekrarladı. Hz. Peygamber yine ondan yüz çevirdi. Bir daha benzer sözler söyleyince Hz. Peygamber kızgınlıkla: "Hadi onu getir!" dedi. Resulullah (s.a.) onu aldı ve ona öyle bir fırlattı ki, eğer o altın parçası ona isa­bet etseydi ya kafasını yarar veya onun bir tarafında ya±*a açardı. Daha sonra şöyle buyurdu: "Sizden herhangi bir kimse bütün malını sadaka vermek üzere getirir, sonra da insanlara avuç açmak üzere oturur. Gerçek şu ki sadaka zen­ginlikle birlikte verilir." Peygamber (s.a.)'in şöyle buyurduğu da rivayet edil­mektedir: "Sen malının fazla olanından ver ve buna da geçindirmekle yükümlü olduğun kimselerden başla. Yeteri kadar mal elinde tuttuğun için kınanmaz-sın." Buharı ve Müslim de Ebu Hureyre'den rivayet ettiklerine göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Sadakanın hayırlısı zenginken verilen sadakadır. İşe geçindirmekle yükümlü olduğun kimselerden başla."

Cabir b. Abdullah'dan da şöyle dediği rivayet edilmektedir: Resulullah (s.a.), Ahmed, Müslim, Ebu Davud ve Nesai'nin rivayetine göre- şöyle buyur­muştur: "Sizden biriniz eğer fakir ise önce kendinden başlasın. Eğer artarsa kendisi ile birlikte geçindirmekle yükümlü olduğu kimselerle başlasın. Yine bundan sonra artacak bir şey olursa, artık başkasına tasadduk etsin."

Daha sahih olan görüşe göre bu ayet-i kerime, hükmü sabit olup mensuh değildir. Çünkü ayet-i kerimede arta kalanın infak edilmesinin farz olduğuna delâlet eden bir ifade yoktur. Bilakis ayet-i kerime farz olan zekâtı değil de na­file olarak ne infak edeceklerini soranlara cevap olmak üzere nazil olmuş olup burada Yüce Allah bu gibi kimselere Allah'ın razı olacağı sadaka türünü beyan etmektedir. [43]



Yetimin Malına Velayet


220- .Dünya ve ahiret hususunda. Bir de sana yetimleri sorarlar. De ki: On­lar lehine ıslah etmek hayırlıdır. Şayet onlarla bir arada yaşarsanız sizin kar-deşlerinizdirler. Allah ıslah yapanları da fesat yapanları da bilir. Eğer Allah dileseydi muhakkak sizi zahmete sokardı. Şüphesiz Allah Aziz'dir, Hakim'dir.



Nüzul Sebebi


Ebû Dâvûd, Nesaî, Hâkim ve başkalarının rivayetine göre İbni Abbâs şöy­le demiştir: Yüce Allah'ın: "Yetimin malına da... en güzel olandan başka bir su­retle yaklaşmayın." (En'âm, 6/152) buyruğu ile: "Şüphesiz haksızlıkla yetimle­rin mallarını yiyenler... (Nisa, 4/10) ayet-i kerimesi nazil olunca, yanında yetim bulunan herkes gidip yetimin yiyeceğini kendi yiyeceğinden, içeceğini kendi içeceğinden ayırdı. Yetimin yiyeceğinden bir miktar bir şey arttı mı, onu yiyip bitirinceye yahut da bozuluncaya kadar o yetim için saklanırdı. Bu durum on­lara ağır gelince konuyu Resulullah (s.a)'a zikrettiler. Bunun üzerine Yüce Al­lah: "Bir de sana yetimleri sorarlar." ayetini indirdi.

ed-Dahhâk ve es-Süddî der ki: Bu ayetin nüzul sebebi şudur: Araplar câhiliye döneminde yetimlerle birlikte yiyip içmekten ve diğer işlerde onlarla müş­terek olmaktan çekinirlerdi. [44]



Açıklaması


Sana bir de yetimlerle birlikte oturup kalkmak ve onların işlerini görüp gözetmekten sorarlar. Acaba onların mallarını kendi mallarına karıştırmak mıdırlar, yoksa onların mallarını ayrı mı tutmalıdırlar? Yüce Allah onlara şöy­le cevap vermektedir: Mallarını artırıp çoğaltmak ve korumak suretiyle ıslah maksadını gütmek, onlardan uzak durmaktan hayırlıdır. Eğer mallarını katıp karıştırmak yetimlerin faydasına, onların hayrına ise bu hayırlıdır. Onlar din ve neseb itibariyle sizin kardeşlerinizdirler. Kardeş, kardeşle birlikte olur, mal­ları birbirleriyle iç içe girer ve bunda bir mahzur, zorluk yoktur. Şayet nakit paralar gibi birtakım mallarını ayrı tutmakta, mallarını ıslâh sözkonusu ise o vakit hayırlı olan bu olur. Onlar hakkında maslahata riâyet etmek ve malları­na güzel bir şekilde nezâret etmek, sizin için bir görevdir.

Bu ayet-i kerime iyi niyet bulundurmak şartıyla, yetimlerin mallarını ken­di mallarına karıştırmak hususunda bir izin ihtiva etmektedir. Velinin bu işi yaparken kendisine fayda sağlamak, yetime de zarar vermek kasdı olmamalı­dır. Onların mallarının kendi mallarına karışması, haksız yere mallarını yemeye yol açmamalıdır. Şanı Yüce Allah kimin iyilik, kimin kötülük yaptığını ve nefislerin bütün gizlediklerini bilendir. "Allah ıslah yapanları da fesat yapan­ları da bilir." cümlesi böyle bir durumdan sakmdırmaktadır. Yüce Allah bura­da kimin ıslah, kimin de fesat ettiğini bildiğini haber vermektedir. Bunun an­lamı ise şudur: O her birisine yaptığı işe göre karşılık verir. Çoğunlukla sakın­dırmak maksadıyla Allahu Teâlâ'ya "bilmek" nisbet edilir.

Şayet Yüce Allah yetimlerden uzak durmayı ve onların mallarını da kendi mallarınızdan ayırmayı farz kılmak suretiyle size darlık vermek ve işinizi zor­laştırmak dileseydi, elbetteki bunu yapardı. Fakat O şu iki maslahatı dikkate almaktadır: Yetimin maslahatı ile kolaylık ve zorluğu defetme maslahatı. Şanı Yüce Allah umumiyetle kullarına kolaylık sağlar: "Allah sizin için kolaylık di­ler ve sizin için zorluk dilemez." (Bakara, 2/185); "Dinde sizin için herhangi bir zorluk kılmadı." (Hacc, 22/78).

O Yüce Allah asla mağlup edilemeyen güçlüdür. Zor olan amellerle mükel­lef tutmaya kadir olandır; fakat O yaptığında hikmeti sonsuz Hakimdir ve an­cak takatin içinde olan şeylerle mükellef tutar. Nitekim Yüce Allah: "Allah hiç­bir nefsi vüsatinden fazlasıyla mükellef tutmaz." (Bakara, 2/286) diye buyur­maktadır. [45]



Müslüman Erkeğin Müşrik Kadın İle Evlenmesi


221- Müşrik kadınları iman edinceye kadar nikahlamayın. Mümin bir cariye hoşunuza gitse bile müşrik bir kadın­dan elbette daha hayırlıdır. Müşrik er­keklere de iman edinceye kadar nikah­lamayın. Mümin bir köle hoşunuza git­se bile müşrik bir erkekten elbette da­ha hayırlıdır. Onlar ateşe çağırırlar. Allah ise izniyle cennete ve mağfirete davet eder ve ayetlerini insanlara ib­ret alsınlar diye apaçık bildirir.



Nüzul Sebebi


İbnü'l-Münzir, İbni Ebi Hatim ve el-Vâhidî, Mukatil'den şöyle dediğini ri­vayet etmektedirler: Bu ayet-i kerime İbni Ebi Mersed el-Ganevî hakkında nazil olmuştur. O, Peygamber (s.a.) den Anâk adındaki çok güzel bir müşrik kadınla evlenmek için izin istemişti. İşte bu ayet-i kerime buna dair nazil olmuştur.

Bir diğer rivayette de şöyle denilmektedir: Resulullah (s.a) Mersed b. Ebî Mersed el-Ğanevî'yi orada bulunan birtakım müslümanları çıkartmak üzere Mekke'ye göndermişti. O câhiliye döneminde Anâk adında bir kadını seviyor­du. Bu kadın yanına geldi ve: Başbaşa kalalım mı? diye teklifte bulundu. Kadı­na "Yazık sana! İslâm bizim aramıza engeldir." dedi. Kadın: Peki benimle evle­nir misin? dedi. Mersed: "Evet, fakat Resulullah (s.a.)'a dönüp onunla danışa­cağım" dedi. Onunla danışması üzerine de bu ayet-i kerime nazil oldu.

el-Vahidî'nin es-Süddî yoluyla rivayetine göre Ebû Mâlik, İbni Abbâs'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Bu ayet-i kerime Abdullah b. Revâha hak­kında nazil olmuştur. Onun siyah bir cariyesi vardı. Bir seferinde kızdı ve ona bir tokat vurdu. Daha sonra yaptığı bu işten dehşete kapıldı. Resulullah (s.a.)'ın yanına varıp ona durumu bildirdi ve: Andolsun, onu azad edip onunla evleneceğim, dedi ve dediğini yaptı. Bazı kimseler bundan dolayı onu tenkid ederek: Bir cariye ile mi nikahlanıyor? diye sordular. Allah da bu ayet-i kerime­yi inzal buyurdu. Bunu İbni Cerîr et-Taberî de es-Süddî'den munkatı' olarak nakletmiştir.

Süyutî'nin de belirttiği gibi nüzul sebebinde iki husus gözönünde bulundu­rulur: Birincisi ashabın bir ayetin nüzul sebebine dair bir rivayeti, o ayetin ma­nasını açıklamak içindir. Aynı zamanda bu rivayet meydana gelen benzer hu­susları da kapsar.

Ashabın zikrettiği sebep, bazan ayetin nüzulünden sonra da meydana gel­miş olabilir. [46]



Açıklaması


Bu ayet-i kerime İslâm toplumunun yapılanmasını sağlayan hükümler arasında yer alır. Yüce Allah yetimlerle evlilik dolayısıyla bir arada bulunmaya izin verince, peşisıra müşriklerle nikâhlanmanın sahih olmayacağını da açıkla­maktadır.

Ayetin anlamı şudur: Ey müminler! Kitapları olmayan müşrik kadınlarla Allah'a ve âhiret gününe iman edip Muhammed'i tasdik edinceye kadar evlen­meyiniz. Müşrik lafzı bu anlamıyla Yüce Allah'ın şu buyruğunda yer almakta­dır: "Kitap Ehli'nden olan kâfirler de müşrikler de Rabbinizden üzerinize her­hangi bir hayrın indirilmesini istemezler." (Bakara, 2/105); "Kitap Ehli'nden ve müşriklerden olan kâfirler, kendilerine apaçık delil gelinceye kadar ayrılmaya­caklardır." (Beyyine, 98/1). Özetle; şirkleri üzere devam ettikleri sürece müşrik kadınlarla evlenmeyiniz.

Allah'a ve rasûlüne iman eden bir câriye, toplumsal açıdan aşağı konumda ve köle olsa dahi, güzelliği, soyu, konumu ve malı olan müşrik bir kadından da­ha üstündür. Çünkü dinin de hayatın da kemali ve şerefi ancak iman iledir. Mal ve mevki ile ise sadece dünyevî kemal sözkonusu olur. Dine ve ona bağlı olan dünyadan tabi olan şeylere riayet etmek yalnızca dünyaya riâyet etmek­ten önce gelir.

Mümin kadınlarınızı da, Allah'a ve rasûlüne iman edinceye kadar müş­rik erkeklerle evlendirmeyiniz. Sosyal bakımdan aşağı konumlarda olmasına rağmen, Allah'a ve rasûlüne iman eden bir köle ile kadınlarınızı evlendirme­niz, hür ve müşrik bir erkekle evlendirmenizden sizin için daha hayırlıdır. İsterse bu müşrik makam, mevki, soy ve şeref itibariyle hoşunuza gitmiş ol­sun.

Müslüman erkeğin, müşrik kadın ile, müslüman kadının da ister Kitap Ehli olsun, ister müşrik olsun mutlak olarak kâfir bir erkek ile evlenmesinin haram kılınış sebebi şudur: Bu müşrik erkekler ve kadınlar müslümanları küf­re ve cehenneme götüren, kötü olan her şeyi işlemeye sebep olabilirler. Zira bunların doğruya iletecek sağlıklı bir dinleri, kendilerini hakka iletecek semavî bir kitapları da yoktur. Üstelik imanın nurunun bulunduğu bir kalp ile karan­lık ve sapıklığın yer ettiği bir kalbin tabiatları arasında da karşılıklı nefretleş-me ve soğukluk sözkonusudur.

O bakımdan müşriklerle birlikte olmayınız, onlarla evlilik dolayısıyla ak­rabalığınız da olmasın. Çünkü evlilik dolayısıyla akrabalık bir arada bulunma­ya, ülfete, sevgiye ve onlardan etkilenmeye yol açar. Sapık fikirlerin onlardan geçmesine, şer'î olmayan fiil ve adetlerin de taklid edilmelerine sebep olur. Üs­telik çocuklar da hevâ ve sapıklıklara uygun olarak yetiştirilir, eğitilir. Kısaca­sı müşrik kadınların nikâhlanmalarının haram kılınmasının sebebi neticede ateşe sürüklenmeye vesile olabilir. Yüce Allah ise indirmiş olduğu Kitabı ve peygamberleri aracılığı ile cennete, cennetin nimetlerine ulaştıran şeylere çağı­rır ve onlara iletir. İzniyle, emir ve iradesiyle hak olan yolu göstermesiyle mağ­firete, günahların örtülmesine davet eder. İnsanlara ayetlerini, hüküm ve delil­lerini öğüt alsınlar, hayır ve şerri birbirinden ayırdedebilsinler, O'nun emrine aykırı hareket etmesinler, nevalarının gösterdiği yolda veya şeytanın ardından gitmesinler diye açıklar. Çünkü hükümlerin illet ve delilleriyle sözkonusu edil­mesi, o hükümlere razı olmaya ve onları yerine getirmek üzere eli çabuk tut­maya daha bir iticidir.[47]



Hayız (Ayhali) Ve Hükümleri


222- Sana ay halinden sorarlar. De ki: "O bir ezadır. Ay halinde kadınlardan uzak durun ve temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın. İyice temizlendi­ler mi o zaman Allah'ın size emrettiği yerden onlara yaklaşın. Gerçekten Al­lah çokça tevbe edenleri ve çokça te­mizlenenleri sever.

223- Kadınlarınız sizin için bir tarla­dır. O halde tarlanıza dilediğiniz gibi varın ve kendiniz için önden (iyi amel­ler) gönderin. Bir de Allah'tan korkun ve bilin ki her halde O'nun huzuruna varacaksınız. Müminlere müjdele!



Nüzul Sebebi


222. ayetin nüzul sebebiyle ilgili olarak Müslim ve Tirmizî, Enes b. Mâ-lik'ten şunu rivayet etmektedirler: Yahudiler kadınları ayhali olduğu takdirde onlarla birlikte yemek yemez ve aynı odada kalmazlardı. Resulullah (s.a.)'ın ashabının Hz. Peygamber'e bu durumu sormaları üzerine Yüce Allah: "Sana ay halinden sorarlar" ayetini indirdi ve: "(Kadınlarınız ay hali iken) cinsi ilişki dı­şında her şeyi yapabilirsiniz" diye buyurdu.

223. ayetin nüzul sebebiyle ilgili olarak da Buhari, Müslim, Ebû Dâvûd ve Tirmizî'nin rivayetine göre Hz. Câbir şöyle demiştir: "Yahudiler, Erkek hanımı­na arkadan gelerek cima' ederse -yani arkadan yaklaşıp ön tarafından cimâda bulunursa- çocuk şaşı olur, derlerdi. Bunun üzerine: "Kadınlarınız sizin için bir tarladır..." ayeti nazil oldu. [48]

Mücâhid der ki: "Ayhalinde kadınlardan uzak durur ve ayhali süresince kadınlara arkalarından yaklaşırlardı. Bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil ol­du." Hâkimin rivayetine göre de İbni Abbâs şöyle demiştir: "Şu Kureyşliler ka­dınlarla evlenir ve yüzyüze veya arkalarını çevirmiş olarak onlardan zevk alır­lardı. Medine'ye geldiklerinde Ensâr'dan kadınlarla evlendiler. Mekke'de yap­tıklarını onlarla da yapmaya kalkıştılar. Ancak Ensar kadınları böyle bir şeye karşı çıktılar ve: Bu bizim daha önce bilmediğimiz bir şeydir, diyerek kabul et­mediler. Bu konuda söylentiler oldukça yayıldı, nihayet Resulullah (s.a)'a ha­ber ulaşınca, Yüce Allah da bu hususta: "Kadınlarınız sizin için bir tarladır." ayetini inzal buyurdu. [49]



Açıklaması


Bu, "vav" edatı ile atfedilen üçüncü bir sorudur. Çünkü bu sorunun kendi­sinden önce ve sonrası ile de ilişkisi vardır. Peygamber (s.a.)'e ayhalinin hük­mü hakkında soru sorulmuştu. Çünkü Yahudiler; Kirli olduğu günlerde, ayhali olan kadına dokunan herkes necis olur, diyorlar ve ayhali olan kadın ile ilişki konusunda işi alabildiğine sıkı tutuyorlar, önceden de açıkladığımız gibi yeme­lerini, içmelerini dahi ayırıyorlardı. Hristiyanlar ise ayhali ile ilgili hususlarda işi gevşek tutuyor, ayhali ile sair zamanlar arasında fark gözetmiyorlardı. Ca-hiliye döneminde Araplar da Yahudiler ve Mecusiler gibi idiler. Ayhali olan ka­dınla aynı yerde kalmıyorlar, birlikte yemek yemiyorlardı. İşte bu farklı du­rumlar müslümanlara ayhali zarfında kadınlarla birlikte olmanın hükmünü sormaya itmiştir. Yüce Allah da onlara şöylece cevap verdi:

Ayhali erkeğe de kadına da bir eza ve rahatsızlık veren birşeydir. O ba­kımdan ayhali süresince kadınlarla ilişki kurmaktan uzak durunuz. İlişki kur­manın dışında meselâ öpmenin, baldırlarına dokunmanın -Hanbelîlerin görü­şüne göre- bir mahzuru yoktur. Çünkü Ahmed, Müslim ve Sünen sahiplerinin daha önceden kaydettiğimiz rivayet ettikleri hadiste: "Cima' dışında her şeyi yapabilirsiniz." denilmektedir. Cumhur ise göbek ile dizkapağı arasındaki böl­geden faydalanmayı da haram görmüşlerdir. Çünkü Ebû Davud'un, Hizam b. Hakîm'den, o amcasından rivayet ettiğine göre, amcası Resulullah (s.a)'a: Ay­hali iken hanımımdan bana helâl olan nedir? diye sormuş; Hz. Peygamber de: "İzar (peştemal)ın yukarısı senin için helâldir.". Yani göbekten yukarısı, diye buyurmuştur. Diğer taraftan izar altındaki yerlerden faydalanmak kişiyi cima' tehlikesi ile karşı karşıya bırakır.

Tıp, şeriatın bu doğrultudaki hükmünü desteklemektedir. Doktorlar ayha-li sırasında ilişkinin kadının üreme organlarında aşırı acı ve iltihaplara sebep teşkil ettiğini, aynı şekilde bu kanın erkeğin organının ağzından içeri girdiği takdirde onda da akıntıyı andıran irinli bir iltihaba neden olduğunu, eğer ka­dında bir hastalık var ise bu hastalığın erkeğe de bulaştığını, hatta bu durum­da ilişki kurmanın kadında da erkekte de kısırlık sonucunu verebileceğini is­patlamış bulunmaktadırlar.

Ayhalinden kadınlarınız temizleninceye kadar onlara yaklaşmayınız. Su ile gusletmek suretiyle temizlendikleri takdirde, Allah'ın size emretmiş olduğu ve izin verdiği taraftan -ki o da ön taraftar- onlarla ilişki kurunuz. Çünkü nesil yeri orasıdır. -"Tuhr" ayhali kanının kesilmesi, "tetahhur" ise gusletmek de­mektir.- Şüphesiz Allah masiyetlerinden tevbe edenleri sever. Meselâ, kadınla­ra ayhali esnasında veya arka yoldan yaklaşmak ve buna benzer fıtrat ve selim bir tabiat ile çatışan kötülüklerden uzaklaşmak gibi. Allah'ın sevmesi, kulunun sevap kazanmasını dilemesidir. Tevbe ise onun masiyet halinden dönmesidir. Ayet-i kerimede "varmak" ilişki kurmaktan kinaye olarak zikredilmiştir.

Ayhalinden temizlenmiş olan kadınlarınız sizin ekin ekme yeriniz, neslini­zin artıp çoğaldığı yerlerdir. Erkeğin nutfesi yere saçılan bir tohum gibidir. Ay­hali süresinde kadınlara yaklaşmak helâl değildir. Çünkü o dönemde tarla eki­ni kabule hazır değildir, arka yoldan yaklaşmak da helâl değildir; çünkü neslin çoğalacağı yer orası değildir. Ayrıca bunun bedene de bir takım zararları var­dır.

Bu ikinci ayet-i kerime bir önceki ayetin bir açıklaması sayılabilir. Ayet, kadından faydalanmanın meşru kılmış hikmetini de açıklamaktadır ki, bu da doğum suretiyle insan türünü korumaktır.

Hangi şekilde isterseniz çekinmeden tarlanıza varınız. Ayakta, oturarak, yanı üzerinde yatarak, yüzünü döndürmüş veya arkasını çevirmiş olarak. Sa­dece ilişki kurulan yer aynı olmalıdır ki, o da ekin ekme yeri olan ön tarafıdır. Tıpkı ekin ekmek istediğiniz tarlalarınıza nereden dilerseniz oradan gittiğiniz gibi. Herhangi bir yön size mahzurlu değildir. Aynı şekilde ayet-i kerime, zina yoluyla değil de nikâh ile ve şer'an izin verilmiş olan zamanlarda ihramlı olma­dığı, oruçlu ve itikafta bulunmadığı zamanlarda kadınlara yaklaşmanın mu­bah olduğunu ifade etmektedir.

Ahiret gününde sizin için bir hazırlık olmak üzere salih amellerden[50] ve hayırdan kendiniz lehine önden bir şeyler gönderin, Allah'tan korkun, O'na karşı gelmekten sakının, masiyetlere yaklaşmayın, O'nun koyduğu sınırları zorlamayın, ayhalinde iken eşlerinizle cinsî münasebete girmeyin. Dindar olan kadını tercih ediniz, erkeğe kötü muamele eden, kötü huylu ve çocukları kötü bir şekilde eğitmesi muhtemel ahlâkî yönü düşük kadından yüz çevirin.

Kat'iyetle de biliniz ki sizler, ahirette Rabbinizle karşılaşacaksınız ve O iyilik yapana mükâfat, kötülük yapana da ceza verecektir.

Allah'ın emirleri üzerinde dosdoğru yürüyen müminlere kurtuluşu, kerem ve lütfü, dünya ve ahirette mutluluğu müjdele! Allah'ın sınırlarını aşarak şeh­vet ve arzularının peşinden takılıp giden ve teşrî' buyurulmuş kanunların dışı­na çıkanlara gelince; onlar dünya hayatında zarar görmekten, ahirette de aza­ba uğramaktan kurtulamazlar. Dünya hayatında görecekleri zarar huzursuz­luk ve ızdırap, keder, korku ve buna benzer ruhî ıztırablarla da olabilir. [51]



Allah Adına Yemin Etmek İle Lağv Yemini


224- Allah'ı yeminlerinizle iyilik etme­nize, sakınmanıza ve insanların arasını bulmaya engel yapmayın. Allah Semî'dir, Alîm'dir.

225- Allah yeminlerinizdeki lağivden dolayı sizi sorumlu tutmaz, fakat kalplerinizin kazandığından dolayı sorumlu tutar. Allah Gafûr'dur, Halîm'dir.



Nüzul Sebebi


224. ayetin inişiyle ilgili olarak İbni Cerîr et-Taberî, İbni Cüreyc'den şunu rivayet etmektedir: Yüce Allah'ın: "Allah'ı yeminlerinizle... engel yapmayınız." ayeti, Hz. Ebû Bekir ifk olayında münafıklar ile birlikte, ileri geri konuşup Ai-şe (r. anhâ) hakkında onlara benzer sözler söyleyince, Mistah'a infakta bulun­mamak üzere yemin etmesi dolayısıyla nazil olmuştur. Yine Yüce Allah'ın: "Sizden fazilet ve genişlik sahibi olan kimseler yakınlara... vermemeye yemin et­mesin." (Nur, 24/22) buyruğu da onun hakkında nazil olmuştur.

el-Kelbî der ki: Abdullah b. Revâha hakkında kızkardeşinin kocası (eniştesi) Beşîr b. en-Nu'mân ile konuşmamak, yanma ebediyyen girmemek, kendisi ile hanımının arasını düzeltmemek üzere yemin etmesi ve: Bunu yapmamak üzere Allah adına yemin ettim, o bakımdan yeminime bağlı kalmaktan başka bir şey bana helâl olmaz, demesi üzerine, Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi indirmiştir. [52]


Açıklaması


Ayetin iki tane anlamı vardır: Birincisi bir kimse akrabalık bağını gözet­me, sadaka verme, insanlar arasını düzeltme veya ibadet ve benzeri hayır tü­ründen herhangi bir şey işlememek üzere yemin edecek olur ise; Allah adına yapılan bu yemin, işlenmemek üzere yemin edilen "birr ve takvâ"nın yapılma­sına engel olamaz. Böyle bir iyiliği ve hayrı işlemek istediği takdirde mümine düşen, yalnızca yeminin kefaretini yerine getirip hakkında yemin ettiği o işi yapmaktır. Nitekim Resulullah (s.a.) -İbni Mâceh dışında Kütüb-i Sitte sahiple­rinin rivayetine göre- Abdurrahmân b. Semura'ya şöyle demiştir: "Herhangi bir şey hakkında yemin edip de bir başkasının ondan daha hayırlı olduğunu görür­sen hayırlı olanı yap ve yemininin keffâretini yerine getir." Buna göre ayet-i ke­rime, hayır işlemeyi istedikleri takdirde, Allah adına yemin eden kimselerin karşı karşıya kaldığı sıkıntıyı kaldırmak içindir.

İkinci anlamına gelince: İyiliği, takvayı ve insanlar arasını düzeltmeyi is­temeniz dolayısıyla Allah adına çokça yemin etmeye kalkışmayınız. Çünkü çokça Allah adına yemin etmekte O'nu bir bakıma hafife almak, küçük düşür­mek ve Allah'a karşı cüret sahibi olmak sözkonusudur. Mümine düşen ise Yüce Allah'ı tazim etmek, gereken saygıyı göstermek, mümkün olduğunca da yemin­den uzak durmaktır; yemin eden kişi ister doğru sözlü olsun, ister yalancı. Hz. Ömer ve Şafiî gibi vera' ve takva sahibi kimseler ne kendisi bir şey anlatırken, ne de başkasından bir şey naklederken Allah adına yemin etmezlerdi. O tak­dirde ayet-i kerime yemin etmeksizin konuşanın sözüne güveni sağlamak üze­re Allah adına çokça yemin etmeyi ve Allah adının yeminlerde gelişigüzel kul­lanılmasını yasaklamış olmaktadır. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Çok­ça yemin eden aşağılık hiç bir kimseye itaat etme." (Kalem, 68/10).

Bu, uyulmaması halinde kefaretin gerektiği "mün'akide yemin" hakkında­dır. Mün'akide yeminin kefareti ise, varlıklı kimse için ya on fakire yemek yedir­mek yahut onları giydirmek veya bir köle azad etmektir. Bunları bulamayan yoksul bir kimse ise, üç gün oruç tutar. Yüce Allah kalplerin kazandıklarından yani yemin etme kasdından dolayı sorumlu tutacağını haber vermektedir. Bu so­rumlu tutmak ise ya kefaret ile olur veya keffarette bulunulmaması halinde ce­zalandırmakla olur. Ta ki Allah'ın adı gelişigüzel kullanılmasın. O'na duyulması gereken tazim sarsılmasın veya Allah'ın adı salih amellere engel kılınmasın.

Lağiv yeminine gelince; Yüce Allah bizlere bu yemini bozmaktan dolayı sorgulanmanın ,cezalandırılmanm ve kefaretin sözkonusu olmadığını haber vermektedir. Çünkü bu tür yeminler yemin kasdı olmaksızın yapılır. Allah ise kullarını çok bağışlayıcıdır. Kalplerinin kastetmedikleri şeylerden dolayı onları sorumlu tutmaz. İradeleri dışında meydana geldiğinden dolayı da onlara ağır gelecek şeylerle onları mükellef tutmaz.

Şâfiîlere göre lağiv yemini, yemin edenin ağzından yemin kasdı olmaksı­zın dökülüveren sözlerdir. Kişinin: Hayır vAllahi, Evet vAllahi, demesi gibi. Bu tür yemin dolayısıyla sorguya çekilmemek, bundan dolayı kefaretin vacib ol­maması demektir.

İmam Ebû Hanîfe, Mâlik ve Ahmed'e göre ise lağiv yemini kişinin meyda­na geldiğini zannettiği şeye dair yemin etmesi sonra da durumun böyle olmadı­ğının ortaya çıkmasıdır. Diğer bir ifadeyle lağiv, kişinin zanna dayalı olarak hakkında yemin ettiği ve gerçeğin o zannın hilâfına olduğu her bir husustur. Bu tür yeminler dolayısıyla sorguya çekilmek sözkonusu değildir. Yani böyle bir yeminin kefareti vâcib değildir. Kasdî olmayarak dilden dökülüveren ifade­ler hakkında ise kefaret icabeder. [53]

Zahir olan ise birinci görüştür. Çünkü Allah yemini iki kısma ayırmakta­dır: Birisi kalbin kazandığı, diğeri ise lağiv yemini. Kalbin kazandığı, gönlün ve fikrin maksad olarak gözettiği şeydir. Lağiv bunun zıddı olarak tespit edildi­ğine göre, burada yemin kasdı güdülmeksizin söylenen söz olduğu anlaşılır, el-Mervezî der ki: Lağiv olduğu üzerinde ilim adamlarının ittifak ettikleri lağiv yemini; kişinin evet vAllahi, hayır vAllahi sözlerini yemin kanaati olmaksızın ve yemini dilemeksizin söz arasında söylemesidir. Hz. Âişe (r. anhâ) de dedi ki: Lağiv yeminleri tartışma esnasında, şakalaşma ve kalbin maksat olarak gözet­mediği sözler esnasında sözkonusu olur.[54]



Îlâ'nın Hükmü


226- Hanımları hakkında îlâ yapanlar için dört ay beklemek vardır. Şayet dö­nerlerse şüphesiz Allah Gafûr'dur, Ra-hîm'dir.

227- Eğer boşamaya karar verirlerse şüphesiz Allah Semî'dir, Alîm'dir.



Nüzul Sebebi


İbni Abbas dedi ki: Cahiliye dönemi insanlarını îlâsı bir yıl, iki yıl ve bun­dan daha fazla süre idi. Allah bunun süresini dört ay olarak belirledi. Her kim dört aydan daha aşağı îlâ yaparsa onun bu yaptığı îlâ, îlâ değildir. Saîd b. el-Müseyyeb de şöyle demektedir: îlâ cahiliye dönemi insanlarının birbirlerine za­rar verdiği yollardan birisiydi. Kişi kadını istemiyor, bununla birlikte o kadınla başkasının evlenmesini de arzu etmiyor ise, ona ebediyen yaklaşmamak üzere yemin eder ve onu bu şekilde dul ya da evli olmaksızın terkederdi. Yüce Allah bunun için, erkeğin kadın hakkındaki kanaatinin kendisi ile bilineceği süreyi dört ay olarak tespit etti ve şanı Yüce Allah: "Hanımları hakkında îlâ yapan­lar..." ayetini indirdi. [55]

Müslim de Sahih' inde Resulullah (s.a.)'m îlâ yaptığını ve bu şekilde ha­nım boşamış olduğunu zikretmektedir. Onun îlâ yapmasının sebebi, hanımları­nın kendisinden karşılayamıyacağı birtakım harcamalara yönelik istekleriydi.

İbni Mâce'nin sözkonusu ettiği bir başka sebebe göre Hz. Zeyneb, Hz. Pey­gamberin hediyesini geri çevirince, o da bundan kızmış ve hanımlarına îlâ yap­mış idi.

Ayet-i kerimenin kendisinden önceki ayet ile olan ilişkisi gayet açıktır. Çünkü bundan önce kadınlar ile ilgili ve yeminlere dair birtakım hükümler geçmiş bulunmaktadır. Bu ayet-i kerime ise her iki hususa dair birtakım hü­kümleri bir arada zikretmektedir. [56]



Açıklaması


Hanımlarına yaklaşmamak üzere yemin edenler için Yüce Allah azami olarak dört aylık bir süre belirlemiştir. Bu (daha) uzun bir süre ile îlâ yapma­nın Yüce Allah'ın razı olmayacağı bir şey olduğuna işarettir. Çünkü bu şekilde bir îlâ ilişkileri koparmak ve anlaşmazlıkların devamını ifade eder. Ayrıca sü­reyi sınırlandırmakla Yüce Allah, bu yolla kadına zarar verilmesini, hakir dü­şürülmesini ve haklarının çiğnenmesini önlemek istemiştir.

Şayet söz ile değil de fiilen ^ kendisinden uzak durmak üzere ettikleri ye­minlerinden geri dönecek olurlarsa, şüphesiz Allah yeminlerini bozmalarından dolayı onlara mağfiret eder. Çünkü bu şekilde bir dönüş, bu tür yemin edenler hakkında bir tevbedir. Allah böylelerine de, onların dışındaki diğer müminlere de son derece merhametlidir. Geçmişte yaptıklarından dolayı onları sorumlu tutmaz. Çünkü onun rahmeti her şeyi kuşatmıştır.

"Dört ay beklemek vardır." buyruğunun anlamı şudur: Yani koca yemin et­tiği aydan itibaren dört ay süre beklenir. Sonra ondan ya hanımına geri dön­mesi ya da hanımını boşaması istenir. Bundan dolayı Yüce Allah: "Şayet döner­lerse" diye buyurmaktadır. Eğer hanımlarını boşamayı kararlaştırır ve hanım­larına dönmez iseler, şüphesiz Allah onların yaptıkları îlâyı da verdikleri talâkı da çok iyi işitendir, niyetlerini çok iyi bilendir. Helal veya haram, yaptıklarını çok iyi bilendir. O bakımdan yaptıklarında O'nun gözetimi altında olduklarını bilsinler. Eğer kadınlara eziyet ve zarar vermek istiyor iseler, onları cezalandı­racak olan O'dur. Şayet kadınlarını Allah'ın sınırlarına riâyet etmek için zorla­mak gibi şer*î bir mazeretleri varsa, şüphesiz ki Allah da onlara mağfiret eder.

Özetle hüküm şöyledir: Hanımına yaklaşmayı terk etmek üzere yemin edip bu terkini dört ay süre ile sürdüren bir kimse ya hanımına geri dönerek yeminini bozmuş olacak ve bunun keffâfetini ödeyecektir ya da hanımını boşa­yacaktır. Şayet boşamak istemezse onun yerine hâkim hanımını ondan boşar. Yani bu durumda olan erkek, iki işten birisini yapmakta munhayyerdir; hanı­mına dönmek veya hanımını boşamak. Hanımına dönmek boşamaktan daha faziletlidir. Çünkü Yüce Allah dönüşün karşılığında mağfiret ve rahmetini zik­retmekte, talak halinde ise Allah'ın onların sözlerini muhakkak işitiğini, niyet ve fiillerini de çok iyi bildiğini belirterek tehdit etmektedir.

2- Hanefîlerin dışında kalan Cumhura göre yemini ortadan kaldıran fey' fiilden yapılan dö­nüştür, sözle yapılan fey* îlâyı kaldırmaz. [57]



Boşanmış Kadının İddeti Ve Kadınların Hakları


228- Boşanan kadınlar kendiliklerin­den üç kur' beklerler. Eğer Allah'a ve ahiret gününe iman eden kimseler ise­ler, Allah'ın kendi rahimlerinde yarat­tığını gizlemeleri onlara helal değildir. Eğer barışmak isterlerse kocaları onla­rı geri almaya daha çok hak sahibidir­ler. Kadınların üzerlerindeki haklar gibi ma'rûf bir şekilde hakları da var­dır. Erkeklerin ise kadınların üzerinde bir dereceleri vardır. Allah Azîz'dir, Hakîm'dir.



Nüzul Sebebi


Ebû Dâvûd ve İbni Ebî Hatim, Ensârdan olan Yezîd b. ez-Seken'in kızı Es-mâ'dan şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Resulullah (s.a.) döneminde ko­cam beni boşadı. O sırada boşanan kadın için iddet sözkonusu değildi. Bunun üzerine Yüce Allah boşamak için iddet müddetini beyan buyurup "Boşanan ka­dınlar kendiliklerinden üç kur" beklerler" buyruğunu indirdi. [58]



Açıklaması


Ayhali gören ve kocaları tarafından boşanan hür kadınlar, boşandıktan sonra üç ayhali veya temizlik süresi beklesinler. Böylelikle rahminde çocuk olup olmadığı öğrenilmiş ve neseblerin karışması önlenmiş olur. Önceden de açıkladığımız gibi bu ayetin hükmü dışında kalan üç tür kadın vardır:

Bunların birincisi kendileriyle zifafa girilmeden boşanan kadınlardır. Bun­lar için iddet sözkonusu değildir. Diğer iki kısım ise, ayhali yaşma gelmeyen küçükler ile yaşlılıkları sebebiyle ayhalinden kesilmiş olanlardır. Bunların da iddeti üç aydır. Üçüncü tür ise hamile kadınlardır ki bunların da iddeti doğum yapmalarıdır. Buna göre bu ayet-i kerime ayhali olmaları mümkün olan ve kendileri ile gerdeğe girilmiş hamile olmayan kadınlar hakkında hastır.

Yüce Allah'ın "Kendiliklerinden üç kur' beklerler." buyruğu, kadınların id-detleri bitene kadar bu süreyi tamamlamak üzere sabredip beklemek üzere kendilerini zorlamakla yükümlü olduklarına işaret etmektedir. O bakımdan sakın nevalarının ve arzularının istikametinde gitmesinler. Zira iddetin çabu­cak bitmesini bir başka koca ile evlenmeyi arzulayabilirler. Bu ifade ile latif bir şekilde dikkatler çekilmektedir. Bu ifadede bir tazim ve bir tebcil vardır. Çün­kü bu konuda onlara sarih bir emir verilmemekte (işaret ile yetinilmekte)dir.

Bu bekleyişin hikmeti ise kadının rahminde (çocuktan yana) bir değişiklik olmadığının bilinmesi, böylelikle neseblerin karışmasının önlenmesidir. Bun­dan dolayı kadınların hamilelik veya ayhali türünden rahimlerinde bulunan herhangi bir şeyi gizlemeleri -iddet uzasa bile bir başka kocayla evlenmek üz-re- helâl değildir. Yine iddet içerisinde kaldıkları sürece nafakanın devam et­mesi kasdıyla ayhalini gizlemek suretiyle yalan söylemeleri de onlar için helâl değildir. Şimdilerde mahkemeler[59] iddetin azamî süresini -Mâliki mezhebinde olduğu gibi- bir kamerî yıl olarak kabul etmekte ve buna göre uygulama yap­maktadırlar.

Kadınlar eğer Allah'a ve ahiret gününe gerçekten iman eden mümin ka­dınlar iseler, böyle davranmalıdırlar. Çünkü Allah için hiç bir şey gizli değildir. O herkesi Kıyamet gününde sözleri ve amelleri dolayısıyla hesaba çekecektir. Bu durum kadının rahminde bulunanlar hususunda güvenilir olmasını gerek­tirir. Şayet kâmil imana sahip olmadığından dolayı güvenilir bir kimse olmazsa kendisini de başkasını da saptırır. Bu ifadeler* hakka muhalif yapacakları beyanlar dolayısıyla kadınlar için oldukça ağır bir tehdit ifade eder. Aynı zaman­da bu hususta onların söylediklerinin kabul edileceğini göstermektedir. Çünkü bu, ancak onlar tarafından bilinebilen bir husus olup çoğu zaman buna dair açık bir delil ortaya koymaya imkân yoktur. Bundan dolayı iş onlara bırakılmış ama çeşitli sebeplerle hakkın dışında haber vermemeleri için de onlara tehditte bulunulmuştur.

Talakın ric'î olması halinde, onların kocaları o kadınları evlilik yuvasına iddet süresi içerisinde geri döndürmeye daha bir hak sahibidirler. Bu, şeriatın önceki evlilik bağını devam etirmek hususundaki hırsından dolayıdır. Çünkü Allah nezdinde boşamadan daha çok buğzedilen bir helâl yoktur. Kadına düşen ise, kocasının ric'at talebine uygun karşılık vermektir. Ancak ric'atten maksa­dın her iki eş için de hayır olması şarttır. Eğer bundan kasıt intikam, zarar vermek, kadının bir başkası ile evlenmesini önlemek olduğu takdirde; kadına böyle bir zarar verdiği için Allah nezdinde günahkârdır.

Ric'at vesilesi ile Yüce Allah eşlerin her ikisine de hak ve görevlerini hatır­latmaktadır. Erkeğin eşi üzerinde birtakım haklan olduğu gibi onun üzerinde de kadının lehine birtakım haklar vardır.

Erkek ve kadın hak ve görevlerde birbirine eşittir. Çünkü her birisinin müşterek insanlık onuru, akıl, düşünme, arzu, duygu, his gibi eksiksiz bir ehli­yeti, soylu ve hür bir hayat sürme hakkı vardır. Bundan tek istisna, "kavâme" derecesidir. Yani ailenin ortak işlerini yürütmek ve ailenin menfaatlerini ifa et­mek, erkeğin başkanlığı altında yürütülür. Buna sebep ise Allah'ın kadına göre erkeğe vermiş olduğu geniş akıl, bilgi, hikmet, gelip geçen duygularla çabucak etkilenmeyen akıl-his dengesi üstünlüğüdür. Diğer taraftan mehir ödemek su­retiyle evliliğin oluşmaya başladığı andan itibaren mesken, giyecek, yiyecek sağlamak suretiyle malından ve kazancından harcama yapan da erkektir. Nite­kim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Erkekler kadınlar üzeri­ne yöneticilerdir. Çünkü Allah onların kimisini kimisine üstün kılmıştır. Bir de erkekler mallarından harcamaktadırlar." (Nisa, 4/34). Bu başkanlığın sebebi de şudur: Her insan topluluğu hatta şirketler bile sorumlu bir başkanın varlı­ğına ihtiyaç duyar. Bu başkan yükleri taşır, kâr ve zarardan öncelikle o sorum­ludur. Bu kurumun sorumluluğunu güvenlik, mutluluk ve huzurun kıyılarına ulaştıracak şekilde idare eder. Erkek de evin içinde, dışında bunu gerek öğrete­rek, gerek öğrenim imkânlarını sağlayarak gerçekleştirmeye çalışır. Eşine, genç kızma, halihazırda ve geleceğinde faydalı olacak bilgi ve becerileri öğren­mek imkânını vermek için çabalar.

Erkek çoğunlukla evin dışında omuzlarına yükletilmiş görevleri sırtlamak zorundadır. Kendisi gelir elde etmek ve aile hayatı için gerekli kazancı sağla­mak için çalışır. Kadın da buna karşılık çoğunlukla evin içerisinde erkeğin gö­revini tamamlayacak ağır sorumluluklarla dolup taşar. Kadın ahlâk ve fazilet üzre çocukları eğiten evin hanımıdır. Hayatın zorunlu ihtiyaçlarının elde edil­mesinde erkeğin yardımcısıdır. İşte Peygamber (s.a.)'in Hz. Ali ile Hz. Fâtıma arasında verdiği hüküm de budur. Efendimiz, Hz. Fâtıma'yı evin içerisinde evi idare etmek ve onu yönetmekle görevlendirirken, Hz. Ali'yi evin dışında müca­dele vermek, rızkın yollarını araştırmakla, Allah yolunda hak uğrunda ve ci-had etmekle görevlendirmiştir.

İhtiyaç halinde kadının evin dışında çalışmasının bir engeli yoktur. Ancak din ve ahlâkın gereklerine riâyet etmesi, yabancı erkeklerle halvette bulunma­ması, Şer*an istenen tesettüre riâyet etmesi de vazgeçilmez şarttır. Çünkü -yüz ve elleri dışında- kadının her tarafı avrettir. Şu kadar var ki kadının vücudu­nun diğer bölgeleri gibi gözün bu yerlerden de sakınılması gerekir. [60]

Diğer taraftan kadının çalışması esnasında hür, onurlu olması, yumuşak ve edâh konuşmaması da şarttır. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ve yumuşak söylemeyin ki kalbinde hastalık bulunan tama eder. Mâruf söz söyle­yin ve evlerinizde oturun, kendinizi önceki câhiliyeninki gibi süsleyerek salınıp yürümeyin...." (Ahzâb, 33/32-33). Kadının çalışması için öngörülen şer"î şuurla­ra riâyet etmemek, toplumu pek çok fesat ve fitneye götürebilir.

Ayetin Yüce Allah'ın asla mağlup edilemeyen izzet ve kudretinin ve her şe­yin en uygun yere konmasındaki hikmetinin hatırlatılması ile sona ermesi ne kadar güzeldir! O yaratmasında, emri ve beyânında sonsuz hikmetler bulunan­dır. Hak ve görevleri bakımından kadını erkek gibi kabul etmek suretiyle kadı­na âdil davranması, O'nun izzet ve hikmetinin bir tecellisidir. Halbuki bundan önce kadın haysiyetli haklardan istifade edemeyen bir meta gibiydi. Erkeğe ai­le reisliği görevinin verilmesi hiç bir zaman kadını boyunduruğu altına almasına sebep teşkil etmesin. Onun sahip olduğu güç, kadına veya başkasına zulmetmeye itecek olur ise, Allah'ın kendisi üzerindeki kudretini hatırlasın. Erkek hikmetli bir şekilde aile reisliğini yürütsün. Omuzlarına bırakılmış so­rumluluğun ağırlığını yüklenebilsin. Bu konuda tam bir güven, emanet, cesa­ret örneği olsun. Şer"î herhangi bir hükümde gevşeklik göstermesin. Çünkü o bir çobandır. Ve her çoban güttüklerinden sorumludur. Gücü yettiği takdirde herhangi bir görevini yerine getirmekte kusurlu davranmasın. Aile içerisinde kimsenin de hakkını yemesin. Çünkü Yüce Allah ona her yaptığını soracaktır. Bu buyruklarda Yüce Allah'ın hükmüne aykırı hareket eden kimseler için bir tehdit vardır. [61]



Talak Sayısı Ve Talaka Bağlı Olan Hükümler


229- Talâk iki defadır: Ya iyilikle tut­mak veya güzellikle savmaktır. Onlara verdiklerinizden bir şey geri almanız sizin için helâl olmaz. Meğer ki erkekle kadın Allah'ın sınırlarını koruyamaya­caklarından korksunlar. Eğer siz de onların Allah'ın sınırlarını koruyama­yacaklarından korkarsanız, o halde kadının bir şeyle fidye vermesinde her ikisi için de vebal yoktur. İşte bunlar Allah'ın sınırlarıdır, onları aşmayın. Kim Allah'ın sınırlarını aşarsa, işte on­lar zalimlerin ta kendileridir.

230- Eğer onu boşarsa, ondan sonra başka bir koca ile nikâhlanmadıkça ona helâl olmaz. Bununla beraber onu boşarsa, Allah'ın hükümlerini ayakta tutacaklarını zannederlerse tekrar dönmelerinde her ikisi için de vebal yoktur. Bunlar bilen bir topluluk için Allah'ın açıkladığı sınırlarıdır.



Nüzul Sebebi


Câhiliye dönemi Araplarmda boşamanın sınırı, sayısı yoktu. Erkek önce karısını boşar, sonra tekrar ona döner ve durum düzelirdi. Şayet hanımına za­rar vermeyi kastederse, iddet bitmeden önce ric'at yapar, sonra bir daha yeni­den onu boşardı. Kızgınlığı dininceye kadar ardı arkasına bunu tekrarlardı. İs­lâm bu sapıklığı düzeltmek ve zararı önlemek üzere tedbir aldı.

229. ayetin nüzul sebebi ile ilgili olarak Tirmizî, Hâkim ve başkaları Hz. Âişe'nin şöyle dediğini rivayet etmektedir: Erkek karısını istediği kadar boşar­dı. İddet içerisinde iken ona döndü mü o kadın tekrar karısı olurdu. İsterse yüz defa ve daha fazla boşamış olsun. Nihayet erkeğin birisi hanımına: Allah'ın ye­min ederim, seni benden bâin olacak şekilde boşamam, bununla birlikte ebe-diyyen de seni barındırmam. Kadın: Peki bu nasıl olacak? deyince şöyle dedi: Sana talâk vereceğim. İddetinin bitmesi yaklaştı mı da sana döneceğim." dedi. Kadın gitti ve Resulullah (s.a)'a durumu bildirdi. Hz. Peygamber de şu ayet na­zil oluncaya kadar sustu: "Talâk iki defadır. Ya iyilikle tutmak ve güzellikle sal­maktır..."

Yüce Allah'ın: "Onlara verdiklerinizden bir şey geri almanız sizin için he­lâl olmaz..." buyruğu ile ilgili olarak da Ebû Dâvûd, en-Nâsih ve'l-Mensûh' da İbni Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Erkek hanımından ona ver­miş olduğu şeyleri (mehri) de başkasını da yerdi ve bundan dolayı üzerinde herhangi bir vebal olduğunu da sanmazdı. Bunun üzerine Yüce Allah: "Onlara verdiklerinizden bir şey geri almanız sizin için helâl olmaz." buyruğunu indirdi.

Yüce Allah'ın: "Eğer siz de onların Allah'ın sınırlarını koruyamayacakla­rından korkarsanız..." buyruğu ile ilgili olarak da İbni Cerîr et-Taberî, İbni Cüreyc'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Bu ayet-i kerime, Sabit b. Kays ile Habîbe hakkında nazil olmuştur. Habîbe onu Resulullah (s.a)'a şikayet edince, Resulullah (s.a.) da ona:

Peki bahçesini ona geri verecek misin? deyince hanımı: Evet, dedi. Bunun üzerine kocasını çağırtıp durumu ona anlattı. Kocası: "Peki bu şekilde yapsam (bahçem) bana helâl olur mu?" deyince Resulullah (s.a): "Evet" dedi. Sabit de "O halde kabul ediyorum" dedi. Bunun üzerine: "Onlara verdiklerinizden bir şey geri almanız sizin için helâl olmaz. Meğer ki erkekle kadın Allah'ın sınırlarını koruyamayacaklarından korksunlar. Eğer siz de onların Allah'ın sınırları­nı koruyamayacaklarından korkar sanız..." ayeti nazil oldu.

Buhari, İbni Mâceh ve Nesâî de İbni Abbas'tan rivayet ettiklerine göre Ab­dullah b. Ubeyy b. Selûl'ün kızkardeşi Sabit b. Kays'ın hanımı olan Cemîle, Resulullah (s.a.)'a gelip: "Ey Allah'ın Rasûlü dedi, ben Sabit b. Kays'ın ahlâkını ve dindarlığını herhangi bir şekilde tenkid etmiyorum. Fakat ona olan nefre­timden dolayı ona tahammül edemiyorum. Bununla birlikte İslâm'da küfre gir­mekten (kocamın bana olan iyiliklerine karşılık nankörlük etmekten) de kor­kuyorum, dedi." Hz. Peygamber ona: "(Mehir olarak sana vermiş olduğu) bah­çesini ona geri verir misin" deyince; evet, dedi. Hz. Peygamber de kocasına: "Bahçeyi kabul et ve onu bir talâk ile boşa" diye buyurdu.

230. ayet-i kerimenin nüzul sebebiyle ilgili olarak da İbnü'l-Münzir, Mukâ-til b. Hayyân'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Bu ayet-i kerime Abdurrah-mân b. Atîk'in kızı Âişe hakkında nazil olmuştur. Aişe, Rifâa b. Vehb b. Atîk'in nikâhı altında idi. Rifâa, Aişe ile amca çocuğu idi. Onu bâin bir talâk ile boşadı. Daha sonra Abdurrahman b. ez-Zübeyr el-Kurazî ile evlendi. O da onu boşayın-ca Peygamber (s.a)'in yanına vardı ve: Bana dokunmadan beni boşadı. İlk koca­ma geri döneyim mi? deyince; Hz. Peygamber: "Dokunmadıkça hayır" dedi. Onun hakkında: "Eğer onu boşarsa ondan sonra başka bir koca ile nikâhlanma-dıkça ona helâl olmaz." Başka koca da "Bununla beraber onu boşarsa" onunla cima' ettikten sonra boşarsa, "Allah'ın hükümlerini ayakta tutacaklarını zanne­derlerse tekrar dönmelerinde her ikisi için de vebal yoktur." ayeti nazil oldu. [62]



Açıklaması


Bu ayet-i kerime Yüce Allah'ın: "Kocaları onları geri almaya daha çok hak sahibidirler." (Bakara, 2/228) ayetini tahsis etmektedir. Çünkü bu ayet-i keri­me, kocanın eşine dönmesi (ricat) caiz olan boşama sayısı ile ric'atm sözkonusu olmadığı sayıyı beyân etmek üzere gelmiştir. Ayetin anlamı şudur: Kendisinde ric'atin sahih olduğu boşama sayısı iki defadır. Yani yalnızca iki talâktır. İki defa boşadıktan sonra iki husustan birisi sözkonusudur: Ya maruf ile tutup gü­zellikle geçinmek veya güzellikle onu serbest bırakmak. Yani ikinci boşamadan beklediği iddetini tamamlayıncaya kadar onu bırakıp bir daha ona ric'at yap­mamak.

Şöyle de denilmiştir: Ayet-i kerimeden kasıt, talâkı topluca değil de ayrı ayrı vermektir. Çünkü iki ya da üç talâkı bir arada vermek haramdır. Nitekim ashab-ı kiramdan bir grup bu görüştedir. Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, Abdul­lah b. Mes'ûd ve Ebû Musa el-Eş'ari (r. anhum) bunlar arasındadır. Bunların delili İbni Ömer'in hadisidir. Resulullah (s.a) ona şöyle buyurmuş: "Sünnet, ha­nımının temizlik halini beklemen ve o geldikten sonra her bir kur7 (temizlik) halinde onu bir defa boşamandır."

Mücâhid, Atâ, selefin cumhuru ve değişik bölgelerin ilim adamları derler ki: Güzellikle salıvermekten kasıt, üçüncü talâktır. Buna delil ise Ebû Rezîn el-Esedî tarafından rivayet edilen Ebû Dâvûd ve başkalarında yer alan hadis-i şe­riftir. Ebû Rezîn Resulullah (s.a.)'a şöyle sormuş: Yüce Allah'ın: "Talâk iki defa­dır" buyruğunu işittim, peki üçüncüsü nerede? Hz. Peygamber: "Veya güzellikle salmaktır." diye buyurmuştur. Buna göre Yüce Allah'ın: "Eğer onu boşarsa on­dan sonra başka bir koca ile nikâhlanmadıkça ona helâl olmaz." (mealindeki sonraki) ayet bu buyruğun bir beyanı olur. [63]

Talâkı iki talâk kılıp birinci ve ikinci talâktan sonra ric'at hakkının sabit kılınış hikmeti, her iki eşe de aralarını düzeltebilmek için gerekli fırsatı ver­mektir. Kişi nimetten uzak kalmanın acısını duymadıkça, böyle bir acıyı tat-madıkça elindeki nimetin kadrini ve lezzetini anlamaz. Erkek asabi mizaçlı, keskin tabiatlı, kötü ahlâklı olabilir. Ama eşinden ayrıldığı takdirde, hanımın­dan uzak kalışının sebep olacağı yalnızlık ve boşluğu, [64] evin ve çocuklarının ona duyduğu ihtiyaç dolayısıyla aklını başına alabilir, doğru yola gelir, kötü huyunu düzeltir, hanımına karşı davranışlarını düzene sokar ve Yüce Allah'ın emrettiği gibi güzellikle onunla geçinmek yolunu arar.

Kimi zaman da kadının kendisi kocasının haklarını, evini ve çocuklarını ihmal edebilir. Hiç bir şeye aldırış etmeyen, her şeye tepeden bakan, kibirli bi­risi olabilir. Böyle bir kadın ayrılığın acısını, boşanmanın yalnızlığını hissedip hatalarını idrâk ettiği takdirde, yeni bir kişilikle ve öncekinden daha üstün bir yaşayış ile evlilik hayatına geri döner.

İşte eşlerin her ikisinin de bu tür karşılıklı fedakârlıkları, her iki tarafın menfaatine olacak en uygun çözüm arayışları, aile ve çocukların geleceğini dü­şünme, evlilik ilişkilerinin yapısını yenilemek ve hikmetli, dengeli, makul bir şekilde ve her hususta Allah'ın gözetimi altında olduğu şuuruyla yönlendirmek -ifrat ve tefrit, bir tarafın ötekine haksızlık ya da zulmü olmaksızın- mümkün olabilir ve şüphesiz Allah, iyilik yapanları sever.

Şayet erkek kadını salıvermeyi, iyilikte bulunmaya tercih edecek olursa -ki bu Allah'ın en çok buğzettiği helâldir ve ancak zaruret dolayısıyla meşru' kı­lınmış boşamadır- o takdirde kadına vermiş olduğundan bir şeyler geri alması haram olur: "Onlara verdiklerinizden bir şey geri almanız sizin için helâl olmaz." İster mehir olsun ister başkası; erkeğin kadına -önceki haklarından ayrı olarak- aynî veya nakdî bazı hediyelerde bulunması da icabeder. Yüce Allah'ın: "Onları faydalandırın ve güzel bir şekilde salıverin." (Ahzâb, 33/49) buyruğu ile amel etmek bunu gerektirir. Bununla erkekler kadınlara zulmetmekten, on­lara haklarını vermemekten sakındırılmaktadır.

Fakat erkeğin, eşini boşaması karşılığında ondan malî bir fidye alması ca­izdir. Çünkü bu, kadının rızası ile ve bir zorlama olmaksızın verilmiştir. Eğer kadın kocasından hoşlanmadığından yahut kadının kendisinin veya erkeğin kötü huyu dolayısıyla kocasından ayrılmayı istiyorsa, zarar vermek kasdı da sözkonusu değilse bu mümkündür. Çünkü Yüce Allah: "Onları dara koymak için onlara zarar vermeye kalkışmayın." (Talâk, 65/6) diye buyurmaktadır. Ka­rı koca Yüce Allah'ın onlar için teşrî' buyurduğu güzel geçimi sağlamaktan, bir­birlerine karşı vazifelerini yerine getirmekten, karşılıklı haklarına riayet et­mekten ve bunlarla ilgili Allah'ın koyduğu sınırlarını aşmaktan korkarlarsa kadının vereceği fidyeyi kabul ederek eşlerin birbirlerinden ayrılması caizdir. Kadın tarafından verilen bu malî bedel karşıhğındaki ayrılmaya hul' adı veri­lir. Bundan sonra boşamada olduğu gibi iddet beklemek icabeder. Fakat ric'î ta­lâkın hilâfına kadının isteği ile olmadıkça hul'dan sonra ric'at sahih olmaz. Peygamber (s.a.) zorunlu bir durum olmadıkça kadın tarafından hul' talebinde bulunmayı doğru bulmamıştır. Ahmed, Tirmizî ve Beyhakî, Sevbân'dan şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Herhangi bir ka­dın ortada bir sıkıntı olmaksızın kocasından boşanmayı talep edecek olursa cennet kokusu ona haram olur." [65]

Diğer taraftan Yüce Allah, evlilik ilişkilerinde ve diğer hususlarda çizmiş olduğu sınırları aşmayı insanlara kafi olarak haram kılmıştır. Sınırlardan ka­sıt, emir ve yasakları ihtiva eden kesinleşmiş hükümlerdir. Allah'ın helâl sınır­larını aşıp haramlarını işlemek, emirlerini aşıp yasaklarını yapmak caiz değil­dir.

Daha sonra Yüce Allah şer"i hükümleri çiğneyen, ve O'nun emirlerine ay­kırı hareket edenleri sakındırıp tehdit etmekte, ve bu gibi kişileri zalim olarak nitelendirmektedir.

Arkasından Yüce Allah, hanımın büyük beynûnet ile bâin olduğu üçüncü talâkın hükmünü beyan ederek şöyle buyurmaktadır: Erkek eğer önceki iki ta­lâktan sonra eşini bir daha boşayacak olursa, bu üçüncü talâktan sonra o ken­disine ebediyyen helâl olmaz. Bir başka koca ile sahih, sert, devamlılık kasdı ile -boşanmış olan kadını ilk kocasına helâl kılmak kasdı olmaksızın- evlenme-dikçe ilk kocasına helâl olmaz. İkinci evliliğinde kadın ile gerçek şekilde zifafa girmek (yani cimâ'da bulunmak) mutlaka gereklidir. Bu ise daha önce Rifâa kıssasında naklettiğimiz hadis dolayısıyla böyledir. Ayrıca bunu Şafiî, Ahmed, Buhârî ve Müslim Hz. Âişe'den şöylece rivayet etmektedir: Rifâa el-Kurazî'nin hanımı Resulullah (s.a.)'m yanına gelip şöyle dedi:

"Ben Rifâa'nm yanında idim, beni boşadı ve üç talâk verdi. Daha sonra be­nimle Abdurrahman b. ez-Zübeyr evlendi. Onun beraberindeki ise bir bez par­çasından başka bir şeyi andırmıyor. Peygamber (s.a.) gülümseyerek dedi ki: "Sen Rifâa'ya geri dönmek mi istiyorsun? Hayır sen onun balcağızından, o da senin balcağızından tatmadıkça bu mümkün değil." [66]

Şayet ikinci kocası onu tabii bir şekilde boşar ve iddeti biterse, birinci ko­canın onunla yani bir nikâh akdinde bulunması caiz olur. Şu şartla ki evlilik haklarını dosdoğru yerine getirebileceklerine, Allah'ın emretmiş olduğu şekilde güzelce geçinmeye bağlı kalacaklarına dair kendilerine güven duymalıdırlar. İşte bunlar Allah'ın sınırlandır. Eğer birbirlerine tekrar döndükleri takdirde yine eskisi gibi erkek hanıma zarar vermeye veya hanımı serkeşlik etmeye baş­larsa, böyle bir dönüş -mahkeme hükmü ile sahih olsa dahi- Allah katında se­vilmeyen bir şeydir.

Dikkat edilecek olursa: "Allah'ın sınırlarını dosdoğru yerine getireceklerini bilirlerse" diye buyurulmamaktadır. Çünkü bu konuda kesin kanaat her ikisi için de bir gaybtır. Bunu Allah'tan başkası bilmez. Buradaki "zann"ı "ilim" diye tefsir edenler, hem lafız hem de mana bakımından yanılmışlardır. Çünkü Zeyd'in gelecekte kalkacağını bildim, değil; kalktığını bildim, deriz. Ayrıca in­san yarın ne olacağını bilmez, yarına dair ancak zanda tahminde bulunur, [67]

Muvakkat tahlil (hülle) nikâhına gelince; bu nikah akdî sırasında ittifak ile yahut başka şekilde, kadının birinci kocasına helâl kılınmasının gaye edinil-diği nikâhtır. Böyle bir evlilik batıldır, sahih değildir. Bununla kadın kendisini boşayan ilk kocasına helâl olmaz. Bu şeriatın yapanı lanetlediği bir masiyettir. Boşanan koca bunu ister bilsin, isterse bilmesin. Mâlik, Ahmed, es-Sevrî ve Za­hirilerin görüşü budur. Hanefîlerle Şâfiîler der ki: Evlilik akdi sırasında bu du­rum şart koşulmadığı sürece, kerahet ile birlikte bu nikah sahihtir.

Birinci görüş daha sahih ve uyulmaya daha layıktır. Çünkü Ahmed ve Nesaî, İbni Mes'ud'dan İbni Mâceh de Ukbe b. Amir'den (Allah ikisinden de razı olsun) rivayetlerine göre, Resulullah (s.a) şöyle buyurmuştur: "Ben size ariyeten alınan tekeyi bildireyim mi?" Onlar: Evet ey Allah'ın Rasûlü, deyince; Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "O muhallildir (kadının birinci kocasma helâl olması için nikâh yapandır). Allah muhallile de kendisi için hülle yapılana da lanet etmiştir."

Ebû İshâk el-Cüzecâni de İbni Abbas (r. anhumâ)'nın şöyle dediğini riva­yet etmektedir: Resulullah (s.a.) muhallil hakkında kendisine soru sorulduğun­da şöyle buyurdu! "Hayır (onun nikâhı olmaz). Ancak rağbet duyularak yapılan nikâh (sahih olur). Yüce Allah'ın Kitabı ile alay etmek, onu örtmeye kalkışmak sözkonusu olamaz. Balcağızın tadına bakmak şarttır."

İbnül-Münzir ve İbni Ebî Şeybe de Ömer (r.a)'den şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Bana bir muhallil ve kendisi için hülle yapılan kimse getirilirse, her ikisini de recmederim. Bu hususta onun oğluna (Abdullah b. Örneğe) soru sorulduğunda, o da: Her ikisi de zina etmiştir, diye cevap vermiştir. Bir kimse İbni Ömer'e şöyle bir soru sormuş: Kocası benden istemediği ve durumu bilme­diği halde önceki kocasına helâl olsun diye kendisiyle evlendiğim kadının duru­mu hakkında ne dersin? İbni Ömer der ki: Hayır, ancak beğenerek nikâh (ile olur). Eğer onu beğenirsen yanında tutarsın, hoşuna gitmezse o zaman ayrılır­sın. Gerçek şu ki biz böyle bir işi Resulullah (s.a.) döneminde zina sayardık.

İbni Abbâs hanımını üç defa boşamış sonra da pişman olmuş bir kişi hak­kında kendisine soru sorulunca şu cevabı verir: Bu Allah'a âsi olmuş bir adam­dır, Allah da onu pişman etmiştir, şeytana itaat etmiş ve şeytan da ona bir çı­kış yolu göstermemiştir. Ona: Peki o kadını ilk kocasına helâl kılmak için onunla nikâhlanacak adam hakkındaki görüşün nedir? denilince; Kim Allah'ı aldatmaya çalışırsa Allah onu gerçek aldanışa sürükler, diye cevap verir.

İşte bununla geçici olarak hülle nikâhının Allah'ın dininde yeri olmadığı, böyle bir nikahın zahiren bir akid ile gerçekleşse bile gerçekte bir zina olduğu ortaya çıkmaktadır.

Daha sonra Yüce Allah, ayet-i kerimeyi gayet açık şu ifade ile sona erdir­mektedir: Bu hükümler Allah'ın sınırlarıdır. Onları açık ve eksiksiz bir şekilde faydasını idrâk eden ve bunların maslahatını bilen, ondan sapmayan, onlara karşı hileye kalkışmayan, sadece umulan faydayı gerçekleştirecek şekilde ge-reklerince amel eden bir topluluğa açıklamaktadır.

Kişi hanımına döndüğü vakit, içinde herhangi bir kötülük yapma arzusu veya intikam duygusu gizlememelidir.

Talâkın ve ric'at ile ilgili Allah'ın hükümleri ve şeriatı, hikmet ve hayatın gerçekleri ile iç içedir. Bazan aile içi sorunların çözümü gerçekten zorlaşır; o vakit talâka başvurulur. Kendi toplumumuzda son derece garip karşıladığımız en basit bir sebep dolayısıyla Batı ülkelerinde boşama olayları ne kadar da çok­tur! Eğer ortada açık bir sapıklık yahut düzeltilmesi oldukça zor -evliliğe hıya­net veya erkeğin ispatlamaktan acze düştüğü şüpheli durumlar gibi- bir şey yok ise, boşanan müslüman çiftler çoğunlukla pişman olurlar. Kısacası bazen boşama, kesin kurtuluş yolu olur. Yanlışları düzeltme ve başarılı bir eğitimle doğrultulma ihtimali bulunan hallerde ise ric'at sözkonusu olur.

Erkeğin meşru bir yolla olmaksızın talâka kalkışmak suretiyle işlediği ve­ya zorunlu ya da istisnaî haller için kendisine verilmiş bu hakkı kötü kullan­ması dolayısıyla düştüğü hatalara gelince; bu hatanın günahını sahipleri yük­lenir ve İslâm bu hatalar ve sonuçlarından uzaktır.

İşte bunlar Allah'ın sınırları yani O'nun yasakladıklarıdır, Allah bunlar gereğince amelde bulunmanın doğuracağı menfaatleri ve gerçekleri bilen bir topluluğa hükümlerini açıklar. Çünkü bilgisiz bir kimse verilen emri ve yasağı belleyemez; ona uymak için gereken titizliği gösteremez. Bunları belleyen ve gereken titizliği gösteren ise âlimdir. [68]



Boşanmış Kadına Karşı Davranışta Erkeğin Vazifesi Ve Erkeğin Velayeti


231- Kadınları boşadığınızda iddetleri-nin bitirmesi de yaklaştı mı artık onla­rı ya iyilikle tutun veya iyilikle salın. Onlara zulmedebilmeniz için zararları­na onları tutmayın. Kim bunu yaparsa muhakkak kendisine zulmetmiş olur. Allah'ın ayetlerini alaya almayın. Al­lah'ın üzerinizdeki nimetini ve size kendisi ile öğüt vermek üzere indirdiği Kitab'ı ve hikmeti anın. Bir de Al­lah'tan korkun ve bilin ki Allah, her şe­yi hakkıyla bilendir.

232- Kadınları boşayıp da iddetlerini bitirdiler mi aralarında maruf bir şe­kilde anlaştıkları takdirde artık koca­larını nikahlamalarına engel olmayı­nız. İşte içinizde Allah'a ve ahiret gü­nüne iman edenlere böyle öğüt verilir. Bu sizin için daha faziletli ve daha te­mizdir. Allah bilir siz bilmezsiniz.



Nüzul Sebebi


231. ayetin nüzul sebebi ile ilgili olarak İbni Cerir et-Taberî, İbni Abbas'ın şöyle dediğini rivayet etmektedir: Önceleri adam hanımını boşar, sonra iddeti bitmeden ona döner, sonra tekrar onu boşardı. Bunu hanımına zarar vermek ve onu başkalarıyla evlenmekten engellemek için yapardı. Bunun üzerine Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi indirdi.

Taberî, es-Süddi'nin şöyle dediğini nakletmektedir: Bu ayet-i kerime, Sa­bit b. Yesâr diye anılan Ensardan bir adam hakkında nazil olmuştur. Hanımını boşayan Sabit, iddetinin bitmesine iki veya üç gün kala ric'at yaptı; sonra sırf ona zarar vermek için bir daha boşadı. Bunun üzerine Yüce Allah, "Onlara zul-medebilmeniz için zararlarına onları tutmayın." ayetini indirdi [69]

Yüce Allah'ın, "Allah'ın ayetlerini alaya almayın" buyruğu ile ilgili olarak İbni Ebi Ömer Müsned'inde İbni Merdûveyh, Ebu'd-Derdâ'dan şöyle dediğini nakletmektedirler: Adam hanımını boşar, sonra da ben oyun oynadım (şaka yaptım) derdi. Yine kölesini azad eder, arkasından: Ben oyun oynadım, derdi. Bunun üzerine Yüce Allah da, "Allah'ın ayetlerini alaya almayın" ayetini indir­di. Resulullah (s.a.) bu ayeti okuyup şöyle buyurdu: "Üç şey vardır ki bunların ciddisi de ciddidir, şakası da ciddidir: Boşamak, nikâh ve ric'at." Yine Hz. Pey­gamber şöyle buyurmuştur: "Her kim oyun olsun diye hanımını boşar veya oyun olsun diye kölesini azad ederse bu, onun aleyhine olmak üzere geçerli olur."

232. ayet-i kerimenin nüzul sebebiyle ilgili olarak da Buharî, Ebu Davud, Tirmizî ve başkaları Ma'kil b. Yesar'dan şunu rivayet etmektedirler: Ma'kil kız-kardeşini bir müslüman ile evlendirmişti. Bu kadın bir süre o kişinin nikâhı al­tında kaldıktan sonra, kocası onu bir defa boşadı ve iddeti bitinceye kadar ona dönüş yapmadı. Eski kocası onu, o da kocasını arzuladı. Diğer talipliler ile bir­likte geldi, ona talip oldu. Ma'kil ona "Ey adi herif" dedi, "Onu sana vermekle ben sana ikramda bulundum, onu seninle evlendirdim, sen onu kalktın boşa-dın. Allah'a yemin ederim, ebediyyen sana geri dönmeyecektir." Yüce Allah ko­casının hanımına olan ihtiyacını, hanımının da kocasına olan ihtiyacını bildi­ğinden "Kadınları boşayıp da iddetlerini bitirdiler mi... Allah bilir siz bilmezsi­niz." ayetini indirdi. Ma'kil bunu işitince: Rabbimin buyruğunu dinledim ve itaat ettim diyerek dedi ve: Seni kardeşimle evlendiriyorum, sana ikramda bu­lunuyorum, diyerek kızkardeşini ona verdi. [70]



Açıklaması


Kadınları boşayıp da iddetlerinin bitmesi yaklaştı mı iki şeyden birisini yapmalısınız; ya kadını maruf bir şekilde (yani eziyet vermeksizin ric'at yapa­rak) tutacaksınız veya maruf bir şekilde serbest bırakacaksınız (yani ona her­hangi bir zarar vermeyeceksiniz). Burada "sürenin tamamlanması= büluğu'l-ecel" iddetin tamamlanmasının yaklaşması diye tefsir edilmiştir. Çünkü iddet bittiği takdirde kadına ric'at caiz olmaz. Böyle bir mana vermekten başka yol yoktur. Bir sonraki ayet-i kerimede geçen "iddetin bitmesi" ise bitmek anlamın­dadır; çünkü mana bunu gerektiriyor. Buna göre bu, ikinci ayet-i kerimede ha­kikat, birinci ayet-i kerimede de mecaz anlamındadır.

Daha sonra zararın önlenmesi, daha bir pekiştirilerek şöyle buyurmakta­dır: Kadınlara zarar vermek ve onları evlenmekten engelleyip iddetlerini uzat­mak kasdı ile onlara ric'at yapmayınız ki, sonunda sizlere fidye vermek ve belli bir mal ödemek zorunda kalmasınlar. Onları buna mecbur etmeniz kadınlara bir haksızlıktır. Hem kim yasak olan bu fiili -ki o da haksızlık ve zarar vermek kasdıyla nikâh altında tutmaktır- yaparsa, dünyada kendi vicdanını rahatsız etmek, kadının ailesi ile kendisi arasında kötülük ve düşmanlık kapısını aç­mak suretiyle, ahirette de kendisini Allah'ın azap ve gazabına maruz bırakmak suretiyle kendisine zulmetmiş olur. Çünkü o zayıflara musallat olmuş, kadının kendisinden kurtulmaya olan ihtiyacını sömürmek yoluna gitmiştir.

Yüce Allah'ın emirlerine uymakta, sizin için koymuş olduğu sınırlarını gö­zetmekte gevşeklik göstermeyiniz. Eğer sizler bu konuda gevşeklik gösterir, kusurlu hareket ederseniz, Allah ile, O'nun emri ile alay eden kimseler gibi olursunuz. Böyle bir ifadede şefi sınırları aşan kimseler için büyük bir tehdit, mümin olan kimseler için de evlilik bağına gereken saygıyı göstermeye ve cahi-lî uygulamalardan uzak durmaya bir teşvik vardır.

İslâm ve sair nimetleriyle Allah'ın üzerinizdeki hakkını hatırlayınız. Eşler arasında merhamet ve sevgi yaratmış olması da bu nimetler arasındadır. Nite­kim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Sizin için nefisleriniz­den kendileriyle sükûn bulacağınız ve aranızda sevgi ve merhamet varettiği eş­ler yaratmış olması da O'nun ayetlerindendir." (Rum, 30/21).

Allah'ın Kur"an-ı Kerim'de ve sünnet-i nebeviyyede indirmiş olduğu teşriî hüküm ve hikmetleri hatırlayınız. Bunlar evlilik hayatının huzurlu olmasını sağlamak, mutluluğu, rahatı ve benzeri hususları gerçekleştirmek içindir. Bun­larda sizin için pek çok fayda ve menfaatler vardır. Çünkü hükümler düzenin esaslarını ortaya koyar. Teşriin hikmetini, sırlarını öğrenmek ise, o emirlere uymaya, gereken öğüt ve ibretleri alıp bu konuda ikna olmaya yardımcı olur.

Daha sonra Yüce Allah evlilik ile ilgili teşriî hükümleri, o hükümlere say­gılı olmaya itecek şekilde vurgulamaktadır ki, bu takva yani Allah'tan kork­mak, O'nun emirlerine uymak, yasaklarından kaçınmak, kadını küçük görmeyi terkedip kutsal evlilik bağına aldırış etmemeyi bırakmaktır. Halbuki cahiliye döneminde Araplar bunun zıddına kadını küçümsüyor ve onu yalnızca bir eğ­lence aracı kabul ediyordu. En basit bir sebep dolayısıyla kadınları boşuyor, sonra ric'at yaparak ona zarar veriyor ve adeta onu askıdaymış gibi bırakıyor­lardı. Günümüzde de böyle cahil ve beyinsizler vardır.

Biliniz ki muhakkak Allah her şeyi bilendir. Sizin işlediğiniz, O'nun sınır­larını aşmak, emirlerini uygulamamak gibi şeyleri de bilir. O yüce Allah kendi­nize ihlâsla kendisine bağlamanızdan, hükümlerine tabi olmanızdan başkasına razı değildir.

Ey müminler! Kadınları boşayıp onların iddetleri tamamen sona erdiğinde sizlerin onları birinci ve ikinci talâktan sonra ilk kocalarına evlenerek dönme­lerini engellemeniz caiz değildir. Yine siz ey kocalar, sahip olduğunuz yetkiyi kullanarak üçüncü boşamadan ve iddetin sona ermesinden sonra bir başka ko­ca ile evlenmelerine de mani olmanız caiz değildir. Eğer kadın ile ona talib olan kimse arasında karşılıklı rıza gerçekleşir, talibi ona denk (küfüv) olur, mehr-i misil de verirse ortada da şer"î bir yasak yoksa buna engel olmayınız. Aynı şe­kilde ileri gelenleri, ilim adamları, yöneticileri ve akıllarını gereği gibi kulla­nan kimseleri ile müşahhas ifadesini bulan ümmetin de, kamu maslahatını gerçekleştirmek hususunda bir dayanışma içerisinde olması gerekir ki, maruf olanı engellemesin, münker olanı da kabul etmesin. Aksi taktirde toplum helak olur, zarar görür.

Az önce geçen velilerin kadınları başkalarıyla evlenmekten engellemeleri­nin yasaklanması ile ilgili teşriî hükümlerle öğüt verilir. Müminlerin kalpleri bu emirlere huşu' ile itaat eder, rablerinin emirlerine uyarak bunları kabul ederler. Müminin yapacağı iş itaattir, öğüt almaktır, bu şekilde onlara engel ol­mayı terketmenizin yasaklanması sizin için daha faziletlidir. Günahların kirli­liklerinden daha temizleyicidir. Yani bu emre uymakta sizin için bir bereket ve hayır vardır. Irzın, şerefin korunması ile, fazilet; boşanmış olan kadınların fa-sıklığa, fesada ve sapıklığa gitmesine sebep olmamak suretiyle de bir nezahet; günahlara, haramlara kötülüklere aldanıp düşmekten de kurtuluş vardır.

Allah bütün bu hususlardaki sizin menfaatlerinizi bilir. O bakımdan O'nun emirlerine uyunuz. [71]



Ücret Karşılığı Süt Emzirmek, Süt Emzirme Süresi, Çocukların Nafakası Ve Diğer Hükümler


233- Anneler, çocuklarını iki bütün yıl emzirirler. Bu, emzirmeyi tamamla­mak isteyenler içindir. Onların örfe göre yiyeceği ve giyeceği babasına ait­tir. Kimseye gücünden fazlası yükletil­mez. Ne bir anneye çocuğundan dolayı zarar verilsin, ne de bir baba çocuğu yüzünden zarara sokulsun. Mirasçıya düşen de bunun gibidir. Eğer kendi rı-zalarıyla ve danışarak memeden kes­mek isterlerse, ikisinin üzerine de bir vebal yoktur Çocuklarınızı emzirtmek isterseniz ma'rûf bir şekilde verdiğini­zi teslim etmek şartıyla yine üzerinize bir vebal yoktur. Allah'tan korkun ve bilin ki şüphesiz Allah, bütün yaptıkla­rınızı hakkıyla görendir.



Açıklaması


Boşanmış olsun olmasın bütün annelerin, çocuklarını daha fazlası söz konu­su olmaksızın -süreyi tamamlamak istedikleri takdirde- tam iki yıl süre ile süt emzirmeleri görevleridir. Maslahat görüldüğü takdirde, bundan daha aşağı süre süt verilmesine mani yoktur. Konu şahsî karar ve takdire bırakılmıştır. Bununla birlikte süt emzirmek anne için mendubtur. Çünkü onun sütü doktorların ittifa­kıyla daha üstün ve değerlidir. Eğer çocuk başkasının memesini almaz ya da baba fakirlik ya da başka bir sebepten dolayı süt anne bulamayacak olursa, annenin süt emzirmesi vacip olur. Bazı kadınların, konumlan ile uygun görmediklerinden veya sağlık ve güzelliklerini korumak kasdıyla süt emzirmek istemeyişleri ise fıt­ratın gereğine aykırıdır, çocuğun maslahatını ve menfaatini düşünmemektir.

Süt emzirmek annenin bir hakkı mı yoksa bir görevi midir; bu hususta gö­rüş ayrılığı vardır.

İmam Malik der ki: Süt emzirmek kadın boşanmamış ise ve çocuk da baş­kasının memesini kabul etmiyor ise, anenin vazifesidir. İmm Malik bundan asil, soyu sopu yüksek olan kadınları istisna etmiştir. Bu görüşü ile ayet-i keri­menin nüzulü zamanındaki Arapların örfü ile amel etmektedir.[72] O sıralarda Kureyş hanımları bunu gururlarına ve izzetlerine yedirmedikleri için ücret mukabili süt anne arıyorlardı.

Cumhur ise şöyle demektedir: Zaruret hali dışında annenin çocuğuna süt emzirmesi mendubtur. Mesela, anneden başkasının memesini kabul etmemesi böyle bir zarurettir. Çünkü Yüce Allah, "Eğer güçlüğe uğrarsanız, o halde onun için başka birisi emzirecektir." (Talâk, 65/6) diye buyurmaktadır. Süt emzirme süresi iki yıldır. Çünkü çocuğun bu zaman süresi içerisinde süte ihtiyacı vardır. Bununla birlikte anne babanın uygun görecekleri maslahata göre daha az bir süre süt emzirmekte bir mani yoktur. Günümüzde çocuk birinci senenin sonla­rında süt ile birlikte bazı gıdaları yemeye zamanla alıştınlmakta, daha sonra süte ihtiyacı kalmayınca da sütten kesilmektedir.

Yüce Allah'ın, "iki bütün yıl" diye buyurması bir sene ile ikinci senenin bir kısmının kastedildiği yanlışlıkla anlaşılmasın, diyedir. Süt emzirme süresinin "tam iki yıl" ile sınırlandırılmasından kasıt, bunun vacip olduğu değildir. Çün­kü Yüce Allah, "Bu, emzirmeyi tamamlamak isteyenler içindir" diye buyurmuş­tur. İşte bu iki yıl içerisinde süt emzirmenin, asla aşılmayacak asgari sınır ol­madığını göstermektedir. Bu şuur süt emzirme süresini tamamlamak isteyen­ler içindir. Bunu istemeyenler eğer çocuk için bir zarar söz konusu değilse, iki yıl tamamlanmadan önce de çocuğu sütten kesebilirler. Nitekim bunu Yüce Al­lah'ın şu buyruğu desteklemektedir: "Eğer kendi rızalarıyla ve danışatak kes­mek isterlerse ikisinin üzerine de bir vebal yoktur." (Bakara, 2/233) Bundan ka­sıt, anlaşmazlık halinde kabul edilecek olan sürenin ya da mahkeme hükmü gereğince tespit edilecek azami sürenin beyanıdır.

Süt emziren kadının yiyecek ve giyeceğini yeterince karşılamak babanın görevidir. Anne evli olduğu veya iddet içerisinde bulunduğu sürece ücretle süt emzirmesi caiz değildir. Şafiî'ye göre bu kayıtsız şartsız olarak caizdir. Ücretin takdiri ise babanın zenginlik, fakirlik ve orta halli oluşuna göre tespit edilir.

Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Genişlik sahibi olan genişliğince na­faka versin., rızkı kendisine daraltılan kimse ise Allah'ın kendisine verdiğinden infak etsin. Allah hiç bir nefse verdiğinden başkasını yüklemez." (Talâk, 65/7); "Allah hiç bir nefse takatinden fazlasını yüklemez." (Bakara, 2/286). Buradaki ayet-i kerimede ise: "Kimseye gücünden fazlası yükseltilmez" diye buyurulmak-tadır. Yani hiç bir kimse gücü nispetinden fazlasıyla yükümlü tutulmaz.

Yine bu ayet-i kerimeden çocuğun nafakasının babaya ait olduğu anlaşıl­maktadır. Çünkü Yüce Allah, süt emzirme süresince boşanmış kadının nafaka­sının baba tarafından karşılanmasını kararlaştırmıştır. Çocuğun nafakasının baba tarafından karşılanma gereği çocuğun bu konudaki acziyeti ve ihtiyacı dolayısıyladır. Baba ise çocuğa insanlar arasında en yakın olandır.

Sözü geçen hükümlerin teşri' edilme illeti, erkek ve kadının birbirlerine ve­recekleri zararı -her hak sahibine hakkını vermek suretiyle- önlemektir. Çocuk sebebiyle birinin diğerine zarar vermesi haramdır. Anne süt anne aranması için babayı taciz etmek üzere çocuğuna süt vermekten imtina edemez veya gücünden fazla nafaka vermekle onu mükellef tutamaz ya da çocuğun terbiyesinde, eğiti­minde kusur gösteremez. Aynı şekilde babanın da annenin istemesine rağmen çocuğunu emzirmesine engel olması caiz değildir. Çünkü insanlar arasında ona karşı en şefkatli, en merhametli, en faydalı odur veya nafakayı kısmak yahut ço­cuğunu -süt emme ve hadâne süresinden sonra dahi- görmekten alıkoyamaz.

Babanın mirasçısına da aynı şekilde nafaka, giyim ve süt verene zarar gö­revi vardır. Bir görüşe göre de çocuk öldüğü takdirde, ona mirasçı olacak olanın da görevidir bu. Bu görüş nafakanın, babanın olmaması halinde çocuğun ya­kınlarının görevi olduğunun delilidir.

Bu buyruk yakınlara nafaka vermenin vacib oluşunun asıl dayanağıdır. İmam Ebu Hanife'nin ve Ahmed'in görüşü budur. Şu kadar var ki Hanefîler ha­la ve teyze gibi evlenilmesi haram olan bütün akrabalar için nafakayı vacip ka­bul ederler, amca oğlu, amca kızı gibi evlenilmesi haram olmayan akrabalar için vacip kabul etmezler. Hanbelîler ise, ister mirastaki fariza, ister asabe yo­luyla mirasçı olsun, bütün yakınlar için nafakayı vacip kabul ederler; kardeş, amca ve amca oğlu gibi. Ancak amca kızı, dayı, hala, teyze gibi belli bir farz (hisse) sahibi olarak veya asabe yoluyla miras alamayan zevi'l-erham için vacip kabul etmezler. Çünkü böylelerinin yakınlıkları zayıftır.

İmam Malik ve Şafiî'nin görüşüne göre ise nafaka, ancak anne ve babanın vazifesidir. Çocuğun nafakasını karşılamak babanın görevidir. Öldüğü takdirde eğer malı varsa çocuğun malından karşılanır; aksi takdirde bu annenin görevi­dir. Ayet-i kerime ise birinci görüşü desteklemektedir. Ancak "mirasçıya düşen de bunun gibidir" buyruğu ile yalnızca zararın terkedilmesi ya da mirasçıdan bizzat çocuğun kastedilmiş olması hali müstesnadır.

Süt emzirme süresinin tam iki yıl ile sınırlandırılması, anlaşmazlık halin­de başvurulacak azami müddetin beyan edilmesi içindir. Şayet anne ve baba iki yıldan önce veya daha sonra karşılıklı rıza ve çocuğun menfaati hususunda danışarak çocuğu memeden kesmek isterler ise ve eğer çocuğun menfaati de bunu gerektiriyor ise onlar için bir günah yoktur.

Ücretle süt anne tutmaya bir mani yoktur. Bu, şu hususları açıkça belir­ten ayet-i kerimenin beyan ettiği bir konudur: Eğer sizler çocuklarınız için süt anneler tutmak isterseniz veya hamilelik, hastalık ya da anlaşmazlık sebebiyle çocuklarınız için süt anne tutmak istediğiniz takdirde, bunda bir mahzur yok­tur. Ancak süt anneye maruf bir şekilde ücretinin ödenmesi şarttır. Yani her zaman ve mekânda benzerlerinin ücreti ne ise onlara öylece ücret ödenmelidir. Çünkü verilen ücret ile hem çocuğun hem de anne babanın maslahatı gerçek­leştirilmektedir. Bu, tağlîb yoluyla hem anneye, hem de babaya bir hitabtır. Böylelikle çocuğa süt emzirmek hususunda anne babanın birbirleriyle danış­malarının bir edeb ve bir maslahattan ötürü olduğuna işaret edilmektedir. Çünkü çocuk ikisinindir.

Yabancı süt annelerin süt emzirmelerinin istenmesini caiz kabul eden gö­rüş Ebu Hanife'nin görüşüdür. Yüce Allah'ın, "Maruf bir şekilde verdiğinizi tes­lim etmek şartıyla" buyruğu, süt emzirmenin caiz olması için bir şart değildir; sadece süt emzirenin gönlünü hoş etmek için evlâ olana bir teşviktir.

Daha sonra Yüce Allah, bundan önceki hükümlerin uygulanması için ol­dukça sağlam bir çerçeve tespit etmektedir: Bu hususlar Allah'tan korkma (takva)nın gölgesinde gerçekleşmelidir. Mümine düşen Allah'tan korkmaktır. O sözü geçen hükümlerin hiçbirisinde kusur etmemelidir. Çünkü Yüce Allah her şeyden haberdardır, her şeyi görendir. Amellerinizin karşılığını verir. Eğer an­ne baba çocukların haklarını tastamam öder, karşılıklı olarak birbirlerine za­rar vermekten uzak dururlarsa o vakit çocuklar dünyada salih bir örnek, ahi-rette de sevap kazanmaya sebep olurlar. Şayet sizler hevalarınız doğrultusun­da yol alırsanız, o takdirde çocuklar kötü bir geleceğin haberi, dünyada bela ve fitnenin alâmeti, ahirette de azabın sebebi olurlar. [73]



Kocası Vefat Eden Kadının İddeti


234- İçinizden vefat eden kimselerin bıraktıkları eşler kendiliklerinden dört ay, on gün beklerler. İddetlerini bitirdikleri zaman artık onların kendi­ leri hakkında maruf ile yaptıklarından dolayı size bir günah yoktur. Allah yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.



Açıklaması


Yüce Allah bu ayet-i kerimede kocalar için yas tutmanın (hidâd) ve kadın­lar hakkında iddetin vücubunu, talâk, ric'at, süt emzirme, babanın çocuğuna ve hanımına karşı görevlerini söz konusu etmenin akabinde zikretmektedir. Vefat dolayısıyla beklenen iddetin beyanının sebebi, onun da boşama iddetine benzediği zannedilmesin diyedir.

İddet; kadının yeni bir evlilik yapmadan ve şer'î bir özür dışında evden çıkmadan evinde hamile olmadığının anlaşılması veya kocanın vefatı dolayısıy­la yas tutması için beklediği süredir. Boşanan kadının iddeti üç kur'dur. Kocası vefat etmiş olan ve hamile olmayan kadının iddeti ise 4 ay 10 gündür. Hamile olan kadının iddeti ise doğum yapıncaya kadardır, isterse vefattan kısa bir sü­re sonra olsun. Koca dışında kardeş, baba veya bir yakının ölümü dolayısıyla üç günden fazla yas tutmak yoktur.

Kocanın vefat etmesi halinde hanımının yaşı ve kendisi ile zifafa girilmiş ya da girilmemiş olması arasında fark yoktur. Çünkü iddet aslında yas tutmak, buna bağlı olarak da rahmin temizliğinin anlaşılması içindir.

Kocaları vefat eden zevcelerin iddeti 4 ay 10 gündür. Bu iddet süresi içeri­sinde kadına evlilik teklifi yapılması, evlenmesi, -şer'î bir mazeret için olması hali dışında- evinden çıkması helâl değildir. Bu hüküm hamile olmayan kadın­lar için geçerlidir. Kocası vefat etmiş hamile kadının iddeti ise, ölümden kısa bir süre sonra dahi olsa, doğum yapmak ile sona erer. Bu ise az önce değindiği­miz Talâk süresindeki ayetin hükmü gereğidir. Ayrıca Ebu Davud da Eslemli Sübey'a ile ilgili rivayet ettiği hadisinde Peygamber (s.a.)'in ona doğum yaptığı vakit; iddetinin de sona erdiğine dair fetva verdiğini nakleder. Kendisi kocası­nın vefatından onbeş gün sonra doğum yapmıştı. [74]



İddet Bekleyen Kadının Uyması Gereken Yasaklar:


İlim adamları bu süre zarfında kadının sakınması gereken hususların ne­ler olduğunda farklı görüşlere sahiptirler. Bir kısım alime göre: Kadınlar ni-kâhlanmaktan, koku sürünmekten, evli iken yaşadıkları meskenden başkasına taşınmaktan uzak durarak, iddetlerini beklerler. Onların buna dair sahih sünnetten delilleri pek çoktur. Bunlardan birisi Buharî ile Müslim tarafından Üm-mü Seleme'nin kızı Zeyneb'in (r.anhuma) şu rivayetidir: Zeyneb dedi ki: Babası Ebu Süfyan vefat ettiğinde Ümmü Habibe (r.anha)'nm yanma girdi. Kendisine koku getirilmesini istedi. O kokudan bir cariyeye sürdü, sonra kendisi de o ko­kudan alıp yanaklarına değdirdi, sonra da dedi ki: Allah'a yemin ederim koku sürünmeye ihtiyacım yoktur. Şu kadar var ki ben Resulullah (s.a.)'ı minber üzerinde şöyle buyururken dinledim: "Allah'a ve ahiret gününe iman eden bir kadının ölmüş bir yakını için üç günden fazla yas tutması helâl değildir. Bun­dan tek istisna kocasıdır. (Onun için) dört ay on gün (iddet bekler)."

Zeyneb dedi ki: Annem Ümmü Seleme (r.anha)'yi şöyle derken dinledim: Bir kadın Resulullah (s.a.)'ın yanma gelerek dedi ki: Ey Allah'ın rasulü, kızı­mın kocası vefat etti. Gözlerinden rahatsızlığı var, ona sürme çekelim mi? Resulullah (s.a.): "Hayır" dedi ve bunu iki ya da üç defa tekrarladı, her seferin­de de: "Hayır" dedikten sonra: "Bunun (iddetin) hepsi topu topu dört ay on gün­dür" diye buyurdu.

Resulullah (s.a.)'ın yasakladığı sürme, süslenmek kasdıyla çekilen sürme olup tedavi maksadı ile çekilen sürme değildir. Buna delil ise Muvatta'da yer alan ve Ümmü Seleme'den gelen Resulullah (s.a.)'m: "O sürmeyi geceleyin koy, gündüzün sil" şeklindeki hadis-i şerifdir.

Bazıları da kocası vefat etmiş olan kadının iddeti evlenmekten uzak dura­rak beklemesidir, demişlerdir. Koku sürünmek, süslenmek, kocasıyla beraber yaşadığı evden taşınmak ise ona yasaklanmış değildir. Bunun delili Ümeys kı­zı Esma'dan gelen şu rivayettir: Dedi ki: Ca'fer şehid olunca Resulullah (s.a.) bana: "Üç gün yas elbisesi giyin, sonra da istediğini yap!" dedi.

Ancak bu görüşün sahiplerine şöyle cevap verilir: Hz. Peygamber ona üç gün yas elbisesi giyinmesini emretmiş sonra da iddet bekleyen kadın için süs ve zinet sayılmayan ve giyilmesi caiz olan elbiselerden dilediğini giyinmesine müsaade etmiştir. Çünkü bir takım elbise çeşitleri vardır ki, ne süs elbisesi ne de yas elbisesi olup gündelik elbiselerdir.

İddet süresinin dört ay on gün ile tespit edilmesi taabbüdî bir emirdir. Bu­nun hikmeti araştırılmaz. Bu tıpkı namazın rekatlarının sayıları ile zekât mik­tarları gibidir.

Bununla birlikte böyle bir iddetin hikmetlerinden biri kocası vefat etmiş bir kadının rahminde kocasmın suyunun bulunup bulunmadığının anlaşılması-dır. Kadın hamile olup olmadığının anlaşılacağı bir süre geçinceye kadar vefat­tan dolayı iddet bekleyen kadının başkasıyla evlenmesine engel olunur. Şayet (iddetten sonra) evlenir ve çocuğu olursa, çocuk ikinci kocaya nispet edilir. Ko­ku sürünmesinin, süslenmesinin yasaklanış sebebi ise, bunların evlilik arzusu­nu çağrıştırmasındandır. Kaldığı evden çıkmasının yasaklanması ise kocası ve­fat etmiş bir kadının korunmaya ve kendisini sakınmaya olan ihtiyacmdandır. İddet süresi içerisinde onunla evlilik akdi, açıkça evlenme teklifinin yapılma yasağı ise bunun da evliliğe götüren bir yol oluşundan dolayıdır. Bununla birlikte iddet bekleyen kadına üstü kapalı evlenme teklifi yapmaya da ruhsat var­dır.

Cahiliye döneminde ise kadın ölen kocası için tam bir sene yas tutar ve bu müddet boyunca koku sürünmez, süslenmez, toplantı yerlerinde insanlar arası­na çıkmazdı.

Daha sonra Yüce Allah, idde tin sona ermesinden sonra kadın için nelerin mubah olduğunu da: "İddetlerini bitirdikleri zaman artık onların kendileri hakkında maruf ile yaptıklarından dolayı size bir günah yoktur" diye açıkla­maktadır[75]. Yüce Allah burada: "İddetlerini tamamladıkları takdirde" buyru­ğu ile velilere hitab etmektedir. Ey veliler ve ey bütün insanlar! Bundan önce kendileri için yasak olan evlilik hatta süslenmek, talihlilere görünmek, müs­takbel eşlerini seçmek, Şer'an ve örfen bilinen şekliyle evden çıkmak gibi ken­dileri hakkında yaptıkları işler ve Allah'ın onlara bu hususta izin vermiş oldu­ğu diğer hususlar dolayısıyla, sizler için bir günah yoktur. Allah yaptıklarınız­dan haberdardı. Amellerinizden hiç bir şey O'na gizli kalmaz. Kadınların ev­lenmesine kimlerin engel olduğunu bilir ve onu cezalandırır. Şeriatın sınırları­na bağlı kalma doğrultusunda kadınları yönlendirerek güzel hareket eden veya Allah'ın hukuku konusunda işi önemsemeyenleri de kusurlu davrananları da bilir. Eğer sizler kadınlarınızın şeriatın yolu üzre yürümelerini sağlarsanız, mutlu olursunuz. Şayet Allah'ın sınırlarından sapar ve kusurlu hareket eder­seniz bedbahtlığa ve azaba düşersiniz. [76]



Kocası Vefat Etmiş Olan Hanıma Talib Olmak Ve Onunla Nikahlanma Zamanı


235- (Bu şekilde iddet bekleyen) kadın­lara üstü kapalı talip olmanızdan veya içinizde saklamanızdan dolayı üzerini­ze bir vebal yoktur. Allah onları hatır­layacağınızı bilmiştir. Fakat ma'rûf bir söz söylemenizden başka kendileriyle gizlice sözleşmeyin ve iddet sona erin­ceye kadar nikâh akdini bağlamaya az­metmeyin. Bilin ki Allah, şüphesiz içi-nizdekini bilir. Artık O'ndan sakının ve bilin ki muhakkak Allah, Gafûr'dur, Halîm'dir.



Açıklaması


Bu ayette de kadınlara dair hükümler sözkonusu edilmeye devam edilmek­tedir. Önceki ayet-i kerimelerde boşamanın, ric'atın, süt emzirmenin hükümleri, eşlerin ve çocukların hakları, babanın vazifesi olan nafaka, mesken ve giyim sağlamak ile kocası vefat etmiş kadının beklemek zorunda olduğu iddet ve yas tutma vücubu; bu ayet-i kerimede ise kocası vefat ettiğinden dolayı iddet bekle­yen bir kadına iddet esnasında açıktan değil de işaret yoluyla, üstü kapalı bir şekilde evlenmeye talib olmanın caiz olduğu, iddeti bittikten sonra da onu ni­kâh akdi ile almanın sahih olduğu açıklanmaktadır. Şanı Yüce Allah burada ko­cası vefat etmiş kadına yahut onun velisine üstü kapalı bir şekilde erkeğin evli­lik talebinde bulunmasının günah olmadığını beyan etmektedir. Bâin talâk ile boşanmış bir kadına iddeti esnasında da aynı şekilde teklif sözkonusu olabilir. Ya da erkek o kadm ile evlenme arzusunu içinde saklayabilir. Çünkü üstü kapa­lı ifade önceki kocanın hakkını sarsmaz. Belki de bunda geleceğin şartlarından yana bir çeşit güven ve huzur hissini vermek de sözkonusudur ve bu, kadının bakacak kimsesi olmadığı bir vakitte olmaktadır. Diğer taraftan bir şeyin insa­nın içinde saklı tutulması tabii bir durumdur ve bundan kaçmmak oldukça zor­dur. Bundan dolayı Yüce Allah: "Allah onları hatırlayacağınızı bilmiştir." diye buyurmaktadır. Yani içinizden onları anacağını, bu arzunuzu gizlemenizin size zor geleceğini bilmiştir. İnsanın içten içe bir şeyi kastetmesinde bir zarar ve bir tehlike yoktur. Fakat gizliden gizliye evlenmek üzere sözleşmek haramdır. Çün­kü bu şekilde bir sözleşme fitneye götüren bir basamaktır, çeşitli dedikodulara sebeptir. Açıklanmasında utanmaya sebep teşkil etmeyen ma'rûf bir sözle söz­leşmek de haram değildir. Güzel geçinmekten, kadınlara karşı geniş kalpli oldu­ğundan sözetmek ve benzeri sözler sarfetmek gibi. Buna göre ma'rûf söz söyle­mekten kasıt açıktan açığa değil de üstü kapalı (ta'rîz) bir ifade kullanmaktır. Yani onlara ancak ta'rîz yoluyla evlenme hususunda teklifte bulunabilirsiniz.

Aslında "gizlüik"den kasıt ilişkidir. Burada ise onunla kastedilen iddet es­nasında gizlice evlenme akdidir. Bu lafız ilişki kurmaya sebep teşkil eden akid hakkında mutlak olarak kullanılmıştır. Taberî'nin tercih ettiği görüşe göre ise burada kasıt zinadır veya o kadına: Ben seni seviyorum, bana benden başka­sıyla evlenmeyeceğine dair söz ver, demesidir. İbni Kesîr der ki: Ayet-i kerime­nin bütün bunlar hakkında umumi olma ihtimali vardır.

Vefat sebebiyle kocasından iddet bekleyen kadına yahut onun velisine id-det süresi içerisinde üstü kapalı bir şekilde evlenme talebinde bulunmak, sen güzelsin, yahut umarım Allah senin gibi helâl süt emmiş saliha bir hanımı kar­şıma çıkartır", gibi sözler söylemektir. Böylelikle kadın onunla evlenmeye ken­disini hazırlasın. Ya da kadının yanında kendisinin güzel huy ve hasletlerinden bahsedebilir. Böylece kadın kendisine talib olan kimseler arasından daha üs­tün ve daha kerim olanı seçmek imkânını elde eder.

Ric'î bir talâktan dolayı iddet bekleyen kadına ister işaret yoluyla, ister açıktan açığa talib olmak ise haramdır. Çünkü o iddet içerisinde kaldığı süre içinde kocasının nikâhı altındadır.

Kocası vefat ettiğinden yahut bâin talâk dolayısıyla iddet bekleyen kadına açıkça tâlib olmak yine haramdır. Üstü kapalı ifade kullanmanın caiz oluşu­nun delili Taberî'nin Hanzala b. Abdullah b. Hanzala'nın kızı Sükeyne'den yap­tığı şu rivayettir: Ben iddet bekliyorken Ebu Cafer Muhammed b. Ali b. Bakır yanıma geldi ve dedi ki: Ey Hanzala kızı, ben Resulullah (s.a.) ile olan akraba­lığını bildiğin bir kimseyim. Ceddimin benim üzerimde hakkı vardır. İslâm'da geçmişi olan bir kimseyim. Sükeyne dedi ki: Cafer'in babası Allah sana mağfi­ret buyursun, ben iddetimde iken sen bana talip mi oluyorsun? Halbuki sen ör­nek alman bir kimsesin. Bana: Ben öyle bi şey mi yaptım? dedi. Sadece sana Resulullah (s.a.)'a olan akrabalığımı ve konumumu hatırlattım. Resulullah (s.a.), Ümmü Seleme'nin yanma girdi. Ümmü Seleme amcasının oğlu Ebu Sele-me'nin hanımı idi. Kocası vefat etmişti. Resulullah (s.a.) ona Allah nezdindeki mevkiinden eline yaslanmış olduğu halde bahsetti. O kadar ki ağırlığıı elinin üzerine fazla verdiğinden dolayı hasırın izleri eline çıktı ve onun bu davranışı bir evlenme talebi sayılmadı.

Ma'rûf olan söz şer"an münker olmayan söz demektir. Bu ise iffetli söz, ha­fif işaret, caiz olan ve ta'rizin kapsamına giren yaralayıcı olmayan latif sözler demektir. Tıpkı Resulullah (s.a.)'m kocasının vefatından sonra Allah'ın nezdin­deki mevkiini Ümmü Seleme'ye hatırlatırken yaptığı gibi.

Daha sonra Yüce Allah iddet bekleyen kadın ile evlilik akdi yapmanın mu­bah olduğu vaktin iddetin bitişinden sonra olduğunu açıklamaktadır. Bundan önce akdin yapılmasını ise oldukça ağır bir üslûpla yasaklamış ve şöyle buyur­muştur: Kocası vefat ettiğinden dolayı iddet bekleyen kadın ile önceki kocasın­dan beklemesi gereken iddet olan 4 ay 10 gün sona ermeden şer"î evlilik akdini yapmaya karar vermeyiniz.

Yüce Allah bu sınırın aşılmasına karşı uyarıda bulunarak şöyle buyur­muştur: Biliniz ki Allah kalplerinizde sakladığınız caiz olmayan kararlan bilir. O bakımdan Allah'ın yasakladığı işleri, soz veya fiil olsun işlemekten sakınınız.

Bu sakmdırmakta hükümler teşvik edici ve korkutucu bir üslûpla, öğütlerle birlikte zikredilmiştir ki, bunlara gereken şekilde bağlılık daha bir pekiştiriri ifadelerle dile getirilsin.

Bununla birlikte Allah'ın hadlerini aşan ve günahı işlemek suretiyle ku­surlu olup sonra da tevbe eden ve halini düzelten kimselere bağışlayıcı olduğu­nu biliniz. Cezayı acele vermeyen Halîm'dir O. Cezayı acilen verecek yerde amellerini ıslâh etsinler diye kullarına mühlet verendir. O bakımdan O'nun mühlet verişine de aldanmayınız. [77]



Kendisiyle Zifafa Girilmeden Önce Boşanan Kadının Durumu


236- Kendileriyle temas etmediğiniz veya kendilerine mehir tayin etmemiş olduğunuz hanımları boşarsanız üzeri­nize vebal yoktur. Onları metâlandı-rın. Eli geniş olan da, fakir olan da ha-lince, örfe uygun bir şekilde (faydalan­dırsın). Bu, ihsan edenler üzerine bir haktır.

237- Kendilerine mehir tayin etmiş iken hanımları onlara dokunmadan önce boşarsanız tayin ettiğinizin yarı­sını onlara verin. Meğer ki kendileri veya nikâh akdi elinde bulunan kimse bağışlamış olsun. Sizin bağışlamanız ise takvaya daha yakındır. Aranızda fazileti unutmayın. Muhakkak Allah, işlediğinizi çok iyi görendir.



Nüzul Sebebi


Rivayet edildiğine göre bu ayet-i kerime Ensar"dan bir adam hakkında na­zil olmuştur. Bu adam herhangi bir mehir teyin etmeden bir kadın ile evlen­miş, sonra da ona dokunmadan bu kadını boşamıştı. Bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu. Resulullah (s.a.) ona: "Sarığını vermekle dahi olsa onu metâ-landır, diye buyurdu." [78]



Açıklaması


Kendileriyle gerdeğe girmeden ve onlar için bir mehir belirlemeden önce kadınları boşadığınız takdirde şayet onlar için bir mehir tespit edilmemiş ise mehr-i misil veya tayin edilmiş olan mehirden -ey kocalar!- o kadınlara her­hangi bir şey vermeniz gerekmez. Burada "el-Cünâh" kelimesinin mehir yü­kümlülüğü olduğunu Yüce Allah'ın, "Kendilerine mehir tayin etmiş iken hanım­ları dokunmadan önce boşarsanız tayin ettiğinizin yarısını onlara verin." buy­ruğudur. Burada buna karşılık mehrin yarısının ödeneceğini tespit etmektedir. Yüce Allah'ın, "Veya kendilerine mehir tayin etmemiş olduğunuz" buyruğu an­cak kendileri için mehir tayin etmiş iseniz veya tayin edinceye kadar... anla­mındadır. Farizanın farz kılınması mehrin adının konulması demektir. Çünkü kendisi ile gerdeğe girilmeden önce boşanan kadına eğer mehir tespit edilme­miş ise, mehrin yarısını alma hakkı yoktur, onun için sadece bir mut'a söz ko­nusudur. Bazıları da şu görüştedir: "veya" buyruğu "vâv (ve bağlacı)" anlamın­dadır. Sizin için vacip olan müt'adır. Yani boşanan kadına kendisi ile yararla­nacakları malınızdan herhangi bir şey vermektir. Bu da sizin servet, zenginlik, makam ve fakirliğinize göre olup, onun gönlünü hoş tutmak için verilir. Yüce Allah bunu sınırlamayıp bunun belirmesini, gücü oranında, zenginlik ve fakir­lik gibi kocanın haline terketmiştir. İbni Abbas şöyle dermiş: Boşama müt'ası-nın azamisi bir hizmetçi vermektir, bundan daha aşağısı gümüş para vermek­tir, bundan daha aşağısı da elbise vermektir.

Yüce Allah böyle bir müt'ayı kadına güzel bir şekilde davranan kimseler üzerinde vacip bir hak olarak tespit etmiştir. Ebu Hanife ve arkadaşları kendi­si ile gerdeğe girilmeden ve mehir tespit edilmeden önce boşanan bir kadın için bunun vacip olduğu görüşündedir. Çünkü Yüce Allah'ın, "Onları metâlandırın" buyruğu ile "bu ihsan edenler üzerine bir haktır." buyruğu bunu gerektirmekte­dir. Diğer boşanmış kadınlara bunu vermek ise müstehabtır. Kendisiyle duhûldan (ilişkiden) sonra boşanan ve mehrin isminin konulduğu nikâhta duhûlden önce boşanan kadın gibi [79]

Kendisinden nakledilen meşhur rivayette Mâlik'in görüşüne göre ise müt'a, mehri tespit edilmeyen ve kendisi ile gerdeğe girilmeden önce boşanan kadın dışındakiler için menduptur. Bunlar için vacip olduğu da söylenmiştir.

Şafiî ve Ahmed'in görüşüne göre ise müt'a, kendisiyle gerdeğe girilmeden önce boşanan kadın lehine bir borçtur. İster bu kadının mehri tespit edilmiş ol­sun, ister edilmemiş olsun. Ancak mehri tespit edilmiş ve kendisiyle gerdeğe girilmeden önce boşanan kadın bundan müstesnadır. Şafiîler aynı şekilde ger­değe girildikten sonra boşanan kadın lehine bunu bir borç olarak kabul etmiş­lerdir. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Boşanan kadınların lehine ma'rûf bir şekilde faydalandırma vardır. Bu takva sahipleri için bir vazife-<ür/'(Bakara, 2/241). Yani müt'a, Şafii'nin yeni görüşüne göre bütün boşanan kadınlar lehine olmak üzere yerine getirilmesi gereken bir vazifedir. Ancak mehri tespit edilen ve kendisiyle gerdeğe girilmeden önce boşanan kadın müs­tesnadır. Buyruğun zahiri, zahiren emir olduğundan dolayı vücub ifade eder: "Metâlandınn"; adeta yüce Allah mehrinin tespit edilmesi halinde boşanan ka­dına verilen mehrin yarısı mukabilinde bu kadına müt'a vermeyi (faydalandır-mayı) emretmiş gibidir. Yüce Allah'ın, "Bu ihsan edenler üzerine bir haktır." buyruğu ise ihsanın bunu gerektirdiğini beyan etmek içindir. İşte ayet-i kerimeden ele alınan birinci kısım budur. Bu da kendisiyle ger­değe girilmeden ve mehri tespit edilmemiş olduğu halde boşanan kadının hük­müdür. Böyle bir kadına müt'a vermek gerekir. Daha sonra Yüce Allah ikinci kısmın hükmünü beyan etmektedir ki, bu da kendisi ile gerdeğe girilmeden ön­ce boşanan ve mehri tayin edilmiş kadındır. Böyle bir kadına da mehrin yarısı verilir. Buna göre Yüce Allah'ın bu buyruğunun anlamı şu demektir: Kendisiyle gerdeğe girilmeden önce kadın boşanacak olursa, eğer mehri tespit edilmiş ise, mehrin yarısını ona vermek icap eder. Kadın onu almak hak­kına sahiptir. Boşanan kadının bunu bağışlaması veya elinde nikah akdini bu­lunduranın -ki o da velidir- affetmesi mümkündür. Onun affetmesi, mehrin ya­rısını almak hakkını düşürmesidir. Bir görüşe göre ise burada affedecek olan kocadır. Onun affetmesi, bağışlaması ise kendisi için hak kazanılmış olan meh­rin yarısıdır. O takdirde bunu affeder ve kadın da "kelimeler"de açıkladığımız gibi, mehrin tamamını alır. Affetmek Allah'tan korkmaya, takvaya daha yakın­dır. Yani erkeklerden ve kadınlardan kim affederse takva sahibi olan odur. İyilikte bulunarak faziletli davranmayı unutmayınız. İyilikte bulunmayı ve fazileti terkederek hakkettiğiniz her şeyi sonuna kadar almaya kalkışmayı­nız. Çünkü affetmek hepiniz için daha hayırlıdır ve Allah yaptıklarınızı çok iyi görendir. O bakımdan herkese niyet ve ameline göre karşılık verir. Kimin affet­tiğini, kimin iyilikle davrandığını O bilir. İşte bu, buyrukların sonunda Yüce Allah'ın eşlerin birbirlerine karşı muamelelerinin tümünü gördüğüne dair bir hatırlatmadır ve bu hatırlatma iyilikte bulunmaya, fazilette bulunmaya bir teşvik, kaba davranmaya, cahilliğe karşı bir uyarıdır. [80] Namaza Dikkat Göstermek 238- Namazlara ve özellikle orta nama­za devam edin. Allah için huşu' ve ita­atle durun. 239- Şayet korkarsamz o halde, yürü­yerek veya binerek kılın. Emin olduğu­nuz zamanda da Allah'ı anın. Nitekim bilmediğiniz şeyi size öğretmiştir. Nüzul Sebebi Ahmed, et-Tarihü'l-Kebîr'de Buharî, Ebu Davud, Beyhakî ve İbni Cerîr et-Taberî'nin Zeyd b. Sabit'ten rivayetlerine göre Resulullah (s.a.) öğle namazını öğle sıcağının arttığı zamanda kılardı. Ashabına en ağır gelen namaz bu na­maz idi. Bunun üzerine: "Namazlara ve özellikle orta namaza devam edin." ayeti nazil oldu. Bu ise "orta namaz"ın öğle namazı olduğunu göstermektedir. Bir grup ilim adamı bu görüştedir. Ahmed, Nesaî ve İbni Cerîr et-Taberî'nin Zeyd b. Sabit'ten rivayet ettikle­rine göre Resulullah (s.a.) öğlen namazını sıcak vakitte kılardı. Arkasında an­cak bir ya da iki saf cemaat olurdu. Diğerleri ise ya öğle vakti uyku için çekil­miş olurlar veya ticaretlerine devam ederlerdi. Bunun üzerine Yüce Allah, "Na­mazlara ve özellikle orta namaza devam edin." buyruğunu indirdi. Altı hadis kitabının müellifi muhaddis imamlar ile başkalarının Zeyd b. Erkam'dan rivayetlerine göre o şöyle demiştir: Resulullah (s.a.) döneminde namazda iken konuşurduk. Bizden bir kimse namazda yanında duran arkadaşı ile konuşurdu. Bu böylece: "Allah için huşu' ve itaatle durun" buyruğu nazil oluncaya kadar devam etti. Bu buyrukla bize susmamız emrolundu, konuşma­mız yasaklandı. [81] Açıklaması Bütün namazlara dikkatle devam edin. Çünkü namazda Allah'a yakışır, dua O'na hamd-ü senada bulunma vardır. Ayrıca namaz dinin direğidir. Na­maz şu hadis-i şerifte tespit edildiği şekilde kılındığı takdirde ruhun arıtılma­sında güçlü bir etkiye sahiptir: "Allah'a O'nu görüyormuş gibi ibadet et. Şayet sen O'nu görmüyorsan da şüphesiz ki O seni görür." [82] Orta namaz da diğer namazlar kapsamına girmektedir. Yüce Allah'ın özel­likle onu söz konusu etmesi ise, namazlar arasındaki şerefine dikkat çekmek ve onu hatırlatmak içindir. Bu ister -Kurtubî'nin tercih ettiği gibi- sıcak iklimlerde oldukça sıcak bir zamana rastlaması ve günün ortasında olması dolayısıyla öğ­len namazı olsun, ister insanın günlük işlerini sona erdirmek için uğraştıkları vakitlerde kılınan ikindi namazı olsun. İster bu namaz kişiye, ailesine ve bütün İslâm toplumuna güzel kazançlar sağlayan günlük işleri bitirmekte ihsan ettiği başarılar dolayısıyla Yüce Allah'a şükretmek üzere kılınan ikindi namazı olsun, isterse de -İbni Abbas, İbni Ömer, Ebu Ümame, Hz. Ali'nin de dediği gibi- uyku­ya olan tutkunluk ve onu eda etmek hususundaki tenbellik dolayısıyla ve müna­fıklar için en ağır namaz olduğu için sabah namazı olsun; isterse de bunun dışın­da kalan akşam, yatsı ya da cuma namazı olsun, değişen bir şey olmaz. Görüldü­ğü gibi bu hususta (yani orta namazın hangisi olduğu hususunda) ilim adamları­nın yedi tane görüşü vardır. İbnü'l-Arabî bu namazın hangisi olduğunu tayin et­menin oldukça zor olduğu görüşünü tercih etmektedir. [83] Namazınızda kalbi huşû'dan alıkoyan her türlü dünya meşguliyetinden kendinizi kurtarmış olarak, yalnızca Allah'ı zikredenler olarak ve namazın şe­riat tarafından düzenlenmiş şekline uygun bir şekilde Allah'ın huzurunda hu­şu' ile durunuz. Mücahid'in görüşüne göre "kunut" susmak demektir. Buna da­ha önce nüzul sebebinde geçen ve Zeyd b. Erkam yoluyla gelen hadis-i şerif de­lildir: Huşu' ve kalp huzuru ile birlikte vakti içerisinde namazlara gereken dik­kat ve devamı göstermek, imanın ve İslâmm sıhhatinin, din kardeşliğinin, hakların korunmasının belgesidir. Namaza dikkat ve devam eden kimseden ancak hayır beklenir, şerrinden emin olunur. Ahmed ve Sünen sahipleri Hz. Büreyde'den Peygamberin şöyle dediğini naklederler:"Bi,zİ7nZe sizin aranızdaki ahid namazdır. Onu kim terkederse kâfir olur." Ahmed ve Taberâni de Abdullah b. Amr'dan rivayetlerine göre Resulullah (s.a.) bir gün namazı söz konusu etti ve şöyle buyurdu: "Kim namaza dikkatle devam ederse kıyamet gününde onun için bir nur, bir belge ve bir kurtuluş olur. Namaza dikkatle devam etmeyen kimse için ise namaz bir nur, bir belge ve bir kurtuluş olmaz. Kıyamet gününde o kişi Kârûn, Fifavn, Haman ve Ubeyy b. Halef ile birlikte olur." Şer'î şekliyle namazın kalınmasının sonuçlarından birisi de toplumda münkerlerin, hayasızlıkların yaygınlık kazanması, hıyanetin başgöstermesi, can ve mal güvenliğinin ortadan kalkması, haksızlık ve saldırganlıkların çoğal­ması, insanların hayır işlemekten uzak durması, merhamet ve şefkatin azal­ması, kötü zan beslemenin ve insanlar arasında güven azlığının başgöstermesi-dir. İslam namazın önemi ve tuttuğu yerin büyüklüğünü göz önünde bulundu­rarak herhangi bir durumda namazı terketmeyi caiz görmemiştir. Bu bakım­dan Yüce Allah bize şu anlamda buyruk vermektedir: Namazı terketmekte kimse için bir özür yoktur; hatta düşman tarafından cana, mala yahut ırza za­rar geleceğinden korkulması halinde bile. Eğer sizler ayakta durmak dolayısıy­la herhangi bir zarar görmekten korkarsanız, binek üzerinde namaz kılınız. Şayet güvenliğe kavuşursanız yani korkunuz giderse, Allah'ın size şer'î hü­kümleri öğrettiği ve güvenlik halinde namazın nasıl kılınacağı gibi bilmediği­niz şeyleri öğrettiği için de Allah'ı anınız, O'na ibadet ediniz ve güvenlik nime­tine karşılık O'na şükrediniz. Burada kasıt, güvenlik halinde namaza dair bilmediklerinizi öğretmesi dolayısıyla veya güvenliğe kavuştuğunuz takdirde güvenlik nimeti dolayısıy­la Allah'a şükrediniz ve ibadet ile Onu anınız, şeklindedir. Nitekim O şer"î hü­kümleri ve korku halinde de güvenlik halinde de nasıl namaz kılacağınızı öğ­retmekle size ihsanda ve bağışta bulunmuştur. [84] Kurtubî de şöyle demekte­dir: Bunun anlamı şudur: Artık size emrolunmuş bulunan rükünleri eksiksiz yapmaya devam ediniz, bu şekliyle sizin için yeterli olan böyle bir namazı si­ze öğretmesindeki ve böylelikle de herhangi bir namazı kaçırmayışınızdaki nimet dolayısıyla Allah'a şükrediniz. Bu ise sizin daha önce bilmediğiniz bir şeydi. [85] Kocası Vefat Etmiş Kadına Bir Yıl Süre İle Evinde Kalması İçin Vasiyette Bulunmak Ve Boşanan Her Kadına Mut'a Vermek 240- İçinizden vefat edip de geride zev­celer bırakacaklar eşlerinin çıkarılma-yarak bir yılına kadar metâlandırılma-sını vasiyyet etsinler. Şayet çıkarlarsa artık onların kendileri hakkında ma'rûf bir şekilde yaptıklarından dola­yı size bir vebal yoktur. Allah Azîz'dir, HaMm'dir. 241- Boşanan kadınları da ma'rûf bir şekilde metâlandırılmaları haklarıdır. Bu takva sahipleri için bir vazifedir. 242- İşte Allah akıl erdirirsiniz diye si­ze ayetlerini böyle açıklar. Nüzul Sebebi 240. ayet-i kerimenin nüzul sebebi ile ilgili olarak İshâk b. Raheveyh Tef-siri'nde Mukâtil b. Hayyan'dan şunu rivayet etmektedir: Çocukları, erkek ak­rabaları, hanımları bulunan Taifli birisi beraberinde anne babası ve hanımı ol­duğu halde Medine'ye geldi ve Medine'de vefat etti. Resulullah (s.a.)'e durum arzedildiğinde anne babaya bir şeyler verdiği gibi çocuklarına da ma'rûf ile bir şeyler verdi. Hanımına ise bir şey vermedi. Fakat kocasının terikesindn bir se­neye kadar ona nafaka bağlanmasını emretti. İşte: "İçinizden vefat edip de geri­de zevceler bırakacaklar..." ayeti bunun hakkında nazil olmuştur. [86] 241. ayet-i kerimenin nüzuluyla ilgili olarak da İbni Cerîr et-Taberî, İbni Zeyd'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Yüce Allah'ın, "Eli geniş olanınız ha-lince eli dar olanınız da halince örfe uygun bir fayda ile faydalandırınız. Bu ih­san edenler üzerine bir haktır." (Bakara, 2/236) ayeti nazil olunca, adamın birisi şöyle der: Ben iyilik yapmak istersem yaparım, yapmak istemezsem de yapmam. Bunun üzerine Yüce Allah, "Boşanan kadınların da ma'rûf bir şekilde metâlan-dırılmaları haklarıdır; bu takva sahipleri için bir vazifedir." ayeti nazil oldu. [87] Açıklaması Aranızdan ölümü yaklaşanların ve geriye bırakacakları hanımlarına sene sonuna kadar evde sürekli olarak faydalanmalarını vasiyet etmeleri bir görevdir. Bu süre zarfında evden çıkartılmazlar yahut evde kalmalarına engel olun­maz. Buna göre dul eşe vefat eden kocasının malından tam bir yıl süre ile nafa­ka hakkı doğar. Mirasçıların da kocası vefat etmiş olan bu hanımı sene geçme­den evinden çıkarmamaları ve nafakasını engellememeleri gerekir. Acaba bu vücub ve bağlayıcılık mı yoksa müstehaplık mı ifade etmektedir? Bu hususta ilim adamlarının iki görüşü vardır. [88] 1- Cumhurun görüşü: İslâmın ilk dönemlerinde Arapların konu ile ilgili adetlerine uygun olarak kocası vefat etmiş kadının iddeti tam bir yıl idi. Daha sonra bu hüküm Nisa süresindeki mirasa dair ayet-i kerime ile ve tilâvet itiba­riyle daha önce gelen, fakat nüzul itibariyle bundan sonra inmiş bulunan: "İçi­nizden vefat eden kimselerin bıraktıkları zevceleri kendiliklerinden dört ay on gün beklerler." (Bakara, 2/234) ayeti ile nesh edilmiştir. Buna göre kocasının ölümü dolayısıyla kadının beklemesi gereken iddet bir yıl yerine dört ay on gündür ve mirasta tespit edilen hakkını da alır. İbni Cerîr et-Taberî ise Hem-mam b. Yahya'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Ben Katâde'ye Yüce Al­lah'ın, "içinizden vefat edip de geride zevceler bırakacaklar eşlerinin çıkarılma-yarak bir yılına kadar metâlandırılmalarını vasiyet etsinler." ayeti hakkında soru sordum, bana şöyle dedi: Önceleri kocası vefat eden hanımın kocasının malından -evinden çıkmadığı sürece- bir yıl süre ile süknâ (kocasının meske­ninde kalma) ve nafaka hakkı vardı. Daha sonra bu, Nisa süresindeki buyruk­la nesh edildi. Kadın için bilinen bir miras payı tespit edildi ki, bu eğer kocanın çocuğu varsa 1/8, yoksa 1/4'dir. İddeti ise 4 ay 10 gün olarak tespit edildi. Buna dair de Yüce Allah,"İçinizden vefat edenlerin bıraktıkları zevceleri kendilikle­rinden dört ay, on gün beklerler..." diye buyurdu. İşte bu ayet-i kerime de daha önce nazil olmuş ayet-i kerimede yer alan bir sene ile ilgili iddeti nesh etmiştir. 2- Eski müfessirlerden Mücâhid ile Ebu Müslim el-Isfahânî'nin görüşüne göre ise bu ayet-i kerimenin hükmü sabittir, ondan herhangi bir şey nesh edil­miş değildir. Râzî de Tefsirinde bu görüşü tercih etmiştir. İbni Cerîr, Mücahid'in şöyle dediğini rivayet etmektedir: Kocası vefat etmiş bulunan kadının iddeti ile ilgili olarak iki ayet-i kerime nazil olmuştur. Birisi Yüce Allah'ın, "İçinizden vefat eden kimselerin bıraktıkları zevceleri kendilikle­rinden dört ay on gün beklerler." ayet-i kerimesidir. Bu ayet-i kerime daha önce­den geçmiştir. Bu hususta nazil olan diğer ayet-i kerime ise (tefsirini yapmakta olduğumuz) bu ayet-i kerimedir. Birinci ayet-i kerime, kocasının akrabaları ya­nında iddet bekleyen kadın hakkında olup bu süre iddet beklemesi vacip (farz)dir. Daha sonra Yüce Allah, "İçinizden vefat edip de geride zevceler bıraka­caklar... Azîz'dir, Hakîm'dir." buyruğunu indirdi. (Müeâhid devamla) der ki: Al­lah bununla yedi ay yirmi gün daha bekeyerek senenin tamamlanmasını emret­ti. Bu bir vasiyettir. Kadın dilerse bu vasiyet süresi içerisinde meskende kalır, dilerse çıkıp gider. İşte Yüce Allah'ın, "Çıkarılmayarak... şayet çıkarlarsa... size bir vebal yoktur." buyruğu bunu ifade etmektedir. Ancak iddet olduğu gibidir. Yani bu iki ayet-i kerimenin iki ayrı duruma hamledilmesi gerekmektedir. Şayet kadın vefat etmiş kocasının evinde ve malında kendisine nafakada bulu­nulmasını tercih edecek olursa, beklemesi gereken iddet bir yıldır. Aksi takdir­de onun iddeti 4 ay 10 gündür. Bu görüşe göre iddetin kesin olarak yerine geti­rilmesi gereken bir süresi vardır ki bu da asgarî süredir, bir de muhayyer bıra­kılan bir süresi vardır ki bu da azami süredir. Ebu Müslim ise şöyle demektedir: Ayet-i kerimenin anlamı şudur: Sizden vefat edeceği vakit geriye hanımlar bırakacak olanlar, şayet bir yıl nafaka ile bir yıl süknâyı zevcelerine vasiyet etmiş iseler, fakat eşleri bundan önce evle­rinden çıkıp kocaların vasiyetlerine muhalefet ederlerse -ve bu çıkışları Yüce Allah'ın kendileri için tayin etmiş olduğu süre kadar ikametten sonra olursa-artık ma'rûf bir şekilde olmak şartıyla yaptıklarından dolayı bir vebal yoktur. Çünkü onların bu vasiyet gereği bir yıl süre ile kalmaları lazım (bağlayıcı) de­ğildir. Devamla der ki: Buna sebep ise şudur: Araplar Cahiliye döneminde tam bir yıl süre ile nafaka ve süknâyı vasiyet ederler, kadın da bir yıl süre ile iddet beklerdi. Yüce Allah bu ayet-i kerimede -bu takdire göre- bunun vacip olmadı­ğını beyan etmektedir. Böylelikle ortada nesih söz konusu olmaz. Fukahâya gelince: Ebu Hanife, Şafiî ve Ahmed'in görüşüne göre bu du­rumdaki bir kadın için dört ay on günlük süre boyunca kocasının terikesinden karşılanmak üzere kocasının evinde ikameti gerekmez. Nerde isterse iddetini orada bekler. Malik'in görüşüne göre ise eğer mesken kocanın mülkü ise veya kocası meskenin kirasını vefatından önce ödemiş ise, kadının iddet süresince kocasının evinde ikameti gerekir. Buna sebep ise Fürey"a ile ilgili şu hadis-i şe­rifti: bunu Malik Muvatta' adlı eserinde KaT) b. Ucre'nin kızı Zeyneb'den riva­yet etmektedir. Buna göre Malik b. Ziya'ın kızı Furey'a -ki Ebu Said el-Hudrî (r.anhuma)'nin kızkardeşidir- kendisine şunu bildirmiştir: Resulullah (s.a.)'in yanma gelerek Hudre oğulları arasında bulunan ailesinin yanına dönmeyi iste­di. Çünkü kocası, kaçmış birtakım kölelerini takib etmek üzere yola çıkmıştı. Nihayet el-Kaddûm denilen bir yere vardıklarında onlara yetişti, fakat köleleri onu öldürdüler. Furey'a dedi ki: Resulullah (s.a.)'e giderek Hudre oğulları ara­sında bulunan aile halkının yanına gitmek istediğimi söyledim. Çünkü kocam bana mülkiyetine sahip olduğu ikamet edeceğim bir ev ve nafaka bırakmamış­tı. Resulullah (s.a.): "Olur" dedi. Bunun üzerine ben de ayrılıp gidecek oldum. Nihayet odada olduğum sırada Resulullah (s.a.) bana seslendi -veya benimle il­gili emir vererek yanma çağırılmamı istedi- Bana dedi ki: "Nasıl söylemiştin?" Ben ona kocam ile ilgili durumu ifade eden olayı tekrar anlattım. Şöyle buyur­du: "Kitap vadesini dolduruncaya (iddetin tamamlanıncaya) kadar evinde bek­le." Ben de evde dört ay on gün iddet bekledim. (Furey'a devamla) dedi ki: Os­man b. Affan halifeliği döneminde bana haber gönderdi ve bu konuyu sordu; ben ona durumu haber verince buna göre hüküm verdi [89] Ayet-i kerimenin geri kalan kısmının tefsirine gelince: İddetin bitmesinden önce evden kendi istekleriyle çıkacak olurlarsa, ey va­siyeti yerine getirmek ile muhatap olan mirasçılar! Şer"an ve âdeten ma'rûf olan işleri yapmalarından dolayı sizin için bir vebal yoktur. Evden çıkmak, dü­nürlüğe gelenlere görünmek, süslenmek ve evlenmek gibi. Ancak bu, şeriata aykırı bir şekilde olmasın. Zira artık sizin onlar üzerinizde bir velayetiniz yok­tur. Allah asla mağlup edilemeyecek olan ve kendisine muhalefet edenleri ceza­landıran Azîz'dir, bütün hususlarda kullarının maslahatlarını dikkate alan hikmeti sonsuz Hakîm'dir. Daha sonra Yüce Allah, genel olarak boşanan kadınlar için mut'anm ge­rektiğini beyan etmekte ve mut'anın kendisi ile ister zifafa girilmiş olsun, ister girilmemiş olsun, boşanan bütün kadınlar için meşru' kılındığını haber ver­mektedir. Mut'a ya kan kocanın üzerinde ittifak edecekleri veya hakim tarafın­dan takdir edilecek bir maldır. Bu husus Allah'tan korkan, Allah'ın cezasından çekinen takva sahipleri üzerinde bir haktır; yani onların bir vazifesidir. [90] Mut'a Emri Vücub mu Yoksa Mendupluk mu İfade Eder: Az önce fukahanın görüşlerini açıkladık. Bunun özeti şudur: Burada veri­len mut'a emri, cumhura göre müstehab, Şafiîlere göre vaciptir. Bu İbni Abbas, İbni Ömer, Said b. Cübeyr, Hasan-ı Basrî ve tabiînden başkalarının görüşüdür. Malikîler ise şöyle demektedirler: Mut'a boşanmış bütün kadınlar için müste-haptır. Mehri tespit edilmiş ve duhûlden (ilişkiden) önce boşanan kadın bun­dan müstesnadır. Şafiîler der ki: İster duhûlden önce, ister sonra boşanan bü­tün kadınlara mut'a vaciptir. Bundan tek istisna mehri tespit edilmiş ve kendi­siyle gerdeğe girilmeden önce boşanan kadındır. Hanefîlerle Hanbelîler ise orta yollu bir görüş beyan ederler: Mut'a, mehri tayin edilmemiş ve kendisi ile ger­değe girilmeden önce boşanan kadın lehine vacip; diğer boşanmış kadınlar hak­kında ise müstehaptır. Kocası vefat etmiş kadın için ise mut'a söz konusu değil­dir; çünkü boşanmış kadınlar hakkında nas varit olmuştur. Bence tercihe değer olan görüş, Şafiîlerle onlara uygun görüş belirtenle-rinkidir. Çünkü bu ayet-i kerime ister kendisiyle gerdeğe girilmiş olsun, ister girilmemiş olsun, boşanmış bütün kadınlar lehine mut'ayı tespit etmektedir. Buna göre Yüce Allah önce mut'ayı söz konusu etmekte ve daha sonra kendisi ile gerdeğe girilmeden önce boşanan kadın lehine bunu tespit veya vacip kıl­makta; burada ise bütün boşanmış kadınlar için mut'ayı genel bir hak olarak ortaya koymaktadır. O halde bu, özel bir ifadeden sonra umumî bir ifadedir. İbni Cerîr"in rivayetine göre de İbni Zeyd şöyle demiştir: Yüce Allah'ın, "Onla­rı metâlandırınız. Eli geniş olan halince, fakir olan da halince, ma'rûf ile uy­gun bir şekilde (metâlandırınız). Bu ihsan edenler üzerine bir haktır." (Baka­ra, 2/236) buyruğu nazil olunca adamın birisi: İyiliği ister yaparım ister yap­mam deyince Yüce Allah, "Boşanan kadınların da ma'rûf bir şekilde me-tâ'landırılmaları haklarıdır. Bu takva sahipleri için bir vazifedir." buyruğunu indirdi. Buna göre ister haksızca, ister usandığından, bıktığından, isterse de zora koşarak boşayan kimse aleyhine mut'a vermesi hükmü verilir. Bu hüküm Said b. Cübeyr ve Şafiîlerin görüşü esas alınarak verilir; ya da "haksızca yapılan bo­şamaya karşılık verilen bedel" adı ile bu mut'a verilir. Bu da kocanın fakirlik ya da zenginlik durumu miktaruıca olur. İşte bu görüş, maslahatı gerçekleşti­rir ve zalimce yapılan bir boşama dolayısıyla kadına gelen zararı bertaraf eder, boşamaları da azaltır. Boşanan kadınların dört durumu söz konusudur: 1- Mehri tespit edilmiş olan ve kendisiyle gerdeğe girildikten sonra boşa­nan kadına, tespit edilen bütün mehri verilir. Çünkü Yüce Allah'ın, "Onlara verdiklerinizden bir şey almanız sizin için helâl olmaz." (Bakara, 2/229); "Eğer bir eşi bırakıp da yerine bir başka eş almak isterseniz, öbürüne yüklerle (mehir) vermiş olsanız bile, ondan hiç bir şey almayınız." (Nisa, 4/20) ayetleri bunu ge­rektirmektedir. Böyle bir kadının beklemesi gereken iddet ise üç kur'dur. 2- Kendisiyle gerdeğe girilmemiş olan ve mehri de tespit edilmeden boşa­nan kadına boşayan erkeğin varlığına göre mut'a verilmesi icap eder, böyle bir kadının mehir hakkı yoktur. Çünkü Yüce Allah'ın, "Kendileri ile temas etmedi­ğiniz veya kendilerine mehir takdir etmemiş olduğunuz hanımları boşarsanız üzerinize vebal yoktur." (Bakara, 2/236) buyruğu bunu gerektirmektedir, böyle bir kadının iddet beklemesi gerekmez. 3- Mehri tespit edilmekle birlikte kendisiyle gerdeğe girilmeden boşanan kadının, tespit edilen mehrin yansını almak hakkıdır. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Mehrini tespit etmiş olduğunuz hanımları temas etmeden önce boşarsanız tayin ettiğinizden yarısı onlarındır."(Bakara, 2/237). Böyle bir kadı­nın iddet beklemesi de gerekmez. 4- Kendisiyle gerdeğe girildiği halde mehri tespit edilmemiş boşanan kadı­nın, yakın akrabasından ve ailesi arasından asabe olanların mehri mislini -gö­rüş ayrılığı söz konusu olmaksızın- almak hakkı vardır. Çünkü Yüce Allah şöy­le buyurmaktadır: "O halde onlardan hangisiyle faydalandı iseniz, o kadınlara takdir edilen şekilde mehirlerini veriniz." (Nisa, 4/24). Bazılarının görüşüne gö­re bunun anlamı şudur: Eğer mehir tespit edilmemiş ise, onların mehirlerini takdir yoluna giderek ödeyiniz; demektir. [91] Ümmetlerin Ölümü Korkaklık Ve Cimrilik İle Hayatta Kalışları İse Kahramanlık Ve İnfakladır 243- Binlerce kişi oldukları halde ölüm korkusuyla yurtlarından çıkanları gör­medin mi? Allah onlara "ölün" dedi, sonra da onları diriltiverdi. Gerçekten Allah insanlara lütufkârdır. Fakat in­sanların çoğu şükretmezler. 244- Allah yolunda savaşın ve bilin ki muhakkak Allah Semî'dir, Alîm'dir. 245- Allah'a güzel bir ödünç verecek kimdir? Allah da ona kat kat artırır. Allah daraltır ve genişletir. Siz yalnız O'na döndürüleceksiniz. Nüzul Sebebi 245. ayet-i kerimenin nüzulü ile ilgili olarak İbni Hibbân Sahîh'inde İbni Ebî Hatim ve İbni Merdûveyh, İbni Ömer'den şöyle dediğini rivayet etmekte­dirler: Yüce Allah'ın, "Mallarını Allah yolunda infak edenlerin... misali yedi ba­şak bitiren... tek bir tohum gibidir." (Bakara, 2/261) ayeti nazil olunca Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Rabbim, ümmetime daha fazlasını ver." Bu­nun üzerine Yüce Allah'ın, "Allah'a güzel bir ödünç verecek kimdir? Allah da ona kat kat artırır." buyruğu nazil oldu. [92] Açıklaması İsrailoğulları'nm büyük kalabalıklar oldukları halde düşmanları tarafın­dan kovalandığı ve yurtlarından, topraklarından çıkarıldığını biliyor musun? Bunların sayıları binlerle ifade edildiği halde ölüm korkusuyla, yurtlarından çıkmışlardı. Zira onlar korkak, sabırsız, kararsız, Allah'a ve peygamberlerine gereği gibi iman etmeyen insanlardı. Halbuki sebat ve kahramanlık gösterme­leri, direnmeleri, canlarını ve korunması gereken diğer şeyleri savunmaları ge­rekirdi. Kitab-ı Kerim'imiz onların sayılarını, milletlerini ve ülkelerini beyan et­memektedir. Çünkü bundan maksat, öğüt ve ibrettir. Seleften bir grubun açık­ladığına göre bunlar, İsrailoğulları'ndan bir topluluk idiler veya İsrailoğulları dönemlerinde yaşamış olan Daverdân kasabası halkıymış. Vâsıt taraflarında ondan bir fersah uzaklıktaymış. Ya da burada sözü geçenler Ezriatlılardır. Bunlar başgösteren taundan kaçarak yurtlarından ayrılmışlar ve şöyle demiş­lerdi: "Ölümü olmayan bir toprağa gidelim." Ancak düşman onlara karşı mu­zaffer oldu. Onları mağlup etti, pek çoğunu öldürdü, topluluklarını dağıttı. Ya da Yüce Allah savaş olmaksızın canlarını aldı, sonra da onları diriltti. Ta ki ib­ret alsınlar ve Allah'ın kazasından kaçılmayacağım bilsinler. Birinci te'vile göre: Onlar kaçınca Allah da düşmanlarının onlara galip gel­mesini diledi. Düşmanlarının bu şekilde onlara galip gelmesinin sebebi korkak­lıkları ve cesaretsizlikleridir. Daha sonra Yüce Allah, Hazkiel adında İsrailoğul­ları'nm peygamberlerinden birisinin duasıyla onları diriltti. Böylelikle hataları­nı farkettiler, bu sefer saflarını sağlam tuttular. Samimiyetle düşmanlarına karşı savaştılar ve eski şeref, izzet ve bağımsızlıklarını yeniden kazandılar. ed-Dahhâk'dan da rivayet edildiğine göre; bunlar İsrailoğulları'ndan bir kavimdi. Hükümdarları onları cihada çağırdı ama onlar ölüm korkusuyla kaç­tılar. Allah da onları öldürdü, sonra diriltti. Bununla hiç bir şeyin kendilerini ölümden kurtaramayacağını öğretmek istemişti. Onları dirilttikten sonra "Al­lah yolunda savaşın." buyruğu ile de onları cihadı emretti. İbni Atıyye der ki: Bütün bu kıssaların (rivayetlerin) hepsinin isnadlan gevşektir. Yüce Allah'ın, "Binlerce kişi oldukları halde" buyruğu, sayılarının pek çok, binler ile ifade edilecek derecede olduklarının delilidir. Yüce Allah'ın, "Allah onlara 'ölün' dedi" buyruğu ile ilgili olarak Zemahşe-rî şöyle demektedir: "Yani Allah onları öldürdü. Bu ifadenin kullanılış sebebi ise Allah'ın emir ve iradesi ile adeta tek bir kişi imişçesine öldüklerini ve bu ölümlerinin olağandışı bir ölüm olduğunu ifade etmek içindir. Sanki onlara bir iş emredilmiş de onlar da yüz çevirmeksizin ve duraksamaksızın bu emri yeri­ne getirmiş gibi oldular. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "O bir şeyi dilerse onun emri sadece ona 'ol' demesidir, o da oluverir." (Yasîn, 36/82). Bu ise müslümanlar için cihada ve şehadete teşvik içindir. Ölüm kaçınılmaz olduğuna ve kaçışın bu konuda faydası olmayacağına göre en güzeli ölümün Allah'ın yo­lunda olmasıdır [93] Ebu Hayyan der ki: "Bu buyrukta hazif vardır, ifadenin takdiri şöyledir: (Allah onlara ölün deyince) Onlar da ölüverdiler. Burada ölüm­den anlaşılan zahir ifade, ruhların cesedlerinden ayrılmasıdır. Sekiz gün yahut yedi gün öldükleri söylenmiştir" [94] Durum her ne olursa olsun -ayet-i kerimenin zahirinin delâlet ettiği üzere-ölüm ve diriliş fiilen vuku bulmuştur. Allah her şeye gücü yetendir. İsrailoğul-ları döneminde ve başka kavimler arasında geçen bu gibi olaylar Kur"an-ı Ke­rim kıssalarında birkaç defa tekrarlanmıştır. Bu kavmin yurtlarından çıkışlarının sıtma veya taundan mı yoksa cihad-dan kaçışları dolayısıyla mı olduğuna dair nakledilen rivayetler sabit olmadığı­na göre benim de görüşümce bunun anlamı Taberî'nin dediği gibidir: Yüce Al­lah peygamberi Muhammed (s.a.)'e durumuna dikkat çektiği bir kavim ile ilgili haber vermektedir. Bunlar ölümden kaçmak kasdıyla yurtlarından çıkmışlar, Yüce Allah da onları öldürmüş, sonra da diriltmiştir. Böylelikle hem onlar, hem de onlardan sonra gelen herkes, öldürmenin ancak Yüce Allah'ın elinde olduğunu bilsinler. Yüce Allah'ın bu ayet-i kerimeyi Muhammed ümmetine cihad emrini vermeden önce indirmiş olması çok anlamlıdır. Muhakkak Allah göstermiş olduğu göz kamaştırıcı ayetler ve kesin delille­ri ile insanlar üzerinde büyük bir lütuf sahibidir. Sözü geçenlerin diriltilmesi aynı zamanda Kıyamet gününde bedenen dirilişin gerçekleşeceğine dair kat'î bir delildir. Yahut: Yüce Allah'ın, taun, hastalık veya düşman ile onları sına­ması onlar için Allah'ın bir lütfudur. Böylelikle O ibret ve öğüt almalarını, uğ­radıkları musibetlerden imana dair ibret ve dersler çıkarmalarını murad et­mektedir. Çünkü hayatın acı gerçekleri ve musibetleri gerçek yiğit ve mert in­sanların kim olduğunu ortaya çıkarır, ümmeti -eğer gaflet sarmışsa- diriltir, yanlış gidişata karşı uyanda bulunur. Fakat insanların çoğunluğu, Yüce Allah'ın din ve dünyalarında kendileri­ne ihsan etmiş olduğu nimetlere karşı şükretmezler. Bundan dolayı Yüce Allah hak sözünü yüceltmek ve yaymak için Allah yolunda fedakârlıklarda bulunma­yı ve savaşmayı emretmektedir. Çünkü korkunun ecele faydası yoktur ve Allah'tan ancak Allah'a sığınılır. Allah söylenen her sözü işiten, yapılan her işi bi­lendir. Herkesi dünyada yaptıklarından hesaba çekecektir. Ümmetlerin yok oluşlarının korkaklık ve cimrilik olmak üzere iki sebebi olduğundan dolayı korkaklığı, korkmayı ve Allah'ın kaderinden kaçmayı ayıp­layan önceki ayet-i kerime ile birlikte, Allah yolunda bolca, cömertçe infak et­meye davet eden: "Allah'a güzel bir ödünç verecek kimdir..." ayeti zikredilmek­tedir. Yüce Allah'ın burada "infak"dan "ödünç" diye sözetmesi, kullarını Allah yolunda infaka teşvik içindir. Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi Kitab-ı Aziz'inin başka yerlerinde de tekrarlamıştır. Esasen göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır. Göklerin ve yerin hazineleri yalnızca O'nun elindedir. O dilediğine rızkı yayar ve dilediğine daraltır. O infak edenlere sevabı kat kat fazlasıyla verir ve bu katların sayısını Allah'tan başka kimse bilemez. Verdiği sevabın katlarının ör­neklerinden birisi de Yüce Allah'ın şu buyruklarında ifade edilmektedir: "Mal­larını Allah yolunda infak edenlerin misali yedi başak bitiren ve her başağında yüz tane bulunan bir tohum gibidir. Allah dilediğine kat kat verir, Allah (bol bol veren) Vâsi'dir, Alîm'dir." (Bakara, 2/261). O bakımdan infak edin, herhangi bir endişeniz olmasın. Rızık veren Allah'tır. O kullarından dilediğinin rızkını da­raltır, dilediklerininkini ise genişletir; kıyamet gününde dönüş ve varılacak yer yalnız O'nun huzurudur. O bakımdan ey müminler! Salih amel işleyiniz, siz bu­nun semeresini ahiret yurdunda Yüce Allah'ın huzuruna dönüşünüz vaktinde bulacaksınız.[95] Peygamber Samuel İle Kral Talufun Kıssası Ve İsrailoğullartnın Cihadı Terk Etmeleri 246- Musa'dan sonra İsrailoğulları'nm ileri gelenlerini görmedin mi? Hani on­lar kendi peygamberlerine: "Bize bir hükümdar gönder de Allah yolunda sa­vaşalım" demişlerdi. O da: "Şayet sa­vaş üzerinize farz kılınır da savaşma-yıverirseniz?" demişti. Onlar: "Hem yurdumuzdan çıkarılmış, hem de ev­lâtlarımızdan edilmişken Allah yolun­da niye savaşmayalım?" demişlerdi. Fakat onlara savaş yazılınca içlerin­den pek azı müstesna yüz çevirdiler. Allah zalimleri çok iyi bilendir. 247- Peygamberleri onlara: "Muhakkak Allah size Tâlût'u bir hükümdar olarak göndermiştir" dedi. Onlar da: "Biz hü­kümdarlığa ondan daha lâyık iken üs­telik ona maldan da bir bolluk verilme­mişken nasıl olur da bizim başımıza hükümdar olur?" dediler. "Muhakkak Allah onu sizin üzerinize seçmiştir. Ona ilimce de, vücutça da bir üstünlük vermiştir" dedi. Allah mülkünü diledi­ğine verir, Allah Vâsi'dir, Alîm'dir. [96] Açıklaması Hz. Musa'dan sonra Hz. Davud döneminde vuku bulan İsrailoğullan'ndan bir topluluğun kıssasına dair bilgi sana ulaşmadı mı? Onlar peygamberlerine -ki bunun Samuel olduğu söylenmiştir-: Savaşmak ve söz etrafında birleşmek üzere bize bir kumandan seç, demişlerdi. Çünkü bizler düşmanlarımızı kov­mak ve gasbedilmiş haklarımızı geri almak üzere karar vermiş bulunuyoruz. Şüphesiz düşmanların ülkeden kovulması Allah yolunda bir savaştır. Nitekim Yüce Allah: "Allah yolunda savaş." (Nisa, 4/84); "Münafıklık yapanları açığa çı­karsın diye idi. Onlara: Gelin, Allah yolunda savaşın yahut savunma yapın, de­nildiği vakit..." (Al-i İmran, 3/167) diye buyurmaktadır. Fakat peygamberleri onları tanıdığı, onları daha önce denediği için şöyle demişti: Üzerinize farz kılındığı takdirde savaştan uzak kalacağınızı zannedi­yorum. Ancak onlar kendisine: Savaşı terketmemize ne sebep olabilir ki? Bizler yurtlarımızdan, vatanlarımızdan edilmiş, çocuklarımız elimizden alınmış ve onlardan ayrı kalmış bulunuyoruz. İstedikleri şekilde savaş kendilerine farz kılınınca, Tâlût ile birlikte nehri aşan pek azı dışında, cihaddan geri kaldılar, korktular, yüz çevirdiler, türlü mazeretler ileri sürdüler. Fakat Yüce Allah ümmetlerini, vatanlarını savun­mak, gasbedilmiş haklarını geri almak üzere Allah yolunda cihadı terkettikleri için kendi kendilerine kötülük eden ve böylelikle de dünyada zelil olup ahirette de azaba uğratılacak kimseleri çok iyi bilir. Daha sonra KuVan-ı Kerim İsrailoğulları'nın yaşlı ve akıllı kimseleriyle peygamberleri Samuel arasındaki tartışmayı açıklamaktadır. İsrailoğulları peygamberlerinden kendilerine bir hükümdar seçmesini istemişlerdi. Çünkü Filistinliler kendilerine baskı kurmuş onlardan çok sayıda kimseleri öldürmüş, Rabbin ahdi olan Tabût'u almışlardı. Halbuki önceden bu Tabut sayesinde düşmanlarına karşı zafer ve fetih talebinde bulunuyorlardı. Peygamberleri onlara hükümdarların zulümlerinden sakınmalarını söyledi ve bu hususta onları uyardı Onlar ise ısrar ettiler. O bakımdan Tâlût (Saul)'u onlara hem hükümdar hem de ter savaş komutanı olarak seçti. Ona şöyle dediler: Nasıl o h-se hukumdar olabilir? O böyle bir hükümdarlı­ğa lâyık değildir. Çünkü Tâlût ne rıuk-jindarlar ne de peygamberler soyundan-dır. Hükümdarlık Hz. Yakubun caeîu Yehuza (Yehuda) kolunda idi. Davud ve Süleyman (ikisine de selâm cfeir da onlardandı. Peygamberlik ise Hz. Ya-kub'un oğlu Lâvî'nin soyunda ıdı szz.. Musa ve Harun'da onlardandı. İşte orta­da hükümdarlığa ondan daha lâyık c—r.,seler de vardır. Talut ise malı bulunma­yan fakir bir kimsedir. Yönetme r^rune sahip değildir. Ancak böyle bir iddia hükümdarlığa dair vehme dayai: rcr şart ve hükümdarlığın miras alınan bir hak olduğu şeklindeki yanlış kasaa-ijerden ileri gelmekteydi. Onlara göre hü­kümdarlık, hükümdarların yahut scyl^lann çocuklarından başkasına ait ola­mazdı. Ancak bu şekilde olursa, 7nsa;-.',=- hükümdara boyun eğerdi. Onların: "Nasıl olur da bizim başımıza hiJa^ndz' olur..." şeklindeki sözleri, Allah'ın emrine karşı bir çeşit inatlaşma ve -asmien uzaklaşmadır. Aslında İsraüoğul-ları bunu hep yaparlardı. [97] Peygamberleri onlara şöyle denişti Allah onu size hükümdar olarak seç­miştir. Allah ancak sizin için hayırlı raLa~- seçer. Size yalnızca itaat ve O'nun bu tercihine boyun eğmek düşer. Hüktacuâarlığın asıl esasları onda bulunmaktadır ki: Fıtrî istidad ve işleri çekip çevirme ûe ılgiı geniş bilgi ve marifet ile güçlü kuvvetli bir beden, sağlıklı bir fikir, occncasını kabul ettirmek için gerekli olan kabiliyetler, bu işe uygunluğu dolayısıyla Y-jee Allah'ın kendisine ihsan edeceği başarı. İşte Yüce Allah'ın, "Allah mzû.iz.r.^ işediğine verir." buyruğu ile kaste­dilen de budur. Yani mülk esasen Onîziıijzr. bu konuda kimse O'nunla tartışa­maz. O mülkü dilediği kimseye ve ticirjiîrlığa elverişli olanlara verir. Al­lah'ın hükmüne itiraz olmaz. Kullanın •: :nlara uygun düşeni Allah sizden da­ha iyi bilir, neye layık olduklarını daha ~ "rılır. Allah Vasî'dir, Alîm'dir. Yani tasarruf ve kudreti geniş olandır. Ohzzl kudret ve tasarrufunun genişliğine sı­nır olmaz. Lütuf ve bağışı da geniş olandır Dilediğine genişlik verir, fakir olanı zengin kılar. Hikmet ve maslahatın ne :1e gerçekleşeceğini çok iyi bilendir. Ne­yin kurtuluşa, zafere götürdüğünü ve hujr_~âarlığa kimi seçeceğini en iyi bi­lendir. [98] Talut'un Hükümdarlığı, Büyük Bir Kalabalığın Kü­çük Bir Topluluk Önünde Bozguna Uğraması 248- Ve peygamberleri onlara dedi ki: "Onun hükümdarlığının alâmeti size o Tâbût'un gelmesi olacaktır. İçinde Rabbinizden bir sekînet ve Musa ile Harun'un aile halkının terikesinden arta kalanlar vardır. Melekler onu yüklenerek getireceklerdir. Eğer iman etmiş kimseler iseniz elbette bunda si­zin için bir ayet vardır. 249- Talût ordusuyla ayrıldığı zaman: "Allah sizi bir nehirle imtihan edecek­tir. Kim ondan içerse benden değildir. Eliyle bir avuç alanlar dışında, kim onu tatmazsa o bendendir." dedi. Fa­kat içlerinden pek azı dışında içtiler. Nihayet o yanındaki müminlerle bera­ber nehri geçtiklerinde: "Bugün bizim Calût'a ve ordusuna karşı dayanacak gücümüz yoktur" dediler. Allah'a ka­vuşacaklarını bilenler ise: "Nice az bir topluluk, daha çok bir topluluğu Al­lah'ın izniyle yenilgiye uğratmıştır. Al­lah sabredenlerle beraberdir." dediler. 250- Calût ve askerlerine karşı çıktık­ları zaman dediler ki: "Rabbimiz üzeri­mize sabır yağdır, ayaklarımıza sebat ver ve kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et." 251- Derken Allah'ın izniyle onları boz­guna uğrattılar. Davud da Calût'u öl­dürdü, Allah da ona hükümdarlığı ve hikmeti verdi, ona dilediği şeylerden öğretti. Eğer Allah insanlardan bir kıs­mını diğer bir kısmıyla önleyip savma-saydı, yeryüzü muhakkak fesada uğ­rardı. Fakat Allah, alemler üzerine bü­yük bir lütuf sahibidir. 252- Bunlar Allah'ın ayetleridir. Sana onları hak ile okuyoruz. Muhakkak sen gönderilmiş peygamberlerdensin. Açıklaması İsrailoğullarmın, peygamberlerine karşı işi zorlaştırmak, aşırılık ve maddî bir takım talepler ihtiva eden tavırları vardı. Bu tavırlardan birisi burada s:z konusu edilmektedir. Onlar kendilerine Talût'un hükümdar olarak seçilmesin; kabul etmemiş ve bu noktada inatlarını aşırıya götürmüşlerdi. Peygamberler: onlara şöyle dedi: Onun size hükümdar ve komutan olarak seçilişinin doğrjl--ğuna dair maddi bir delili de vardır. Bu delil Tabut'un geri dönmesidir Ti-bût'un onlar nezdinde dini bir kıymeti vardı). Bu -özellikle de siz bu Tâlûr'u sa­vaşlarınızda bir sembol, bir sancak ve bir koruyucu olarak önden götürc-îr--nüz sırada- sizin kalplerinizin huzur ve sükûnunu gerçekleştirir, vicdanlaz-^ı:-zı, ruhlarınızı rahatlatır. Yine bunda Musa ve Harun ailelerinin geriye bcr-k-tıkları bir takım hatıra eşyalar da vardır. Bunlar Tevrat levhalarının parçaİEr_ Musa'nın asası, Tevrat'tan bazı bölümler ve ilim adamlarının Hz. Musa zj& Hr Harun'un tabilerinden miras aldıkları bir takım şeyler vardır. Peygamberin onlara: Muhakkak Allah size Tâlût'u bir hükümdar :iL^ni göndermiştir, diye söylemiş olması, ancak vahiy ile olabilecek bir iştir ~—-*-r bunlar peygamberlerinden Allah yolunda savaşacak bir hükümdar tsyrr «il­mesini istemişler, Peygamber de onlara Allah'ın böyle bir hükümdarı ksaüsn-ne gönderdiğini bildirmiştir. "Melekler şerefini artırmak ve ona ikramda bulunmak üzere Tabdî"^ Ti-lût'a taşıyıp getireceklerdir. Tabut'un gelişinde veya geri dönüşünde Allah'ın si­ze inayetinin bir delili, Talût'un size bir komutan seçildiğinin bir belgesi vardır Bundan maksat ise Talût'un sizin işlerinizi çekip çevirmesi düşmanların ıra karşı muzaffer olacağınızdır. Artık eğer Yüce Allah'a samimi olarak iman eden kimseler iseniz, onu desteklemek ve onun hükümdarlığına razı olmanız lazım­dır." İnsanlar Talût'un komutanlığı etrafında halkalamp toplandılar. O da genç­leri arasından yetmiş veya seksen bin kişi seçti. Hava oldukça sıcaktı. Savaş ko­nusundaki samimi niyetlerini bilmek üzere bir yolla onları sınamak istedi. Şehirden çıktıklarında onlara şöyle dedi: -O sizi en iyi bilen olmakla bir­likte- düşmana doğru yol alırken karşımıza çıkacak bir nehir ile sizleri sulaya­caktır. O nehirden kim içerse bana uyan ve bana yardım eden kimselerden ol­mayacaktır. Kim onun tadına bakmazsa, o benimle birlikte olacaklardan ve be­nim yardımcılarımdandır. Aynı şekilde boğazını ıslatacak ve bir parça susuzlu­ğunu giderecek kadar bir avuç su içen de benimle beraber olacaktır. Bu sınamanın sonucu şöyle oldu: Dinlerinde ihlâs sahibi pek az kimse dı­şında, hepsi o nehirden içtiler. Gerçekte hayır ise bu azıcık gruptaydı. Çünkü bunlar samimi imanları, sarsılmaz kararlılıkları sayesinde, sayıca pek çok olan bir kalabalığın yapamadıklarını yaparlar. Tâlût kendisine itaat edip kendilerine yasak kıldığı şey hususunda muha­lefet etmeyen o samimi müminlerle birlikte nehri aştıktan sonra ordusundan bir kısmı -Calût ve askerlerinin çokluğunu, araç ve gereç itibariyle kendilerin­den üstünlüklerini görmeleri üzerine- şöyle dediler: "Bizim bu insanlara karşı savaşma gücümüz yoktur. Bunlar Calût ve askerleridir. Onlara galip gelme umudu şöyle dursun, biz onlara güç yetiremeyiz." Rablerinin huzuruna çıkacak­larını, ahirette amellerinin karşılıklarını göreceklerini bilen, buna inanan ya Allah yolunda şehadet ya da düşmana karşı muzaffer olmak şeklindeki iki güzel sonuçtan birisini bekleyen sayıca az müminler ise onlara şu şekilde cevap ver­mişlerdi: "Düşmanların çokluğu sizi aldatmasın. Sayıca pek az nice topluluk vardır ki, imanının kuvveti ve Allah'ın iradesi ile sayıca çok olan toplulukları yenik düşürmüştür. Allah'ın desteği ve yardımı sabredenlerle beraberdir." Talût ve beraberinde bulunan müminler topluluğu Filistinli düşmanları olan Calût ve askerlerine karşı çıkıp onların sayıca pek çok, silahça oldukça güçlü olduklarını görünce Yüce Allah'a sığınıp dua etmeye koyuldular. Tıpkı sı­kıntı zamanlarından mihnetin zorluğu esnasında, Allah'tan başka sığınacak bir yer bulamayan, korkuya kapılmış, zor şartlar altındaki mümin gibi. Duala­rında şöyle diyorlardı: "Rabbimiz üzerimize sabır yağdır. Ayaklarımıza sebat ver ve kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et!" Yani Sen bize sabretmeyi il­ham et. Savaş esnasında ruhlarımıza sebat ver. Kâfirlere karşı bize gerçek bir zafer ihsan eyle. O kâfirler puta taparlar. Dünyayı severler ve kalpleri batıl dü­şüncelerle dolup taşar. Allah onların duasını kabul buyurdu. Sayıca az olan topluluk Allah'ın iz­niyle, kalabalık olan topluluğu bozguna uğrattı. Güçlü genç bir delikanlı olan Hz. Davud ise, Filistinlilerin güçlü kuvvetli Calût'unu teke tek dövüşmede öl­dürdü. Ona sapanı ile bir atış yaptı, attığı taş başına isabet etti, onu yere dü­şürdü. Daha sonra ona yaklaştı, kılıcını aldı, başını kendi kılıcıyla kopardı. Bu başı getirip Talût'ım önüne t>*ı» lwwj£akle Calût'un askerten t» :ca uyan­lar bozguna uğradı.

Bunun sonucunda DaTtui »m—mr- t-üinda ün kazandı. larmkse^lların^z mülkünü miras olarak aldı. Alsa» 4m «u :.'ud, Tirmizî ve Nesaî, İmam Malik'ten bu şekilde rivayet etmiş­lerdir. Ayrıca Nesaî ve İbni Mace de Sa'd b. İshak'dan böylece değişik yollardan rivayet etmişlerdir. Tirmizî de hasen sahihtir, demiştir.

[90] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/648-651.

[91] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/651-652.

[92] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/655.

[93] Zemahşerî 1/286.

[94] el-Bahru'l-Muhît, 11/250.

[95] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/656-658.

[96] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/

[97] el-Bahru'l-Muhît, 11/257.

[98] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/664-665.

[99] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/669-671.

[100] bkz. Prof. Abdulvehhâb en-Neccâr, Kısasu'l-Enbiyâ, 303.

[101] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/671-673.

2-Bakara Suresi Meali Tefsiri Oku-3.Bölüm: Hacca Dair Diğer Hükümler-İnsanın Münafık Ya Da İhlâslı Olması-İslam'ı Kabule, Hükümlerine Tabi Olmaya Davet Ve Bu Davete Muhalefet Edenin Cezası Rating: 4.5 Diposkan Oleh: Blogger

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder