Güncel Duyuru: Öğrencilerimizin dikkatine ! Ücretsiz TEMEL ARAPÇA SARF&NAHİV derslerimizi Eklemeye başladık 1-13.Derse kadar Tamam(Elhamdü lillah) Tıkla Ders Sayfasına Git Tags:Online Arapça Dersleri Video,İslami ilimler Video Dersleri,İlahiyat Önlisans Arapça Video Dersleri,İlahiyat Arapça Video Dersleri,İmam Hatip Arapça Dersleri Video,İlitam Arapça Video Dersleri,Tefsir Dersleri Video,Hadis Dersleri Video,Fıkıh Dersleri Video,Arapça Dershaneniz,Kur'an,Sünnet,Arapça dersleri,tefsir oku,hadis,oku,Kuran meali oku,arapça öğreniyorum,arapça dilbilgisi video,arapça nahiv video,arapça sarf dersleri video,islami sohbetler

2-Bakara Suresi Meali Tefsiri Oku-1.Bölüm: Müminlerin Nitelikleri Ve Takva Sahiplerinin Mükâfatı-Kâfirlerin Nitelikleri-Kafirlerin işbirlikçisi Münafıkların Nitelikleri

BAKARA SÛRESİ

Müminlerin Nitelikleri Ve Takva Sahiplerinin Mükâfatı


1-Elif, Lâm, Mim.

2- İşte bu Kitap; Onda hiçbir şüphe yoktur- Takva sahipleri için bir hidayettir.

3- Onlar gayba inanırlar, namazı dosdoğru kılarlar, kendilerine rızık olarak verdiklerimizden de infak ederler.

4 " Ve onlar sana indirilene de senden önce indirilene de yakînen [kesin olarak| inamrlar-

5. işte onlar rablerinden bir hidayet üzeredirler ve onlar felaha erenlerin ta kendileridirler.



Açıklaması


Besmelenin anlamı bu sûrede bulunan her şeyin Allah'tan olduğunu, in­sandan olmadığını ilan etmektir. Allah bu sûreyi rahmetiyle insanları dünya ve ahirette hayır ve mutluluğa iletmek için indirmiştir. Şüphesiz ki besmele Mushafa Kur'an-ı Kerim'in dışında herhangi bir şeyi yazmamak için özel bir gayret gösteren Ashâb-ı Kiram'm icmâı ile Kur'an-ı Kerim'den bir ayettir.

Şanı yüce Allah, bu sûreye mukatta harflerle başlamaktadır. Bundan gaye Kur'an-ı Kerim'in niteliğine dikkat çekmek, onun i'câzına işaret etmek ve sü­rekli olarak onun en kısa bir sûresinin benzerini getirmek hususunda insanla­ra meydan okumak, insan kelâmı olan hiç bir şeyin boy ölçüşemiyeceği bir söz olan Allah'ın kelâmı olduğunu kesin olarak ispat etmektir. Şanı yüce Allah bu­nunla Kur'an-ı Kerim'in nazil olduğu Araplara şöyle diyor gibidir: Bu her Ara-bın konuşurken kullandığı alfabe harflerinden oluşan AfâpÇa bir SÖZ Oİduğlİtia göre onun benzerini getirmekten -insan sözü olduğuna inanıyorsanız- nasıl olur da âciz kalırsınız?. Bu böyle olmakla birlikte sizler onunla boy ölçüşemez-siniz. Kur'an-ı Kerim'in i'câzını açıklamak için bu harflerin zikredildiğini söyle­yen muhakkik ilim adamlarının görüşü işte budur. [1]

Zemahşerî der ki: Bütün bu mukatta' harfler Kur'an-ı Kerim'in başında bir defa vârid olmamış meydan okuma ve ikazın tesirini artırmak için defalar­ca tekrar edilmişlerdir. Tıpkı bir kıssanın defalarca tekrar edilmesi ve açıktan açığa bir kaç yerde Kur'an'ın benzerini meydana getirmeleri için meydan oku­manın tekrarlanması gibi. [2]

"Elif, Lâm, Mim" in mukatta harflerden oluştuğunun delillerinden birisi de Peygamber (s.a.)'in şu buyruğudur: "Her kim yüce Allah'ın Kitab'ından bir harf okursa onun için bir hasene vardır. Bir hasene ise on katı iledir (On kat fazlasıyla mükâfat görür). Ben sizlere: Elif, Lâm, Mim, tek bir harfdir, demiyo­rum. Fakat Elif bir harf, Lâm bir harf ve Mim de bir harfdir." [3]

Daha sonra yüce Allah, Kur'an-ı Kerim'in üç özelliğini dile getirmektedir:

1- Bu kitap, ihtiva ettiği anlam, maksat, kıssa, ibret ve nakzedilmesi kabil olmayan yasamayla ilgili hükümleri ile kapsadığı her şeyde mükemmel ve ek­siksiz bir kitaptır.

2- Dikkatle bakan ve gönlüyle ona kulak veren kimse için Kur'an'ın Al­lah'tan gelmiş bir hak olduğunda hiç bir şüphe yoktur.

3- Bu kitap, takva sahibi müminler için hidayet ve doğru yolun kaynağı­dır. O takva sahipleri Allah'ın emirlerini yerine getirerek, yasaklarından sakı­narak Allah'ın azabından korunan kimselerdir; dolayısıyla bu kitaptan yarar­lanabilecek olanlar da onlardır.

Daha sonra Yüce Allah, Kur'an-ı Kerim'den yararlanan takva sahiplerinin dört ayrı niteliğini açıklamaktadır. Bu takva sahipleri Kur'an-ı Kerim'in haber vermiş olduğu öldükten sonra diriliş (haşr), hesap, sırat, cennet, cehennem ve buna benzer gaybî şeyleri tasdik eder ve iman ederler. Onlar aklın yaklaşık bir şekilde idrak etmiş olduğu maddî ve duyularla hissedilen şeylerin sınırında du­rup kalmazlar; ayrıca ruh, cin ve melek gibi ve başta Allah'ın varlığı ve vahda­niyeti olmak üzere maddenin ötesindeki evrenleri de idrak ederler.

Diğer taraftan bunlar şart, rükün, âdâb, huşu ile en mükemmel şekliyle namazı eda ederler. Çünkü hususuz ve ayetlerinin üzerinde tefekkür etmeksi­zin okunan Kur'an-ı Kerim, Allah'a karşı haşyet duymaksızın kılınan bir na­maz ruhsuz bir ceset gibidir.

Bu takva sahiplerinin bir diğer özelliği de zekât, sadaka ve şer’an farz olan diğer nafakalar gibi malî harcamaları iyilik ve ihsan yolunda yapmalarıdır. Böy­lelikle toplum maddi açıdan bir rahatlığa kavuşur, mallar çeşitli şüphelerden te­mizlenir, şer'an arzulanan yapı tamamlanmış olur; dinin direği olan namaz ile ferdin yapısı, zekât ve buna bağlı olan şeylerle de toplumun yapısı. İşte bunlar ilerlemenin, hayatm gelişmesinin, ümmetin mutluluğunun temelidir. Ayet-i keri­me, Resulullah (s.a.)'ın olacağını haber verdiği her türlü gaybî haberi kapsayan genel bir ifade taşımaktadır. Yine ister farz olsun, ister nafile olsun, bütün na­mazlar ve her türlü nafaka hakkında genel (umumî) bir karakter taşımaktadır.

Bu takva sahiplerinin bir diğer özelliği de Peygamber Muhammed (s.a.)'e ve diğer peygamber ve rasullere indirilen her şeyi tasdik etmeleridir. Onlar ay­nı şekilde en ufak bir şüphe söz konusu olmaksızın ahireti de ve onun kapsamı­na giren ruh ve cesetlerin bir arada kabirlerden diriltilmesi, hesap, ceza, mî-zân, sırat, cennet, cehennem gibi diğer hususlara da kesinlikle ve en ufak bir şüphe sözkonusu olmaksızın, tam bir tasdik ile tasdik eder ve doğrularlar.

Sözü geçen gayba gerçek anlamıyla iman, namazı dosdoğru kılmak, zekâtı vermek, ahiret gününe inanmak, Kur'an'a ve ondan önce indirilmiş bulunan ki­taplara (Tevrat, İncil, Zebur ve sahifelere) iman etmek niteliklerine sahip olan bu kimseler, evet işte bunlar, Rablerinden gelen bir nur, bir hidayet üzeredir­ler. Allah katında çok yüksek bir makamın sahibidirler. Ebedîlik yurdu olan cennetlerde üstün derecelerle umduklarına nail olacak kimseler bunlardır. [4]



Kâfirlerin Nitelikleri


6- Gerçekten o inkâr edenleri inzar etsen de (uyarsan da) etmesen de birdir; iman etmezler.

7- Allah kalplerine de kulaklarına da mühür vurmuştur; gözlerinin üzerine de perde çekmiştir. Onlar için büyük bir azap da vardır.



Nüzul Sebebi


Konu ile ilgili sahih rivayete göre ayetin nüzul sebebi şudur: Taberî'nin İbni Abbas'tan ve el-Kelbî'den rivayetine göre bu iki ayet-i kerime, Huyey b. Ahtab, Ka*b bin Eşref ve benzeri Yahudilerin ileri gelenleri hakkında nazil ol­muştur.[5]



Açıklaması


Allah'ın ayetlerini inkâr edip kâfir olanları, Kur'an-ı Kerim'i ve Muham-med'i (s.a.) yalanlayanları uyarmak veya uyarmamak fark etmez, kalpleri bu uyarıdan dolayı etkilenmez. Çünkü kalpleri îlahî nurun erişmesine imkan ver­meyecek şekilde örtülüdür. O kalplerde iman nuru parlamaz. Çünkü onlar hakka karşı, Allah'ın ayetlerine karşı görmezlikten gelmişlerdir. Hidayet ve öğüdün etkileri onlara ulaşmaz. Çünkü onlar bilmenin, düşünmenin, tefekkü­rün, işitme ve görme duyularını kullanmanın bütün yollarını işlemez hale ge­tirmiş, bunun sonucunda hakkı görmez duruma düşmüşlerdir. O bakımdan hakka uymazlar. Hakkı işitmezler, onu anlamazlar. Dolayısıyla onların cezaları da -Yüce Allah'ın ayetlerini yalanlamalarından dolayı- sonu gelmez, çok çetin büyük bir azaptır.[6]



Münafıkların Nitelikleri -I-


8- İnsanlardan öyle kimseler de vardır ki mümin olmadıkları halde "Allah'a ve ahiret gününe inandık" derler.

9- Allah'ı ve müminleri aldatmaya çalı­şırlar. Halbuki onlar kendilerinden başkasını aldatamazlar da farkına var­mazlar.

10- Kalplerinde hastalık vardır; Allah da hastalıklarını artırdı, yalan söyle­dikleri için de onlara acıklı bir azap vardır.



Açıklaması


İşte bunlar üçüncü sınıf insanlardır. Yüce Allah inkâr edenlerin halini iki ayet-i kerimede münafıkların durumunu da onüç ayet-i kerimede açıklamakta ve bu ayetlerde onların kötülüklerini, hilelerini dile getirmekte, içyüzlerini açıklayarak, yaptıkları işlerin ne kadar gülünç olduğunu dile getirmekte; onla­rı sağır, dilsiz ve kör diye adlandırmakta; onlara dair misaller vermektedir. Çünkü bunlar İslâm için açıktan açığa kâfir olanlardan daha büyük bir tehli­kedir.

Burada sözkonusu edilen münafıkların özellikleri sadece o dönemin değil her dönemde mevcut olan münafıkların özelliklerindendir.

Birinci nitelikleri, kalpleri küfür ve sapıklıkla dolup taştığı halde dil ile iman ettiklerini söylemeleridir. Peygamberlik asrında münafıkların lideri Ab­dullah b. Übey Selûl'ün arkadaşlarının büyük çoğunluğu Yahudiydi. Bunlar mümin olduklarını iddia ediyorlardı. Allah onların bu iddialarını reddetmekte, zahiren mümin olduklarını ileri sürseler dahi gerçekte mümin olmadıklarını ifade buyurmaktadır. Şüphesiz onlar böylelikle Allah'ı aldatmaya çalışan kim­selerin durumuna düşmektedirler. Allah ise onların bu durumlarını bilmekte­dir; bu nedenle onların zararları kâfirlerden daha çoktur. Allah'a ve âhiret gü­nüne iman iddialarında yalancı oldukları için ahirette onlar için can yakıcı bir azap vardır.

Akıllarının kıtlığı dolayısıyle Yüce Allah'ı aldatacaklarını düşünmüşlerdir. Halbuki Allah aldatılmaktan münezzehtir. Hiçbir şey ona gizli kalmaz. Onların böyle bir işi yapmaya kalkışmaları Allah'ı gereği gibi tanımadıklarını göster­mektedir. Eğer Allah'ı gereği gibi tanımış olsalardı, onun asla aldatılamayaca-ğını da bilirlerdi. Diğer taraftan onların bu aldatmaya çalışmalarının vebali sa­dece kendilerine aittir ve Allah dilediği takdirde iç yüzlerini müslümanlara aç­maya kadirdir.

Bütün bunlarla birlikte Yüce Allah, bunlara İslâmın hükümlerinin uygu­lanmasını emretmektedir. İşledikleri günah türünden bir ceza ile muhatap ol­maktadırlar. Sanki müslümanlar Allah'ın onlar hakkında uygulamak istediği emri yerine getirirken onları -teşbih ve temsilî olarak- aldatıyor gibidir. Böyle­likle asıl aldanan ve aldatılan kimselerin münafıklar olduğuna işaret edilmek­tedir.

Kâfir oldukları halde öldürülmeyişlerinin sebebine gelince; doğrusu -İbnü'1-Arabî'nin de dediği gibi-[7] Peygamber (s.a.) münafıkları öldürmemiştir. Buna sebep onların kalplerini kendisine ısındırmak maslahatı ve insanların İslâmdan uzaklaşmalarını sağlayacak kötü durumların doğması endişesidir. Nitekim Resulullah (s.a.) da bu hususa işaret ederek şöyle buyurmuştur: "Ben insanların, Muhammed (s.a.) ashabını öldürüyor, demelerinden korkuyorum". Bu uygulama, itikadlarının kötü olduğunu bilmekle birlikte, gönüllerini İslam'a ısındırmak arzusuyla müellefe-i kulub'e zekattan pay verilmesini hatır­latmaktadır. [8]



Münafıkların Nitelikleri -II-


11- Onlara "Yeryüzünde fesat çıkarma­yın" denildiğinde "Biz ancak ıslah edi­cileriz" derler.

12- Dikkat et! Gerçekten onlar, fesatçı­ların ta kendileridirler, fakat farket-mezler.

13- Onlara "İnsanların iman ettiği gibi iman edin" denilince onlar: "Biz de o kıt akıllıların inandığı gibi mi iman edelim?" derler. Dikkat et! Asıl kıt akıl­lılar onların ta kendileridir, fakat bil­mezler.



Açıklaması


Münafıklara: "Fitneleri alevlendirmek kâfirler adına casusluk yapmak, Arapları Müslümanlara karşı kışkırtmak suretiyle uygulamaya koyduğunuz son derece kötü ve çirkin planlarınız bir fesattır" denildiğinde: "Hayır! Durum zannettiğiniz gibi değildir. Bizler ancak ıslah eden kimseleriz. Biz ıslahtan baş­ka birşeyin peşinde değiliz" derler.

Şanı yüce Allah fesat çıkartanların ancak kendileri olduğunu belirterek onların bu iddialarını reddetmektedir. Bununla birlikte onlar yaptıkları işin ne kadar tehlikeli olduğunu idrak edememekte ve bu fesadın farkına varamamak­tadırlar. Çünkü fesat artık onların tabî bir karakteri haline gelmiş ve tabiatla­rında yer etmiştir.

Müslümanlar münafıklara değişik vesilelerle nasihatlarda bulunuyor on­ları imana çağırıyorlardı. Doğru yolu gösteren akla kulak veren, doğruluk yolu­nu izleyen kimselerin iman ettiği gibi, iman etmelerini söylüyor; onlara Abdul­lah b. Selâm ve benzerlerini örnek gösteriyorlardı. Münafıklara: "Diğer insan­lar gibi siz de imanın çerçevesine giriniz" denildiğinde, onlar büyüklük taslaya­rak şöyle cevap veriyorlardı: "Köle, fakir gibi, insanlar arasında güçsüz ve bil­gisizlikleri dolayısıyla da akılları kıt olanların iman ettiği gibi biz de mi Kur"ana ve Muhammede iman edelim?"

Halbuki asıl akıllı, önündeki hayır ve nur yolunu görüp de o yolu izleyen kimsedir. Yüce Allah bizzat kendilerinin kıt akıllı olduğunu belirterek cevap vermekte, iddialarını reddetmektedir. Onlar imanı sağlıklı bir şekilde idrak edememekte ve onun gerçek mahiyetini ve etkisini bilememektedirler.

Şuur, gizli olan bir şeyi idrâk etmek anlamına gelmekle birlikte, fesat çı­kartmak hakkında "farketmezler (la yaş'urûn)"; ilim ise vakıaya uygun ve kesin bilgi demek olduğu halde, imanları hakkında da "bilmezler" denilmesinin sebebi şudur: Yeryüzünde fesat çıkartmak, hissedilebilen bir iştir. Onların ise bu fesadı idrak edecek kadar hisleri dahi yoktur. İman ise kalbî bir durumdur. Onu ancak gerçek mahiyetini bilen kimseler idrak edebilir. İman ayrıca yakînî bilgi olma­dıkça gerçekleşmez. İlim bilinen şeyi gerçek mahiyetiyle bilmek demektir. Onla­rın ise imanın gerçeğine ulaşabilmelerini sağlayacak kadar bir bilgileri yoktur. [9]



Münafıklaeın Nitelikleri -III-


14- Müminlerle karşılaştıklarında: "İman ettik" derler. Ama şeytanlarıyla başbaşa kaldıklarında: "Muhakkak biz de sizinle beraberiz. Biz ancak alay edenlerdeniz" derler.

15- Allah onlarla alay eder ve azgınlık­larında serserice dolaşmalarına müh­let verir.

16- İşte onlar hidayet karşılığında da­laleti satın almışlardı. Onların ticareti kâr sağlamamış doğru yola da ereme-mişlerdir.



Nüzul Sebebi


Müfessirler 14. ayet-i kerimenin Abdullah b. Übeyy ile münafık arkadaş­ları hakkında nazil olduğunu kaydederler. Bu münafık önce Ebû Bekir, Ömer ve Ali'yi (r.anhum) yüzlerine karşı övmüştü. Daha önce de onlar hakkında ken­di arkadaşlarına: "Bu kıt akıllıları sizler nasıl savıp gönderdiğime dikkat edin!" demişti. Bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu. Ancak Süyuti: Bunun se­nedi sağlam değildir, diye açıklama yapmıştır. [10]



Açıklaması


İşte şeytanları andıran, hatta onlardan da kötü olan Yahudilerin münafık­larına ait nübüvvet asnndaki bir tablo. Yalan söyleyen herkesin idraki az, gö­rüş mesafesi kısadır. Geleceğe bakamaz, o bakımdan onlar birbirleriyle ve ele-başılarıyla yalnız kaldıkları vakit, onlarla dayanışmaya girer ve: "Şüphesiz biz sizinle birlikteyiz" derler. Müminleri gördükleri vakit de iman ettiklerini açık­larlar. Yüce Allah ise onların durumlarını açığa çıkartarak, onları rezil etmiş, onlara en ufak bir değer vermemiştir. En ağır bir şekilde de onları cezalandıra­caktır. Bütün işlerinde şaşkınlıklarını, sapıklıklarını daha da artıracaktır.

Diğer taraftan onlar, Allah'ın Kitab'ını kavramak yolunda akıllarını kul­lanmamakla, dosdoğru yolu terketmeleri ve kıskançlıkları sebebiyle, bu dinin doğruluğunu ortaya koyan delilleri terketmekle oldukça zararlı bir ticarete kal­kışmışlar, sapıklığa bedel olarak hidayeti ödemiş, küfre ve nevaların sapıklık­larına karşılık olarak da nuru, aydınlığı vermişlerdir. Onlar kendilerini bekle­yen cehennem azabı sebebiyle bu ticaretlerinde kar sağlayamamışlardır. İbni Abbâs der ki: "Onlar dalâleti, sapıklığı aldılar, hidayeti terkettiler". Yani küfrü imana tercih ettiler ve imanı küfre değiştiler. Yüce Allah'ın burada bu işe "sa­tın almak" tabirini kullanması, anlama, genişlik kazandırma suretiyle olmuş­tur. Çünkü satın almak, ticaret karşılıklı değişimi ifade eder.

Araplar kişinin alışverişinde kar ve zarar etmesini alışverişin kar ve zarar etmesi şeklinde ifade ettikleri, yani kar ve zararı alışverişe isnat ettiklerinden dolayı Yüce Allah da burada kân ticarete isnat etmiştir. Onlar hidayet karşılı­ğında dalaleti almakla, hidayet bulmuş olamamışlardır. [11]



Münafıkların Durumlarını Anlatan Misaller


17- Onların misali bir ateş yakanın mi­sali gibidir. O etrafını aydınlatınca, Al­lah nurlarını giderir. Kendilerini ka­ranlıklar içinde görmeyecek halde ter-keder.

18- Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Artık onlar dönmezler.

19- Yahut içinde karanlıklar, gök gü­rültüsü ve şimşek ile gökten boşanan yağmur gibidir. Ölüm korkusu ile yıl­dırımlardan parmaklarını kulaklarına tıkarlar. Allah kâfirleri çepeçevre ku­şatandır.

20- O şimşek neredeyse gözlerini kapıp alıverecek. Onları aydınlattıkça da (ışığı) içinde yürürler. Onları karan­lıkta bırakınca, dikilip kalırlar. Allah dilese onların işitmelerini ve görmele­rini giderir. Şüphesiz Allah herşeye gücü yetendir.



Nüzul Sebebi


Taberi, İbni Abbas, İbni Mes'ûd ve başkalarından 19. ayet-i kerimenin nü-zülu hakkında şunları rivayet etmektedir: Dediler ki: Medine halkından müna­fıklardan iki kişi, Resulullah (s.a.)'dan kaçıp müşriklere sığındılar. Yüce Al­lah'ın sözünü ettiği bu yağmur onlara isabet etti. Bu yağmurla birlikte şiddetli gök gürültüsü, yıldırımlar ve şimşekler de vardı. Yıldırımlar, etraflarını aydın­lattı mı yıldırım kulaklarına girer de kendilerini öldürür korkusuyla parmakla­rını kulaklarına tıkıyorlardı. Şimşek çaktığı vakit ışığında yürüyorlardı. Çak­madığı vakit de etraflarını göremiyorlar, yerlerinde kalakalıyorlardı. Bunun üzerine şöyle demeye koyuldular: Keşke sabahı beklesek de Muhammed'e git­sek, ellerimizi ellerine koysak. Sabah olunca yanma gittiler. İslâm'a girdiler ve ellerini onun ellerine koydular, güzel bir şekilde İslâm'a bağlandılar. İşte Yüce Allah, kaçıp giden bu iki münafıkın durumunu Medine'de bulunan diğer müna­fıklara bir misal olarak verdi.

Münafıklar Peygamber (s.a.)'in meclisinde hazır bulunduklarında Pey­gamber (s.a.)'in sözleri dolayısiyla haklarında bir hüküm nazil olur yahut onlardan herhangi bir şekilde söz edilir de öldürülürler korkusuyla parmaklarını kulaklarına tıkıyorlardı. Tıpkı bu iki münafığın parmaklarını kulaklarına koy­dukları, şimşek etraflarını aydınlattığında'da yürüdükleri gibi. Malları artıp dünyaya çocukları gelince, ganimet veya bir fetih elde ettikleri vakit böyle dav­ranırlar ve "Muhammed'in dini doğru bir dindir" derlerdi. Şimşek yollarını ay­dınlattığında yollarına devam edip yürüyen, etrafları karardığında da dikilip kalan bu iki münafık gibi mallan telef olup çocukları ölüp başlarına belalar geldiğinde de: "İşte bu Muhammedin dini yüzündendir" deyip kafir olarak geri­sin geri irtidat ediyorlardı.[12]



Açıklaması


Yüce Allah bu ayet-i kerimelerde durumlarını açıklamak, onların kötü iş­lerini, kötü fiillerini beyan etmek, onları ibretli bir şekilde cezalandırmak, giz­lediklerini açığa çıkartıp rüsvay etmek üzere münafıkların durumuna dair iki misal vermektedir. Çünkü münafıklar insanlık için bir fitnedir, ümmet içerisin­de bir hastalıktır. Misaller vermek ise birtakım hususları açıklamak, gizli ve ancak düşünülerek anlaşılan şeyleri açık ve hissedilir olarak açığa çıkartmak için Kur'an'ın izlediği bir yöntemdir. Bu iki misal münafıkların huzursuz, şaş­kın ve tutarsız durumlarını, işlerinin içyüzlerinin çabucak açığa çıkışını tablo-laştıran iki örnektir:

Birinci misal: Onların işlerinin çabucak açığa çıkışını canlandırmaktadır: Şöyleki münafıkların sadece kısa bir süre için müslüman olduklarını söylemele­ri, kendilerinin ve çocuklarının güvenliklerini sağlama halleri, tıpkı kendisin­den yararlanmak için ateş yakan kimselerin haline benzer. Bu ateş çevrelerinde bulunan yerleri ve eşyayı aydınlatıp kısa bir süre çevrelerini görmelerini sağla­dıktan sonra Yüce Allah bu ateşi şiddetli yağan bir yağmur yahut şiddetli esen bir rüzgar ile söndürüverir. Böylelikle onların hiçbirşey görmeyecek hale gelme­lerini sağlar; gecenin, üstüste yığılmış bulutların ve ateşin sönmesinin sebep ol­duğu karanlıkların içerisinde bırakır. Çünkü artık aydınlık ortadan kalkmıştır.

Münafıklar ise duygu ve hislerini işlemez hale getirmişlerdir. Onlar işit­menin sağladığı faydayı, akıllarını işletmediklerinden dolayı öğüt verenin öğü­dünü, doğru yol gösterenin irşadını işitemezler. İşitseler bile anlayamazlar. O bakımdan onlar hakkı işitemeyen hakka karşı sağır kimseler gibidirler. Aynı zamanda onlar konuşma ve tartışmadan da yararlanamazlar. Herhangi bir me­seleye karşı delil, herhangi bir meseleye dair açıklama istemezler. Onlar sanki konuşmayan dilsizler gibidirler. Onlar görmenin sağladığı faydayı da işlemez hale getirmişlerdir. O bakımdan başlarına gelen türlü fitneler ile ümmetlerin maruz kaldığı hallerden ibret almazlar. Sanki onlar hidâyeti göremeyen körler gibidir. Onlar hiçbir zaman bulundukları sapıklık hallerinden vazgeçip hidaye­te yönelmezler. O bakımdan sen de onlar için üzülme, tasalanma!

İkinci misal: Onların şaşkınlıklarını, huzursuzluklarını ve fırsatçılıklarını dile getirmektedir. Kur'an-ı Kerim, onlara ilâhî irşadlarda bulunmuştur. Ancak onlar bunlardan yüz çevirmişlerdir. Onların bu durumları, karanlık bir gecede, gök gürültüleri ve çakan şimşeklerle beraber şiddetle yağan bir yağmura tutu­lan topluluğa benzer. İşte bu kapkaranlık atmosfer içerisinde kurtuluş yolunu araştırırlar ve ufukta gördükleri tek aydınlığa umut bağlarlar; yani apaçık ayetlerin getirdiği hakka uymayı kararlaştırırlar. Fakat aradan fazla zaman geçmeden karanlıklara düşer yine huzursuzluğa, çalkantıya yuvarlanırlar. Eğer Allah dilese gök gürültüsünün gürültüsüyle kulaklarını sağır eder. Gözle­ri kör ediveren şimşeğin parıltısıyla onları kör eder. Fakat bir hikmet ve bir maslahat dolayısıyla o bunu murad etmez. Çünkü onlara bir mühlet vermek, doğruya dönsünler diye fırsat tanımak istemektedir.

Özetle; nifak kısa bir süre için bazan münafık kimsenin yolu aydınlatabi­lir. Ancak ateşin sönmesi gibi bu da çabucak sönüverir. Bu ise münafıklığın sü­rekliliğine son verir, devamını önler. Münafık herhangi bir amacını gerçekleş­tirmek ve basit maddî bir kazanç elde etmek amacıyla münafıklığına umut bağlayabilir. Fakat kısa bir müddet içinde bu umutlar darmadağın olur gider. Münafıklar böylece huzursuzluk ve çalkantı içerisinde kalırlar. Çünkü bir aye­tin nüzûlu ile gösterdikleri zahirî sevinç, müminlerle birlikte cihad etmeleri is­tendiği zaman ortadan kalkar. Kısacası iyi günlerinde müslümanlara destek vermek ve onların mutluluğunu zahiren paylaşmak, ibtilâ ve imtihan dönemle­rinde ise nankörlük edip müslümanlara sırt çevirmek münafıkların misali ve tavrıdır. [13]



Sadece Allah'a İbadet Ve Bunu Gerektiren Sebepler


21- Ey insanlar! Sizi de, sizden önceki­leri de yaratan rabbinize ibadet edin ki, takva sahibi olasınız.

22- O (Allah) ki yeryüzünü sizin için bir döşek, göğü de bir bina yaptı. Gök­ten su indirip onunla sizin için rızık olmak üzere meyveler çıkardı. Artık siz de bildiğiniz halde Allah'a şirk koş­mayınız.



Açıklaması


Yüce Allah, Mekke'n' müşriklere de başkalarına da yani bütün insanlara yalnızca kendisine ibadet etmelerini emretmektedir. Nitekim şu buyruğunda da dile getirdiği gibi, daha önceki peygamberleri aracılığıyla da insanlara aynı emri iletmiştir: "Andolsun ki biz her ümmet arasında: 'Allah'a ibadet edin ve tağuttan uzak durun' diye bir peygamber göndermişizdir" (Nahl, 16/36). Bura­da tağutların kapsamına putlar da girmektedir. İbadetin asıl anlamı tezellül içinde boyun eğmektir. Burada ibadetten kasıt yüce Allah'ı birlemek (tevhid), dininin şerl hükümlerine bağlanmak, putlara ibadeti terketmektir. Buna sebep ise şudur: Allahu teala tek başına ibadete hak sahibidir. Çünkü ibadet etmekle emrolunanlan da onlardan öncekileri de yani kulların tümünü yaratan O'dur. Onların işlerini O çekip çevirir. Gerek duydukları hidayet yollarını ve bilgi edinme vasıtalarını bağışlayan O'dur. İbadetin ise kesin bir meyvesi vardır ki, o da takvaya ulaşmak, umduğunu elde etmek, hidayeti bulmak ve kemal dere­cesine ulaşmaktır. Çünkü Yüce Allah, Cehennem için yarattığı kimseyi takva sahibi olsun diye yaratmış değildir. Allah'ın hakkı ile ibadet eden kullarından hasıl olmasını istediği tek şey takvadır. Arapçadaki "le'alle = belki, olur ki -me­alde sadece: ki-" kelimesi, aslında beklenti ve umut ifade eder. Ancak herşeye kadir ve herşeyden üstün olan yüce Allah için durumun bir beklenti seviyesin­de kalması imkansızdır. O bakımdan bununla anlatılmak istenen şudur: Sizler takvaya ulaşmayı ümit ederek bu işi veya şunu yapınız ki, akü sahibi olasınız, öğüt alasınız ve takva sahibi olasınız.

Yine yüce Allah'ın ibadet emrini vermesi O'nun yeryüzünü bir döşek, ora­da rahat bir şekilde yerleşmek, yaşamak, sükun ve huzur içerisinde -küresel olmasına ve dönmesine rağmen- ikamet edebilmek için bir karar yeri kıldığın­dan dolayıdır. Çünkü o yeryüzü -böyle olmakla birlikte- yüce dağlarla sağlam­laştırılmıştır: "Ve dağları (kazık) kılmadık mı" (Nebe', 78/7). Yine ibadet emrini vermesinin bir diğer sebebi de onun semayı yer üzerinde kubbeyi andıran bir şekilde yüksekçe bir tavan kılmış olmasıdır. Bu sema hayır ve bereketlerle in­sanın üzerini örtmektedir. Bu semada bulunan pek çok yıldıza ve pek çok gök cismine rağmen yapısını oldukça sağlam ve çekim sünneti (kanunu) ile bunlar arasındaki oran ve dengeyi sapasağlam kılmıştır. O bakımdan bu semanın dü­zeni bozulmaz, bu semadaki büyük bir gezegen, yıldız dünya üzerine düşmez, bu cisimler birbirleriyle çarpışmaz. Yüce Allah semadan yani bulutlardan ol­dukça bereketli bir su, kendisiyle ekinlerin ve otların bitip yeşerdiği tatlı bir yağmur indirmiştir. Bu yağmur ölümünden sonra yeryüzünü diriltir, toprağa nefes aldırır, yeşertir, hatta teneffüs ettiğimiz havayı da arındırır.

İnsanın faydası için yaratmak, yoktan var etmek ve tekvin ile ona nimet ve rızıklar bağışlamak, insanların menfaati için gökleri ve yeri yaratmak ile ni­telenen Yüce Zat, elbette ki ibadet ve tazim edilmeye, tezellülle önünde eğilme­ye layıktır. Hiçbirşey yaratamayan, rızık sunamayan, kendileri için bir menfa­at sağlayamadığı gibi kendilerine gelecek bir zararı da savamayan aciz putlar veya insanlardan Allah'a ortaklar koşmak, elbette ki insanoğluna yakışmaz. Şanı yüce Allah eşler, ortaklar, çocuklar edinmekten yücedir, münezzehtir. Çünkü onun bunlara ihtiyacı yoktur. Gerçek kudrete sahip olan rububiyet ve vahdaniyetin delilleri ile varlığı bilinen Yüce Zat, tek başına O itaat edilmeye layıktır.

Müşriklerin Allah katında aracı olmaları umuduyla putları ilah edinmele­ri, Kitap Ehli'nin hahamlarını ve rahiplerini Allah'tan başka yasa koymak, münkerleri helâl kılıp hoş ve temiz olan bazı şeyleri haram kılmak hususunda rabler edinmeleri Allah'a karşı yapılan bir iftira, bir yalan, bir gerçekdışılıktır. Herkes yaratanın, rızık verenin Allah olduğunu kabul etmektedir. Bütün kafir­ler ve münafıklar aslında uydurma ilahlarının hukuk ve düzenlerinin batıl ol­duğunu bilmektedirler. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Sen onlara: 'Göklerle yeri kim yarattı? Güneşi ve Ayı kim müsahhar (insanın emrine âmâ-de) kıldı?' diye sorsan, onlar elbette: 'Allah' diyeceklerdir. O halde nasıl döndü­rülürler?" (Ankebût), 29/61).

Yüce Allah, kendi katında aracılar edinmeyi tenkit etmekte ve Allah'ın teşrf buyurmadığı şeylerle ona yakınlık sağlamaya çalışmanın batıl olduğunu belirtmek üzere de şöyle buyurmaktadır: "Ondan başka veli edinenler: 'Biz bunlara ancak bizleri Allah'a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz' (derler)..." (Zümer, 39/3). [14]



Kur'ân'ın En Kısa Sûresinin Benzerini Meydana Getirmek Üzere İnkarcılara Meydan Okuyuş


23- Eğer kulumuza indirdiğimizden Şüphe içinde iseniz, haydi siz de onun benzeri bir sûre getirin. AUah'tan başka şahitlerinizi de çağırın, eğer doğru söyleyenler iseniz. Bunu yapmazsanız -ki hiçbir zaman yapamayacaksınız- artık tutuşturucusu insanlarla taşlar olan ve kafirler için hazırlanmış bulunan o ateşten sa­kının.



Açıklaması


Ey inkarcı Araplar ve diğer inkarcılar! Allah'ın, kulu ve rasûlü ümmî Pey­gamber Abdullah oğlu Muhammed'e indirmiş olduğu Kur'an-ı Kerim'in doğrulu­ğundan yana şüphe içinde bulunuyor ve onun insan sözü olduğunu iddia ediyor­sanız sizin gibi bir insan olan o zatm buna güç yetirebildiği gibi siz de onun ben­zerini getiriniz. Eğer sizler bu Kur'an-ı Kerim'in uydurma ve insan kelâmı oldu­ğunu söylerken, onunla boy ölçüşebileceğiniz iddiasında doğru söylüyor iseniz; -ki onlar: "Eğer biz dileseydik bunun benzerini elbette söylerdik" (Enfâl, 8/31) diyorlardı- dilediğiniz başkan, eşraf, uydurma tanrılarınızı da Kur'an-ı Kerim'in benzerini ortaya koymak için yardıma çağırınız. Ancak Allah'tan başka hiçbir kimse onun benzerini meydana getiremez. Sizler bu işten yani alışılmadık beya­nı, üstün belagati, parlak üslubu, her türlü kusurdan uzak fikrî yapısı, her za­man ve mekana elverişli göz kamaştırıcı yasama ve hükümleri ve gayba dair ha­ber vermesi hususlarında Kur'an'a benzer bir sûre getirmekten acze düştüğü­nüz, ve buna şimdi güç yetiremiyeceğiniz gibi gelecekte de aciz kalacaksınız.

Fiilen bu konuda aciz olduğunuz açıkça ortaya çıktığına göre hakka yani Kur'an-ı Kerim'e imana, Peygamber (s.a)m risâletini tasdike dönünüz. Çünkü yakıtı kâfir insanlar ile taşların, putların olacağı cehennemden, biricik kurtu­luş bununla mümkündür. Demir ve buna benzer diğer sert maddeleri eritmek için en üstün dereceli ateş fırınları dahi, bu cehennem ateşinin benzeri olamaz. Allah işte bu cehennemi, İslâmın risâletini inkâr edip kabul etmeyen kâfirler için küfür ve inkarlarına uygun bir ceza olmak üzere hazırlamıştır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Gerçekten siz ve Allah'tan başka taptıklarınız, Cehennemin odunusunuz. Siz oraya varacaksınız'' (Enbiyâ, 21/98).

Özetle: Kur'an-ı Kerim'in en kısa bir suresinin bile şimdi ve gelecekte bir benzerini ortaya koymaktan aciz kalışınız ortaya çıktığına göre artık şu inadı­nızı bırakın. Bırakın da kafirler için hazırlanan cehennem ateşine odun olma­mak için KurWın Allah kelamı olduğunu itiraf edin. [15]



İman Edip Salih Amel İşleyenlerin Mükâfatı


25-îman edip de salih amel işleyenlere müjdele: Gerçekten onlar için altından ırmaklar akan cennetler vardır, kendilerine orada rızık olarak o meyvelerden verildiği her seferinde: Hu bizimler ve o birbirinin benzeri olarak kendilerine getirilir. Orada onlar için temiz kılınmış zevceler vardır. Onlar orada ebedi kalıcıdırlar.



Açıklaması


Ey Muhammedi Sen ve sana mirasçı olan mümin ve takva sahibi ilim adamları, iman edip, salih amel ve güzel işler işleyenlere ağaçlan bulunan ve köşk ve meskenlerinin altından cennet ırmaklarının aktığı cennetlerin (bahçe­lerin) müjdelerini ver! Oralarda canların çektiği, gözlerin zevkle baktığı şeyler vardır. -Buharî ve Müslim'de rivayet edildiği şekliyle-; "orada hiçbir gözün gör­mediği, hiçbir kulağın işitmediği hiç bir insanın hatırından geçirmediği şeyler vardır." Yüce Allah'ın şu buyruğu da bu gerçeği dile getirmektedir: "İşledikleri­ne bir mükâfat olmak üzere gözleri aydınlatan neler gizlendiğini hiçbir nefis bilmez" (Secde, 32/17).

O cennetlerde kesintisiz nzıklar, canın çektiği çeşitli meyveler vardır. Gü­nün başlangıcında veya sonunda onlara herhangi bir meyve sunulduğu her se­ferde hayretle şöyle diyeceklerdir: Bu meyve dünyada iken bize nzık olarak ve­rileni andırmaktadır. Ancak o meyveyi yedikleri vakit alışageldikleri tadın dı­şında bir tad alırlar ve yalnızca şekli, görünüşü ve türü itibariyle dünya mey­vesine benzediğini, ama aslında tad ve lezzet ve hacim itibariyle ondan farklı olduğunu farkederler. Bu açıdan bu meyveler hiçbir zaman görmedikleri çeşit ve türdendir. Madde ve tadı itibariyle farklı olmakla birlikte, dünyadaki mey­velere benzemesi ile ilgili olarak İbni Abbas şöyle demiştir: "Cennette dünya­dan isimler dışında hiçbir şey yoktur". Taberi de der ki [16]; "Konu ile ilgili en uygun tevil (açıklama şekli) renk ve görünüşleri itibariyle birbirine benzeyen fakat tatları farklı meyveler getirilecektir, diyenlerin açıklamasıdır. O alimler bununla şunu anlatmak istiyorlar: Cennetin meyveleri ile dünyadaki meyveler görünüş ve renk itibariyle birbirine benzemekle beraber, tad ve lezzet bakımın­dan farklıdırlar.

Şanı yüce Allah'ın bize haber verdiği şekliyle iman ettiğimiz gaybî husus­lardan birisi de cennette müminler için huru'l-în'den zevceler olduğudur. Bun­lar çadırları içinde, örtüler ve perdeler arkasındadırlar. Onlardan önce ne bir insan ne de bir cin dokunmuştur onlara. Ay hali, lohusalık gibi maddi ve mane­vi pisliklerden, tiksinti veren kirliliklerden, küçük büyük abdestlerden, balgam çıkarmak ve tükürmekten, nefis ve hevânın şerlerinden uzaktırlar. Müslim'in rivayetine göre Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Cennetlikler orada yerler, içerler; fakat tükürmezler, küçük büyük abdest bozmazlar, sümkürmezler" As-hâb-ı kiram: "Peki yemek ne olacak?" diye sorunca; Hz. Peygamber şu cevabı verir: Misk kokusu gibi geyirmek ve ter (ile hazmedecekler) ve sizler nasıl ken­diliğinizden nefes alıyor iseniz onlara da o şekilde teşbih ve tahmîd etmek (el­hamdülillah demek) ilham olunacaktır".

Ancak dünyadaki mümin kadınların kıyamet gününde huru'l-în'den daha faziletli olacakları bildirilmiştir. Bu konu Allah'ın şu buyruğunda söz edilmek­tedir: "Biz onları yeniden yarattık; onları bakireler kıldık ve eşlerine düşkünler ve hep bir yaşta (kıldık)" (Vakıa, 56/35-38).

Tirmizî'nin de rivayetine göre Ümmü Seleme şöyle demiştir:... Ey Allanın Rasûlü! dedim. "Dünyanın kadınları mı üstündür? Hurul-în mi üstündür?" Hz. Peygamber: "Hayır! dünya kadınları Hurul-înden üstündürler. Tıpkı elbisenin astarından üstün olduğu gibi". Ben: "Bu neden dolayı olacaktır, ey Allanın Ra­sûlü?" diye sorunca: "(Dünya kadınlarının) kıldıkları namazlarla tuttukları oruçlar ve aziz ve celil olan Allah'a yaptıkları ibadet ile böyle olacaktır".[17] Yine Sahîh'te sabit olduğuna göre, cennette her bir erkeğin iki tane hanımı olacak­tır. İlim adamları derler ki: Bunlardan bir tanesi dünya kadınlarından, diğeri de cennet kadınlarından olacaktır.

Cennet, dünyadan ebedîlik vasfıyla aynin*. Yani orada devamlılık, kalıcılık ve sonu gelmez uzun bir dönem kalınacaktır. Bunun değiştirilmesi arzusu ol­mayacaktır. Cennet ayrıca eksiksiz, tam bir mutluluktur ve müminlerin emeli­dir. [18]



Kur'an-ı Kerim'de İnsanlara Misal Vermenin Faydası


26- Gerçekten Allah bir sivrisineği ve­ya ondan daha ileri herhangi bir şeyi misal vermekten çekinmez. İman eden­ler bunun Rablerinden bir hak olduğu­nu bilirler. Kâfirler ise: "Allah bu misal ile ne murad etmiştir?" derler. Allah bununla çoğu kimseyi saptırır ve yine bununla çoğu kimseyi de hidayete er­dirir. O bununla fasıklardan başkasını saptırmaz.

27- Onlar ki Allahm ahdini sağlamlaş-tırdıktan sonra bozarlar. Allanın bitiş­tirilmesin! emrettiği şeyi keserler ve yeryüzünde fesad yaparlar. İşte onlar zarara uğrayanların ta kendileridir.



Nüzul Sebebi


Taberi, Tefsir1 inde (I, 138) Ashâb-ı Kiram arasından bir gruptan şunu ri­vayet etmektedir: Şanı yüce Allah münafıklara: "Onların misali bir ateş yaka­nın hali gibidir" (ayet 17) ile: "yahut boşanan yağmur gibidir" (ayet 19) buy­ruklarında münafıklara ait bu iki misali verince münafıklar, Allah böyle misal­ler vermekten daha yüce ve daha üstündür, dediler. Bunun üzerine yüce Allah da; "Gerçekten Allah bir sivrisineği... misal vermekten çekinmez... İşte onlar za­rara uğrayanların ta kendileridir" buyruklarını indirdi. [19] Süyuti ise Celâleyn' de: "Senet itibariyle bu görüş, daha sahih ve sûrenin daha önce geçen bölümle­rine daha münasiptir", demektedir. [20]



Açıklaması


Şanı yüce Allah sivrisinek ve benzeri, gerek ondan daha aşağı, gerek on­dan daha büyük bir şeyi misal vermeyi basit ve önemsiz olduğundan dolayı -onu örnek göstermekten çekinen kimsenin yaptığı gibi- misal vermekten çekin­mez. Çünkü ister küçük, ister büyük olsun, bu misali ve benzeri şeyleri göster­mekte garip kaçacak, çekinilecek veya ayıp görülecek bir taraf yoktur. Çünkü bunların hepsindeki azamet ve kudret aynı ölçüdedir. O da yaratmak ve hari­kulade bir şekilde var etmektir. Diğer taraftan örnek, bir anlama açıklık ka­zandırmak ve onu bilinen ve tanık olunan şekliyle izah etmektir. Misaller in­sanların daha kolay bir şekilde anlayabilmesi için maddî şeylerin kalıbı çerçe­vesinde murad edilen anlamlan açığa çıkarmak içindir.

Bunlar sonucunda ise kapalı görünen hususlar açıklık kazanır, aklın kar­şısında vehim gibi görünen şeyler ortadan kalkar.

Yüce Allah hikmeti sonsuz olandır. Duruma, hal ve münasebetlere uygun bir şekilde büyük olsun, küçük olsun eşyaya dair misaller vermekle, gayeye yö­nelik fayda sağlar. Eğer bahsedilen konu, hak ve İslâm gibi büyük bir şey ise, ona nur ve aydınlık gibi şeyleri misal gösterir. Eğer iş put gibi hakir ve düşük bir şey ise, faydasız olması, faydasının bulunmaması açısından, onu andıran sinek, sivrisinek ve örümceği misal verir.

Bütün eşyayı, küçüğü ile büyüğü ile yaratanın Allah olduğunu tasdik eden müminler: Bu, Allah'ın hak sözüdür. O haktan başkasını söylemez ve hepsi (her türlü misal) onun için bîrdir ve bu bir maslahat, bir hikmet dolayısıyla verilmiştir, derler. Hakir gördükleri şeylerin misal getirilmesiyle alay eden kâfirler ise, hayret ve şaşkınlık içerisinde: "Allah bu gibi önemsiz ve hakir şeyleri misal vermekle ne­yi anlatmak ister?" derler. Onlar şaşkınlık içerisindedirler ve sonunda zarara uğ­rayacaklardır. Eğer iman edecek olurlarsa hakkı bilir ve bu örneklemedeki hik­met yönünü de anlarlar. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "7h ki kendilerine kitab verilenler yakın ile inansınlar, iman edenlerin de imanı artsın. Kitab verilenler ile müminler şüpheye düşmesin, kalplerinde hastalık bulunanlarla kâfirler de: Allah bu misal ile neyi murad etmiş? desinler diye." (Müddessir, 74/31).

Daha sonra Yüce Allah bu tür soru soranlara böyle bir misalin Allah'ı in­kâr ettiklerinden dolayı kâfirlerin bir çoğunun sapıklığının artmasına, Allah'a iman ettiklerinden dolayı da müminlerin çoğunun hidayetinin artmasına sebep olduğunu belirterek cevâp vermektedir. Ayrıca verilen misal ile olsun, başkası ile olsun Kur'an-ı Kerîm'deki buyruklar sebebiyle fâsıklardan başkası sapıt­maz. Yani Allah'a itaatten yüzçeviren, onun yaratmasındaki sünnetinin dışına çıkıp ayetlerini inkâr eden ve maksatları idrak etmekten yana akıl ve şuurları­nı işlemez hale getirenlerden başkasını saptırmaz.

Bu buyruk, onların saptırılmalarının sebebinin Yüce Allah'ın öğüt almak isteyenler için ibret kılmış olduğu kevnî sünnetlerinin dışına çıkmaları olduğu­na işaret etmektedir. Saptırmanın Yüce Allah'a isnad edilmesi, fiilin sebebe is-nad edilmesi türündendir. Çünkü Yüce Allah misali verince, o misal sebebiyle birtakım kimseler saptı ve birtakım kimseler de hidayet buldu. İşte bu, onların sapıtmalarının ve hidayet bulmalarının sebebini teşkil etmiştir. [21] Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "İşte biz, bu misalleri insanlara veriyoruz. Onlara ancak âtim olanlar akıl erdirir." (Ankebui, 29/43). Alimler ise haklan yol göstericiliği sayesinde hidayet ve doğru yolu bulan müminlerdir.

Yüce Allah bunun akabinde bu fasıklann niteliklerini açıklamaktadır. Onlar yaptıkları ahitleri bozarlar. Akıl, şuur ve duyu gibi ilâhî bağışları asıl maksatları doğrultusunda kullanmaz, Yüce Allah'a fıtrî olarak (D söz verdikleri Muhammed'e iman, onu ve geçmiş bütün peygamberleri doğrulamak, Allah'ın şeriatları gere­ğince amel etmek gibi ahitleri bozarlar. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onla­rın kalpleri vardır, fakat bunlarla idrak etmezler. Gözleri vardır, onlarla görmez­ler. Kulakları vardır, onlarla işitmezler. Onlar dört ayaklı hayvanlar gibidir, hatta daha da sapıktırlar. İşte onlar gafillerin ta kendileridir." (A'râf, 7/179)

Onlar Allah'ın bitiştirilmesini emretmiş olduğu, varlığına dair kevnî deliller ortada olmasına rağmen Allah'a iman bağını keserler. Böylelikle delil ile, delilin gösterdiği arasındaki ilişkiyi kopartmış olurlar. Bütün peygamberlere imanı da kesmişlerdir. Bir peygamber ile diğer bir peygamber arasında ayırım gözetmiş­lerdir. Halbuki Allah bütün peygamberlere iman ederek bağın koparılmamasını emretmiştir. Diğer taraftan onlar akrabalar arası maddi yakınlığı, peygamberler arasındaki manevi yakınlığı ve müminleri veli edinmek şeklindeki bağı da bitiş­tirmezler. Arap müşrikleri Peygamber (s.a.)'i yalanlayarak fıtrat ahdini bozmuş oldular. Kitap Ehli ise, hem fıtrat ahdini bozmuştur, hem de Yüce Allah'ın kitap­larında kendilerinden almış olduğu peygamberimiz Muhammed'e iman ahdini bozmuştur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz içlerinden bir gurup bilip durdukları halde yine de hakkı gizlerler." (Bakara, 2/146). Buna göre peygamberlerin gönderilişlerini inkâr eden, onların gösterdikleri aydınlık yol ile doğruyu bulmayan herkes, Allah'ın ahdini bozmuş demektir.

Bu bozguncular, yeryüzünde masiyetler işleyerek, insanlar arasında boz­gunculuk yaparak, onları imandan alıkoyarak inançlarından saptırarak, Kur'an çerçevesinde şüpheler uyandırarak -kendi nüfuz ve payelerini korumak gayesiyle- yeryüzünde fesat çıkartırlar.

Sonuçta ise bunlar rezil edilmek, şaşkınlık içerisinde kalmak ve yardımsız bırakılmak suretiyle dünyada acıklı azab ve Allah'ın kendilerine gazab etmesi suretiyle de ahirette hüsrana uğrayacak olanlardır. Dünyalarında da ahiretle-rinde de onlar için bir mutluluk yoktur. Çünkü bunlar hidayet karşısında dalâ­leti, mağfiret karşısında gazabı, cennet karşılığında cehennemi, ahde vefa kar­şısında ahdi bozmayı, bağları bitiştirmek yerine kesmeyi, salah yerine fesadı, sevap ve ecir yerine cezayı almışlardır. [22]



İnsanı Yaratmak, Öldürmek, Gökleri Ve Yeri Yaratmak Gibi İşlerle Tecelli Eden Allah'ın Kudreti


28- Nasıl oluyor da Allah'ı inkâr edi- yorsunuz? Halbuki daha önce ölüler idiniz de sizi diriltti. Sonra sizi yine öl- dürecek, sonra yine tekrar sizi dirilte- cek ve sonunda yalnız O'na döndürüle- çeksiniz.

29- Yerde ne varsa hepsini sizin için yaratan, sonra göğe yönelip (istiva edip) de onları yedi gök halinde düzenleyen O'dur. O, herşeyi çok iyi bilen (aıîm)dir%



"Onları yedi gök halinde düzenleyen" yani eksiksiz bir şekilde, bir çatlak ve eğrilik-büğrülük bulunmaksızın yaratışlarını tam yapan "O'dur." Çünkü on­ların düzenlenmesi (tesviye edilmeleri) nin anlamı, yaratılışlarının dengeli kı­lınması, dosdoğru olması, eğrilik ve çatlaktan uzak olması veya yaratma işle­minin tamamlanması demektir.

"Yönelip (istiva edip)" buyruğunda sözü geçen istiva, sözlükte bir şeyin üstüne yükselmek demektir.

"O her şeyi çok iyi bilendir." Allah gökleri herhangi bir düzensizlik olmak­sızın sapasağlam ve eksiksiz bir şekilde yarattıktan sonra, yerde bulunan her şeyi de orada yaşayanların gereklerine, menfaat ve maslahatlarına uygun ola­rak yarattıktan sonra, her şeyin durumunu genel ve özel olarak çok iyi bilir. [23]



Açıklaması


Ey kâfirler! Durumunuz hayret vericidir. Şanı Yüce Allah, ölümünüzden sonra bu dünya hayatında sizi var etmekle birlikte, nasıl olur da O'nun varlığı­nı ve kudretini inkâr ediyorsunuz? Gizli-açık üzerinizdeki nimetlerini tamam­lamış, sizlere hayatın akü, duyu ve duygular gibi en üstün nimetlerini bağışla­mış, hayatın kalıcılığını sağlayan rızıklarla sizi donatmış bulunuyor. Ecelinizin sona ermesiyle birlikte canınızı alıyor, öldükten sonra da kabirlerinizden sizleri diriltiyor, sonra hesaba çekilmek, amellerinizin karşılığını görmek üzere de tekrar ona döndürülüyorsunuz. Böylelikle herkes dünyada iken işlediklerinin karşılığını görecek ve her nefis kendisine ihsan edilen nimetler dolayısıyla he­saba çekilecek. İşte iki ölüm ve iki hayat. Bunlar size küfür üzere kalmanızda ileri sürebileceğiniz bir mazeret bırakmamakta, Kur'an-ı Kerîm'in misalleriyle alay etmeniz, Muhammed (s.a.)'in peygamberliğini inkâr etmeniz için hiç bir şeyi mazeret sürmenize imkân vermemektedir.

İbni Abbâs ve İbni Mes'ûd şöyle tefsir ediyor: Sizler yaratılmadan önce yok idiniz, ölü idiniz. O sizi diriltti, yani yarattı. Sonra ecellerinizin sona ermesiyle sizi öldürecek, sonra da kıyamet gününde sizi tekrar diriltecektir. Bu tefsiri baş­ka ayet-i kerime de desteklemektedir: "Rabbimiz bizi iki kere öldürdün, iki kere de dirilttin." (Mü'min, 40/11). İbni Atiyye der ki: İşte ayet-i kerime ile kastedilen budur. Kâfirler ölmeyi ve diriltilmeyi kabul ettiklerinden dolayı bu delilin gere­ğini kabul etmekten de kurtulamazlar. Kâfirler başlangıçta yok olan ölüler ol­duklarını, sonra dünyada yaratıldıkları anı, sonra yine dünyada öldürüldükleri­ni kabul ettiklerine göre, öbür diriltmenin gereğini de kabul etmeleri gerekir ve bu onlar aleyhlerine daha güçlü bir delil olur. Onların bunu inkâr etmeleri ise, delil getirmek imkânını bulamayacakları bir iddia halini alır. [24]

Daha sonra, Yüce Allah öldükten sonra dirilmeye ve insanları imana yö­neltmeye dair bir delil sözkonusu etmektedir. Bu, yeryüzünü içinde bulunan her şeyle yararlanalım, Allah'ın yaratan ve rızık veren olduğunu kabul edelim diye, bizler için yaratmasıdır. Buna göre faydalanmak ya hayatı sürdürme es­nasında varolan şeylerden yararlanmak suretiyle maddi anlamıyla olur, ya da egemenlik altına alamadığımız şeyler üzerinde durup düşünerek, ibret alarak, manevi şekliyle gerçekleşir. Her iki durumda ise bedenlerin ve ruhların gıdası gerçekleşmiş olur.

Yüce Allah yeryüzünde insanlar için hayatlarını sürdürme imkânını ha­zırlamış, insanı korunmuş bir tavanın gölgesine almakla bunu gerçekleştirmiş­tir. Sözü geçen bu tavan kudreti ile yükselttiği, sapasağlam bir yapı halinde düzenlediği, hikmeti ile var ettiği yedi semadır. Bunlara geceleyin yeryüzünü aydınlatsınlar diye harikulade gezegenler ve yıldızlar yerleştirmiştir. Bunların gerçek mahiyetlerini, durumlarını, onlarda bulunan harikuladelikleri yalnızca Allah bilir. Allah yerde ve gökte ne yarattıysa hepsini bilendir. İşte bütün bun­lar yaratıcı bir ve tek ilahın varlığını gösteren göz kamaştırıcı kudretinin delilleridir. O, bu kudretiyle tekrar yaratmayı ve tekrar hayatı takdir etmeye kadir­dir. Artık bütün bunlardan sonra küfrü, inkârı veya Allah'ın varlığını kabul et­memeyi haklı çıkartan bir sebep bulunabilir mi? [25]



İnsanın Yeryüzünde Halife Kılınması Ye Ona Dilin Öğretilmesi


30- Hani Rabbin meleklere: "Muhak­kak ben yeryüzünde bir halife yarata­cağım." demişti. "Biz seni hamdinle teşbih ve takdis edip dururken orada fesat çıkartacak, kanlar dökecek bir kimse mi yaratacaksın?" demişlerdi. (Allah) "Sizin bilmediklerinizi herhal­de ben bilirim" demişti.

31- Âdem'e bütün isimleri öğretti, son­ra onları meleklere gösterip: "Eğer doğru söyleyenler iseniz, bunların isimlerini bana bildirin" dedi.

32- Dediler ki: "Seni teşbih ederiz. Se­nin bize öğrettiğinden başka bir şey bilmeyiz. Gerçekten sen Alîm'sin, Ha-kîm'sin."

33- (Allah) "Ey Âdem onlara isimlerini haber ver." diye buyurdu. O da onlara isimlerini haber verince (Allah) buyur­du ki: "Size gerçekten göklerin ve ye­rin gizliliklerini ben bilirim ve neyi açıklarsanız neyi gizlerseniz yine ben bilirim" demedim mi?



Açıklaması


Ya Muhammedi Kavmine ataları Adem'in yaratılış kıssasını anlat! Hani Yüce Allah meleklere: Ben yeryüzünde bir halife edineceğim. Bu halife orayı imar edecek, orada yerleşecek. Benim hükümlerimi insanlar arasında uygula­yacaktır. Ondan sonra arka arkaya gelen nesiller de kâinatın imarı için onun bütün görevlerini üstleneceklerdir, demişti. Melekler hayret ile ve öğrenmek amacıyla şöyle sorarlar: "Sen nasıl olur da öyle bir halife yaratırsın? Halbuki onun soyundan gelecekler arasında masiyetler işleyerek fesat çıkartacak, hak­sızca ve haddi aşarak kanlar dökecek kimseler bulunacaktır. Çünkü onlar işle­rini irade ve seçimlerine dayanarak yapacaklardır. Zira onlar çamurdan yara­tılmışlardır. Madde onların yapılarının bir parçasıdır. Bu şekilde olan bir yara­tığın ise hata işleme ihtimali daha yüksektir.

Peki, -itiraz ve kıskançlık yolu ile değil de hayret ve öğrenmek üzere- itaat edenler yerine masiyet edenleri nasıl yaratırsın? Halbuki sen hayırdan başka­sını yapmayan, hayırdan başkasını dilemeyen Hakîm'sin."

Melek1 / ileride insanoğlunun yapacaklarını nasıl oldu da bilebildi diye sorulursa cevabımız şu olur.

Melekler ya bunu Allah tarafından verilen bir haber ile ya da Levh-i Mah-fûz'dan bilmişlerdir. Yahut onlar günah işlemekten yana korunmuş (masum) biricik yaratıkların kendileri olduğunu, onların dışında kalan diğer bütün ya­ratıkların ise bu nitelikte olmadığını bilmiş olduklarından dolayı bu soruyu sormuşlardır. \a da Sekaleyn'den birisi olan insanları diğeri olan cinlere kıyas etmişlerdir. Çünkü cinler daha Önceden yeryüzünde yerleştirilmiş ve melekle­rin orada sakin olmalarından önce fesat çıkartmışlardı.[26] Yahut melekler ha­yır ve şerri kendisinde barındıran maddenin tabiatını bildiklerinden dolayı bu-

nu söylemiş olabilirler ki bizim tercihimiz de budur. Şöyle de denilebilir: Hz. Âdem'den önce yeryüzünde bir çeşit yaratıklar vardı. Bunlar fesat çıkardılar, kanlar döktüler. İşte bu halife de onların yerine geçecektir. Bunun delili ise Yü­ce Allah'ın: "Sonra sizi arkalarından yeryüzünde halifeler yaptık." (Yunus, 10/14) buyruğudur. İşte melekler bu yeni halifeyi öncekilere kıyas ederek böyle söylemiş olabilirler.

Melekler böyle diyerek kendilerinin halife kılınmaya daha uygun oldukla­rını söylediler. Bunu da şöyle gerekçelendirmişlerdi: Çünkü bizim amellerimiz seni tesbîh, takdis etmek ve sana itaat etmekten ibarettir. Yüce Allah onlara şu cevabı vermişti: Onu halife kılmamdaki sizin için gizli olan maslahatı ve hikmeti ben daha iyi bilirim. Yeryüzünün nasıl ıslah olacağını, nasıl imar edile­ceğini, onu imar etmeye kimin elverişli olduğunu en iyi bilenim. Bu yaratığı yaratmakta sizin bilmediğiniz, benim bildiğim özel bir hikmetim vardır. Belki de insanlar arasındaki menfaatler üzere yapılan yarış, (hayatta) kalmak üzere biribirleriyle anlaşmazlıkları, kendi menfaatlerine karşı duydukları sevgi, ka­inatın ilerlemesinin, dünyanın uygarlaşmasının en güçlü sebeplerinden birisi­dir. Dünya hayır ve şer ile ıslah ve imar olur. Bununla da peygamberlerin gön­deriliş, insanların sınanış ve nefse karşı cihad hikmeti ortaya çıkar. Bu açıkla­malar meleklerin Yüce Allah'ın fiillerinin sonsuz hikmet ve kemale sahib oldu­ğunu bilmeleri yolunda bir irşâddır.

Daha sonra Yüce Allah kendilerinin halifeliğe daha lâyık oldukları şeklin­deki meleklerin kanaatlerini çürütmek, onların acizliklerini ortaya çıkarmak üzere melekleri bir sınavdan geçirir. Bu sınav Hz. Adem'e eşyanın isimlerini ve bitki, cansız, insan, hayvan gibi dünyanın kendileriyle imar olacağı türleri öğ­retmesinden sonra olmuştu. Yüce Allah bu öğretmenin ardından ad taşıyan varlıklar topluluğunu meleklere arzetti; ya da onlardan birtakım örnekler ar-zetti. Yani bizzat onların varlıklarını sundu. Çünkü Yüce Allah "Gösterip (arze-dipT diye buyurmaktadır. Göstermek (arzetmek) isimler hakkında düşünüle­mez. Yüce Allah onlara: Eğer sizler halifeliğe başkalarından daha çok hak sa­hibi olduğunuz iddianızda doğru söyleyen kimseler iseniz haydi bunlarm isim­lerini bana bildiriniz, dedi. Onlar da bu istenileni yerine getiremediler ve şöyle dediler: Seni her türlü eksiklikten tenzih ederiz; Rabbimiz, bize öğrettiğinden başka bizim bilgimiz yoktur. Şüphesiz ki sen her şeyi çok iyi bilensin, her ya­ratmasında hikmeti sonsuz olansın.

İşte bu buyruklar, Hz. Âdem'in meleklerin bilmediği şeylerin kendisine öğ­retilmesi ile meleklere üstün kılındığını, onlardan daha seçkin bir mevkide bu­lunduğuna işaret etmektedir. O bakımdan meleklerin ona karşı öğünmelerine neden olan bir üstünlükleri yoktur.

Daha sonra şanı Yüce Allah şöyle buyurdu: Ey Âdem, onların bilmekten âciz oldukları ve bilemeyeceklerini itiraf ettikleri bu eşyanın isimlerini onlara bildir. Hz. Adem onlara bütün bu eşyanın isimlerini haber verince melekler Hz. Âdem'in ve soyundan gelecek olanların halifelik makamına getiriliş sırrını ve maddî şeylerle uğraşmaya kendilerinin elverişli olmadıklarını idrak ettiler.

Halbuki bunlarla uğraşmaksızm dünya ayakta duramaz. Onlarla uğraşama-yışlannın sebebi ise meleklerin nurdan, Âdem'in ise çamurdan yaratılmış ol­ması ve maddenin Âdem'in yapısının bir parçası olmasıdır.

İşte bu esnada Yüce Allah meleklere şöyle buyurur: Ben sizlere göklerde ve yerde sizin için gaybî olan şeyleri de gaybî olmayan şeyleri de en iyi bilen ol­duğumu, yeryüzünde boşuna bir halife yaratmayacağımı, gizli ve açık herşeyi bildiğimi, sizin açığa vurduğunuz ve gizlediğiniz sözlerinizi dahi bildiğimi söy­lememiş miydim?

İbni Abbas'tan şu rivayet gelmiştir: "(Melekler kendi aralarında şöyle de­mişlerdi): Allah kendi katında bizden daha değerli bir yaratık yaratmayacak­tır. O bakımdan bizler yeryüzünde halifeliğe daha layıkız." [27] Bu ilgili ayetle­rin bir açıklama şeklidir. Taberî de der ki: Ayet-i kerimenin tevili ile ilgili ola­rak en uygun açıklama İbni Abbâs'ın söyledikleridir: Bu ise Yüce Allah'ın: "Si­zin açıkladıklarınızı en iyi bilenim." buyruğunun anlamını ifade eder. Ben gök­lerin ve yerin gaybını bilmekle birlikte dillerinizle açığa vurduğunuzu da "giz­lediklerinizi de" yani içinizde saklayıp açıklamadıklarınızı da "bilirim". Bana hiç bir şey gizli kalmaz. Sizin gizledikleriniz ile açığa vurduklarınız benim için birdir. Dilleriyle onların açığa vurdukları ise, Şanı Yüce Allah'ın kendilerinden söylediklerini haber verdiği husustur ki, o da onların: "Biz seni hamdinle teş­bih ve takdis edip dururken, orada fesat çıkartacak, kanlar dökecek bir kimse mi yaratacaksın?" demeleridir. Açıklamayıp gizledikleri ise İblis'in Allah'ın em­rine muhalefet etmesi, ona itaat etmeyip büyüklenmesi gibi gizli olan husus­lardır.[28]



Meleklerin Kendisine Secde Etmesi Suretiyle Hz. Âdem'e İlâhî Lütuf


34' Hani biz meleklere: "Adem'e secde edin" demiştik de hemen secde etmişlerdi- Ancak İblis dayattı, büyüktendi. (Zaten) o, kafirlerdendi.



Açıklaması


Ey Muhammed! Kavmine, o tertemiz meleklere şöyle dediğimizi de hatır­lat: Âdem'e kafirlerin putlarına yaptığı şekilde ibadet ve ilâh edinmek amacı ile değil de, boyun eğmek, selâmlamak ve tazim amacıyla secde edin, demiştik. İblis dışında bütün melekler ona secde etmişti. O ise secde etmekten yüz çevir­miş, Hz. Âdem'e karşı büyüklük taslamış ve "Ben ondan daha hayırlı olduğum halde ona secde mi edecek misim? Beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan ya­rattın", demiş, böylelikle yüz çevirmesi, büyüklük taslaması, kendisini üstün görmesi ve aldanışa götüren gururu sebebiyle kâfirlerden olmuş; kıyamet gü­nüne kadar Rabbinin emrine karşı gelip isyan etmesi, Âdem'e secde etmeyi reddetmesi sebebiyle de lanet edilmeyi hak etmiştir. [29]


Cennette Bulunan Hz. Âdem İle Hz. Havva'ya Karşı Şeytanın Tavrı


35- Ve Biz: "Ey Âdem sen ve eşin cenete yerleş, ondan bol bol istediğiniz gibi yiyiniz. Yalnız bu ağaca yaklaşmayı­nız; yoksa ikiniz de zalimlerden olur­sunuz." dedik.

36- Şeytan onları ordan kaydırıp onları içinde bulunduklarından (cennetten) çıkardı. Biz de: "Kiminiz kiminize düş­man olarak inin. Yeryüzünde sizin için bir süreye kadar karar yeri ve faydala­nacak şey vardır." dedik.

37- Derken Adem Rabbinden bazı keli­meleri telakki etti (belleyip aldı). O da tevbesini kabul etti. Çünkü O Tev-vâb'dır, Rahîm'dir.

38- "Hepiniz oradan inin." dedik. "Şa­yet benden size bir bidayet gelirse kim benim hidayetime uyarsa onlar için hiç bir korku yoktur ve onlar asla üzülmezler de."

39- Kâfir olup ayetlerimizi (kitapları­mızı) yalanlayanlara gelince; işte bun­lar ateş ehlidirler ve onlar orada ebe-diyyen kalıcıdırlar.



Açıklaması


Ya Muhammedi Sen kavmine şunu da anlat: Yüce Allah Âdem'e ve onun eşine cennette yerleşmelerini, oradaki nimetlerden istedikleri gibi yararlanma­larını, herhangi bir zorluk ve sıkıntı çekmeksizin afiyetle ya da sınırsız bol bir şekilde yemelerini emretmiş, bununla birlikte belli bir ağaçtan yemelerini de yasaklamıştır. Çünkü o ağaçtan yemek kendilerine zulmetmeleri demektir. Şu kadar var ki onların düşmanı olan şeytan oradan ayaklarını kaydırdı, içinde bulundukları uçsuz bucaksız nimetlerden çıkmalarına sebep oldu. Bunu ise o ağaçtan yemek hususunda onları aldatarak gerçekleştirdi. Ya da onları uzak­laştırıp cennetten çıkardı. Bunu şu sözleriyle gerçekleştirdi: "Rabbinizin size bu ağacı yasaklaması melekler olmayasınız yahut (burada) ebediyen kalmaya-anız diyedir. Bir de onlara: Şüphesiz ki ben size öğüt verenlerdenim, diye yemin etti." (A'râf, 7/20-21). Bu şekilde şeytanın vesveselerinin etkisi altında kaldılar, cennetten yeryüzüne çıkartıldılar, dünyanın sıkıntıları ile karşı karşıya kaldı­lar. Böylece insan ile şeytan arasında düşmanlık başgösterdi. İblis, Âdem'in onun eşi Havva'nın ve ikisinin soyundan gelenlerin düşmanı, insanlar da onun düşmandır. O bakımdan onun aldatmasından sakınınız: "Muhakkak şeytan si­zin düşmanmızdır. Siz de onu düşman edinin. O kendi topluluğunu ancak ce­hennemin arkadaşlarından olsunlar diye çağırır." (Fâtır, 35/6).

Daha sonra Yüce Allah Hz. Âdem'e birtakım kelimeler ilham etti. O ve eşi bu kelimeler gereğince amel ederek ve samimi bir şekilde tevbe ettiler. Sözü ge­çen bu kelimeler Yüce Allah'ın şu buyruğunda şöylece ifade edilmektedir: "Rabbimiz, biz nefislerimize zulmettik. Eğer bize mağfiret ve merhamet etmez­sen herhalde zarara uğrayanlardan oluruz." (A'râf, 7/23). Yüce Allah tevbeleri-ni kabul buyurdu. Çünkü O tevbeyi çokça kabul eden, kullara rahmeti geniş olandır. Bunun sonucunda insanlar yeryüzünde iki gruba ayrıldı: Birisi Allah'a iman eden, O'na itaat üzre amel edenler ki, ahirette Allah'ın cennetlerinde ola­caklardır. Diğer bir grup ise Allah'ın kitaplarında indirdiklerini yalanlayan, peygamberlerin risaletlerini inkâr edenlerdir. Onlar da cehennem ateşinde ebe-diyyen kalacaklardır. [30]



Adem (s.a.) Kıssası:


Kur"ân-ı Kerîm'de Adem (s.a.) adı toplam 25 defa geçmektedir. Bakara Sû­resi 31-37. ayetlerde, Âl-i İmran sûresi 33-59. ayetlerde, Mâide Sûresi 27. ayet­te, A'râf Sûresi 11, 172. ayette, İsrâ Sûresi 61-70. ayette, Kehf Sûresi 50. ayet­te, Meryem Sûresi 58. ayette, Tâ-Hâ Sûresi 115-121. ayetlerde, Yasin Sûresi 60. ayette Hz. Âdem'den söz edilmektedir. Bakara, A'râf, İsrâ ve Kehf sûrele­rinde olduğu gibi kimi zaman Hz. Adem'den isim ve nitelikleriyle söz edilmesi, Hicr ve Sâd sûrelerinde olduğu gibi de kimi zaman yalnızca niteliklerinden söz edilerek kıssanın anlatımının çeşitli türler alması, Kur'ân-ı Kerîm'in i'câzma delil olan hususlar arasında yer alır.

Kıssada altı konu ele alınmaktadır. [31]

1- Hz. Âdem'in çamurdan yaratılışı: Kur'ân-ı Kerîm Âdem (a.s.)'in yaratılı­şının aslının çamurdan, değişmiş çamurdan olduğunu ifade etmektedir. Niha­yet bu pişmiş çamur gibi ses veren bir hale gelince, Allah onun içine kendi nez-dinden ruh üflemiştir. Bunun üzerine o, hareket eden maddi, aklî, manevî ve ahlâkî birtakım güçlere sahip bir insan oluvermiştir. Adem ve Havva Kur'ân-ı Kerîm'in haber verdiği şekilde insan türünün esasını teşkil eder. İlim adamları günümüzde artık maymunu insanın aslı ve atası kabul eden Darwin nazariye­sinin çürüklüğünü ortaya koymuştur.

2- Adem'e secde ediliş: Yüce Allah İblis'e ve meleklere Âdem'e ibadet için değil de şanını yüceltmek kastıyla secde etmeleri emrini vermiş, bütün melek­ler secde ettiği halde cinlerden olan İblis secde etmemiştir. İblis böylelikle Rab-binin emri dışına çıkmış, büyüklük taslamış ve dayatmıştır.

3- İblis'in emre muhalefet ediş sebebi ve cezası: İblis kendisinin Hz. Âdem'den daha üstün olduğunu ileri sürmüş; "Beni ateşten onu ise çamurdan yarattın" demiştir. Ateş ise yükselmek ve yukarı doğru çıkmak gibi özelliklere sahip olduğundan dolayı, aşağı doğru çökme ve hareketsizlik unsuru olan ça­murdan daha üstündür. Yüce Allah büyüklük tasladığı için ve Allah'a haksızlı­ğı nispet ettiğinden dolayı onu kovmuştur. Şu kadar var ki İblis kıyamet günü­ne kadar kendisine mühlet verilmesini istemiş, Allah da ona mühlet vermiştir. Ayrıca Hz. Âdem'e soyundan gelecek olanları azdırmak tehdidinde bulunmuş, Yüce Allah da ona Allah'ın ihlâsa erdirilmiş kullan üzerinde onun herhangi bir etkisinin olamayacağını belirtmiş ve hem onu hem de ona uyanları cehennem azabı ile tehdit etmiştir.

4- Hz. Âdem'in yeryüzünde halife kılınması: Yüce Allah meleklerine Hz. Âdem'i yeryüzünde kendisinin halifesi kılacağını haber vermiştir. Bu halifenin yeryüzünde bulunan şeylerde tasarruf etme yetkisi olacaktır. Melekler de Yüce Allah'a kendileri itaat ehli oldukları, masiyetlerden uzak kaldıkları halde, yer­yüzünde fesat çıkartacak, kanlar dökecek kimseleri -bilgi edinmek ve hikmetini öğrenmek üzere- nasıl yaratacağını sordular. Cenab-ı Hak da onlara yarattığı bu varlıkta mevcut olan kendilerinin bilmediği sırlan bildiğini ve kendilerinin bilmedikleri ilmi ona bir özellik olarak bahşettiğini belirterek cevab verdi.

5- Hz. Adem'e duyularla hissedilir eşyanın isimlerinin öğretilmesi: Yüce Allah Hz. Âdem'e çevresinde gördüğü ekin, ağaç, meyve, kap-kacak, hayvan ve cansız gibi bütün eşyanın isimlerini öğreterek onu meleklerden üstün ve müm­taz kılmıştır. Çünkü Âdem (a.s.)'in yemesinde, içmesinde bunlardan yararlan­ma ihtiyacı vardı. Herhangi bir şeye ihtiyaç duymayan meleklerden farklı bir durumdaydı. Daha sonra Yüce Allah meleklerden ad taşıyan bu varlıkların isimlerini söylemelerini istedi, ancak melekler bunu bilemediler. Hz. Âdem'in soyundan gelenlerin birtakım şeylere ihtiyaç duymaları onları çalışmaya, kâ­inatı imar etmeye, ekin, sanayi ve ticaret gibi bütün alanlarda gerekli araçla­rın gelişimi için çalışmaya iter.

6- Hz. Âdem'in ve eşinin cennette yerleşmeleri ve oradan çıkmaları: Yüce Allah Hz. Âdem'i cennete yerleştirdi, ona eş olarak Havva'yı yarattı, her ikisine muayyen olarak kendilerine belirttiği bir ağaç dışında cennetteki meyvelerden yararlanmayı mubah kıldı. İblis onlara o ağaçtan yemek için vesvese verdi, on­ları kandırdı. Onlara: Rabbinizin size bu ağacın meyvesinden yemeyi yasak kıl­masının tek sebebi, ondan yemenizin sizleri meleklerden kılacağıdır veya sizle­rin ölümsüz ebedi kimseler olacağınız içindir. Hz. Âdem işin başında ağaçtan yemeyi reddetti. Şeytanın aldatmalarına karşı direndi. Şu kadar var ki İblis vesvese vermeye devam etti: "Şüphesiz ki ben size öğüt verenlerdenim." diye onlara yemin etti. Nihayet Hz. Âdem kendisine secde etmeyi kabul etmeyen düşmanının o olduğunu unuttu. Havva ile birlikte o ağaçtan yediler. "Hemen ayıp yerleri görülüverdi ve cennetin yapraklarıyla üstlerini örtünmeye başladı­lar." (Tâ-Hâ, 20/121). Böylelikle avret yerlerini örtmeye çalışıyorlardı. Allah Hz. Âdem'e emrine aykırı hareket ettiği ve ağaçtan yediği için sitemde bulun­du. Hz. Adem de pişman oldu. Allah'tan mağfiret dileyip tevbe etti, Allah da tevbesini kabul etti. Bununla birlikte ona ve Havva'ya cennetten çıkıp yeryü­zünde yerleşme emrini verdi. [32]



Hz. Âdem Kıssasından Öğüt ve Hikmetler:


1- Yüce Allah'ın tek başına bildiği birtakım sırlar, hikmetler ve bilgiler vardır. Melekler de dahil olmak üzere mahlukatından hiç bir kimse bunları bi­lemez. Çünkü melekler Hz. Âdem'in halifelik makamına getiriliş hikmetini bil­mediklerinden dolayı bu seçimin sebebi ile ilgili soru sormuşlardı.

2- Şanı Yüce Allah inayetiyle bir şeye yöneldiği takdirde o şeyi oldukça üs­tün ve büyük kılar. Nitekim onun inayeti toprağa yöneldi de ondan eksiksiz tam bir insan yarattı, bu insana meleklerin idrak etmekten âciz olduğu bir se­viyede bilgi, marifet ve buna benzer şeyleri cömertçe ihsan etti.

3- Allah tarafından üstün ve şerefli kılınmış olmakla birlikte insan zayıf­tır. Unutmaya meyillidir. Nitekim Hz. Âdem de Allah'ın emir ve yasaklarını unutmuş, düşmanı olan şeytana itaat etmiş, Allah'ın yemeyi yasakladığı ağaç­tan yemişti.

4- Tevbe edip Yüce Allah'a dönmek, Allah'ın uçsuz bucaksız rahmetine na­il olmanın yoludur. Rabbine karşı gelen Âdem tevbe etti, Allah da onun tevbe-sini kabul etti. Buna göre isyan eden bir kimseye düşen, bir an önce tevbeye koşmak, Allah'ın rahmet, rıza ve mağfiretinden ümid kesmeksizin ondan mağ­firet dilemeye yönelmektir.

5- Kibir, inat, fesat çıkartmak üzere ısrar, İlâhî gazabı hak etmenin, lanete uğramanın, gazaba uğrayıp Allah'ın rahmetinden kovulmanın sebepleri arasın­da yer alır. Secde etmeyi kabul etmeyen, bu inkarcı konumunu sürdürmekte ıs­rar edip Allah'a karşı inad eden şeytan, insanı aldatıp ve onu Allah'ın itaatin­den çevirmesi suretiyle Allah'ın egemenliğine karşı meydan okudu; bunun üze­rine de Allah ona gazab etti ve ebediyyen cennetten kovdu. [33]



İsrailoğulları'ndan İstenenler


40- Ey İsrailoğullan! Size verdiğim ni­metimi hatırlayın ve ahdimi yerine ge­tirin ki ben de sizin ahdinizi yerine ge­tireyim ve yalnız benden korkun.

41- Beraberinizdekileri doğrulayıcı olarak indirdiğime iman ediniz ve onu inkâr edenlerin ilki olmayınız. Ayetle­rimi de az bir pahaya satmayınız ve yalnız benden korkunuz.

42- Bilip dururken hakkı batıla karıştı­rıp hakkı da gizlemeyiniz.

43- Namazı dosdoğru kılınız, zekâtı ve­riniz ve rükû edenlerle birlikte rükû ediniz.



Açıklaması


Ey salih bir peygamber olan Yakub'un evlâtları! Hakka uymak hususunda atanız gibi olunuz. Allah'ın sizin atalarınıza ihsan etmiş olduğu Firavn'un aza­bından kurtarmak, bulutlarla gölgelendirmek gibi nimetlerini hatırlayın, O'nun emirlerine uyarak, O'na itaat ederek nimetlerine karşı şükür edin. Siz­den alınan söz üzere Allah'a iman etmek, hiç bir fark gözetmeksizin özellikle son peygamber Muhammed'e olmak üzere bütün peygamberlerine iman etmek şeklindeki sözünü yerine getirin ki, ben de Arz-ı Mukaddes'te size iktidar ver­mek, şanınızı yükseltmek, geçiminizi bollaştırmak, düşmanlarınıza karşı size zafer, ahirette de ebedî mutluluğu vermek şeklindeki dünya ve âhirete dair si­ze vermiş olduğum sözümü yerine getireyim.

Bu sözün kapsamı içerisinde olmak üzere- Kur"ân-ı Kerîm'e de, onun Allah tarafından indirildiğine ve Allah'ın Tevrat'ı, ondan önceki peygamberlere indiri­len kitaplarla birlikte destekleyici, doğrulayıcı ve onlara uygun olarak indirdiği­ne de iman ediniz. Onun önceki kitaplara uygunluğu, Allah'ın tevhidine çağır­ması, ahlaksızlıkların terkedilmesine davet etmesi, ma'rûfun emredilip münker-den sakmdırılması çağrısında bulunması bakımındandır. Ayrıca Tevrat'ta Resulullah (s.a.)'ın nitelikleri de açıklanmaktadır. O halde ey Kitab Ehli, onu inkâr edenlerin ilki olmayınız. Siz insanlar arasında ona iman etmeye en layık olan kimselersiniz. Çünkü Tevrat'ta onun doğruluğunun delili vardır. Muhammed'in peygamberliğinin doğruluğunu gösteren Allah'ın ayetlerini başkanlık, liderlik, mal, miras, gelenekler ve eski alışkanlıklar gibi basit ve dünyevî bedellere değiş­meyiniz. Çünkü bütün bunlar oldukça basit ve değersiz şeylerdir. Kâr sağlaya­mayan, zarar dolu bir ticarettir. Allah'tan başka hiç bir kimseden korkmayınız. Çünkü bütün hayırlar onun elindedir. Tevrat'ta bulunan hakkı, uydurduğunuz ve kendi ellerinizle yazdığınız batıla karıştırmayınız. Allah'ın ayetlerini gizleme­nin zararlarını bildiğiniz halde, peygamberin niteliklerini ve gerçek müjdesini gizlemeyiniz. Çünkü ahirette bilgi sahibi olanın göreceği ceza ile cahilin göreceği ceza bir değildir. Allah'ın üzerinize farz kıldığı namaz ve zekatı yerine getiriniz. Bunları Peygamber Muhammed (s.a.) ile birlikte edâ ediniz.

Yüce Allah'ın burada namazı "rükû" tabiri ile ifade etmesinin sebebi onla­rı namaz diye kıldıkları rükû'suz eski amellerinden uzaklaştırmak içindir. [34]



Yahudilerin Kötü Ahlakına Örnekler


44- Siz insanlara iyiliği emreder, ken­dinizi unutur musunuz? Halbuki Kita­bı da okuyup durursunuz. Halâ akıl­lanmayacak mısınız?

45- Bir de sabır ile ve namaz ile yardım isteyiniz. Şüphesiz o hâşi'lerden başka­sına elbette büyük gelir.

46- Onlar ki gerçekten Rablerine kavu­şacaklarını ye sonunda yalnız O'na dö­nücü olduklarını bilirler.

47- Ey İsrailoğulları! Size verdiğim ni­metimi ve sizi âlemlere gerçekten üs­tün kıldığımı hatırlayın.

48- Bir de öyle bir günden korkun ki, kimse kimseye hiç bir fayda vermez. Ondan herhangi bir şefaat da kabul olunmaz. Ondan bir fidye de alınmaz ve onlara yardım da edilmez.



Nüzul Sebebi


el-Vâhidî ve es-Salebî'nin İbni Abbâs'dan rivayetlerine göre o şöyle demiş­tir: Bu ayet (44. ayet) Medine'deki Yahudiler hakkında inmiştir. Onlardan bir kişi müslümanlar arasında evlilik dolayısıyla akrabalık bağı bulunan hısımla­rına, yakınlarına, süt akrabalığı bulunan müslümanlara şöyle dermiş: Tuttu­ğun bu din üzerinde sebat göster. Bu dinin emirlerini yerine getir. Bu adam -yani Muhammed (s.a.)'ın işi haktır, gerçektir. Böylelikle bu işi insanlara emre­diyor, kendisi ise bu işi yapmıyordu. [35]

es-Süddî de der ki: İsrailoğullan Allah'a itaat etmeyi, ondan korkup tak-vâlı olmayı, iyilik yapmayı emrediyor, kendileri ise bunlara uymuyorlardı. Yü­ce Allah da bundan dolayı onları kınadı. [36]



Açıklaması


Az önce nüzul sebebinde de görüldüğü gibi, bu ayet-i kerimeler Kitap Ehli hakkında özellikle de hahamlar ve rahipler hakkında nazil olmuştur. Bunlar insanlara hayrı emreder, İslâm üzere sebat göstermelerini söyler, kendileri ter-kederlerdi. Bu gerçekten şaşılacak, garip karşılanacak bir husustur. Bir işin yapılmasını emreden kimse, o hususta uyulacak örnek kişi olmalıdır. Bizzat o kişinin başkasına verdiği emri işlemek hususunda dikkatli ve çabuk davran­ması gerekir. Aksi takdirde çevresindeki insanları aydınlatırken kendisi yanıp duran bir kandilden başka bir şeye benzemezler. İşte bu ifadeler ile ağır bir şe­kilde azarlanmakta ve yaptıkları işlerin kötülüğü dile getirilerek onlara sitem edilmektedir. Ey Kitap Ehli! Hayrın bütün çeşitlerini ihtiva eden bir iyiliği in­sanlara emredip durduğunuz halde, kendinizi unutmanız size yakışır mı? Ni­çin başkasına verdiğiniz emirleri siz uygulamıyorsunuz? Üstelik siz Kitabı da okuyup duruyor, Allah'ın emirlerine karşı kusurlu hareket edenler hakkında o Kitap'ta bulunan tehditleri biliyorsunuz. Kendinize yaptığınızı akledip düşün­müyor musunuz? Niye uykunuzdan uyanıp körlüğünüze bir son vermiyor mu­sunuz?

Bu hitap her ne kadar Kitap Ehli'nden Yahudilere yönelik ise de, her dö­nemde diğer milletlere de bir hitaptır. Çünkü nazar-ı itibara alınması gereken, iniş sebebinin özel olması değil, lafzın genel olmasıdır. Böyle bir hastalığın te­davi yolu gerçek anlamıyla iman etmeniz, size kötülüğü emreden nefsinize kar­şı Allah'ın rızasına uygun işleri yapmak hususunda gerçek sabır ile ve namaz ile yardım dilemenizdir. Gerçek sabır Yüce Allah'ın yasak kılman arzulara kar­şı direnip de kendisini onlardan alıkoyan kimseler için hazırladığı, vadettiği güzel mükâfatlan hatırlamakla olur. Namaz ile yardım dilemek ise, nefsi doğ­ruluk yolundan ayrılmamak hususunda eğitmek içindir. Her kim mükellefiyet­lerini yüklenmek, yerine getirmek hususunda nefsini masiyetlerden alıkoy­makta direnir (sabreder) ve namazında Rabbine münacaatta bulunur, günde beş defa Allah ile namazla ilişkilerini kurar ve sağlamlaştırırsa, başkalarına öğüt verme liyâkatini da kazanır. Doğruyu gösteren aklı ile doğru yoldan sap­manın tehlikelerini idrâk eder ve böylelikle kendisi için de kurtuluşu teminat altına alır. Çünkü ma'rûfü emretmek, açık bir iştir ve bu, bilenin görevidir. Bundan daha önemli bir görev ise, öğüt veren kimsenin o işi bizzat kendisinin yapmasıdır. Başkalarına vermiş olduğu emirlerden herhangi bir şekilde geri kalmamasıdır. Kur"ân-ı Kerîm'in bize naklettiğine göre Şuayb (a.s.) şöyle de­miştir: "Size yasakladığıma (ters düşerek) kendim size muhalefet etmek istemi­yorum." (Hûd, 11/88).

Namaz emrine sımsıkı sarılmak, nefisleri Allah'a itaatle boyun eğen, onun şiddetli cezasından korkan, kalpleri iman ile mamur hale gelip Allah'ın- huzu­runa çıkıp onun önünde hesap vereceklerini tasdik eden huşu' sahipleri dışın­dakilere ağır gelir. Bu şekildeki huşu sahipleri ruhlarını dinlendirmek, kalple­rine huzur kazandırmak, gönüllerini rahat ettirmek, huzursuzluklarını gider­mek için namaza koşarlar, işte peygamber efendimizin: "Gözümün nuru na­mazdır." [37] bayrağn ile düe gemdıği durum budur.

Daha sahih alam görüşe göre, Yahudiler ile başkalarına emrolunmuş bulu-

, Mâm şeriatının öngördüğü şekliyle namaz olduğu-

Bo Binliği ae, onların da şeriatın feri hükümlerine muhatap

mükellef olmalarıdır. Çünkü onlara emrolunan ı kerimede de görüldüğü gibi, rükû'uda kapsayan bir na­rı namazlarda açıkladığımız gibi rükû yoktur.

'onlar ki... zannederler" buyruğunda kullanılan "zan"

ı kavuşacağını zanneden (inanan) kimseye namazın ağır gelme-; etmektedir. Allah'tan korkan takva sahipleri için bu nasıl ağır Ira da, Kitab'ı okumakla birlikte kendilerine emrolunanları ı azarlanmalarına sebep teşkil eden bir diğer husustur.

Yapılması istenilen şeyler ile ilgili verilen emir ve teşvikler alanında ilâhî hatırlatılması güzel ve yerindedir. Bundan dolayı Yüce Allah, Kitap Ehifne atalarına da kendilerine de lütfettiği nimetleri tekrar tekrar hatırlat­ onları kendilerinin dışında kalan ve çağdaşları olan diğer âlemlere üstün aralarından peygamberler göndermiş olduğunu söylemiştir. Bu hitap

yalnızca toplumun bütününe yönelik değildir. Aynı zamanda ayrı ayrı her ferde de yönelik bir hitaptır. Çünkü her kişi kendinden sorumludur. O bakımdan herkes ayrı ayrı takvanın dışında hiç bir şeyin kurtarıcı olmayacağı, kendisine yaptığı ameller dışında hiçbir şeyin fayda vermiyeceği dehşetlerle dolu olan bir gön olan kıyamet gününden korkmalıdır. O günde orada şefaatçilerin, aracıla­rın şefaati kabul olunmayacaktır. Bedel veya fidye ödemenin faydası olmaya­cak ve kusurlu hareket edenlerin azaba uğramaları önlenemeyecektir. [38]



Yüce Allah'ın Yahudiler Üzerindeki On Nimeti


49- Oğullarınızı boğazlayıp kızlarınızı sağ bırakmakla size azabın en kötüsü­nü yükleyen Firavun hanedanından si­zi kurtardığımız zamanı hatırlayın. Bunda sizin için Rabbinizden büyük bir imtihan vardır.

50- Bir zaman biz sizin için denizi yarıp sizî kurtarmış, Firavun hanedanını ise kendiniz de görüp dururken suda boğmuştuk.

51- Hani biz Musa'ya kırk gece vaad et­miştik. Siz onun arkasından buzağıyı, zalimler olarak (ilâh) edindiniz.

52- Bundan sonra sizi atfetmiştik, şük-redesiniz diye.

53- Hani biz Musa'ya kitabı, Furkân'ı verdik, doğru yola gelirsiniz diye.

54- Hani Musa kavmine şöyle demişti: "Ey kavmim, gerçekten siz buzağıyı (ilâh) edinmekle kendi kendinize zulmettiniz. Yaradanınıza tevbe edin, nefislerinizi öldürün. Bu Rabbiniz nezdinde sizin için daha hayırlıdır." Sonra tevbenizi kabul etti. Gerçekten O tevbeleri kabul edendir, çok merha­metlidir.



Açıklaması


Ey Kur'ân'ın indirildiği, Muhammed (s.a.)'in peygamberliği çağında yaşa­yan Yahudiler! Allah'ın atalarınıza ihsan etmiş olduğu nimetleri hatırlayınız. Bunlar, onlara bağlı olarak sizin üzerinizde de nimettir. Çünkü bu nimetler si­zin hayatınızın bekasının sebebini teşkil eder. Ayrıca bir ümmete verilen nimet o ümmetin bütün fertlerini kapsar. Bunlar on tanedir. Gördüğümüz ayetlerde bunların beşi söz konusu edilmektedir:

1- Firavun'dan ve onun hanedanından kurtuluş. Firavun erkek çocukları boğazlıyor, kız çocukları diri bırakıyor, onlara oldukça ağır bir azap tattırıyordu. Çünkü Firavun rüyasında Beytülmakdis'ten kendisini dehşete düşüren bir ate­şin çıktığını, bunun Mısır topraklarında bulunan kıptîlerin evlerini sardığı hal­de, İsrailoğulları'nın evlerini yakmadığını görmüştü. Bu rüya ona, krallığının İs-railoğulları'na mensup bir adamm eliyle son bulacağı şeklinde yorumlanmıştı. [39] Bunun üzerine Firavun erkek çocukları öldürmeye, kız çocukları da diri bırak­maya başladı. Halbuki Allah onları oldukça hakir kılıcı azaptan kurtarmıştı. Bu şekilde helak olmaktan kurtarması, Allah'ın kurtulanın şükrü ve helak olanm da sabrını ortaya çıkaran bir imtihan idi. İmtihan hayır ile de şer ile de olabilir. Nitekim Yüce Allah: "Biz bir fitne (imtihan) olmak üzere sizi hayır ve şer ile sına­rız." (Enbiyâ, 21/35) diye buyurmaktadır. Bir başka yerde de: "Biz onları iyilik­lerle de kötülüklerle de sınayıp durduk, dönerler diye." (A'râf, 7/168).

Öldürme dışındaki azap türleri ile ilgili olarak İbni İshâk şunları söyle­mektedir: Firavun İsrailoğulları'na azab ediyordu. Onları hizmetçi ve ağır iş­lerde işçi olarak kullanıyordu. Kendisine ait işleri gördürmek üzere onları kı­sım kısım ayırmıştı. Yansı inşaatlarda çalışıyor, diğer yarısı onun için toprak ekiyor, ona ait işlerde çalışıyorlardı. Firavun'un işlerinde çalışmayan kimseler ise, cizye ödemekle yükümlüydü. Bu şekilde Firavun onları ağır azaba tabi tu­tuyordu.

Firavun, Batlamyus (Ptolemios) lulardan önce Mısır'da krallık yapan kim­selerin lakabıdır. Bizanslıların kralına Kayser, İranlıların kralına Kisra, Habeş kralına Necâşî, Türklerin kralına Hakan adı verildiği gibi.

Yüce Allah'ın azabı Firavun hanedanına nispet etmesi -onlar bu işi onun emir ve otoritesi ile yapmalarına rağmen- bizzat bu işleri uyguladıklarından dolayı ve bir fiili işleyen kimsenin bundan sorumlu tutulacağının bilinmesi içindir. [40] Taberî der ki: Bundan dolayı haksız yere başkasının emriyle birisini öldüren herkes, bize göre kısas yolu ile öldürülür. İsterse onu başkasının zorla­ması sonucu öldürmüş olsun. [41]

2- İsrailoğulları'nın izleyecekleri bir yolun hazırlanışından sonra esenlikle Kızıldeniz'i geçmeleri, Firavun'un ve askerlerinin suda boğulmaları, denizin ikiye ayrılması, Musa (a.s.)'nın mucizelerinden idi. Tıpkı bu, Yüce Allah'ın in­sanların onları tasdik etmeleri için izhar ettiği diğer peygamberlerin mucizele­ri gibi bir mucize idi. Mucize, Yüce Allah'ın dilediği zaman kullarından dilediği kimseler için yarattığı kevnî bir sünnettir.

Firavun ve askerleri ise İsrailoğulları'nın arkasından gitmiş, nihayet deni­zin ortasına geldikleri sırada Yüce Allah onların üzerine suyu kapatarak bo­ğulmuşlardı.

3- İsrailoğullan'nın tevbesinin kabul edilmesi ve Allah'ın onları affetmesi. Çünkü Yüce Allah isyankârların tevbelerini çokça kabul edendir. Kendisine tevbe edip dönenlere son derece merhametlidir. Bu da Yüce Allah'a karşı şükrü gerektirir. O'na şükretmek resullerine iman etmek, getirdikleri şeylerde de on­lara uymaktan ibarettir. Özellikle de peygamberlerin sonuncusu Muhammed (s.a.)'e iman ve uymak ile.

4- Hakkı batıldan, haramı helalden ayıran Tevrat'ın, hidayet bulmaları, onda bulunan hükümler uzermde iyice düşünmeleri, onun gösterdiği şeriat ve yolu izlemeleri için Masa (s.a.) "ya indirilmesi.

5- Hz. Musa'nın Rafcbî ile buluşma vakti dolayısıyla, İsrailoğullan'nın ara­sından ayrıldığı w- kert gûn oruç tuttuğu bir sırada onların buzağıyı ilâh edi­nip Allah'tan başka şevlere ibadet etmeleri, Allah'a şirk koşarak kendilerine ralüm etmelerinden sonra Allah'ın peygamberi Musa (a.s.)'ya verdiği emir ile suçlu ve eûnalikâriardan topluca kurtuluş... İşte ya Muhammed! Sen, Musa'nın Rahbine mönacatta bulunduğu sırada, buzağıya tapan kavmine söy-

Wwj» sc sözleri îiatiriat:

Kj£Tiaâııı_ sizler buzağıyı ilâh edinmekle kendinize zarar vermiş oldunuz. Ebmdk «e yaratana tevbe ediniz, yaptığınız bu cahillikten kurtulunuz. Çün-yaratıcıya ibadeti terk ettiniz, ve bir sığıra ibadet ettiniz. şCTİatlerinde öngörülen tevbenin yolu da şu idi: Suçsuz olan, suçlu

ı öldürecekti. Yüce Allah onların üzerlerine öldürme esnasında biri öteki­si gurup de merhamete gelmesin diye siyah bir bulut gönderdi. Buzağıya ta­panlar iman edenlerle kılıçlarıyla çarpıştılar. Bu iş güneşin doğuşu anından knşluk vakti güneş yükseldiği zamana kadar sürüp gitti. Nihayet onlardan yretmiş bin kişi kadar öldürüldü. Bundan sonra Hz. Musa ile Hz. Harun Yüce Allah'a yalvarıp yakardı. Yüce Allah onlardan öldürülenlerin de öldürülme-yenlerinin de tevbelerini kabul etti. Öldürülen, Allah katında rızıklanan bir şehit oldu, kalan ise tevbesi kabul edilmiş bir kişi olarak hayatta kaldı. Silahı bıraktılar, barış ve güvenlik hakim oldu. Bunda hayret edecek bir taraf yok­tur. Çünkü Yüce Allah kullarının tevbelerini kabul eden, onlara son derece merhametli olandır.

Müfessirlerin çoğunun görüşüne göre "kırk gün" Zilkade ayı ile Zilhicce ayının ilk on günüdür.

Kısacası bu nimet, en üstün ve büyük bir nimetti. Çünkü şanı yüce Allah şöyle buyurmuştur: Vaadleştiğimiz sürenin bitmesi -ki kırk gün idi- esnasında Musa Rabbi ile tayin edilen vakitte buluşmak üzere gittikten sonra, buzağıya taptığınız için sizi affetmek şeklindeki nimetini hatırlayınız. Sözü geçen bu kırk gün, A'râf sûresi 142. ayette Yüce Allah'ın şu buyruğu ile dile getirilmek­tedir: "Musa ile otuz gece sözleştik ve buna ayrıca on (gece) daha kattık." Bu şe­kildeki buluşma, onların Firavun'dan kurtarılmaları ve denizden çıkarılmala­rından sonra olmuştu. [42]



İsrailoğulları'na Verilen On Nimetten Diğerleri


55- Hani: "Ey Musa! Biz Allah'ı apaçık görmedikçe sana asla iman etmeyiz." demiştiniz. O anda siz bakıp dururken yıldırım sizi çarpmıştı.

56- Sonra sizi ölümünüzden sonra tek­rar diriltmiştik. Belki şükredersiniz diye.

57- Ve bulutla üzerinize gölge yaptık. Size men ve selva indirdik. Size verdi­ğimiz helal nzıklardan yiyiniz (dedik). Onlar bize zulmetmediler, fakat kendi nefislerine zulmeder dururlardı.

58- Hani, "Şu kasabaya girin ve istedi­ğinizi bol bol yiyin, kapısından secde ederek girin ve 'hıtta' deyin ki günah­larınızı affedelim ve biz iyilik yapanla­rın sevabını daha da artıracağız", de­miştik.

59- Derken zulmedenler kendilerine söylenenleri başka sözlerle değiştirdi­ler. Biz de fasıldık ettikleri için zulme­denlerin üzerlerine gökten bir azab in­dirdik.

60- Hani Musa kavmi için su istemişti. Biz: "Asan ile taşa vur" dedik. Hemen ondan on iki pınar ftşkırdı. Her bir in­san topluluğu su alacağı yeri öğren­mişti. "Allah'ın rızkından yiyiniz, içi­niz. Yeryüzünde taşkınlık yapıp fesat çıkarmayınız." (demiştik).



Açıklaması


Ey Israiloğullan! Buzağıya tapmanızdan dolayı özür beyan etmek üzere Tir'a grtanek için geçmiş atalarınızın arasından Musa (a.s.)'nın seçmiş olduğu kigipin söyledikleri şu sözü hatırlayınız: Bizler, arada herhangi bir en- . Şu kadar var ki bu rivayet oldukça gariptir, mürsel ya da mu'daldır. [100]



Kur'ân ve Sünnet'te "Allah'ın Vechi" Tabirinden Maksat:


İlim adamlarının Kur"ân-ı Kerim'de ve sünnette Yüce Allah'a izafe edilen "Vech" in yorumlanması hususunda farklı görüşleri vardır. [101] Bir kesim şöyle der: Bu, bir mecazdır. Çünkü vech (yüz) görülen bir yaratığın organları arasın­da en açıkta ve en değerli olanıdır. Vech'i olan ile anlatılmak istenen, varlığı olan demektir. Buna göre: "Biz size ancak Allah'ın vechi için yemek yediriyo-ruz." (Dehr: 76/9) buyruğu, "vechi bulunan Allah'ın rızası için size yemek yedi-riyoruz" demektir. Nitekim: "Yüce Rabbinin vechini aramasının dışında..." (Leyi: 93/20) buyruğu da böyledir. Yani vechi olan rabbinin rızasını aramanın dışında... fbni Abbas der ki: Vech, aziz ve celil olan Allah'ın zatını ifade eden bir tabirdir. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Ve celâl ve ikram sahibi Rabbinin vech'i kalır." (Rahman: 55/27) "Allah'ın vechi (yüzü) oradadır" buyruğunun anlamı Allah oradadır, demek olur. Bu aynı zamanda Yüce Allah için mekân ve cihetin nefyedildiğini de göstermektedir. Çünkü onun-için böyle bir şey imkânsızdır. O, ilim ve kudretiyle her yerdedir.

Bazı ilim önderleri de şöyle demektedir: Bu şanı yüce Allah hakkında delil ile sabit ve aklen kadîm olan sıfatlardan ayrı bir sıfattır. Bu görüş daha uygun ve daha ihtiyatlıdır. [102]



Yüce Allah'a Oğul İsnat Etmek Suretiyle Kitap Ehli'nin Ve Müşriklerin İftiraları Ve Allah'ın İnsanlarla Konuşmasını İstemeleri


116- "Allah oğul edindi" dedüer. O mü­nezzehtir. Aksine göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur, hepsi O'na bo­yun eğicidir.

117- Göklerin ve yerin yaratıcısı O'dur. Bir şeyin olmasına dair hüküm verirse ona sadece 'ol' der, o da oluverir.

118- Bilmeyenler: "Allah bizimle konuş­malı yahut bize bir ayet gelmeli değil mi?" dediler. Onlardan öncekiler de tıpkı onlar gibi böyle söylemişlerdi. Kalpleri birbirine ne kadar da benze-miş!? Biz yakîn sahibi olanlara ayetle­rimizi apaçık göstermişizdir.



Nüzul Sebebi


116. ayet-i kerime, "Üzeyr Allah'ın oğludur." diyen Yahudiler ile, "Mesih Allah'ın oğludur." diyen Necrân hıristiyanlan ve "Melekler Allah'ın kızlarıdır" diyen Arap müşrikleri hakkında nazil olmuştur.

118. ayet-i kerimenin nüzul sebebi ise, İbni Cerîr et-Taberî'nin İbni Ab-bas'tan rivayetine göre şöyledir: İbni Abbas dedi ki: Huzeyme, Resulullah (s.a.s.)'a: "Eğer sen söylediğin gibi Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber isen Allah'a bizimle konuşmasını söyle de, onun kelâmını işitelim." dediler. Bu­nun üzerine: "Bilmeyenler Allah bizimle konuşmalı... dediler." ayet-i kerimesini inzal etti.

Kurtubî'nin naklettiğine göre de: "Allah bizimle konuşmalı., değil mi?" ya­ni "Ya Muhammed! Senin peygamber olduğunu bize söylemeli değil miydi?" de­mektir. İbni Kesir de der ki: İfadelerin zahirinden anlaşılan budur. [103]



Açıklaması


Yahudiler, "Üzeyr Allah'ın oğludur.", Hiristiyanlar, "Mesih Allah'ın oğlu­dur.", Müşrikler: "Melekler Allah'ın kızlarıdır.", dediler. Bu ifadenin hepsi tara­fından söylenmesiyle bir kısmı tarafından söylenmesi arasında bir fark yoktur. Çünkü aynı ümmetin fertleri işledikleri ve söyledikleri bütün hususlar ile ilgili olarak birbirleriyle dayanışma içerisinde olurlar. Şanı yüce Allah ise onların id­dialarından yüce ve münezzehtir. Allah'ın yardıma ihtiyacı yoktur. Göklerde ve yerde bulunan her şey yalnız O'nundur. Hepsi O'nun egemenliğine boyun eğer, iradesine bağlıdır. Gökleri ve yeri daha önceden herhangi bir örnek söz konusu olmaksızın yoktan var eden O'dur. Onlarda bulunan herşeyin mutlak mâliki O'dur. Bir işi dilediği taktirde herhangi bir engel söz konusu olmaksızın "kün = (ol)!" harflerinin söylenmesinden daha seri bir şekilde derhal var eder. Var et­mek ilâh olmanın, ulûhiyyetin sırlan arasındadır. Yüce Allah burada anlaşıl­mayı kolaylaştıracak bir şekilde bu hususu bizlere: "Sadece ol der, o da oluve­rir." buyruğu ile anlatmaktadır. Yüce Allah yarattığı kullarından birisini nü­büvvet veya risâlet (elçilik) için seçtiği takdirde -resuller ve melekler gibi- yine onun bu seçtiği yaratılmışlık mertebesinin dışına çıkamaz, bu sınırı aşamaz. Hepsi Allah'ın kulu kalmaya devam ederler: "Göklerle yerde olanların hepsi Rahman (olan Allah)'a ancak kul olarak gelirler." (Meryem: 19/93). Hem yarat­ma, hem mülk itibarıyla göklerde ve yerde bulunan her şey kendisinin olan, kâinatta bulunan herşey emrine boyun eğen, itaat eden, gökleri ve yeri yoktan var eden, tekvîn ve derhal var etme güç ve imkânına sahip olan bir zat, hiç oğula veya babaya muhtaç olur mu?

Bu ayet-i kerimeyi Yüce Allah'ın, Arap müşriklerine dair şu buyruğu da teyit etmektedir: "Onlara bir ayet geldiğinde, Allah'ın peygamberlerine verile­nin bir benzeri bize de verilmedikçe asla iman etmeyeceğiz, derler. Allah pey­gamberliğini nereye vereceğini çok iyi bilendir." (En'am: 6/124). Yüce Allah'ın şu buyrukları da böyledir: "Dediler ki: Bize yerden bir pınar fışkırtmadıkça asla sana iman etmeyiz. De ki: Rabbimi tenzih ederim, ben resul olan bir insandan başka bir şey miyim ki?" (İsrâ: 17/90-93); "Bizimle karşılaşacaklarını umma-yanlar dediler ki: Niçin bize melekler indirilmedi veya niçin Rabbimizi görme­dik?" (Furkân: 25/21); "Hayır, onlardan herbirisi kendisine yayılmış sahifeler verilmesini ister." (Müddessir: 74/52). Buna benzer Arap müşriklerinin küfürle­rini, aşın günahkârlıklarını, inatlarını, gerek duymadıklanı şeyleri istedikleri­ni gösteren daha pek çok ayet-i kerime vardır. Onlar ihtiyaçları olduğundan do­layı değil, küfür ve inatlarından dolayı böyle davranıyorlardı. Tıpkı onlardan önceki Kitap Ehli (Yahudi ve Hıristiyanlar) bir takım kimselerin ve başkaları­nın talepleri gibi taleplerde bulundular. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmakta­dır: "Kitap Ehli senden üzerlerine gökten bir kitap indirmeni isterler. Gerçekten onlar, Musa'dan daha büyüğünü istemişlerdi de: Allah'ı bize açıkça göster, de­mişlerdi" (Nisa: 4/23); "Hani: Ey Musa, demiştiniz, biz Allah'ı apaçık görme­dikçe sana asla iman etmeyiz." (Bakara: 2/55). Bilmeyen müşrikler kitapları­nın bulunmadığından ve ulûhiyete nelerin yakıştığını kendilerine açıklayan bir peygambere uymadıklarından dolayı, senin gerçekten Allah'ın resulü olduğuna dair, "Allah bizimle konuşmalı veya bize haber vermek üzere sana gönderdiği gibi bize de bir melek göndermeli ya da peygamberlik iddiasında doğru olduğu­nu ortaya koyan bir delil getirmeli değil misin?" derler. Bu isteklerde bulun­maktan kasıtları ise serkeşlik etmekten, apaçık ayetleri ve Kur'ân-ı Kerim'i in­kâr etmekten başkası değildi.

İşi yokuşa sürmek kastıyla yapılan bu taleplerin benzeri -bu ayet-i keri­meyi destekleyici diğer ayet-i kerimelerde de açıklandığı üzere- geçmişteki üm­metler tarafından da yapılmış ve bunlara benzer sözler söylenmişti.

Kitap Ehli de daha önceden müşriklerin söylediklerinin benzerini söyle­mişlerdi. Onların kalpleri ve ruhları birbirini andırmaktadır. Arap müşrikleri­nin kalpleri, körlük, katılık, inat ve küfür açısından kendilerinden öncekilerin kalplerine benzemektedir. Adeta bu batıl ve dalâleti kendi aralarında birbirle­rine tavsiye etmiş gibidirler. Nitekim Yüce Allah buna işaretle şöyle buyur­maktadır: "Acaba bunu birbirlerine tavsiye mi ettiler? Hayır, onlar tuğyan etmiş kimselerdir." (Zâriyât: 51/53).

Şanı yüce Allah ise peygamberlerin doğruluğunu ortaya koyan ayetleri en güzel ve eksiksiz bir şekilde açıklamış, bunun delillerini de aynı şekilde gayet açık ve anlaşılır bir şekilde ortaya koymuştur. İlim ve yakın sahibi olma istida­dı bulunan kimseler içiriş insafları, temiz ruhları, inat ve hakkı bile bile inkârdan uzaklıkları dolayısıyla, delil ve belgesiyle hakkı arayıp bulmak isteyenler için şüphe etmeyi gerektirecek bir taraf bırakmamıştır. İşte ashab-ı kiramın durumu bu idi. Onlar Resulullah (s.a.)'a hakka olan sevgileri dolayısıyla, Pey­gamberliğini ve buyruklarını delil ve belgeleri gördükleri vakit kabul ettikleri gibi, delilini bilmedikleri hususu soruyorlardı. Onlar gerçekten kanaat getiri-rek, akıllarını kullanarak peygamberlere uyan insaflı, yakîn sahibi, peygam­berlerin Yüce Allah'tan alıp getirdiklerini kavrayan kimselere de örnektirler.

Allah'ın kalplerine, kulaklarına mühür vurup da yüzlerine perde koyduğu kimselere gelince; onlar hakkında da Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Şüphe­siz üzerlerine Rabbinin kelimesi hak olmuş bulunanlar, iman etmezler. Eğer on­lara (istedikleri) bütün mucizeler (ayet ve belgeler) gelse de acıklı azabı görecek­leri ana kadar (iman etmezler)." (Yunus: 10/96-97). [104]



Yahudi Ve Hıristiyanlara Uymaktan Sakındırma


119- Şüphe yok ki biz seni hak ile müjdeleyici ve korkutucu olarak gönder­dik. Sen cehennemliklerden sorumlu tutulmazsın.

120- Dinlerine uymadıkça Yahudiler de Hıristiyanlar da asla senden hoşnut ol­mazlar. De ki: «Muhakkak ki Allah'ın hidayeti, işte doğru yol ancak odur." Andolsun ki sana gelen ilimden sonra onların nevalarına uyacak olursan Al­lah'tan seni koruyacak hiçbir dostun ve yardımcın yoktur.

121- Kendilerine kitap verdiğimiz kim­seler onu gereği gibi okurlar. İşte bun­lar ona iman ederler. Her kim onu in­kâr ederse işte onlar zarara uğrayanla­rın ta kendileridir.



Ayetlerin Nüzul Sebebi


Gördüğümüz bu (119-121) ayetlerin nüzul sebebi ile ilgili olarak şöyle de­nilmiştir: Bu ayetler Resulullah (s-a.)'ın anne ve babası hakkında nazil olmuş­tur. Şu kadar var ki bunu ifade eden hadis mürseldir ve sabit değildir. Mukâtil der ki: Peygamber (s.a.) şöyle buyurdu: "Eğer Allah Yahudiler üzerine azabını indirecek olursa mutlaka iman ederler." Bunun üzerine Yüce Allah: "Sen cehen­nemliklerden sorumlu tutulmazsın." buyruğunu indirdi.

120. ayet-i kerime ile ilgili olarak da müfessirler şöyle demiştir: Yahudiler ve Hıristiyanlar Resulullah (s.a.)'tan barış antlaşması yapmasını istiyorlar, kendileriyle barış yapıp da mühlet tanıdığı vakit ona uyup muvafakat edecek­leri intibaını veriyorlardı. Bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu.

İbni Abbas der ki: Bu, kıble ile ilgilidir. Şöyle ki: Medine Yahudileri ile Necrân Hıristiyanları Peygamberimizin kendilerinin kıblesine yönelerek na­maz kılacağını ümid ediyorlardı. Allah Kâ'be'ye doğru kıbleyi değiştirince bu iş onlara ağır geldi ve Peygamberin dinleri hususunda kendilerine muvafakat edeceğinden yana ümitlerini kestiler. Bunun üzerine de Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi indirdi.

121. ayet-i kerime ile ilgili olarak da İbni Abbas Atâ ve el-Kelbf den gelen rivayet yoluyla şöyle demektedir: Bu ayet-i kerime, Ca'fer b. Ebî Tâlib ile bir­likte Habeşistan topraklarından gemiyle Medine'ye dönen kimseler hakkında inmiştir. Bunlar Habeşistanlı ve Şamlılardan kırk kişi kadar idiler. ed-Dahhâk da der ki: Bu ayet-i kerime Yahudi olup da iman eden kimseler hakkındadır. Katâde ve İkrime de: "Bu ayet-i kerime Muhammed (s.a.) hakkında inmiştir", demektedirler. [105]



Açıklaması


11. ayet-i kerime, Peygamber (s.a.)'i göğsü daralmasın, sıkılıp üzülmesin diye teselli etmektedir. Onun Yüce Allah tarafından insanlara müminleri müj­deleyen, kâfirleri uyarıp korkutan, bütün insanları vakıaya uygun akide ile, getirdiği şeriat ve hükümlerle mutlu eden, kendisine itaat edenleri cennetle müjdeleyip isyan edenleri cehennem ile uyarıp korkutan bir peygamber olarak gönderildiğini vurgulamaktadır. Ayrıca onun görevinin tebliğ etmekten ibaret olduğunu açıklamaktadır. O halde kafirlerin küfür ve inatlarında ısrar etmele­ri halinde onun için herhangi bir vebal söz konusu değildir: "Onların hesabın­dan sana bir şey düşmez." (En'âm: 6/52); "O halde sen kendini hasretlerle onlar için helak etme!" (Fâtır: 35/8); "Bu söze iman etmiyorlar diye arkalarından üzü­lerek kendini belki helak edeceksin." (Kehf: 18/6).

Cehennemliklerden sen sorumlu olmayacaksın. O bakımdan onların seni yalanlamalarının sana bir zararı olmaz. Onlar için üzülme, kederlenme. Sen zorlayıcı ve baskı yapmak üzere gönderilmiş değilsin ki iman etmedikleri tak­dirde senin kusurlu davranman söz konusu olsun. Aksine sen öğretici, tebliğ edici, hikmet ve güzel öğütle insanları hidayete iletici bir peygamber olarak gönderildin. "On/arm hidayete ermesi senin sorumluluğun değildir. Fakat Allah dilediği kimseye hidayet verir." (Bakara: 2/272).

Resulullah (s.a.) Kitap Ehli'nin kendi risaletine iman edeceklerini ümit ediyordu. Çünkü Allah'ın tevhid edilmesi, ve bazı dinin temelini teşkil eden hu­suslarda ona uygun inanışlara sahip idiler. Onun çağrısını kabul etmekten yüz çevirmeleri ona ağır gelmişti. Lisan-ı halleriyle de şöyle diyorlardı: "Ya Mu-hammed, bize istediğin kadar apaçık bir beyyine (delil) getir. Bizi razı etmek için ne yaparsan yap, sen bizim milletimize (dinimize) uymadıkça biz senden razı olmayız."

Millet: Kullar için meşru kılınmış yol demektir. Küfür bütünüyle bir mil­lettir. Millete din de denilir. Çünkü kullar onu ortaya koyana itaat edip uyar­lar. Şeriat adı da verilir. Çünkü yüce Allah'ın sevap ve rahmetine götüren bir yoldur.

Yüce Allah onlara şöyle cevap vermektedir: Allah'ın hidayeti ve İslâm adı­nı alan peygamberlere indirdiği dini, tek başına uyulması gereken hidayetin, doğru yolun kendisidir. Başka inanışların temelini ise heva ve arzular teşkil et­mektedir. İşte Yahudi ve Hıristiyanların Allah'ın dinine ekledikleri de bunlar­dır. Ya Muhammed! Sen onların nevalarına ve dinlerine eklediklerine tabi olur­san ve kalbinde ilâhî vahiy ile yer etmiş bulunan yakîn ve huzurdan sonra bunlara uyarsan, diğer taraftan yanlış tevillerde bulunarak sözleri yerlerinden değiştirip tahrif etmelerine rağmen onların ardından gidersen, şunu bil ki Al­lah sana yardım etmez, seni desteklemez. Allah sana yardım etmeyecek, seni veli edinmeyecek olursa, ondan başka sana kim yardım edebilir ki!

İşte bu suretle Peygamber (s.a.)'in onların İslâm'a gireceklerine dair umud beslememesi buyurulmaktadır. Çünkü onların Hz. Peygamberden razı ve hoşnut olmaları imkânsız olan bir şeyin gerçekleşmesine bağlıdır. O da onun onla­rın milletlerine (din ve şeriatlarına) tabi olması ve dinlerine girmesidir.

Peygamber (s.a.)'e yapılan bu uyarı ve hitap, gerçekte bütün insanlara ya­pılan bir uyarı ve hitaptır. Burada müslümanlar Resulullah (s.a.)'ın şahsında temsil edilmektedir. Çünkü imam, önder ve uyulan örnek odur.

Daha sonra Yüce Allah önceden söz konusu ettiği buyruklardan ayrı ola­rak, Peygamber (s.a.)'in Kitap Ehli'nden ebediyyen ümidini kesmemesi için, ba­zı Kitap Ehli'nin Tevrat'ı düşünerek üzerinde durarak okuduklarını, hakkı ile o kitabı anlayıp kavradıklarını, kör bir taassuba kapılmadıklarını, o kitapta bu­lunan Resulullah (s.a.s.)'m niteliklerini değiştirip tahrif etmediklerini, dünya karşılığında ahiretlerini satmadıklarını, Allah'tan cennetini isteyip cehenne­minden sığındıklarını haber vermektedir. İşte bunlar senin getirdiğinin hak ol­duğunu idrak ederler. Herhangi bir bozukluk söz konusu olmaksızın Tevrat'a iman ederler. Bu şekilde Tevrat'a iman eden kimseler, Kur'ân'a da peygambere de iman ederler. Abdullah b. Selâm ve benzerleri gibi. Tahrifçilerden olup kita­bını inkâr eden kimseler ise, katiyyen sana iman etmez. İşte bunlar helak ola­cak kimselerdir ki pek çoktur. Bunlar hem dünya hem ahiret mutluluğunu kaybedenlerdir. Azap bunlara hak olmuştur. Çünkü bunlar hidayet karşılığın­da dalâleti almış kimselerdir. Ateşe karşı ne kadar da dayanıklıdır onlar!

Burada geçen "kitap"tan kasıt Tevrat'tır. Katâde ise, kastın Kur'ân-ı Ke­rim olduğunu söylemekte ve ayet-i kerimenin genel bir anlam ifade ettiği ka­naatindedir. Her iki durumda da Yüce Allah'ın: "Onu gereği gibi okurlar" buy­ruğu ile anlatılmak istenen, ondaki emir ve yasaklara uyup helâlini helâl, ha­ramını haram kabul ederek, ihtiva ettiği hükümler gereğince amel etmek sure­tiyle ona hakkı ile tabi olurlar, demektir. [106]



Nimetin Hatırlatılması Ve Ahiret Korkusu


122- Ey İsrailoğulları! Size ihsan etti- £»*» nimetimi ve benim sizi gerçekten âlemlere üstün kıldığımı hatırlayın.kimseye bir fayda sağla-kimseden fidyenin kabul şekilde şefaatin kimseye fayda vermeyeceği bir günden sakının ve (o gün) onlara yardım da edilmez.



Açıklaması


Şanı yüce Rabbimiz Yahudilere ihsan etmiş olduğu nimetleri tekrar hatır­latmaktadır. Onların gayretlerini yenilemek, nefislerinde imana doğru bir can­lanış sağlayıp niteliklerini kitaplarında buldukları ümmî peygambere tabi ol­malarına teşvik etmek amacı ile bu yapılmaktadır. Daha sonra Yüce Allah öğüt ve hatırlatma ile birlikte ahiret günü azabından korkutmaktadır.

Birinci ayet-i kerimede Yüce Allah Kur'ân-ı Kerim'in indirildiği dönemde bulunan Yahudilere öğüt vermekte, atalarına ihsan etmiş olduğu dünyevî ve dinî pek çok nimeti hatırlatmaktadır. Onlara, kendilerini düşmanlarının elin­den kurtardığını, üzerlerine menni ve selvayı indirdiğini, zillet ve baskı altında iken bu durumdan kurtarıp ülkede iktidar verdiğini, aralarından peygamberler gönderdiğini, peygamberlere itaat ettikleri ve peygamberlerin rablerinden ge­tirdiklerini tasdik ettikleri dönemlerde çağdaşları olan alemlere üstün kıldığını hatırlatmaktadır. Ta ki sapıklıklarını terk etsinler, akıllarını başlarına alıp doğruyu bulsunlar. Onların üzerindeki en büyük nimetlerden bir tanesi de ken­dilerine gönderilen Tevrat'tır. Her kim nimete şükredip Tevrat'ta bulunanların tümüne iman ederse o kişi Tevrat'ta müjdesi verilen peygambere de iman et­mesi gerekir.

İkinci ayet-i kerimede ise Yüce Allah, Tevrat'ı tahrif edip Allah'ın resulü Muhammed (s.a.)'i yalanladıkları için kıyamet günü azabından onları sakındır-maktadır. O gün kimse başkasının günahından sorumlu, tutulmayacak, kimse bir başkasının günahını yüklenemiyecektir. Kimseden başkasının cehennem­den kurtarılmasına yarayacak bir fidye alınmayacağı gibi, kimse kimseye so­rumlulukları için şefaatçi de olamayacaktır. [107]



İbrahim (A.S.)'in Sınanması, Beyt-i Haramın Özellikleri, Mekke'nin Faziletleri


124- Hani Rabbi İbrahim'i bir takım kelimelerle imtihan etmişti. O da bun­ları eksiksiz yerine getirmişti. "Ben se­ni insanlara imam yapacağım." buyur­muştu. O da: "Zürriyetimden de" de­mişti. (Rabbi) "Zalimlere ahdim eriş­mez." diye buyurmuştu.

125- Hani biz o evi insanlar için bir dö­nüş yeri ve emin (bir mekân) kılmıştık. Siz de İbrahim'in m»lramınHan bir na­mazgah edinin. İbrahim ve İsmail'e de: "Evimi tavaf edenler, itikâfa girenler, rükû ve secde edenler için titizlikle te­mizleyin" diye emir vermiştik.

126- Hani İbrahim: "Rabbim bunu emin bir belde kıl ve ahalisinden Allah'a ve ahiret gününe iman edenleri mahsul­lerle nzıklandır." demişti. (Rabbi) bu­yurmuştu ki: "Kâfir olanı dahi kısa bir zaman için faydalandırılacak, sonra onu cehennem azabına mahkum ede­ceğim. Varacağı yer ne kötüdür!"



Nüzul Sebebi


125. ayet-i kerime olan: "İbrahim'in Makamı'ndan bir namazgah edinin" buyruğu ile ilgili olarak Buharî ve başkaları Hz. Ömer'in şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Üç hususta dileğim Rabbimin iradesine muvafak düştü. Ey Al­lah'ın Resulü, İbrahim Makamı yakınında bir yeri namazgah edinsen, dedim, bunun üzerine: "İbrahim'in Makamı'ndan bir namazgah edinin" buyruğu nazil oldu. Bir başka sefer: "Ey Allah'ın Resulü!" dedim, "Senin hanımlarının bulun­duğu yere iyi olanı da kötü olanı da giriyor. Keşke hanımlarına perde arkasına saklanmalarını emretsen." Bunun üzerine hicab ayeti (Ahzab: 33/53) nazil ol­du. Resulullah (s.a.)'ın hanımları kıskançlık hususunda bir araya gelip birleşti­ler. Ben onlara: "Eğer o sizi boşarsa umulur ki Rabbi ona sizin yerinize sizden daha hayırlı zevceler verir." (Tahrim: 66/5) dedim ve bunun üzerine bu ayet na­zil oldu. [108]



Açıklaması


Ya Muhammed! Müşrik olan kavmine de, başkalarına da Yüce Allah'ın İb­rahim (a.s.)'i bir takım emir ve yasaklardan oluşan bazı hükümlerle sınadığını hatırlat. O bu yükümlülükleri eksiksiz bir şekilde yerine getirmiş, en hayırlı bir şekilde ifa etmişti. Nitekim Yüce Allah: 'Ye (ahdini) eksiksiz yerine getiren İbrahim" (Necm: 53/32) diye buyurmaktadır. Sınadığı zatın doğruluğunu bil­mekle birlikte, şanı yüce Allah'ın onu sınamaktan kastı, diğer insanlara onun bu konudaki doğruluk ve samimiyetini ortaya çıkartıp göstermektir. Yüce Al­lah'ın: "Hani rabbi... imtihan etmişti" buyruğunda "zaman" in hatırlatılmasın-dan kasıt, bu tür olayların meydana geldiği zamandır. Kur*ân-ı Kerim diğer ta­raftan bu "kelimeler" in neler olduğunu açıkça ifade etmemektedir. Bunların hac menasiki oldukları söylendiği gibi, Hz. İbrahim'in kayboluşlarını Yüce Al­lah'ın vahdaniyetine delil olarak gördüğü yıldız, güneş ve ay olduğu da söylen­miştir; başka şeyler de söylenmiştir.

Yüce Allah da Hz. İbrahim'i en güzel şekilde mükâfatlandırmış ve ona: Ben seni insanlara bir resul ve bir imam yapacağım. Dinleri hususunda onla­rın önderi olacaksın. Onlar bütün bu hususlarda sana uyacaklar, salihler senin ardından gelecekler, diye buyurmuştur. Hz. İbrahim de insanları tevhit dinine ve şirki terketmeye davet etti.

Hz. İbrahim benim zürriyetimden de bu şekilde önderler kıl, diyerek kendi zürriyeti için yaşayışlarında, din ve ahlâklarında hayırlı olan insanlar temenni etti. Bunda garip kaçacak bir taraf yoktur. Çünkü insan her zaman için oğlu­nun kendisinden daha iyi durumda olmasını ister.

Yüce Allah ona şu cevabı verir: Senin isteğini kabul ediyorum. Senin so­yundan insanlar için bir takım kimseleri önder yapacağım. Fakat kendilerine zulmeden zalimler benim imamet ya da peygamberlik ahdime nail olamaya­caklardır. Çünkü böyleleri insanlara önder olmaya elverişli kimseler değildir. Çünkü imam, dininin ve ailesinin korunmasında başkalarını dosdoğru yola uymaya iletmekte, zulümden alıkoymakta, insanların uyulan örneği ve önderi­dir. Sapmak suretiyle kendi öz nefsine zalim olan imam başkasını nasıl doğrul-tabilecektir.

Burada "ahid"den kasıt peygamberlik ya da imamettir.

Bu buyrukta, zulmün kötülendiğinin, kötü bir şey olduğunun, zalimlerden nefret edilmesi, uzak kalınması gerektiğinin delili vardır.

Daha sonra Yüce Allah bu ayet-i kerimelerde Araplara da pek çok nimeti hatırlatmaktadır. Bunlardan bir tanesi Beyt-i Haram'm yani Kabe'nin insanlar için hac vaktinde olsun, başka zamanlarda olsun ibadet kastı ile dönüp dur­dukları bir yer olmasıdır. Bu ise ticari ve ekonomik hareketi canlandırır, oraya türlü hayırların, bollukların gelmesini sağlar. Araplara olan lütuflardan bir ta­nesi de, Beyt-i Haram'ın kişilerin korktuklarından yana huzura kavuştukları güvenilir bir yer kılınmasıdır. Oraya giren güvenlik içerisinde olur. Nitekim Yüce Allah bu hususu şöylece dile getirmektedir: "Biz onlara emin bir haram (belde) verdiğimizi görmüyorlar mı? Bununla birlikte onların etrafından in­sanlar yakalanıp kapılmaktadırlar. Bundan sonra hâlâ batıla inanıp Allah'ın nimetini inkâr mı edecekler?" (Ankebut: 29/67).

Daha sonra Yüce Allah müslümanlara İbrahim'in makamını namazgah edinmeleri emrini vermektedir. Namazlarında orayı tercih etmeleri istenmek­tedir. Çünkü buranın Hz. İbrahim'in orada ayakta durmasıyla üstün bir şerefi vardır. Buradaki emir vücub için değil, nedb (teşvik) içindir. Müslümanlar da tıpkı İbrahim (a.s.)'e çağdaş olan müminlerin emrolunduğu gibi bununla emro-lunmuşlardır.

Bu ev temizdir, tertemizdir. Biz İbrahim'e ve İsmail'e orayı putlardan ve İbrahim (a.s.)'in eline geçmezden önce müşriklerin yaptıkları putlara ibadetten temizlemesini emrettik. Maddî pislikten ve manevî her türlü kirlilikten de arındırmasını buyurduk. Hac menasiki ile Safa ile Merve arasında sa'y etmek, tavaf etmek, orada ikamet edip rükû ve secde etmek gibi ibadetlerin edası es­nasında boş, çirkin söz ve orada anlaşmazlık çıkarmak gibi manevî pisliklerden de arındırmalarını emrettik. Peygamber (s.a.)'den rivayet edildiğine göre, o Mekke'yi fethettiğinde Beytullah'taki putların kırılmasını emreder. Elinde bu­lunan sopa ile bu putları vurarak şu ayeti okur: "De ki: Hak geldi batıl da çeki­şe çekişe can verdi. Zaten batıl, çekişe çekişe can verip yok olucudur." (İsra: 17/81).

Hz. İbrahim ve ondan sonra gelenler bu ibadetleri yerine getirmekle emro-lunmuşlardı. Bunların keyfiyetini ve yerine getirilme yolunu bilmesek dahi bu böyledir. Buraya Beyt (ev) denilmesinin sebebi, Yüce Allah'ın, sağlıklı bir iba­detin edası için orayı bir mabed kılması ve namaz kılanlara ibadetlerinde ora­ya yönelmelerini emretmesi dolayısıyladır.

Namaz kılanlar için Kâ'be'nin yönelecekleri bir yer kıhmşındaki hikmet ise, ibadetlerin ve duyguların birleştirilmesi, Yüce Allah'ın huzurunda bulun­manın bir belirtisi olarak münhasıran mukaddes ve ilâhî zata yönelmektir. Gerçek manada ve gereği gibi Yüce Allah'ın huzurunda durabilmek imkânsız bir şeydir. O bakımdan ilâhî rahmetin o Beyt'te hazır olduğu düşünülür. Bu ne­denle KaTbe'ye yönelmek zat-ı ulûhiyyete yönelmek gibidir.

Yüce Allah'ın Peygamberine hatırlatmasını emretmiş olduğu Araplar üze­rindeki nimetlerinden bir tanesi de İbrahim (a.s.)'in bu beldeyi güven ve huzur beldesi kılması için dua etmesidir. O beldeye zorbalar musallat olamaz. Günah­kâr suçlular oranın saf havasını bulandıramaz. Yüce Allah'ın orayı yerin dibine geçmekten, zelzelelerden, sellerden ve buna benzer diğer beldeler üzerindeki gazabının görünür şekillerinden koruması da bu nimetler arasındadır.

Hz. İbrahim, Allah leâlâ'dan o belde halkını türlü ve en güzel meyve ve mahsullerden nzıklandırmayı, yeryüzünün çeşitli hayır, bereket ve güvenliğin­den faydalandırmayı istemiştir. Bu ya onun yakınında ziraat ile ya da uzak bölgelerden çeşitli meyve ve mahsullerin getirilmesi ile olur. Görüldüğü gibi bütün bunlar gerçekleşmiştir. Nitekim Yüce Allah da bu hususu şöylece dile getirmiştir: "Biz onları güven dolu bir hareme yerleştirmedik mi? Oraya her çe­şit mahsullerden -tarafımızdan bir rızık olmak üzere- toplanır gelir; fakat onla­rın çoğu bilmezler." (Kasas: 28/57).

Hz. İbrahim'in duasının kabul olunması müminler için bir ikram ve bir lü-tuftur. Allah'ın rahmeti müminleri de kâfirleri de kapsayıcıdır. Allah'ın herke­se nzik verdiği bir gerçektir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onla­rın hepsine şunlara da bunlara da ardı ardına Rabbinin bağışından veririz. Rabbinin bağışı alıkonmuş değildir." (İsrâ: 17/20). Şu kadar var ki kâfirlerin dünya nimetlerinden faydalandırılması kısa ve sınırlıdır. Ondan sonra gidecek­leri yer cehennemdir. Allah küfre sapana da rızık verir ve kısa bir süre onu da bu rızıktan faydalandırır. O süre ise kafirin bu dünyada kaldığı süredir. Bun­dan sonra zorunlu olarak, ister istemez cehennem azabına sürülüp götürülür. Onları bekleyen akıbetleri ve dönüş yerleri ne kadar kötüdür!

Bu buyrukta Kureyş Arapları imana teşvik edilmekte, küfürden sakındırıl-makta, hem onlar hem de Kitap Ehli olanlar İslâm çağrısından yüz çevirmekten sakmdırılmaktadırlar. Yüce Allah'ın, yalnızca müminler için rızık talebini zik­retmesi onların bu işe lâyık olduklarına, bu işi hak ettiklerine de bir işarettir. [109]



Kabe'nin İnşa Edilmesi Ve Hz. İbrahim İle Hz. İsmail'in Duası


127- "Hani İbrahim ve İsmail o evin te­mellerini birlikte yükseltiyorlardı: "Rabbimiz, bizden kabul buyur. Şüp­hesiz sen her şeyi işiten ve hakkıyla bi­lensin."

128- "Rabbimiz, îlrimigi de sana teslim olmuş ve soyumuzdan da müslüman bir ümmet kıl! Bize menasikimizi gös­ter, tevbelerimizi kabul buyur. Çünkü tevbeleri en çok kabul eden ve hakkıy­la esirgeyen sensin."

129- "Rabbimiz, onların arasında on­lardan bir peygamber gönder ki, onla­ra ayetlerini okusun, onlara Kitabı ve hikmeti öğretsin. Onları tezkiye etsin. Şüphesiz sen Azizsin, Hakimsin."



Açıklaması


Ey Muhammed! Kavmine bir de İbrahim (a.s) ile oğlu İsmail (a.s.)'in Beyt'in kaidelerini ve temellerini inşa ettikleri zamanı hatırlat! Onu yapan iki kişinin iki peygamber olduğunu ve putperest bir ülkenin ortasında o Beyt'in ibadete tahsis edilmesindeki fazileti hatırlat! Bu fazilet o evin taşlarında, ko­numunda ve semadan nazil oluşunda değildir. O Beyt'e yönelmek hiçbir mekân hududuna sığmayan ve hiçbir cihete hasrolmayan Yüce Allah'a yönelmek de­mektir. Oradaki Hacer-i Esved'in istilâm edilmesi (selâmlanması) namazda Kabe'ye yönelmek gibi taabbüdi bir davranış sayılmıştır. Bu taşın bizatihi bir meziyeti yoktur. Hatta Ömer b. el-Hattab'ın onu istilâm ettiği sırada söylediği şu söz gereği diğer taşlar gibi, o da bir taştır: "Allah'a yemin ederim, ben senin zararı da faydası da olmayan bir taş olduğunu biliyorum. Eğer Resulullah " s.a.)'ı seni öperken görmemiş olsaydım, ben de seni öpmezdim. Daha sonra Hz. Ömer yaklaştı ve taşı öptü." [110]

Binayı yükselttikleri esnada Hz. İbrahim ile Hz. İsmail şu sözleriyle dua ediyorlardı: "Rabbimiz, şüphesiz ki sen duamızı işitensin. Bütün amellerimiz-deki niyetlerimizi çok iyi bilensin. Rabbimiz ikimizi de sana itaatla bağlanan, ıtikadlan ile sana ihlâsla yönelen kimseler kıl! Senden başkasına yönelmeye-lim, senden başkasından yardım istemeyelim ve bütün amellerimizde senin rı­zandan başkasını aramayalım. Rabbimiz, soyumuzdan sana ihlasla bağlanan, emirlerine itaatla boyun eğen bir topluluk yarat. Yarat ki İslâm, bütün nesiller boyunca devam edip gitsin. Rabbimiz, ibadet şekillerimizi, ibadet yerlerimizi bize göster, bize bildir! Nerede ihrama girileceği, Arefede nerede vakfe yapıla­cağı, neresinin tavaf edileceği, nerede sa'y yapılacağı gibi haccın amellerini biz­lere öğret! Tevbemizi kabul buyur. Çünkü sen Tevvâbsın; Rahimsin; kullarının tevbelerini çokça kabul edensin. Onları azaptan kurtarmak suretiyle tevbe edenlere çok merhametlisin."

Onların bu şekildeki dua ve yakarışları soylarından gelecek olanlara bir ırşaddır, bir yol göstericiliktir. İtaat üzere sebat etmeleri ve devamlı olmaları için Allah'tan bir taleptir. Yoksa onlar günahkâr olduklarından bu duayı etmi­yorlardı. Çünkü peygamberler masumdur. İnsanlarca menasikin bilinmesi ve Beyt'in bina edilmesinden sonra vakfe yerinin ve oradaki diğer yerlerin, gü­nahlardan arınıp tevbenin Allah'tan isteneceği yerler olduğunu açıklamak için böyle dua etmişlerdir.

Rabbimiz, sen o müslüman ümmet arasında onlardan bir resul gönder! O resul onlara karşı çok şefkatli olsun. Onlar da onun sayesinde insanların en üs­tünleri, en şereflileri olsunlar. Onun çağrısını kabul edebilsinler, onu eksiksiz bir şekilde gereği gibi tanıyıp doğruluğunu, emin oluşunu, iffetini, istikamet üzere oluşunu ve buna benzer mümtaz özelliklerini hissedercesine görüp tanı­sınlar. Bu peygamber onlara karşı Yüce Allah'ın vahdaniyetini, öldükten sonra dirilme ve amellerin karşılıklarının görülmesine dair delilleri ihtiva eden ayet­lerini okusun. Onlara KuVân'ı, şeriatın sırlarını ve maksatlarını, bir de nefisle­rinin kendileri vasıtasıyla kemale ereceği bilgi ve marifetleri öğretsin. Şirkin pisliklerinden, türlü masiyetlerden onları arındırsın. Onlara güzel ahlâkı öğ­retsin. Çünkü sen mağlûp edilemeyen güçlü (Azîz), bütün işlerinde hikmeti sonsuz (Hakîm) olansın. Ancak hikmet ve maslahatın gereği olan şeyleri ya­parsın. İmam Malik der ki: Burada sözü geçen hikmet, dini bilmek, te'vil husu­sunda fıkıh (derin bilgi) sahibi olmak ve bir seciye ve Yüce Allah'ın nurunun neticesi olan bir kavrayıştır. [111]



Hz. İbrahim'in Dininden Yüz Çeviren Akılsızlar


130-Nefsini sefahete bırakandan başka kim İbrahim'in dininden yüz çevirebilir? Andolsun ki biz onu dünyada beğenip seçmişizdir. O şüphe yok ki ahirettede muhakkak salihlerdendir.

131- Hani Rabbi ona: "Teslim ol dediği zaman o da: "Alemlerin Rabbine teslim oldum" demişti,

132- İbrahim de bunu oğullarına vasiyyet etti. Ya'kub da: "Ey oğullarım! Allah sizin için bu dini beğenip seçti. O halde siz ancak müslümanlar olarak can verin."



Nüzul Sebebi


130. ayet-i kerimenin nüzul sebebiyle ilgili olarak İbni Uyeyne şöyle de­mektedir: Rivayet edildiğine göre Abdullah b Selâm, Seleme ile Muhacir adın­daki kardeşinin iki oğlunu İslâm'a davet etti ve onlara şöyle dedi: "Şanı yüce Allah'ın Tevrat'ta şöyle buyurduğunu siz de biliyorsunuz: Ben İsmail'in soyun­dan adı Ahmed olan bir peygamber göndereceğim. Kim ona iman ederse hida­yeti ve doğru yolu bulur, kim ona iman etmezse o mel'ûndur." Bunun üzerine Seleme İslâm'a girdi, Ebu Muhacir İslam'ı kabul etmedi. İşte bu ayet-i kerime onun hakkında nazil olmuştur. [112]



Açıklaması


Yüce Allah Hz. İbrahim'i bir takım kelimelerle sınadığını, onun da bunla­rı eksiksiz bir şekilde yerine getirdiğini, Hz. İbrahim'e Beytullah'ı bina edip ibadet için orayı temiz tutmasını emretmiş olduğunu hatırlattıktan sonra, tev-hid ve kalpten Allah'a teslim oluşun ifadesi olan İbrahim'in (milleti) dininden yüz çevirmenin doğru olamayacağını belirtmektedir. Hz. Yakub da kendi oğul­larına bunu vasiyet etmiştir. Ondan önce Hz. İbrahim de aynı tavsiyede bu­lunmuştur.

O halde İbrahim'in milletinden ve dininden ancak kendisini küçük düşü­ren, kendisini hafife alan kimseler yüz çevirebilir. Çünkü hayrı, hakkı ve hida­yeti terk eden bir kimse kendi nefsini küçük ve zelil düşürmüş olur.

Yüce Allah Hz. İbrahim'i dünyada beğenip seçmişti. Onu peygamberlerin atası kılmıştır. Ahirette de salih ve istikamet üzere olmak ile lehine tanıklık edilen bir kimse kılmıştır. İnsanları da onun dini üzre amel etmeye yöneltmiş­tir. İşte bu, Hz. İbrahim'e ahiretteki halinin de salah (iyi ve düzgün) olacağına bir müjde ve bu konuda ona bir vaad özelliğini taşımaktadır.

Yüce Allah Allah'ın vahdaniyyetine dair delilleri göstermek suretiyle kav­mini İslama çağırdığı zamandan beri, onu beğenip seçmiştir. Hz. İbrahim ise gecikmeksizin Allah'ın emrine itaatla bağlanmıştır ve şöyle demiştir: Ben bü­tün yaratıkları var eden Allah'a dinimi halis kıldım. Yüce Allah'ın şu buyruğunda dile getirdiği gibi: "Şüphesiz ki ben gökleri ve yeri yaratana hanif olarak yöneldim ve ben müşriklerden değilim." (En'am: 6/79).

Hz. İbrahim, soyundan gelecekler için hayır dilekte bulunduğundan dolayı, onlara dosdoğru dini tavsiye etmiştir. Hz. Yakub da aynı şekilde davranmış ve her ikisi de soylarından gelenlere şöyle demişlerdir: "Allah size bu dini yani Al­lah'ın kendisinden başkasını kabul etmediği İslâm dinini seçmiş bulunmakta­dır. Allah'a teslim esası üzerinde sebat gösteriniz, ondan ayrılmayınız. Ölüm ge­lip çatıncaya kadar böyle devam ediniz. Rabbinizin sizin için seçmiş olduğu hak dinden başka bir din üzere olduğunuz halde ölüm gelip sizi bulmasın." İşte bu buyruk sapan kimsenin önünde tekrar Allah'a dönmek ve ölümden önce yeni­den Allah'ın dinine bağlanmak için kapının açık tutulduğunu göstermektedir.

O bakımdan ey Yahudiler! Duruma bir bakınız. Sizler gerçekten atalarınız İbrahim ile Yakub'a tabi misiniz, değil misiniz? [113]



Yahudilerin Hz. İbrahim İle Hz. Yakub'un Dini Üzere Olduklarına Dair İddialarının Çürütülmesi


133- Yoksa siz ölüm Yakub'a gelip çattı­ğı zaman orada hazır mıydınız? Hani o oğullarına: "Benden sonra siz neye iba­det edeceksiniz?" dediği zaman onlar: "Senin ilâhını ve ataların İbrahim, İs­mail ve İshak'ın bir tek olan ilahına ibadet edeceğiz, biz O'na teslim olmu­şuzdur" demişlerdi.

134- Onlar bir ümmetti, gelip geçti. On­ların lragflnrfıklnn kendilerinindir. Si­zin kazandığınız da sizindir. Ve siz on­ların işlediklerinden sorumlu olacak da değilsiniz.

135- "Yahudi veya Hiristiyan olun ki hidayet bulaşınız" dediler. De ki: "Ha­yır hanif olarak İbrahim'in dini(ne uyarız). O şirk koşanlardan değildi."

136- Deyin ki: "Biz Allah'a ye bize indi­rilene İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Ya­kub'a ve Esbata indirilenlere, Musa'ya, İsa'ya verilenlere ve bütün peygamber­lere rableri tarafından verilenlere iman ettik. Birini diğerinden ayırd et­meyiz. Biz O'na teslim olmuşuz."

137- Artık eğer onlar da sizin îm^nı etti­ğiniz gibi iman ederlerse, muhakkak hidayete ererler ve şayet yüz çevirir­lerse onlar ancak ayrılık içindedirler. Onlara karşı Allah sana yeter. O her şeyi işitendir, her şeyi bilendir.



Nüzul Sebebi


133. ayet-i kerime Hz. Peygambere: "Sen Yakub'un vefat ettiği gün oğulları­na Yahudiliği tavsiye ettiğini bilmiyor musun?" demeleri üzerine nazil olmuştur.

135. ayet-i kerimenin nüzul sebebi ise İbni Ebi Hâtim'in İbni Abbas'tan kaydettiği rivayete göre şudur: İbni Suriye Peygamber (s.a.)'e: "Hidayet ancak bizim izlediğimiz yoldur. O bakımdan ya Muhammed, sen de bize uy ki hidayet bulasın" dedi. Hıristiyanlar da benzer bir ifadede bulundular. Bunun üzerine Yüce Allah onlar hakkında: "Yahudi veya Hıristiyan olun ki hidayet bulaşınız dediler." buyruğunu indirdi.

Yine ondan gelen bir diğer rivayete göre İbni Abbas şöyle demiştir: Bu ayet-i kerime Ka’b b. el-Eşref, Mâlik b. es-Sayf ve Ebu Yâsir b. Ahtab gibi Me­dine Yahudilerinin başını çekenler ile Necran Hıristiyanları hakkında nazil ol­muştur. Bunlar din hususunda Müslümanlar ile çekişiyor, her bir grup Allah'ın dini hususunda ötekinden daha hayırlı olduğunu ileri sürüyordu. Yahudiler "Bizim peygamberimiz Musa, peygamberlerin en faziletlisidir, dinimiz dinlerin en faziletlisidir" dediler; Hz. İsa'yı, İncil'i, Hz. Muhammed'i ve Kui^ân-ı Kerim'i inkâr edip kâfir oldular. Hıristiyanlar ise: "Bizim peygamberimiz İsa peygam­berlerin en faziletlisidir, kitabımız kitapların en faziletlisidir, dinimiz dinlerin en faziletlisidir." dediler; Hz. Muhammed'i ve Kur*ân-ı Kerim'i inkâr edip kâfir oldular. Bu kesimlerin her birisi ayrı ayrı müminlere: "Siz bizim dinimize bağ­lanınız. Din diye bizimkine denir." deyip onları kendi dinlerine çağırdılar. [114]



Açıklaması


Ey Muhammed (s.a.)'i yalanlayan Yahudiler! Yakub'a ölüm yaklaştığında sizler yanında hazır değildiniz. O bakımdan onun ağzından yalan söylemeyin. Ben İbrahim ile onun oğullarına ancak İslâm'ın kendisi olan Hanif dinini gön-dermişimdir. Bu peygamberler kendi soyundan gelenlere de bu dine bağlanma­larını tavsiyede bulunmuşlardır. Bunun delili ise Yakub'un oğullarına söylediği şu sözlerdir: "Benim ölümümden sonra neye ibadet edeceksiniz?" Oğulları ona şu cevabı vermişlerdi: Pek çok delilin onun varlığına ve vahdaniyetine delâlet ettiği bir ve tek Allah olan senin ilâhına ibadet edeceğiz ve O'na başkasını eş koşmayacağız. O senin ataların İbrahim'in, İsmail'in ve İshak'ın da ilâhıdır. Biz O'na boyun eğip O'nun hükmüne bağlı kalacağız, uyacağız. Hz. Yakub'un amcası olduğu halde Hz. İsmail'i de ataları arasında zikrettiler. Böylelikle onu da babaya benzetmiş oldular. Buharî ile Müslim tarafından rivayet edilen sa­hih hadiste de: "Kişinin amcası babasının bir dengidir." diye buyurulmuştur.

Daha sonra Yüce Allah Yahudilerin, Peygamberlerin soyundan ve onların torunları olduklarını, dolayısıyla sayılı günler dışında cehenneme girmeyecek­lerine dair iddialarını şu buyruğu ile reddetmektedir: Sözünü ettiğiniz bu üm­met, lehinde ve aleyhinde olan şeyleri ile birlikte geçip gitmiştir. Yüce Allah'ın kullan arasında uygulayageldiği sünneti ise, herkesi ancak kendi ameli ile ce­zalandırmasıdır ve kimsenin başkasının amelinden sorumlu tutulmamasıdır.

Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: 'Yoksa Musa'nın ve ahdini eksiksiz yerine getiren İbrahim'in sahifelerinde olanlardan haberdar olmadı mı? Kimse kimsenin günahını yüklenmeyecek ve insan için çalıştığından başkası yoktur di­ye (kendisine bildirilmedi mi?)" (Necm: 56/33-34) Peygamber (s.a.) de: "Ey Ha-şimoğullan! İnsanlar bana amelleriyle gelirken siz bana nesep bağınızı ileri sü­rerek gelmeyiniz." diye buyurmaktadır. İşte bu geçmişlere kendi amelleri dışın­da hiçbir şey fayda vermeyeceği gibi, size de amellerinizin dışında hiçbir şeyin faydası olmayacaktır.

Yüce Allah kendi dininin bütün peygamberler vasıtasıyla bir ve tek olduğu­nu, Araplara da, Kitap Ehli'ne de önceki peygamberlerin çağrısının bir uzantı­sından ibaret olan İslâm'a uymak mükellefiyetinin bulunduğunu, teferruattaki ayrılıkların dinin özünü değiştirmediğini beyan buyurduktan sonra, Kitap Eh-li'nin aralarındaki cüz'î farklılıklara sıkı sıkıya yapışmalarını tenkit ettiğini, kusurlu bulduğunu görüyoruz. Yahudiler: "Din hususunda Yahudilerle birlikte olunuz ki dosdoğru yola iletilmiş olasınız." derken; Hristiyanlar da: "Hıristivan-larla birlikte olunuz ki, hakka ulaşasınız." dediler. Her bir dine tabi olan kendi dininin en hayırlı din olduğunu iddia ederken, Yüce Allah şu buyruğu ile onlara cevap vermektedir: Sizler dini üzere olduğunuzu iddia ettiğiniz İbrahim'in dini­ne geliniz. İşte herhangi bir sapması bulunmayan eğriliği olmayan din odur. İb­rahim Allah'a, Allah'tan başka putları ya da heykelleri ortak koşan bir kimse değildi. Bu ifadelerle onların: "Üzeyr Allah'ın oğludur, Mesih Allah'ın oğludur." gibi sözlerle şirk koşmaları ima edilmekte ve tenkit edilmektedir.

Daha sonra Yüce Allah müminlere şöyle demelerini emretmektedir: Biz­ler bütün peygamberlerin, bütün resullerin peygamberliğine iman etmekle birlikte, alemlerin Rabbi olan Allah'a da itaat etmekte, boyun eğmekteyiz. Bü­tün dinlerin kaynağı O'dur. Hiçbir peygamberi yalanlamayız. Aksine biz dini tek bir bütün olarak kabul edip tasdik ediyoruz. Dinin özüne iman ediyoruz. Ayrılığın söz konusu olmadığı aslına inanıyoruz. Bütün peygamberlerin hak ve hidayet ile gönderilmiş Allah'ın resulleri olduğuna şahitlik ediyoruz. O ba­kımdan İsa ve Muhammed (her ikisine de selâm olsun)den uzak olduklarını belirten Yahudilerin yaptıkları gibi yapmayız. Resulullah (s.a.)'den uzak ol­duklarını söyleyen Hıristiyanların yaptıkları gibi de yapmayız. Bizler Allah'a boyun eğenleriz, ona itaat edenleriz, kulluğumuzla O'na bağlanan kimseleriz. İşte sağlıklı iman budur. Sizler ise hevalarınıza uymaktasınız. O halde gerçek mümin, bütün kitaplara ve peygamberlere iman edip hiçbir peygamber ara­sında ayırım gözetmeyen, ilâhî kitabın bütün getirdiklerine iman eden kimse­dir.

Buharî'nin Ebu Hureyre'den rivayetine göre Kitap Ehli Tevrat'ı İbranice okuyor müslümanlara Arapça açıklıyorlardı. Peygamber (s.a.) şöyle buyurdu: "Kitap Ehlini tasdik de etmeyiniz, yalanlamayınız da. Bunun yerine: "Biz Al­lah'a ve.... iman ettik." deyin." [115]

İbni Ebî Hâtim'in MaTtil'den Peygamber (s.a.)'den merfû olarak rivayetine göre şöyle buyurmuştur: "Tevrat'a ve İncil'e iman ediniz ve Kur'ân sizin için ye­terli olsun."

Eğer Kitap Ehli sizin iman ettiğiniz gibi sahih şekliyle Allah'a iman eder, Allah'ın vahdaniyetini kabul ve itiraf eder, peygamber ve resullere indirdikleri­ni tasdik ederse, dosdoğru yola hidayet bulmuş olurlar. Şayet yüz çevirir ve se­nin kendilerini davet ettiğin dinin aslına dönüşü kabul etmez ve Allah'ın pey­gamberleri arasında ayırım gözetip bir kısmını kabul ederken diğer bir kısmını inkâr ederlerse, ya Muhammed, şunu bil ki, onların takındıkları bu tavır ayrı­lık, anlaşmazlık ve düşmanlık çıkarmaktır. Onların tavırları bu olduğu takdir­de şunu bil ki, onların kötülüklerine, eziyetlerine, hile ve tuzaklarına karşı Al­lah sana yardım edecektir. Allah onların birliklerini darmadağın edecek, sizleri onlara karşı muzaffer kılacaktır.

Nitekim bu ilâhî vaad, Kurayzaoğuları'nın öldürülüp çocuklarının esir edilmesi, Nadiroğullannın Şam'a sürgün edilmesi, Necrân Hıristiyanlarının da cizye yükümlülüğüne tabi kılınmasıyla gerçekleşmiştir. Allah onların söyledik­leri ve her sözü çok iyi işitendir, Semi'dir. İçlerinde gizledikleri kini, kıskançlı­ğı, buğzu ve her türlü fiili de çok iyi bilendir, Alim'dir. [116]



İman Boyası, İmanın Nepislerdeki Etkisi Ve Yalnızca Yüce Allah'a Kulluk


138- Allah'ın boyası! Kimin boyası Al­lah'tan daha güzel olabilir? Biz O'na ibadet edenleriz.

139- De ki: "Siz bizimle Allah hakkında mı çekişiyorsunuz? Halbuki o bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Bizim yaptıklarımız bize, sizin yaptıklarınız sizedir. Biz ona ihlâsla bağlanmışızdır."

140- Yoksa siz: "Muhakkak ibrahim, İs­mail, İshak, Yakub ve Esbât Yahudi ya­hut Hıristiyan idi" mi diyorsunuz? De ki: "Siz mi daha iyi bilirsiniz, yoksa Al­lah mı? Yanında Allah'tan gelen bir şa­hitliği saklayandan daha zalim kim olabilir? Allah işlediğinizden gafil de­ğildir."

141- Onlar birer ümmetti, gelip geçti­ler. Onların kazandıkları kendilerinin, sizin kazandığınız da sizindir ve siz onların işlediklerinden sorumlu ola­cak da değilsiniz.



Nüzul Sebebi


İbni Abbas'ın açıklamasına göre 138. ayetin nüzul sebebi şöyledir: Hıristi­yanların oğullan olduğu vakit yedi günlük iken onu götürür ve vaftiz suyu de­nilen özel bir suyla yıkarlardı. Bununla onu temizleme amacını güdüyorlar ve bu bir temizliktir, diyorlardı. Bunu da sünnet etme yerine yapıyorlardı. İnanç­larına göre çocuk ancak bu şekilde gerçek bir Hıristiyan olurdu. İşte Yüce Al­lah bunun üzerine bu ayet-i kerimeyi indirdi. [117]



Açıklaması


136. ayet-i kerimede Yüce Allah müminlere şöyle demelerini öğretip emret­miştir: Biz Allah'a, kitaplarına ve peygamberlerine iman ettik. O'nun peygamber ve kitapları arasında bir fark gözetmeyiz. Bu ayet-i kerimede de Yüce Allah on­lara şöyle demelerini emretmektedir: Yüce Allah bizleri peygamberlerin getir­dikleri vasıtasıyla hakka ve imana istidatlı olarak yaratmış ve bu boya ile bizleri boyamıştır. Peki, hikmeti sonsuz, her şeyden haberdar olan Allah'ın boyasından boyası daha güzel olan kimdir? İslâm boyasından daha güzel boya olabilir mi? Kullarını iman ile boyayan Allah'tır. Bununla şirkin pisliklerinden onları arındı­ran O'dur. O bakımdan bizler önder ve hahamlardan herhangi bir kimsenin bo­yasına uymayız. Çünkü bu, tek olan bir dini fırkalara bölen, ümmeti birbirinden nefret eden kesimlere ayırmakta olan uydurma ve beşerî bir boyadır.

Bizler, bize ihsan etmiş olduğu oldukça üstün ve değerli nimetler arasında İslâm ve hidayet nimetlerini de bağışlamış bulunan Allah'a ibadet edenleriz, O'ndan başkasına ibadet etmeyiz, O'na ihlâsla bağlıyız, O'na itaatle boyun eğe­riz. O bakımdan bizler dine bir şeyler ekleyen, ondan bir şeyler eksilten, helâl ve haramlar koyan, ruhlardan İslam boyasını silen ve Allah'a şirk koşma boya­sını oraya yerleştiren hahamları, rahipleri Rabler edinmeyiz.

Daha sonra Yüce Allah Peygamberine, Kitap Ehli'ne şunları söylemelerini emretmektedir: Allah'ın dini hakkında bizimle tartışıyor ve hak dinin Yahudi­lik ve Hıristiyanlık olduğunu iddia ediyor, bu dinleri izlemekle cennete girece­ğinizi umuyor ve: "Yahudi veya Hıristiyan olandan başkası asla cennete gire­mez." (Bakara: 2/111) "Yahudi veya Hıristiyan olun ki hidayet bulaşınız." (Ba­kara: 2/135) mı diyorsunuz?

Sizler bu iddiaları neye dayanarak ileri sürüyorsunuz? Neye dayanarak hidayete ve Allah'a bizden daha yakın olduğunuzu söyleyebiliyorsunuz? Halbu­ki Allah bizim de sizin de Rabbidir. Allah'a kul olma açısından bizim ile sizin aranızda fark yoktur. Bizim de sizin de malikiniz O'dur. İyi ya da kötü olsun, bizim amellerimiz bizim, sizin amelleriniz sizindir. Allah her insana kendi amelinin karşılığını verecektir. İnsanlar arasında takva ve salih amel dışında hiçbir bakımdan üstünlük yoktur. Sizler ise geçmişteki salihlerinize güvendi­niz. Onların size şefaat edeceklerini zannettiniz. Bize gelince; biz kendi ameli­mize güveniriz, Allah'a ihlâsla yöneliriz, O'nun rızasından başka bir kastımız yoktur. Peki nasıl olur da cennet ve hidayetin size münhasır olduğu iddiasında bulunabilirsiniz?

Kendinizin özel olarak Allah'a yakınlığınızın yine Allah tarafından tespit edildiğini nasıl söyleyebilirsiniz? Ya da dinleriniz Yahudilik ya da Hiristiyanlı-ğın size ayrıcalık kazandırma sebebinin önceden gelmiş peygamberler olan İb­rahim, İsmail, İshak, Yakub ve Esbât'ın Yahudi ya da Hıristiyan olmalarından kaynaklandığını neye dayanarak söylemektesiniz? Siz onların izinden mi git­mektesiniz? Böyle bir iddia yalandır. Çünkü bu iki isim (Yahudilik ve Hıristi­yanlık) sonradan ortaya çıkmıştır. Yahudilik adı ancak Hz. Musa'dan sonra, Hıristiyanlık adı da ancak Hz. İsa'dan sonra ortaya çıkmıştır.

Burada maksat, her iki tarafın da iddialarını reddetmek ve bu iddiaları sebebiyle her iki tarafı da şiddetle azarlamaktır. Peki, Allah katında neyin kendi rızasına uygun olduğunu sizler mi daha iyi biliyorsunuz yoksa Allah mı? Şüphesiz ki bunu daha iyi bilen siz değil, Allah'tır. Allah insanlar için İbrahim dinini seçip beğenmiştir. Siz bunu itiraf ediyorsunuz? Kitaplarınız da Yahudilik ve Hıristiyanlık gelmezden önce onu tasdik etmektedir. Peki, siz neden bu dini beğenmiyorsunuz?

Yanında Allah'tan gelmiş bir şahitliği gizleyenden daha zalim kim olabilir? Bu ise Yüce Allah'ın Hz. İbrahim ile Hz. Yakub'un Hanif ve müslüman oldukla­rına, Yahudilik ve Hıristiyanlıktan uzak olduklarına dair şahitliğidir. İnsanlar arasında kardeşlerinin çocukları olan İsmail'in oğulları Araplardan bir pey­gamber göndereceğini müjdeleyen Allah'ın şahitliği O'nun kitabında tespit edilmiştir.

Zemahşerî der ki: Bunun iki anlama gelme ihtimali vardır:

a) Kitap Ehli'nden daha zalim hiçbir kimse yoktur. Çünkü onlar bile bile bu şahitliği gizlediler.

b) Eğer bizler bu şahitliği gizleyecek olursak, hiçbir kimse bizden daha za­lim olamaz. Böyle bir açıklama halinde ise, onların Yüce Allah'ın Muhamed (s.a.)'in lehine kitaplarında yapmış olduğu peygamberlik şehadetini ve diğer şehadetleri gizlemelerine de bir tariz vardır. [118]

Allah amellerinizden gafil değildir. Tek tek onları sayıp tespit eder, amel­lerinize karşılık sizi cezalandırır. Bu ise azar ve sitemin akabinde gelen bir teh­dittir.

O peygamberler topluluğunun kazandıkları güzel ameller kendilerinindir. Sizin de kazandığınız güzel ameller sizindir. Kimse başkasının amelinden so­rumlu olmayacaktır. Aksine herkes kendi yaptığından sorumlu tutulur. Kendi­sinden başka kişiye ne zarar veren bulunur ne de fayda sağlayan. Sizlere geç­mişlerin yaptıklarından sorulmayacaktır. Onlar da bizim yaptıklarımızdan so­rumlu olmayacaklardır. İşte bu, akılların da kabul ettiği hak dinlerin temel bir kaidesidir. Bu da kişisel veya ferdî sorumluluktur. Nitekim Yüce Allah bir baş­ka yerde şöyle buyurmaktadır: "Hiçbir (günah) yük (ünü) yüklenen, başka biri­sinin yükünü yüklenmez ve insan için çalıştığından başkası yoktur." (Necm: 53/38-39). Şanı yüce Allah bu kaideyi ve bu ayet-i kerimeyi pek çok münasebet­le tekrarlamıştır. Bundan önceki 134. ayet-i kerimede bu durum, onların övün­dükleri atalarının amelleri ile geçmişe bel bağlama huyları dolayısıyla söz ko­nusu edilmişti. İşte geçmişe bakıp geleceğe karşı tembellik gösteren, uyuşuk ve güçsüzlerin yaptıkları hep bu türden işlerdir.

Yüce Allah yine: "Allah yaptıklarınızdan gafil değildir." sözünü değişik yerlerde amellerinin karşılığını görmeyi, hesabı ve amellerin tespit edildiğini tekit etmek için tekrarlamaktadır. İşte insanlar arasındaki mutlak adalet bu­dur. Ebu Hayyan der ki: Bu cümle ancak bir masiyetin işlenmesi akabinde gel­mektedir. Dolayısıyla bir tehdit ihtiva etmekte ve Yüce Allah'ın onların işlerini başıboş bırakmayacağını haber veren bir üslupla gelmektedir.[119]







--------------------------------------------------------------------------------

[1] İbni Kesir, 1/38.

[2] Zemahşerî 1/79.

[3] Bu hadisi Timizi Abdullah bin Mesud (r.) dan rivayet etmiştir.

[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/63-65.

[5] Taberi, 1/84; Kurtubî, 1/184.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/67.

[6] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/67.

[7] İbnu'l-Arabî,Ahkâmu’l-.Kur’an, 1/12; Kurtubî, 1/198 vd.

[8] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/70-71.

[9] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/72-73.

[10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/75.

[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/75-76.

[12] Taberi, 1/119.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/78-79.

[13] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/79-80.

[14] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/83-84.

[15] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/88-89.

[16] Taberi, 1/135 vd.; Razî, 11/130.

[17] İbni Kesir, IV7291.

[18] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/92-93

[19] Ayrıca bkz. Kurtubi, 1/141; el-Vâhidî, Esbabu'n-Nüzûl, s. 12.

[20] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/96.

[21] Zemahşerî 1/206 vd.

[22] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/96-98.

[23] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/101-102.

[24] Kurtubî, 1/249.

[25] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/103-104.

[26] Zemahşerî 1/209; Taberi, 1/157.

[27] İbni Kesir, 1/71; Taberi, 1/177.

[28] Taberi, 1/176.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/109-111.

[29] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/116.

[30] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/121

[31] Prof. Abdulvahhâb en-Neccâr, Kısasu'l-Enbiyâ, s. 2 vd. 4. baskı.

[32] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/126-127.

[33] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/127-128.

[34] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/131

[35] el-Vâhidî, Esbâbu'n-Nüzâl, s. 13.

[36] İbni Kesîr, 1/85.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/135-136.

[37] Hadisin tamamı şöyledir: "Bana dünyanızdan üç şey sevdirildi: Kadınlar, hoş koku, bir de gözümün nuru namaz." Hadisi Ahmed, Nesâî, Hâkim ve Beyhakî, Enes b. Malik (r.a.)'ten rivayet etmişlerdir.

[38] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/136-137.

[39] İbni Kesîr, 1/90.

[40] Kurtubî, 1/385.

[41] Taberî, 1/214.

[42] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/141-143.

[43] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/147-149.

[44] Tüı: Beytü'l-Makdis ile Kinnesrîn arasındaki bölgedir ve 12'ye 8 fersah alanındadır.

[45] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/153-154.

[46] Taberî, 1/254. İbni Cerîr ve İbni Ebi Hâtim'in es-Süddî'den rivayeti böyledir.

[47] Süyutî, Esbâbu'l-Nüzûl -Celâleyn Tefsiri kenarında-, s. 14.

[48] el-Vahidî, Esbâbu'n-Nüzûl, s. 13 vd.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/156.

[49] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/157.

[50] Taberî, 1/263.

[51] Taberî, 1/261; Kurtubî, 1/440-443.

[52] İbni Kesîr, 1/106-107.

[53] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/159-160.

[54] Ibni Kesir, 1/108.

[55] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/164-165.

[56] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/165-166.

[57] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/170.

[58] el-Vâhidî, Esbâbu'l-Nüzûl, s.15.

[59] Kurtubî, II, 2.

[60] Suyûtî, Esbâbu'l-Nüzûl (Celaleyn Tefsiri kenannda), s. 16.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/173-174.

[61] el-Menâr, 1/357 vd.

[62] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/174-176.

[63] el-Vâhidî, Esbâbu'l-Nüzûl, s. 14; es-Suyûtî, Bsbâbu'n-Nüzûl -Celâleyn kenarında- s. 17-18; Taberî, 1/302 vd.; Kurtubî, 11/10.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/179.

[64] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/179-182.

[65] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/184.

[66] İbni Kesîr, 1/121

[67] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/187-188.

[68] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/188-190.

[69] Bunu Müstedrek'te Hâkim, Delailü'n-Nübüvve'de Beyhakî zayıf bir senetle, İbni Abbas'tan rivayet etmişlerdir.

[70] el-Vahidi, Esbabü'n-Nüzûl, s. 15; es-Süyutî, Esbâbu'n-Nüzûl, s. 19 vd.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/193.

[71] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/193-195.

[72] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/197-198.

[73] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/200-201.

[74] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/202-203.

[75] İbni Kesîr, 1/127-128.

[76] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/203-204.

[77] Kurtubî, 11/36; Bu hadisi ayrıca Ahmed ve Nesâî de rivayet etmiştir, bkz. es-Suyutî, Esbâbu'l-Nüzûl, s. 23; el-Vahidî, Esbâbu'n-Nüzûl, s. 15.

[78] Taberî, 1/342 vd.; İbni Kesîr, 1/129-130.

[79] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/206-208.

[80] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/208.

[81] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/211.

[82] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/211-212.

[83] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/214-215.

[84] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/215-217.

[85] el-Vâhidî, Esbâbu'l-Nüzûl, s. 18. Dikkat edilecek olursa el-Vâhidî eserinde "Sa'd b. Ubâde" adını zikretmektedir. Müfessirlerin kabul ettiği görüş ise bunun, "Sa'd b. Muaz" olduğudur.

[86] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/223-224.

[87] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/224-225.

[88] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/228-229.

[89] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/229-231.

[90] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/231-232.

[91] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/232-234.

[92] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/236.

[93] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/237.

[94] Bahru'l-Muhit, 1/350.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/241-242.

[95] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/242-243.

[96] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/246-247.

[97] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/247.

[98] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/249.

[99] Kurtubi, 11/80-81.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/249-250.

[100] Kurtubi, 11/80-81.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/250.

[101] Kurtubi, 11/80-81.

[102] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/250.

[103] Kurtubi, 11/92; İbni Kesir, 1/161.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/252.

[104] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/252-254.

[105] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/259.

[106] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/260-261.

[107] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/264.

[108] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/267.

[109] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/268-270.

[110] Hadisi, Buhari ve Müslim rivayet etmiştir.

[111] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/276-277.

[112] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/281.

[113] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/281-282.

[114] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/286.

[115] Kurtubî, 11/140.

[116] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/286-288.

[117] Zemahşerî, 1/241; el-Vahidî, Esbâbu'n-Nüzûl, 22; Kurtubî, 11/144.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/292.

[118] Zemahşerî 1/242.

[119] el-Bahru'l-Muhît, 1/416.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/292-294.

2-Bakara Suresi Meali Tefsiri Oku-1.Bölüm: Müminlerin Nitelikleri Ve Takva Sahiplerinin Mükâfatı-Kâfirlerin Nitelikleri-Kafirlerin işbirlikçisi Münafıkların Nitelikleri Rating: 4.5 Diposkan Oleh: Blogger

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder