Güncel Duyuru: Öğrencilerimizin dikkatine ! Ücretsiz TEMEL ARAPÇA SARF&NAHİV derslerimizi Eklemeye başladık 1-13.Derse kadar Tamam(Elhamdü lillah) Tıkla Ders Sayfasına Git Tags:Online Arapça Dersleri Video,İslami ilimler Video Dersleri,İlahiyat Önlisans Arapça Video Dersleri,İlahiyat Arapça Video Dersleri,İmam Hatip Arapça Dersleri Video,İlitam Arapça Video Dersleri,Tefsir Dersleri Video,Hadis Dersleri Video,Fıkıh Dersleri Video,Arapça Dershaneniz,Kur'an,Sünnet,Arapça dersleri,tefsir oku,hadis,oku,Kuran meali oku,arapça öğreniyorum,arapça dilbilgisi video,arapça nahiv video,arapça sarf dersleri video,islami sohbetler

2-Bakara Suresi Meali Tefsiri Oku-2.Bölüm: Kıblenin Değiştirilmesine Hazırlık-Kıble Hakkındaki Ayrılıklar Ve Kıblenin Değiştirilmesinin Sebepleri-Safa İle Merve Arasında Sa'y Etmek Ve Allah'ın Ayetlerini Gizlemenin Cezası

Kıblenin Değiştirilmesine Hazırlık

142- İnsanlardan kimi kıt akıllılar: "Onları yöneldikleri kıblelerinden çe­viren nedir?" diyeceklerdir. De ki: "Do­ğu da Batı da Allah'ındır. O dilediğini dosdoğru yola iletir."

143- Böylece sizi vasat bir ümmet kıl­dık. Bütün insanlara karşı şahidler olasınız, bu peygamber de üzerinize bir şahid olsun diye. Senin hala yönel­diğin kıbleyi ancak o peygambere uyanları ayağının iki ökçesi üzerinde geri döneceklerden ayırd edelim diye kıble yaptık. Elbette bu büyük bir iş­tir. Ancak Allah'ın hidayet ettiği kim­seler için değil. Allah imanınızı boşa çıkartmaz. Şüphesiz Allah insanları af­fedicidir, merhametlidir.



Nüzul Sebebi


Buharî'nin rivayetine göre el-Berâ b. Azib şöyle demiştir: Resulullah (s.a.) Medine'ye gelince Beytülmakdis'e doğru 16 veya 17 ay süreyle namaz kıldı. Resulullah (s.a.) kıble tarafına doğru yönünün çevrilmesini istiyor, arzuluyor-du. Bunun üzerine Yüce Allah: "Biz yüzünü göğe doğru evirip çevirdiğini görü­yoruz." (Bakara, 2/144) ayetini indirdi. İnsanlardan kıt akıllılar olan Yahudiler: "Onları yöneldikleri kıblelerinden çeviren nedir?" dediler. Yüce Allah da: "De ki: Doğu da batı da Allah'ındır." buyruğunu indirdi.

Yine Buharî ile Müslim'de el-Berâ b. Azib'den şöyle denilmektedir: Kıble değiştirilmeden önceki kıbleye (Beytülmakdis'e) doğru namaz kılmaya devam ederken bazı kimseler vefat ettiler, bazıları da öldürüldüler. Onlar (in geçmiş amelleri ve imanları) hakkında ne söyleyeceğimizi bilemedik. Bunun üzerine Yüce Allah, "Allah imanınızı boşa çıkarmaz" buyruğunu indirdi. [1]



Açıklaması


Bu ayet-i kerimelerde Yüce Allah kıblenin değiştirilmesinin hazırlığını yapmakta, bunun sebebini beyan etmektedir. Şanı Yüce Allah kıblenin değişti­rilmesi ile birlikte ortaya çıkacak birtakım çalkantılara dair, -bildiklerine uy­gun- hükümler koydu. Ta ki müslümanlar şaşırtma, tenkid ve şüpheye düşürme hamlelerine de hazırlıksız yakalanmasınlar. Bunun için Yüce Allah; Yahudi, müşrik ve münafık taifelerinden beyinsiz, kıtakıllı, zayıf imanlı kimselerin tep­ki göstererek hayretle şöyle diyeceklerini beyan etmektedir: Müslümanları yö­nelmiş oldukları kıbleden döndüren nedir? Halbuki o kıble peygamberlerin, ra-sullerin kıblesidir. Yahudilerin böyle bir tepki göstermelerinin sebebi kıblelerine yönelişin terkedilmesidir. Müşriklerin maksadı ise, dini tenkid etmekten ibaretti. Diğer taraftan her iki halde de kıbleye yönelmeyi gerektirecek bir durumun olmadığı görüşünde idiler. Münafıklara gelince, zaten onların işleri güçleri din ile ilgili şüphe tohumlarını ekmek için fırsatları değerlendirmek, bu tek bir kıb­le üzerinde karar kılmayarak Beytülmakdis'e yönelmek şeklindeki geçmiş örfle­re muhalefet etmek sebebiyle insanları dinden uzaklaştırmaya çalışmaktır.

Allah bütün bunlara şöylece cevap vermektedir: Bütün yönler yalnız Al­lah'ındır. Bir yönün ötekine göre bir üstünlüğü yoktur. Beytülmakdis'teki kaya­nın yahut da Kabe'nin kendisinden kaynaklanan özel bir faydası yoktur. Emir bütünüyle Allah'ındır. O dilediğini seçer ve sizler her nereye yönelirseniz Al­lah'ın "Vechi" oradadır. Allah'ın mutlak iradesinin bir gereği de insanlara iba­detlerinde onları bir araya getirecek tek bir kıble tayin etmesidir. Allah işin ba­şında müminlere Beytülmakdis'e yönelmelerini emretmiş ve bununla Allah'ın dininin bir ve tek olduğunu, bütün peygamberlerin yöneldikleri yönün aynı ol­duğunu, ibadetlerindeki gerçek maksadın Allah'a yönelmek olduğunu bildir­mek istemişti. Daha sonra Yüce Allah müminlere Kabe'ye yönelmelerini emret­ti. Müminler her iki durumda da Allah'ın emrine uymaktadır. Hayır, onun yön-lendirmesindedir. Allah dilediği kimseleri dünya ve ahiret mutluluğuna götü­ren en doğru yola iletir: İster Beytülmakdis'e yönelmek suretiyle olsun ister Kabe'ye yönelmek suretiyle olsun.

Daha sonra Yüce Allah, müminlere onların üzerlerindeki lütuflarını hatır­latarak şöylece hitap etmektedir: "Böylece sizi vasat bir ümmet kıldık..." Yani bizler sizleri İslam dinine yani dosdoğru yola hidayet ettiğimiz, sizleri İbrahim (a.s.)'in kıblesine döndürdüğümüz, o kıbleyi sizin için seçtiğimiz gibi, hayırlı ve adaletli (vasat) müslümanlar da kıldık. O bakımdan onlar, ümmetlerin hayırlı­ları, bütün işlerde din ve dünya ile ilgili hususlarda ifrat ve tefrit söz konusu olmaksızın vasattırlar. Dinlerinde onların herhangi bir aşırılıkları yoktur. Gö­revlerinde kusurlu hareket etmezler. Onlar Yahudi ve müşrikler gibi maddeci olmadıkları gibi, Hristiyanlar gibi kendilerini bütünüyle manevî hayata da adamazlar. Onlar bedenin hakkı ile ruhun hakkını bir arada veren kimselerdir. Onlardan herhangi birisini ihmal etmezler. İnsanın bir ceset ve bir ruhtan iba­ret olduğu esası üzerinde yükselen insanî fıtratın gereğini yerine getirirler.

Bu vasat oluşun amaç ve meyvelerinden bir kısmı Müslümanların Kıya­met gününde geçmiş ümmetlere gelen peygamberlerin Allah'ın davetini kendi milletlerine tebliğ ettiklerine dair olan şehadetleridir. Maddeciler Allah'ın hu­zurunda kusurlu hareket ettiler, lezzet ve zevklerine dalıp dünya hayatına yö­neldiler. Sadece ruhanî hayata önem verenler ise Allah'ın helal ve hoş kıldığı şeylerden faydalanmaktan kendilerini mahrum ettiler ve böylelikle harama düştüler, itidal yolundan çıkıp saptılar ve bedenin ihtiyaçlarına karşı gelerek suç işlediler.

Bunu pekiştiren husus da Allah'ın Rasulünün ümmetine karşı yaptığı teb­liği delil göstererek şahitlikte bulunmasıdır. Yani o, onlara Allah'ın itidali el­den bırakmayan şeriatini tebliğ etti, onlara adil bir imam (yönetici) oldu, uyu­lacak güzel bir örnek teşkil etti. Vasat oluşta en üstün örnek oldu. Onlar bu vasat oluştan sapmamahdırlar. Çünkü onlar peygamberleri tarafından kendileri­ne karşı kesin bir delil ortaya konulmak ile karşı karşıya kalacaklardır. Çünkü o dosdoğru dini açıkça ilan etmiş ve güzel bir hayata sımsıkı bağlı kalmıştır. Bundan her kim saparsa rasul de ona karşı Yüce Allah'ın şu buyruğunda nite­liğini belirttiği ümmetinden olmadığına dair şahitlikte bulunacaktır: "Siz in­sanlar için çıkartılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. Marufu emredersiniz ve mün-kerden alıkoyarsınız ve siz Allah'a da iman edersiniz." (Âl-i İmran, 3/110). İşte bu doğru yolun dışına çıkan kimse vasat olma durumunun dışına çıkmış, sap­mış olur. Rasulün şehadet edeceğinin hesaba katılması adeta sapmaktan alıko­yan, hak ve adalete bağlı kalmanın garantisi mesabesindedir.

Ümmetlere karşı şahitlik etmek ile rasulün şehadet etmesi şeklindeki iki türlü şehadeti şöylece açıklayabiliriz: Şahit (şehadette bulunan), hakkında şe­hadet olunana karşı bir gözetleyici ve bir kontrol edici gibidir. Hadis-i şerifte şöyle buyurulmaktadır: "Kıyamet gününde ümmetler peygamberlerin tebliğ et­tiklerini inkâr edeceklerdir. Bunun için Allah -olanı en iyi O bildiği halde- pey­gamberlerden (ümmetlerine) tebliğ ettiklerine dair delil getirmelerini isteye­cektir. Bunun üzerine Muhammed (s.a.)'in ümmeti getirilecek ve onlar bu ko­nuda şahitlik edeceklerdir. Diğer ümmetler: Siz bunu nereden biliyorsunuz? di­ye soracaklar; Muhammed ümmeti: Bizler bunu Yüce Allah'ın doğru söyleyen peygamberi vasıtasıyla bize bildirdiği Kitabında verdiği haberden öğrenmiş bu­lunuyoruz, diyeceklerdir. Bunun üzerine Muhammed (s.a.) getirilecek ve ona ümmetinin durumu hakkında soru sorulacaktır. O da ümmetini tezkiye edecek, onların adaletli olduklarına dair şahitlikte bulunacaktır. İşte Yüce Allah'ın, "Her ümmetten birer şahit onların üzerine de seni şahit kıldığımız zaman (hal­leri) nasıl olacaktır?" (Nisa, 4/41) buyruğunda işaret ettiği budur."

"Bütün insanlara karşı şahitlik olasınız." buyruğundan sonra gelen: "Bu peygamber de üzerinize bir şahid olsun." buyruğundan maksat şudur: Evvela bu ümmetin, diğer ümmetlere karşı şehadette bulunacakları tespit edilmekte, daha sonra da rasulün onlara karşı şahitlik etmesinin onlar için özel bir durum olduğu da ifade edilmektedir.

Kısacası, diğer ümmetlere karşı şehadette bulunmanın ölçüsü ve sebebi, İs-lâmın vasat oluşudur. Bunu tekid eden de Allah'ın rasulünün ümmetine karşı onları tezkiye etmek ve âdil olduklarını bildirmek şeklindeki şehadeti olacaktır.

Yüce Allah'ın, "Senin hala yöneldiğin kıbleyi..." buyruğunun anlamı şu­dur: Ya Muhammed! Bizim senin için önce Beytülmakdis'e dönmeyi teşri buyu­rup daha sonra seni Kabe'ye döndürmemizin sebebi, ancak sana uyup itaat eden ve seninle birlikte döndüğün yere dönecek olanlar ile ökçeleri üzere geri­sin geri dönecek olanlar açıkça birbirinden ayrılsın diyedir. Yani imanı üzere sebat edecek olanın olmayandan açıkça ayrılmasını sağlamak üzere böyle yap­tık. O halde bu, her insanın amelinin karşılığını görmesi için öngördüğümüz bir imtihan ve bir ibtilâdır. İşte bu ayet-i kerimede geçen "kıble'den kasdm, açıkça ilk kıble olduğunu Yüce Allah'ın, "(Önceden) yöneldiğin kıbleyi..." buyru­ğu ortaya koymaktadır. Bir diğer görüşe göre ise bundan kasıt ikinci kıble yani Kabe'dir. Bu durumda bunun anlamı: "Hâlâ yöneldiğin kıbleyi..." anlamında olur (ki mealde böyledir). Yani hali hazırda senin yönelmekte olduğu kıbleyi... ayırdedelim diye kıble yaptık; demek olur. Yüce Allah'ın, "Siz insanlar için çı­kartılmış en hayırlı bir ümmetsiniz." (Âl-i İmran, 3/110) buyruğu da bazılarına göre bu kabildendir.

Zemahşerî ve aynı şekilde Ebu Hayyan ikinci görüşü benimseyerek şöyle demektedirler: "Senin hâlâ yöneldiğin..." buyruğu kıble için sıfat değildir. Bu "yaptık" fiilinin ikinci mefulüdür. Yüce Allah burada şunu buyurmaktadır: Se­nin hâlâ yönelmekte olduğun kıble ciheti -ki o da Kabe'dir-... Çünkü Resulullah (s.a.) Mekke'de iken Kabe'ye doğru namaz kılıyordu. Hicretten sonra ise Bey-tülmakdis'teki kayaya doğru namaz kılması emrolnndu. Bununla Yahudilerin kalpleri İslama ısındırılmaya çalışılıyordu. Daha sonra Resulullah (s.a.) Ka­be'ye döndürüldü. Yüce Allah burada şöyle buyurmak istiyor: Önceleri Mek­ke'de yöneldiğin cihet ve kıbleyi, yönelmen gereken kıble kılmamızın tek sebe­bi, insanlar için bir imtihan ve bir ibtilâ olsun diyedir. Seni sırf bu maksatla tekrar ona döndürdük.

Yüce Allah'ın, "Ayırdedelim (bilelim) diye kıble yaptık." buyruğundan ka­sıt, insanlar arasında bu bilginin açığa çıkması ve meydana gelmesidir. Hz. Ali şöyle buyurmaktadır: "Bilelim diye" buyruğunun anlamı "görelim diye" şeklin­dedir. Arapların bilmeyi görmek yerinde, görmeyi de bilmek yerinde kullandık­ları olur. Yüce Allah'ın, "Rabbinin Fil ashabına nasıl ettiğini görmedin mi...?" (Fil, 105/1) buyruğunda "görmedin mi?" sorusu "bilmedin mi?" anlamındadır.

Yüce Allah'ı, "Elbette bu, büyük bir iştir." buyruğuna gelince: Yani kıblenin değiştirilmesi gerçekten de birinci kıbleye yönelmeye alışmış olan kimseler için ağır ve zordur. Yahut bu iş yani Beytülmakdis'ten Kabe'ye yönelme -insan alış­tığı şeylere ısınıp bağlandığından dolayı- zor gelir. Ancak, bu zorluk dininin hü­kümlerini, şeriatının sırrını bilen, Allah'ın hidayet verdiği kimseler için değil­dir. Çünkü bunlar böylelikle kendilerinden istenenin Allah'a itaat olduğunu, herhangi bir kıbleyi seçmekteki hikmetin ümmetin o kıble etrafında toplanıp onun çerçevesinde duygularının tevhidi olduğunu bilirler. Bu ise o ümmeti bir­liğe götürür ve hayatının bütünü alanlarında söz birliği etmelerini sağlar: "İman etmiş olanlara gelince; bu onların imanlarını artırmıştır ve onlar birbir­leriyle müjdeleşirler. Kalplerinde hastalık bulunanlara gelince, onların küfürle­rine küfür katıp artırmıştır." (Tevbe, 9/124-125).

"Allah imanınızı boşa çıkarmaz." buyruğuna gelince; Allah'ın hikmet ve rahmeti gereği sizin iman üzere sebatınızı namaz ve kıble hususunda rasule tabi oluşunuzu boşa çıkarmaz. Allah size eksiksiz mükafat verecektir. O sizin ecrinizi zayi etmez. Çünkü Yüce Allah kullarına karşı son derece Raûftur. Bü­tün insanlara karşı rahmeti geniş olandır. Onlardan herhangi bir kimsenin amelini boşa çıkarmaz. İmanlarının samimiyetini, ihdaslarını bilmek kasdıyla onların sınanmaları imanın semerelerinin zayi olması, ecir ve mükâfat kazan­ma imkânının ortadan kaldırılması için bir sebep olamaz. Aksine kullarının amellerine o eksiksiz bir şekilde karşılık verecektir.

"Allah imanınızı boşa çıkarmaz." ayeti, ilim adamlarının ittifakı ile Bey-tülmakdis'e doğru namaz kılma emrinin geçerli olduğu dönemde vefat edenler hakkında nazil olmuştur. Nitekim Buharî' de el-Berâ b. Azib'den -nüzul sebebi­ni açıklarken geçtiği üzere- bu şekilde sabit olmuştur. Tirmizî İbni Abbas'ın şöyle dediğini rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.)'a Kabe'ye dönme emri veri­lince şöyle dediler: Ey Allah'ın rasulü, Beytülmakdis'e doğru namaz kılmaya devam ederken vefat eden kardeşlerimizin durumu nasıl olacaktır? Bunun üze­rine Yüce Allah, "Allah imanınızı boşa çıkarmaz." ayetini indirdi. Tirmizî dedi ki: Bu hasen-sahih bir hadistir.

Burada Yüce Allah namaza "iman" adını vermektedir. Çünkü namaz hem niyet hem söz hem de ameli kapsar. Muhammed b. İshâk da der ki: "Allah ima­nınızı boşa çıkarmaz." Yani kıbleye yönelmek ve peygamberinizi tasdik etmek suretiyle hareket etmeniz boşa çıkmayacaktır. Kurtubî'ye göre Müslümanların ve usul alimlerinin çoğunluğu bu görüştedir.

Daha sonra Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi, "Şüphesiz Allah insanları affe­dicidir, merhametlidir." buyruğu ile sona erdirmektedir. Böylelikle bu ayet-i ke­rime bundan önceki buyruğun gerekçesini ifade etmektedir. Yani Yüce Allah lütfü ve rahmetinin genişliği, merhameti dolayısıyla sizleri din hususunda si­zin için daha uygun ve daha faydalı olan şer"î bir hükümden bir başka hükme muhatap kılmıştır. Yahut Yüce Allah iman edenin imanını zayi etmez, anla­mındadır. Bu anlam ise, Ebu Hayyan'ın da ifade ettiği gibi daha zahirdir (daha açık bir şekilde anlaşılmaktadır). [2]



Kıblenin Değiştirilmesi


144- Biz yüzünü göğe doğru evirip çe­virdiğini görüyoruz. Onun için, andol-sun seni hoşnud olacağın bir kıbleye döndüreceğiz. Artık yüzünü Mescid-i Haram'a doğru çevir. Siz de nerede bu­lunursanız yüzlerinizi o yana çeviri­niz. Şüphe yok ki kendilerine kitap ve­rilenler, bunun Rablerinden gelen bir hak olduğunu pek iyi bilirler. Allah on­ların yapageldiklerinden gafil değildir.

145- Andolsun ki sen kendilerine kitap verilenlere her ayeti getirsen bile on­lar yine senin kıblene uymazlar. Sen de onların kıblelerine uyacak değilsin. Onlar da biri diğerinin kıblesine uy­maz. Andolsun ki sana gelen bunca ilimden sonra onların hevalarına uyar­san, o zaman muhakkak zulmedenler­den olursun.

146- Kendilerine kitap verdiklerimiz onu öz oğullarını tanıdıkları gibi tanır­lar. Bununla birlikte içlerinden bir grup bilip durdukları halde yine de mutlaka hakkı gizlerler.

147- Hak Rabbindendir. O halde sakın şüphe edenlerden olma.



Ayetlerin Nüzul Tarihi:


İlim adamları bu ayetlerin nüzul tarihi hakkında farklı görüşlere sahiptir­ler:

İbn Abbas ve Taberfye göre bu ayet-i kerime, Yüce Allah'ın, "İnsanlardan kimi kıtakıllılar... diyeceklerdir" buyruğundan önce nazil olmuştur ®. Bunu Buharî'nin el-Berâ b. Azib'den -daha önce geçen- rivayeti desteklemektedir. Orada şöyle denilmektedir: Resulullah (s.a.) Medine"ye geldi, Beytülmakdis'e doğru onaltı veya onyedi ay namaz kıldı. Resulullah (s.a.) da Kabe'ye doğru yönlendirilmeyi arzuluyor idi. Bunun üzerine Yüce Allah, "Biz yüzünü göğe doğru evirip çevirdiği görüyoruz." buyruğunu indirdi. Bunun üzerine insanlar arasından kıtakıllı olanlar -ki onlar da Yahudilerdir-: "Onları yöneldikleri kıb­lelerinden çeviren nedir?" demeye başladılar. Yüce Allah da, "De ki: Doğu da Batı da Allah'ındır." diye buyurdu.

Zemahşerî şöyle demektedir: Bu ayet-i kerime (144. ayet) hem nüzulü iti­bariyle hem de Kur"an-ı Kerim'deki tilavet sırası itibariyle Yüce Allah'ın, "İn­sanlardan kimi kıtakıllılar... diyeceklerdir." buyruğundan sonradır. Bu ise vu­kua gelmeden önce gayb olan bir durumu haber vermek içindir. Kabe'ye yönel­me emri nazil olacağı vakit de Yahudilerin neler yapacaklarını Resulullah (s.a.)'a -bir mucize olmak üzere- haber vermek ve ruhen düşmanlara vereceği cevabı kendisine göstermek üzere gelmiştir. Böylelikle bu durum karşısında ve­rilecek cevap önceden hazırlanmış olur. "De ki: Doğu da Batı da Allah'ındır." buyruğu ile gerçekleşmektedir. [3]



Nüzul Sebebi


"Kendilerine kitap verdiklerimiz..." (146. ayet) buyruğu Kitap Ehli'nden iman eden Abdullah b. Selâm ve arkadaşları hakkında nazil olmuştur. Bunlar Resulullah (s.a.)'m niteliklerini, özelliklerini, peygamber olarak gönderileceğini kendi kitaplarından biliyorlardı. Tıpkı başka çocuklarla oynarken gördükleri oğullarını tanımaları gibi. Abdullah b. Selâm der ki: "Andolsun ben Resulullah (s.a.)'ı kendi oğlumu tanımaktan daha da ileri derecede tanıyorum." Ömer b. el-Hattab ona: "Bu nasıl olabilir ey Selâm'ın oğlu! deyince şöyle der: "Çünkü ben kesinlikle Muhammed'in Allah'ın rasulü olduğuna şahitlik ederim, bununla birlikte oğlum hakkında aynı kesinlikle şahitlik edemiyorum. Çünkü kadınla­rın neler yaptığını bilemem." Ve Ömer: "Ey Selâm'ın oğlu Abdullah, Allah sana başarı vermiştir (versin)" dedi. [4]



Açıklaması


Peygamberimizin vahyin gelmesi arzusuyla kıblenin Kabe'ye doğru değiş­tirilmesini isteyerek zaman zaman semaya doğru bakıp durduğunu görüyoruz. Buyruğun zahirinden anlaşıldığına göre Peygamber (s.a.) bunu -lafzan- isteme­miştir. Sadece böyle bir emri beklemekte idi. Böylelikle o, Rabbinin emrine kar­şı bir tutum sergilemiş sayılmaz. Çünkü onun ruhunun arılığı onu, hayır zan­nettiği şeyi bekleyecek ve maslahat olduğunu kabul ettiği şeyi umacak noktaya getirmişti.

İşte sen kıblenin değiştirilmesini bekleyip durduğun için andolsun biz de seni Beytülmakdis'in dışında, yönelmeyi sevdiğin bir kıbleye doğru döndürece­ğiz. Sen bunu ruhunda yer eden doğru ve sağlıklı bir hedef dolayısıyla istiyor­dun ki, o da bütün insanların tek bir kıble etrafında birleşmeleri, bunun so­nunda kalplerinin bir olması ve böylelikle de çok büyük hayırların gerçekleş­mesi arzusudur. Haydi artık yüzünü Kabe'nin etrafını kuşatan Mescid-i Ha-ram'a doğru döndür.

Hadis-i şeriflerde kıblenin Kabe olduğu sabit olmakla birlikte burada Kabe'nin değil de Mescid-i Haram'ın söz konusu edilmesi, Kabe'yi gözüyle görmeyen uzaktaki bir kimsenin namaz esnasında Kıble tarafına doğru yö­nelmiş bulunmasanın yeterli olduğuna bir işarettir. Bunu Yüce Allah'ın genel olarak bütün müminlere verdiği "Siz de nerede bulunursanız yüzlerinizi o ya­na çeviriniz." ilahî emri de pekiştirmektedir. Yani hangi yerde olursanız olu­nuz, namazda yüzlerinizi Mescid-i Haram cihetine doğru döndürünüz. İşte bu, "yüzünü... doğru çevir." buyruğundan anlaşılan genel hükmün açıkça ifa­de edilmesidir. Ayrıca değişik yerlerde namaz kılan kimsenin kıbleye doğru yöneleceğini de göstermektedir. Bu yöneliş ister doğuya, ister güneye ister kuzeye doğru olsun, farketmez; nerede olurlarsa olsunlar, doğuya yönelmeye bağlı kalan Hristiyanlar ve batıya yönelmekten vazgeçmeyen Yahudiler gibi değil.

Peygamber (s.a.)'e yapılan hitap aslında bütün ümmete hitap olmakla bir­likte, Peygamberin kendisine kıbleye yönelme emri verildikten sonra müminle­re de bu emrin verilerek te'kid edilmesinin sebebi Kabe'nin kıble olmasına veri­len ehemmiyeti ifade etmektedir. Bu büyük bir olaydır. Müslümanların ibadet­lerinde bağımsızlık esasının ortaya konulması ve Beytülmakdis'e doğru yönel­menin sona erdirilmesine dair bir dönüşüm noktasını ifade eder. Ayrıca böyle­likle müminlerin kararlılığının pekişmesi, kalplerinin rahat ve huzura kavuş­ması sağlanmaktadır. Bu şekilde münafıkların ve Kitap Ehli'nin (Yahudi ile Hristiyanlann) yaymaya çalıştıkları fitneyi tesirsiz ve önemsiz hale getirme, rasule tabi olmak hususunda sebat göstermek ve kıblenin Şam'a doğru olduğu vehmini ortaya kaldırma sağlanmaktadır. İşte bütün bunlar bütün mekânlarda kıble olarak yönelinmesi gereken cihete dair hükmün genel bir şekilde açıkça ifade edilmesine sebep teşkil etmiştir: "Siz de nerede bulunursanız, yüzlerinizi o yana çeviriniz."

Daha sonra Kur'an-ı Kerim kıblenin değiştirilmesinden sonra en büyük fitneyi körüklemeye kapılan Kitap Ehli ile tartışmaya tekrar dönmekte ve şöy­le buyurmaktadır: Aslında kendilerine Tevrat ve İncil'in verildiği Kitap Ehli -kitaplarında peygamber Muhammed (s.a.) hakkında indirilen buyruklardan onun müjedelemesi, onun Beytülmakdis'e ve dinine uymakla emrolunduğu ata­sı İbrahim'in kıblesi olmak üzere iki kıbleye doğru namaz kılacağına dair bildi­rilenler dolayısıyla- kesin bir gerçek olarak kıblenin değiştirilmesinin Allah'ın emri olduğunu bilmektedirler. Fakat onlar hakkı inkâr etmeye.batıl peşinde koşmaya alışmışlardır. Allah ise onların amellerinden gafil değildir. Aksine amellerinin cezasını verecektir onlara.

Yüce Allah'ın, "Allah onların yapageldiklerinden gafil değildir." cümlesi, kendisinden önceki ve sonraki iki buyruk arasında -bir ara cümlesi olarak- gel­mektedir. Böylelikle iki kesimden birisine mükafat vadolunmakta, diğerine de tehditte bulunulmaktadır.

Daha sonra Kur'an-ı Kerim fitnenin sebebini ve Kitap Ehli'nin İslâm dave­tinden yüz çevirişlerini, Resulullah (s.a.)'ı teselli etmek kasdıyla açıklanmakta­dır. Yüce Allah burada önce ona bunların hakkı bildiklerine rağmen onu gizle­diklerini ve gereğince amel etmediklerini haber vermekte, daha sonra da belirli iki tavır takınmak suretiyle onların hakkı kabul etmeyişlerine karşı şöylece te­selli etmektedir: Andolsun eğer sen Yahudi ile Hristiyanlara gerçek ve doğru olan kıblenin değiştirilmesinin Rablerinden olduğuna dair -senin kıblene uy­maları umuduyla- her türlü delil ve belgeyi getirecek olsan dahi, yine ikna ol­maz, hakkı kabul edip sana uymazlar. Bunu inatları, hakka karşı bile bile ayak diretmeleri dolayısıyla yaparlar. Onlar sana emrolunan Kabe'ye doğru yö­nelmek şeklindeki ilahi hakka dair apaçık belge ve delillere rağmen senin kıblene asla uymazlar.[5] Bugünden sonra da artık sen onların kıblelerine uyacak değilsin. -Böylelikle artık müslümanlarm tekrar Beytülmakdis'e yönelmelerine dair umutlan kesilmektedir- Zaten bu nasıl umulabilir ki? Çünkü onların tek bir kıbleleri yoktur. Esasında Hz. İsa'nın kıblesi Hz. Musa ile aynıydı. Fakat Hz. İsa'nın vefatı ve İncil'in tahrif edilmesinden sonra Hristiyanlar başka bir kıble tuttular. Sana gelince ya Muhammed, sen bütün din mensuplarının bü­yüklüğünü takdir ettiği İbrahim'in kıblesine yönel! O uyulmaya en layık olan­dır. Ayrıca onların kıblesine uymandan beklediğin bir fayda da yoktur.

Yahudiler de Hristiyanlar da yöneldikleri kıbleyi değiştirmezler. Yahudiler kendi kıblelerini terkedip doğuya doğru yönelmeyi kabul etmedikleri gibi, Hris­tiyanlar da kıblelerini terkedip batıya doğru yönelmezler. Çünkü her biri kendi görüşlerine -hak veya batıl olsun- sımsıkı sarılmaktadır. Bu konuda herhangi bir delil ve belgeyi gözardı ederek kör bir taklit yolunda yürümektedirler.

Daha sonra Yüce Allah, Allah'ın kelâmına muhalif hareket etmenin ve in­sanların nevasına uymanın ne kadar büyük bir tehlike olduğunu Peygamberi vasıtasıyla ümmetini ikaz ederek şöyle buyurmaktadır: Andolsun ya Muham­med! Eğer sen Kitab Ehli'nin istediğine uyarak onları idare etmek, sana uyma­larına karşı sana iman etmeleri için beslediğin umut dolayısıyla "sana kesin hak apaçık bir şekilde" geldikten sonra -ki bu da sende kesin bir bilgiyi oluştu­ran deliller ve apaçık belgelerdir- onların kıblelerine doğru namaz kılacak olur­san hiç şüphesiz dünya ve ahirette cezaya hak kazanan, kendi öz nefislerine zulmeden kimselerden olursun. Hakikatte bu, onları kendilerine doğru çekmek gayesiyle Yahudi ve Hristiyanların nevalarına uyma düşüncesini uzaklaştır­mak kasdıyla müminlere yönelik bir hitabdır.

"O zaman muhakkak zulmedenlerden olurdun." buyruğu ayetin baş tara­fında yer alan "andolsun ki..." şeklindeki mahzuf yeminin cevabıdır.

Kitap Ehli'nin hakkı bilmelerinin delili ise, ancak Peygamberimizin vasıf­larına uyan hususiyetlerin kendi kitaplarında anlatılmış olmasıdır. Onlar tıpkı kendi öz oğullarını bildikleri gibi tam anlamıyla peygamberi tanımaktadırlar. Bununla birlikte onlardan bir kısmı inat ettiler, kitaplarından bilip öğrendikle­ri bu apaçık gerçeği, yani Muhammed'in peygamberliği ile Kabe'nin kıble olu­şunu gizlediler.

Daha sonra Kur'an-ı Kerim sapasağlam ve genel bir kaideyi şöyle ilan et­mektedir: Hak yalnızca Allah'tan gelendir, başkasından değil. Bu hak Yüce Al­lah'ın Kur'an-ı Kerim'deki emirlerinde ifadesini bulmuştur. Bu hakta herhangi bir şüphe olamaz. O bakımdan ya Muhammed -yani müslümanlar- sen üzerin­de bulunduğun bu yolun, hak ve doğru oluşunda şüphe edenlerden olma. Bu yol senin Rabbinden sana gelen vahiydir. Sen Allah'ın sana vermiş olduğu emirlerde sana uymayan sapıkların heva ve vehimlerine uyma. Şimdi senin yö­nelmekte olduğun kıble -yani Kabe- İbrahim'in ve ondan sonra gelen peygam­berlerin yöneldikleri hak kıblenin ta kendisidir.

Bu ayet-i kerimedeki yasak, bundan önceki: "Andolsun ki sana gelen bun­ca ilimden sonra..." buyruğunda geçen tehdide benzemektedir. Bu da Peygam­ber (s.a.)'e yöneliktir. Bundan kastedilen ise, onun ümmeti arasından imanları iyice yerleşmemiş kimselerdir. Bunların, ortada dolaşan batıl ve fitne dolu söz­lerin etkisine kapılmalarından korkulmaktaydı. [6]



Kabe'yi Görmeyen Kimsenin Kıblesi:


Şafiüere göre: Kabe'yi görmeyen kimsenin bizzat Kabe'nin kendisine doğ­ru yönünü doğrultması farzdır. Çünkü kıbleye yönelmesi farz olan kimsenin yönünü bizzat ona doğrultmuş olması gerekir. Tıpkı Mekke'de bulunan kimse gibi. Diğer taraftan Yüce Allah'ın, "Siz de nerede bulunursanız yüzlerinizi o ya­na çeviriniz." buyruğu da bunu gerektirmektedir. Yani namaz kılan kimseye Kabe'ye yönelmek vacibdir. O bakımdan Kabe'yi gören kimse gibi bizzat Ka­be'nin kendisine yönelmesi gerekir.

Şafiîlerin dışında kalan cumhur ise şöyle demektedir: Kabe'yi görmeyen kimse için farz olan Kabe cihetini isabet ettirmektir. Çünkü Peygamber (s.a.), Tirmizî ve İbni Mace tarafından rivayet edilen hadiste şöyle buyurmaktadır: "Doğu ile batı arası kıbledir." Bu hadisin zahirine göre doğu ile batı arasındaki her cihet kıbledir. Diğer taraftan eğer bizzat Kabe'ye isabet ettirmek farz olsay­dı, dosdoğru bir çizgi halinde devam eden uzunca bir safta namaz kılanların namazlarının sahih olmaması yine aynı kıbleye yönelen ve birbirinden uzak iki kişinin de namazlarının sahih olmaması gerekirdi. Çünkü uzunca bir safın Ka­be'ye yönelebilmesi ancak Kabe'nin eni kadar olması halinde mümkün olabilir. Bu görüşü ayrıca İbni Abbas (r.anhuma)'ın şu sözü de desteklemektedir: Kıble, Mescid-i Haram'da Kabe'dir. Mekke'nin dışında olan kimse için ise Mescid-i Haram kıbledir. Diğer bölgelerde bulunanlar için de Mekke kıbledir. Bu hüküm ise ileride gelecek bir hadis-i şeriften alınmıştır.

Kurtubî der ki: Şu üç sebep dolayısıyla Kabe'nin bulunduğu tarafa yönel­mek doğru olan görüştür:

1- Teklifin kendisi ile alâkalı olduğu yapılması mümkün olan husus budur.

2- Kur"an-ı Kerim'de emrolunan husus da budur. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Artık yüzünü Mescid-i Harama doğru çevir. Siz de nerede olursanız yüzlerinizi o yana çeviriniz." Yani sizler doğu veya batıda olun, yer­yüzünün neresinde olursanız olunuz Mescid-i Haram tarafına dönünüz.

2- İlim adamları kesinlikle Beytullah'ın eninden kat kat daha fazla olduğu bilinen uzunca saffi delil göstermişlerdir [7] Bence de tercihe değer olan görüş budur. Çünkü bizzat Kabe'ye yönelmek imkânsızdır ve insanlara kolaylık sağ­lamak bunu gerektirmektedir. İbni Abbas (r.anhuma) Peygamber (s.a.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Beyt, Mescidde bulunanlar için kıbledir. Mescid, Harem Ehli için kıbledir. Harem de ümmetimden yeryüzünün doğusun­da ve batısında bulunan herkes için kıbledir."

Bu konudaki görüş ayrılığı Kabe'nin üstünde namaz kılmanın hükmü hakkında başka bir görüş ayrılığına da sebep teşkil etmektedir.

Yerin dibinde semanın tepesine kadar hizanın kıble olduğunu söyleyen Hanefiler -mekruh olmakla beraber- farz ya da nafile olsun Kabe'nin üstünde namaz kılmayı caiz kabul ederler. Bunu mekruh görmelerine sebep ise Ka­be'nin üstüne çıkmanın edebe aykırı olması, ona gösterilmesi gereken tazimi zedelemesi ve peygamberin de bunu nehyetmiş olmasıdır.

Şafiîler ise Kabe'nin üstünde farz ya da nafile olsun namaz kılmayı şu şartla caiz kabul ederler: Şayet Kabe'nin binasından yahut da toprağından eşik gibi ona sabit yüksekçe bir sütre varsa yahut kapalı bir kapı ya da orada de­vamlı kalan tespit edilmiş bir asa varsa ve bunun uzunluğu insanın kolunun yaklaşık üçte ikisi kadarı olursa -en yükseklikteki cisimden üç zira (arşın) ka­dar uzak olsa dahi- caizdir.

Hanbeliler de Kabe'nin damı üzerinde nafile namaz kılmayı mubah kabul ederler. Ancak onlara göre orada farz namaz sahih olmaz. Çünkü Yüce Allah, "Siz de nerede bulunursanız bulununuz yüzlerinizi o yana çeviriniz." diye bu­yurmaktadır. Kabe'nin damında namaz kılan kimse ise ona doğru namaz kıla­maz. Nafile namazda esas ise hafifletmek ve müsamaha göstermektir. Buna delil ise, oturarak ya da binek üzerinde yolculuk halinde kıbleden başka tarafa dönerek nafile namazının kılınabileceğidir.

Malikîler Kabe'nin üstünde namaz kılmanın sahih olduğunu kabul etmez­ler. Çünkü Kabe'nin damına çıkmış bir kimse ona doğru değil, başka bir şeye doğru yönelmiş olmaktadır.

Yüce Allah'ın, "Artık yüzünü Mescid-i Haram'a doğru çevir." buyruğu, na­maz kılan kimsenin secde edeceği yere değil de önüne bakacağına delildir. Eğer secde edeceği yere bakacak olursa, Mescid-i Haram'dan başka bir tarafa doğru yönelmiş olur. Maliki mezhebindeki görüş böyledir. Cumhur ise şöyle demekte­dir: Ayakta iken namaz kılan kimsenin secde ettiği yere bakması müstehaptır. Hanefîler şunu da eklerler: Namaz kılan kimse rükû halinde ayaklarına, sücud halinde burnunun ucuna, oturma halinde kucağına bakar. Daha sahih olan gö­rüş budur. Çünkü böylelikle Mescid-i Haram'a doğru yönelmek tahakkuk et­mektedir. Bu gibi yerlere bakmak ise, namaz kılan kimsenin namazda başka yerlere bakmasını yani namazdan başka bir şeyle uğraşmasını önler. İşte "Ar­tık yüzünü Mescid-i Haram'a doğru çevir" buyruğu Beytülmakdis'e doğru dö­nüp namaz kılmayı da neshetmektedir.

145. ayet-i kerime Kitap Ehli'nin dinlerinden yahut kıblelerinden dönme­lerinin umulamayacağını göstermektedir. İnsan bunları ikna etmek için ne ka­dar uğraşırsa da fayda vermez. Çünkü onlar hak kendilerine açıklandıktan sonra yine de inkar edip kâfir oldular. Ayetlerin onlara faydası yoktur. Yani İs­lam risaletinin doğruluğuna ve ona uymanın gereğine dair delil olan bütün ala­metler onlar için faydasızdır. Hatta Peygamber (s.a.) onlara karşı kendilerine getirdiğinin doğruluğuna dair her türlü delili ortaya koyacak olsa dahi ona uy­maz, kendi nevalarını terkedip bırakmazlar. Nitekim Yüce Allah şöyle buyur­maktadır: "Muhakkak ki üzerlerine Rabbinin sözü hak olmuş bulunanlar iman etmezler. Eğer onlara bütün ayetler (belge ve deliller) gelse de acıklı azabı göre­cekleri ana kadar (imana gelmezler)." (Yunus, 10/96-97).

Yüce Allah'ın, "Sen de onların kıblelerine uyacak değilsin." buyruğu emri ihtiva eden bir haber cümlesidir. Yani sakın böyle bir şeye meylin olmasın, de­mektir.

Daha sonra Yüce Allah Yahudilerin Hristiyanların kıblelerine uymayacak­larını, Hristiyanların da Yahudilerin kıblelerine tabi olmayacaklarını haber vermektedir. Bu da onların ayrılık içerisinde olduklarını gösteren aynı zaman­da da sapıklık içerisinde olduklarına da delil olan bir husustur.

Yüce Allah'ın, "Andolsun ki sana gelen bunca ilimden sonra..." şeklindeki hitabı Peygamber (s.a.)'e yöneliktir. Bundan kasıt ise onun ümmetinin hevası-na uyması ve böylelikle zalim olması muhtemel olan kimseleridir. Yoksa Pey­gamber (s.a.)'in, kendisi sebebiyle zalim sayılacağı bir işi yapması mümkün de­ğildir. O bakımdan bu buyrukla ümmetinin kastedilmiş olduğu kabul edilir. Çünkü Peygamber (s.a.) masumdur ve biz onun böyle bir işi yapmayacağını ke­sinlikle bilir ve inanırız. Peygamber (s.a.)'in buna muhatap alınması meselenin büyüklüğünü ortaya koymak ve Kur"an-ı Kerim'in onun üzerine indirilmesi do-layısıyladır. Aynı şekilde: "Sakın şüphe edenlerden olma." buyruğunda da hi­tap Peygamber (s.a.)'e olmakla birlikte maksat onun ümmetidir.

Kitap Ehli'nin İslâmı, diğer ifadeyle hakkı kabul etmelerine karşı büyük­lük taslayıp inat ettiklerini açıkça ortaya koyan hususlardan birisi de şudur: Özellikle onların ilim adamları Muhammed (s.a.)'in peygamberliğini, risaletinin doğruluğunu, tıpkı kendi öz evlatlarını tanıdıkları gibi bilir ve tanırlar. Bu­rada kişinin kendisini değil de bizzat oğullarının konu edinilmesi önemlidir. Çünkü insan kimi zaman kendisini unutabilir fakat oğlunu unutmaz. Rivayet edildiğine göre Abdullah b. Selâm'a Hz. Ömer şöyle sormuş: Sen gerçekten oğ­lunu tanıdığın gibi Muhammed'i bilip tanıyor musun? O şöyle dedi: Evet, hatta daha fazla. Allah semasında emin olduğu kulunu yeryüzünde emin olduğu ku­luna göndermiştir ve ben de bu niteliği ile onu tanıdım. Oğluma gelince; anne­sinin ne yaptığını bilemiyorum.

Kitap Ehli hakkı yani Muhammed (s.a.)'in peygamberliğini, peygamber ol­duğunu bile bile gizliyorlardı. Bu, inadî küfrün, tam anlamıyla bir küfür oldu­ğu hususunda açık bir belgedir. Yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi: "Kalpleri onlara inandığı halde zulüm ve büyüklenmeleri sebebiyle onları inkâr ettiler." (Nemi, 27/14); "İşte o tanıdıkları kendilerine gelince onu inkâr ettiler." (Bakara, 2/89).

Kabe'ye yönelmek olsun, başkası olsun, hak Allah'tan gelendir. Yahudile­rin kendi kıblelerine ve Hristiyanlarm da kendi kıblelerine dair haber verdikle­ri değildir. Ayrıdedici kesin söz, ilahi vahye ait olup, inkarcıların heva ve arzu­ları değildir.

Yüce Allah'ın, "Sakın şüphe edenlerden olma" buyruğu ile hitaptan kasıt, -anlamı itibariyle- ümmettir. Hz. Peygamberin şüphe edenlerden olmasının ya­saklanması aynı fiilin işlenmesinin yasaklığını daha ileri bir ölçüde ifade eder. Tıpkı bir kimsenin bir başkasına: "Sakın zalim olma" demesinin "zulmetme" demesinden daha beliğ bir ifade oluşu gibi.

Özetle, Kitap Ehli'nin kıblenin değiştirilmesini inkâr etmeleri bir inattır, hakkı bile bile red etmektir. Çünkü onlar kesin olarak Muhammed (s.a.)'in pey­gamberliğini bilirler. Onun peygamber olduğu kesin olarak sabit olduğuna gö­re, bütün yaptıkları da Rabbinden gelen bir vahye dayalı olarak yaptığı ortaya çıkar. [8]



Kıble Hakkındaki Ayrılıklar Ve Kıblenin Değiştirilmesinin Sebepleri


148- Herkesin yüzünü kendisine doğru döndürdüğü bir yönü vardır. Öyle ise siz de hayırlarda birbirinizle yarışın. Nerede olursanız Allah tümünüzü bir araya getirir. Şüphesiz Allah her şeye Kadir'dir.

149- Her nereden çıkarsan yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. Elbette-ki bu Rabbinden mutlak bir haktır. Al­lah yaptıklarınızdan gafil değildir.

150- Her nereden çıkarsan yüzünü Mescid-i Harama doğru döndür. Her nerede olursanız yüzlerinizi onun ta­rafına döndürün. Ta ki aralarından zulmedenlerin dışında insanların size karşı bir delilleri kalmasın. O halde onlardan korkmayın, Benden korkun. Ta ki size olan nimetimi tamamlaya­yım. Olur ki hidayete kavuşursunuz.

151- Nitekim içinizden sizden bir rasul gönderdik ki, size ayetlerimizi okuyor, sizi arındırıyor, size Kitabı ve hikmeti öğretiyor ve bilmediğiniz şeyleri size öğretiyor.

152- Öyle ise siz Beni zikredin, Ben de sizi zikredeyim ve Bana şükredin nan­körlük etmeyin.



Açıklaması


Bu ayet-i kerimeler, Kabe'ye yönelmek, inkarcıların iddialarını çürütmek hususunda Resulullah (s.a.)'ın takındığı tavrı desteklemeye devam etmektedir. Şanı Yüce Allah her bir ümmete has özel bir kıblenin bulunduğunu zikretmek­tedir. Yahudiler için bir kıble, Hristiyanlar için bir kıble, müslümanlar için bir kıble vardır. Bütün ümmetler için tek bir kıblenin varlığı söz konusu değildir. Farz olan, vahyin emrine teslimiyettir. Kıble dinin esası değildir. Önemli olan hayırlı işlerde yarışmaktır. Herkesin ameline uygun karşılığı verecek olan ise Allah'tır. Yüce Allah'ın nazarında bütün mekânlar birdir. O bakımdan kıblenin değiştirilmesi hususunda birbirinizle tartışmayınız. Bu konuda itiraz etmeyi­niz. Yeryüzünün dört bir yerinde karada, denizde ve havada bütün müslüman-ların kıblesi aynıdır. Kıble hususunda müşriklere karşı delil ortaya koymanın bir faydası yoktur. Bunun yerine siz Allah'tan korkunuz, O'nun herhangi bir emrine karşı gelmeyiniz. Her nerede olursanız olunuz Kıyamet gününde Allah, hepinizi bir araya getirip toplayacak, amellerinizden dolayı sizi hesaba çeke­cektir. Allah her şeye kadir olandır.

Özetlediğimiz bu hususu şöylece açabiliriz:

Her bir ümmetin namaz kılarken yüzünü döndürdüğü bir yön vardır. İbra­him ve İsmail Kabe'ye doğru yöneliyorlardı. İsrailoğulları da Beytülmakdis'teki kayaya yöneliyorlardı. Hristiyanlar doğu tarafına dönüyorlardı. Allah müslü­manları ise Kabe'ye yönelme hususunda hidayete erdirmiştir. O halde ümmet­ler değişik olduğu kadar kıbleleri de değişiktir. Dönülen cihet, Allah'ın vahda­niyetinin kabulü, ahiret gününe iman gibi dinde bir esas değildir. Allah'ın istediği, vahyin emrine teslim olmak, Allah'a itaat olan emir ve buyrukları yerine getirmektir.

O halde çeşitli hayırları işlemek hususunda elinizi çabuk tutunuz. Herkes bu konuda daha önce hareket etmeye kötülük ve sapıklıktan uzak durmaya gayret göstersin. Bütün mesele iyilik işlemek olmalıdır. Ülkeler, cihetler, Yüce Allah'a yakın olmaya esas teşkil etmez. Allah nezdinde bunlar arasında bir fark yoktur. Nerede ikamet ederseniz ediniz, Allahü Teâlâ sizi hesabınızı gör­mek üzere bir araya getirip toplayacaktır. Bunun delili ise aradaki mesafeler ne kadar uzak olursa olsun hesap günü için insanları toplamanın Allah'ı aciz bırakacak bir durum olmadığıdır. Bu gerçeği dile getiren ayet-i kerime Yüce Al­lah'ın şu buyruğunu da hatırlatmaktadır: "Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol tayin etmişizdir. Eğer Allah dileseydi sizi tek bir ümmet yapardı. Fakat O size verdiği ile sizi imtihan etmek için böyle yaptı. Öyle ise hayırlı işlere koşu­şun. Hepinizin dönüşü Allah'adır." (Maide, 5/48)..

Kabe'ye ya da Mescid-i Haram'a yönelmek, bütün zaman ve mekânlarda geçerli bir serî hükümdür. Her nerede olursanız olunuz, Mescid-i Haram tarafı­na yöneliniz. Yüce Allah bu ayet-i kerimede Kabe'ye yönelme emrini üç defa tekrarlamaktadır. Bundan önce ise 144. ayet-i kerimede bu emri iki defa tek­rarlamış idi. Bundan maksat bu hükmün bütün zaman ve mekânları kuşatan genel bir hüküm olduğunu ifadedir. Kur"an-ı Kerim her bir emir ile birlikte uy­gun olan bir ifadeyi de söz konusu etmektedir:

144. ayet-i kerimedeki ilk emir ile birlikte aynı ayette Yüce Allah kendile­rine kitap verilenlerin hakkı bildiğini tespit etmektedir.

149. ayet-i kerimede yer alan ikinci emir ile birlikte Yüce Allah bunun Al­lah tarafından sabit olan bir hak olduğunu açıklamaktadır. Bu hususta her­hangi bir nesh veya değişiklik söz konusu olamaz. Peygamberin bu hak olan kıbleye yönelmesi hikmet ve maslahata uygun olandır. Allah insanların yaptık­larından ve din ile ilgili getirmiş olduğu bütün emirlerde Peygamber (s.a.)'e ihlâs ve samimiyetle tabi oluşlarından gafil değildir. Amellerinin karşılığını en güzel şekilde onlara verecektir. Bu itaat eden müminlere fiillerinin mükafatına nail olacaklarına dair bir vaaddir. Aynı zamanda amellerinin cezasını görecek­lerine dair isyankârlara da bir tehdittir.

150. ayet-i kerimede yer alan üçüncü emir ile birlikte Yüce Allah kıblenin değiştirilmesindeki hikmeti söz konusu etmektedir ki, şu üç faydalı husus bu hikmetin kapsamı içerisindedir:

1- "Ta ki... insanların size karşı bir delilleri kalmasın." Kitap Ehli ve'müş­riklerin müslümanlara karşı ileri sürecek bir dellileri olmasın. Kitap Ehli Hz. ismail'in soyundan gönderilecek olan peygamberin Hz. İsmail'in kıblesi olan Kabe'ye yöneleceğini biliyorlardı. Buna göre namazında Beytülmakdis'e doğru yönelmeye devam etmesi peygamberliğinde tenkit edilecek bir nokta olurdu. Yine onlar bu ümmetin niteliklerinden birisinin Kabe'ye yönelmek olduğunu da biliyorlardı. Müslümanlar bu niteliği kaybedecek olsaydı belki de bu kendi aleyhlerine delil olabilirdi. Müşrikler ise atasının dinini ihya etme üzere İbra­him (a.s.) soyundan gelmiş bir peygamberin, atası İbrahim'in oğlu İsmail ile birlikte inşa ettiği Rabbinin Beyti'nden başka bir tarafa yönelmemesi gerektiği görüşünde idiler. Nitekim kıblenin değişikliği bu konuda onların görüşlerine uygun bir şekilde gerçekleşti. Böylelikle her iki kesimin de ileri sürebilecekleri bir delil ortadan kalktı. Buna bağlı olarak da münafıkların söyleyebilecek bir şeyleri de kalmadı.

Fakat aralarından inad ile nefislerine zulmedenler -ki bunlar kıt akıllı kimseler olduklarından dolayı herhangi bir kitap ile hidayet bulmayan ve hiç bir belgeye iman etmeyen Kureyş müşrikleridir- Kabe'ye yönelmek hususunda işte bunlardan korkmayınız. Çünkü bunların sözleri aklen kabul edilebilir bir delile dayalı değildir. Sizler yalnızca hak sahibinden korkunuz. Yahudilerin şu sözleri bu sapık ve zalimlerin şu sözlerindendir: O Kabe'ye ancak kavminin di­nine meylettiği ve kendi doğup büyüdüğü şehrini sevdiği için dönmüştür. Hak üzere olsaydı kendisinden önceki peygamberlerin kıblesinden ayrılmazdı. Müş­rikler ise şöyle demişlerdi: Şimdi kıblemize döndü, pek yakında dinimize de dönecektir. Münafıklar ise şöyle demişti: O herhangi bir kıble üzerinde karar kılamıyor. Tereddüt ve kararsızlık içerisindedir. Bütün bunlar sıhhatli bir deli­le dayanmayan, akıl tarafından kabul edilebilecek bir dayanağı olmayan görüş­leridir. Bunlar sadece Allah'ın dini hakkında tartışma doğurması maksadıyla ileri sürülmüş Muhammed (s.a.)'in risaletine iman etmemek için kullanılan yollardır. O bakımdan ey müminler, siz kıbleniz üzere sebat gösteriniz. Kabe'ye yönelmek hususunda zalimlerden korkmayınız. Çünkü onların sözlerinin aklî ya da semavî bir hidayetten gelen bir dayanağı yoktur.

Allah'tan korkunuz. Allah'ın rasulünün size getirdiklerine muhalefet et­meyiniz. Size vadettiğini yerine getirecek olan O'dur. Bununla korkulması ge­reken zatın hak sahibi olan olduğuna, batıl üzere olana ise aldırış edilmeyece­ğine bir işaret vardır.

2- "Ta ki size olan nimetimi tamamlayayım." Atanız İbrahim'in inşa ettiği, put ve heykellere tapınmaktan arındırdığı, insanların kalplerinin kendisine sevgiyle yöneldiği Rabbinizin EVini yalnızca sizin için bir kıble kılmakla, bu kıbleyi size tahsis etmekle üzerinizdeki nimetimi tamamlayayım diye. Bu, aynı zamanda sayısız maddî ve manevî faidelerin gerçekleştirilmesine de sebeptir. Abdullah'ın oğlu Muhammed'in Hz. İbrahim'in soyundan gelen aslen Arap bir peygamber olması, Kur'an-ı Kerim'in apaçık Arapça bir lisanla ona indirilmesi, Kabe'ye doğru yönelmeyi arzulayan akrabaları ve aşireti arasında ortaya çık­ması da bu nimetler cümlesindendir. O bakımdan kıblenin Kabe'ye doğru de­ğiştirilmesi Yüce Allah tarafından müslümanlar ve Araplar üzerindeki eksiksiz bir nimetidir.

3- "Olur ki hidayete kavuşursunuz." Hak üzere sebat göstermek ve ona karşı çıkmamak suretiyle hidayet bulaşınız diye. Çünkü kıblenin değiştirilme­siyle ilgili olarak kıt akıllıların körükledikleri fitne, hak ve imanın ne kadar güçlü olduğunu, batıl ve küfrün de ne kadar zayıf olduğunu ortaya çıkartmış, müminlerin imanlarını daha bir pekiştirip arındırmış, münafıkları açık-seçik htr şekilde ortaya çıkarmış, kâfirleri de yardımsız ve desteksiz bırakmıştır.

Özetle, Yüce Allah sizin için Beytullah'ı kıble tayin etmek suretiyle üzeri­nizdeki nimetini tamamlamıştır. Nitekim sizden bir peygamber göndermek su­retiyle de üzerinizdeki nimetini tamamlamıştı. Söz konusu bu peygamber Mu-âammed (s.a.)'dir. O size hakka götüren ve doğruluğa ileten Allah'ın ayetlerini afcur, Allah'ın vahdaniyetine, kudretinin büyüklüğüne dair kesin delilleri orta­ya koyar. Sizi putperestliğin pisliklerinden arındırır. Nefislerinizi yüceltecek ve arındıracak en şerefli bilgileri ve akla saygı duymayı, kör taklidi bir kenara at­mayı, her türlü sapma ve sapıklıktan koruyucu olarak dini esas kabul etmeyi âğretir. Nitekim O, kız çocukları diri diri gömmek, masraflarından kurtulmak maksadıyla çocukları öldürmek, en basit ve önemsiz sebepler yüzünden kanlar iökmek gibi çirkin cahili adetlerden de sizi arındırmaktadır.

Size Kur'an-ı Kerim'i öğretiyor, şer"î hükümleri beyan ediyor. Kur'an-ı Ke-nm'in bir hidayet ve bir nur olmasına neden olan teşriî sırları açıklıyor.

Aynı zamanda o peygamber size hikmeti de öğretiyor. Hikmet; şer*î hü­kümlerin sırlarını, amaçlarını amele ve itaata iten gerekçelerini bilmektir. Di­ğer taraftan o peygamber size peygamberin sünneti, barış ve savaş gibi azlık, çokluk, yolculuk ve ikamet gibi hayatın çeşitli durumlarında izlenecek övülme­ye değer yolu da öğretmektedir. Nihayet teşriin sırlarına, dinin derinliğine bi­linmesini (fıkhedilmesine) nasip ettiği peygamberin ashabı, hikmetli, bilgin ve oldukça üstün zekâlı kimseler haline geldiler. Onlardan her birisi bir ülke yö­neticisi, bir ümmet lideri oldu. Yönettiği ülkede ve ümmet arasında adaleti uy­guluyor, güzel bir siyaset takib ediyordu. Bununla birlikte o belki Kur'an-ı Kerim'in ancak bir kısmını ezberlemiş idi; fakat Kur'an'ın sırrını bilmiş, amacını kavramıştı.

Bu peygamber sizlere bilmediğiniz gayba dair haberleri, peygamberlerin «iretlerini, geçmişteki kavimlerin kıssalarını, yok olmuş ya da Araplar tarafın­dan da ve hatta onların dışında Kitap Ehli tarafından da bilinmeyen ümmetle­rin durumlarını size öğretmektedir. Bu bakımdan yüce Allah müminleri bu ni­meti itiraf etmeye ve buna Allah'ı zikrederek, şükrederek karşılık vermeye teş­vik ederek: "Öyle ise siz beni zikredin, ben de sizi zikredeyim" diye buyurmuş-rur.

Yani bana itaatle, emirlerime uymak suretiyle, salih amel ile Beni zikredi­niz. Hamdetmek, teşbih getirmek, şükretmek, Kur'an-ı Kerim'i okumak, ayet­leri üzerinde düşünmek, kainattaki deliller üzerinde Benim varlığıma, kudreti­me ve vahdaniyetime dair tefekkür etmek, size verdiğim emirlere bağlı kal­mak, yasakladıklarından kaçınmak, peygamberlere iman edip onlara uymak suretiyle Beni zikrediniz. Ben de sizleri kendi nezdimde sevap ve ihsan ile, bol bol hayırlar vermekle, mutluluk ve izzetinizin devamı ile sizi anayım. Sizinle meleklere karşı övüneyim. Size ihsan ettiğim nimetime karşı kalp ile dil ile ve her organı yaratılış sebebini teşkil eden hayır ve menfaate uygun olarak kul­lanmak suretiyle şükrediniz. Bütün bu nimetlere karşı -onları şeriatın kabul etmediği ve selim aklın da onaylamadığı yollarda kullanmak suretiyle- nankör­lük etmeyiniz. Şüphesiz ki Ben dünyada iken yaptıklarınızın karşılığını verece­ğim. Hayır işlediyseniz hayır, kötülük işlediyseniz kötülük. Nitekim bir başka ayet-i kerimede şöyle buyurulmaktadır: "Şunu da hatırlayın ki, Rabbiniz şöyle bildirmiştir: Andolsun ki şükrederseniz elbette size fazlasını da veririm. Fakat nankörlük ederseniz hiç şüphesiz benim azabım pek şiddetlidir." (İbrahim, 14/7). [9]



Belalara Sabır


153- Ey iman edenler! Sabırla ve na­mazla yardım dileyin. Şüphesiz ki Al­lah sabredenlerle beraberdir.

154- Allah yolunda öldürülenler için "ölüler" demeyiniz. Aksine onlar diri­dirler; fakat siz anlayamazsınız.

155- Andolsun sizi biraz korku, açlık, mallardan, canlardan ve mahsullerden eksiklikle imtihan edeceğiz. Sabreden­lere müjdele!

156- Onlar ki kendilerine bir musibet geldiği zaman: "Muhakkak biz Al­lah'ınız ve muhakkak biz O'na dönücü­leriz." derler.

157- İşte Rablerinden mağfiret ve rah­met hep onların üzerindedir ve onlar hidayete erenlerin ta kendileridir.



Nüzul Sebebi


154. ayet-i kerime Bedir'de şehit düşenler hakkında inmiştir. Bunların sa­yısı on küsur olup sekizi ensardan, altısı muhacirlerden idi. İnsanların Allah yolunda öldürülen kimse hakkında filan kişi öldü ve dünya nimet ve lezzetle­rinden artık mahrum kaldı demesi üzerine, Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi in­dirdi. İbni Abbas dedi ki: Umeyr b. el-Humam, Bedir'de öldürüldü. İşte bu "Al­lah yolunda öldürülenler için ölüler demeyiniz." ayeti onun ve onun durumun­da olan başkaları hakkında nazil oldu. [10]



Açıklaması


Kıblenin değiştirilmesi gerçek mümin ile yalancı münafıkın birbirinden ayırdedilmesi ve onların sınanmaları içindi. O bakımdan bu değişiklik bir ni­mettir; bir azab değildir. Fakat kıt akıllılar ile Kitap Ehli bu büyük olayı istis­mara yöneldiler ve müminlerin aleyhine ruhlara kin ve düşmanlığı ekmek kas-dı ile iftira kampanyası başlattılar. Allah bunun diğer insanları müminlere karşı birleştirmek gayesi ile oldukça yoğun bir takım gayretleri peşinden geti­receğini ve bunun kaçınılmaz olarak bir savaşa yol açacağını biliyordu. Nite­kim daha sonraları fiilen çarpışma ve savaş ortaya çıkmıştı.

Şanı Yüce Allah bu ayet-i kerimelerde nimetin kimi zaman belâ ve çeşitli musibetlerle bir arada bulunabileceğini beyan etmektedir. Fakat musibete kat­lanmak, müşriklerden ve Kitap Ehli'nden oluşan düşmanlara karşı direnmek için sabır ve namaz ile yardım dilemekten başka çare yoktur. Çünkü sabır ile irade güçlendirilir, sıkıntılara karşı tahammül gösterilir, musibetlere karşı se­bat elde edilir ve Allah sabredenlerle beraberdir yani yardımı, zaferi, koruyup gözetlemesi ve desteklemesi ile onların yanındadır. Şanı Yüce Allah şükretme emrini beyan ettikten sonra sabra dair açıklamalara geçti ve sabır ve namaz ile yardım istenebileceğini bize gösterdi. Çünkü kul ya bir nimet içerisindedir, ona şükretmesi gerekir ya da bir sıkıntı içerisindedir, buna da sabretmesi gerekir.

Namaz ile yardım dilemek, ibadetlerin özü olduğundan Allah ile ilişkiye geçmenin, ona seslenmenin, Yüce Allah'ın heybet ve celâlinin şuuruna varma­nın yolu, korku duyanların sığınağı, dertlilerin kederlerinden kurtuluş ve mü­minlerin ruhlarının huzura erme vesilesi olduğundan dolayıdır. Peygamber (s.a.) de: "Benim gözümün nuru namazdadır." buyurmuştur.

Mümin sabır ile ve haşyet doğuran, Allah'a karşı huşu ile kalbi dolduran ve insanın ruhunu her türlü hayasızlık ve münkerlerden uzaklaştıran namaz ile yardım dilediği takdirde; onun için zorluklar önemsizleşir, her türlü sıkıntı ve meşakkate katlanır, her türlü zorluk ve kedere direnç gösterir.

Bundan dolayı Yüce Allah her ikisini de emrederek şöyle buyurmaktadır: Dininizi ve dininizin şiarlarını zafere götürmek için yardım isteyiniz. Karşı karşıya kaldığınız her türlü sıkıntı ve musibete karşı yardım dileyiniz. Bu hu­suslarda insana ağır gelen her türlü dert ve tasayı hafifleten sabır ve insanın kalbine Allah'a güveni yerleştiren, sıkıntıları unutturan namaz yardımcınızdır. Bu ayet-i kerime Yüce Allah'ın şu buyruğuna benzemektedir: "Bir de sabır ile ve namaz ile yardım isteyiniz. Şüphesiz o huşu, duyanlardan başkasına elbette büyük gelir." (Bakara, 2/45). Özellikle sabrın söz konusu edilmesi nefis için en ağır gelen psikolojik, ruhî (batınî) bir durum olduğundan dolayıdır. Namazın da özellikle anılması insana en zor gelen zahirî bir amel olduğundan dolayıdır. Bununla birlikte namaz ile insan dünyadan kopar, Allah'a yönelir. Resulullah (s.a.)'m bir işten dolayı sıkıntı ile karşı karşıya kaldığında hemen namaza ko­şup sığındığını ve bu ayet-i kerimeyi okuduğu rivayet edilmektedir.

Allah sabredenlerin yardımcısıdır, onların duasını kabul eder, kederlerini giderir. Vakıa şu ki; ferdî ameller ile büyük toplumsal işlerin gerçek anlamda meyvelerini vermeleri ancak sebat ve sürekli mücadele ile mümkün olur. Bü­tün bunların aracı ise sabırdır.

Mücadele ve katıksız cihadda şehit düşenler hakkında "ölüler" demeyiniz, aksine onlar kabirlerinde özel tarzda ve özel bir takım belirtilere sahip bir ha­yata sahiptirler. Belli bir keyfiyette bir nzık ile nzıklanırlar ki; Allah bunun nasıl olduğunu en iyi bilendir. Fakat bizler müşahade ve his ölçülerimiz ile bu hayatın gerçeğini idrak edemeyiz. Bu bir başka alemde, başka bir şekilde gaybî hayattır. Bütün mesele Yüce Allah'ın bize böyle bir hayatı vermesinden ibaret­tir. O bakımdan biz bunu araştırmaya koyulmayız; buna iman etmek ise farzdır. Bunu yüce Allah'ın şu buyruğu da teyid etmektedir: "Allah yolunda öldü-ndenleri ölüler sanma, aksine onlar Rableri katında diridirler, rızıklanırlar." Âl-i İmran, 3/169).

Belirtilen bu hususlarda, dinini zafere ulaştırmak yolunda, Rabbine davet yolunda canını feda eden müminin ebedîlik cennetine nail olan hayırlı kimse­lerden olacağına bir işaret vardır. Onlar diridirler. Ruhları yeşil kuşların kur-saklarındadır. Bu kuşlar cennette diledikleri gibi uçar. Nitekim sahih hadiste de böylece sabit olmuştur.

Daha sonra Yüce Allah yemin ile şöyle buyurmaktadır: Allah'a yemin ol­sun ki ey müminler, sizleri savaşta düşmana karşı duyacağınız az bir korku, bir miktar kıtlık ve kuraklıktan dolayı açlık, kaybolmaları, zayi olmaları sure­tiyle mallardan yana eksiklik, kâfirlerle savaşmak ve başka şeylerle uğraş­maktan dolayı ölüm suretiyle canlardan yana eksiklik, telef etmek suretiyle meyvelerden yana eksiklik gibi musibetlerle karşı karşıya bırakacağız. Şafiî'ye güre mahsullerin azlığı çocukların ölümü demektir. Çünkü kişinin çocuğu kal­binin meyvesidir. Nitekim bu konuda böyle bir haber de varid olmuştur. Bu ye­minin yapılmasının sebebi ise; gelecekte ansızın karşı karşıya kalacakları olay­lardan yana müminlerin gönüllerinin rahatlaması, huzura ermesi, bir musibe­te maruz kaldıklarında ise Allah'ın kaza ve kaderine rıza göstermeleri içindir. Nitekim bütün bunlar gerçekleşti. Mümin iman edince fakir oluverir, ailesi onu terkediverirdi. Ya da Medine'ye hicret edip de Mekke'yi terkettikleri sırada yurdundan, malından uzak kalırdı. Bir savaşçı savaşa gittiği sırada birkaç hur­ma ile yetinmek zorunda kalırdı. Özellikle Ahzab ve Tebük gazvelerinde. Mu­hacir, Medine'nin sıtma ve vebası ile karşılaştığında ölüme maruz kalıyordu. Daha sonraları ise Medine'nin iklimi zamanla güzelleşti.

Kaza ve kadere iman eden müminlere müjedele! Fakat bu müjde ancak fe­laket ve musibetin çöktüğü ilk anda sabredenler içindir. Bunlar bu sabırların­dan dolayı da Allah katında ecirlerini umarak: "Muhakkak biz Allah'ınız ve muhakkak biz O'na dönücüleriz." derler. İşte bu, onların işlerinde güzel akıbet üe karşılaşacaklarının müjdesidir. Sabredenlere ecirleri hesapsızca verilir. Rablerinden günahları için bir mağfiret onlara has bir rahmet de vardır. Bu rahmetin etkisini musibet ile karşılaştıkları vakit kalplerindeki serinlikte, ruhlarının sükûn ve huzurunda bulurlar. İşte kâfirler müminleri bu rahmetten dolayı kıskanır. Çünkü kâfir bir musibet ile karşılaştığında dünya ona dar ge­lir. Bazen kendisini öldürüp intihar dahi edebilir. Avrupa ve Amerika'da inti­har olayları ne kadar da çoktur!..

Gerçekten sabreden kimseler hakka, doğruya hidayet bulan, faydalı fiiller işlemeye Allah tarafından yönlendirilenler dünya ve ahiret hayrını elde ederek umduklarına kavuşanlardır. Buharî'nin Enes'ten rivayet ettiği: "Sabır ancak ilk sadme esnasında (felaket ve musibetin çöktüğü ilk anda) olandır." mealin­deki hadis dolayısıyla sabır, birinci sadme esnasında söz konusu olur. Kaza ve kadere teslimiyet göstermekte birlikte ağlamak ve üzülmek sabra ve imana ay­kırı değildir. Buharî ile Müslim'deki rivayete göre Resulullah (s.a.) oğlu İbrahim'in vefat ettiği sırada ağlamıştır. Ona: "Sen bize bunu yasaklamamış miy­din?" diye sorulunca, o şöyle buyurdu: "Şüphesiz ki bu rahmetin kendisidir." Daha sonra şöyle buyurdu: "Şüphesiz göz yaş akıtır ve kalp rahatsızlaşır, fakat Rabbimizin razı olduğundan başka bir şey demeyiz. Şüphesiz ki biz ey İbrahim, senden ayrıldığımız için üzüntülüyüz." Yerilen ise şeriatın yasakladığı dövün­mek, elbiseleri yırtmak, cahiliye devrinde olduğu gibi ölülere haram olan ağıt­lar yakmak, aklın çirkin gördüğü Allah'ın takdir ve hükmüne karşı itiraz ve gazabı ifade eden sözler söylemektir.

Sabır, sabrın ölçüsü, tarifi, musibet esnasında istircada bulunmaya dair pek çok hadis ve seleften rivayet gelmiştir. Bunlardan birisini Müslim Ümmü Seleme (r.anha)'den şöylece rivayet etmektedir: Ümmü Seleme dedi ki: Resulullah (s.a.)'ı şöyle buyururken dinledim: "Bir musibet ile karşı karşıya ka­lan her bir kul; "İnnâ lillah ve innâ ileyhi râciûn[11] Allahım bu musibetimden dolayı bana ecir ve ve bana ondan hayırlısını onun yerine ihsan et" dediği tak­dirde mutlaka Allah o musibetinin ecrini ona verir ve ondan daha hayırlısını onun yerine ona ihsan eder."

Beyhakî de Şuabu'l-İmân' da İbni Abbas'dan Resulullah (s.a.)'ın şöyle bu­yurduğunu nakletmektedir: "Musibet esnasında istirca'da bulunan kimse (İnna lillah ve inna ileyhi raci'ûn diyenin) Allah musibetini giderir, akıbetini güzel-leştirir ve hoşuna gidecek şekilde onun yerine salih bir halef ihsan eder."

Ahmed ve Tirmizî de Ebu Musa'dan Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğu­nu rivayet etmektedirler: "Kulun oğlu öldüğünde Yüce Allah meleklerine: Ku­lumun oğlunun ruhunu kabzettiniz mi? diye sorar. Onlar: Evet derler. Yüce Al­lah: Onun kalbinin meyvesini mi aldınız! der. Onlar: Evet, derler. Yüce Allah: Peki kulum ne dedi? der. Onlar: Sana hamdü sena etti, istircada bulundu. Yü­ce Allah şöyle buyurur: Siz kuluma cennette bir ev yapınız ve ona "hamd evi" adını veriniz."

Ömer b. el-Hattab (r.a) der ki: "Bana isabet eden her bir musibette mutla­ka şu üç nimeti buldum: Evvela bu musibet benim dinimde olmuyordu. İkincisi bu musibet daha önce olanlardan daha büyük değildi. Üçüncüsü Allah o musi­bete karşı büyük bir mükâfat verir." Daha sonra Yüce Allah'ın şu ayet-i keri­mesini okudu: "İşte rablerinden mağfiret ve rahmet hep onların üzerindedir ve onlar hidayete erenlerin ta kendileridir."

Hülâsa; din düzenini ortaya koyan ayet ve hadisler aynı zamanda sabrı, istircaıda bulunmayı, Allah'ın razı olacağı sözler söylemeye, Allah'ın kaza ve kaderine teslimiyet göstermeye, hükmüne razı olmaya da teşvikte bulunmuş­tur. İşte o vakit Allah o musibeti ondan hayırlısını vermek suretiyle telafi eder; sabreden kişi de ecir ve sevap alarak Allah nezdinde güzel kabul görür ve cen­nete nail olur. [12]


Safa İle Merve Arasında Sat Etmek Ve Allah'ın Ayetlerini Gizlemenin Cezası


158- Şüphe yok ki Safa ile Merve Al­lah'ın alametlerindendir. Her kim Beyt'i hac eder veya umre yaparsa on­ları tavaf etmesinde kendisi için bir vebal yoktur. Kim de gönül isteği ile bir hayır işlerse gerçekten Allah şük-redenlerin ecrini verendir ve her şeyi hakkıyla bilendir.

159- Muhakkak indirdiğimiz apaçık ayetlerimizi ve hidayeti insanlara ki­tapta apaçık bir şekilde bildirdikten sonra gizleyip duranlar var ya, işte on­lara hem Allah lanet eder, hem de la­net edenler lanet eder.

160- Ancak tevbe edenler, ıslâh edenler ve açıklayanlar müstesna. Artık onla­rın tevbelerini kabul ederim. Ben tev-beleri çokça kabul edenim, pek çok rahmet edenim.

161- Muhakkak inkâr edip de kâfir ola­rak ölenler var ya, işte Allah'ın, melek­lerin ve bütün insanların laneti onla­rın üzerinedir.

162- İçinde ebedî kakçıdırlar. Ne üzer­lerinden azap hafifletilir ne de onlara mühlet verilir.



Nüzul Sebebi


158. ayetin nüzul sebebi ile ilgili olarak Buharî, Enes b. Mâlik (r.a.)'den şunu rivayet etmektedir: Enes'e Safa ile Merve hakkında sorulunca şöyle der: "Biz o ikisi (arasında tavaf etmeyi) cahiliye işinden zannediyorduk. İslâm ge­lince onlardan uzak durduk. Bunun üzerine Yüce Allah da: "Şüphe yok ki Safa ile Merve Allah'ın alametlerindendir" buyruğunu indirdi. el-Hakim de bunun bir benzerini İbni Abbas'dan rivayet etmiştir.

Buharî ile Müslim Urve'den, o Aişe (r.anha)'den şunu rivayet etmektedir: Urve dedi ki: Aişe'ye dedim ki: Yüce Allah'ın, "Şüphe yok ki Safa ile Merve Al-lah'an alametlerindendir. Her kim Beyt'i hacceder veya umre yaparsa onları gü­zelce tavaf etmesinde kendisi için bir vebal yoktur" buyruğu hakkındaki görü­şün nedir? Benim görüşüme göre bir kimse aralarında tavaf etmeyecek olursa onun için bir vebal olmaz. Bunun üzerine Hz. Aişe dedi ki: Kızkardeşimin oğlu! Ne kadar kötü bir söz söyledin?! Eğer senin anladığın şekilde olmuş olsaydı bu buyruk: "Onları tavaf etmemesinde kendisi için bir vebal yoktur" şeklinde ol­malıydı. Halbuki bu ikisi ile ilgili olarak bu ayetin indiriliş sebebi şudur: Ensar İslâm'a girmeden önce put Menat için telbiye getirip ihrama giriyorlardı. Onun için telbiye getirip ihrama giren müslümanlar, Safa ile Merve arasında sa'y et­mekten çekiniyordu. Bunu Resulullah (s.a.)'a sordular ve dediler ki: Ey Al­lah'ın Rasulü, bizler cahiliye döneminde Safa ile Merve arasında tavaf etmek­ten çekinirdik. Bunun üzerine Yüce Allah, "Şüphe yok ki Safa ile Merve.." aye­tini indirdi. Daha sonra da Resulullah (s.a.) ikisi arasında tavafı sünnet olarak tespit etti. İkisi arasında hiç kimsenin tavafı terketme yetkisi yoktur.

Bunu Taberînin eş-Şa'bî'den yaptığı şu rivayet de açıklamaktadır: Cahiliye döneminde adı İsaf olan Safa üzerinde bir put ve yine adı Naile olan Merve üzerinde bir diğer put vardı. Cahiliye halkı Beytullah'ı tavaf ettiklerinde bu iki puta sürtünürlerdi. İslâm gelince putlar kırılınca müslümanlar şöyle dediler: Safa ile Merve arasında bu iki put dolayısıyla tavaf yapılıyordu. Yoksa bunlar arasında tavaf haccm şeairinden değildir." Bunun üzerine Yüce Allah bu ikisi­nin (Safa ile Merve) şeâirden olduğuna dair buyruğunu indirdi. Yani ikisi ara­sında sa'y etmekte müslümanlar için bir vebal yoktur. Çünkü onlar putlar için değil, Yüce Allah için sa'y yaparlar.

159. ayet-i kerime ile ondan sonraki buyrukların nüzul sebebine gelince: Bunlar da Kitap Ehli âlimleri ile bu alimlerin recm ayetini ve Muhammed s.a.)'in durumu ile ilgili kitaplarındaki buyrukları gizlemeleri hakkında nazil olmuştur. Taberî'nin İbni Abbas (r.anhumâ)'dan rivayet ettiğine göre Muaz b. Cebel, Sa'd b. Muaz ve Harice b. Zeyd, Yahudilerden bir gruba Tevrat'ta bulu­nan Peygamber (s.a.) ile ilgili buyruklara dair soru sordular. Yahudiler de bu buyrukları onlardan gizlediler. Bunun üzerine Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi indirdi. [13]



Açıklaması


Muhakkak Safa ile Merve arasında sa'y etmek, Allah'ın dininin alâmetle­rinden, haccın ve Yüce Allah'a boyun eğip O'na itaat ve teslimiyetle kulluğun tezahürü olan hac ve umrenin menasikindendir. Kulları O'na Safa ile Merve yakınlarında ibadet eder, ikisi arasında dua, zikir veya Kur'an okuyarak yine Ona ibadet ederler. O bakımdan Beytullah'ı haccedip yahut umre yapan bir kimsenin her ikisi arasında tavaf etmesi dolayısıyla günah kazanması söz ko-rmsu değeildir. Daha önceden müşriklerin bu ikisi arasında tavaf etmeleri du­rumu değiştirmez. Çünkü onların tavafı Safa ile Merve kayalıkları üzerinde bulunan putları tazim sebebiyle, bir küfür idi. Sizler ise Allah'a iman ile Yüce Allah'ın emirlerine itaat ederek ikisi arasmda tavaf etmektesiniz.

Safa ile Merve arasında sa'y etmenin herhangi bir günah, sakınılacak du­rum veya vebalinin söz konusu olmayacağının belirtilmesi, hem vacib hem de mendub olan tavafı kapsar. Nitekim itaat olanı yapmak demek olan tatavvu' farzı da nafileyi de kapsar. Sa'y etmek, cumhura göre farz, Hanefi'lere göre va­cib olmakla birlikte vebalin söz konusu olmayacağının belirtilmesi şer"an kabul edilen vacib hükmüne aykırı değildir.

"Şeâir (alâmetler)" tabirinin kullanılmasına gelince; şeâir; Yüce Allah'ın bizden namaz, hac menasiki gibi ifa etmek suretiyle ibadet olarak yerine getir­memizi istedikleri şeylerdir. Bu tabirin ^u\\aTiûmasaı\)X£nVan-5CivBfc %ctâxm«K&k ve itaatin vücubunu yani bu ibadeti ifa etmenin vücuburvu göstermek içindir. Bizler ibadetin anlamını tamamıyla kavrayamazsak yahut sırrını idrak ede­mezsek ve ibadetlere başkaları kıyas edilmezse dahi bu böyledir. Satış, icâre, şirket, rehin ve buna benzer muamelat gibi şeair dışında kalanlara gelince; bunlar kulların menfaatleri için meşru kılınmıştır ve bunların anlaşılması ko­lay bir takım sebep ve illetleri, kolaylıkla idrak edilebilecek yönleri vardır. O bakımdan maslahata uygun olarak bunlar hakkında kıyas cereyan eder.

Haccm şeâirinin ömürde bir tek defa ifa edilmesi farzdır. Her kim itaati arttırmak ve asıl farzın dışında fazladan hayır-tatavvuda bulunursa şüphesiz ki Allahu Teâlâ onun iyiliğine karşılık iyilikte bulunacaktır. Kulun yaptığı az şeylere pek çok mükâfat ve sevap verecektir. Allah kimsenin sevabını eksiltme-yecektir. O herkesin maksadını ve iradesini çok iyi bildiği gibi, böyle bir mükâ­fata kimin hak kazandığını da çok iyi bilir.

Yüce Allah'ın güzel amele karşılık vermesini "şükür" ile ifade etmesi, ah­lâki faziletler üzere bir eğitimdir. Çünkü ibadet işlerinin faydası kullara aittir. Bununla birlikte Allahü Teâlâ bu ibadetleri dolayısıyla onlara şükür etmekte­dir. Artık bundan sonra ilâhî nimetlere karşı kulun nankörlük edip onlara şük­retmemesi nasıl yakışır! İyiliğin teşekkür ile karşılanması, nimetin kadrinin bilinmesi vefakâr ve ihlâslı insanların özelliğidir. Hatta bu nimetin artışına, devamına ilâhi lütuf ile şükredip itaat eden kulun kusurlarının örtülmesine bir sebeptir.

İlim adamları burada yer alan "şükür"ü mecaz yolu ile sevap ve amelleri­nin karşılığı diye anlamışlardır. Çünkü yapılan iyiliğe karşılık vermek ve ni­mete karşılık övgüde bulunmak ve takdir etmek anlamı ile şükür, Allah hak­kında muhal (imkânsız)dır. Zira hiç bir kimsenin Allah üzerinde herhangi bir lütfü veya nimeti söz konusu değildir. Yüce Allah'ın kullarının amellerine ih­tiyacı da yoktur. Selef Allah'ın şükür sıfatını sabit kabul etmişlerdir. O ba­kımdan bunun Onun cemal ve kemaline layık bir sıfat olarak anlaşılması ge­rekir.

Daha sonra Kur"an-ı Kerim, Kitap Ehli'nin (Yahudi ve Hristiyanların) Resulullah (s.a.)'a karşı inat, ona düşmanlık etmelerini, özellikle de Yahudi ilim adamları ile hahamlarının bu doğrultudaki tavırlarını, öz oğullarını tanı­dıkları gibi peygamberi tanımaları ve bile bile hakkı gizlemelerini dile getir­mektedir.

İster Tevrat, ister İncil'de olsun gerektiğinde veya ona dair soru sorulduğu vakit Kitaplarında yazılanları olduğu gibi insanlara açıklamamak suretiyle Al­lah'ın indirdiklerini gizleyenlerin cezaları; Allah'ın rahmetinden kovulmaları, Allah'ın kendilerine gazap etmesi, meleklerin ve insanların toptan onlara lanet etmeleri şeklindedir. Onların yaptıkları bu gizlemeler Peygamber (s.a.)'in Tev­rat'ın Tesniye bölümünde yer alan müjde ve niteliklerini saklamak şeklinde ol­duğu gibi; tercüme esnasında sözlerin yerlerini tahrif edip değiştirmek, onun yerine uydurdukları yalan bir şeyi koymak şeklinde de olabiliyordu.

Bu tür saklama ve gizlemelere karşılık belirtilen cezanın hikmeti şudur: Allah'ın indirmiş olduğu apaçık deliller ve hidayet insanların hayrı, onların dosdoğru yola iletilmeleri içindir. Bu ise Muhammed (s.a.)'in doğruluğunu açık olarak ortaya koyan delilleri belirtmek ve onun durumunun gerçeğini ve ona uymanın, ona iman etmenin farz oluşunu beyan etmekle gerçekleştirdi. Bunlar Allah'ın indirdiklerini gizleyip hakikatleri insanların gözlerinden saklamakla insanları çok büyük bir zarara ve kötü bir akıbete düşürmüş, semavî kitapları işlemez hale getirmiş, bu kitapların verdiği güzel semereleri onlardan beklenen faydalan elde etme imkânını kaldırmış oldular.

İlgili ayet-i kerime dünya ve ahiretleri ile ilgili olarak insanların bilmek ihtiyacını duydukları gizlenen her bilgi ve bunu gizleyen her kişi hakkında ge­çerlidir. Yüce Allah'ın insanlara açıklanmasını farz kıldığı ilmi gizlemek bu ka­bildendir. Nitekim Hz. Peygamberin şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: 'Kendisine bildiği bir husus hakkında soru sorulup da onu gizleyen kimseye Kı­yamet gününde ateşten bir gem takılacaktır." Bu konuda ayet-i kerimenin nü­zulüne sebep teşkil eden özel olaya itibar olunmaz. Yüce Allah'ın, "İndirdiği­miz apaçık ayetlerimizi ve hidayeti..." buyruğu ile anlatılmak istenen Allah'ın peygamberlere indirmiş olduğu bütün kitapları, vahiyleri, yol gösteren delilleri kapsamaktadır.

Yüce Allah'ın, "İnsanlara kitapta apaçık bir şekilde bildirdikten sonra" buyruğunda kasıt ise ya Tevrat veya İncil'dir, gizlenen de her iki kitapta yer alan Muhammed (s.a.)'in nitelikleri ile orada yer alan hükümlerdir ya da önce­ki bütün kitaplar ve onlardan sonra gelen Kur'an-ı Kerim'dir.

Kur"an-ı Kerim az önce sözü geçen gizleme cezasından Kitap Ehli'nden tev-fae edip bozduklarını ıslah eden, Allah'ın indirmiş olduğu kitaplarda yazılı bulu­nan hakkı ilan eden, Muhammed (s.a.)'in peygamberliğini ikrar edip Allah tara­fından getirdiğini tasdik eden, herhangi bir tahrif ve değişiklik söz konusu ol­maksızın Allah'ın indirdiği üzerindeki perdeleri kaldıran, salih ameller işleye­rek nefsini ıslâh eden kimselerdir. Bunların tevbelerini Allah kabul eder, onları bağışlar, cennetine koyar. Çünkü Yüce Allah tevbeleri çok kabul edendir. Kendi­sine yönelenlere bol bol rahmet eden Rahim olandır. Kötülük işleyeni affeder, hata edip yanılanı bağışlar. O kendisine dönüp tevbe ettikleri Yüce Allah'a yö­neldikleri takdirde kusurlulara sağnak sağnak rahmetini indirerek örter.

Hatası üzerinde ısrar edip hakkı kabul etmek hususunda inat gösteren, Yüce Allah'ın Kur'an-ı Kerim'inde ve peygamberi Muhammed vasıtasıyla yaptığı davetinden yüz çeviren, ölünceye kadar hakkı değiştirip tahrife devam eden kimseye ve benzerlerine gelince; işte bunlar Allah'ı ve peygamberini inkâr ede­rek kâfir olanlar ve kâfir olarak ölenlerdir. Bundan dolayı Allah'ın lanetine ve gazabına, meleklerin ve bütün insanların lanetine hak kazanmışlardır ve Ce­hennemde daimî ve ebedi olarak kalacaklardır. Azapları hafifletilmeyecek, on­lara süre tanınmayacaktır. Onlar cehenneme girinceye kadar devamlı olarak bu kapsamlı lanet içerisinde kalmaya devam edeceklerdir. Kâfirler olarak öl­dükleri için de cehennem azabında da ebediyen kalacaklardır.

Tevbe edenlerin ve inatla tutumlarını sürdürenlerin tavırlarının açıklan­ması insanın kusurlu davranıp işlemiş olduğu günahlardan tevbe etmesi ve itaatsizlikte ısrarı terketmesi için bir teşviktir. Ayrıca ölüm gelmeden önce Al­lah'ın rahmetinden ümit kesilmeyeceğini öğretmek içindir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "De ki: Ey (isyanda) nefisleri aleyhinde giden kullarım! Allah'ın rahmetinden ümid kesmeyin. Çünkü Allah bütün günahları mağfiret eder; muhakkak o Ğafûr'dur, Rahîm'dir." (Zümer, 39/53). [14]



Allah'ın Vahdaniyeti, Rahmeti Ve Kudretinin Tecellileri


163- İlâhınız tek bir ilâhtır. O'ndan başka hiç bir ilâh yoktur. O Rahman'dır, Rahîm'dir.

164- Muhakkak göklerin ve yerin yara­tılışında, gece ile gündüzün değişme­sinde, insanlar için faydalı şeylerle de­nizlerde akıp giden gemilerde, Allah'ın gökten indirip ölümünden sonra onun­la yeryüzünü dirilttiği suda ve orada her türlü hayvanatı üretip yaymasın­da, rüzgârları estirişinde ve gökle yer arasında müsahhar kılınmış bulutlar­da aklını kullanan bir topluluk için ayetler vardır.



Nüzul Sebebi


Atâ dedi ki: Medine'de Resulullah (s.a.)'ın üzerine: "İlâhınız tek bir ilâhtır. Ondan başka ilâh yoktur, O, Rahmân'dır, Rahîm'dir." buyruğu nazil oldu. Mek­ke'de bulunan Kureyş kâfirleri ise: Bütün insanlara tek bir ilâh nasıl yetebilir? dediler. Bunun üzerine Yüce Allah: "Muhakkak göklerin ve yerin yaratılışında... aklını kullanan bir topluluk için nice ayetler vardır." buyruğunu indirdi.

Ebu'd-Duhâ da dedi ki: şu: "İlâhınız tek bir ilâhtır." buyruğu nazil olunca müşrikler, hayretle: Tek bir ilâh mı! diye sordular. Eğer doğru söylüyor ise bize bir ayet (mucize, delil, belge) getirsin. Bunun üzerine Yüce Allah, "Muhakkak göklerin ve yerin yaratılışında..." ayetini -sonuna kadar- inzal buyurdu." [15]



Açıklaması


Şanı Yüce Allah Allah'ın vahdaniyetini kesin deliller ile ispat etmek sure­tiyle rahmetinin tecellilerini, kudretinin delillerini sayarak hayrın, O'na, yal­nızca O'na sığınmakta olduğunu beyan ederek, küfür hastalıklarını tedavi et­meyi irade buyurdu ve dedi ki:

Gerçekten ibadete lâyık olan ilâhınız, varlık aleminde ondan başka ilâh bu­lunmayan Allah'tır. Rahmeti her şeyi kuşatan, fayda ve hayrı elinde bulunduran, zararı ve kötülüğü defetmeye kadir olan Allah'tır. O bakımdan O'na hiç bir şeyi or­tak koşmayınız. Gerek yaratmada Allah'ın ortaklan bulunduğuna inanmak veya fiillerinde O'na yardım edenin bulunduğuna inanmak suretiyle ulûhiyette şirkten; gerekse de yaratmayı ve tedbiri Allah ile birlikte başkasına isnad etmek suretiyle ya da ibadet, helâl ve haram gibi serî hükümlerin O'ndan başkasından alınması suretiyle Rubûbiyette O'na şirk koşmaktan uzak durunuz. Nitekim Yüce Allah bu tür Rubûbiyet şirkine örnek olmak üzere şöyle buyurmaktadır: "Onlar Allah'tan başka hahamlarını ve rahiplerini Rabler edindiler..." (Tevbe, 9/31)

Yüce Allah'ın, "O'ndan başka hiç bir ilâh yoktur." buyruğu O'nun dışındaki ilâhları reddetmek suretiyle Allah'ın vahdaniyetini vurgulamakta ve Yüce Al­lah'ın varlığını ispat etmektedir. "O Rahmân'dır, Rahîm'dir" buyruğunun anlamı da şudur: Aslıyla, fiirûuyla, bütün nimetlerin mutlak sahibi O'dur. Bu nite­likteki O'ndan başka kimse yoktur. Onun dışındaki her şey ya nimettir veya ni­mete mazhar olandır.

Yüce Allah'ın burada diğer sıfatları arasından özellikle vahdaniyet ve rah­meti zikretmesi, hakkı gizleyen kâfirlere azabından korunmak için Allah'tan başka bir sığınaklarının olmadığını hatırlatmak, tevbe etmeye onları teşvik et­mek ve lütfundan ümitlerini kesmemeyi hatırlatmak içindir.

Daha sonra Yüce Allah bizzat bu kâinattaki vahdaniyetinin, kudret ve rahmetinin delillerini irad ederek gökleri, yeri ve orada bulunan âlemleri, ga­laksileri altlarından onları destekleyen direkleri olmaksızın ve üstlerinden as­kılar bulunmaksızın yaratanın kendisi olduğunu beyan etmektedir. Bunlar hem güzellikleri itibariyle eşsiz, hem düzenleri itibariyle oldukça hassastır. Oralarda bulunan her bir şey, belli bir vadeye kadar yörüngesinde akıp gitmek­tedir. Çekim diye adlandırılan bir hüküm gereğince aralarındaki ilişkiler son derece sağlamdır. Göğün yıldızlan ve ayı aydınlatmak, ayların hesabını tesbit etmek içindir. Oradaki güneş de hem aydınlatmak, hem canlılara, bitkilere ısı vermek içindir. Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Güneşi ışık, ayı nur yapan, yılların sayısını ve hesabı bilmeniz için ona konaklar tayn eden O'dur." (Yunus, 10/5); "Karanın ve denizin karanlıklarında kendileriyle yol bu­laşınız diye faydanız için yıldızları yaratan O'dur..." (En'am, 6/97).

Rahat ve huzurlu bir hayata elverişli bir ortam olarak yeri yaratan O'dur. Bu yeri türlü hazinelerle, çeşitli menfaatlerle doldurmuştur. İnsanın faydası için müsahhar kılmıştır. Orada cansız varlıkları, madenleri, nehir ve ırmakları, hay­vanları ve bitkileri yaratmıştır. Her bir mahluk için bir gaye ve bir hikmet tesbit etmiştir. Orada bulunanları boşuboşuna yaratmış değildir. Orada bulunan herbir şey için yaşamanın, rızkını elde etmenin, varlığını südrümenin, hayatı süresince kalmanın araçlarını, yollarını kolaylaştırmıştır. Yüce Allah şöyle buyurmakta­dır: "Kesinlikle inananlar için yeryüzünde ayetler vardır." (Zâriyât, 51/20).

Göklerin ve yerlerin yaratılışında bulunan azamet, kudret ve göz kamaştı-ncıhktan ayrı olarak, bunlar bütün insanlara ilâhî rahmetin tecellilerindendir.

İnsan üzerindeki nimetin tamamlanması, rahmet ile donatılması, asil, ra­hat ve huzurlu bir yaşayışın yollarının kolaylaştırılması için Yüce Allah gece ile gündüzün ard arda gelmesini takdir buyurmuş, enlem ve boylamlar sebebiyle dört mevsimde uzunluk ve kısalık, sıcaklık ve soğukluk itibariyle aralarında farklılık takdir buyurmuştur. Bölge ve ülkelere göre bunlar değişiklik gösterir. Nitekim bu husus bir çok ayette dile getirilmiş bulunmaktadır. "Öğüt ve ibret al­mak veya şükretmek isteyenler için gece ve gündüzü birbirinin ardınca getiren O'dur." (Furkan, 25/62); "Biz gece ile gündüzü iki ayet kıldık. Gece ayetini silip gündüz ayetini gösterici kıldık. Rabbinizin lütfundan arayasınız, yılların sayısı­nı ve hesabı bilesiniz diye. İşte Biz her şeyi etraflıca açıkladık." (İsrâ, 17/12).

Allah insana yolculuk yapmayı, eşyayı, ticaret mallarını, oldukça ağır yük­ler, ülkeler arasında yelkenliler, buharlılar ve yüzbinlerce ton yük taşıyan atom enerjisiyle çalışan gemiler vasıtası ile taşımayı kolaylaştırmıştır. Bunlar savaşta da barışta da oldukça belirleyici bir rol oynarlar. Bunların Allah'ın vahdaniyetine delil oluşları, bu gemilerin yapımı, yük taşımaları ve planlama­larının incelenmesiyle ortaya çıkar. Suyun tabiatını tanımak, yer çekimi kanu­nunu bilmek, havanın, buharın, elektriğin tabiatını bilmek gibi. Bu gibi şeyleri ise ancak bu güç ve enerjileri keşfeden, bunları insanların hizmetine sunan uz­man ilim adamları idrak edebilir. İşte bunlar, bu harikulade düzeni yoktan var eden kudreti her şeyi kuşatan Allah'ın yarattıkları cümlesindendir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Denizde dağlar gibi akıp giden gemiler de O'nun ayetlerindendir. Eğer dilerse rüzgarı durdurur da o gemiler de (denizin) sırtı üstünde kalakalırlar di. Şüphesiz ki bunda çokça sabreden ve pek çok şük­reden herkes için ayetler vardır." (Şûra, 42/32-33).

Kur*an-ı Kerim Yüce Allah'ın, "İnsanlar için faydalı şeylerle" diye buyur­mak suretiyle, oldukça veciz (özlü) bir şekilde denizin faydalarını dile getir­mektedir. Yani yolculuklarında, ticaretlerinde, bir bölgeden bir diğerine deği­şik maksatlar için gidip durmalarında çeşitli faydalar vardır. Böylelikle kendi aralarında üretim, sanayi, gıda maddeleri, değişik türden elbiseler, ilaçlar ve buna benzer şeylerin karşılıklı olarak mübadelesini, alışverişini yapabilmek­tedirler.

Yüce Allah ölümünden sonra yeryüzünü diriltmek ve böylelikle insana ve hayvana da nimette bulunmak üzere gökten yağmur indirmiştir. Şu hayatın kay­nağıdır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: 'Ve her canlı şeyi sudan yarat­tık." (Enbiyâ, 21 '30) Bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: 'Ve sen yeryüzünü kuru ve hareketsiz görürsün. Biz onun üzerine suyu indirdiğimizde onun sarsıldığ-nı, kabardığını ve iıer çeşit göz kamaştırıcı güzel bitkiden bitirdiğini görürsün." (Hacc, 22/5) O bakımdan yağmurun indirilmesi ilâhî bir rahmet ve lütuftur.

Yağmurun kaynağı, denizler üzerindeki hava tabakasının ısınması yoluyla su buharının yükselmesidir. Daha sonra bu su zerrecikleri yoğunlaşmakta, bu­lut haline gelmekte, arkasından bunların arasından yağmur düşmektedir. Bu da rüzgarların bulutları yürütmesi ile olur. Bütün bunlar ise elbetteki Aziz ve Celil olan Allah'ın iradesi ile gerçekleşmektedir. Nitekim Yüce Allah şöyle bu­yurmaktadır: "Rüzgarları gönderen Allah'tır. Bu rüzgarlar bir bulut kaldırırlar da gökte dilediği şekilde onu yayar, (bazan da) parça parça eder. Yağmurun on­ların arasından çıktığını görürsün." (Rûm, 30/48); "Rahmetinin önünden rüz­garları müjdeci olmak üzere gönderen O'dur. Nilıayet bunlar ağır ağır bulutları kaldırınca Biz onları ölmüş bir yere sürer ve oraya su indiririz. Ve derken su ile her türlü meyveden çıkarmış oluruz..." (A'râf, 7/57).

Yüce Allah'ın kudret ve vahdaniyetinin delillerinden birisi de rüzgarları yönlendirmesi, ilâhî irade, meşiet ve son derece sağlam ve hikmetli düzene gö­re bunları evirip çevirmesidir. Bu rüzgarlar değişik yönlerden, değişik maksat­lar için esmektedir. Bitki ve ağaçlan aşılamak gibi. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ve biz rüzgarları aşılayıcılar olarak gönderdik." (Hicr, 15/22). Kimi zaman rüzgarlar kısır olur, kimi zaman azab için olur: "...O içinde çok acıklı bir azab bulunan bir rüzgardır. O Rabbinin emriyle her şeyi tahrib eder. Onların meskenlerinden başka bir şey görülmez oluverdi. Günahkârlar toplulu­ğunu işte böyle cezalandırırız." (Ahkâf, 46/24-25).

Muayyen bir düzene, sonsuz bir hikmete, hayret verici bir takdire uygun olarak değişik bölgelerde yağmuru indirmek için önce bulutun yoğunlaşması, hava boşluğunda bir araya gelip toylanması, sonra da emre boyun eğdirilmesi ve dağıtılması da ilâhî kudretin tecellilerindendir.

Bütün bu tecelliler, gizli sırları ve hayret verici incelikleri idrak etmek üzere aklını kulanan, düşünen ve ibretle bakan kimseler için ibretler ve öğüt­ler topluluğudur. Bu gibi kimseler bunları yoktan var eden yaratıcının kudreti­ne, her şeyi düzenleyip idare eden mutlak ilâhın vahdaniyetine ve Allah'ın her şeyi kuşatan rahmetine delil olarak değerlendirir. Bütün bu tecelliler eksiksiz bir hikmetin ifadesidir. Allah'ın varlığına delalet eden, O'nun tek bir ilâh, her şeyin ilâhı ve her şeyin yaratıcısı olduğuna delâlet eden kâinatın eksiksizliği Allah'ın vahdaniyetinin açık belgeleridir. Bu ayet-i kerime Âl-i İmran süresin­deki şu ayetlere benzemektedir: "Muhakkak göklerin ve yerin yaratılışında, ge­ce ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, elbette olgun akıl sahipleri için delil­ler vardır. Onlar ki ayakta iken, otururken, yanları üstünde yatarken daima Al­lah'ı zikreder, göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler. Rabbimiz, Sen bunları boşuna yaratmadın ve Sen münezzehsin. Artık bizi ateş azabından koru." (Âl-i Imran, 3/91-93). Yüce Allah'ın "Rabbimiz" buyruğu ise düşünen ve öğüt alan müminler için bir övgüdür.

Yüce Allah zatına, sıfatlarına, şeriat ve kaderine delalet eden yaratıkla­rından ibret almayanları yererek şöyle buyurmaktadır: "Göklerde ve yerde nice ayetler vardır ki, bunlardan yüz çevirici olarak (düşünmeksizin) üzerlerinden geçer giderler. (Zaten) onların çoğu şirk koşmaksızın Allah'a iman etmezler." Yusuf, 10/105-106). Burada açıklamakta olduğumuz: "Muhakkak göklerin ve yerin yaratılışında..." ayeti ile ilgili olarak hadis-i nebevide şöyle buyurulmak-tadır: "Bu ayet-i kerimeyi okuyup da onu bir kenara atan kimselerin vay hali­ne!" Bu hadiste anlatılan bu ayetten gerekli şekilde ibret almayan, üzerinde düşünmeyen ve ona gereken önemi vermeksizin geçip giden kimseye yazıklar olsun, demektir. [16]



Müşrikler Ve İlâhları


165- İnsanlar içinde Allah'tan başkası­nı eş edinen kimseler de vardır. Onları Allah'ı sever gibi severler. İman eden­lerin Allah'a sevgisi ise (her şeyden) çok daha sağlamdır. Zulmedenler aza­ba uğrayacakları vakit, kuvvet ve kud­retin bütünüyle gerçekten Allah'ın ol­duğunu ve Allah'ın hakikaten pek acıklı azap sahibi olduğunu görseler­di...

166- O zaman kendilerine uyulanlar uyanlardan hızla uzaklaşırlar. O azabı görmüşlerdir artık. Aralarındaki ilişki­ler de kopup gitmiştir.

167- Uyanlar şöyle demiştir: "Bizim için (dünyaya tekrar) bir dönüş olsay­dı da bizden uzaklaşıp gittikleri gibi biz de onlardan uzaklaşsaydık!" Böyle­ce Allah hasretler vererek amellerini kendilerine gösterecektir. Onlar ce­hennemden çıkacak da değillerdi.



Açıklaması


Bundan önceki ayet-i kerimede Yüce Allah vahdaniyet ve rahmetinin de­lillerini ortaya koydu. Burada da bu delilleri akılları ile kavrayamayıp Allah'a eş koşarak onlardan hayır bekleyen, kötülükleri gidermelerini uman kimsele­rin durumunu söz konusu etmektedir. İşte bu kişiler müşrik olanlardır. Dünya­da ilâhlarına karşı durumları budur, ahiretteki akıbetleri de budur.

Bu müşrikler Yüce Allah'a eşler ve benzerler koştular. Bunlar ise onların başkanları yahut putları, heykelleridir. Onları Allah'ı sevdikleri, O'na itaat edip ibadet ettikleri gibi sever, itaat eder ve tapınırlar. Allah'a yaklaştıkları gibi onlara yaklaşmaya çalışırlar. İhtiyaçları anında Yüce Allah'a sığındıkları gi­bi bunlara sığınırlar. Fakat onlar bütün bu hallerinde şaşkındırlar, tutarsızdır­lar. Kimi zaman bir insana, bir puta ya da bir hayvana sığınabilirler. Fakat on­lara sığınmak suretiyle herhangi bir maksatları da gerçekleşmemektedir. Put­larının acizliklerine rağmen, müminlerin kudreti dolayısıyla Allah'a olan sevgi­leri gibi putlarını severler.

Kendisinden başka hiç bir ilâh bulunmayan, eşsiz, beraberinde ortağı bu­lunmayan bir ve tek Allah'a sığınmak ise, asıl insanın gaye ve maksadını ger­çekleştirecek olandır. Çünkü mutlak egemenlik sahibi, kapsamlı kudret sahibi, geniş rahmetin sahibi sadece Allah'tır. Fakat kul için duanın kabul edilebilme­sine yardımcı olan gerekli sebepleri yerine getirmek de gerekmektedir. Allah'a güvenerek sebeplerine yerine getirmekte kusurlu hareket eden kimse, Allah'ı tanımayan bir kimsedir. Tıpkı Allah'tan başka putlara, heykellere sığınan kim­senin Yüce Allah'a şirk koşması gibi.

Bu bakımdan müminler her şeyden çok Allah'ı severler. Allah'ın adaletin­den, hiç bir mümin asla şüphe etmez. O'na hiç bir şeyi ortak koşmaz. Bütün iş­lerinde yalnızca O'na sığınır. Mümin zorluk zamanlarında da rahatlık zaman­larında da Allah'ı sevmek ve Allah'ı tazim etmekte aynı haldedir ve bu doğru halini devamlı sürdürür. Allah'tan uzaklaşıp başkasına yönelmez. Müşrikler ise böyle değildir. Onlar sıkıntılı zamanlarında Allah'a koştukları ortaklardan yüz çevirip Allah'a yönelirler, O'na sığınırlar, O'na boyun eğerler. Allah'a eş koştukları varlıkları ise kendileri ile Allah arasında aracılar kabul ederler ve, İşte bunlar Allah nezdindeki şefaatçilerimizdir, derler. Kimi zaman bir puta ta­parlar, sonra da bir başkasına tapmak üzere onu reddederler ya da Bâhilelile-rin açlık senesinde yağ veya kavrulmuş una karıştırılmış hurmadan yaptıkları ilâhlarını yemesi gibi, tanrılarını yerler.

Daha sonra Yüce Allah bu yolla kendilerine zulmeden müşrikleri tehdit etmekte ve şöyle buyurmaktadır:

Allah'a şirk koşup eşler edinmek suretiyle kendilerine zulmedenler, üzer­lerine şiddetli azabın yağdırılacağı vakti bir görselerdi! O vakit gücün yalnızca Allah'a ait olduğunu, bütün varlıklarda ve kâinatta tasarruf eden biricik kud­ret sahibinin O olduğunu, bilirlerdi. Bütün insanlar, taşlar, putlar ve başkaları üzerinde, her durumda ve her zamanda ahiret aleminde de dünya aleminde de herhagi bir fark söz konusu olmaksızın biricik mutlak tasarruf sahibi yalnız O'dur.

Onlar bunu bilseler ve gerçek anlamıyla maslahatlarını idrak etseler için­de bulundukları durumdan vazgeçerlerdi. Kıyamet gününde uyanların ve uyu-lanlann durumuna gelince; bu da gerçekten dehşete düşürücü, hayreti hatta alayı gerektiriri bir durumdur. Çünkü melekler, cinler ve insanlar gibi kendile­rine uyulan ve tapınılan başkanlar, kendilerine uyanlardan uzaklaşacaklar ve ayrılacaklardır. Çünkü onların her birisi bizzat kendisini kurtarmaya çalışa­caktır. Zaten onların müşriklerin yaptıklarından razı olmaları da düşünüle­mez. O bakımdan tapınılan her bir varlık ile kendilerine tapanlar ilişkilerin biteceği, çarelerin ve kurtuluş sebeplerinin tükeneceği bir zaman da kurtuluş ümidi kalmaz. O vakit kişiyi ateşten hiç bir şey uzaklaştıramaz ve hiç bir şey alıkoyamaz. Uyanlar şöyle diyecek: Ah dünyaya bir geri dönebilsek! Bugün on­ların bizden uzaklaştıkları, bizleri sıkıntı ve sapıklık içinde bıraktıkları gibi biz de onlardan uzaklaşırız.

İşte gördükleri bu azabın benzeri olmak üzere de Allah amellerinin cezası­nı onlara hasretler halinde gösterecektir. Yani Yüce Allah onlara amellerinin ruhlarında nasıl bir çöküntüye sebep olduğunu gösterecektir. Çünkü bu kötü amelleri sebebiyle onlar hasret, bedbahtlık ve hüsran içerisinde kalmışlardır. Bu ameller yok olup darmadağın olup gidecektir. Onlar başkanlarına karşı duydukları hıncı ve kinlerini susturmak için Cehennemden çıkıp dünyaya asla gidemeyeceklerdir. Çünkü onların Cehenneme girişleri şirk sebebiyle ve putla­ra duydukları sevgi dolayısıyla olacaktır. [17]



Temiz Şeylerin Helâl Ve Haram Şeylerin Haram Kılınmasının Menşei


168- Ey insanlar! Yeryüzündeki şeyler­den helâl ve temiz olanlarını yiyin. Şeytanın adımlarına uymayın. Çünkü o size apaçık bir düşmandır.

169- O size ancak kötülüğü, hayasızlığı ve Allah'a karşı bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder.

170- Onlara: "Allah'ın indirdiğine uyun!" denildiği zaman onlar: "Hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız" derler. Ya ataları bir şeye akıl erdirememiş ve doğruyu da bula­mamış idiyseler?

171- O inkâr edenlerin hali bağırıp ça­ğırıştan başka bir şey duymayanlara haykıranın haline benzer. (Onlar) sa­ğırdırlar, dilsizdirler ve kördürler. Onun için akıl erdiremezler.



Nüzul Sebebi


168. ayetin nüzul sebebi ile ilgili olarak el-Kelbî şöyle demektedir: Bu ayet-i kerime Sakîf, Huzâa ve Âmir b. Sasaa hakkında nazil olmuştur. Bunlar kendilerine bir takım ekin ve davarları haram kılmışlardı. Ayrıca Bahîra, Sâıbe. Vasile ve Hâmî denilen (çeşitli şekillerde niteledikleri) develeri de haram kılmışlardı. [18]



Açıklaması


Yüce Allah, Allah'a eş tutanların durumunu, bunların görecekleri azabı, ayanlarla uyulanlar arasındaki, başkanların yönetimleri altındakilerden sağ­ladığı menfaatler demek olan ilişki ve bağlantıların kopuşunu beyan ettikten sonra, bu ilişkilerin haram kılman ilişkiler olduklarını açıklamaktadır. Çünkü bunlar pis ve murdar şeyleri yemek, şeytanın adımlarına tabi olmaktır. Sapık­lığın sebebi ise akıl ve belgeye dayalı olmaksızın ataların izledikleri yola güven beslemektir.

Yüce Allah: "Ey insanlar!" şeklinde hitab etmektedir. Yani hitap mümin ve kâfiri kapsamaktadır. Diğer taraftan Allah'ın nimetleri bütün insanları kuşat­maktadır. Küfür, ilâhî nimetlere nail olmaya engel değildir. Allah bütün insan­lara yeryüzünde bulunan Allah'ın kendileri için helâl kıldığı şeyleri ve herhan­gi bir şüphe, bir günah ve başkasının hakkı taalluk etmeyen temiz şeyleri ye­melerini istemektedir. Onlardan başkaların kendilerine uyanlardan aldıkları pis ve murdar şeyleri de yememelerini emretmektedir. Çünkü bunlar haram­dır, murdardır, yenilmeleri helâl şeyler değildir. Bu aynı zamanda Kitap Ehline mensup din adamlarının kendi dinleri üzere kaldıklarını, İslâm'a iman et­mediklerini göstermektedir. Onların bu durumları ise kendi konumlarını, batıl başkanlıklarını korumak ve batıl yollarla başkalarının mallarını batıl yollarla almak içindir.

O bakımdan ey insanlar! Şeytanın aldatma, saptırma ve vesveseleri sonu­cu onun yoluna tabi olmayınız. Çünkü şeytan ancak kötülüğü ve münkeri tel­kin eder. Şeytan, atamız Adem (a.s.)'den itibaren apaçık bir şekilde insanın bir düşmanıdır. Hiç bir zaman hayır namına bir şey emretmez. O çirkinden başka bir şeyi emretmez. O kötü duyguların kaynağıdır, masiyetleri süsleyendir. O bakından ondan hazer ediniz, ona uymayınız. O vesvesesiyle, üzerinizdeki ta­sallut ve baskısıyla kendisine itaat edilen bir âmir gibidir. Siz dünyanızda da ahiretinizde de size kötülük getiren şeyleri yapmakla onu bu konuma yükselt­miş oluyorsunuz.

Şeytan sizlere Allah hakkında, O'nun dini ile ilgili olarak, kesin olarak iti-kad, dini ibadetler hususunda Allah'ın şeriatinden olduğunu bilmediğiniz şey­leri söylemenizi ya da haramı helâl yapmaya, helâli de haram yapmaya kalkışmanızı emretmektedir. Böylelikle o akideyi ifsad etmek, şeriati de tahrif etmek gayesini gerçekleştirmek istemektedir.

Daha sonra Kur"an-ı Kerim müşriklerden ve bazı Yahudilerden şöylece söz etmektedir: Onlara "Allah'ın Rasulü Muhammed (s.a.)'in üzerine indirdiği vah­ye uyunuz. Çünkü bu daha hayırlıdır ve daha uygundur. Buna karşılık onun dışında edindiğiniz dost ve velilerinize uymayınız," denildiği zaman bunlar, kör bir taklid ile atalarını taklidin yoluna düşmektedirler. Bunu yaparken de sade­ce geçmişte yapılageldikleri, alışageldiklerine güvenip dayanmaktadırlar. Yüce Allah ise onların bu tutumlarını şöylece reddetmektedir:

Taklit ve adetlerinde onlar atalarını üzerinde gördükleri şeylere mi tabi olacaklardır! Ataları akaid ve ibadetler konusunda hak namına hiç bir şeye ak­lı ermeyen kimseler olsalar da mı? Evet, onlar bu konuda mantıkî her türlü de­lilden uzak kalsalar ve doğrudan ayrı olsalar dahi (yine de atalarına) uymaya devam edeceklerdir. İşte bu, delilsiz olarak taklidin yerilmiş olduğunu göster­mektedir. Müctehidlere tabi olmak yani onların delillerini bildikten sonra müc-tehidleri taklid etmek ise caizdir. Çünkü Yüce Allah, "Eğer bilmiyorsanız, zikir ehline (bilenlere) sorunuz." (Enbiyâ, 21/7) diye buyurmaktadır.

Atalarını, başkanlarını körü körüne taklid eden, üzerlerinde bulundukları sapıklık ve bilgisizlikleri sürdürüp giden, konumlarının sağlıklı olup olmadığı­nı düşünmeyen, kâfirleri imana davet eden kimsenin hali ya da niteliği hay­vanlarına seslenip onları suya ve mer'aya güden, yasak şeylerden onları dürtüp uzaklaştıran yani çobanlarının söylediklerinden hiçbir şey akledip anlayama­yan davarları güden kimsenin haline benzer. Kâfir ve hayvanlardan her birisi işittiklerinden bir şey anlayıp kavrayamaz. Bunlar sadece seslere ve çıngırak­ların çıkardıkları gürültülere takılır, ardından giderler. Çünkü kâfirler kalple­rini, kulaklarını, gözlerini hidayetin nuruna karşı perdelemişlerdir. O bakım­dan Allah da onların bu azaları üzerine perde indirerek mühür basmıştır. Böy­lece bunlar herhangi bir hayrın nüfuz edemeyeceği bir hale gelmişlerdir. Adeta -kendilerini imana iletecek türden- hiç bir şeyi işitemeyen sağırlar, konuşama­yan dilsizler, Allah'ın ayetleri hakkında ve kendi nefisleri üzerinde düşünüp görmeyen körler haline gelmişlerdir. Hatta bunlar hayvanlarda olduğu gibi başkalarının arkasından gider, onlara uyarlar. Kurtubî der ki: Yüce Allah kâ­firlere öğüt veren, onları imana davet eden kimseyi -ki o da Muhammed (s.a.)'dir- koyun ve develerine bağırıp çağıran çobana benzetmektedir. Bu deve ve koyunlar ancak onun bağırıp çağırmasını işitirler, fakat neler söylediğini kavrayamazlar. [19]



Yiyeceklerden Helâl Ve Haram Olanlar


172- Ey iman edenler! Size rızık olarak verdiğimiz şeylerin temiz olanlarından yiyin, Allah'a şükredin. Eğer yalnız O’na ibadet e««yorsan«-

173- O size ancak meyteyi, kanı, domuz etini, bir de Allah'tan başkası için kesi­leni haram kıldı. Fakat kim mecbur kalırsa saldırmamak ve haddi aşmak-sızın (yerse) onun üzerine günah yok­tur. Şüphesiz ki Allah Ğafûr'dur, Ra-hîm'dir.



Açıklaması


Surenin baş tarafından itibaren geçen ayet-i kerimeler, Kur"an-ı Kerim'i destekleyenler ile ona karşı çıkanların konumlarını açıklamak içindir. Buradan yani surenin ikinci yansından itibaren ikinci cüz'ün sonlarına kadar olan ayet-i kerimeler ise şert-amelî hükümlerin açıklamasına dairdir.

Yüce Allah bütün insanlara yeryüzünde bulunan nimetlerden yemelerine dair hitabda bulunduktan sonra, başkanlarını taklit eden kâfirlerin kötü du­rumlarını beyan etti. Çünkü bu taklitçiler bağımsız bir görüşe sahip değildir­ler, kendi akıllan ile Juğru yolu bulamamaktadırlar. Bunlara hitap edildikten sonra burada özel olarak müminlere hitab edilmektedir. Çünkü müminlerin anlamaya liyakatlan daha fazladır. Allah onların Allah'ın temiz ve helâl olan nzkından yemelerini mubah kılmış ve Allah'ın üzerlerindeki nimetlerine şük­retmelerini emretmiştir. Eğer yalnızca O'na ibadet ediyor ve nimetlerin gerçek sahibinin O olduğunu kabul ediyorlar ise, böyle yapmalıdırlar. Peygamber (s.a.)'den şöyle dediği rivayet edilmektedir: "Yüce Allah buyuruyor ki: "Ben cin­ler ve insanlar büyük bir habere konuyuz. Yaratan Benim, halbuki Benden baş­kasına ibadet olunuyor. Rızık veren Benim^ Benden başkasına şükrolunuyor." Yüce Allah kullarına yeryüzünde bulunan helâl ve temiz şeyleri yemeyi mubah kılıp helâl yolları pek çok olduğundan, daha az olan haram kılınan şeyleri be­yan etti. Bu bakımdan haram kılınan şeylerin dışında kalanlar, bir başka me-nedici buyruk varid oluncaya kadar helâl olarak kalmaya devam eder.

Nimete şükretmekle birlikte temiz şeylerden yemek, aynı anda hem bede­nin hem de ruhun ihtiyaçlarını bir arada karşılayan vasat bir konumdur. Her­hangi bir israf ve cimrilik söz konusu olmaksızın bedenimizi korumak için ye­mek yeriz. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ey iman edenler! Allah'ın size he­lâl ettiği o temiz ve güzel şeyleri haram kılmayın ve sınırı da aşmayın. Çünkü Allah sınırı aşanları sevmez. Allah'ın size verdiği rızıktan helâl ve temiz olarak yiyin..." (Maide, 5/87-88). Yüce Allah'a nimetleri dolayısıyla şükretmek suretiy­le de ruhunuzu besleyiniz.

İşte bu vasat konum, müşriklerin ve Kitap Ehli'nin İslâm'dan önceki ko-numlanndan farklıdır. Onlardan kimisi bahîre, sâibe ve bunlara benzer muay­yen bir takım şeyleri kendilerine haram kılmıştır. Hristiyanlarda ise ruhbanlık ilkesi, ruha azab vermek ve ruhu bütün zevk verici şeylerden mahrum bırakıp bedeni ve bedenin haz ve ihtiyaçlannı bütünüyle hakir görmek ilkesi iyiden iyi­ye yaygınlık kazanmıştır. Bu ise ya bu gibi şeyleri rahiplere has kabul etmekle veya bunu herkese genelleştirmekle oluyordu. Meselâ "Bakire Meryem" ve azizlerin oruçları gibi bir takım oruç türlerinde et ve yağdan uzak durmak, bir başka oruçta balık, süt ve yumurtayı yasaklamak bu ikinci tür yasaklamalara örnektir.

Halbuki gerçek manada haram kılınanlar şunlardır:

1- Meyte'yi yemek. Çünkü kan onun içerisinde kalır ve ondan zarar gör­mek ihtimali oldukça yüksektir. Aynca eti bozulur ve çoğunlukla hastalıklar o meyte'yi kirletir. O bakımdan meyte pisliği dolayısıyla ve zararları sebebiyle haram kılınmıştır.

2- Akmış kanı kullanmak. Bunun yasak oluş sebebi zararlı olması, selim tabiat sahibi olanların bundan tiksinmesidir. O bakımdan akmış olan kan, pis­liği ve zararı dolayısıyla haramdır.

3- Domuz etini yemek. Domuz etini yemek de zararlıdır. Selim tabiat sahi­bi kişiler ondan tiksinir. Çünkü domuz pis bir hayvandır, çoğunlukla pislik ve necaset yer. Ayrıca bu hayvanda zararlı unsurlar da vardır. Çünkü oldukça öl­dürücü mikroplar taşır. Son derece bayağı bir karakteri de vardır. Diğer taraf­tan cinsel yönü baskın olup dişisini de kıskanmaz. Tabiatı itibariyle tenbeldir. Domuz eti ile beslenen bir kimse domuzun bu karakteristik özelliklerinden de etkilenir. Ayrıca bazen vücudunun kas hücrelerinde yer alan tek hücreli hela-zoni kurtların yumurtaları da o etten beslenenlere geçebilir. İsterse en temiz ahırlarda beslenmiş olsun.

4- Kesimi esnasında Allah'tan başkasının adı anılan hayvanların haram kılınış sebebi ise bunu putperestlik işlerinden olması ve Yüce Allah'a ortak ko­şulması, Allah'tan başkasına güvenilmesi demek olduğundandır. Cahiliye dö­neminde Araplar putlar adına hayvanlarını kesiyorlar ve: "Lât ve Uzza adına" diye seslerini yükseltiyorlardı. İşte bu din ve tevhid ilkesini korumak ve Allah'ı tazim etmek kastıyla haram kılınmıştır. Bu sınıfların münhasıran haram kılın­ması Yüce Allah'ın, "O size ancak., haram kıldı." buyruğundan anlaşılmakta­dır. Yani Yüce Allah sizlere meyte'den ve ondan sonra sözü geçenlerden başka­sını haram kılmamıştır. Çünkü "innemâ = ancak" hasr ifade eder. Yani sözlü olarak ifade edileni hükmün içerisine alır, onun dışında kalanları da hükmün dışında bırakır. Burada da bu kelime münhasıran haram kılınanları söz konu­su etmektedir. Özellikle de bu ayet-i kerime, "Ey iman edenler! Size rızık ola­rak verdiğimiz şeylerin temiz olanlarından yiyin." buyruğunda helâl kılınanla­rı bildiren buyruktan sonra gelmiştir.

Haram kılınan bu hususlara Maide suresinde (3. ayet-i kerimede) haram kılınanlar ile Resulullah (s.a.)'ın haram kıldığı yırtıcı hayvanlardan azı dişli olanları yemek ile kuşlardan pençeli olan hayvanları yemek ve evcil eşeklerin etlerinin yenmesi de ilave edilir.

Fakat bir kimse, zaruret (kişinin haram kılınan şeyi kullanmaması halin­de ölme ihtimali) dolayısıyla Allah'ın haram kıldığı her hangi bir şeyi, başkası­nı bulamamak ve ölümden korkmak dolayısıyla yemek zorunda kalıyor ve biza­tihi onu arzulamıyor ise, ihtiyaç miktarını da aşmaksızın yemesinde onun için bir vebal yoktur. Bu ise canı korumak, onu helak olmaya maruz bırakmamak içindir. Ayrıca açlık dolayısıyla ölecek noktaya gelmek, meyteyi ve kanı yeme­nin zararından daha büyük bir zarardır.

Yüce Allah haram kılınanlardan yemenin caiz olmasını: "Saldırmamak ve haddi aşmaksızın" buyruğu ile kayıtlamıştır ki, kendi hevalanna uyarak zaru­ret içerisinde olmadığı halde muztar (onu yemeye mecbur) olduğunu iddia etmesin, zaruret miktarını ya da ihtiyaç kadarını bu şartı istismar ederek aşıp arzularının ardından gitmesin.

Şüphesiz ki Allah zarureti takdir edip değerlendirmekteki hataları dolayı­sıyla kullarını bağışlar. Çünkü bu değerlendirme onların ictihadlarına bırakıl­mıştır. Allah kullarına merhametlidir. Zira O, kullarına zaruret halinde haram kılınan şeyleri kullanmayı mubah kılmış ve onları zorluk ve sıkıntıya düşür­memiştir. [20]



Kitap Ehli'nin Allah'ın İndirdiklerini Gizlemeleri


11 A- Allah'ın indirdiği kitaptan bir şeyi gizleyip de onu az bir pahaya değişen­ler var ya, işte onlar karınlarında ateş­ten başka bir şey yemezler. Kıyamet gününde Allah onlarla konuşmaz. On­ları temize de çıkarmaz. Onlar için acıklı bir azab vardır.

175- Onlar hidayete karşılık sapıklığı, mağfirete karşılık azabı satın aldılar. Onları ateşe sabrettiren nedir?

176- Bunun sebebi; Allah'ın Kitab'ı hakla indirmesidir. Muhakkak Ki-tab'da ihtilâfa düşenler, elbette uzak bir ayrılık içindedirler.



Nüzul Sebebi


174. ayet-i kerime ile ilgili olarak Taberî, İkrime'den, o İbni Abbas'tan Yü­ce Allah'ın, "Allah'ın indirdiği Kitap'tan bir şeyi gizleyip de..." buyruğu ile Âl-i İmran suresinde yer alan, "Muhakkak Allah'a olan ahidlerini... az bir pahaya değiştirenler..." (Âl-i İmran, 3/77) ayeti birlikte Yahudiler hakkında nazil olduğunu rivayet eder. İbni Abbas ayrıca der ki: Bu ayet-i kerime Yahudilerin başkanları ve ilim adamları hakkında inmiştir. Bunlar ayak takımlarından bir takım hediye ve lütuflara nail oluyor, bunları elde ediyorlardı. Gönderilecek son peygamberin de kendilerinden olmasını umuyorlardı. Allah, Muhammed (s.a.)'i başka bir milletten gönderince menfaatlerine halel gelmesinden, baş­kanlıklarının son bulmasından korktular. O bakımdan Muhammed (s.a.)'in Ki­taplarında açıklanan gerçek niteliklerini gizlediler ve bunların yerine kendileri başka özellikler uydurdular. İşte ahir zamanda ortaya çıkacak olan peygambe­rin niteliği budur. Bu nitelikler bu peygamberinkine benzememektedir. Bunun üzerine Yüce Allah, "Allah'ın indirdiği Kitaptan bir şeyi gizleyip de..." ayetini indirdi.[21]



Açıklaması


Kur"an-ı Kerim, Kitap Ehli'nin Kur'an-ı Kerim'e ve Resulullah (s.a.)'a kar­şı takındıkları tavırlarını açıklamaya devam etmektedir. Bundan önceki ayet­lerde yüce Allah onların bazı helâl olan şeyleri haram kıldıklarını ve dinde ruhbanlığı, yiyecek ve içeceklerde bir takım zahidlik ve kanaatkârlıkları bid'at olarak uydurduklarını açıklamaktadır. Burada da Yüce Allah onların kitapla­rında yer alan Resulullah (s.a.)'ın niteliklerini gizlediklerini veya bu nitelikle­ri tahrif edip değiştirdiklerini beyan etmektedir. Sahih olanı gizlediler, yalan olanı da açıkladılar. Dini bir ticaret metaı haline getirdiler, onu rızıklarını ka­zanmanın, geçimlerini sağlamanın bir aracı haline getirdiler. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde: "Siz onu parça parça kağıtlar haline koyup kimini açık-. '.ar, çoğunu da gizlersiniz." (En'âm, 6/91) diye buyurmaktadır. Allah'ın son pey­gamberin niteliklerine dair indirdiklerini, onun geleceği zamana dair beyanı, kavmini ve buna benzer peygamberliğinin doğruluğuna ve risaletinin mükem­melliğine tanıklık eden hususları gizleyenler ya da bunları fetvalarına karşı­lık olarak aldıkları az miktardaki ücretler mukabilinde yanlış tevil edip tahrif edenler, aslında sonunda cehenneme götüren haram olan bir şeyi yemektedir­ler. Aldıkları bedel "az" olmakla nitelendirilmiştir. Çünkü hakka karşılık veri­len her türlü bedel dünya ve ahiret mutluluğunu kaybetmenin yanında azdır, önemsizdir: "Fakat dünya hayatının faydası ahirete göre ancak pek azdır." Tevbe, 9/38).

Allah'ın Kitabını gizleyen, onu ticaret aracı haine getiren, sapıklıkta ol­dukça uzaklara gitmiş bulunan bu kimseler ancak cehenneme girmelerine se­bep teşkil eden şeyleri yiyorlar. Yüce Allah'ın onlardan yüz çevirmesi, onlara ileri derecede gazap etmesi, mağfiret ve affetmek suretiyle günahların pislikle­rinden onları temizlememesi sonucunu doğuracaktır ve onlar için dünyada da ahirette de oldukça çetin bir azab vardır. Şanı Yüce Allah'ın kendilerinden öv­gü ile söz edeceği, kendilerini bağışlayıp merhamet edeceği, onlardan razı ola­cağı ve sevgi ve rıza ile kendilerine karşılık vereceği Cennet ehli ise bunlardan tamamıyla farklıdır. Şanı Yüce Allah'ın, "Allah onlarla konuşmaz" buyruğu onlara gazap edeceğini ve onlardan razı olunmayacağını ifade eder. "Onları te­mize çıkarmaz" yani onların kötü ve pis olan amellerini ıslah ederek onları te­mizlemez, arındırmaz demektir.

Diğer taraftan Allah'ın dinini bir ticaret aracı haline getiren bu kimseler, hidayet karşılığında delaleti almışlar, Allah'ın hidayetini terketmiş, dinde in­sanların hevalarına uymuş ve mağfiret yerine azabı hak etmişlerdir. Buna se­bep ise fani olan malı, ebedî ve kalıcı sevaba tercih etmek suretiyle kendilerine karşı işledikleri cinayettir. Onların bu durumlarına gerçekten hayret edilir! Onlar cehennemi gerektiren şeylere ve dalâletten ibaret olan amellere hiç aldı­rış etmeksizin nasıl da sabredebiliyor, katlanabiliyorlar! Yüce Allah'ın, "Onları ateşe sabrettiren nedir?" buyruğu bu konuda gösterilmek zorunda kalınan sab­ra hayreti ifade ediyor. Yani onlar öyle bir azab halindedirler ki, onları gören "Ne kadar sabırlıdırlar?" diye hayretini ifade eder.

Bu türden bir ifade, hakimin veya yöneticinin gazabını gerektiren işlere kalkışan kimselere söylenir: Sen kelepçeye, hapse ne kadar da dayanıklı imiş­sin! Yani bu gibi şeylere ancak azaba karşı oldukça sabırlı olan kimseler kalkı­şabilir.

Onları bekleyen bu oldukça şiddetli azab, adaletin nihaî şeklidir. Şüphesiz Allah'ın gönderdiği kitap asla sapılmaması gereken ve asla mağlup edilemeye­cek olan apaçık ve göz kamaştırıcı hakkın kendisidir. Allah'ın kitapları hakkın­da anlaşmazlığa ve ayrılığa düşenlere gelince; bunlar bu kitapların kimisi hak­tır, kimisi batıldır, dediler. Bu gibi kimseler haktan oldukça uzak bir ayrılık ve bir anlaşmazlık içerisindedirler. Hiç bir zaman müşterek bir nokta etrafında birleşmezler. Aralarındaki bu anlaşmazlık yahut ayrılık devam edip gidecektir ve bu ayrılıkları haktan, doğruluktan, sahih hidayetten alabildiğine uzak kal­maya da devam edecektir. [22]



Gerçek Birrin (İyiliğin) Görünürdeki Halleri


177- Yüzlerinizi doğuya ve batıya doğ­ru döndürmeniz birr değildir. Fakat birr Allah'a, ahiret gününe, meleklere, Kitab'a ve peygambere iman edenin; mala olan sevgisine rağmen akrabası­na, yetimlere, muhtaçlara, yolculara, dilenenlere, kölelere verenlerin; nama­zını dosdoğru kılan zekâtı veren, ahid-leşince ahidlerini yerine getirenlerin; sıkıntıda, hastalıkta ve savaşın kızıştı­ğı zamanlarda sabredenlerin yaptığı­dır. Sâdık olanlar işte bunlardır. İşte takva sahibi olanlar da ancak bunlar­dır.



Nüzul Sebebi


Abdürrezzak'ın Katade'den rivayetine göre Yahudiler Batı'ya doğru, Hristi-yanlar da doğuya doğru ibadet ediyorlardı. Bunun üzerine Yüce Allah'ın, 'Yüz­lerinizi doğuya ve batıya doğru döndürmeniz birr değildir." ayeti nazil oldu. [23]

Taberî ve İbnül-Münzir de Katade'den şöyle dediğini rivayet etmektedir­ler: Bize nakledildiğine göre bir adam Peygamber (s.a.)'e birr'in mahiyeti hak­kında soru sordu. Bunun üzerine Yüce Allah da şu: 'Yüzlerinizi doğuya ve batı­ya döndürmeniz birr değildir." ayet-i kerimesini indirdi. Hz. Peygamber o so­ruyu soran adamı çağırıp bu ayeti ona okudu. Allah'ın farzettiği hükümler gel­meden önce bir kimse Allah'tan başka ilah olmadığına, Muhammed'in de Al­lah'ın kulu ve rasulü olduğuna şehadet getirir de bu hal üzere ölür ise ahirette kurtuluşa ereceği ümid edilirdi. Bunun üzerine Yüce Allah, 'Yüzlerinizi doğu­ya ve batıya döndürmeniz birr değildir..." ayetini indirdi. Yahudiler Batı tarafı­na, Hristiyanlar ise doğu tarafına yöneliyorlardı. [24]



Açıklaması


Kıblenin değiştirilmesi, çeşitli din mensubu kimseler arasında büyük bir fitnenin ortaya çıkmasına sebep olmuştu. Her bir kesim bizzat kendisinin yö­neldiği kıbleden başka bir tarafa kılanan namazın sahih olmadığı görüşünde idi. Bu şekilde müslümanlar ile Kitap Ehli arasındaki ayrılık oldukça şiddetlendi. Kitap Ehli olan kimseler namazın kıblelerine doğru yönelinerek kılınma­sı görüşünde idiler. Bu kıble bazı peygamberlerin de kıblesi idi. Müslümanlar ise peygamberlerin atası İbrahim (a.s.)'in kıblesi olan Mescid-i Haram'a yöne-linmedikçe hiç bir namazın kabul olunmayacağını ve Allah'ın o kılınan namaz­dan razı olmayacağını ileri sürdüler.

Şanı Yüce Allah, bütün insanlara yüzü mücerred olarak doğuya ve batıya çevirmenin bizatihi maksad olarak gözetilen birr'in kendisi olmadığını, bunun tek başına salih bir amel sayılamayacağını, asıl gerçek birr'in başka bir şey ol­duğunu açıklamaktadır. Gerçek birr, Allah'a, rasulüne kitaplarına, melekleri­ne, ahiret gününe, kalpten, samimi, eksiksiz ve salih amel ile birlikte bir iman idi. İşte insanın ruhunu Yüce Allah'a karşı haşyet ile dolduran iman, gizli ve açıkta O'nun gözetimi altında olduğu duygusunu uyandıran iman budur. Bu iman insanın nefsi ile şeytanın ayağı kaydına zeminlerine karşı güçlü bir ko­ruyucu, bir engel olur. Bu imanın sahibi hata işlediği takdirde samimi olarak hemen tevbeye yönelir.

Buna göre birr, gerçek, eksiksiz, bütün itikad esaslarını kapsayan bir imandır. Birrin esası Allah'a tek bir ilah olarak, O'na hiç bir kimseyi ortak koş-maksızm ve O'ndan başka bir mabud tanımaksızın iman etmektir. İşte kişinin nefsine güç, kuvvet ve üstünlük şuurunu veren bu imandır. Çünkü bu imana sahip olan bir kimse artık bundan sonra bu varlık aleminde herhangi bir insa­na boyun eğmez, herhangi bir kimsenin yasama yetkisine sahip olduğunu ka­bul etmez, aksine yasalar koymayı, teşrî'de bulunmayı yalnızca Allah'a ait bir hak olarak bilir. Kalplere huzur veren, ruhları sükûna erdiren iman budur. Bu iman sayesinde herhangi bir nimet dolayısıyla nefisler şımarmaz. Herhangi bir musibet dolayısıyla da ümitsizliğe kapılmaz. Nitekim Yüce Allah şöyle buyur­maktadır: "İşte bunlar, iman edenlerdir, gönülleri Allah'ı zikretmek ile huzura kavuşanlardır. Şunu biliniz ki kalpler ancak Allah'ı zikretmekle huzur ve sü­kûn bulur." (Ra'â, 13/28).

Ebu Hayyân şöyle diyor: Biri1, manevi bir özelliktir. O bakımdan Yüce Al­lah'ın, "Fakat birr Allah'a... iman edenin..." buyruğu ile ancak birr sahibi, yeni birrde bulunan kimseler kastedilebilir.

Ahiret gününe imanın birr olmasına gelince: Bu imana sahip olan bir kim­se sevabı, cezayı, hesaba çekilmeyi, amellerinin Allah'ın huzurunda arz edilme­sini kabul ve ikrar eder. Bu ise daha fazla salih amel işlemesi ve kötü ve çirkin fiillerden uzak durması neticesini doğurur.

Meleklere iman: Melekler nurânî varlıklardır, onların pek çok görevleri vardır. Bütün fiilleri itaattir. Kendilerine verdiği emirlerde Allah'a karşı gel­mezler, emrolunduklannı yaparlar. Onlardan kimisi vahiy taşıyıcısıdır, kimisi Cennet veya Cehennem üzerinde görevlidir, kimisi rüzgârlar ve yağmurlar ile görevlidir, kimisi arş'm koruyucularıdır, kimisi de ruhları kabzeder.

Meleklere iman, vahye nübüvvete, ahiret gününe imanın asli bir unsuru­dur. Cebrail (a.s.), vahiy emanetini üstlenmiştir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onu emin olan ruh senin kalbine indirdi ki, sen de korkutucu­lardan olasın. Apaçık bir Arapça ile." (Şuarâ, 26/193-195); "O gecede melekler ve ruh Rablerinin izniyle her bir iş için iner de iner." (Kadr, 97/4).

Semavi kitaplara (Zebur, Tevrat, İncil ve Kur'an'a), önceki peygamberlere indirilen sahifelere iman ise; ayırım gözetmeksizin hepsine imanı onlarda yer alan emirlere uymayı, onlarda yer alan yasaklardan sakınmayı gerektirir. Ayrı­ca bu Kur'an-ı Kerim'in bütün muhtevasına bağlı kalmayı da gerekli kılar. Çünkü Kur'an-ı Kerim hem kendisinden önceki kitapları tasdik etmek, hem de onlar üzerinde hüküm belirtmek üzere gelmiştir.

Birbirleri arasında ayırım gözetmeksizin bütün peygamberlere iman da onların gösterdikleri yol ile hidayet bulmayı, siret ve ahlâklarına uymayı, em­redip yasakladıkları hususlarda onların dedikleri gibi hareket etmeyi gerekti­rir.

Sahih bir imanın nefsi arındırıp güzelleştiren, toplumsal ilişkileri düzenle­yen ve bu ilişkileri sevgi, ülfet, muhabbet, birlik, dayanışma ya da toplumsal dayanışma gibi esaslardan oluşan sağlam bir temel üzerinde yükselten salih amel ile birlikte olması, kaçınılmaz bir şeydir. Aşağıdaki hususlar işte bunun müşahhas ifadesini ortaya koymaktadır. Kişinin gönlünde yer tutan mal sevgi­sine rağmen merhamet, şefkat duygularıyla zor zamanlarında insanlara yar­dımcı olmak kasdıyla aşağıda belirtilen ihtiyaç sahibi insanlara el uzatmak.

İhtiyaç sahibi olan akrabalar, bu sınıfların başında gelir. Kan bağı sebe­biyle durumlarının hemen farkedilmesi ayrıca onların içinde bulundukları şartlardan kişinin madden ve manen kendisinin de etkilenmesi söz konusu ol­duğundan dolayı insanlar arasında iyiliği en çok hak sahibi olanlar bunlardır. Diğer taraftan insanın gerçek mutluluğu ancak çevresiyle birlikte mutluluğu paylaşması ile mümkün olabilir. Akrabaların gözetilmesi aynı zamanda iki he­defi gerçekleştirir: Birisi akrabalık bağını gözetmeyi, diğeri ise sadaka sevabını kazanmayı. Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Müslümanlara verdiğin sa­daka bir sadakadır, akrabana verdiğin sadaka ise iki sadakadır." Resulullah s.a.) ise akrabalık derecesine göre infak etmek yolunu müslümana sıralamış ve şöyle buyurmuştur: "Önce kendinden başla, sonra da geçimlerini sağlamak durumunda olduklarından."

Yetimler: Bunlar babalarını kaybetmiş ve kendilerini koruyup gözetecek kimsesi olmayanlardır. Geçimlerini sağlayabilmesi ve hayatın güçlüklerine gö­ğüs verebilmek eğitim öğrenim meslek kazanma, yahut da bir sanayi dalında çalışmak için ya da başka bir yolla kendilerini bekleyen hayat yolunu katede-bilmek için yardıma büyük ölçüde ihtiyaçları vardır. Hem kendilerinin fert ola­rak kurtulmaları hem de topluma yararlı olabilmeleri ancak bu şekilde olabilir.

Miskinler ve fakirler de gözetilme hususunda önceliklidir. Bunlar fakirlik sebebiyle ya hiç bir gelirleri olmayan ya da yeterli gelirleri olmadığından dolayı yardıma ihtiyacı olan kimselerdir. Nitekim fakirlik probleminin çözümü için çalışmak, kalkınmanın ve ilerlemenin temel unsurlarındandır. Çünkü ihtiyaç bazen kişiyi doğru yoldan sapmaya ve suç işlemeye itebilir. O bakımdan bunla­ra destek olmak, bunlara yardımcı olmak herkesin menfaatinin bir gereğidir. Böylelikle bunlar da güç sahibi olabilirler. Çünkü bir toplumun gücü fertlerinin gücünden gelir, toplumun zayıflığı fertlerinin zayıflığındandır.

Yolcular: Yolculuğu esnasında yahut yolda giderken ülkesine ulaşmak im­kanını kaybeden kimsedir. Böyle bir kimseye yardımcı olup onu gözetmek, bel­desine dönünceye kadar diğer müslümanlann bir görevidir. Ona (Kur"an-ı Ke-rim'in tabiri ile): "Yol oğlu" denilmesinin sebebi, yabancı olması ve adeta yolun dışında annesi ve babası yokmuşçasına bir durumda bulunması dolayısıyladır.

İleri derecedeki ihtiyaç dolayısıyla insanlardan malî yardım isteyen dilen­ciler: Dilenmenin edebi, ısrar olmaksızın ve iffetli bir şekilde yapılmasıdır. Ni­tekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "İffetli davranmalarından dolayı bil­meyen onları zengin zanneder." (Bakara, 2/273). Zengine ve bu konuda sabit olan hadis-i şerifte belirtildiği gibi çalışabilecek gücü olan kimseye sadaka he­lâl değildir. Böyle bir kimsenin izzetini koruyacak bir iş bulması görevi olduğu gibi devletin de ona bir iş sağlaması -erkek veya kadın olsun- görevidir.

Köleler: Yani köle olanlara hürriyetlerini elde etmek için yardımcı olmak. Esirlere de fidye verebilmeleri için mal ile destek vermek demektir. Çünkü kö­lelik ve esirlik bir kulluktur, zillettir, hürriyetin gaspedilmesidir. Din ise insan­ları azad etmeye, insanları özgürleştirmeye yönelik bir arzuya sahiptir. Mal vermek suretiyle maddi yollarla; makam, aracılık, güzel bir şefaatta bulunmak gibi manevi yollarla kölelik boyunduruğundan kurtarmayı ve savaş sonucu esir düşenleri karşılıklı değişim ve fidye ödemek suretiyle hürriyete kavuşturmayı hedefler.

Namazı dosdoğru kılmak da birr kapsamı içerisindedir. Yani hüküm ve şartları eksiksiz yapmak ile birlikte kalbin huzuru, okunan Kur'an-ı Kerim ve yapılan zikirlerin anlamı üzerinde tefekkür, ibadet edilen mutlak ilahın aza­metini hatırına getirmek, sert ölçülere göre huşu ve itminan duymak suretiyle en doğru ve güzel şekliyle namazı eda etmek demektir. Namaz, meşru olan şek­le göre eda edildiği takdirde, etkileri kendisini gösterir. Nefis arınıp güzelleşir, ahlâkı faziletlere alışkanlık kazanır, adi ve süflî şeylerden uzaklaşır. Nefis ar­tık herhangi bir hayasızlık veya bir münker işlemez. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak namaz hayasızlıktan ve münkerden alıkoyan" (An-kebut, 29/45).

Zekâtı vermek de binin hasletleri arasında yer alır. "Sadakalar ancak Al­lah'tan bir farz olarak fakirlere, miskinlere... dır." (Tevbe, 9/60) ayetinde sözü geçen hak sahiplerine farz olan zekâtı vermektir. Dikkat edilecek olursa Kur'an-ı Kerim'de namazın zekât ile birlikte olmadan söz konusu edildiği yer­ler oldukça azdır. Çünkü namaz, ruhu arındırıp temizlerken zekât da malı te­mizler, arındırır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Sen onların malla­rından kendisi ile onları arındırıp temizleyeceğin bir sadaka (zekât) al!" (Tev­be, 9/103). Malın alınacak zekât miktarı ile bunun türleri ise sünnet-i nebeviy-yede açıklanmıştır.

Verilen ahde bağlılık da birr kapsamına girer. Bu, ister dinleyip itaat et-nek suretiyle Allah'ın ahdine bağlı kalmak şeklinde olsun, isterse de akitlere, sözlere ve antlaşmalara -dinin emirlerine muhalif olmadığı sürece- bağlı kal­mak suretiyle insanlara verilen ahidlere bağlı kalmak şeklinde olsun. Masiyet yolunda olduğu takdirde ahde vefa göstermek gerekmez. Ahde bağlılık sahih imanın alametlerinden, ahdi bozmak ise hadis-i şerifte de belirtildiği gibi mü­nafıklığın alametlerindendir: "Münafıkın alameti üçtür: Konuştuğunda yalan aıyler, söz verdiğinde sözünde durmaz, ona emanet verildiğinde hainlik eder." insanlar sorumluluklarım, taahhütlerini yerine getirmekte gevşek davrandık­ları takdirde aralarında güven kaybolur. Şaşkınlık, huzursuzluk ve çalkantı içerisinde yaşarlar. Bu ise onları değişik şekillerde akidlerini sağlamlaştırıp r-eîgelendirmeye, akdin bozulmasından ve hainlikten kendilerini koruma yolla-rmı aramaya iter.

Darlık ve fakirlik zamanlarında hastalık gibi sıkıntılarda akrabaları gö­zetmek; malını, çoluk çocuğunu kaybetmek gibi sıkıntılı zamanlarda, düşman­la savaş alanında karşılaşmak gibi çetin zamanlarda sabretmek de binin ve imanın kapsamı içerisindedir. Çünkü sabır imanın yarısıdır. Zira sabır, Al­lah'ın kaza ve kaderine rızayı gösterir. Allah'tan ecri beklemenin belirtisidir. Cıhad esnasında dinin zafere kavuşması için gayret göstermek ve bu üç du­rumda sabır göstermek eksiksiz imanın belirtisidir. Sahih hadis-i şerifte varid dduğuna göre savaş alanından kaçmak, yedi büyük günahtan bir tanesidir.

İşte sözü geçen bu birr'in hasletlerine sahip olanlar, bunlarla nitelenenler imanlarında sâdık olan, doğru olan kimseler ve gerçek manada takva sahibi ilanlardır. Onlar masiyetlerden uzak kalmak suretiyle Allah'ın gazabından ko­runmuş, ahiret yurdunda da Allah'ın rızasını ve sevabını elde ederek umdukla­rına kavuşmuş olurlar. Gerçek şu ki bu ayet-i kerime gereğince amel eden bir kimsenin imanı kemal bulmuş demektir. [25]



Malın İnfak Edilmesinin İki Şekli:


Malın infakının ilk şekli farz zekât şeklinde oluşudur. Bu, malı özel bir keyfiyet üzere belli bir miktarda vermektir, diğeri ise mutlak olarak zekât şek­linde. Bu ise belli bir miktar ile kayıtlı olmaksızın, nisaba malik olmak sınırı da söz konusu olmadan malı vermektir. Bunun yerine bu miktara dair kayıt getirip sınır koymayı ümmetin ve fertlerinin durumuna bırakmak söz konusu­dur. İşte mal bu iki şekliyle verildiği takdirde bizler fakirlik problemini orta­dan kaldırır ve İslâm'ın sosyal dayanışmadan gözettiği maksadı gerçekleştir­miş oluruz. O vakit azgın kapitalizmin zararlarını gidermek maksadıyla sosya­list ilkeleri ithal etmeye ihtiyaç duymaz, zorla ve bedel vermeksizin mülkiyet sahiplerinin elinden mülklerini zorla almak esasları üzerinde yükselmeyen, makul ve orta bir çözüme ulaşma imkânını buluruz. Bu çözüm baskı uygula­mak, yerine zenginlerle fakirler arasında sevgi, karşılıklı iyi duygulara dayalı ilişkileri korumanın ve ilişkileri sürdürmenin yollarını arar. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah'ın lütfundan kendilerine verdiği şeylerde cimrilik göste­renler sanmasınlar ki o, haklarında hayırlıdır. Aksine o, onlar için bir serdir. Cimrilik ettikleri şey Kıyamet günü boyunlarına bir halka olacaktır. Göklerin ve yerin mirası Allah'ındır, Allah yaptıklarınızdan haberdardır." (Âl-i İmran, 3/180). Yani bunlar cimriliğin kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Bi­lakis o cimrilik, onlar için bir kötülüktür.

Yoksullara bir şeyler vermeye gelince; dilencilik yapmayan kimselere yok­sul (miskin) denilir. Dilencilik yapanlar ise kendilerini açığa vurmuş olurlar. Resulullah (s.a.) da sahih bir rivayete göre şöyle buyurmuştur: "Miskîn (yoksul) bir ve iki lokmanın, bir ve iki hurmanın geri çevirdiği kimse değildir. Fakat miskîn, kendisini ihtiyaçtan kurtaracak bir varlığı bulamayan ve farkına varı-lamayıp da kendisine tasaddukta bulunulmayan kimsedir." Köleler hakkında Malik ve Şafiî'ye göre onlar Allahü Teâlâ'ya yakınlaştırıcı bir ibadet olmak üze­re azad edilecek kimselerdir. Ebu Hanife ise; buradaki kölelerden kasıt, efendi-leriyle kitabet akdi yapmış olanlardır. Kölelikten kurtulmak uğrunda bunlara yardımcı olunur, demektedir.

Ayet-i kerimede birr'in niteliklerine sahip olan kimselere Yüce Allah'ın tevcih ettiği belirgin niteliklere gelince, "sâdık olanlar işte bunlardır, takva sa­hibi olanlar da işte bunlardır." Böylelikle Yüce Allah onları işlerinden ve bunla­rı yerine getirmek hususunda doğrulukla, takva ile nitelendirmekte, din husu­sunda onların ciddi ve gayretli olduklarını belirtmektedir ki, bu da yapılacak övgünün nihai derecesidir.[26]



Kısasın Meşruiyeti Ve Hikmeti


178- Ey iman edenler! Öldürülenler hakkında üzerinize kısas yazıldı. Hür, hür olana; köle, köle olana; dişi, dişi olana (karşılık) kısas olunur. Fakat ki­me kardeşi tarafından cüz'i bir şey af olunursa, örfe uymak ve ona güzellikle ödemek gerekir. Bu Rabbinizden bir hafifletme ve bir esirgemedir. Artık kim bundan sonra tecavüzde bulunur­sa onun için pek acıklı bir azab vardır.

179- Ey olgun akıl sahipleri! Kısasta si­zin için bir hayat vardır. Olur ki sakı­nırsınız.



Nüzul Sebebi


Bu 178. ayetin nüzul sebebi ile ilgili olarak iki rivayet vardır.[27] Katâde, eş-Şa'bî ve tabiînden bir gruptan rivayet edildiğine göre cahiliye halkı hem haddi aşan kimseler idiler, hem de şeytana itaat ederlerdi. Eğer bir kabile sayı­ca çok ve güçlü ise, başka bir kavmin kölesi bu güçlülerin bir kölesini öldürdü­ğü taktirde; biz bunun karşılığında mutlaka hür olan bir kimseyi öldüreceğiz, başkasını kabul etmeyiz, derlerdi. Bunu kendilerini üstün ve güçlü görerek söylüyorlardı. Onlardan bir kadın öldürüldüğü vakit de, Biz bu kadının karşı­lığında mutlaka bir erkek öldüreceğiz, diyorlardı. Bunun üzerine Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi indirerek, kölenin köleye karşılık olduğun, dişinin dişiye karşı­lık olduğunu haber vermekte ve haddi aşmalarını yasaklamaktadır.

Daha sonra Yüce Allah Maide suresinde, "Biz onda onların üzerine şunu yazdık: Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş, yaralarda birbirine kısastır..." (Maide, 5/45).

es-Süddî'den rivayete göre o, bu ayet-i kerime hakkında şöyle demiş: Arap­lardan biri müslüman, diğeri kendileriyle anlaşma yapılan iki ayrı dine men­sup iki grup, Araplar arasında görülegelen bir sebep dolayısıyla çarpıştılar. Peygamber (s.a.) aralarında sulh yaptı. Bu çarpışma esnasında hür kimseler, köleler ve kadınlar da öldürülmüş idi. Hz. Peygamber hür kimsenin hür diyeti­ni köle kimsenin köle diyetini, dişi kimsenin de dişi diyetini ödemesi esası üze­re aralarında sulh yaptı. Böylelikle onlardan kimisini kimisinden kısas etti. Bu ayet-i kerime onun verdiği hükmü teyid etmek üzere nazil oldu. [28]



Açıklaması


İslâm'dan önce katil çeşitli şekillerde cezalandırılıyor idi. Yahudilerde kı­sas, Hristiyanlarda diyet, cahiliye dönemi Araplarında ise intikam alma alışkanlığı yaygın idi. Katilden başkası öldürülüyor, kimi zaman kabile başkanını veya katilin kabilesinden birden çok kişiyi öldürüyorlardı. Hatta bir kişiye kar­şılık on kişi, dişiye karşılık bir erkek, köleye karşılık bir hür istedikleri de olu­yordu.

Daha sonra İslâm, adalet ve eşitlik ilkesini belirleyerek kısas cezasını ön­gördü. Çünkü bu ceza insanları öldürme suçundan alıkoyar. Yaşadığımız bu çağ­da da bu ceza suçu engelleyicidir, caydırıcıdır. Çünkü hapis, kan dökücü suçlula­rı o kadar fazla suçtan alıkoyamamaktadır. Yüce Allah'ın yasaması ise en âdil, en hikmetli ve sağlam ve en doğru olandır. Çünkü Yüce Allah insanların neler ile ıslah olacaklarını, kendi yarattığı ümmetleri ve kavimleri neyin terbiye ettiği­ni en iyi bilendir. Şeriat kısas yerine diyet almayı da mubah kılmıştır.

Ayet-i kerimenin anlamı şudur: Ey iman edenler! Öldürülenler dolayısıyla üzerinize kısas farz kılındı. O bakımdan katile maktule yaptığının misliyle kı­sas uygulayınız. Birbirinize karşı haddi aşmayınız. O bakımdan hür kişiye kar­şılık hür, köleye karşılık köle, dişiye karşılık dişi yani misli misline olmak üze­re öldürülür. Daha önce aranızda yer etmiş bulunan zulmü bırakınız. Hür kar­şılığında birden fazla kişi, köle karşılığında bir hür, öldürülen kadın karşılığın­da erkek öldürmeyiniz. Sünnet-i Seniyye ise dişi karşılığında erkeğin öldürüle­ceğini, köle karşılığında ise -efendisi olmaması şartıyla- hür'ün öldürüleceğini açıklamıştır.

Kısasta adalet, istenen bir şeydir, eşitlik de kısasta bir şarttır. O halde sa­yıca az kişi karşılığında pek çok kimse, köleler karşılığında efendi öldürülme-melidir. Öldürme katile münhasır olmalıdır. Kabilenin diğer fertlerine yahut akraba veya aşiretine kadar iş götürülmemelidir.

Öldüren ölenin velisi olan din kardeşi tarafından affedilecek olursa, ister­se bu affeden maktulün velilerinden tek kişi olsun -ki bu veliler varlığı ile güç kazanan ve onu kaybettikleri için üzülen asabesidirler- ve bu af kısastan vaz­geçip diyeti istemek şeklinde ise, affedenin ve başkasının sıkmadan, sıkıntıya sokmadan, azarlamadan diyet talebini güzelce yapması gerekir. Bu ödemeyi yapacak olanın da savsaklamadan, ertelemeden ödemesi gerekir. Aynı şekilde diyetin affedilmesi de caizdir. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onla-ın sadaka olarak bağışlamış olmaları hali müstesna, akrabasına teslim edile­cek bir diyet vermesi gerekir." (Nisa, 4/92).

İşte bizim teşrî' ettiğimiz diyet karşılığında veya diyetsiz olarak katili af­fetmek şeklindeki hüküm, Rabbinizden bir hafifletme, bir kolaylık, bir ruhsat ve sizin için bir rahmettir. Hayatta bırakmak ve kanları dökmemekten daha üstün bir rahmet olabilir mi? Yahudilerde diyet almak meşru değildi. Maktu­lün velilerinin kısastan başka bir seçenekleri yoktu. Diyet aldıktan sonra kim haddi aşıp katili öldürse veya bizim yaptığımız teşrii aşarak cahiliye adetlerine geri dönecek olursa, Kıyamet gününde onun için oldukça acıklı bir azab vardır. Buna göre affetmek suretiyle hükmün hafifletilmesi her iki şekliyle de ortada­dır. Çünkü Tevrat mensupları için kısas, İncil mensupları için ise diyetsiz ola­rak affetmek söz konusudur.

Kısasın hikmeti şudur: Kısas toplumun istikrarlı ve rahat bir hayata sa­hip olmasına yardımcı olur. Öldürme suçunun işlenmesine caydırıcı bir engel teşkil eder. Çünkü başkasını öldürdüğü takdirde, ona karşılık öldürüleceğini bilen kimse öldürmekten uzak durur. Böylelikle kısas, birisi katilin hayatı, di­ğeri maktulün hayatı olmak üzere iki hayatı koruma altına almış olur. Nitekim kısas anarşinin, haddi aşmanın ve öldürmelerde zulmün yayılmasını engeller, suçu mümkün olan en dar çerçeveye sıkıştırıp bırakır, ayrıca maktulün velisi olan kişiyi, acı çekeni rahatlatır, gönlündeki kin ateşini intikam duygusunu söndürün*. İbni Kesîr der ki: Yüce Allah'ın buyruğunun anlamı şudur: Katilin öldürülmesi demek olan kısasın, sizin için şeriat olarak tespit edilmesinde bü­yük bir hikmet vardır. Bu ise toplumda yaşama hakkının korunmasıdır. Çünkü katil öldürüleceğini bildiği takdirde bu işinden uzak durur.

Yaşama hakkının kutsal olduğunu takdir edebilen kişi kısas hükmünün sırrını ve onun gerçekleştirdiği genel ve özel maslahat ve menfaatleri de anla­yabilir. İnsanların bu hükümdeki hikmeti idrak etmeleri ve şerl hükümlerin inceliklerini iyice kavramaları gerekir. Bundan dolayı ancak akıl sahibi olanlar bunu kavrar. Akıllılar kısasın hayatı korumaya sebep olduğunu kavradıkları takdirde [29] ve doğru insanları da öldürme suçundan sakındırmaları halinde öl­dürmeden korunmuş ve kısastan yana da esenliğe kavuşmuş olurlar. Buna gö­re bu buyrukta: "Korurlasınız" buyruğundan kasıt, öldürmeden sakınasınız, konmasınız, böylelikle kısastan yana da esenliğe kavuşasmız, demektir. Çün­kü akıllı kimse hayatta kalmaya gayret ve çaba harcar, kısasın uygulanmasın­dan kendisini korumaya çalışır.

Aklındaki bir bulanıklık ve nefsinin nevasına tabi olanlar dışında belagat alimleri: "Kısasta sizin için bir hayat vardır." ibaresinin Arap edebiyatçılarının söylediği: "Öldürme, öldürmeyi daha çok ortadan kaldınr." şeklindeki ifadele­rinden daha beliğ, daha sağlam, daha fasih, daha özlü ve maksadı daha iyi ifa­de ettiğinde görüş birliğindedirler. Çünkü kısasta hayatın korunması söz konu­sudur. Öldürme ise bazen zulüm olabilir, o bakımdan bu öldürme, peşisıra bir başka öldürmeye sebep teşkil edebilir. Öldürmenin öldürmeyi ortadan kaldıra­bilmesi ancak âdil olabilmesi halinde söz konusudur. Kısas ise bir cezadır; o ba­kımdan o daima adaleti gözetir. Çünkü kısas yapılmasına dair hakimin hük­mü, ancak katilin suçunu ispatlamak için gerekli bütün belgelerin bulunma­sından sonra söz konusu olabilir. O bakımdan öldürmeyi gerçek anlamıyla or­tadan kaldırabilen kısasın kendisidir. Kur"an-ı Kerim'in bu ayeti kısası, toplu­mun hayatiyetine sebep olarak göstermektedir. Çünkü kısas misilleme, adalet ve eşitlik esası üzerine yükselir. Yerindeki bir ceza ise adaletin gerçekleşmesi­dir. Cahiliye dönemine ait aktardığımız o söz ise, öldürmeyi hayatın sebebi ola­rak tespit etmektedir. Diğer taraftan bu sözde "öldürme" lafzı tekrar edilmektedir. Ayet-i kerimede ise lafız tekrarı söz konusu değildir. Arapça bu deyimin şu şekilde tashih edilmesi mümkündür: Kısas yoluyla öldürme, zulmen öldür­meyi daha bir ortadan kaldırıcıdır.

Kısacası, öldürme, öldürmenin ortadan kaldırılmasına sebeptir; şeklindeki ifadenin zahirinin doğru olması imkansızdır. Kısas ise hayata sebeptir. Haksız­ca öldürmek de bir öldürmedir, bununla birlikte öldürmeyi ortadan kaldırıcı değildir, bilakis öldürmeyi daha bir gerektiriridir. [30]



Farz Olan Vasiyet


180- Sizden birine ölüm gelip çattığı zaman -eğer bir hayır bırakacaksa- an­neye, babaya ve yakın akrabaya maruf bir şekilde vasiyette bulunmak takva sahipleri üzerine bir hak olarak yazıl­dı.

181- Artık kim bunu işittikten sonra onu değiştirirse, onun günahı ancak onu değiştirenlerin üzerinedir. Mu­hakkak ki Allah Semî'dir, Alîm'dir.

182- Her kim vasiyet edenin hataya meylinden yahut günahkâr olacağın­dan korkar da aralarını bulursa, ona da hiç bir günah yoktur. Şüphesiz ki Allah Gafûr'dur, Rahîm'dir.



Açıklaması


Bu ayetler, ölümün emare ve alametlerinin ortaya çıkması halinde ölüm­den sonraki birr ve hayır amellerinden bir tanesi olan vasiyyeti bütün insanla­ra genel olarak hatırlatmaktadır. Şanı Yüce Allah ölümün bir çeşidi olarak kı­sası zikrettikten sonra, bu hatırlatmada bulunmaktadır. Hitab herkese yöne­liktir. Çünkü ümmet birbiriyle dayanışma halinde olmalıdır. Onların tümüne fertlerden istenen şeyler belirtilerek hitab edilir. O bakımdan ayetin önceki buyruklarla ilişkisi gayet açıktır. Şöyle ki: Yüce Allah kısas halinde öldürmeyi ve diyeti söz konusu ettikten sonra, vasiyyete dikkat çekmekte ve bunu da Yü­ce Allah'ın kullarının üzerine yazdıkları cümlesinden olduğunu beyan etmekte­dir ki; herkes buna dikkat etsin, ansızın ölüm gelip çatmadan önce vasiyette bulunsun ve böylelikle vasiyetsiz olarak ölmesin.

Ey müminler! Ölüm ile sonuçlanacağından korkulan hastalık ve buna ben­zer ölümün alametleri ortaya çıktığı takdirde, kişinin mirasçılarına çokça mal bırakacağı durumda, anne babaya ve akrabaya bu malın bir kısmını adil bir şe­kilde vasiyette bulunması farz kılınmıştır. Bu adaletle yapılacak olan vasiyet, makul bir ölçüde olmalıdır. Terikenin üçte biri sınırları içerisinde olmalı, zen­ginliği dolayısıyla zengine vasiyette üstünlük tanınmamalı. Zaruret söz konusu olmadıkça vasiyette haksızlığa yönelmemeli. Meselâ, kazanmaktan yana aciz olmak yahut ilimle uğraşmak veya küçüklük bu konuda ayrıcalık için bir sebep olabilir. Ancak adaletsizlik, mirasçılar arasında kin, buğz ve anlaşmazlığa se­bep teşkil eder. Anne ve baba kâfir olsalar dahi, çocuğun onların kalplerini İsla­ma ısmdırabilmek için vasiyyete bulunma imkânı vardır. Çünkü onlara iyilikte bulunmak, genel olarak istenmiş bir husustur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyur­maktadır: "Biz insana anasına, babasına iyilikte bulunmasını tavsiye ettik. Eğer onlar senin bilmediğin bir şeyi bana ortak koşman için seni zorlarlarsa onlara itaat etme." (Ankebût, 29/8); "Eğer onlar senin bilmediğin şeyi bana ortak koş­man için seni zorlarlarsa sen de onlara itaat etme. Bununla beraber onlarla dünyada iyi geçin." (Lokman, 31/15). Yüce Allah'ın, "Maruf bir şekilde" buyru­ğundan kasıt, az da olmayan haksızlığı da bulunmayan adil bir şekilde demek­tir ki; bu da Şer"an terikenin üçte bir ve daha az miktarı ile sınırlandırılmıştır.

Allah bu şekilde bir vasiyette bulunmayı Allah'tan korkan, O'nun Ki-tab'ına iman eden kimseler üzerine bir hak olarak vacib kılmıştır. Onu işittik­ten sonra şahid veya vasi tarafından yapılan vasiyette kim değişiklik yaparsa, şliphe yok ki böyle bir değişiklik yapmanın günahı ona aittir. Vasiyette bulu­nan bundan sorumlu değildir, Rabbi katında onun için ecir sabit olmuştur.

Değiştirme ya vasiyeti bildikten sonra inkar etmekle veya onda eksiklik yapmakla olur.

Halbuki Yüce Allah değişiklik yapanların da vasiyette bulunanların da söylediklerini işitendir. Onların niyetlerini ve her türlü işi de bilendir. Bu onlar için oldukça ağır bir tehdittir. O bakımdan bunun cezasından sakınmalısınız.

Daha sonra değiştirmenin günahından, arayı düzeltme ve öğüt verme hal­leri istisna edilmiştir. Bu da şöyle olur: Vasiyette bulunan kimse yaptığı vasiye­tinde şeriatın ve adaletin gösterdiği yoldan hata yoluyla ya da kasten çıktığını görürse kendisi ile lehine vasiyette bulunduğu ya da mirasçılar ile lehine vasi­yette bulunduğu kimseler arasındaki ilişkiyi yeniden düzenleme hakkına sa­hiptir. Yani vasiyeti adil ölçülere döndürmek, şer'an vasiyet için tesbit edilen miktar çerçevesinde tutmak hakkına sahiptir. Böyle bir değişiklikten dolayı onun için günah söz konusu değildir. Çünkü bu haklı olarak yapılmıştır ve onun için bundan dolayı bir günah yoktur. Allah ıslah etmek kastıyla değişik­lik yapan kimselere Ğafûr'dur ve Rahîm'dir.

"Hayır" kelimesiyle kastedilene gelince; ilim adamları, hakkında vasiyye-tin farz olduğu malın durumu ile ilgili farklı görüşlere sahiptir. Bunu "çok mal" olduğu söylenmiştir. Nitekim bunu Hz. Aişe validemiz böyle tefsir etmiştir. Bu alimler çoğu ve azı birbirinden ayırdetmenin ölçüsünün ne olduğu hususunda da farklı görüşlere sahiptir. İbni Abbas der ki: "Eğer yediyüz dirhem kadar bı-rakacaksa vasiyet etmez. Sekizyüz dirheme ulaşıyor ise vasiyet eder." Katade: Bin dirhem, demiştir. Hz. Aişe'den nakledildiğine göre adamın birisi ona: Ben vasiyette bulunmak istiyorum, demiş Hz. Aişe: Malın ne kadar? diye sorunca; o: Üç bin dirhem, demiş: Peki geriye bırakacağın kaç kişidir? diye sorunca, Adam: Dört kişi deyince; Hz. Aişe şöyle buyurdu: Yüce Allah buyurdu ki: "Eğer bir hayır bırakacaksa" senin bu bıraktığın miktar ise, önemsiz bir miktardır. Onu ailene bırak; bu daha faziletlidir.

İbni Abbas ve tabiînden bir grubun da söylediği gibi açıkça görülen şu ki: Bundan kasıt, mutlak olarak az ya da çok olsun maldır. Çünkü hayır (mal) adı malm azı hakkında da kullanılabilir. Mesele aslında örfe bağlı bir durumdur. Vasiyette bulunanın takdiri mirasçıların sayısı, geçim şartları ile pahalılık ve ucuzluk gibi hususlara bağlıdır. [31]



Orucun Farz Kılınması


183- Ey iman edenler! Oruç sizden ön­cekilere yazıldığı gibi sizin üzerinize de yazıldı. Takva sahibi olasınız diye.

184- Sayılı günlerde sizden kim hasta veya yolcu olursa o günler sayısınca başka günlerde tutsun. Ona takati yet­meyenler de bir fakir doyurup fidye versinler. Bununla beraber kim fazla­dan hayır yaparsa işte o, onun için da­ha hayırlıdır. Oruç tutmanız sizin hak­kınızda daha hayırlıdır; eğer bilseniz.

185- Ramazan ayı ki Kur'an onda indi­rilmiştir. İnsanları hidayete erdirmek, doğru yolu ve hak ile batılı ayırdeden hükümleri açıklamak üzere (indiril­miştir). Sizden her kim bu aya erişirse orucunu tutsun, kim de hastalanır ve­ya yolculukta olursa, o günler sayısın­ca diğer günlerde (tutsun). Allah size kolaylık diler, güçlük istemez. Ta ki böylece o sayılı günleri tamamlayası-nız, Allah'ı sizi hidayete erdirdiğine karşılık büyük tanıyasınız. Olur ki şükredersiniz.



Nüzul Sebebi


184. ayet-i kerime ile ilgili olarak İbni Sa'd Tabakat'uıda Mücahid'den şöy­le dediğini rivayet etmektedir: Bu ayet-i kerime yani: "Ona takati yetmeyenler de bir fakir doyumu fidye versinler." ayeti benim efendim Kays b. es-Sâib hak­kında nazil olmuştur. Bunun üzerine o da oruç açtı ve her bir gün için bir yok­sula yemek yedirdi. [32]



Açıklaması


Kısas ve vasiyetin açıklanmasından sonra ayet-i kerimeler Şer'î hükümle­ri açıklamaya devam etmektedir. O bakımdan her bir hüküm ile kendisinden sonraki hükmün arasındaki ilişkiyi bilmeye ihtiyaç yoktur.

Allah sizden önce Adem (a.s.) döneminden beri diğer dinlere uyan mümin­lere farz kıldığı gibi, size de orucu farz kılmıştır. Onlara da emre itaat etmeyi gerektiren iman vasfı ile seslenmekte, orucu bütün insanlara farz kılınmış ol­duğunu beyan etmektedir. Böylelikle orucu teşvik etmekte ve zor işler genel bir hal aldığı takdirde, onlara katlanmanın kolaylaştığını, eda edenler onu rahat ve huzur ile yerine getirdiklerini açıklamaktadır. Çünkü bu emir hak, adalet ve eşitlik esası üzere yükselmektedir.

Diğer taraftan oruç nefsi arındırır, Rabbi razı eder. İnsanları gizli ve açık hallerde Allah'tan korkmaya, takvaya hazırlar, iradeyi sağlamlaştırır. Sabrı, zorluklara katlanmayı, hoşuna gitmeyen haller esnasında nefsi dizginlemeyi, arzulan terketmeyi öğretir. Bundan dolayı Resulullah (s.a.): "Oruç sabrın yarı­sıdır." diye buyurmuştur.

Orucun takvaya sebep teşkil etmesi en önemlilerini aşağıdaki kaydettiği­miz değişik şekillerde meydana gelmektedir.

1- Oruç her durumda Yüce Allah'tan korkma duygusunu nefiste besler, ge­liştirir: Çünkü oruç tutan için Rabbinden başka bir gözetleyici yoktur. Aşın de­recede açlık veya susuzluk duyduğu, bir yemeği canı çok çektiği, soğuk bir su istediği vakitte orucunu bozmasından sadece imanı ve Allah korkusu alıkor ve böylece Allah'tan korkma gerçekleşmiş olur. Bütün arzular ona güzel ve süslü gösterilse de kendisi orucun saygınlığını çiğnemekten korkarak bütün bunların üstüne yükselir ve Allah'tan sakınma ve Rabbinin gözetimi altında olduğunun şuurunu gerçekleştirmiş olur. Heva ve arzular nefse egemen olduğu takdirde o çabucak Allah'ı hatırlar, aradan fazla zaman geçmeden sahih tevbe ile Rabbine döner. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak takva sahipleri şeytandan onlara bir vesvese dokunduğu zaman iyice düşünürler. Bir de bakar­sın ki onlar görüp bilmiş olurlar." (A'râf, 7/205).

Orucun manevî faydalarından bir tanesi de oruç tutanın sadece Allah ka­tında sevap ve ecrini umması, yalnızca Allah rızası için oruç tutmasıdır.

2- Oruç şehvet ve arzunun keskinliğini kırar. Kişi üzerindeki etki ve tasul-lutunu hafifletir. Bunun sonucunda insan itidalini kazanır ve tabii ve normal bir karaktere sahip olur. Nitekim Peygamber (s.a.) evlenmesi mümkün olma­yan kimseler için orucu tavsiye ederken -Kütüb-i Sitte ve İmam Ahmed'in İbni Mesud'dan yaptığı rivayete göre- şöyle buyurmaktadır: "Sizden kim evlenmeye gücü yetmezse oruç tutmaya baksın. Çünkü oruç onu keser" Yani oruç, tıpkı şehveti zayıflatan hayaların burulması mesabesindedir. Yine Hz. Peygamber Nesaî'nin Muaz'dan (r.a) yaptığı rivayete göre: "Oruç bir kalkandır." diye bu­yurmaktadır. Yani masiyetlerden bir koruyucudur.

3- Oruç kişiyi hassas ve duyarlı yapar. Şefkat ve merhamet hislerini kuv­vetlendirir. Çünkü kişi acıktığı vakit yiyecek bir şey bulamayan yoksulları ha­tırlar, bu ise o kimseyi onları gözetmeye iter. Bu ise Yüce Allah'ın, "Kendi ara­larında merhametlidirler." (Feth, 48/29) diye söz konusu ettiği müminlerin ni-teliklerindendir.

4- Oruç ile zenginlerle fakirler, eşraf ile avam arasında, aynı farz aynı şartlarla eda edildiği için, eşitliğin anlamını gerçekleştirir. Bu ise bir önceki durumda olduğu gibi orucun toplumsal faydalarındandır.

5- Maişeti sağlamakta ve iradeyi dizginlemek hususunda sahur ve iftar dönemleri arasında gerekli düzene bünyesini alıştırır ve orucun adabına bağlı kalındığı takdirde kişinin rızkı artar ve iktisatlı yaşamayı öğrenir.

6- İnsanın bünyesini yeniler, sağlığına katkıda bulunur, vücudu zararlı yağlanmalardan korur, adaleleri rahatlatır, bir işe karar verdiği ve bedeni zevkleri hatırlamak ile kendisini meşgul etmeksizin işine zihnini teksif ettiği vakit hafızayı güçlendirir. Bütün bunlar Peygamber (s.a.)'in, Ebu Nuaym'm et-Tıb' da Ebu Hureyre'den yaptığı şu rivayette topluca ifade edilmektedir: "Oruç tutun, sıhhat bulaşınız." Bu ise adeten insan oruca alışıp orucun başlangıcında­ki ilk dönemlerde görülen bir takım gevşeme hallerine üstünlük sağladıktan sonra yani genelde ilk üç veya dört gün sonra gerçekleşir.

Bedenî, ruhî, sıhhî ve sosyal bütün bu faydaların gerçekleşmesi iftar ve sa­hur yemeklerinde itidali bozmamak şartına dayanır. Aksi takdirde durum tam aksine olur ve insan midesini tıka basa doldurup yemesinde, içmesinde itidali bozacak olur ise iş sıkıntı, zorluk ve zarara dönüşür.

Yine bu gayelerin gerçekleşebilmesi için dilin iffetini koruması, gözün ha­ramdan korunması, gıybet, laf alıp götürüp getirmekten, haram lehivlerden uzak durma şartına bağlıdır. Nitekim Resulullah (s.a.), Yüce Allah'tan (aldığı kudsî) hadiste şöyle buyurmaktadır: "Her kim yalan söz söylemeyi ve gereğince ameli terketmeyecek olur ise onun yemesini ve içmesini bırakmasına Allah muh­taç değildir." [33] Yani Allah için böyle bir şey yapmasına gerek kalmaz. Nice oruç tutan vardır ki o kimsenin orucundan payı sadece açlık ve susuzluktur. Manevi olarak orucu bozan şeylerden uzak durmak, tıpkı maddi şeylerden uzak durmak gibidir.

Oruç sayıca az, muayyen ve sayılı günlerle sınırlıdır. Bu ise bütün sene bo­yunca sadece bir aydır. Ramazan ayı çabucak geçer. Çünkü ramazan günleri mübarektir, hayır ve ihsan ile dolup taşar. Bu İbni Huzeyme'nin Hz. Sel-man'dan rivayet ettiğine göre, Resulullah (s.a.)'ın şu buyruğunda dile getirdiği gibidir: "Bu ayın başı rahmet, ortası mağfiret, sonu ise cehennemden kurtuluş­tur." Yine Hz. Peygamber Taberanî'nin İbni Mesud'dan rivayetine göre şöyle buyurmuştur: "Ramazan ayların efendisidir."; "Eğer ümmetim Ramazandaki hayırı gereği gibi bilseydi senenin tümünün Ramazan olmasını isterlerdi." Bu­nu Taberanî ve başkaları Ebu Mesud el-Gıfarî'den rivayet etmişlerdir.

Sayılı günlerden kasıt, muhakkiklerin (İbni Abbas el-Hüseyn ve Ebu Müs­lim'in) çoğunluğunun görüşüne göre Ramazan ayıdır.

Ramazan ancak gücü yeten, sıhhatli ve mukim olan kimseler hakkında farzdır. Yolcu ve oruç tutması zor olan bir hastalığa yakalanmış kimsenin oruç tutmamaları mubahtır. Bunlar senenin diğer günlerinde tutmadıkları orucu kaza ederler. Çünkü hastalık ve uzun yolculuk -ki bu namazı kısaltmayı mu­bah kılan (89 km.lik) bir mesafedir- bir zorluktur. Zorluk ise kolaylığı getirir. Nitekim Yüce Allah, "Allah size kolaylık diler, güçlük istemez." (Bakara, 2/185) diye buyurmaktadır.

Muteber olan, geçmişte mutad olan bineklerin yürüyüşüdür; günümüzdeki hızlı taşıma ve ulaşım araçları değildir. Bazıları Ahmed, Müslim ve Ebu Da­vud'un Hz. Enes'ten yaptığı rivayet ile amel ederek bu mesafeyi üç mil olarak takdir etmiştir. Hz. Enes dedi ki: Resulullah (s.a.) üç millik veyahut üç fersah­lık [34] bir yola çıktığı takdirde (dört rekattık farz namazları) iki rekat kılardı." Bununla namazı kısalttığını kastediyor. O halde muteber olan böyle bir mesa­feyi katetmektir. Yoksa bu mesafenin kat'edildiği zaman değildir. Hanefiler bu mesafeyi üç gün ile cumhur ise mutedil iki gün ile takdir etmişlerdir ki, bu da 16 veya 18 fersah ve 40 Haşimi mil yol almaktır ki, bu da yaklaşık 89 km'ye eşittir. Şafiî'nin İbni Abbas (r.anhuma)'dan yaptığı rivayet ile amel bunu gerek­tirir. O şöyle der: "Ey Mekkeliler! Sizler Mekke'den İsfahan'a kadar 4 beridden daha kısa mesafede (kî yolculuklarınızda namazı) kısaltmayınız." Berid ise 4 fersahtır.

İmamların çoğunluğu (Malik, Ebu Hanife ve Şafiî) yolcu olanın eğer ona zor gelmeyecek ise, oruç tutmasının daha faziletli olduğunu kabul etmektedir. Ahmed ve Evzaî ise ruhsat ile amel etmek için oruç açmanın daha faziletli ol­duğu görüşündedirler. Yolculuğun başlangıcında yolcunun oruç açmasının caiz olması için cumhurun (Hanbelîlerin dışındakilerin) görüşüne göre yolculuğun fecirden önce olması şarttır. Eğer mukim olan bir kimse oruçlu sabahı edip son­ra yolculuğa çıkarsa, ikamet tarafına ağırlık kazandırarak orucunu açmaz. Çünkü aslolan mukimliktir. Hanbelîler ise bu şartı öngörmektedir. Fakat daha faziletli olan ihtilaftan kurtulmak üzere orucu tutmaktır.

Oldukça yaşlanmış ihtiyar ve müzmin bir hastalığa yakalanmış hasta, sadece çocuklarının zarar görmelerinden korkan hamile ve süt emziren kadın gibi oruç tutması gerçekten zor olan kimseye Şafiî ve Ahmed'in görüşüne göre hem kaza hem de fidye gerekir. Fidye bir yoksula bir yemek yedirmektir. Şayet hamile ve süt emziren kadm hamile olduğu veya emzirdiği çocuğa zarar gelme­si yanısıra kendileri içinde korkarsa, o takdirde tutmadığı oruç için yalnızca kaza etmesi yeterlidir.

Her kim tatavvu (fazladan hayır) da bulunur ve fidyeyi bir günlük yoksula yemek vermekten daha fazla tutarsa bu onun için daha hayırlıdır, sevabı da daha fazladır. Tatavvu' bir günde birden fazla yoksulu doyurmak yahut da ye­dirmesi gereken miktardan fazlasını vermek ya da fidye vermekle birlikte kaza orucu tutmaktır.

Bu mazur görülen kimselerin -şayet zarar görmeyecek iseler- oruç tutma­ları onlar için daha hayırlıdır. Çünkü rivayet edildiğine göre Ebu Ümame, Pey­gamber (s.a.)'e şöyle demiş: Bana senden öğrenip uygulayacağım bir şey emret. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Oruç tutmaya bak, çünkü onun hiç bir benzeri yoktur."

Daha sonra Yüce Mevlâ, bu az sayıdaki günlerin aynı zamanda Kur'an-ı Kerim'in indirilmiş olduğu mübarek Ramazan ayı olduğunu beyan etmektedir. Bu ayda indirilen Kur'an-ı Kerim'in kısım kısım indirilmesi 23 yıl devam et­miştir. Kur'an-ı Kerim insanları Sırat-ı Müstakim'e iletir. Onun ayetleri gayet açıktır, kapalılığı yoktur ve bu apaçık ayetler hak ile batılı birbirinden ayırde-der. Bazıları Kur'an-ı Kerim'in Ramazan ayında nazil olmasını Kadir gecesinde Levh-i Mahfuz'dan dünya semasına indirilmesi şeklinde açıklamışlardır. Kadir gecesi ise Ramazan'da olup bin aydan daha hayırlıdır.

Yüce Allah'ın, "Doğru yolu ve hak ile batılı ayırdeden hükümler" buyruğu­nun Yüce Allah'ın, "İnsanları hidayete erdirmek" buyruğundan sonra irad edilmesindeki hikmet, hidayetin iki tür olduğunu göstermek içindir. Bu hida­yet çeşitlerinden biri akıllı olmak şartıyla sıradan insanların hemen anlaya­cakları şekilde gayet açık ve nettir. Diğer hidayet çeşidi ise ancak belirli kişile­rin idrakine hitap eder. Birincisinin faydası elbette daha büyüktür.

Sizden her kim Ramazan ayına erişir, yahut mukim olup sağlığı yerinde olursa, yolculuk veya hastalık gibi bir mazeret.de yoksa, onun oruç tutması icabeder. Çünkü oruç, İslamın beş rüknünden birisidir. Bu aya erişmeyenlere gelince -her altı ayda bir gece ile gündüzün eşit olduğu kutup bölgelerinde ya­ni Kuzey Kutbunda senenin yarısı gece iken, Güney Kutbunda gündüz olduğu bölgelerde yaşayan kimseler kastedilmektedir- bunların kendilerine en yakın mutedil bölgelerin veya bu oruç hükmünün mekan olarak vukua geldiği Mek­ke ve Medine şehrine göre Ramazan ayına eşit bir süreyi takdir etmeleri gere­kir. Daha sonra Yüce Allah oruç açma ruhsatını herhangi bir kimsenin Yüce Allah'ın, "erişirse orucunu Pufsun" buyruğundan sonra ve orucun meziyet ile önemi açıklandıktan sonra orucun farziyetinin umumi olduğunun zannedilme-mesi için ikinci bir defa daha tekrarlamaktadır. Çünkü yüce Allah teşrf bu­yurduğu bütün hükümlerde -ki özür sahipleri için oruç açmak ruhsatı da bun­larda birisidir- insanlar için kolaylığı ve gerçekleştirme ve zorluğu gidermeyi ister.

Hastalık, yolculuk ve bunlara benzer hallerdeki mazeret sahiplerine ise, oruçlarını kaza etmeyi veya fidye vermeyi emretmektedir. Çünkü Yüce Allah ayın gün sayısının tamamlanmasını, Cenab-ı Hakkın yüceltilmesini, O'nu ta­zim edip bütün nimetlerine karşılık şükretmemizi istemektedir. Azimet ve ruh­sattan her birisinin hakkını vermek de bu nimetlerden birisidir. [35]



Oruca Dair Hükümler


186- Kullarım senden beni sorarlarsa işte ben muhakkak pek yakınım. Bana mut­ onlar da Olur ki doğru yola ulaşırlar.

187- Oruç gecesinde kadınlarınıza yak­laşmak size helal kılındı. Onlar sizin için bir elbise siz de onlar için bir elbi­sesiniz. Allah nefislerinize karşı hain­lik etmekte olduğunuzu bildiği için tevbenizi kabul etti, sizi affetti. Artık onlara yaklaşın ve Allah'ın size takdir ettiğini isteyin. Fecrin beyaz ipliği si­yah ipliğinden tarafınızdan seçilinceye kadar yiyin için, sonra orucu geceye kadar tamamlayın. Mescidlerde itikâf-ta bulunduğunuz zaman kadınlarınıza yaklaşmayın. Bunlar Allah'ın sınırları­dır. Sakın onlara yaklaşmayınız. İşte Allah ayetlerini böylece insanlara açıklar; takva sahibi olsunlar diye.



Nüzul Sebebi


186. ayetin nüzul sebebi ile ilgili olarak İbni Cerîr et-Taberî ve başkaları Muaviye b. Hayde'den, onun babasından, onun da dedesinden şöyle dediğini ri­vayet etmektedirler: Bir bedevi Resulullah (s.a.)'ın yanına gelip şöyle dedi: Rabbimiz yakın mıdır, eğer yakınsa O'na yavaşça dua edelim. Yoksa uzak mı­dır? Eğer uzaksa O'na yüksek sesle seslenelim? Hz. Peygamber sustu. Bunun üzerine: "Kullarım seni benden sorarlarsa..." ayeti nazil oldu. Başka bir takım sebepler de rivayet edilmiştir; bunları "Açıklaması" başlığı altında zikredece­ğiz.

187. ayet-i kerimenin nüzul sebebi ile ilgili olarak da Ahmed, Ebu Davud ve Hakim, Muâz b. Cebel'den şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Önceleri uyumadıkları sürece yer, içer ve hanımlarına yaklaşırlardı. Uyudular mı bun­lardan uzak dururlardı. Daha sonra kendisine Kays b. Sırma denilen En-sar'dan bir adam yatsı namazını kıldı ve sonra yemeden içmeden uyudu. Niha­yet sabah oldu. Sabah olduğunda oldukça bitkin idi. Hz. Ömer de uyuduktan sonra hanımına yaklaşmıştı. Peygamber (s.a.)'in yanma gelip durumunu anla­tınca Yüce Allah, "Oruç gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak... sonra orucu gece­ye kadar tamamlayın." buyruğuna kadar olan bölümü indirdi.

Bu durum şunu göstermektedir: Oruç farz kılındığında her kişi kendisi için daha ihtiyatlı olanı, takvaya daha yakın olanı yapmaya gayret gösteriyor­du. Bu durum, bu ayet nazil oluncaya kadar devam etti.

"Fecrin" kelimesinin ibarede bulunması sebebiyle ilgili olarak Zemahşerî şunları söylemektedir:

Eğer Yüce Allah "Fecrin" buyruğunu zikretmemiş olsaydı "iki ip"in istiare olarak kullanıldığı bilinemezdi. O bakımdan "fecrin" kelimesi ilave edilerek, bu beliğ bir teşbih haline gelmiş ve istiare olmaktan çıkmıştır.

Desen ki: Peki, bu beyana rağmen Adiyy b. Hatim nasıl oldu da işin için­den çıkamadı ve durumunu şöylece dile getirdi: Biri siyah biri beyaz iki ip al­dım. Bunları yastığımın altına koydum. Geceleyin kalkıyor ve bu iplere bakı­yordum. Beyazı siyahtan ayırdedemiyordum. Sabah olduğunda Resulullah (s.a.)'ın yanına gittim. Ona durumu bildirince güldü ve: "Gerçekten senin yastı­ğın oldukça enli imiş." Şöyle dediği de rivayet edilmiştir: "Sen kafası enli (saf­ça) bir kimsesin. Orda kastedilen gündüzün beyazlığı ile gündüzün siyahlığı­dır." Senin bu soruna karşılık cevabım şudur: (Adiyy b. Hatim) oradaki beyana dikkat edememiştir. Bundan dolayı Resulullah (s.a.) kafasının enli olduğunu söylemiştir. Çünkü bu ifade kişinin uyanıklığının ve dikkatinin azlığına delil­dir.

Desen ki: Sehl b. Sa'd es-Saidî'den gelen şu rivayet hakkında ne dersin: Bu ayet-i kerime nazil oldu ve bu arada "fecrin" ifadesi nazil olmadı. O bakım­dan bazıları oruç tutmak istediklerinde onlardan birisi ayağına beyaz ve siyah iplik bağlar. Bu iplikleri birbirinden ayırdedebilene kadar yemesine ve içmesi­ne devam ederdi. Daha sonra "fecrin" buyruğu nazil oldu. Böylelikle bununla gece ile gündüzün kastedildiğini anlamış oldular." [36] Bu durumda beyanın te­hiri nasıl caiz olur? Halbuki bu, bir çeşit abesi andırır, zira bundan muradın ne olduğu anlaşılamamaktadır. Delaleti olmadığından dolayı istiare değildir. "Fec­rin" kelimesi zikredilmeden önce de teşbih de değildir. Buna göre ondan haki­katten başka bir şey anlaşılmaz. Halbuki hakikat kastedilmemektedir.

Derim ki: Beyanın ertelenmesinin caiz olmadığı fukaha ve kelamcıların çoğunluğunun görüşü olup aynı zamanda bu Ebu Ali ile Ebu Haşim'in de görü­şüdür. Bunlara göre bu hadis sahih değildir. Bunu caiz kabul edenler ise, şöyle derler: Bu abes bir iş değildir. Çünkü muhatap bundan hitabın vücubunu anlar ve bundan muradın ne olduğunun açıklanmasını istediği vakit de onu yapma azim ve kararını verir. [37]



Açıklaması


Bu ayet-i kerimeler itaat, ihlas, âdâb, ahkâm, müminleri hidayet ve doğru­luğa hazırlayan Yüce Allah'a dua ile yönelmek gibi, oruç ibadetinde olsun, onun dışında kalan diğer itaatlerde olsun, riayet etmeleri gereken hususları müminle­re öğretmekte, kullara hatırlatmaktadırlar. Ayetlerarası ilişki kurma yönü ile il­gili olarak Kadı Beydavî şunları söylemektedir: Şunu bil ki Yüce Allah müminle­re Ramazan ayı orucunu tutmalarını ve sayıya riayet etmelerini emredip tekbir ve şükür görevlerini yerine getirmeye teşvik etmenin akabinde, hallerinden ha­berdar olduğuna, sözlerini işittiğine, dualarına cevap verdiğine, amellerinin kar­şılıklarını vereceğine delalet eden bu ayet-i kerimeyi irad buyurmakla bu emrini tekid etmekte ve emrini yerine getirmek üzere onları teşvik etmektedir.

Bu ayet-i kerimenin nüzul sebebi hakkında şu da rivayet edilmiştir: Pey­gamber (s.a.); Yüce Allah'a Hayber gazasmda yüksekçe sesle dua ettiklerini işi­tir, onlara şöyle buyurur: "Ey insanlar! Kendinize merhamet ediniz. Sizler ne sa­ğır birisine ne de burada bulunmayan uzaktaki birisine dua ediyorsunuz. Sizler, her şeyi işiten ve her şeyi bilen birisine dua ediyorsunuz. O sizinle beraberdir."

Katade'den gelen rivayete göre de ashab-ı kiram şöyle dedi: Ey Allah'ın peygamberi, Rabbimize nasıl dua edelim? Bunun üzerine Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi inzal buyurdu.

Yine rivayet edildiğine göre: "Ey iman edenler! Oruç... yazıldı." ayet-i keri­mesi nazil olunca, bundan uyuduktan sonra yemek yemenin haram olduğunun kastedildiğini sandılar. Daha sonra yemek yediler, pişman oldular, tevbe etti­ler. Resulullah (s.a.)'a da: Acaba Yüce Allah tevbemizi kabul eder mi? diye sor­dular. Bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu.

Burada "yakın olmak"tan kasıt, mekan itibariyle yakınlık değildir, aksine maksat ilim ile ve duanın kabulünü gerektiren bir yakınlıktır. Selefilerin görü­şüne göre Kur'an-ı Kerim ve sünnette zikredilen Allah'a yakınlık ve O'nun kul-larıyla beraber olması, O'nun yüceliğine ve yüksekte olmasına dair zikredilen­lere aykırı değildir. Şüphesiz O, şanı Yüce Allah her türlü noksanlıktan münez­zehtir, ve O'nun gibi hiç bir şey yoktur.

"Kullarım senden beni sorarlarsa" mealindeki 186. ayet-i kerimenin anla­mı şudur: Yani kullarım sana benim zatım hakkında soru sorarlarsa... Bu da yakınlık veya uzaklık cihetiyledir. De ki: Şüphesiz ben onlara çok yakınım. Ya­ni onların durumlarını bilir, sözlerini işitir, amellerini görürüm. Bu ayette kas­tedilen yakınlık ile benzeri bir diğer ayette kastedilen yakınlık aynıdır: "Ve biz ona şah damarından daha yakınız" (Kaf, 50/16). Benimle herhangi bir kimse arasında bir perde yoktur. Aracısız, ihlâsla bana dua edip duası ile birlikte ih-lasla amelde bulunan kimsenin duasını kabul ederim.

Duanın kabul edilmesi, rızık kazanma yollarının kolaylaştırılması, şifa, basan, sebeplere bağlı sonuçların ilahî başarı ve gözetim ile gerçekleştirilmesi gibi hususları da kapsar.

Duanın kabul edilebilmesi için şunlar da gereklidir: Sahih iman ile Al­lah'ın emirlerini kabul etmek, itaat etmek, kullar için faydalı olan namaz, oruç, zekât, hac ve benzeri ibadetleri gerçekleştirmek. O vakit Yüce Allah ku­lunun amellerine en güzel şekliyle mükâfat verir. Yüce Allah'a ihlâsla yapılan ameller iman ile birlikte yapıldıkları takdirde, bunlar doğruyu bulmak için dünya ve ahireti kuşatan hayra iletilmek için bir yoldur. Çünkü onlar Yüce Al­lah'ın kendilerini çağırdığı şeye icabet ettikleri takdirde, O da onların duaları­na, isteklerine icabet eder. Burada icabet (kabul etmek) teslim olmak ve itaat­le bağlanmak demektir. İman ise kalben boyun eğmek ve itaate yönelmek de­mektir.

186. ayetteki: "le'alle=olur ki" umut ifade etmektedir. Bu ise Allah hakkın­da imkânsızdır. Çünkü şanı Yüce Allah (ihtimallilikten) yücedir ve buna ihtiya­cı yoktur. O bakımdan Kur'an-ı Kerim'de varid olduğu takdirde bu buyruk ile anlatılmak istenen: "Sizler amellerinizle doğru yola ulaşmayı umarak..." şek­linde olur veya ta'lil anlamına gelir, yani: "Doğru yola ulaşmanız için..." anla­mına gelir. Bunun da anlamı: Nasıl hidayet bulacaklarını ve nasıl itaat edecek­lerini öğrenirler; şeklindedir.

İbni Teymiyye der ki: O şanı Yüce Allah, arş'm fevkindedir. Kullarını görüp gözetir, onlar üzerinde mutlak hakimiyet sahibidir. Onların hallerinden haber­dardır, onlara muttalidir. Bunun kapsamına O'nun mahlûkatına yakın olduğuna iman da girmektedir. Sahih hadiste şöyle buyurulmaktadır: "Şüphesiz kendisine dua ettiğiniz zat herhangi birinize devesinin boynundan daha yakındır."

Yüce Allah'ın, "İşte Allah ayetlerini böylece insanlara açıklar" buyruğunun anlamı da şudur: O sizlere orucu, hükümlerini, ona dair şer5! hükümleri ve et­raflı açıklamaları beyan ettiği gibi, Peygamberi Muhammed (s.a.) vasıtasıyla sair hükümleri de beyan eder. [38]



Başkalarının Mallarını Batıl Yollarla Yemek


188- Aranızda mallarınızı bâtıl yollarla yemeyiniz ve bilip dururken insanla­ nn mallarından bir kısmını günah ile yemeniz için onları hakimlere aktarmayın.



Nüzul Sebebi


Mukâtil b. Hayyân der ki: Bu ayet-i kerime Kindeli İbnu'1-Kays b. Abis ile Hadramevt'li Abdan b. Eşva' hakkında nazil olmuştur. Şöyle ki: Bunlar Resulullah (s.a.)'ın huzurunda bir araziye dair davalaştılar. İmru'1-Kays davalı idi, Abdan ise davacı idi. Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi inzal buyurunca Abdan iddia ettiği arazide kendi aleyhine hüküm verdi ve ondan davacı olmadı. [39]

Said b. Cübeyr der ki: İmru'1-Kays b. Abis ile Hadramevt'li Abdan b. Eşva' bir arazi hakkında davalaştılar. İbn'ul-Kays ondan yemin istedi. İşte "Aranızda mallarınızı bâtıl yollarla yemeyiniz." ayeti onun hakkında nazil oldu. [40]



Açıklaması


Yüce Allah oruç ayetlerinde her insanın kendi malından yemesinin helâl olduğunu açıkladı. Burada başkalarının malını yemenin hükmünün sözkonusu edilmesi münasib düşmüştür.

Yüce Allah bizlere meşru' olmayan yollarla birbirimizin mallarını yemeyi yasaklamakta ve "mallar" kelimesini cemaate izafe ederek, hakikatte malın ümmetin veya cemaatin malı olduğunu hissettirmektedir. Çünkü İslâm ümme­ti birbiriyle arasında dayanışmalı tek bir ümmettir. Bununla ayrıca başkasının malına saygı duyup korumanın kişinin kendi malını koruyup saygı duyması ol­duğuna da dikkat çekmektedir. Dolayısıyla başkalarının malına haksızlıkla saldıran bu kişinin davranışı, kendisinin de bir ferdi ve bir üyesi olduğu üm­mete karşı bir cinayettir. Mallar ise kendilerine yasak kılınanlara ait zamire izafe edilmiştir. Çünkü onların birisi için yasak konulmuş, birisi de yasak kılın­mıştır.

Malın batıl yolla yenmesi, faiz ve kumar gibi hak yoldan olmayan bir şe­kilde alman her şeyi kapsamına alır. Çünkü bu bir karşılık olmaksızın alman bir maldır. Rüşvet ve batılı savunmak da bunun kapsamına girer. Çünkü bun­lar da zulme yardım ve destektir. Kazanma gücü olana sadaka vermek de böy­ledir. Çünkü böylelikle o kimse zelil kılınmaktadır. O sadakayı alan kişi, eğer ona gerçekten, zaruret icabı ihtiyacı yoksa o mal ona helâl olmaz. Hırsızlık ve gasp da bu yollardandır. Çünkü bunlar başkalarının mallarına bir saldırıdır. Gasbedilen mal ister ayni olsun, ister haksız menfaatler olsun, isterse de baş­kalarının menfaatine tecavüz etme, karşılıksız olarak işte çalıştırma ve ücreti eksik verme gibi bir yolla olsun, bütün bu hususlar malın batıl yolla yenmesi hükmüne girer.

Yetimin malını yemek de bir zulümdür. Dansözlerin, şarkıcıların ücretleri, fuhuş mukabili alınan para, okuyup üflemeler, muska yazmalar, Kur"ân hatim­leri karşılığında pazarlıkla alınan ücretler, kandırmak, yalan ve iftira yoluyla alman ücretler ve buna benzer haram ve caiz olmayan yollarla alınan ve sonunda cehenneme götüren bütün mallar da bu kabildendir. Çünkü haram ile beslenen cisme her şeyden çok yakışan ateştir.

Başka ayetlerle de batıl yollarla malların yenilmesi yasaklanmış bulun­maktadır ki, bunlardan bir tanesi şudur: "Ey iman edenler! Biribirlerinizin mallarını bâtıl yollarla yemeyin. Meğer ki aranızda karşılıklı bir anlaşma­dan doğan bir ticaret dolayısıyla olsun." (Nisa, 4/29); "Şüphe yok ki zulümle yetimlerin mallarını yiyenler karınlarına ancak bir ateş yemiş olurlar." (Nisa, 4/10).

Yüce Allah'ın: "Onları hakimlere aktarmayın." buyruğunun anlamı ise, yalan yemin, yalan şahidlik ve buna benzer harama götürücü herhangi bir yol­la ve büyük menfaatler umarak malları hakimlere rüşvet olmak üzere verme­yiniz, demektir. Bu ayet-i kerime aşağıdaki şu iki hususu da kapsar:

1- Kendi lehlerine hakketmedikleri hükümleri vermeleri ve başkasının hakkını haksızca almaları gayesiyle hakimlere rüşvet vermek;

2- Batıl delile, hakikatleri değiştirmeye, yalan şahidliğe ve yalan yere ye­mine güvenerek anlaşmazlık konularını mahkemelere götürmek. Resulullah (s.a)'ın Mâlik, Ahmed ve Kütüb-i Sitte sahipleri tarafından rivayet olunan Üm-mü Seleme yoluyla gelen hadis-i şerifinde ümmetini sakındırdığı durum işte budur. Ümmü Seleme (r. anhâ) dedi ki: Resulullah (s.a.)'ın yanında idim. Miras kalmış birtakım mallar ve başka birtakım hususlarda biribirlerinden davacı olan iki kişi geldi. Resulullah (s.a) şöyle buyurdu: "Ben ancak bir beşerim. Siz­ler ise bana gelip davalaşıyorsunuz. Belki sizden herhangi bir kimse diğerin­den delilini daha açık seçik bir şekilde ortaya koyabilir. Ben de onun lehine on­dan işittiğime uygun olarak hüküm verebilirim. Bilin ki her kime kardeşinin hakkını (bu şekilde yanılarak) vermeye hükmedecek olursam onu almasın. Çünkü ben o kimseye cehennem ateşinden bir parça kesip vermiş oluyorum." Bunun üzerine her iki hasım ağlamaya başladı, her birisi ben malımı arkadaşı­ma helâl ediyorum, dedi. Hz. Peygamber de şöyle buyurdu: "Gidiniz, hakkı iyi­ce araştırınız. Sonra buna uygun olarak paylarınızı ayırınız, sonra da her biri­niz ötekine hakkını helâl etsin." [41]



Kamerî Aylar İle Vakit Tesbiti Ve Birr'in Gerçek Mahiyeti


189- Sana hilâlleri soruyorlar. De ki: Onlar insanlar için, bir de hac için vakit ölçüleridir. Birr evlere arkaların­dan girmeniz değildir. Fakat birr kişi­nin sakınmasıdır. O halde evlere kapı­larından girin, Allah'tan da korkun ki felaha eresiniz.



Nüzul Sebebi


İbni Abbâs der ki: Ensâr'dan olan Muâz b. Cebel ile Sa'lebe (bazıları Gu-neyme yazmışlardır): Ey Allah'ın Rasulü, dediler. Hilâl ne diye önceleri ip gibi incecik görünür, sonra ise zamanla büyüyor? Sonra tekrar eksiliyor ve inceli­yor. Nihayet olduğu gibi eski haline dönüyor ve güneş gibi tek bir durumda kal­mıyor? Bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu. Yine rivayet edildiğine göre Yahudiler de hilâle dair bir soru sormuşlardı.

el-Berâ Yüce Allah'ın:"Birr... değildir" buyruğunun nüzul sebebi hakkında şöyle demektedir: Ensâr haccedip döndükleri vakit evlerinin kapılarından gir­mezler, arkalarından girerlerdi. Bir adam gelip eve kapısından girdi. Bundan dolayı ayıplandı. Bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu. Bunu Buhari ve Müslim rivayet etmiştir.

Müfessirler der ki: Câhiliye döneminde ve İslâmın ilk dönemlerinde her­hangi bir kimse hac veya umre için ihrama girdiği takdirde hiç bir çevre duva­rına, eve veya odaya kapısından girmezdi. Şayet şehirde oturanlardan ise evi­nin arka tarafından bir oyuk acır, ordan girer ve çıkardı. Ya da bir merdiven ile tırmanırdı. Şayet çadırda oturan bir kimse ise çadırın veya otağın arka tarafın­dan çıkar, kapısından girmezdi. İhramından çıkana kadar böyle yapardı. Böyle davranmamayı kınanacak bir durum olarak kabul ederlerdi. Bundan tek istis­na Humslulardan olanlar idi. [42]. Bunlar ise Kureyş, Kinâne, Huzâa, Sakif, Has'am, Âmir b. Sa'saa oğullan, Nadîd b. Muâviye oğullan idiler. Onlara bu is­min veriliş sebebi dinlerine olan sıkı bağlılıktan idi.

Anlattıklanna göre Resulullah (s.a) bir gün ensârdan birisinin evine gir­di. Ensardan Utbe b. Âmir de onun arkasından ihramlı olduğu halde içeri gir­di. Onun bu durumunu tepki ile karşıladılar. Resulullah (s.a) ona: "İhramlı ol­duğun halde kapıdan niye girdin?" diye sorunca adam: Senin kapıdan girdiği­ni gördüm, ben de senin peşinden içeri girdim, dedi. Bunun üzerine Resulullah (s.a): "Ben Humslulardanım." deyince adam şu cevabı verdi: Eğer sen Humslu isen ben de Humsluyum. İkimizin dini birdir. Ben senin gösterdi­ğin hidâyete, senin yoluna, senin dinine razıyım. Bunun üzerine Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi indirdi.

Bunu İbni Ebî Hatim ve Hâkim Câbir'den rivayet etmişlerdir. Bu görüş en sahih görüştür. [43]



Açıklaması


Ya Muhammedi Sana eksilmeleri ve tamamlanmaları açısından hilâllerin hacmindeki değişikliğin sebebini soruyorlar. Bunu sormanın faydası yoktur. Çünkü Resulullah (s.a.) astronomiyi ve yıldızların durumunu öğretmek üzere gönderilmiş bir öğretmen değildir. Daha uygun ve yerinde olan, sorunun hilâl­lerin hikmet veya gayesi ile ilgili olması idi. O bakımdan sen onlara bunun ce­vabını ver ve belirt ki; hilâller ziraat ve ticaret hakkında, akid ve borçların va­deleri ile ilgili vakit tespit etmek ve hesap yapmak için alâmetlerdir. Aynı şe­kilde oruca başlamak, orucu bitirmek, namaz, hac, iddet ve buna benzer iba­detlerin vaktinin tespiti için de alâmettirler.

Kamerî ay ve kamerî yıl ile vakit tespiti Araplar açısından en kolay ve en münasib yoldur. Mevâkît, vakit anlamına mîkâtın çoğuludur. Va'd anlamında mîâd gibidir. Bazılarına göre ise mîkat vaktin sonu demektir. Yüce Allah'ın: "Böylelikle Rabbinin mikatı kırk gece olarak tamamlandı." (A'raf, 7/141) buyru­ğunda olduğu gibi. Hilâl ayın mîkâtıdır. İhrama girilen yerlere de mikat deni­lir. Çünkü orada hil (ihramsız olunan) bölgesi sona ermektedir.

Haccın mikatı sözkonusu edilince onların hacdaki bir uygulamaları da câ-hiliye geleneğini iptal etmek üzere sözkonusu edildi. Bu ise hac veya umre kas-dı ile ihrama girdikten sonra evlere kapılarından girmekten sakınmaktır. On­lar eğer çadırda yaşayan kimse ise arkalarından, eğer şehirde yaşayan kimse­lerden iselerse evlerinin arka tarafında açtıkları bir oyuktan girerlerdi ve bu­nun bir fazilet olduğunu sanırlardı. Halbuki bu bir iyilik değildir. Yüce Allah'a yaklaştıran bir ibadet de değildir. Bu ancak bir hatadır. Asıl iyilik emirlerine uymak, yasaklarından kaçınmak, faziletlerle bezenmek, masiyet ve kötülükler­den uzak durmak, Yüce Allah'tan ve O'nun azabından korkmak suretiyle Al­lah'a karşı takvalı olmaktır. Gerçek iyilik ancak budur.

O bakımdan evlere kapılarından giriniz, her hususta Allah'tan korkunuz. Amellerinizde felah bulanlardan olmayı ancak böylelikle umud edebilirsiniz. Takva sahibi doğruluk içindedir, asi kimse ise sapıklıktadır. Nitekim Yüce Al­lah şöyle buyurmaktadır: "Kim Allah'tan korkarsa ona işinde kolaylık verir." (Talâk, 65/4); "Artık haktan sonra sapıklıktan başka ne kalır? O halde nasıl oluyor da döndürülüyorsunuz1?" (Yunus, 10/32).

Ebû Bekr Râzî el-Cassâs'in şöyle dediği dikkat çekmektedir: Bu ayet-i ke­rimede senenin diğer zamanlarında da hac için ihrama girmenin caiz olduğu­nun delili vardır. Çünkü lafız sair hilallerin de hac için vakit ölçüleri olduğunu genel olarak ifade etmektedir. Bilindiği gibi bununla haccm fiilleri kastedilme-mektedir. O bakımdan bununla ihrama girmenin kastedilmiş olması icabe-der. [44] Ancak bu pek zahir olmayan bir istidlaldir. Çünkü ayet-i kerime artıp eksilmek suretiyle hilâllerdeki değişmenin hikmetini açıklamaktadır. Bu ise insanların hilâller vasıtasıyla muamelatlarını, ibadetlerini ve haclarının vakti­ni tespit etmektir. Resulullah (s.a)'m kavlî sünneti de hac ve umre ile ihrama giriş vaktini zaten açıkça ortaya koymuştur. Yüce Allah'ın: "Hac bilinen aylar­dadır." buyruğu da haccın vaktinin iki ay ve üçüncü bir ayın da bir bölümü ol­duğunu göstermektedir. [45]



Allah Yolunda Savaşın Kuralları


190- Sizinle savaşanlarla Allah yolunda siz de savaşın, aşırı gitmeyin. Şüphesiz ki Allah aşırı gidenleri sevmez.

191- Onları nerede bulursanız öldürün. Sizi çıkardıkları yerden siz de onları çıkarın. Fitne katilden beterdir. Onlar sizinle orada savaşmadıkça sakın siz de onlarla Mescid-i Harâm'ın yanında savaşmayınız. Eğer onlar sizinle sava­şırlarsa siz de onları öldürün. Kâfirle­rin cezası işte böyledir.

192- Bununla beraber eğer vazgeçer­lerse şüphesiz Allah Ğafûr'dur, Ra-hîm'dir.

193- Fitne kalmayıncaya ve din yalnız Allah'ın oluncaya kadar onlarla sava­şın. Eğer vazgeçerlerse artık zalimler­den başkasına düşmanlık yoktur.

194- Haram ay haram aya bedeldir. Hürmetler karşılıklıdır. Onun için size kim saldırırsa siz de tıpkı onların size saldırdıkları gibi karşılık verin. Al­lah'tan korkun ve bilin ki Allah, takva sahipleri ile beraberdir.

195- Ve Allah yolunda infâk edin. Elle­rinizle kendinizi tehlikeye atmayın ve ihsan ediniz. Muhakkak Allah ihsan edicileri sever.



Nüzul Sebebi


Yüce Allah'ın: "Sizinle savaşanlarla Allah yolunda siz de savaşın." ayet-i kerimesi ile ilgili olarak el-Vâhidî'nin naklettiğine göre İbni Abbas şöyle demiş­tir: Bu ayet-i kerimeler Hudeybiye barışı hakmda nazil olmuştur. "Resulullah (s.a.) ve ashabı Beytullah'tan alıkonulunca Hudeybiye'de hediyelik kurbanları­nı kestiler. Daha sonra müşrikler, onların o sene geri dönüp ancak ertesi sene gelebilmeleri şartıyla barış yaptı. Bununla birlikte üç gün süreyle Mekke'yi ona boşaltacaklar, o da bu arada Beytullah'ı tavaf edecek ve istediğini yapabi­lecekti. Resulullah (s.a)'da onlarla barış yaptı. Ertesi sene gelince Resulullah (s.a) ve ashabı, kaza umresi için hazırlık yaptılar. Bununla birlikte Kureyşlile-rin bu sözlerini yerine getirmeyeceklerinden ve Mescid-i Haram'dan kendileri­ni alıkoyup kendileriyle savaşacaklarından korktular. Hz. Peygamber (a.s.)'in ashabı ise Harem bölgesinde ve haram ayda onlarla savaşmaktan hoşlanmıyor­du. Bunun üzerine Allahu Teâlâ "Sizinle savaşanlarla Allah yolunda siz de sa­vaşın. " yani "Kureyşlilerle savaşın!" buyruğunu (ayetini) indirdi.

Allahu Teâlâ'nın "Haram ay haram aya bedeldir." (194. ayet) buyruğu ile ilgili olarak, Taberî'nin rivayet ettiğine göre Katâde şöyle demiştir: "Allah'ın Peygamberi ve ashabı Zilkade ayında Mekke'ye doğru yola koyuldular. Hudey-biye'ye vardıklarında müşrikler onları alıkoydular. Ertesi sene Mekke'ye gelip girdiler, Zilkade ayında umre yaptılar, üç gün orada kaldılar. Müşrikler ise Hu­deybiye günü onu geri çevirmekle ona karşı çirkin bir iş yapmışlardı. Allahu Teâlâ böylece onun adına, onlara yaptıklarının aynısını uyguladı ve: "Haram ay haram aya bedeldir." ayetini indirdi.

"ve Allah yolunda infak edin..." (194. ayet) ile ilgili olarak da eş-Şa'bî şöy­le demektedir: Bu ayet-i kerime ensar hakkında nazil olmuştur. Onlar Allahu teâlâ yolunda infaktan uzak duruyorlardı. Bunun üzerine bu ayet-i kerime in­di. Taberânî sahih bir senet ile Ebû Cebira b. Dahhâk'tan şöyle dediğini naklet­mektedir: "Ensar, Allah'ın dilediği şekilde tasaddukta bulunuyor, yemek yediri-yorlardı. Bir seferinde kıtlık oldu, cimrilik yaptılar. Bunun üzerine Allahu Te­âlâ bu ayet-i kerimeyi indirdi." Buhari' nin rivayetine göre Hz. Huzeyfe şöyle demiş: "Bu ayet-i kerime nafaka hakkında nazil olmuştur. Ebû Davud Tirmizî, İbni Hibban, Hâkim ve başkaları ise Ebu Eyyub el-Ensarî şöyle dediğini riva­yet etmektedirler: "Bu ayet-i kerime biz Ensar hakkında nazil olmuştur. Allah İslâm'ı aziz kılıp güçlendirince, İslâm'ın yardımcıları çoğalınca gizlice birbiri­mize şöyle dedik: 'Mallarımız zayi oldu ve şüphesiz Allah artık İslâm'ı aziz kı­lıp güçlendirdi. Şimdi mallarımızın başına geçsek ve onların zayi olanını çalı­şarak tekrar elde etsek.' Allahu Teâlâ bizim bu söylediklerimizi reddetmek üze­re: "ve Allah yolunda infâk edin, ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın." buy­ruğunu indirdi. Buna göre "tehlike" bizim mallarımızın başında durup o malla­rı tekrar kazanmaya çalışmamız ve gazayı terketmemiz oluyordu. [46]



Savaşmanın Meşru Kılınması:


Hicretten önce savaş pek çok ayet-i kerime ile yasaklanmıştı. Bunlardan birkaç tanesi: "En güzel olanıyla defet!" (Fussilet, 41/34); "Onları affet ve ceza­landırmaktan vazgeç. Şüphesiz, Allah bağışlayanları sever." (Maide, 5/13); "En güzel olan ile onlarla mücadele et!" (Nahl, 16/125); "Şayet yüz çevrirlerse senin görevin ancak apaçık tebliğdir." (Nahl, 16/82); "Cahiller kendileriyle konuştu­ğunda: 'selâm' derler." (Furkan, 25/63); "Sen onlara musallat bir zorba değil­sin." (Gâşiye, 88/22); "Sera onlar üzerinde bir zorlayıcı değilsin." (Kaf, 50/45); "İman edenlere de ki: "Allah'ın günlerini tahmin edemeyen (beklemeyen) kimse­leri bağışlasınlar." (Casiye, 45/14).

Daha sonra Allahu Teâlâ Medine'de bütün bu emirleri şu sözleriyle nes-hetti: "Müşrikleri nerede bulursanız öldürünüz." (Tevbe, 9/5); "Allah'a ahiret gününe iman etmeyenlerle... savaşınız." (Tevbe, 9/29).

Savaşmaya izin verildiğine dair nazil olan ilk ayet-i kerimeye gelince; Ebû Bekr es-Sıddî (r.a)'ın rivayetine göre şu ayet-i kerimedir: "Kendileri ile savaşı­lanlara zulme uğradıkları için izin verildi. Allah onlara yardım etmeye elbette kadirdir. "Onlar, sadece: 'Rabbimiz Allah'tır' dedikleri için haksız yere yurtla­rından çıkartılmışlardı." (Hacc, 22/39-40).

Ashab-ı kiramdan bir grup, er-Rabi b. Enes ve başkalarından [47] rivayet edildiğine göre savaşa izin veren ilk ayet-i kerime: "Sizinle savaşanlarla Allah yolunda siz de savaşın." ayet-i kerimesidir. Tefsir alimlerinin çoğunluğu da bu görüştedir. [48]



Açıklaması


Ey müminler! Allah yolunda, O'nun dinini zafere ulaştırmak, kelimesini aziz kılmak için savaşınız. Ben sizlere, sizi dininiz dolayısıyla fitneye, azaba düşüren, yurtlarınızdan çıkaran, sizinle savaşan, aranızdaki ahitleri bozan müşriklerle savaşmanız için izin verdim. (Allah yolunda savaş-mukatele Alla-hu Teâlâ'nm dinini üstün kılmak ve kelimesini yükseltmek için kafirlerle cihat etmektir.)

Savaşa ilk başlayan olmakla barış yapanları öldürmekle; kadın, çocuk, aciz ve yaşlılardan savaşa katılmayan kimseleri yok etmekle; evleri tahrip et­mek, ağaçlan yıkmak, ekin ve meyveleri yıkmakla haddi aşmayınız. Çünkü Al­lah haddi aşmayı sevmez. (Bu kötü ameller) özellikle de ihramlı iken Harem bölgesinde ve haram aylarda yapılırsa...

Sizinle düşmanlarınız arasında savaş çıkacak olursa, onları bulduğunuz ve ele geçirdiğiniz yerde öldürünüz. İsterse burası Harem bölgesi olsun. Onla­rı sizi çıkardıkları yerden siz de çıkarınız veya oradan sürünüz. Çünkü onlar sizi vatanınız olan Mekke'den çıkarmışlar. Oradan sizi çıkarmak için yardım-laşmışlardı, mallarınızı müsadere etmiş, mülklerinizi almış, akideniz dolayı­sıyla sizi dininizden çevirmek için eziyet, işkence ve baskı ile fitnelere maruz bırakmışlardı. İşte din sebebiyle maruz bırakıldığınız bu fitne, hür ve boyun eğmeyen mümin için öldürülmekten daha ağır, daha büyük bir iştir. Çünkü bu varlık âleminde en kutsal şey akide yani inançtır. Bu, kâinatta bulunan her şeyden daha yüce ve daha değerlidir. İnsan için en büyük baskı, dini dola­yısıyla işkenceye ve baskıya maruz kalması, kalbinde , aklında, ruhunda yer eden akidesi dolayısıyla azap edilmesi, dünya ve ahiretteki mutluluğunu, esenliğini, ona sahip olmakta gördüğü akidesi dolayısıyla işkencelere uğratıl-masıdır. Çünkü en büyük hazine ve kâr getirecek sermaye odur. Onun yolun­da canın ve değerli varlıkların feda edilmesi pek kolaydır. O bakımdan sizin Harem bölgesinde savaş esnasındaki öldürme işiniz onların nitelikleri olan fitneden daha hafiftir. Yani sizi küfre döndürmek için yaptıkları işkencelere göre basittir. Kimisi de buradaki "fitne" kelimesini onların Allah'a şirk koş­maları ve Allah'ı inkâr etmeleridir, demişlerdir. İşte onların çıkardıkları bu (fitne), sizi kendilerini ayıpladıklarından daha büyük bir suç ve daha büyük bir tehlikedir. [49]

Daha sonra Allahu Teâlâ müslümanlara kendileriyle savaşan kimseleri öl­dürmekle ilgili verdiği emirde ancak bir yeri müstesna tutmaktadır. Bu ise Mescid-i Haram'dır.Oraya giren herkes emniyet içerisinde olur. Bu sebeple on­lar orada, sizinle savaşmadıkça siz de onlarla savaşmayınız. Hiç bir zaman da onlara teslim olmayınız. Çünkü kötülüğe karşı kötülük sözkonusudur ve en bü­yük zalim zulmü başlatandır. Eğer orada onlar sizinle savaşırlarsa siz de onları öldürünüz. Çünkü Allahu Teâlâ'nın kâfirlere bu şekilde misli ile ceza vermesi ve böyle bir azap ile onları cezalandırması onun sünnetinin gereğidir. Sebep ise düşmanlığı onların başlatmaları, kendi nefislerine zulmetmeleridir. O bakım­dan yaptıklarının cezası ile karşılaşacaklardır.

Eğer savaşı durdurur, küfür ve şirkten vazgeçer, Allah'ın dinine girerlerse muhakkak Allah, amellerini kabul eder ve daha önce yaptıklarını bağışlar. Çünkü O günahları bağışlayandır, kullarına merhametli olandır. Tevbe edip Rablerine yöneldikleri, ihsan edip takva sahibi oldukları takdirde, O, onların günahlarını siler: "Muhakkak Allah'ın rahmeti ihsan edicilere pek yakındır." (A'raf, 7/56). Ayette sözü geçen "vazgeçilen şey" in tefsiri ile ilgili olarak iki gö­rüş vardır: İbni Abbas'ın görüşüne göre ayet-i kerimenin anlamı şudur: "Şayet onlar savaştan vazgeçerlerse... el-Hasen'in görüşüne göre ise mana: "Eğer on­lar şirkten vazgeçerlerse..." şeklindedir. Çünkü şirkten vazgeçmedikleri sürece onlar hakkında mağfiret sözkonusu olamaz. Zira Allahu Teâlâ buyurmaktadır: "Şüphesiz ki, Allah kendisine şirk koşulması mağfiret etmez, kendisine şirk ko­şulması haricindeki diğer günahları işleyen dilediği kimseleri ise bağışlar." (Nisa, 4/48).

Allah Teâlâ önce: "Allah yolunda siz de savaşın." buyruğu ile savaş iznini veya savaşa başlamayı beyan ettikten sonra, savaşın amacını sözkonusu etmek­tedir: O da hürriyet ilkesini gereği gibi yerleştirmek ve din hususunda fitne na­mına herhangi bir şeyin kalmamasıdır. Bu maksatla der ki: "Sizler savaşmakla fitnenin, küfrün, eziyet ve işkence türlerinin yok edilmesini ve Müslümanların Mekke'de bulunmaları ile karşı karşıya kaldıkları zararların ortadan kalkması­nı maksat olarak gözetiniz." Fitnenin izale edilmesi, kaldırılması ise onların si­zi dininizden uzaklaştıracak, size eziyet edecek, sizi Allahu Teâlâ'nın davasını açığa vurmaktan engelleyecek herhangi bir güçlerinin kalmaması demektir.

Herkesin dini yalnızca Allah'a ait (has) oluncaya; bu hususta O'ndan baş­kasından korkulmayacağı; din en üstün, dimdik ayakta; ibadet ve buyrukları korkusuzca, herhangi bir baskıdan çekinmeden ve gizli olarak değil, açıktan ifa edilinceye kadar onlarla savaşınızı sürdürünüz. Herhangi bir Müslüman Ha­rem bölgesinde güvenlik duyup kimseden çekinmeksizin dininin gereklerini açıkça ilan edinceye kadar sürdürünüz. Buna göre "ve din yalnız Allah'ın olun­caya kadar" emri tek ibâdet edilecek yalnızca O oluncaya kadar demektir.

Bununla birlikte şunu da belirtmekte fayda var: Mekke'de kâfirler, emni­yet içindeydiler ve putlarına serbest ibadet edebiliyorlardı. Allah'a iman eden kimseler ise Mekke'den kovulmuştu. Kalanlar ise korku içerisindeydi, dinlerini açığa vuramıyorlardı.

Eğer bu durumlarından vazgeçer, sizinle savaşmayı terkeder, küfürden dö­ner, İslâm'a girip barışa yönelirlerse artık zulmedip haddi aşandan başkasına siz de düşmanlık etmeyiniz. Bu gibi kimselerle savaşmak ise onları yola getir­mek, yaptıkları zulümden onları vazgeçirip sapıklıktan kurtarmak, şeriatın hükümlerini uygulamak ve durumlarını düzeltmek için olur.

"Hürmet" 'çiğnemekten alıkonulan şey", "kısas" ise eşitlik anlamındadır.

Buna göre düşmanlığa karşılık vermek ve (bunun için) hürmetleri çiğne­mek, akıl ve örfün ölçülerine göre istenen bir şey olur. Haram ayda kanınızı dökmeyi helâl görenin siz de o ayda kanını dökmeyi helâl kabul edin. O ayın hürmetinin çiğnenmesine siz de misliyle karşılık verin. Dininizi, canınızı, Al­lah'ın adını yükseltmek ve kendinizi savunmak için o ayda savaşmaktan çekin­meyin.

Hurumat'tan kasıt: haram aylar, haram belde ve ihramın hürmetidir. Bunların çiğnenmesi karşılığında müşriklere kısas uygulamak ve yaptıklarına misliyle karşılık vermek icap eder. Dolayısıyla bunların hürmetlerini çiğneyene yaptığının benzerini yapınız. Onlar sizleri antlaşma ve sizinle ittifakları gereği bu sene kaza umrenizi yapmaktan engelleyecek olurlarsa ve sizinle savaşırlar­sa, siz de onları öldürünüz. Çünkü nefs-i müdafaa farz bir iştir. Bu işi; Mek­ke'de, haram ayda ve ihramlı olarak yapsanız bile sizin için günahı gerektire­cek bir şey yoktur.

Daha sonra Allahu Teâlâ, daimî bir hükmü ve yer etmiş bir sünneti şöyle­ce beyan etmektedir: Saldırganlığa misliyle karşılık verilir. Kısas yoluyla (yani misliyle muamele) olan şeylere izin verilmiştir. Fakat düşmanlığa karşılık ver­mek, fazilet, takva, medenîlik ve insanilik ilkeleriyle kayıtlıdır. Allah'tan kor­kunuz zulmetmeyiniz, haddi aşmaktan sakınınız, adaletin sınırlarına bağlı ka­larak zararı defediniz, hakkı elde ediniz, medenî olunuz, insanların menfaatle­rini gerçekleştirmeye çalışınız; heva, arzu ve nefsin isteklerini yerine getirmek için intikam almak sevdasına düşmeyiniz. Çünkü nefis kimi zaman sapıklık, kin ve mantıksızlık içinde kalabilir ve yersiz yere feveran edebilir. Allah'ın tak­va sahiplerinin yardımcısı, müttakîlerin destekçisi, sâlihlere de ecir ve sevap veren olduğunu bilin. Allahu Teâlâ, kendi dinini destekleyen ve kelimesini yü­celten kimselere zafer ve iktidar verir, onlara yardım eder ve onları düşmanları karşısında galip getirir.

Cihat, can ile olduğu gibi mal ile de olur. Savaşmak için canlara gerek ol­duğu gibi, silah satın almak için mala gerek vardır. Ayrıca bu mallar sayesinde savaşçıların harcamaları da karşılanır. Bundan dolayı Allahu Teâlâ, yolunda mal infakını emrederek şöyle buyurmaktadır: Allah yolunda malınızı cömertçe veriniz. Yani gerekli araç ve silahların satın alınabilmesi, savaş masraflarının karşılanabilmesi için infak ediniz. Savaşlarda ve çarpışmalarda infak edilen mal, bir destektir. Zaferi ve başarıyı gerçekleştirir. İnfak görevini yerine getir­mekte tereddütlü davranmaktan, kusurlu hareket etmekten sakınınız. Çünkü bu, ümmetin helak oluş sebebidir, toplumu zarar verir ve canları telef eder. Sa­kın kendi ellerinizle kendinizi helak olma yollarına atmayınız. "Onlar için gücünüz yettiğince güç hazırlayınız." (Enfal, 8/64) buyruğunda olduğu gibi her zaman, mekân ve duruma uygun olarak savaş için gerekli olan araç ve gereçle­ri hazırlayınız. Bunu, savaşçılara savaş tekniklerini öğretmek, onlara uygun silahları hazırlamak, sağlam ahlâk ve doğru bilgi ile nefisleri sağlamlaştırmak­la yapınız. Çünkü önüne geleni katıp sürükleyen büyük ordular, düşman tara­fından rüşvet, mal ve maddî-manevî her türlü teşvik ve aldatmalarla satın alı­nan zayıf ruhlular tarafından kalbinden vurulabilir. Nitekim ordular, bilgisiz­likleri, oluşumlarındaki eksiklik, plan, strateji, modern silahların kullanılması ve eğitimdeki kusurları sebebiyle savaşı kaybedebilirler.

Bu ayet-i kerimenin sona erdiği buyruk ne kadar göz kamaştıcı ve ne ka­dar da sağlamdır. Bu ameli güzel yapmaktır. İtaat ederek amellerinizi güzelleş-tiriniz, onları tam olarak yapınız. Çünkü Allah ihsan edenleri sever ve onlara en güzel şekliyle karşılık verir. İşte bu, bir önceki ayet-i kerimenin sonunu teş­kil eden yüksek edebî ve üstün medenî yönü tamamlayıcıdır. Bu ise takva ve fazilete sıkı sıkıya bağlı kalmakla olur. Bu şekilde bu iki ayet-i kerimenin son bölümleri, maddî ve manevî iki gücün yollarını, bunların esas ve kayıtlarını bir arada ifade etmiş olmaktadır. [50]



Hac Ve Umreye Dair Hükümler


196- Haccı da umreyi de Allah için ta­mamlayın. Eğer bundan alıkonursanız o halde kolayınıza gelen kurbandan oraya (kurban yerine) gönderin. Kur­ban yerine gidinceye kadar başlarınızı tıraş etmeyin. Artık içinizden, kim has­ta olur veya başına sıkıntılı bir şey ge­lirse ona oruçtan, sadakadan yahut da kurbandan bir fidye vacip olur. Emin olan ve hac zamanına kadar umre yap­mak isteyen kişiler, kolayına gelen bir kurbandan kessin. Fakat kurban bula­mayanlar ise; hac günlerinde üç, hac­dan döndüklerinde yedi gün olmak üzere tam on gün oruç tutsun. Bu du­rum, Mescid-i Haram'da oturmayanlar içindir. Allah'tan korkun ve Allah'ın gazabının gerçekten çok şiddetli oldu­ğunu bilin.

197- Hac bilinen aylardır. Kim o aylar­da haccı farz olan bir emir kabul eder­se artık ona hacda kadına yaklaşma, kötü söz söyleme, günah işleme ve kav­ga etme yoktur. Allahu Teâlâ, nasıl bir hayır işlediğinizi bilir. Bir de azık edi­nin, şüphesiz ki azığın en hayırlısı tak­vadır. Ve ey kâmil akıl sahipleri, Ben'den korkun!



Nüzul Sebebi


Allahu Teâlâ'nın: "Haca da umreyi de Allah için tamamlayın." buyruğu­nun nüzul sebebi ile ilgili olarak İbni Ebi Hatim, Saffan b. Umeyye'nin şöyle dediğini nakletmektedir: Cübbe giyinmiş, vücuduna za'feran sürünmüş bir adam Resulullah (s.a)'m huzuruna gelerek: "Ey Allah'ın Resulü umrem ile ilgili olarak bana nasıl bir emir vereceksin?" diye sordu. Bunun üzerine Allahu Te-âlâ: "Haca da umreyi de Allahu Teâlâ için tamamlayın." buyruğunu indirdi. Hz. Peygamber: "Umreye dair soru soran nerede?" deyince adam: "İşte burada­yım" dedi. Hz. Peygamber adama: "Üzerindeki elbiseleri çıkar, sonra guslet, da­ha sonra gücünün yettiği kadar burnuna su çek; ve en sonunda da hac ettiğin­de ne yaptıysan umrede onu yap."

Allahu Teâlâ'nın "Artık içinizden kim hasta olur ve başında sıkıntılı bir şey gelirse" buyruğu ile ilgili olarak Buharî' nin rivayetine göre KaTb b. Ucre'ye Al­lahu Teâlâ'nın "Ona oruçtan... bir fidye vacip olur." buyruğu hakkında soru so­rulmuş, o da şöyle demiştir: "Peygamber (s.a.)'in yanına götürüldüm. Bitler yü­zümün üzerine dökülüyordu. Bana: 'Senin sıkıntının bu noktaya kadar ulaştı­ğını zannetmiyordum. Bir koyun bulamaz mısın? Ben: 'Hayır", dedim. 'O halde üç gün oruç tut veya altı yoksulu her birisine yarım sa' buğday vermek suretiy­le doyur. Başını da tıraş et!' dedi. İşte bu ayet-i kerime özel olarak benim hak­kımda nazil oldu ise de hepiniz için umumidir." Müslim de Ka"b b. Ucre'den şöyle dediğini rivayet etmektedir:

"Bu ayet-i kerime benim hakkımda nazil oldu. Resulullah (s.a)'ın yanına vardım o: "Yaklaş!" dedi. İki veya üç defa ona yaklaştım. Bana: "Şu haşerelerin sana eziyet vermiyor mu?" dedi. (Hadisin ravilerinden olan) İbni Avn dedi ki: "Zannederim o: 'Evet' dedi. Bunun üzerine bana oruç tutmayı yahut sadaka vermeyi veya kolayıma gelen bir kurban kesmeyi emretti."

Ahmed'in rivayetine göre Ka'b şöyle demiş: "İhramlı olduğumuz halde Hu-deybiye'de Resulullah (s. a) ile birlikte idik. Müşrikler bizi kuşatmış (engelle­miş) idi. Saçlarım kulaklarımın altına sarkacak kadar uzundu. Haşereler yü­zümün üzerine dökülmeye başladı. Resulullah (s.a) yanımdan geçti ve: 'Başın­daki haşereler sana eziyet vermiyor mu?' diye sordu. Daha sonra ona (Ka'ba') tıraş olmasını emretti. Dedi ki: "Artık içinizden her kim hasta olur veya başına bir sıkıntı gelirse ona; oruçtan, sadakadan yahut da kurbandan bir fidye vacip olur." ayeti nazil oldu."

Allahu Teâlâ'nın: "Bir de azık edinin" buyruğu ile ilgili olarak Buharî ve başkaları İbni Abbas'm şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Yemenliler hacca gelir, azık almazlar ve: 'Biz mütevekkil kimseleriz.' derlerdi. Bunun üzerine Allah Teâlâ: "Bir de azık edinin, şüphesiz azığın en hayırlısı takvadır." buyruğunu indirdi." [51]



Açıklaması


Hac, cahiliye dönemi Arapları arasında, Hz. İbrahim ile Hz. İsmail döne­minden beri bilinen bir ibadetti. İslâm, bu ibadetteki şirk ve yasaklan ortadan kaldırıp ona bazı hac usûllerini ekledikten sonra bu ibadeti sürdürdü.

Allahu Teâlâ, hicretin altıncı yılında "Ona bir yol bulabilenlerin o evi ziya­ret etmesi (haccetmesi) Allah'ın insanlar üzerindeki bir hakkıdır." (Al-i İmran, 3/97) buyruğu ile haccı Müslümanlara farz kılmıştı. Müslümanların yaptıkları ilk hac, Ebu Bekir (r.a.)'in komutası altında hicretin 9. yılında gerçekleşmişti. Daha sonra, Resulullah (s.a) hicretin onuncu yılında haccetti. Onun bu haccm-da Hz. Ebu Bekir, hacceden müşriklere: "Artık, bu seneden sonra hiç bir müş­rik Beyt-i Haram'ı tavaf etmeyecektir." diye ilan etti ve"Müşrikler ancak bir pisliktir. Onun için bu yıldan sonra artık onlar Mescid-i Haram'a yaklaşmasın­lar." (Tevbe, 9/28) ayeti de nazil oldu.

İşte, Müslümanlar o tarihten itibaren; büyük bir şevk, özlem ve tazim do­lu kalplerle, doğu ve batının değişik bölgelerinden Allah'ın yüce evini ziyaret etmek için her yıl akın etmeye devam ettiler. Onlar haclarını Allahu Teâlâ'ya iman sancağının gölgesi altında yapıyorlar, Allah'ın emirlerini kabul ettikleri­ni ifade eden telbiyeleriyle yükseltiyorlar, kalplere heybet veren bu yerlere hu­şu içinde yöneliyorlar. Bunu ise ruhlarını, ilahî emirlere muhalefet ve isyan etmek şüphelerinden arındırmak maksadıyla yapıyorlar. Onlar cemaat olarak oluşturdukları saflarda ve başkalarına karşı gösterdikleri muamelelerde efen­di ile köle, yöneten ile yönetilen, zengin ile fakir arasında herhangi bir ayırım gözetmeksizin maddî ve fiilî olarak eşitlik içinde biribirleriyle kaynaşmış olu­yorlar. Dünyanın dış görünüşünden ve süsünden soyutlanıyorlar. Dünyanın hiç bir yerinde her yıl yapılan ve büyük kitlelerin katıldığı bu hac kongresi gi­bi evrensel bir kongre yapılamaz. Orada farklı milletlere mensup değişik renkte ve farklı dilleri konuşan müminler dünyanın dört bir yanından gelip toplanmaktadırlar.

Allahu Teâlâ bu ayet-i kerimelerde haccm birtakım hükümlerini de beyan etmektedir. Bu hükümleri şöyle sıralayabiliriz: [52]







--------------------------------------------------------------------------------

[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/300.

[2] el-Bahru'l-Muhît, 1/427.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/301-305.

[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/312.

[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/312.

[5] el-Bahrü'1-Muhit, 1/430.

[6] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/313-316.

[7] Kurtubî, 11/160.

[8] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/316-319.

[9] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/322-326.

[10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/329.

[11] "Muhakkak biz Allah'ın (varlıkla rıy)ız" Kulluğu ve Allah'ın mülkünde oluşu ikrar etmek­tir. "Ve muhakkak biz O'na dönücüleriz" ifadesi de ölmeyi ve kabirlerden dirilmeyi ikrarın ifadesidir.

[12] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/329-332.

[13] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/338-339.

[14] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/339-342.

[15] el-Vâhidi, Esbabu'n-Nüzul, 25-26; el-Bahru'l-Muhît, 1/464.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/348.

[16] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/348-351.

[17] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/355-357.

[18] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/360-361.

[19] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/361-362.

[20] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/366-368.

[21] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/376.

[22] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/377-378.

[23] el-Bahru'l-Muhît, U/2.

[24] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/381.

[25] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/381-385.

[26] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/387-388

[27] Kurtubî, 11/45; İbni Kesîr, 1/209; el-Vâhidî, Esbâbu'n-Nüzul, 26.

[28] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/390.

[29] Ebu Hayyân, el-Bahru'l-Muhît, II/15'te şöyle demektedir: Bunun anlamı şudur: Kısastan ibaret olan bu hüküm türünde sizin için büyük bir hayat yahut bir çeşit hayat vardır. Bu ise öldürmeden uzak durmak suretiyle meydana gelen hayattır. Çünkü katil kısasın mut­laka gerçekleşeceğini bilerek bu işten uzak durmaya karar verir.

[30] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/390-393.

[31] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/402-403.

[32] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/411-412.

[33] Hadisi Ahmed, Buhari, Ebu Davud, Tirmizi ve İbn Mace, Ebu Hureyre’den rivayet etmişlerdir.

[34] 1 mil 1848 metre, 1 fersah ise 3 mil veya 5544 metredir.

[35] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/412-416.

[36] Hadisi Buharî, İbni Meryem'den, Müslim, Muhammed b. Sehl'den, o İbni Ebi Mer­yem'den rivayet etmiştir.

[37] Zemahşerî, 1/258.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/427-428.

[38] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/428-430.

[39] el-Bahru'l-Muhit, 11/55.

[40] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/438-439.

[41] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/439-440.

[42] Hums: Ahmes'in çoğuludur, "hamâsef'ten gelir. Hamaset ise katılık ve salâbet demektir. Bu ismin onlara veriliş sebebi dinlerindeki katılıkları, sıkı sıkıya bağlılıkları idi.

[43] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/444-445.

[44] Cassâs, Ahkâmu'l-Kur'ân, 1/254.

[45] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/445-446.

[46] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/451-452.

[47] Kurtubî, Ebu Hayyan ve başkaları der ki: "Ravilerin çoğu da bu görüştedir."

[48] el-Bahru'l-Muhît, 11/65.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/452-453.

[49] el-Bahru'l-Muhît, 11/65.

[50] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/453-456.

[51] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/467-468.

[52] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/468.

2-Bakara Suresi Meali Tefsiri Oku-2.Bölüm: Kıblenin Değiştirilmesine Hazırlık-Kıble Hakkındaki Ayrılıklar Ve Kıblenin Değiştirilmesinin Sebepleri-Safa İle Merve Arasında Sa'y Etmek Ve Allah'ın Ayetlerini Gizlemenin Cezası Rating: 4.5 Diposkan Oleh: Blogger

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder