HUD SURESİ
Kur'an'ın Muhkem Olması Ve Allah'a Kulluğa, O'na Yönelmeye Ve Öldükten Sonra Dirilmeye İmana Davet Etmesi
1- Elif, Lâm, Ra. Bu (Kur'an) Hakim (hüküm ve hikmet sahibi) ve Habîr (her şeyden haberdar olan Allah) tarafından ayetleri muhkem olan (hükmü baki kılınmış olan) ve sonra geniş olarak açıklanmış bir kitaptır.
2- Ta ki, Allah'tan başkasına ibadet et-meyesiniz. Şüphesiz ki ben Allah tarafından sizin için bir uyarıcı ve müjdele-yiciyim.
3- Rabbinizden af dileyin, sonra O'na tevbe edin ki sizi belirlenen vade gelinceye kadar güzelce yaşatsın ve her fazilet sahibine faziletinin mükâfatını versin. Eğer yüz çevirirseniz, şüphesiz ki ben sizin için o büyük günün azabından korkarım.
4- Dönüşünüz yalnız Allah'adır. O her şeye kadirdir.
Açıklaması
Bu ayetlerin konusu dinin esaslarının belirtilmesidir. Bu esaslar, Kur'an'ın muhkem oluşu ve her şeyi geniş bir şekilde açıklaması, Allah'a kulluğa, tevhide ve Ona yönelmeye davet edilmesi, öldükten sonra dirilme ve ahiret aleminde amellerin karşılığının verileceğine iman edilmesidir.
Bu ayetlerin geniş manası şu şekildedir: Bu hem lafız, hem mana yönünden muntazam, hiçbir noksanlığı bulunmayan, hem şekil hem de mana yönünden kâmil olan, şanlı ve değerli bir kitaptır. Çünkü bu kitap sözleri ve hükümlerinde hikmet sahibi olan, kulların ihtiyaçlarından ve her şeyin neticesinden haberdar olan Allah tarafından gönderilmiştir.
Bu surede diğer surelerde olduğu gibi itikat hakikatlerini beyan etmek ve kâfirlerin batıl inançlarını çürütmek, hayat için en münasip şer'î hükümleri açıklamak ve kıssalar vasıtasıyla en sağlam metodları, faziletleri ve öğütleri beyan etmek, huy ve ahlâkın en değerlilerine uyarıda bulunmak üslûbu benimsenmiştir.
Ta ki, Allah'tan başkasına ibadet etmeyesiniz. Yani bu muazzam kitap Allah'tan başkasına ibadet etmemeniz ve Ona hiçbir şeyi şirk koşmamanız için nazil olmuştur. Yahut bu muazzam ve mufassal kitap eşi ve ortağı bulunmayan, tek olan Allah'a ibadet için yahut Allah'tan başka hiçbir şeye ibadet etmemeniz için nazil olmuştur.
"Biz senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki ona, "Benden başka ilâh yoktur. O halde ancak bana ibadet edin" diye vahyetmiş olmayalım." (Enbiya, 21/25).
"Şüphesiz ki her ümmete 'Yalnız Allah'a ibadet edin. Tağuttan kaçının diyen bir peygamber gönderdik." (Nahl, 16/36).
"Ben Allah tarafından sizin için uyarıcı ve müjdeleyiciyim." Yani insanlara de ki: Ben size Allah tarafından gönderildim. O'na muhalefet ederseniz azapla sizi uyarıcıyım. O'na itaat ederseniz sevapla müjdeleyiciyim.
Sahih hadiste rivayet edildiğine göre Rasulullah (s.a.) Safaya çıkmış ve Kureyş'in en yakın kabilelerini çağırmıştı. Hepsi toplandı. Peygamberimiz (s.a.):
- "Ey Kureyş topluluğu! Size yarın sabah düşman süvarilerinin geleceğini haber versem, beni tasdik edersiniz, değil mi?" diye sordu. Kureyş'liler:
- "Biz senin yalan söylediğini duymadık" dediler. Peygamberimiz (s.a.):
- "Şüphesiz ki ben sizi şiddetli bir azapla uyarıcıyım" dedi.
Bu ifade, Rasulullah (s.a.)'m görev ve vazifesini beyan etmektedir. Bu vazife de kendisine isyan edenleri cehennem ile uyarmak, kendisine itaat edenleri de cennetle müjdelemektir.
"Rabbinizden af dileyin." Yani size geçmiş günahlardan istiğfar etmenizi, şirk, küfür ve günahlardan af dilemenizi, geçmiş günahlardan pişmanlık duymak, gelecekte bir daha aynı günahlara dönmemeye azmetmek ve bunda devam etmek suretiyle bu günahlardan dolayı Allah'a tevbe etmenizi emrederim. Eğer istiğfar edip günahlardan tevbe ederseniz, Allah sizi dünyada güzelce yaşatır. Yani dünyada güzel bir yaşayış, bol rızık ve peşpeşe nimetlerle hoşa giden güzel faydalı şeylerle ondan istifade etmenizi, belirlenen vade gelinceye, canınızı alıncaya kadar bir müddet daha uzatsın. Nitekim bir ayet-i kerimede "Onu güzel bir hayat içinde yaşatacağız." (Nahl, 16/97) buyrulmaktadır.
"İstiğfar" ile "tevbe"nin bir arada zikredilmesinin sebebi, tevbe edilmedikçe istiğfarın Allah tarafından kabul edilme imkânı olmadığına delâlet etmek içindir.
İstiğfar bizzat istenen bir taat şeklidir. Tevbe ise istiğfarı tamamlayan unsurlardan olduğu için istenmektedir. Bu iki tabirin (istiğfar ile tevbenin) birbirlerinden ayrı olduğu esasına göre durum böyledir. Çünkü istiğfar mağfireti -günahların örtülmesini kapanmasını affedilmesini- istemektir. Tevbe ise günahlardan tamamen sıyrılmak, geçmişte işlenilen günahlardan dolayı pişmanlık duymak, bu günahlara bir daha dönmemeye, bir daha işlememeye azmetmek demektir. Bu duruma göre ayetin manası "Şirkten tevbe edin, sonra Allah'a itaatle yönelin" şeklindedir.
İstiğfar ile tevbeyi aynı manada kabul edenler "Sonra tevbe edin" ifadesini 'Tevbeyi ihlâsla yapın. Tevbeye ibadet ve taatle istikamet üzerine devam edin." manasında almışlardır.
"... Ve her fazilet sahibine faziletinin mükâfatını versin." Yani ahirette amelinde fazilet bulunan herkese bunun mükâfatım verir, onu eksiltmez.
Dünyada güzel bir yaşayış ve ahirette sevap vermek iki mükâfatı bir arada vermektir. Ancak dünya mükâfatı geçici ve sınırlıdır. Ahiret mükâfatı ise daimidir, mutlaktır, başka bir şeyle kayıtlı değildir.
Bu ayette dünya ve ahiret hayırlarının tamamının ancak Allah Tealâ'dan geldiğine ve sadece O'nun yaratması, meydana getirmesi ve bağışlamasıyla olduğuna işaret edilmektedir. Yine bu ayette dünyadaki nimetlerin tek tek her ferde değil, bütün insanlara toptan verildiğine, ahiretteki mükâfatın ise her ferde hususi olarak verildiğine işaret edilmektedir.
Kur'an'm üslûp ve âdeti şudur: Önce bir hususu ve teşvik için onun faydasını zikreder, sonra da korkutma, tehdit ve nefret ettirmek için o hususun zıd-dını zikreder.
Bundan dolayı Cenab-ı Hak şöyle buyurdu: Eğer sizi davet ettiğim sadece Allah'a kulluk edip O'nun eşi-ortağı bulunmadığı inancından yüz çevirirseniz ben sizin için o büyük günün -kıyamet gününün- azabından korkarım.
Kıyamet günü, o gün meydana gelen büyük, ağır, şiddetli ve acıklı şeklinde tavsif edildiği gibi, burada da o gün meydana gelecek korkunç ve dehşetli olaylar sebebiyle "Büyük Gün" diye tavsif edilmiştir.
Cenab-ı Hak bundan sonra "Onların dönüşleri her şeye kadir olan Allah'adır, azap ve sevap Ondandır" diyerek o büyük günün azabını beyan etti. Yani kıyamet günü onların dönüşleri kendi dostlarına dilediği şekilde ihsanda bulunmaya ve düşmanlarından intikam almaya o günde mahlûkatı yeniden yaratmaya kadir olan Allah'adır.
"Dönüşünüz yalnız Allah'adır" ifadesi hasr ifade eder. Yani "Dönüşünüz başkasına değil, yalnız Allah'adır" demektir. Bu ifade Allah Tealâ'nın emirlerinden yüz çeviren ve peygamberlerini yalanlayan kimseler için şiddetli bir tehdittir. Çünkü kıyamet günü hiç şüphesiz ona azap ulaşacaktır. Daha önceki teşvike karşılık bu uyarı ve korkutma yapılmıştır. [1]
Kâfirlerin Hak'tan Yüz Çevirmeleri
5- İyi bilin ki, onlar gizlenmek için iki büklüm olurlar. Yine iyi bilin ki, onlar elbiselerine büründükleri zaman bile Allah onların gizlediklerini ve açığa vurduklarını bilir. Çünkü Allah kalplerin özünü çok iyi bilendir.
Açıklaması
İyi bilin ki kâfirler veya müşrikler Allah'a davet ettiğini duyunca Rasulul-lah (s.a.) ve başka hiç kimse kendilerini görmesin diye inat ve küfürde ileri giderek göğüslerini Rasulullah (s.a.)'tan öbür tarafa çevirirler.
Yine iyi bilin ki onlar elbiselerine büründükleri ve bu elbiseleriyle başlarını örttükleri zaman Allah'tan veya Muhammed'den gizlenip de Allah'ın kendilerini görmediğini zannettiklerinde Allah onların kalplerinde gizlediklerini ve dilleriyle açığa vurduklarını iyi bilir. Onların geceleyin gizlediklerini, gündüz açığa vurduklarını iyi bilir.
Yüce Allah "Elâ(: iyi bilin ki)" edatını onların gizlenme vakitlerine işaret etmek için tekrarladı. Zamirin Allah'a raci olması ("Allah'tan gizlenmek için" şeklinde mana verilmesi) "Allah onların gizlediklerini de açığa vurduklarını da bilir" ayetinin delâleti ile daha evlâdır.
Çünkü Allah kalplerdeki sırları, kalpten geçen duyguları çok iyi bilendir. O halde sırlarının Allah'a gizli kaldığını zannedenler dikkatli olsunlar ve bilsinler ki Allah kâinattaki her şeyden, gönüllerde yer alan şüphe ve vesveselerden haberdardır. O, her insanı gizlediği ve açığa vurduğu şeylerle sorgulayacaktır. [2]
Allah'ın Lütfü, İlmi Ve Kudreti
6- Yeryüzünde hiçbir canlı varlık yoktur ki, rızkı Allah'a ait olmasın. Allah her canlının (hayatta iken) yerleştiği ve (ölümden sonra) konulduğu yeri bi- Kr-H^r W apaçık bir kitaptadır.
7- Gökleri ve yeri altı günde yaratan Al- lah'tır. Arş'ı (daha önce) su üzerinde idi- AUah hanginizin daha iyi amel işle- yeceği hususunda, sizi imtihan etmek için kâinatı yarattı. Yemin olsun ki, eğer onlara "Mutlaka siz öldükten son- ra dirileceksiniz" desen, şüphesiz ki kâfirler "Bu, apaçık sihirden başka bir şey değildir" derler.
Açıklaması
Yerde, havada ve denizde yaşayan canlılardan hiçbir canlı yoktur ki rızkı, geçimi ve bunun için uygun olan araştırma, hareket ve çalışma sonrası yiyeceği için hazırlanan gıdası Allah'a ait olmasın.
Allah bu varlıkların yeryüzünde gideceği en son noktayı, yerleşeceği yeri, ayrıca en sonunda öleceği, gömüleceği ve son olarak konulacağı yeri bilir. Bu bilgi, bu varlıkların sulblerde ve rahimlerde oluşumları ve meydana gelmelerinin başlangıcına da hayat ve ölüm günlerine de şamildir.
Bütün bu varlıkların rızıkları, nerede yerleşecekleri ve sonunda nereye konulacakları, mahlûkatm bütün kaderleri sabit, değişmez bir şekilde Levh-i Mahfuz'da yazılmıştır.
Bu ayet Allah Tealâ'nın bütün mahlûkatın nzıklarına kefil olduğuna delildir ve bunu "üzerine vacip kıldığı" manasına gelen "ala" kelimesiyle ifade edip bir lütuf ve rahmeti olarak bu durumu kendisine vacip kılmıştır.
Ancak rızık, Allah Tealâ'nın bu kâinattaki sünneti (İlâhî kanunu) gereği olarak sebep-netice ilişkisine bağlıdır. Yani rızkı elde etmek, mahlûkata verilen ilhamla rızkı talep ve tahsil etmeye yöneltme şartlarının gerçekleşmesinden sonra çalışma ve gayrete bağlıdır. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Rabbimiz her şeye takdir ettiği şekli verip sonra da ona doğru yolu gösterendir. " (Tâ-Hâ, 20/50).
Bu ayetin benzeri şu ayetlerdir: 'Yeryüzünde hareket eden hiçbir canlı varlık ve kanatlarıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki, sizin gibi birer topluluk olmasınlar. Biz, Kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık. Onlar sonra hesap için Rableri-nin huzurunda toplanacaklardır." (En'am, 6/38).
"Gaybın anahtarları Allah'ın nezdindedir. Onları ancak O bilir. O, karada ve denizde olanları bilir. Düşen hiçbir yaprak dahi yoktur ki, Allah onu bilmesin. Yerin karanlıklarında olan her tane, kuru ve yaş her şey mutlaka apaçık bir Kitapta kayıtlıdır." (En'am, 6/59)
Allah Tealâ az önce beyan edilen delille bütün bilgileri bildiğini ispat ettikten sonra göklerin ve yerin yaratıcısı olması sebebiyle bütün kader programına kadir olduğunu ispat etti. Gerçekten bu iki delilin her biri Allah'ın ilminin ve kudretinin kâmil olduğuna delâlet etmektedir.
"Gökleri ve yeri altı günde yaratan Allah'tır..." Yani Allah Tealâ her şeye kadir olduğunu, gökleri ve yeri kendisinin yaratma ve meydana getirme günle-riyle altı gün içerisinde yarattığını, yoktan var ettiğini, meydana getirdiğini haber vermektedir. Ancak bu altı gün şu ayet-i kerimenin delaletiyle bizim günlerimiz gibi altı gün değildir. (Altı merhale demek daha uygundur).
"Şüphesiz Rabbinin nezdindeki bir gün, sizin saydığınız günlerle bin yıl gibidir." (Hac, 22/47).
"Melekler ve Cebrail Allah 'm emrinin indiği yere elli bin dünya yılının karşılığı olan bir günde çıkarlar." (Mearic, 70/4).
"O'nun Arş'ı suyun üstünde idi..." Arş, mahlûkatın en büyüğüdür. O'nun gerçek şeklini bilmiyor, sadece Allah Tealâ'nm haber verdiği şekliyle ona iman ediyoruz.
Allah'ın Arş'ın üzerinde istiva etmesine gelince: Ümmü Seleme (r.a.), İmam Malik ve Rabia'dan rivayet edildiği gibi, istiva bellidir ama nasıl olduğu meçhuldür, diyoruz.
Bu ayet Allah'ın gökleri ve yeri yaratmadan önce mahlûkatı yaratmaya nasıl başladığına, Arş'ın ve suyun göklerin ve yerin yaratılmasından önce var olduklarına, Arş'ın hiçbir şey yaratılmadan önce var olduğuna ve Arş'ın altında bulunan suyun canlı maddenin aslı olduğuna delâlet etmektedir.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Kâfirler gökler ve yeryüzü birbirine bitişikken onları ayırdığımızı ve her canlıyı sudan yarattığımızı bilmezler mi? Hâlâ iman etmezler mi?" (Enbiya, 21/30). "Sedîm Teorisi" dedikleri ve Kur'an-ı Kerim'in de "Duhan (duman) su veya rüzgar metni" diye ifade ettiği gerçek budur.
Bundan sonra Cenab-ı Hak bu eşsiz yaratmanın sebebini "Hanginizin daha iyi amel işleyeceği hususunda sizi imtihan etmek için." ifadesiyle açıkladı. Yani göklerin ve yerin yaratılması kendisine hiçbir şeyi şirk koşmadan kulluk etmeleri için yarattığı kullarının istifadeleri içindir, yoksa bu varlıkları boş yere gayesiz olarak yaratmamıştır.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım." (Zariyat, 51/56).
"Sizi boşuna yarattığımızı ve bize hiç döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?" (Müminun, 23/115).
İbadet ve taat etmek, günahlardan sakınmakla mükellef kılınmak, imtihan ve daha güzel amel işleyenlerin bilinmesi içindir. Daha güzel amel, Allah'ın şeriatının esaslarına uygun, sadece Allah rızası için yapılan ihlaslı ameldir. Amel ve ibadet bu iki şarttan birisini kaybederse bu amel boşa gider, batıl, geçersiz olur. Kim Allah'a şükreder ve itaatta bulunursa, Allah onu mükâfatlandırır. Kim de küfreder ve isyan da bulunursa Allah onu cezalandırır.
Bu durum imtihan eden bir kimsenin imtihanına benzeyince Cenab-ı Hak da bu keyfiyeti ifade etmek için "Sizi imtihan etmek için" ibaresini kullandı. Yani sizi imtihan edenin nasıl hareket edeceğinizi anlamak için yaptığı gibi muamele göreceksiniz.
İmtihan ve denemelerin bir neticesinin olması sebebiyle, iyi hareket edenin rahmet ve sevapla muamele görmesini, kötü hareket edenin de ceza görmesini gerekli kılan haşr (toplanma) ve neşr (amel defterlerinin dağıtılması) mutlaka olacaktır. Aklı olan herkes de öldükten sonra dirilmeyi ve ahiret günü itiraf etmek zorundadır.
Bunun için Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Yemin olsun ki... dirileceksiniz, desen..." Yani yemin olsun ki, Ya Muhammedi Sen öldükten sonra dirilmeye ait deliller ortaya koysan ve bunları müşriklere zikretsen o kâfirler "Bu sihirdir", yani aldatmadır, geçersizdir, derler. Çünkü sihir onların anlayışına göre batıldır, geçersizdir. Cümlenin manası şöyledir: Onlar "öldükten sonra dirilmek veya bunu söylemek veya bunu anlatan Kur'an, aldatma ve asılsızlık hususunda sihir gibidir" derler. [3]
Mümin Ve Kafir İnsanın Nimet Ve Sıkıntı Karşısındaki (Farklı) Tavırları
8- Yemin olsun ki, eğer onlardan azabı sayılı bir zamana kadar ertelesek "Onu bizden alıkoyan nedir?" derler. İyi bilin ki, (azap) onlara geldiği gün o kendilerinden uzaklaştırılmayacaktır. Onları alay ettikleri (azap) kuşatacaktır.
9- Yemin olsun ki biz, insana tarafımızdan bir rahmet tattırıp sonra onu kendisinden alırsak şüphesiz ki insan, büyük bir ümitsizliğe düşer ve çok nan-körleşir.
10- Yemin olsun ki, biz insana uğradığı zarardan sonra tekrar nimetler tattır-sak "Kötülükler başımdan gitti" der. Şüphesiz insanoğlu çok şımarık ve çok gururludur.
11- Ancak sabredenler ve iyi amel işleyenler bundan müstesnadır. İşte onlara günahlarından bağışlanma ve büyük bir mükâfat vardır.
Açıklaması
Yemin olsun ki biz kâfirlerden veya müşriklerden Rasulullah'ı onları uyarıp korkutmasından sonra azabı "Her şeyin vadesi yazılıdır." (Rad, 13/38) ayetinde belirtilen sünnetimize (ilâhî kanuna) ve hikmetimize uygun olarak bir müddet geciktirsek onlar azabın acil olarak gelmesini ister tarzda yalanlama kasdıyla ve alay ederek "Buna engel olan nedir?" derler.
"Bu azabın gecikmesine sebep nedir?" derler. Buradaki "ümmet" kelimesi müddet, zaman manasmdadır.
Allah Tealâ da onlara, bu alay konusu ettikleri azabın inmesi için bir engel olamayacağı, vaktinden önce azabın inmesini ister tarzda alay etmelerine karşılık bir ceza olarak o gün azabın kendilerini tamamen kuşatacağı şeklinde cevap verdi.
Nitekim bir başka ayet-i kerimede "Şüphesiz ki, Rabbinin azabı mutlaka gerçekleşecektir. Ona karşı koyacak hiçbir kuvvet yoktur." (Tur, 52/7-8) buyurul-maktadır.
Bundan sonra Allah Tealâ Allah'ın kullarından rahmet eylediği kimseler hariç insanların kötü sıfatlarını bildirdi:
Allah bir insana kendisinden bir rahmet olarak sağlık, rızık, emniyet içinde yaşama, itaatkâr evlat gibi bir nimet verir de, sonra da bu nimeti çekip alırsa ve bunun yerine hastalık, fakirlik, korku, ölüm, felaket gibi bir musibet verirse insan Rabbinin rahmetinden büyük bir ümitsizliğe düşer, çok nankör olur, geçmişi ve içinde bulunduğu diğer nimetleri inkâr eder. O durumda geleceği için ümitsizlik duyar; ayrıca sanki hiçbir iyilik görmemiş gibi geçmişini ve şu an içinde bulunduğu nimetleri inkâr eder. Bunun sebebi ise o kişinin sabrın ve şükrün faziletine sanlmamasıdır.
Eğer Allah ona hastalıktan sonra şifa, zayıflıktan sonra kuvvet, zorluktan sonra kolaylık gibi sıkıntılardan sonra nimetler verirse "beni üzen musibetler benim başımdan gitti. Bu günden sonra da bana hiçbir sıkıntı ve kötülük gelmeyecektir der" ve nimet sebebiyle yahut elindeki bu imkân sebebiyle böbürlenerek, başkalarına karşı gururlanarak, kendisinden düşük olanları da hakir görerek son derece şımarık ve kibirli olur.
İşte böyle bir kimse böyle bir durumda nimete şükürle karşılık vermemekte, bilakis kibirlenip insanlara karşı böbürlenmekte, fakir ve yoksullara yardımcı olmamaktadır.
Dikkati çeken bir husus da şudur: Nimet verme durumunda en az vasfıyla nimet verildiğine delâlet etmek için "ezakna {tattırdık)" yani lezzetini idrak ettirdik ifadesi kullanılırken, sıkıntı verme durumunda musibetin en az derecesi ile bir zarar dokunduğunu bildirmek için "messethu (ona dokundu)" yani pek az zarar hissetti, ifadesi kullanılmıştır.
Yine bu ayette lezzet alma ve imrenme manasındaki "ezakna (tattırdı)" kelimesiyle nimete sıkı bir şekilde bağlılığı ve hırslı olduğuna işaret eden "ne-za'naha (o nimeti çekip aldık)" kelimeleri arasında "mukabele" sanatı vardır.
Bütün bunlar insanoğlunda kötü tabiatlar ve hastalıklar bulunduğuna delâlet etmektedir. Bu hastalıklar Allah'ın rahmetinden ümit kesme, nimetine nankörlük etmek, böbürlenmek, gururlanmak ve kibirlenmektir. Bunların ilâcı ise sabır, iman, kaza ve kadere razı olmaktır.
"İnsan" denilince anlatılmak istenen mutlak manada insanoğludur. Çünkü sabreden ve salih amel işleyenler "Ancak sabredenler ve salih amel işleyenler bundan müstesnadır." (Hûd, 11) ayetiyle bundan hariç tutulmuştur. İstisna, bunlar olmasaydı dahil olacak olan şeyleri hariçte bırakırdı. Bununla sabit olmuştur ki ayetteki "insan" kelimesiyle kastedilen mümin ve kâfirdir. O zaman insan kelimesi hem mümine, hem kâfire şamil olmaktadır. Buradaki istisna "istisna-i muttasıl"dır. Kurtubî "Bu doğru bir görüştür" demektedir.
Bir başka görüşe göre ayetteki insan daha önceki ayette geçen ifadelere havale edilerek "Bu ayetteki "insan"dan murad, kâfirdir" denilmiştir. Çünkü bu ayette insan için zikredilen sıfatlar tam olarak kâfire yakışan sıfatlardır. Bunlar "yeis (çok ümitsiz)" ve "kefûr (çok nankör)" sıfatları, "kötülükler başımdan gitti" sözü, "ferîh (çok şımarık)" ve "fahur (çok gururlu)" sıfatlarıdır. Bunlar dindar kimselerin değil, kâfirlerin sıfatlarındandır. Buna göre buradaki (Hûd, 11) istisnanın istisna-i munkati olarak kabul edilmesi gerekir. Bu durumda bu mahzurlar meydana gelmez.
Bundan sonra Cenab-ı Hak insan cinsinden sabreden ve salih amel işleyenleri istisna ederek şöyle buyurdu:
"Ancak sabredenler ve salih amel işleyenler bundan müstesnadır..." Yani ancak cihad, fakirlik ve musibet gibi zorluk ve sıkıntılara karşı sabredenler ve refah, nimet ve afiyet içerisinde iken bile farzları eda etmek, nimetlere şükretmek, hayırları işlemek, insanlara iyilikte bulunmak, salih amellerle Allah'a yaklaşmak gibi faydalı, hoş salih amelleri işleyenler bundan müstesnadır.
Böyle kimselerin salih amelleri işlemeleri veya kendilerine isabet eden sıkıntılar sebebiyle günahları bağışlar ve onlara yaptıkları hayır ve iyiliklere ve refah zamanında işlediklerine karşılık olarak ahirette en azı cennet olmak üzere büyük bir mükâfat vardır.
Bu ayetle aynı manada şu ayetler vardır: "Asr'a yemin olsun ki, insan mutlaka hüsrandadır. Ancak iman edenler, salih ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler bunun dışındadır." (Asr, 103/1-3).
Yine aynı manada şöyle bir hadis-i şerif vardır: "Nefsim (kudretinin) elinde olan Allah'a yemin ederim ki, mümine isabet eden endişe, keder, yorgunluk, hastalık, üzüntü hatta ayağına batan diken sebebiyle dahi Allah onun hatalarını bağışlar."
Buharî ve Müslim'in Sa/ıiMerinde yer alan bir hadis-i şerifte "Nefsim (kudretinin) elinde olan Allah'a yemin ederim ki, Allah mümine hiçbir şey takdir etmemiştir ki o onun için hayırlı olmasın. Mümine bir iyilik isabet eder şükrederse, bu onun için hayırlı olur. Mümine bir sıkıntı isabet eder, sabrederse bu onun için hayırlı olur. Bu derece müminden başka hiçbir kimseye nasip olmaz." [4]
Mekke Müşriklerinin Mucize İstemeleri, Peygamberimiz (S.A.)İn De Onlara Kur'an İle Meydan Okuması
12- Belki sen, onların "O'na (gökten) bir hazine indirilmeli veya O'nunla birlikte bir melek gelmeliydi, değil mi?" demelerinden dolayı gönlün daralarak sana vahyedilenlerin bir kısmını terk etmek isteyebilirsin. Ama sen sadece bir uyarıcısın. Her şeye vekil olan Allah'tır.
13- Yoksa onlar "Kur'an'ı Muhammed uydurdu" mu diyorlar? De ki: "Siz de Kur'an'ın benzeri on uydurma sure getirin, bakalım. Eğer iddianızda samimi
iseniz, Allah'tan başka yardımını isteyebileceğiniz kimseleri de çağırın."
14- Eğer onlar size cevap vermezlerse bilin ki, bu Kur'an ancak Allah'ın ilmi ile indirilmiştir. O'ndan başka ilâh yoktur. Artık siz müslüman oluyor musunuz?
Açıklaması
Belkide sen ey Rasulüm, onların Kur'an-ı Kerim'i reddetmeleri ve hafife almaları korkusuyla veya onların "Ona gökten bir hazine indirilseydi..." demeleri üzere onlara Kur'an okumaktan dolayı gönlün daralarak onların putlara tapmalarını tenkit eden ve batıl hayallerini karartan sana vahyedilmiş Kur'an ayetlerinden bir kısmını onlara okumayı ve tebliğ etmeyi bırakmak isteyebilirsin.
Bu inkâr ifade eden soru üslubuyla anlatılmak istenen nefy veya nehiydir. Yani sana vahyettiğimiz ayetlerden hiçbirini müşriklere duyurmayı terk etme ve onlara Kur'an okumaktan sıkılma, daralma.
Bu şekildeki bir ifade ile şiddetle sakındırma, peygamberlik vazifesini eda etmeye teşvik etme ve onların çürük sözlerine aldırmama ve insanlar hoşlansa-lar da hoşlanmasalar da vahyin tamamını tebliğ etmeyi tekit etme manası kastedilmektedir. Çünkü onlara şirin görünmek faydasızdır.
Rasulullah (s.a.) vahyi ihmal etmek veya hainlik etmekten masum olduğu için bu ifade onun nehyedilen bu hareketi yaptığı manasına gelmez. Bütün müslümanlar Rasulullah (s.a.)'ın vahiy ve Kur'an'da hıyanet etmesinin veya kendisine vahyedilen Kur'an'ın bir kısmını tebliğ etmemesinin caiz olmadığı hususunda ittifak etmişlerdir. Çünkü bunu caiz görmek bütün hükümlerde ve farzlarda şüphe etmeye götürür. Bu da peygamberliği lekeler.
Onların "Ona (gökten) bir hazine indirilmeli..." yani onların "Muhammed'e Rabbinin nezdinden onu çalışmaktan ve ticaretle meşgul olmaktan müstağni kılacak ve doğruluğuna delâlet edecek bir hazine indirilmeli "değil mi?" demelerinden dolayı veya böyle demelerinden hoşlanmayarak daralma.
Bu sözü söyleyen Abdullah b. Ebi Ümeyye b. Mugire el-Mahzumi idi.
"Yahut "Gökten onun davetini teyit edecek bir melek indirilmeliydi, değil mi?" dediler."
Bu mana şu ayette de yer almaktadır: "Kâfirler şöyle dediler: Bu ne biçim peygamber ki, yemek yiyor, çarşılarda geziyor? Kendisine bir melek indirilip de onunla birlikte uyarıcı olsaydı ya! Yahut kendisine bir hazine indirilseydi veya bir bahçesi olsaydı da oradan yeseydi ya! Zalimler müminlere "Siz ancak büyülenmiş bir adama uyuyorsunuz" dediler." (Furkan, 25/7-8).
Ayette "dayk" kelimesi yerine, "târik" kelimesiyle müşakele olması için "dâik" kelimesini getirdi. Ayrıca fail ismi olan "dâik" kelimesi geçici bir daralmayı, "dayık" kelimesi ise daha devamlı ve kalıcı olan bir daralma halini ifade etmektedir.
Bu ayette yüce Allah Peygamberine vahiy ve ilâhî mesajı tebliğ etmek hususunda gönlünün daralmaması, gece -gündüz onları Allah'a davet etmekten hiçbir şeyin kendisini alıkoymaması için irşadda bulunmaktadır.
Nitekim bir ayet-i kerimede "Şüphesiz ki biz, onların sözlerinden canının sıkıldığını çok iyi biliriz." (Hicr, 15/97) buyurulmaktadır.
Bundan sonra Cenab-ı Hak peygamberinin görevini bir defa daha tekit ederek şöyle buyurdu:
"Sen sadece bir uyarıcısın..." Yani senin üzerine düşen onların söylediklerine hiç aldırış etmeden ve yaptıkları teklifleri kabul etmeden sana vahyedilen Kuranla onları uyarmandır. Bu hususta senden önceki peygamber kardeşlerin sana örnektir. Çünkü onları da yalanladılar. Onlar da eziyetlere uğradılar, ama Allah'ın yardımı gelinceye kadar sabrettiler. Allah kullarını murakebe etmektedir, işlerini korumaktadır. Allah onların durumlarını gayet iyi bilmektedir, onlara amellerine göre karşılık verecektir.
Bu ayet manasında şu ayetler de vardır:
"Onları hidayete erdirmek sana ait değildir. Ancak Allah dilediğini hidayete erdirir." (Bakara, 2/272).
"Sen hatırlat. Çünkü sen ancak bir hatırlatıcısın. Sen onlara tahakküm edici değilsin." (Gaşiye, 88/21-22).
"Biz onların söylediklerini çok iyi biliyoruz. Sen onlara karşı bir zorba değilsin. Sen sadece tehdidimden korkan mümini Kur'anla hatırlatma yap." (Kaf, 50/45).
Allah Tealâ daha sonra Araplara meydan okuma deliliyle Kur'an-ı Ke-rim'in mucize olduğunu beyan etti:
"Yoksa onlar "Kur'an'ı Muhammed uydurdu" mu diyorlar." Yani yoksa Mekke müşrikleri "Kur'an'ı Muhammed kendi kendine uydurdu" mu diyorlar? Bu iddia ettikleri doğru ise aynen Kur'an gibi, siyaset, toplum, ekonomi, ticarî ilişkiler vb. hayatın çeşitli yönlerinde hüküm ve esaslarının son derece düzenli ve sağlam oluşunda, geçmiş peygamberlerin kıssalarını ve gaybe dair bilgileri haber verme hususunda, fesahat ve belagatta Kur'an'la yarışacak on uydurma sure getirsinler bakalım. Hem onlar ifade ve dildeki kabiliyetleri ve üstünlük-leriyle çok ileri bir seviyededirler.
Müfessirlerin çoğunluğuna göre tercih edilen görüş Kur'an-ı Kerimin fesahat yönünden mucize olduğudur. Bir başka görüşe göre ise üslûp yönünden, bir görüşe göre de ifade ve bilgilerinde çelişkili olmaması sebebiyle, bir başka görüşe göre pek çok ilmi ihtiva etmesi sebebiyle, bir başka görüşe göre de gayba dair şeylerden haber vermesi sebebiyle mucizedir.
Fakat onlar aciz kaldılar. Çünkü hiçbir kimse onun ne benzerini getirebilir, ne onun gibi on sure, ne de onun gibi kısa bir sure getirebilir. Çünkü Allah'ın kelâmı yaratılan varlıkların sözlerine benzemez. O'nun sıfatları da sonradan meydana gelen varlıkların sıfatlarına benzemez. Onun zatına hiçbir şey benzemez.
Bu ayet iki ayrı hitabı içine almaktadır. Birincisi, "De ki: Siz de Kur'an m benzeri on uydurma sure getirin bakalım" ayetiyle Rasulullah (s.a.)'a yapılan hitaptır. İkincisi de "Eğer iddianızda samimi iseniz, Allah'tan başka yardımını isteyebileceğiniz kimseleri de çağırın" ifadesiyle kâfirlere yapılan hitaptır.[5]
Bu meydan okumadan sonra Cenab-ı Hak şöyle buyurdu: "Eğer onlar size cevap vermezlerse...' Yani onlar kendilerine yaptığınız çağrıya karşılık vermezlerse, bilin ki onlar bunu yapmaktan aciz kalmışlardır ve Kur'an Allah'tan bir nazım ile, kullarının ulaşamayacağı gaybi hususlardan haber vermesiyle, onların erişemeyeceği emir ve nehiylerde koyduğu şeriatıyla Allah tarafından nazil olmuş yüce bir kitaptır.
14. ayetteki "leküm" kelimesindeki zamir cemi sigasıyla gelmiştir. Çünkü bu hem Rasulullah (s.a.)'a hem de müminlere hitaptır. Ayetin manası şöyledir: Kâfirler Kur'an'a benzer bir şey ortaya koymak suretiyle size cevap vermezlerse, bilin ki Kur'an Allah'ın ilmiyle indirilmiştir. Bilin ki Allah (c.c.)'tan başka hakkıyla ibadet edilecek hiçbir ilâh yoktur.
O halde Kur'an'ın Allah nezdinden olduğuna dair kesin deliller ortaya konduktan sonra artık siz müslüman oluyor musunuz? Allah'a, Kur'an'a ve Kur'an'ın ihtiva ettiği inançlar, vaad ve korkutmalar ahlak ve edepler ve bütün hayatı kaplayan eşsiz nizam vb. hususlara iman ediyor musunuz?
Bu ifade, bu hitabın kâfirlere ait olduğuna delâlet etmektedir. Eğer hitap müslümanlara olsaydı ifade "Siz ihlaslı oldunuz mu?" şeklinde olurdu.
Bunun manası Peygamberimiz (s.a.)'in ve Kur'an'ın doğruluğunu belirten kesin delil ortaya konunca onların küfretmeleri sadece inatçılık, haktan yüz çevirme ve böbürlenme olmaktadır, şeklindedir. [6]
Kim Sadece Dünyayı İsterse Ahiret Nimetlerinden Mahrum Olur
15- Kim dünya hayatını ve onun ziynetlerini isterse, biz onlara yaptıklarının karşılığını eksiksiz olarak dünyada veririz. Onlar orada hiçbir zarara uğratılmazlar.işte böylelerine ahirette cehennem ateşinden başka bir şey yoktur. Dünyada yaptıkları boşa çıkmıştır. Zaten bütün işledikleri de batıldır.
Açıklaması
Kimin arzu ve iradesi sadece dünya sevgisi ve dünya malı, elbiseler, mücevherler, ev döşemesi gibi dünya ziynetleri üzerine tahsis edilmiş ise ve ahiret saadetine talip değilse, Allah ona amelinin karşılığını dünyada sağlık, başkanhk, bol rızık, çok evlat olarak ve gayretinin meyvesini amelin tesiri ve emeğin neticesi olarak hiç bir şeyi eksiltmeden tam olarak verir. Çünkü rızıklar niyetlere değil, amellere bağlıdır.
Bu ayet dünyadaki çalışmanın meyvesinin emeğe ve Allah'ın takdirine bağlı olduğuna delâlet etmektedir. Ahiretin mükâfatı ise Allah'ın iradesi, lütfü ve ihsanı ile sınırlıdır.
İşte dünyadan başka kederleri olmayan bu kimselerin yaptıklarına karşılık olarak cehennem ateşinden başka bir nasipleri yoktur. Çünkü bunlar güzel amellerinin karşılığını dünyada tam olarak almışlardır. Ahirette ise onlara sadece kötü amelin günahı kalmıştır. Amellerinin tesiri daha dünyada iken dağılmış, ahirette ise amellerinin karşılığı boş çıkmıştır. Çünkü onlar Allah'ın rızasını istemediler. Halbuki ahiretteki sevapta ana esas ihdastır yani yapılan amelin Allah rızası için yapılmasıdır.
Bu ayetin benzeri şu ayetlerdir: "Kim geçici dünya hayatını isterse bunu istediğimize dilediğimiz kadar veririz. Sonra da ona cehennemi hazırlarız. Oraya perişan bir halde Allah'ın rahmetinden kovulmuş olarak girer. Kim de ahire-ti diler ve mümin olarak onun için gereken çalışmayı yaparsa, işte onların amelleri Allah katında makbuldür." (İsra, 17/18-19).
"Kim ahiret menfaatini isterse, onun mükâfatını artırırız. Kim de dünya menfaatini isterse ona dünyada istediğinin bir kısmını veririz. Ahirette ise, hiçbir nasibi yoktur." (Şûra, 42/20).
Bu manayı Buharî ve Müslim'in Sabitlerinde Hz. Ömer (r.a.)'den rivayet edilen bir hadis-i şerif teyit etmektedir: "Ameller niyetlere göredir. Herkes niyet ettiğinin karşılığını bulur. Kimin hicreti Allah'a ve Rasulüne ise O'nun hicreti Allah ve Rasulünedir. Kimin hicreti dünya için veya nikahlayacağı bir kadını için o hicret ettiği şeye kavuşur."
Katade diyor ki: Kimin endişesi, niyeti ve arzusu dünya ise Allah ona dünyada güzellikle mükâfat verir. Sonra ahirete götürür. Orada ona verilecek hiçbir karşılık kalmaz. Mümin ise dünyada güzellikle mükâfat alır, ahirette ise güzel amellerinin sevabına nail olur. Yani amelinin karşılığı olarak mümine iki sevap verilir: Dünya sevabı ve ahiret sevabı. Kâfirin ise bir sevabı vardır, o da sadece dünyadadır. [7]
Kim Ahireti İsterse...
17- Hiç Rabbinden (Kur'an gibi) bir delili olan, üstelik doğruluğuna Allah tarafından (Cebrail gibi) şahidi bulunan ve daha önce Allah'ın Musa'ya, insanlar için bir rehber ve rahmet olarak indirdiği, Tevrat tarafından doğrulanan kimse ile bunlara sahip olmayan bir olur mu? İşte onlar Kur'an'a iman eden kimselerdir. Cemaatlerden kim bunu inkâr ederse ona vaad edilen ateştir. Ey Peygamber! Kur'an üzerinde bir şüphen olmasın. O Rabbinden gelen bir haktır. Fakat insanların çoğu (yine de) iman etmezler.
Açıklaması
Hiç Allah tarafından hakka ve doğruya ileten bir nur ve basiret üzerinde olan, üstelik doğruluğuna bir delil bulunduğu, İncil veya Kur'an gibi Allah'ın kitabının şahit olarak teyit ettiği kimseler ve fitraten Allah'tan başka ilâh olmadığına iman edenler ile dünya hayatını ve ziynetlerini isteyenler bir olur mu?
Nitekim Cenab-ı Hak "Allah'ın gönlünü İslâm'a açtığı ve Rabbimden bir nur üzere olan kimse, kalbi mühürlü olan kimse gibi midir?" (Zümer, 39/22) buyurmaktadır.
"Başka şeylerden yüzünü çevirerek kendini tamamen dine ver. Allah insanları yaratılıştan, bu din üzerine kılmıştır." (Rum, 30/30).
Yine Hz. Musa (a.s.) ümmetine dinde uyacakları bir rehber ve tabi olacakları bir önderdir. Allah'tan kendilerine rahmet olarak iki dünyanın hayrını birbirine bağlayıcı olarak Hz. Musa'ya indirilmiş olan Tevrat da O'nu teyit etmektedir. Kim Tevrat'a hakkıyla iman ederse bu iman onu Kur'an'a iman etmeye götürür. Böylece bu kitap kendisine iman edip onunla amel edene rahmet olur.
Tevrat ve İncil'in Kur'an'a tabi olmaları Kur'an'dan sonra gelmeleri demek değildir. Bilakis bu manaya delâlet etmeleri ve Peygamberimizi müjdelemeleri, Peygamberimizin bu iki kitapta tavsif edilmiş olması hususundadır: "Onlar ellerinde Tevrat ve İncil'de yazılı olarak onu bulurlar." (A'raf, 7/157).
"İşte bu vasıflara sahip olanlar Kur'an'a iman ederler." Yani Tevrat'taki Peygamberimiz (s.a.)'i müjdeleyen (tahrif edilmemiş) ayetlere iman edenler bu Kur'an'a yakinen ve tam anlamıyla bağlanarak iman ederler.
Kısacı: Fitraten, aklını kullanarak, Kur'an nuruyla ve Hz. Musa, Hz. İsa ve diğer peygamberlere inen değişmez vahiy vasıtasıyla mümin olanlar hak ve doğru yol üzerindedirler. Mekkelilerden Kur'an'ı inkâr edenlere Yahudi, Hris-tiyan ve putperestlerden Rasulullah (s.a.)'a karşı grup oluşturanların yerleri cehennem ateşidir. Oraya gireceklerinden hiç şüphe yoktur. Onların varacağı yer mutlaka cehennem olacak ve böyleleri yalanlamalarına karşılık cehennemlik olacaklardır.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "İşte böylelerine ahirette cehennem ateşinden başka bir şey yoktur. Dünyada yaptıkları boşa çıkmıştır. Zaten bütün işledikleri de batıldır." (Hûd, 16).
Ayetteki "ahzab (gruplar)" Mukatil'in ifadesine göre Ümeyyeoğullan, Mu-gire b. Abdillah el-Mahzuir ioğulları ve Talha b. Ubeydillah ailesidir. Said b. Cübeyr ise "Ahzab, bütün diğer din mensuplarıdır" demiştir. Mukatil'den, bunlar bütün diğer milletler (dinler)dir, şeklinde bir rivayet de nakledilmiştir.
Sahih-i Müslim'de Ebu Musa el-Eş'arî'den rivayet edilen bir hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmaktadır: "Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, beni ümmet içerisinde (bu çağdaki) bir Yahudi veya Hristiyan duyar da bana iman etmezse cehenneme girer."
Ey mükellef müslüman! Sakın Kur'an'ın herhangi bir emri üzerinde şüphe içinde olma. Çünkü Kur'an Allah tarafından gelen bir haktır. Onda hiçbir şek ve şüphe yoktur.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Elif, Lâm, Mim. Kendisine asla şüphe olmayan bu Kitab'ın indirilişi, âlemlerin Rabbi olan Allah tarafından-dır." (Secde, 32/1-2).
"Kur'an üzerinde bir şüphen olmasın" ifadesindeki hitap Peygamber Efendimiz (s.a.)'edir. Kastedilen ise bütün mükelleflerdir.
"Fakat insanların çoğu..." bu Kur'an'a iman etmezler. Nitekim bir ayet-i kerimede "Sen ne kadar gönülden istesen de, insanların çoğu iman etmezler." (Yusuf, 12/103) buyurulmaktdır.
Bunun sebebi de müşriklerin gururlu olmaları ve liderlerini körü körüne taklit etmeleri, ehl-i kitabın da peygamberlerinin dinlerini tahrif etmiş olmalarıdır. [8]
Müminlerin Ve Kâfirlerin Amellerinin Ahiretteki Karşılığı
18- Allah'a yalan uydurandan daha zalim kim olabilir? Onlar Rablerine arz edilecekler. Şahitler 'İşte bunlar Rablerine karşı yalan söyleyenlerdir" diyecekler, iyi bilin ki, Allah'ın laneti zalim-ı üzerinedir.
dan alıkoyarlar. Bu yolu eğri bir yola çevirmeye çalışırlar. Bunlar ahireti de inkâr ederler.
20- Onlar yeryüzünde Allah'ı aciz bırakamazlar. Onların Allah'tan başka hiçbir yardımcıları da yoktur. Onlara kat kat azap verilir. Çünkü onlar hakkı dinleyemez ve göremezlerdi.
21- Kendilerini zarara sokanlar bunlardır. Uydurdukları şeyler kendilerinden uzaklaşmıştır.
22- Gerçekten ahirette en çok zarara uğrayacak olanlar da bunlardır.
23- Şüphesiz ki, iman edip salih amel işleyen ve Rablerine boyun eğenler işte onlar cennetliktirler. Onlar orada ebedî kalacaklardır.
24- (Kâfir ve mümin) iki topluluğun hali, kör ve sağırla, gören ve işitenin haline benzer. Hiç bu iki topluluk bir olur mu? Hiç düşünmez misiniz?
Açıklaması
Cenab-ı Hak kendisine iftira edenlerin "insanların en zalimi" olduklarını ve ahirette bütün mahlûkat huzurunda rezil olacaklarını beyan etmekte, ayrıca kendi nefsine ve başkasına, Allah Tealâ'nm sıfatı, hükmü ve vahyi hususunda veya Allah'ın izni olmadan şefaat edecek kimselerin bulunması hususunda veyahut Meleklerin Allah'ın kızları olduğunu ileri süren Araplar, Üzeyr'in Allah'ın oğlu olduğunu ileri süren Yahudiler ve Mesih'in Allah'ın oğlu olduğunu ileri süren Hristiyanlar gibi ve Allah'ın meleklerden evlat edindiğini iddia etme gibi hususlarda Allah hakkında yalan uydurandan, ona iftira edenlerden kendi nefsine ve başkasına daha zalim bir kimse olamayacağını belirtmektedir.
"Onlar Rablerine arz edilecekler." Yani küfür, şirk ve Allah'a iftira günahlarına gark olanlar Rablerine arz edilecekler. Yani Allah onları şiddetle hesaba çekecek ve yüce meleklerden şahitler de "işte bunlar Rablerine karşı yalan söyleyenler, iftira edenlerdir" diyecekler. İyi bilin ki bunlar Allah'ın rahmetinden koyulmuşlardır.
Bu arz olunma bütün kullar hususunda umumi bir kaide olmakla beraber, buradaki arz olunmadan murad hususidir. Bu da onların rezil olmaları maksadıyla yapılan bir arz olunmadır. Böylece onlar rezil rüsvay olup en kötü bir şekilde işkenceye tabi tutulmuş olacaklardır. Bu arz olunma hesap ve sual için hazırlanan yerlerde veya Allah'ın emriyle mahlûkatından dilediği kimseler huzurunda, yani melekler, Peygamber ve müminler huzurunda olacaktır.
Bu ayet şu ayet gibidir: "Şüphesiz biz peygamberlerimize ve iman edenlere hem dünya hayatında, hem de şahitlerin şahitlik edeceği kıyamet gününde mutlaka yardım edeceğiz. O gün zalimlere mazeretleri hiç bir fayda sağlamayacaktır. Lanet onlaradır. En kötü yurt da onlarındır." (Gafir, 40/51-52).
İmam Ahmed, Buharı ve Müslim İbni Ömer'den şöyle rivayet ediyorlar: Rasulullah (s.a.)'tan kıyamet günündeki sual sorma hakkında şu hadis- i şerifi işittim: "Allah (c.c.) mümini kendine yaklaştırır. İnsanlardan ayrı tutar ve günahlarını ona ikrar ettirir ve der ki: Şu günahı biliyor musun? Şu günahı biliyor musun? Şu günahı biliyor musun? Nihayet günahlarını ikrar edince ve kendisinin helak olduğu kanaatine varınca "Ben dünyada bu günahlarını örttüm. Bu gün de onları senin için bağışlıyorum" der ve ona hasenat defterini verir. Kâfirlere ve münafıklara gelince: Şahitler derler ki: İşte bunlar Rablerine karşı yalan söyleyenlerdir. İyi bilin ki, Allah'ın laneti zalimlerin üzerinedir."
"O zalimler..." insanları hakka, imana ve itaate tabi olmaktan ve Allah'a ulaştıran doğru yola girmekten alıkoyarlar ve insanlarla cennet arasında engel olurlar. İnsanları Allah'ın yolundan şirk ve günahlara döndürürler. Onlar yollarının doğru değil eğri olmasını isterler. Aynı zamanda onlar ahireti inkâr ederler, yalanlarlar.
Allah'ın yolunu engelleyen o zalimler Rablerinin başkalarına yaptığı gibi helak edip ve yerin dibine geçirerek onları cezalandırmasına engel olamazlar. Bilakis onlar Allah'ın ezici gücü ve hakimiyeti altındadırlar. Allah ahiretten önce dünyada onlardan intikam almaya kadirdir. Onların Allah'tan başka kendilerine yardım edecek, azap görmelerini engelleyecek hiçbir yardımcıları da yoktur. Kendileri sapıttığı gibi, başkalarını da sapıttıkları için onlara kat kat azap verilir. Onlar hakkı dinlemeyen sağırlar, hakkı göremeyip tabi olmayan körlerdir.
Bu ayet manasında Cenab-ı Hakkın şu ayetleri de vardır: "... Allah onların cezalarını gözlerin yerlerinden fırladığı o zor güne bırakır." (İbrahim, 14/42).
"İnkâr eden ve Allah'ın yolundan alıkoyanlara bozgunculuk yapmaları sebebiyle hak ettikleri azabı kat kat artırırız." (Nahl, 16/88).
Peygamberimiz (s.a.) Buharî ve Müslim'deki hadis-i şeriflerinde "Allah zalime mühlet verir. Nihayet onu yakaladığı zaman da bırakmaz" buyurmaktadır.
Böylelerine azabın kat kat verilmesine sebep Kur'an'ı düşünüp öğüt alma gayesiyle dinlememeleri, hayır ve hak yolunu görmemeleri, Kur'an'm ayetlerine ve vahyin doğruluğuna delâlet eden kâinat ayetlerine bakmamalarıdır.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "İnkâr edenler birbirlerine şöyle dediler: Bu Kur'an'ı dinlemeyin. Okunurken gürültü yapın. Belki de bu yolla galip gelirsiniz." (Fussüet, 41/26).
"Onlar insanları Kur'an'a iman etmekten alıkoy arlar ve kendileri de ondan uzaklaşırlar..." (En'am, 6/26).
Ayetteki "dinlemez" ve "görmezler" ifadelerinin manası işitme ve görme duyularının olmaması değil, bilakis onların görünüşte işitmelerine ve görmelerine rağmen bu iki duyuyu bilgi edinmek ve sağlam inanç sahibi olmak gibi yerinde ve doğru bir şekilde kullanmamalarıdır. Aşırı inatları, isyanları, hak ve hidayetten hiç hoşlanmamaları sebebiyle onlar Kur'an ayetlerini işitmeye ve Allah'ın kâinattaki kudretinin ayetlerini görmeye bile tahammül edememektedirler.
İşte yukarıda belirtilen özelliklere sahip olan bu kimseler kendilerini büyük bir zarara ve hüsrana sokmuşlardır. Çünkü bunlar alevi gittikçe artan kızgın bir ateşe atılacaklardır: "Onların varacağı yer cehennemdir. Cehennemin ateşi hafifledikçe onun ateşini artırırız." (İsra, 17/97). Artık orada ne ölürler, ne de gerçek anlamıyla hayat sürerler.
Allah'tan başka uydurdukları eş ve ortaklar, putlar, kendilerinden uzaklaşırlar. Bunlardan hiçbir fayda elde edemezler, bilakis kendilerine son derece zararları olduğunu anlarlar.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "İnsanlar (kıyamet günü hesap vermek üzere) toplandıkları zaman dünyada tapındıkları putlar kendilerine düşman kesilir ve onların kendilerine tapındıklarını inkâr ederler." (Ahkaf, 46/6).
"Kâfirler kendilerine destek olsunlar diye Allah'tan başka ilâhlar edindiler. Hayır, bilakis tapındıkları putlar onların kendilerine tapındıklarını inkâr edecekler, onların karşısında olacak ve düşman olacaklardır." (Meryem, 19/81-82).
Gerçekten ahirette insanlar arasında malında en çok zarara uğrayanlar bunlardır. Çünkü bunlar cennet nimetleri ve derecelerini verip cehennem azabını ve onun düşük derecelerini almışlardır. Bunlar cennet nimetlerine karşılık kaynar sulan, misk kokulu cennet şarabı yerine zehirleri ve yakıcı içecekleri, irinden yapılan yiyecekleri, muhteşem cennet villaları yerine cehennem çukurlarını, Rahman'a yakınlık yerine Deyyan (Kahhâr)'ın gazabını ve cezasını tercih etmişlerdir.
Cenab-ı Hak bedbaht olanların durumunu anlattıktan sonra bunun ardından saadete nail olanların durumunu anlattı. Saadet ehli Allah'a ve Rasulüne iman eden, dünyada amel-i salih işleyen, kalben iman eden, ibadet ve taat işleme, münkerleri terk etme hususunda azami gayret eden, Allah'a boyun eğen ve O'na yönelen kimselerdir. Elbette böyleleri için sayılamayacak, hesabı yapılamayacak kadar çok ve çeşitli, hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği, hiçbir beşer kalbine doğmayan nimetlerin bulunduğu Cennâtu'1-ulâ (Yüksek Cennetler) vardır. Onlar bu cennetlerde ebedî, daimi bir şekilde kalacaklar, ne ölecek, ne yaşlanacak, ne de hastalanacaklardır. Onlardan pis ve kirli hiçbir şey çıkmayacak, sadece misk kokulu ter boşanacaktır.
Allah daha sonra da kâfir ve müminler hakkında bir misalle benzetmede bulundu. Şöyle buyurdu: Daha önce vasıfları zikredilen şekavet ehli kâfirler ile saadet ehli müminler grubunun misali kör ve sağır ile gören ve işiten kimse gibidir.
Kâfir dünya ve ahirette hakkın yüzünü görmediği, hayrın yolunu bulamadığı ve hayrı bilemediği için kör gibi, açık hüccetleri duymadığı ve kendisine faydalı olacak şeyleri dinlemediği için de sağır gibidir.
Mümin ise dinlediği Kur'an ve gördüğü kâinattan istifade ettiği için gözü ve kulağı açık kimse gibidir. Göz ve kulak ilim ve hidayet vasıtaları, aklın ve düşüncenin geliştirilmesinin araçlarıdır.
Bu iki grubun durumları da sonuçları da bir olmayacaktır. Siz bu ikisinin arasındaki farkları anlayıp ibret almaz mısınız? Hiç düşünmez misiniz? Birbirine zıt olan bu sıfatları nasıl birbirinden ayıramıyorsunuz?
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Cehennemliklerle cennetlikler bir değildir. Kurtuluşa erenler sadece cennetliklerdir." (Haşr, 59/20).
"Kör ile gören bir olmaz. Karanlıklarla aydınlık bir olmaz. Gölge ile sıcak bir olmaz. Dirilerle ölüler de bir olmaz. Şüphesiz ki, Allah dilediğine işittirir. Sen kabirde olanlara işittiremezsin." (Fatır, 35/19-22).
Bu ayette (Hûd, 24) "Hiç düşünmez misiniz?" ifadesinin kullanılması, körlüğün ve sağırlığın tedavi edilmesinin mümkün olduğuna uyarıda bulunmak içindir. [9]
Hz. Nuh (A.S.) Kıssası
25- Andolsun ki biz, Nuh'u kavmine peygamber olarak gönderdik. O kavmine "Şüphesiz ben sizin için apaçık bir uyarıcıyım" dedi.
26- "Siz sadece Allah'a ibadet edin. Ben gerçekten sizin başınıza acıklı bir günün azabının gelmesinden korkarım" dedi.
27- Nuh'un kavminden ileri gelen kâfirler "Biz seni de bizim gibi bir insan olarak görüyoruz. Sana içimizden sadece basit görüşlü düşük kimselerin tabi olduğunu görüyoruz. Sizin bize karşı bir üstünlüğünüzü de görmüyoruz. Aksine sizin yalancı olduğunuzu zannediyoruz" dediler.
28- (Nuh, kavmine) dedi ki: Ey kavmim! Söyleyin bana Rabbim tarafından elimde açık bir delil varsa ve bana kendi nezdinden bir rahmet verdiyse ve bunlar da sizin gözünüzden uzak kaldıysa, istemediğiniz halde size bunları zorla mı kabul ettirelim!
29- "Ey kavmim! Ben bu davetime karşılık sizden herhangi bir mal istemiyorum. Benim ecrim ancak Allah'a aittir. Ben iman edenleri kovacak değilim. Çünkü onlar da Rablerinin huzuruna çıkacaklardır. Fakat ben sizi cahillik eden bir topluluk olarak görüyorum.
30- "Ey kavmim! Allah'a iman edenleri kovarsam Allah'a karşı kim bana yardım edebilir? Hiç düşünmez misiniz?"
31- "Size, Allah'ın hazinelerin benim ya-nımdadır, demiyorum. Gaybı da bilmiyorum. "Ben, bir meleğim" de demiyorum. Sizin gözlerinizin düşük gördüğü kimseler için "Allah onlara asla hayır vermeyecek" de demiyorum. Onların gönüllerinde olanı Allah daha iyi bilir. Aksi takdirde ben zalimlerden olurum."
Açıklaması
Burada zikredilen bu kıssaların ilki Hz. Nuh (a.s.) kıssasıdır. Cenab-ı Hak bu kıssayı Yunus suresinde zikretmişti. Burada da bu kıssadaki öğütler ve faydalı hususlar sebebiyle tekrar zikretti. Bu öğütlerin en önemlisi, Muhammed s.a.)'in de diğer peygamberler gibi bir peygamber olduğunu ve Allah'ın birliğine, öldükten sonra dirilişe inanmaya, hesap ve cezanın varlığına davet etmek için gönderildiğini kâfirlere bildirmek idi.
Hz. Nuh (a.s.) kıssası birkaç unsur ihtiva etmektedir. Bunlar Hz. Nuh'un davetinin toplu halde vasıfları, kavmiyle tartışması ve onlara cevap vermesi, kavminin azabın derhal gelmesini istemeleri, Hz. Nuh'un gemiyi yapma şekli, Hz. Nuh kavminin tufanda boğulması, Hz. Nuh ile birlikte iman edenlerin kurtulması, Hz. Nuh'un oğlunun kendisiyle birlikte kurtulma arzusu.
Hz. Nuh (a.s.) Allah'ın yeryüzünde bulunan putperest müşriklere gönderdiği ilk resul idi. [10]
Ayetlerin Manası
Allah'a yemin olsun ki biz Nuh'u müşrik kavmine peygamber olarak gönderdik. Nuh kavmine şöyle dedi: "Ben size Allah tarafından gönderilen ve sizi açık bir şekilde uyaran bir uyarıcıyım. Siz Allah'tan başkasına ibadet ederseniz sizi O'nun azabı cezası ile uyarıyorum. Allah'a iman edin, O'nun emrine itaat edin. Ondan başkasına ibadet etmeyin. Ona hiçbir şeyi şirk koşmayın. Zira ben gerçekten kıyamet günün çok acıklı azabından korkuyorum."
Bundan sonra Cenab-ı Hak kavminin Hz. Nuh'a verdiği cevapları zikretti. Bunlar dört şüphe idi.
a) "Nuh'un kavminden ileri gelenler..." yani kavminin büyükleri, efendileri "Sen de bizim gibi bir beşersin, yani kral değilsin, sadece bize benzeyen bir insansın, senin bizden ayrı olan sana itaat etmemizi mecburi kılan bir meyizetin, ayrıcalığın yok" dediler.
b) "Sana içimizden..." kavmimizin ayak takımı, adi insanlar, çiftçiler ve ze-naatkârlar gibi basit meslek sahipleri, fakirler, güçsüzler, basit görüşlü olup da işlerin neticesini düşünmeyen, incelemeyen, araştırmayan kimseler tabi oluyor. Sen davanda doğru sözlü olsaydın sana şerefli kimseler, fikir erbabı tabi olurdu. Bir ayette de ifade edildiği gibi "Sana düşük insanlar tabi olmuşken, biz sana iman eder miyiz? dediler." (Şuara, 26/111).
c) "Sizin bize karşı bir üstünlüğünüzü görmüyoruz". Sizin bizden farklı fazilet, güç-kuvvet, servet, ilim, akıl, mevki veya görüş hususunda bizi size tabi olmaya sevkedecek açık bir ayrıcalık, üstünlük görmüyoruz: "Eğer bu işte bir hayır olsaydı, onlardan önce biz iman ederdik de önümüze geçemezlerdi." (Ah-kaf, 46/11).
d) "Aksine sizin yalancı olduğunuzu zannediyoruz." Yani bizim kanaatimize göre sizin (dünyada) huzur ve ahirette mutluluk iddianızda yalancı olduğunuz görüşü ağırlık basmaktadır.
Burada dikkati çeken bir nokta kâfirlerin bu cevabı verirken Hz. Nuh (a.s.)'a tabi olanları da katmalarıdır. Burada hitap Hz. Nuh (a.s.) ve onunla birlikte iman edenleredir.
Allah Tealâ daha sonra Hz. Nuh'un bu şüpheleri ve Kur'an'm anlatmadığı ve özetlediği yahut onların söylemediği fakat sözlerinden anlaşılan diğer hususları bildirdi.
Nuh kavmine dedi ki: Ey kavmim! Söyleyin bana ne yapayım? Görüşünüz nedir? Rabbim tarafından getirdiğin elimde açık bir hüccet varsa ve bununla ben O'ndan gelen bir hak üzerinde olduğumu açık bir şekilde anlıyorsam ve Rabbim bana kendi nezdinden bir rahmet -peygamberlik ve vahiy- verdiyse ve bunlar da sizin gözünüzden uzak kaldıysa, size gizli kaldıysa, buna ulaşamadıysanız ve bunun değerini bilemediyseniz bilakis bunu yalanlamaya ve reddetmeye koştuysanız; siz hiç istemediğiniz ve bundan yüz çevirdiğiniz halde, biz sizi bunları kabul etmeye mi zorlayalım. Zira dine girişte zorlama makul değildir. İşte bu peygamberliğin, cahillerle sıradan insanların görüşüne itibar etmemenin delilidir.
Ey Kavmim! Ben size yaptığım bu nasihatlara karşılık sizden bir mal veya bir ücret istemiyorum. Benim ecrim Allah'a aittir. Bu, Hz. Nuh (a.s.)'tan sonra gelen Hz. Hûd, Hz. Şuayb, Hz. Muhammed (s.a.) gibi peygamberlerden de tekrar tekrar sadır olmuş bir sözdür.
"Ben iman edenleri kovacak değilim". Yani müminleri kovmak ve meclisimden uzaklaştırmak benim yapacağım bir hareket değildir. Bundan anlaşılmaktadır ki tıpkı Peygamberimiz (s.a.) ile Kureyş büyükleri arasında olduğu gibi, kâfirlerin büyükleri kibir, gurur ve benliklerini tatmin etmek için Hz. Nuh'tan kendilerine fakir ve zayıflarla karşılaşmayacakları özel bir meclis tahsis edilmesi gibi bir takım ayrıcalıklar istiyorlardı: Nitekim Cenab-ı Hak Peygamberimiz (s.a.)'e hitaben "Sırf Allah'ın rızasını dileyerek sabah-akşam Rab-lerine dua edenleri huzurunda kovma." (En'am, 6/52) buyurmuştur.
"Onlar da Rablerinin huzuruna çıkacaklardır." Bana tabi olanlar da Rab-lerinin huzuruna çıkacaklar, Rabbin sizleri hesaba çekeceği gibi onları da hesaba çekecek ve onları kovanları cezalandıracaktır. Fakat ben onları küçümsememiz ve kovulmalarını istemeniz sebebiyle sizi gerçekleri bilmeyen ve bilgisizlik karanlıklarına yuvarlanan bir topluluk olarak görüyorum. Çünkü insanların birbirlerine üstünlüğü sizin iddia ettiğiniz gibi servet, mal ve mevki ile değil, güzel amel ve üstün ahlak iledir.
"Ey kavmim!" Ben onları kovarsam Allah'ın azabına karşı kim bana yardım edebilir? Çünkü "Onları kovarsın ve zalimlerden olursun" (En'am, 6/52) ayetinde olduğu gibi bu büyük bir zulümdür. Siz hiç düşünmez misiniz? Söylediğiniz sözleri düşünmez, olanlardan ibret almaz mısınız?
"Ben size., demiyorum." Yani Peygamberlik benim Allah'ın rızık hazinelerine sahip olmam ve bu hazinelerde dilediğim gibi tasarrufta bulunmaya muktedir olmam demek değildir. Ben de diğer insanlar gibi bir beşerim. Mucizeler ile teyit edildim. Allah'ın izniyle O'na kulluğa davet ediyorum. Allah'ın bana bildirdiğinden başka gaybı da bilmiyorum. Ben meleklerden bir melek de değilim. Sizin hakir gördüğünüz ve küçümsediğiniz o insanlar da hiçbir zaman hayra ulaşamayacak ve onların amellerine karşı hiçbir sevap yoktur, diyemem. Çünkü vaadi vardır. Onların gönüllerinde olanı Allah daha iyi bilir. Eğer onların içi de iman hususunda göründükleri gibiyse en güzel dereceler onlarındır, insan onların iç alemlerine hükmetse bilgisi olmayan bir şeyi söylediği için haksızlık yapmış olur.
Bu ayetten maksat Hz. Nuh'un onlara Allah'a karşı boynu bükük ve alçak gönüllü olduğunu ifade etmesidir.
Yine burada peygamberler ile devlet reislerini birbirinden ayıran çizgiye işaret edilmektedir. Peygamberler hiçbir mal hırsı ve menfaat arzusu gözetmeksizin insanları dünyevi ve uhrevi saadetlerini kazanmaları için irşad etmeye önem verirler. Devlet reisleri ise taraftar toplamak hususunda maddî çıkarlar vaad etmeye ve kendilerine destek kazanmak için kolayca mal harcamaya güvenirler. Ayrıca bu ayetlerde Peygamberin melek değil, beşer olduğu, gaybı bilmediği ve gayb bilgisinin Allah nezdinde olduğu ifade edilmektedir:
"De ki: Allah'ın dilediğinin dışında, ben kendim için bir menfaat elde etmeye ve bir zarar vermeye kadir değilim. Eğer ben gaybı bilseydim daha çok hayır elde ederdim. Ve bana bir kötülük dokunmazdı." (A'raf, 7/188). [11]
Hz. Nuh (A.S.) Kavminin, Azabın Gelmesinde Acele Etmeleri Ve Hz. Nuh (A.S.)'Un Onlardan Ümidini Kesmesi
32- Kâfirler "Ey Nuh! Bizimle mücadele ettin. Hem de bu mücadelede çok ileri gittin. Eğer doğru söyleyenlerden isen, bizi tehdit ettiğin bu azabı haydi getir bize" dediler.
33- Nuh onlara dedi ki: "O azabı size eğer dilerse ancak Allah getirir. Siz Allah'ı aciz bırakamazsınız."
34- Eğer Allah sizi azdırmayı dilerse, size öğüt vermek istesem de öğüdüm size fayda vermez. O sizin Rabbinizdir. Sonunda O'na döndürüleceksiniz.
35- Yoksa kâfirler "Kur'an'ı Muhammed kendiliğinden uydurdu" mu, diyorlar. De ki: "Eğer onu ben uydurduysam, bu suçun cezası yalnız banadır. Ama ben sizin işlediğiniz suçlardan uzağım."
Açıklaması
Kâfirler Hz. Nuh'a "Sen bizimle mücadele ettin. Bu mücadelede çok ileri gittin. Biz sana tabi olmayacağız. Allah'ın isyanımıza karşılık ahiretten önce dünyada bize azap edeceği şeklindeki iddianda samimi isen bizi tehdit ettiğin dünyadaki acil azabı getir bakalım" dediler.
Bu ayet şu ayete benzemektedir: "Nuh dedi ki: Ey Rabbim! Kavmimi gece-gündüz yılmadan imana davet ettim. Davetim onları senin yolundan daha çok uzaklaştırmaktan başka bir şeye yaramadı." (Nuh, 71/5-6).
Hz. Nuh onlara şöyle cevap verdi: Sizi cezalandıracak olan ve size derhal azap indirecek olan hiçbir şeyin kendisine engel olamayacağı Allah'tır. Eğer Allah derhal veya sonradan size ceza vermeyi dilerse siz Allah'ı aciz bırakamazsınız ve siz O'nun emri ve hakimiyeti altındasınız.
Eğer Allah sizi azdırmayı yani sizin delâlet ve fesada düşmenizi, yok olmanızı ve helak olmanızı murad etmişse benim nasihat etmemin ve sizin iman etmeniz için gayret etmemin size faydası dokunmaz. O sizin Rabbinizdir, yani sizi yaratan, bütün işlerinizde tasarrufta bulunan ve asla zulmetmeyen adil bir hüküm vericidir. Ahirette O'na döndürüleceksiniz ve O hayır-şer yaptıklarınızın karşılığını verecektir. Allah'ın onları azdırmasının ve saptırmasının manası şudur: Onların gönlünde azgınlık ve isyankârlığı yaratmak değil, sadece sebeplerle neticeleri birbirine bağlamaktır. Çünkü azgınlık ve isyankârlık amel ve emeğe bağlıdır. Neticeler ise mukaddimelere ve sebeplere bağlıdır.
"Yoksa onlar, Kur'anı Muhammed uydurdu mu diyorlar?"
Bu ayet Hz. Nuh kıssasının ortasında bu kıssayı tekit ve takviye eden bir ara cümlesidir. Bu ayet Mekke müşriklerinin bu kıssaları yalanlamak için söyledikleri sözü nakletmektedir.
Yoksa Mekke'deki inkarcı kâfirler "Kur'an'ı ve bu Kur'an'daki Hz. Nuh ve kavmini anlatan ayetleri Muhammed kendi kendine uydurdu mu, diyorlar?! Cenab-ı Hak da peygamberine şu şekilde söylemesini öğreterek cevap veriyor: Onu ben kendiliğimden uydurduysam, benim bu hatamın cezası, bu günahımın azabı benim üzerimedir. Sizi de Allah amellerinize karşılık cezalandıracaktır. Sizin günahınız ne yapmacık ne de kendiliğinden uydurulan bir günahtır. Çünkü ben Allah'a karşı yalan söyleyenlerin Allah nezdindeki cezasını biliyorum. Her insan kendi günahından sorumludur.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Yoksa Musa'nın ve vefakâr İbrahim'in sahifelerinde şu hususlar bildirilmedi mi? Hiç kimse başkasının günahını yüklenmez. İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır." İnsanın yaptığı amelin karşılığı mutlaka görülür. Sonra yaptıklarının karşılığı ona tamamen verilecektir. (Necm, 53/36-41).
Aynı manada şu ayet-i kerime vardır: "Seni yalanlarlarsa onlara de ki: Benim yaptığım bana, sizin yaptıklarınız da sizedir. Siz benim yaptıklarımdan uzaksınız. Ben de sizin yaptıklarınızdan uzağım." (Yunus, 10/41).
Ayete ilk bakışta görünen şudur: Yoksa onlar "Bunu o kendiliğinden mi uydurdu?" diyorlar ifadesi -İbni Abbas'ın dediği gibi- Hz. Nuh (a.s.) ile kavmi arasında geçen karşılıklı konuşmanın bir bölümüdür. Çünkü bu ayetten önce ve sonra sadece Hz. Nuh (a.s.) ve kavmi anlatılmaktadır. Buradaki hitap Hz. Nuh (a.s.) kavminden gelmiş ve onlara hitap edilmiştir. Onlara şöyle diyorlar: "Size bildirdiği, Allah'ın dinini ve bundan yüz çevirenlerin ceza göreceğini Nuh kendiliğinden uydurdu." [12]
Hz. Nuh (A.S.)'un, Kavminin Helak Olması Sebebiyle Kederlenmesinin Yasaklanması Ve Kendisine Gemi Yapmasının Emredilmesi
36- Nuh'a şöyle vahyedildi: Daha önce iman etmiş olanlardan başka, artık kavminden hiç bir kimse iman etmeyecektir. Onların yaptıklarından dolayı sakın üzülme.
37- Gemiyi bizim gözlerimizin önünde vahyettiğimiz şekilde yap. Zalimler hakkında bana hitapta bulunma. Çünkü onlar (tufanda) boğulacaklardır.
38- (Nuh) gemiyi yapıyor, kavminin ileri gelenleri de yanından geçtikçe onunla alay ediyorlardı. (Nuh onlara) dedi ki: "Eğer siz bizimle alay ediyorsanız, biz de sizin bizimle alay ettiğiniz gibi sizinle alay edeceğiz."
39- "Rezil-rüsvay edici azabın kime geleceğini, kimin devamlı azaba uğrayacağını yakında bileceksiniz."
40- Nihayet emrimiz gelip ve tandır (kaynaması gibi sular) kaynamaya başlayınca Nuh'a "Her hayvan türünden birer çift ile, daha önce (helakine) hükmettiğimiz kimseler hariç, aile halkını ve iman edenleri gemiye yükle" demiştik. Zaten onunla beraber ancak pek az kimse iman etmişti.
41- Nuh (kavminden iman edenlere) dedi ki: "Siz gemiye binin. Bu geminin yürümesi de durması da Allah'ın adıyla-dır. Şüphesiz ki, benim Rabbim çok bağışlayan ve çok merhamet edendir."
Açıklaması
Allah Tealâ Hz. Nuh'a haber veriyor ki daha önce iman etmiş olanlardan başka artık kavminden hiçbir kimse senin davetine iman etmeyecektir. O halde onlara üzülme, onların durumu seni endişelendirmesin.
Hz. Nuh (a.s.) da onlara "Ya Rabbi! Kâfirlerden yeryüzünde dolaşan tek kişi bırakma." (Nuh, 71/26) diye beddua etti.
Tufandan kurtuluş vesilesi olan gemiyi gözlerimizin önünde yani bizim gözetimimiz, korumamız altında, yanlışlık yapmaman için sana nasıl yapılacağını vahyimizle, yani öğrettiğimiz şekilde yap.
"Vahyimizle" ifadesi sana yapacağın şeyi öğretmemiz ile manasındadır. Ayette "gözlerimizle" kelimesinde çoğul kullanılması çokluğu değil azameti ifade etmektedir.
Kur'an-ı Kerim "gözler" kelimesini "mükemmel bir itina ve tam manasıyla gözetim" anlamında kullanmıştır. Meselâ Cenab-ı Hakkın Hz. Musa (a.s.)'ya "Gözümüzün önünde (korumam altında) yetişmen için" (Tâ-Hâ, 20/39) şeklindeki sözü ve Peygamberimiz (s.a.)'e hitabı "Sen Rabbinin hükmüne sabret. Şüphesiz sen gözlerimizin önündesin (himayemiz altındasın)." (Tur, 52/48) ayetlerinde olduğu gibi Ya Nuh! Kavminin durumunu düzeltmek için ve şefaat etmen sebebiyle onlardan azabın kalkması hakkında bana yalvarma, bana bu konuda dua etme. Onlara azap vacip olmuştur. Onların tufanda boğulacağı hükmü tamamlanmıştır. Senden istenen şey onlara karşı acıma ve şefkat hissi duyma-mandır.
Hz. Nuh (a.s.) gemiyi yapmaya başladı. Kavminin ileri gelenlerinden bir grup ona her uğradıklarında onunla ve gemi yapmasıyla alay ediyorlar ve onlan tehdit ettiği boğulma konusunu yalanlıyorlardı.
Hz. Nuh (a.s.) şiddetli bir korkutma ve kuvvetli bir tehdit ifadesiyle onlara şöyle dedi: Siz bizimle size göre hiçbir şey ifade etmeyen gemi yapma hususunda alay ediyorsunuz. Biz de sizin şu anda bizimle alay ettiğiniz gibi gelecekte suda boğulurken sizinle alay edeceğiz. Dünyada suda boğulma, ahirette cehennemde yanma olayı meydana geldiği zaman sizin alay ettiğiniz gibi biz de sizinle alay edeceğiz.
Dünyada rezil, rüsvay edici azabın kime geleceğini ahirette de ebedî, kalıcı azaba kimin uğrayacağını -şu işimiz bittikten sonra- yakında öğreneceksiniz.
Nihayet sağanak halinde yağan yağmurlarla helak etme emrimiz gelip tandırdan su fışkırmaya başladı ve tencerenin kaynayıp fokurdaması gibi su kaynayıp yükseldi.
Suyun tandırdan fışkırması Hz. Nuh (a.s.)'un bir mucizesi idi. İbni Ab-bas'tan gelen bir rivayete göre tandır, yeryüzü demektir; yani bütün yeryüzü fışkıran kaynaklar haline döndü. Hatta ateşin üstündeki tandırlardan sular fışkırmaya başlamıştı. Bu mana ayete verilen ilk manadır. Çünkü Araplar yeryüzüne tandır ismi vermektedir.
Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Biz de boşanan sularla gök kapılarını açı-verdik. Yeri de yarıp kaynaklar fışkırttık. Böylece takdir edilen bir iş için yerle göğün suları birleşiverdi. Biz de Nuh'u tahta ve çivilerden yapılmış bir gemiye bindirdik." (Kamer, 54/11-13).
O zaman Nuh'a şöyle dedik: Hayvanların cinslerini korumak için her hayvan türünden birer çift gemiye yükle, müslüman olmayan hamının ile Yam veya Kenan ismindeki oğlun hariç kadın, erkek bütün aile fertlerini de gemiye yükle. Bu ikisi, cehennemlik olduklarına dair haklarında önceden hüküm verilmiş kimselerdi. Allah bu ikisinin küfrü tercih edeceklerini bildiği için bu hükmü vermişti, yoksa haşa bunlara küfür etmeyi takdir ederek bir mecburiyet altında bırakmamıştı.
Kavminden iman edenleri de yanına al. Zaten 950 sene kavmini imana davet etmesine ve davet müddetinin uzamasına rağmen kendisine pek az kişi iman etmişti. Bir rivayete göre sayıları kadın erkek altı veya sekiz kişi idi. Bunlarda Hz. Nuh (a.s.) ve hanımı ile üç çocuğu ve onların hanımları idi. İbni Abbas ise, "Hanımları dahil hepsi 80 kişi idiler" demiştir.
Cenab-ı Hak bu müminlerin zikre değmeyen azlıkları sebebiyle sayılarını açıklamaya gerek görmedi. Ayrıca gemiye yüklenen hayvan çeşitleri ve yükleme şeklini de beyan etmedi. Bu durumun yorumu beşere bırakılmıştır.
Allah Tealâ'nın bildirdiğine göre Hz. Nuh (a.s.) gemiye yüklediği kişilere şöyle demişti. Gemiye binin. Bu geminin su üstünde yürümesi Allah'ın adıyla olur. Durması da Allah'ın adıyla olur. Yani bu geminin yürümesi ve durması bizim kuvvetimizle değil, Allah'ın emri ve kudretiyle olur, şüphesiz benim Rab-bim kullarının günahlarını çok bağışlayıcı ve onlara çok merhamet edendir. Onun günahları bağışlaması ve size rahmet etmesi olmasaydı sizi boğulmaktan kurtarmazdı. "Benim Rabbim çok bağışlayan ve çok merhamet edendir." ifadesiyle gemide bulunanlara hitap edilmektedir.
Taberanî'nin Hüseyn b. Ali (r.a.)'den rivayet ettiğine göre Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Gemiye bindiklerinde (Bismillahil-Melikir-Rahma-nir-Rahıym. Bismillahi mecrâhâ ve mürsâhâ. İnne Rabbî le-gafûru'r-rahiym) demeleri ümmetimin boğulmasına karşı bir emniyettir."
Taberanî'nin İbni Abbas'tan ettiği diğer bir rivayete göre, Peygamberimiz (s.a.) "Gemiye bindiklerinde "Bismillahil - Melikir - rahman. Ve ma kaderulla-he hakka kadrihî... Bismillahi mecrâhâ ve mürsâhâ. İnne Rabbî Le-Gafûrur-Rahiym" demeleri ümmetimin boğulmasına karşı bir emniyettir" buyurmuştur.
Kâfirlerin toptan boğulmaları suretiyle intikam alınması zikredildikten sonra mağfiret ve rahmetin zikredilmesi Kur'an'ın zıtları ve birbirine karşı ifadeleri bir arada toplama üslûbudur.
Yine "Şüphesiz Rabbin, azabı çok süratli olandır ve O çok bağışlayan ve çok merhamet edendir." (A'raf, 7/167).
"Şüphesiz Rabbin, zulmetmelerine rağmen tevbe eden insanlara karşı mağfiret sahibidir (bağışlayıcıdır). Aynı zamanda Rabbin cezası çok şiddetli olandır. " (Ra'd, 13/6) ve benzeri ayetlerde "rahmet" ile "intikam" bir arada zikredilmiştir.
Burada helak etme ve ezici gücünü ortaya koyma anında mağfiret ve rahmet ayetinin zikredilmesi Allah'ın tufanda boğulmaktan kurtardığı kullarına yaptığı lütfü beyan etmek içindir. Kullar her durumda Allah'ın yardımı, lütfü ve ihsanına muhtaçtırlar. İnsan normal olarak bir takım kusur ve hatalardan uzak kalamaz. Zira kulların belâlardan kurtulmaları -zannettikleri gibi- bilgilerinin fazlalığı ile değil, onların şüphelerini gidermek için sadece Allah'ın lüt-fuyladır. [13]
Tufanın Sona Ermesi, Geminin Kurtulması, Babasının Şefaatçi Olmasına Rağmen Hz. Nuh (A.S.)'Un Oğlunun Helak Olması
42- Gemi içindekilerle birlikte dağlar gibi dalgalar üstünde gidiyordu. O sırada Nuh gemi dışında ayrı bir yerde bulunan oğluna 'Yavrum, bizimle beraber gemiye bin. Kâfirlerle beraber olma" dedi.
43- (Nuh'un oğlu) "Beni sudan koruyacak bir dağa sığınacağım" dedi. Nuh "Bugün Allah'ın rahmet ettiği kimseler hariç, Allah'ın emrinden koruyacak hiçbir şey yoktur" dedi. Nihayet baba ile oğlu arasına bir dalga girdi. Böylece Nuh'un oğlu boğulanlardan oldu.
44- Nihayet "Ey arz, suyunu yut. Ey gök, yağmurunu kes" denildi. Bunun üzerine su çekildi, iş olup bitti. Gemi Cûdi dağının üzerinde oturdu. Zalim kavmi helak olsun, denildi.
45- Nuh Rabbine niyaz ederek dedi ki: "Ey Rabbim! Benim oğlum şüphesiz ki benim ailemdendir. Senin (ailemi helak etmeme şeklindeki) vaadin elbette haktır. Sen de hükmedenlerin en adilisin."
46- Allah şöyle buyurdu: "Ey Nuh! O senin ailenden değildir. Çünkü o, iyi olmayan bir amel sahibidir. O halde (gerçek yüzünü) bilmediğin bir şeyi benden isteme. Cahillerden olmaman için sana öğüt veriyorum."
47- Nuh dedi ki: "Ey Rabbim! (Bundan sonra gerçek yüzünü) bilmediğim bir şeyi senden istemekten sana sığınırım. Eğer beni affetmez ve bana rahmet etmezsen hüsrana uğrayanlardan olurum."
Açıklaması
Gemi süratle gidiyor, bütün yeryüzünü kaplayan sular üzerinde onları götürüyordu. Nihayet dağların zirvelerine çıktı ve dağlardan 15 zira' (yaklaşık 8 metre), bir rivayete göre 80 mil (yaklaşık 144.000 metre) yüksekliğe çıktı.
Gemi içindekilerle birlikte dağlar gibi dalgaların arasında gidiyordu. Bu durum o zaman şiddetli rüzgarların meydana geldiğine delâlet etmektedir. Maksat tufanın son derece korkulu ve dehşetli olduğunu beyan etmektir.
Gemi Allah'ın izniyle, O'nun himayesi, riayeti ve gözetimi altında yürüyordu. Bu konuda Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
"Sizlere bir ibret olsun ve duyabilen kulaklar iyice anlasın diye biz tufan kopup sular kabardığı zaman sizi gemide taşıdık." (Hakka, 69/11-12)
"Biz de Nuh'u tahta ve çivilerden yapılmış bir gemiye bindirdik. İnkâr edilen Peygambere bir mükafat olarak o gemi bizim nezaretimizde akıp gidiyordu. Biz bu hadiseyi bir ibret olarak bıraktık. Hiç ibret alan var mı?" (Kamer, 54/13-15).
Hz. Nuh (a.s.)'u babalık sevgi ve şefkati kapladı. Gemi dışında ayrı bir yerde bulunan Yam veya Ken'an isminde olan oğluna seslendi. Bu Hz. Nuh (a.s.)'un dördüncü oğluydu, kâfir idi. Babası gemiye binerken onu iman etmeye ve boğulmaması için kendisiyle birlikte gemiye binmeye davet etti. Oğluna, "Yavrum, gel bizimle birlikte gemiye bin. Helak olacak olan kâfirlerden olma" dedi.
İsyankâr oğul bu suların normal bir sel suyu olduğunu, yüksekçe bir yere veya yüksek bir dağa çıkıp kurtulabileceğini zannederek babasına "Beni suda boğulmaktan koruyacak bir dağa sığınacağım" dedi.
Hz. Nuh (a.s.) oğluna: "Bugün Allah'ın kâfirleri cezalandırdığı azabından, Allah'ın emrinden koruyacak hiçbir şey yoktur. Ancak Allah rahmet ettiği kimseyi korur. Kime Allah rahmet ederse o kimse korunmuştur." Yani Allah'ın rahmet ettiği müminlerin bulunduğu yer korunmaya alınmıştır. Allah onların günahlarını çok bağışlayan ve tevbe edip kendisine yöneldikleri zaman çok merhamet edendir. Yahut rahmet edici Allah'tan başka koruyacak hiçbir kimse yoktur, demektir.
Nihayet bu tartışma esnasında baba ile oğul arasına yükselmeye başlayan su girdi. Böylece Nuh'un oğlu boğulup helak olanlardan oldu.
Bu korkunç manzara ne kadar da dehşet vericidir! Gökyüzünden boşalan sular... Yerden fışkıran sular... Gittikçe yükseliyor!. Nihayet dağların zirvelerini ve bütün yeryüzünü kaplıyor.
Gemide bulunanlar hariç yeryüzünde bulunan herkes boğulunca Allah arza kendisinden fışkıran ve üzerinde toplanan suları yutmasını, gökyüzüne de yağmuru kesmesini emretti ve ulvi nida tamamlandı. "Ey arz fışkıran suyunu yut! Ey gök yağmuru kes!" Bunun üzerine emre uyarak su çekildi, azaldı. İş olup bitti. Yani Allah'ın Hz. Nuh (a.s.)'a vaad ettiği zalim kavmin helaki tamamlandı. Gemi içindekilerle birlikte Kuzey Irak'ta Cezire bölgesindeki Musul'da bulunan Cûdi dağına oturdu." Zalim kavim helak olsun, Allah rahmetinden uzak olsun" denildi. Çünkü zulüm ve inkâr etmeleri sebebiyle bu kavim son neferine kadar helak oldu, bunlardan hiçbir kimse kalmadı.
Hz. Nuh (a.s.)'da tekrar oğluna karşı şefkat belirdi. Çocuğunun durumunu öğrenmek için Rabbine şöyle seslendi: "Ey Rabbim, benim oğlum şüphesiz benim ailemdendir. Sen de bana benim aile efradımın kurtulacağını vaad ettin. Senin dönüşü olmayan vaadin elbette haktır. Çocuğumun durumu nedir? Sen hükmedenlerin en sağlam hüküm vericisi ve hakla en adil hükmedicisisin. Senin hükmün tam bir ilim ve hikmetle, tam bir adalet ve doğrulukla sadır olur. Sen bir kavme kurtuluşla, diğer bir kavme ise boğulmakla hükmettin."
Rabbi ona cevap verdi: "Ey Nuh! Şüphesiz senin oğlun kurtulmalarını vaad ettiğim aile efradından değildir. Çünkü ben sana ailenden iman edenlerin kurtulacağını vaad ettim. Senin oğlun ise iyi olmayan amel sahibidir. Yani hidayet ve ıslah davetini görmezlikten geldi. Kâfirler grubuna katıldı."
Bu ifade onun Hz. Nuh (a.s.)'un ailesinden sayılmayacağının sebebini beyan etmektedir. Cumhur ise "Senin dininin ve velayetinin ehli değildir" manasındadır. Burada muzaf hazfedilmiştir, demişlerdir.
Sen hakkında doğru bilgiye sahip olmadığın bir şeyi benden isteme. Künhüne, özüne vakıf olmadan, doğru olup olmadığını bilmediğin bir şeyi benden talep etme. Ben seni kendi nefsi arzularıma uyarak, Allah'ın mahlûkatı hakkındaki hikmeti, hükmü ve takdirini yok etmek isteyen cahiller grubundan olmaktan men ediyorum. Mananın özü şöyledir: Seni bu istekte bulunmaktan men ediyorum. Günahkârlardan olmaktan sakındırıyorum.
Hz. Nuh (a.s.)'un duası istek manası da ihtiva etmektedir. Yahut onun nidası istek olarak adlandırılmıştır. Halbuki bu nidada istek yoktur, yani istek açıkça ifade edilmemiştir. Çünkü aile efradının boğulmaktan kurtulması vaadinin zikredilmesi bu vaadin gerçekleşmesini istemektir. Bundan sonra da oğlunun kurtulmasını istedi. Yüce Allah ise gerçeğini bilmediği bir şeyi istemeyi cahillik ve ahmaklık saydı. Hz. Nuh (a.s.)'a bu ve bunun gibi cahillerin davranışlarını tekrar yapmamasını öğütledi.
Bu ayette gerçek değerin nesep yakınlığı değil, dinî yakınlık olduğuna, Allah'ın mahlûkatı hakkındaki hükmünün hiçbir peygamber veya veliye ayrıcalık yapılmadan mutlak adalet esası üzerine kaim olduğuna, peygamberlerin de şahsi görüşlerinde bazan hata edebileceklerine, onların yüksek makamlarına ve Rablerini hakkıyla bilmelerine göre bu çeşit davranışın peygamberler için günah sayılacağına, Allah'ın kâinattaki ilâhî sünnetlerine (fıtrî kanunlarına) aykırı olan bir şeyi isteyerek dua etmenin caiz olmadığına , bir velinin peygamberlere bile yasak edilen bir şeyi duasında İstemesinin cahillik olduğuna delil vardır.
Bu ifade, son derece acı bir tehdit ve gayet sert bir yasaklama olduğuna, buradaki bilgisizliğin günahtan kinaye olduğuna delâlet etmektedir. Bu çeşit ifadeler Kur'an-ı Kerim'de geçen pek yaygın bir üslûp çeşididir.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Musa cahillerden olmaktan Allah'a sığınırım, dedi." (Bakara, 2/67). Bir başka ayette ise ".... Cehalette günah işleyenler.." (Nisa, 4/17) buyurulmaktadır.
Hz. Nuh (a.s.) ve diğer peygamberlerden içtihat hatası olarak sadır olan bu çeşit hareketler en faziletli ve en kâmil olanı terk etmek şeklinde kabul edilir. Zira muttaki kulların yaptığı bazı hayırlar Allah'a çok daha yakın (mu-karrabîn) olan kimseler için günah sayılabilir. Bundan dolayı ihtar ve istiğfar etme emri verilmiştir. Bu emir "Allah'ın yardımı ve fetih geldiğinde... O'na istiğfar et." (Nasr, 110/1-3) ayetlerinde olduğu gibi, daha önce bir günah işlenmiş olduğuna delâlet etmez. Zira bilindiği gibi Allah'ın yardımının ve fethin gelişi, insanların Allah'ın dinine bölük bölük girişleri istiğfarı gerektiren bir günah değildir.
Yine Cenab-ı Hak bir başka ayet-i kerimede "Günahın için, mümin erkek re kadınlar için istiğfar et." (Muhammed, 47/19) buyurmaktadır. Bütün müminler gayet tabii günahkâr değildirler. Dolayısıyla buradaki emir daha faziletli bir şeyin terk edilmesi sebebiyle istiğfar etmeye delâlet etmektedir.
Bunun için Hz. Nuh (a.s.) Rabbinden mağfiret talep ederek şöyle niyazda bulundu: "Ey Rabbim! Ben gerçek bilgi sahibi olmadığım bir şeyi işlemekten sana iltica ediyor, sana ve senin ulvi zatına sığınıyorum." Benim bu yersiz istekte bulunma günahımı bağışlamazsan, tevbemi ve sana yönelmemi kabul ederek bana rahmet etmezsen ben amelleri boşa giden, zarara uğrayanlardan olurum. [14]
Hz. Nuh (A.S.) Kıssasından Alınacak İbret
48- (Nuh'a şöyle) denildi: "Ey Nuh! Biz- den sana ve seninle birlikte olan üm- metlere verilen selamet ve bereketler icinde (gemiden) in. Ama (onların nes- linden gelen) bazı ümmetleri de bir müddet yaşatacağız. Sonra onlara bi- zim tarafımızdan acıklı bir azap doku- nacaktır."
49- Bu kıssa, sana vahyettiğimiz gayb ha- berlerindendir. Bundan önce sen de kav- min de bunları bilmiyordunuz. O halde sen de sabret. Şüphesiz ki, hayırlı netice Allah'tan hakkıyla korkanlarındır.
Açıklaması
Allah Tealâ, gemi Cûdi dağı üzerinde oturduğu zaman Hz. Nuh (a.s.)'a, onunla birlikte olan müminlere ve onun zürriyetinden gelecek her mümine verilen selâmı haber vermektedir.
Nitekim Muhammed b. Ka'b şöyle diyor: Kıyamet gününe kadar gelecek kadın-erkek her mümin bu selâma dahil olmuştur. Yine kıyamete kadar gelecek kadın-erkek her kâfir de bu "dünyadan geçici olarak istifade edip nihayet azaba yakalanmak" şeklindeki ifadeye dahil olmuştur.
Ayetin manası şudur: Bizden sana ve seninle birlikte olanların zürriyetinden meydana gelecek müminlere selâmet ve bereket vardır. Yine seninle beraber olan bazılarının neslinden nice ümmetler gelecek, dünyadan geçici olarak yararlanacaklar ama sonunda cehenneme yuvarlanacaklardır.
Hz. Nuh (a.s.) peygamberlerin babası idi. Tufandan sonraki halk ondan ve onunla birlikte gemide bulunanların zürriyetinden gelmiştir.
Böylece selâmet ve bereket ayrı ayrı olmasına rağmen bütün müminleri kaplamıştır. Fakat o müminlerin neslinden bazı ümmetler ve sonradan gelen bazı topluluklar bu dünyada rızık ve bereketlerle geçici olarak yaşatılacaklar, sonra da inkarcılıkları ve inatçılıkları sebebiyle ahirette kendilerine acıklı bir azap verilecektir.
Dolayısıyla Hz. Nuh (a.s.)'tan sonra insanlar iki kısım olmuşlardır:
a) Bir kısmı mümin ve salih olanlar: Bunlar dünya ve ahirette huzur ve saadet içinde olacaklardır.
b) Diğer bir kısım ise kâfir olanlar: Bunlarda dünyadan geçici olarak yararlanıp ahirette azaba, uğrayacak olanlardır.
Allah Tealâ daha sonra Hz. Nuh (a.s.) kıssasından alınacak umumi ibreti zikretti: Hz. Nuh (a.s.) ve kavmi hakkındaki bu haberler, sanki senin başından geçmişçesine sana vahyettiğimiz, sana vahiy olarak bildirdiğimiz geçmiş gaybi olayların haberleridir. Bundan önce sen de kavminden her hangi bir kimse de bu haberleri bilmiyordunuz ki, seni yalanlayanlar "Sen bunları birisinden öğrendin" diyebilsinler. Bilakis bunları sana Allah haber vermiştir.
Kavminin içindeki seni yalanlayan kimselerin yalanlamalarına ve sana yaptıkları eziyetlere karşı, sahip olduğun ilâhî mesajı tebliğ etme hususunda tıpkı Hz. Nuh (a.s.)'un kâfirlerin eziyetlerine karşı sabrettiği gibi sen de sabret. Çünkü zafer, kazanç ve kurtuluş Allah'a itaat edip günahlardan kaçınan muttaki kullarındır. Biz sana yardım edeceğiz, seni gözeteceğiz, seni ve sana tabi olanları dünya ve ahirette hayırlı neticeye ulaştıracağız; tıpkı daha önceki peygamberlere yaptığımız gibi, onlara düşmanlarına karşı zafer ihsan ettiğimiz gibi.
"Şüphesiz biz peygamberimize ve iman edenlere... mutlaka yardım edeceğiz." (Gafir, 50/51).
"Şüphesiz bizim peygamber olarak gönderdiğimiz kullarımıza ezelden bir vaadimiz vardır: Onlara mutlaka yardım edilecek (zafere ereceklerdir)." (Sâffat, 37/171-172). [15]
Hz. Hud (A.S.) Kıssası
50- Ad kavmine de kardeşleri Hûd'u peygamber olarak gönderdik. (Hûd, onlara) dedi ki: "Ey kavmim! Allah'a ibadet edin. Sizin için O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. (Bu halinizle) siz sadece iftiracısınız.
51- "Ey kavmim! (Davetime) karşılık olarak sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim mükâfatım ancak beni yoktan var edene (Allah'a) aittir. Hiç aklınızı kullanmaz mısınız?"
52- "Ey kavmim! Rabbinizden mağfiret dileyin. Sonra O'na tevbe edin ki, size gökten bol bol yağmurlar indirsin. Kuvvetinize kuvvet katsın. Suç işleyerek (Allah'tan) yüz çevirmeyin."
53- (Âd kavmi I ûd'a) Dediler ki: "Ey Hûd! Bize açık bir delil getirmedin. Bizler de sadece senin sözünle tanrılarımızı bırakacak değiliz ve biz sana inanacak da değiliz."
54- "Senin hakkında, tanrılarımızdan biri seni fena çarpmış, demekten başka söz bulamıyoruz." (Hûd) dedi ki: "Ben Allah'ı şahit tutuyorum, siz de şahit olun ki, ben sizin Allah'a ortak koştuklarınızdan uzağım"
55- "Allah'ı bırakıyorsunuz (O'na ortak koşuyorsunuz). Haydi hepiniz bana tuzak kurun. Sonra bana hiç fırsat verme-
56- "Ben, gerçekten benim Rabbim ve sizin Rabbiniz olan Allah'a güvendim. Hiçbir canlı yoktur ki, Allah onun perçeminden tutmuş olmasın. Gerçekten Rabbim doğru bir yol üzerindedir."
57- "Eğer yüz çevirirseniz, bilin ki, ben size ne ile gönderilmişsem onu size tebliğ ettim. Rabbim sizin yerinize sizden başka bir kavim de getirebilir. Sizler O'na hiçbir şekilde zarar veremezsiniz. Şüphesiz ki Rabbim her şeyi koruyandır."
58- (Âd kavmini yok etme) Emrimiz gelince, Hûd'u ve onunla birlikte iman edenleri rahmetimizle kurtardık. Onları çetin bir azaptan kurtardık.
59- İşte Ad kavmi budur! Rablerinin ayetlerini inkâr ettiler. Allah'ın peygamberlerine isyan ettiler ve inatçı her zorbanın emrine uydular.
60- Ad kavmi hem bu dünyada, hem de kıyamet gününde lanete uğramıştır. İyi bilin ki Âd kavmi Rablerini inkâr ettiler. İyi bilin ki, Hûd (peygamberin) kavmi olan Ad kavmi Allah'ın rahmetinden uzaktır.
Açıklaması
Hz. Hûd (a.s.) kavmini birkaç çeşit vazifeyi yerine getirmeye davet etti:
Birincisi: "Ey kavmim! Allah'a ibadet edin." (Hûd, 50) ayetinde tevhide davet: Yani Nuh'u peygamber olarak gönderdiğimiz gibi, Âd kavmine de kardeşleri Hûd'u gönderdik. Burada anlatılmak istenen dinde kardeşleri değil, nesep ve kabile hususunda kardeşleri demektir. Çünkü Hûd, Âd kavminden olan bir zat idi. Meselâ bir kişiye (Ya Ehal-Arab!) denilirse "Araplardan biri" manasına gelir. Bu kabile bir Arap kabilesi Yemen tarafından Hadramutun kuzeyinde Ahkaf denilen beldeye yerleşmişlerdi. Güçlü, kuvvetli bir kabile olup ziraat ve hayvancılık işleriyle uğraşırdı.
Hz. Hûd (a.s.) onlara eşi ve ortağı bulunmayan tek olan Allah'a ibadet etmeyi emredip uydurdukları putlardan vazgeçmelerini söylüyordu. Onlara şöyle diyordu: "Size kendisinden başka hiçbir ilâh olmayan Allah'a ibadet etmeyi emrediyorum. O'ndan başka hiçbir puta, heykele tapmayın. Ona hiçbir şeyi ortak koşmayın. Sizin için O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Sizi O yarattı. Size O rı-zık verdi. Size bol bol nimetler verdi. Siz, Allah'a eş-ortak koşmak ve bunları şefaatçi diye nitelemek suretiyle Allah'a yalan iftira ediyorsunuz.
Ey Kavmim! Sizi Allah'a kulluğa ve putlara tapmayı reddetmeye davet etmem karşılığında sizden hiçbir ücret veya bana yararlı olabilecek hiçbir mal istemiyorum. Benim mükâfatım ve sevabını ancak beni selim fıtrat (tevhid fıtratı) üzerine yaratan Allah'a aittir. Sizlere söylenen sırf samimiyet ve güven esası üzerine kurulu nasihatleri takdir ettiğiniz halde; benim de putlara tapmamak hususunda isabetli bir görüş sahibi olduğumu bildiğiniz halde, ücretsiz olarak dünya ve ahirette huzur verecek bir şeye sizi davet eden kimsenin sözünü hiç düşünmez misiniz?
İkincisi: Hz. Hûd (a.s.)'un kavmine yüklediği vazifelerden biri de tevbe ve istiğfardır. Hz. Hûd (a.s.) dedi ki: Ey kavmim! Allah'tan şirk, küfür ve geçmiş ve gelecek günahlarınız için mağfiret dileyin. Ona halisane bir şekilde tevbe edin. İstiğfar edip tevbe ederseniz Allah size bol ve peşpeşe yağan yağmurlar gönderir.
O sırada Ad kavmi hiç yağmayan yağmurlara son derece muhtaç idiler. Çünkü onların ziraat ve bahçe işleri vardı.
Böylece mal ve evlatlarla sizin gücünüze güç katsın, izzetinize izzet katsın.
Âd kavmi güçlü, kuvvetli bir kavim olup üstünlük ve insanlara galip olmaya, güç ve kuvvetle gururlanmaya çok önem veriyorlardı.
Nitekim Cenab-ı Hak onlar hakkında şöyle buyuruyor: "Hatırlayın bir zaman Allah sizi Nuh kavminden sonra halifeler kıldı. Size yaratılış bakımından da güç ve kuvvet verdi. O halde sizler Allah'ın nimetlerini hatırlayın ki, kurtuluşa eresiniz." (Araf, 7/69).
"Siz, her tepeye bir bina kurup eğleniyor musunuz? Belki ebedî yaşarsınız diye sağlam köşkler mi ediniyorsunuz? Birini yakaladığınız zaman ona zorbalar gibi mi davranıyorsunuz? Allah'tan korkun ve bana itaat edin. Size bildiğiniz şu nimetleri bol bol veren Allah'tan korkun. O size bol bol hayvanlar ve evlatlar verdi." (Şuara, 26/128-133).
"Âd kavmine gelince: Onlar yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve bizden daha kuvvetli kim var? dediler." Suçlar ve günahlar üzerinde ısrar ederek, benden, benim davetimden ve sizi teşvik ettiğim şeylerden yüz çevirmeyin.
Ayette zikredilen istiğfarın faydası konusunda Sünnet-i Nebeviyyede bunu teyit eden ifadeler vardır. Ebu Davud ve İbni Mace'nin İbni Abbas'tan rivayet ettikleri hadis-i şerifte şöyle buyuruluyor: "Kim istiğfara devam ederse Allah ona her endişeden ferah, her darlıktan bir çıkış kapısı açar ve ona ummadığı yerden rızık verir."
Cenab-ı Hak Hz. Hûd (a.s.)'un kavmine söylediği sözleri anlattıktan sonra kavminin O'na söylediklerini de nakletti. Hûd kavmi peygamberine şöyle dediler: Sen bize, iddia ettiğin gibi, senin Allah katından gönderilen bir peygamber olduğuna delâlet eden bir hüccet ve burhan getirmedin. Biz sadece "Putlara tapmayın" demenle tanrılarımıza tapmayı asla bırakmayız. Sonra biz seni tasdik etmiyoruz. Öyle zannediyoruz ki senin bizim tanrılarımıza sövmen ve onlara ibadet etmeyi yasaklaman, onları ayıplaman sebebiyle tanrılarımızdan biri sende delilik ve aklında noksanlık meydana getirmiş.
Onların cevabı, tamamı inatçılık, ahmaklık ve kibirlilik olan şu dört şeyi ihtiva ediyordu:
1- Açık bir delil istemeleri.
2- Fayda veya zarar verenin Allah olduğunu, putların fayda veya zarar ve-remiyeceğini itiraf ettikleri halde putlara tapmakta ısrar etmeleri.
3- Israr, körükörüne taklitçilik ve inkarcılık sebebiyle Hz. Hûd (a.s.)'un peygamberliğini tasdik etmeleri.
4- Tanrıları vasıtasıyla Hz. Hûd'un aklının bozulmuş olduğu ve delirdiği iddiaları.
Hz. Hûd (a.s.) da onlara "Ben kendime Allah'ı şahit tutuyorum. Siz de şahit olun ki, ben sizin şirk koşmanızdan ve putlara tapmanızdan beriyim (uzağım)."
Bu ifade onların şahitliğe ehil oldukları manasına gelmez. Sadece neticeyi kabul ettirmenin kuvvetli bir ifadesidir. Yani "böylece bilesiniz" demektir.
Ayette iki şehadet arasında ortaklık veya eşitlik olmaması için "Ben Allah'ı ve sizi şahit tutarım" şeklinde bir ifade kullanılmadı. Zira şirkten beri olduğuna Allah'ın şahit kılınması sahihtir, tevhidin yerleşmesi manasında sabittir. Ama onların şahit kılınması onların dinini hafife almak ve onlara az önem verildiğine delâlet etmektir.
Ben Allah'tan başka O'na ortak koştuğunuz bütün şeylerden, putlardan uzak olduğumdan, bunu açıkça ilân ediyorum. Siz ve tanrılarınız hepiniz bana göz açıp kapayıncaya kadar mühlet vermeksizin gücünüzün yettiğince her çeşit hile yapın, istediğiniz tuzağı kurun. Ben her şeyimi, benim Rabbim ve sizin de Rabbiniz olan Allah'a havale ettim. Beni korumak hususunda O'nu vekil bıraktım. O her şeye kadirdir.
Yerde veya gökte hareket eden her canlı O'nun hakimiyeti ve idaresi altındadır. Bütün işlerinde tasarruf eden ve bu canlıları insanın emrine veren O'dur. O asla zulmetmeyen adil bir hüküm vericidir. Gerçekten benim Rabbim hak ve adalet üzerinedir.
Hz. Hûd (a.s.)'un meydan okuma, göz kamaştırıcı mucizesi ve onlara hiç aldırış etmeme tarzındaki bu cevabı şu birkaç hususu ihtiva etmektedir:
- Şirkten uzak olduğunu ilân etme.
- Allah'ı buna şahit kılma.
- Onların şirkinden uzak olduğuna onları şahit tutma.
- Kendisine hile yapmalarını ve tuzak kurmalarını (korkusuzca) isteme.
- Onlara pek az önem verdiğini, onlardan ve onların tanrılarından korkmadığını ortaya koyma.
Hz. Hûd (a.s.)'un bu tavrı, daha önce beyan edilen Hz. Nuh (a.s.)'un tavrına çok benzemektedir:
"Siz de ortaklarınızla bir araya gelerek, yapacağınız şeyi kararlaştırın. Sonra yapacağınız işi, sizi üzüntüye düşürmesin. Ve nihayet bana hiç mühlet vermeden, hükmünüzü uygulayın." (Yunus, 10/71).
"De ki: Allah'a ortak koştuklarınızı çağırın. Sonra da bana fırsat vermeden bana hilenizi yapın." (A'raf, 7/195).
Eğer hiçbir eşi-ortağı bulunmayan Rabbiniz Allah'a kulluk etmeniz gerektiği halde size getirdiğim şeyden yüz çevirirseniz, iyi bilin ki ben Rabbimin benimle size gönderdiği mesajını size tebliğ ettim. Tebliğde kusur etmek gibi bir itham bana takdir edilemez. Size gönderilen şeyin size ulaşmasıyla aleyhinizde hüccet konulmuş oldu. Siz ise bu risaleti yalanlamak ve Rasulullah'a düşmanlık etmekte direndiniz.
Sonra yeni bir söze başlayarak şöyle dedi: Allah sizi yok edip başka bir kavim getirebilir. Ve bu yeni kavim de sizin yurtlarınız ve mallarınızda sizin yerinize geçebilir. Allah'a sizden daha itaatkâr olabilir. Siz O'ndan yüz çevirmekle ve küfrünüzle O'na zarar veremezsiniz. Bilakis bunun vebali de size döner. Siz sadece kendinize zarar verirsiniz. Benim Rabbim her şeyi murakabe eder, her şeye hakimdir. Sizin amelleriniz Ona gizli kalmaz. Size hesap sormaktan da gafil değildir.
Cenab-ı Hak bundan sonra azabı, azabın etkilerini Hz. Hûd (a.s.) ve kavminin neticesini anlattı:
Azap emrimizin inme vakti gelince ve azabımız da bilfiil meydana gelince -ki bu her şeyi kökten yok eden bir rüzgar, müthiş bir kasırga idi- biz Hûd'u ve onunla birlikte olan müminleri bizim tarafımızdan bir rahmet ve lütuf ile ağır, meşakkatli ve şiddetli bir azaptan kurtardık, kavmini -iman etmeyenleri- son ferdine kadar helak ettik.
Bu cezasının sebebi ise Âd kavminin Rablerinin ayetlerini ve delillerini inkâr etmeleri ve onun peygamberlerine isyan etmeleri idi.
Burada, maksat sadece kendi peygamberlerini yalanlamak olduğu halde "peygamberler" diye cemi sigası kullanılmıştır. Çünkü bir peygamberi yalanlayan kimse bütün peygamberleri yalanlamış olur. Onlar Hz. Hûd (a.s.)'u yalanladılar. Böylece onu inkâr etmeleri bütün peygamberleri yalanlamak sayıldı.
Onlar inatçı, azgın ve zorba başkanlarına tabi oldular.
Bunun için onlara dünyada Allah'ın ve her zikredildiklerinde de mümin kullarının laneti ulaşır. Onlara bütün mahlûkatın huzurunda "İyi bilin ki Âd kavmi Rablerini ve O'nun nimetlerini inkâr ettiler. O'nun ayetlerine inanmadılar, Peygamberlerini yalanladılar. İyi bilin ki Hûd kavmi olan Ad kavmi Allah'ın rahmetinden uzaktır, kovulmuştur" denilecektir.
Bu onlara helak, yok olma ve Allah'ın rahmetinden uzak kalma şeklinde yapılan bir bedduadır.
Hülâsa: Cenab-ı Hak Âd kavminin özelliklerini şu üç noktada topladı:
1- Hz. Hûd (a.s.)'un doğruluğuna delâlet eden mucizeleri ve her işinde hikmet sahibi olan yaratıcının varlığına delil olan varlıkların buna delil olmasını inkâr etmeleri.
2- Peygamberlerine isyan etmeleri. Kim bir peygambere isyan ederse bütün peygamberlere isyan etmiş olur:
"Allah'ın peygamberlerini birbirinden ayırd etmeyiz dediler." (Bakara, 2/285).
3- Bu kavmin başkanlarını körükörüne taklit etmeleri.
Bundan sonra Cenab-ı Hak dünya ve ahirette bunların kötü akıbetlerini anlattı. Bu da dünya ve ahirette lanete uğramalarıdır. Lanetin manası ise, Allah Tealâ'nın rahmetinden ve her çeşit hayırdan uzaklaştırılmalarıdır.
Daha sonra Cenab-ı Hak onların bu hallere düşmelerinin asıl sebebini şöyle beyan etti: "İyi bilin ki. Âd kavmi Rablerini inkâr ettiler." Yahut Rablerinin nimetini inkâr ettiler.
"Âd kavmi hem bu dünyada, hem de kıyamet gününde lanete uğramıştır." cümlesinden sonra "iyi bilin ki Ad kavmi Rablerini inkâr ettiler" ifadesinin manası bunu kuvvetlice tekit etmektir.
"Hûd (peygamberin) kavmi olan Âd kavmi" ifadesinin gelmesi, kavmin belirlenmesi ve "sütunlar sahibi" irem halkı olan diğer Ad kavminden ayırd etmek içindir. Bu ifade ile karışıklık giderilmiş olmakta yahut daha fazla tekit yapılmaktadır. [16]
Hz. Salih (A.S.) Kıssası
61- Semud kavmine de kardeşleri Salih'i peygamber olarak gönderdik. Allah'a ibadet edin. Sizin için O'ndan baeşka ilâh yoktur. O, sizi topraktan yarattı ve yeryüzünü imar etmenizi istedi. O halde Allah'tan mağfiret dileyin, sonra O'na tevbe edin. Muhakkak ki Rabbim çok yakındır. Duaları kabul edendir."
62- (Semud kavmi) "Ey Salih! Bundan önce aramızda istenilen bir kişi idin. Babalarımızın taptıklarına tapmamızı mı yasaklıyorsun? Doğrusu biz senin bizi davet ettiğin şeyden şüphe içindeyiz, ev kuşkuluyuz" dediler.
63- Salih şöyle dedi: "Ey Kavmim! Söyleyin bana Rabbim tarafından açık bir delilim varsa ve o bana kendinden bir rahmet vermişse, buna rağmen ben Allah'a karşı gelirsem, Allah'tan kim beni kurtarabilir? O zaman siz sadece benim zararımı ve hüsranımı artırmış olursunuz-
64-Ey Kavmim! İşte Allah'ın yarattığı dişi deve, sizin için bir mucizedir. O deveyi serbest bırakın, Allah'ın mülkü olan yeryüzünde otlasın. Ona bir kötülükte bulunmayın. Aksi takdirde sizi pek yakın bir azap yakalar.
65- Yine de onlar deveyi kestiler. Bunun üzerine Salih dedi ki: "Evlerinizde üç gün daha yaşayın. İşte bu gerçek bir tehdittir."
66- (Azap etme) Emrimiz gelince, Salih'i ve Onunla beraber iman edenleri tarafımızdan bir rahmetle, o günün perişanlığından kurtardık. Gerçekten Rabbin çok kuvvetlidir ve her şeye galiptir.
67- Nihayet zalimleri korkunç bir çığlık yakaladı. Böylece kendi yurtlarında yığılıp kaldılar.
68- Sanki yeryüzünde hiç yaşamamışlar gibi., (izleri silinip gitti). İyi bilin ki, Semud kavmi Rablerini inkâr ettiler. İyi bilin ki, Semud kavmi Allah'ın rahmetinden uzaktır.
Açıklaması
Ad kavminden sonra gelen ve Tebuk ile Medine arasında Hicr şehirlerinde oturan Semud kavmine kendi içlerinden, kabilelerinden bir adamı yani Salih (a.s.)'i peygamber olarak gönderdik. Salih (a.s.) de onlara yalnız Allah'a ibadet etmelerini emretti. Onlara tevhide delâlet eden iki delil gösterdi:
Birinci Delil "O sizi topraktan yarattı" ayetidir. Yani Yüce Allah sizi ilk defa topraktan yarattı. Zira o Ebul-Beşer (insanlığın babası), babanız Adem'i topraktan yaratmıştır. Toprak maddesi Hz. Adem'in yaratıldığı ilk maddedir. Sonra siz şu merhalelerden geçtiniz. Önce nutfe, sonra kan pıhtısı, sonra bir et parçası, ondan sonra da bir iskelet ve bu iskeletin giydirilmesi. Nutfenin aslı kandandır, kan ise gıdalardan meydana gelir, gıdalar da yerdeki bitkilerden veya yine bitkilerden meydana gelen etten elde edilir.
İkinci delil de "Yeryüzünü imar etmenizi istedi" ayetidir. Yani sizi yeryüzünü imar etmeye ve tarım, sanat, inşaat ve madencilikle yeryüzünden yararlanmaya memur kıldı. Yeryüzünün insan için faydalı imara müsait oluşu, insanın da buna muktedir oluşu, takdir edip hidayete erdiren, insana yol gösterici, aklı ve dünyadaki varlıkları emrine almak için bir takım vasıtaları bahşeden ve insana tasarrufta bulunma kudreti veren, her şeyinde hikmet sahibi olan muazzam bir yaratıcının varlığına açık bir delildir.
Allah kendisine ibadet edilmeye lâyık tek varlık olunca siz şirk ve isyan gibi geçmişteki günahlarınızı tamamen terk ederek gelecekte aynı günahları veya benzerlerini bir daha işlememeye azmetmek suretiyle O'na tevbe edin.
Muhakkak ki Rabbim rahmeti, ilmi ve işitmesiyle mahlûkatına çok yakındır, halisane yalvaran muhtaç kulunun duasına lütfuyla ve rahmetiyle icabet etmektedir.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Eğer kullarım beni senden sorarlarsa şüphesiz ki ben çok yakınım. Dua edenin duasına dua ettiğinde icabet ederim." (Bakara, 2/186).
Semud kavmi Salih (a.s.)'a bilgisizliklerine ve inatçılıklarına alâmet sayılan şu sözle cevap verdiler:
Ey Salih! Sen şu söylediklerini söylemeden önce senin aklını gayet üstün görüyorduk. Yahut sende gördüğümüz üstün akıl ve isabetli düşüncen sebebiyle senin bir başkan veya işlerimizde danışman olmanı ümit ediyorduk. Şu anda ümitlerimiz boşa çıktı, umudumuz kesildi.
Ka'b diyor ki: Onlar, başlarındaki kraldan sonra onun kral olacağını ümit ediyorlardı. Çünkü O, soylu ve servet sahibi biriydi.
İbni Abbas ise "O faziletli ve hayırlı bir kimse idi" demiştir.
Tercih edilecek görüş Cumhur'un naklettiği ve "Sen, büyüklerin yerini tutacak, başımıza idareci olacak, kendisine danışılan, kendisinden çok şeyler ümid edilen bir kişi idin" şeklinde tefsir edilen görüştür.
Semud kavmi daha sonra şu sözlerle onun davetinde hayrete düştüklerini ifade ettiler.
Sen babalarımızın, geçmişteki büyüklerimizin taptıkları gibi tapınmamızı mı yasaklıyorsun? Halbuki onlar bu çeşit tapınmayı, hiçbir kimse yadırgamadan nesilden nesile aktararak devam ettirdiler.
Doğrusu biz senin sadece Allah'a ibadette bulunmamız hususundaki davetini ve Allah'la aramızda bulunduğunuzu farzettiğimiz şefaatçi aracıları terk etmemiz gerektiği şeklindeki sözlerinin doğruluğundan çok şüphe ediyoruz. Bu, töhmet ve su-i zanna götüren bir şüphedir.
Şek ve şüphe, insanın olumlu veya olumsuz düşünce arasında kararsız kalmasıdır. Mürib (kuşkulu) ise kötü kanaatin hakim olduğu bir şüphedir.
Bu sözün maksadı körükörüne taklitçilik yoluna ve babalarına, atalarına uymanın vacip olduğu inancına sımsıkı sarılmaktır. Bu ifade Allah'ın Mekke kâfirlerinden naklettiği şu sözlerine ne kadar benzemektedir:
"Tanrılarımızı bırakıp tek bir ilâh mı kabul ediyor? Doğrusu bu, şaşılacak bir şey! dediler." (Sad, 38/5).
Salih (a.s.) da kavminin bu sözlerine ulvi prensiplerde ve peygamberlik yolunda sebatkâr olduğunu beyan eden şu sözleriyle cevap verdi:
Üzerinde bulunduğum apaçık delili terk ederek nasıl Allah'a karşı gelebilirim? Ben Allah'ın size gönderdiği şeyde bir delil, basiret ve yakin ilim sahibi isem ve Allah kendi tarafından bana vahyedilen şeyi tebliğ etme vazifesini ihtiva eden bir rahmet -yani peygamberlik- vermişse söyleyin bana ne yapabilirim?
Benim gerçekten peygamber olduğumu ve yakinen açık bir delil üzerinde bulunduğumu farz edin (çünkü onun muhatabı inkarcılar idi). Şöyle bir düşünün. Ben size tabi olursam ve Rabbimin emirlerinde O'na karşı gelirsem beni O'nun azabından kim kurtaracak? Size tabi olursam ve sizi hakka ve yalnız Allah'a ibadet etmeye davet etmeyi terk edersem bana hiçbir faydanız olmaz. Bu durumda Allah katındaki nimeti sizin yanınızdaki geçici nimetlerle değiştirmem sebebiyle sadece hüsranımı ve delâletimi artırmış olursunuz.
Peygamberlerin âdeti önce Allah'a kulluğa davet etmek sonra da peygamberlik davasını ortaya koymak olduğuna göre, Salih (a.s.) da, kavmi ondan bu sözünün doğruluğuna işaret eden bir mucize istedikleri için onlara "deve" mucizesini getirdi.
Rivayete göre Semud kavmi kendilerine ait bir bayram gününe çıktıklarında Hz. Salih (a.s.)'ten bir mucize getirmesini ve işaret ettikleri belirli bir taştan deve çıkarmasını istemişlerdi. Hz. Salih de Rabbine dua etmiş ve kavminin istedikleri gibi taştan deve çıkmıştı.
Salih (a.s.) onlara şöyle dedi: Bu benim doğruluğumu gösteren mucizedir. Yemesi, içmesi ve sütünün bolluğuyla diğer develerden ayrılan Allah'ın (mucize olarak yarattığı) devesidir.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "(Salih'e şunu vahyetmiştik): Biz onları imtihan etmek için dişi deveyi bir mucize olarak göndereceğiz. Sen şimdi onların yaptıklarını gözetle ve sabret. Onlara sırası gelenin nöbetinde hazır bulunması şeklinde suyun deve ile kendileri arasında taksim edildiğini ve nöbetleşe içeceklerini haber ver." (Kamer, 54/27-28). (Salih (a.s.) sözüne devam ederek dedi ki: O deveyi serbest bırakın. Siz onun beslenmesini üstlenmeksi-zin, o Allah'ın toprağındaki otlaklardan dilediği gibi yesin. Hangi çeşit olursa olsun ona kötülükte bulunmayın. Yoksa sizi üç gün gibi pek az bir müddet geçmeden acil bir azap yakalar.
Semud kavmi onun nasihatini dinlemediler. Onu yalanladılar ve deveyi kestiler. Deveyi onların emriyle Kadar b. Salif isimli kişi kesti.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştu: "Onlar (Semud kavmi) arkadaşlarından birini çağırdılar. O da kılıcını alıp deveyi kesti." (Kamer, 54/29).
Bunun üzerine Salih (a.s.) onlara şöyle dedi: Evinizde -yani yurdunuzda-üç gün daha yaşayın. İşte bu gerçek ve kesin bir vaaddir.
Sonra kendilerini tehdit ettiği azap meydana geldi. Azap ve helak etme emrimizin vakti gelince, ceza inip acı olay meydana gelip, yıldırım düşünce, biz Salih'i ve onunla beraber olan müminleri tarafımızdan bir rahmetle kurtardık. Onları şiddetli bir azaptan, o gün -helakin meydana geldiği gün, veya kıyamet günü- meydana gelen zillet ve perişanlıktan kurtardık.
"el-Hızy" rezalet derecesine varan büyük bir zillet halidir. Gerçekten Rab-bin çok kuvvetli ve muktedir, her şeye galiptir. Yerde veya gökte hiçbir şey O'nu aciz bırakamaz.
Nihayet onları azap çığlığı kapladı. Bu çığlık kalpleri sarsan, duyulduğunda canları alan, helak edici ve son derece şiddetli bir ses diye anlatılan müthiş bir gök gürültüsü idi. Derhal hepsi toptan canlarını vermişler ve yere atılan cansız cüsseler haline gelmişlerdi.
Sanki onlar küfürleri ve Rablerinin ayetlerini inkâr etmeleri sebebiyle süratle helak oldukları için dünyada hiç bulunmamış, kendi yurtlarında hiç oturmamış gibi helak olup gittiler.
îyi bilin ki onlar Rablerini inkâr ettiler ve O'nun şiddetli azabına müste-hak oldular. İyi bilin ki onlar Allah'ın rahmetinden uzaktırlar. Semud kavmine ve benzerlerine helak olma ve mahrumiyet vardır. [17]
Hz. İbrahim (A.S.) Kıssası
69- Şüphesiz ki elçilerimiz bir müjde ile İbrahim'e geldiler. Ona "selâm" dediler. İbrahim de "selâm" dedi. Hemen semiz bir buzağıyı getirdi.
70- Ellerinin ona uzanmadığını görünce, durumları hoşuna gitmedi ve onlardan dolayı içine korku düştü. Melekler "korkma! Biz Lût kavmine gönderildik" dediler.
72- İbrahim'in hanımı "Vay başıma gelenler! Ben bir kocakarı iken çocuk mu doğuracağım? İşte kocam! O da ihtiyar. Cidden bu, şaşılacak bir şeydir" dedi.
73- Melekler (İbrahim'in hanımına) "Allah'ın işine mi şaşıyorsun? Ey ev halkı! Allah'ın rahmeti ve bereketi üzerinizde-dir. Şüphesiz ki O, övgüye çok lâyıktır. İzzet ve şeref sahibidir" dediler.
74- İbrahim'in korkusu geçip, O'na müj- hakkmda bizimle ı mücadeleye başladı. çok yumuşak huylu, yüreği yanık ve Allah'a çok yönelen bir kimse idi.
76- (Melekler) "Ey İbrahim! Bundan (bu tutumundan) vazgeç. Çünkü (onların yok olmaları için) Rabbinin emri gelmiştir. Önlenemeyecek azap mutlaka onlara gelmektedir" (dediler).
Açıklaması
Allah'a yemin olsun ki, bizim elçilerimiz olan melekler -Cebrail, Mikail ve İsrafil (Atâ'dan ve tabiin alimlerinden bazılarına göre Cebrail ve başka yedi melek) evlat müjdelemek gibi bir müjde ile İbrahim (a.s.)'e geldiler.
Nitekim Cenab-ı Hak "Biz ona İshak'ı müjdeledik." (Hûd, 71) ve yine "Onu ileride büyük ilim sahibi olacak bir erkek çocuk ile müjdeledik." (Zariyat, 51/28) buyurmaktadır.
Bir başka görüşe göre Lût kavminin helaki ve Hz. Lût (a.s.)'un kurtuluşu ile müjdelendi.
Melekler Hz. İbrahim (a.s.)'e "selâmen aleyk" dediler. Hz. İbrahim (a.s.) de "selâmün aleyküm" diye cevap verdi. Bu cevap onların selâmlarından daha güzeldi. Çünkü "selâmen" yerine "selâmün" denilmesi (merfu halde kullanılması) ilm-i beyan alimlerinin zikrettikleri gibi değişmezliğe ve devamlılığa delâlet etmektedir.
Hz. İbrahim (a.s.) hiç beklemeden, hemen onlara ateşte, taş üzerinde kızartılmış bir buzağıyı ikram olarak getirdi.
"Hemen ailesine giderek semiz bir danayı kızartıp getirmiş, önlerine koymuş ve 'Yemez misiniz?" demişti."(Zariyat, 51/26).
Hz. İbrahim (a.s.) onların ellerinin yemeğe uzanmadığını görünce bunu yadırgamış ve onlardan dolayı içine korku ve titreme düşmüştü. Zira bunların beşer olmadıklarını, belki de azap melekleri olabileceklerini anlamıştı.
Melekler ona "Korkma! Biz sana bir kötülük düşünmüyoruz. Biz sadece Lût kavmini helak etmek için gönderildik" dediler. Lût kavminin yerleri Hz. İbrahim (a.s.)'in diyarına yakın idi.
Biz seni ileride büyük ilim sahibi olacak, neslini devam ettirecek, adını unutturmayacak İshak isminde bir erkek çocuk ile, onun ardından da zürriye-tinden İsrailoğulları peygamberlerinin geldiği Yakup (a.s.) ile müjdeliyoruz.
O sırada Hz. İbrahim (a.s.)'in hanımı perdenin arkasında ayaktaydı ve melekleri görüyordu. Yahut ayakta meleklere hizmet ediyordu. Korku gittiği ve güvenlik ortamı gerçekleştiği için sevinerek ve Lût kavminin çirkin fiilleri ve aşırı derece inkarcılık ve inatçılıkları yüzünden onları asla sevmediği için bu kavmin helak olacağına sevinerek güldü. İyas (çocuk olmasının kesilmesi) halinden sonra çocukla müjdelenerek mükâfatlandırıldı.
"Biz O'na İshak'ı müjdeledik." Yani biz ona İshak ismindeki çocuğu İs-hak'ın da Yakup isimli bir çocuğunun olacağını müjdeledik. Nitekim bir ayet-i kerimede de "Biz ona İshak'ı ve Yakub'u bağışladık." (Enam. 6 84» buyurulmaktadır.
Mücahid ve İkrime "güldü" kelimesini müjdenin gerçekleşmesi için, iyas (çocuk olmasının kesilmesi) halinde olduğu halde "hayız gördü" şeklinde tefsir etmişlerdir. Ancak bu tefsir cumhur alimlerin görüşüne muhalif olan garip bir tefsirdir.
Çünkü Hz. İbrahim (a.s)'in Hacer'den oğlu Hz. İsmail (a.s.) dünyaya gelince, diğer hanımı Sârre kendisinin de bir oğlu olmasını temenni etmişti. Yaşlılığı sebebiyle iyas haline girdiği halde peygamber olacak ve aynı zamanda peygamber babası olacak bir çocukla müjdelenince oğlunun oğlunu görmek onun için büyük bir müjde oldu.
Hz. İbrahim (a.s.)'in hanımı Sârre erkek çocukla müjdelendiği zaman şöyle demişti: Hayret doğrusu! Ben mi, bu yaşlı ve kısır halimle çocuk doğuracağım? Kocam da benzerlerinin de çocuğu olmadığı yaşlılık çağmdadır. Cidden bu haber şaşılacak bir şeydir, çok gariptir.
Melekler ona cevap verdiler: Allah'ın kaza ve kaderine nasıl şaşarsın? Yani Allah'ın ikinize İshak ismindeki o erkek çocuğu ikram etmesinde hiçbir gariplik yoktur. Çünkü kâinatta hiçbir şey Allah'ı aciz bırakamaz. O her şeye kadirdir. "Allah bir şeyin olmasını dilediği zaman O'nun emri sadece "ol" demektir. O da hemen oluverir." (Yasin, 36/82).
Melekler devam ettiler: Çünkü ey Peygamber ailesi efradı! Allah'ın geniş rahmeti ve bol bereketleri sizin üzerinizedir. Peygamberlik kıyamete kadar İbrahim (a.s.)'in neslinden miras olarak devam edip gidecektir. Şüphesiz ki Ce-nab-ı Hak bütün ayetleri ve efaliyle sena edilir, bütün övgülere lâyıktır. Sıfatları ve zatıyla yüceltilir, çok hayır ve ihsan sahibidir. O hamd ve sena edilen, izzet ve şeref sahibidir.
Bundan sonra Cenab-ı Hak İbrahim (a.s.)'in meleklerin yemek yememeleri sebebiyle meydana gelen korkusu geçip kendisini çocukla müjdelediklerini ve Lût kavminin helak olacağını haber verdiklerini ve bu gelenlerin Lût kavmi için gelen azap melekleri olduklarını öğrenince Hz. İbrahim (a.s.) Lût kavmine gönderilen Allah'ın elçileri olan bu meleklerle mücadele etmeye başladı. Onların mücadelesi Allah için idi. Zira onlar Allah'ın emriyle gelmişlerdi.
Çünkü İbrahim (a.s.) cidden yumuşak huylu, kendine kötülük edenden intikam almakta aceleci olmayan, yüreği yanık insanların başına gelen kötü ve acı olaylardan çok ah çeken ve bütün işlerinde Allah'a yönelen bir kişi idi. Yani kalbinin hassaslığı ve aşırı derecede merhametli oluşu Onu meleklerle mücadele etmeye sevketmişti.
Melekler İbrahim (a.s.)'e "Ey İbrahiml Lût kavmi hakkındaki bu mücadeleden vazgeç. Çünkü Rabbinin onlar hakkındaki azabı ve kazasının icra edilmesi emri gelmiştir. Hiç şüphe yok ki bu azap onlara gelecektir, ne mücadele, ne dua, ne şefaat ne de başka bir şeyle kesinlikle bu azabın önlenmesi ve buna engel olunması mümkün değildir.' dediler. [18]
Hz. Lût (A.S.) Kavmi Kıssası
77- Elçilerimiz Lût'a gelince bu durum hiç hoşuna gitmedi ve içi daraldı, ve 'İşte bugün zor bir gündür" dedi.
78- Bunun üzerine daha önce iğrenç davranışlarda bulunan Lût kavmi hemen koşup ona geldiler. (Misafirleri istiyorlardı). Lût onlara "Ey kavmim! İşte kızlarım. Bunlar sizin için daha temizdir. Allah'tan korkun. Misafirlerime karşı (onlara tecavüzde bulunarak) beni rezil etmeyin. İçinizde aklı başında bir kişi yok mu?" dedi.
79- Kavmi Lût'a "biliyorsun ki, bizim senin kızlarına ihtiyacımız yoktur. Sen bizim ne istediğimizi çok iyi biliyorsun" dediler.
80- Lût da onlara "Keşke benim size yetecek gücüm olsa (size engel olabilsem) veya sağlam bir köşeye sığınabilsem" dedi.
81- Melekler 'Ta Lût! Bizler Rabbinin elçileriyiz. Onlar asla sana ulaşamayacaklardır. Sen ailenle birlikte gecenin bir bölümünde yürü git. Hiçbiriniz arkasına dönüp bakmasın. Ancak hanımın hariç. Çünkü kavminin başına gelecek azap ona da gelecektir. Onların (helak olma) vakitleri bu sabahtır. Sabah da yakın değil mi?" dediler.
82- (Azap etme) emrimiz gelince yaşadıkları köylerin altını üstüne çevirdik. Üzerlerine kızgın taşları sağanak halinde yağdırdık.
83- Bu taşlar Rabbin tarafından işaretlenmişti. Bu (azap) zalimlerden (hiçbir zaman) uzak değildir.
Açıklaması
Elçilerimiz olan melekler Hz. İbrahim (a.s.)'e Lût kavminin bu gece helak olacağını bildirdikten sonra Allah tarafından bir imtihan vesilesi olarak gayet güzel yüzlü, yakışıklı, güzel bir fiziki yapıya sahip gençler olarak geldiklerinde Lut (a.s.) onların bu durumunu ve gelişlerini kötüye yormuş ve bu sebeple gönlü daralmıştı. Çünkü bunları gerçekten insan zannetmiş, kavminin pisliğinin onlara bulaşmasından korkmuş, kendisinin de kavmine karşı çıkmaya aciz olmasından dolayı "İşte bugün zor yani belâsı şiddetli bir gündür' demişti.
Hz. Lût (a.s.)'un hanımının bildirmesiyle misafirlerin geldiklerini duyan kavmi buna sevindikleri için fuhuş yapmak üzere hemen koşup Lût (a.s.)'a geldiler. Bu onlar için garip bir davranış değildi. Çünkü onlar bu misafirlerin gelişinden önce de bu çeşit günah işliyorlar, fuhşa irtikap ediyorlardı. Bu artık onların normal seciyyeleri haline gelmişti. Bunlar bu hallerinde azap gelinceye kadar devam etmişlerdi.
Nitekim Cenab-ı Hak onların bu durumu hakkında Hz. Lût (a.s.)'un sözünü nakletmişti. "Sizler hâlâ erkek erkeğe cinsi münasebette bulunacak, yol kesecek ve toplantı yerinizde edepsizce davranışlarda bulunacak mısınız?" (Anke-but, 29/29). Lût kavmi helak vakti gelinceye kadar bu fuhşu işlemeye devam ettiler.
Hx. L&fc (.a.s.) karovme. "îty kavmimi İşte. şu kıtları ırikâhlaym" demişti. Bu, ifadeden maksat kavminin kızları ve hanımlarıdır. Çünkü -İbni Abbas'ın dediği gibi- ümmeti için peygamber baba mertebesindedir. Hz. Lût (a.s.) onlara kendileri için dünya ve ahirette en faydalı olanı göstermişti. Nitekim bir başka ayette Hz. Lût (a.s.)'un kavmine şöyle dediği anlatılır.
"Rabbinizin size eş olarak yarattığı kadınları bırakıp da bütün âlemler içerisinde siz, erkeklerle temas eden kimseler mi oluyorsunuz? Doğrusu siz, haddi aşan bir kavimsiniz." (Şuara, 26/165-166).
Mücahid, Katade ve daha pek çok alim şöyle demişlerdir. Ayette geçen "kızlarım" tabirinden maksat Hz. Lût (a.s.)'un kendi kızları değil, ümmetinin kızlarıdır. Her peygamber ümmetinin babasıdır.
İbni Cüreyc diyor ki: Hz. Lût (a.s) onlara hanımları nikahlamalarını emretti. Onları zinaya teşvik etmedi.
Said b. Cübeyr diyor ki: Kavminin kızları Hz. Lût (a.s.)'un kızları sayılır. O da kavminin babasıdır. Hz. Lût, kendisine gelenlere şöyle seslenmişti: Allah'tan korkun. Size emrettiğim şekilde sadece nikâhlı hanımlarınıza yönelin.
Misafirlerimin huzurunda beni rezil rüsvay etmeyin, beni utandırmayın. Çünkü onları küçümsemek beni küçümsemektir.
Devamla, "Sizin içinizde emrettiğimiz şeylere yönelecek, yasak ettiğim şeyleri terk edecek, sizi en sağlam yola iletecek olgun, hikmetli, akıllı, hayırlı bir kişi yok mudur?" dedi.
Lût kavmi şöyle cevap verdiler: Sen bizim kadınlara ihtiyacımız olmadığını, onları arzulamadığımızı eskiden beri biliyorsun. Senin söylediğinde hiçbir fayda yoktur. Bizim sadece erkeklere karşı arzumuz vardır. Sen bizim bu arzumuzu biliyorsun. Bize bu konuda aynı şeyi tekrar etmekten fayda nedir? Bu ifadeden maksat onların bu arzularında kararlı olduklarını bildirmektir.
Bunun üzerine Hz. Lût kavmini tehdit ederek şöyle dedi: Sizinle çarpışacak bir kuvvete sahip olsaydım, size karşı bana destek verecek ve yardım edecek yakınlarım olsaydı, sizin kötülüğünüze engel olabilseydim sizinle savaşırdım, sizin arzu ettiğinize ulaşmanızı engellerdim.
Hz. Lût (a.s)'u endişeye sevkeden misafirlerine karşı rezil-rüsvay olma korkusundan sonra melekler ona kavminin azapla helak olacağını ve kendisinin kurtulacağını müjdeleyerek şöyle dediler:
"Ey Lut! Bizler seni kavminin şerrinden kurtarmak ve onları helak etmek için gönderilen Rabbinin elçileriyiz. Onlar sana veya misafirlerine asla hiçbir kötülük yapamayacaklardır."
O anda Allah onların gözlerini kör etti. Ne Lût'u, ne de yanındakileri göremez oldular. Nitekim Cenab-ı Hak bir başka surede şöyle buyuruyordu: "Şüphesiz onlar Lâftan misafirlerini kendilerine vermesini istemişlerdi. Biz de onların gözlerini silme kör ettik. Haydi azabımı ve uyarılarımı (dinlememenin cezasını) tadın, dedik." (Kamer, 54/37).
Melekler devamla şöyle dediler: Sen ailenle birlikte gecenin bir bölümünde yürü git. Yani geceleyin bu kasabadan çık. Bunun için kasabanın hudutlarını geçmen yeterlidir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Nihayet o kasabada bulunan müminleri çıkardık. Zaten biz orada bir tek ailenin dışında müslü-man bulamadık." (Zariyat, 51/35-36).
Hiçbiriniz sakın arkasına bakmasın. Zira ona azaptan bir şey isabet eder, yahut onlara şefkat besler. Emrolunduğunuz tarafa doğru yürüyün.
Ailenle birlikte git. Ancak hanımın hariç. Onu beraberine alma. Çünkü onlara isabet eden azap hanımına da isabet edecektir. Zira o kâfir ve hain idi.
Bundan sonra gece yürümenin sebebi zikredildi. Şüphesiz onların azabı ve azabının başlangıcı sabah fecrin doğuşundan güneşin doğuşuna kadar olan vakittir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurdu: "Onları şafak vakti korkunç bir çığlık yakaladı." (Hicr, 15/73).
"Sabah vakti yakın bir vakit değil mi?" Bu vaktin seçilmesinin sebebi hepsinin evlerinde bulundukları bir vakit oluşudur.
Rivayet edildiğine göre Melekler Hz. Lût (a.s.)'a "Onların yok olma vakitleri bu sabahtır" dediklerinde Hz. Lût (a.s.) "Beri bundan daha çabuk, hatta şu anda helak edilmelerini istiyorum" demiş, melekler de "sabah yakın değil mi?" demişlerdi. Müfessirler diyor ki: Hz. Lût (a.s.) bu sözü işitince ailesiyle birlikte geceleyin kasaba dışına çıkmıştı.
Fecir vakti olup da azap etme emrimizi yerine getirmek için kazamız icra edilince Sodom kasabasının altını üstüne çevirdik. Onları yerin dibine geçirdik. Üzerlerine, sertleşmiş çamurdan yapılmış taşlan peşpeşe sağanak halinde yağdırdık. Bu taşlar azap için işaretlenmiş, üzerlerinde Rabbin tarafından Onun hazinelerinde hususi alâmet konulmuştu.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Lût kavminin altı üstüne gelen memleketini yere gömen de O'dur. Onları o kuşatan azap kuşatmıştı." (Necm, 53/53-54).
Kim yere düşüp ölmemişse Allah onun üzerine kızgın taşlar (kuvvetli taşlaşmış çamur) yağdırmıştı.
Tefsir'de "emtarna" azap için "matarna" rahmet için kullanılır, denilmektedir.
Bundan sonra Cenab-ı Hak bütün zalimlere tehdit mahiyetinde bu kıssadan alınacak ders ve ibreti şöyle zikretti: "Bu azap zalimlerden hiçbir zaman uzak değildir." Bu azap veya bu azabın meydana geldiği kasaba, Mekke halkı gibi zulmetmekte onlara benzeyen kimselerden uzak değildir. Bundan maksat Cenab-ı Hak onlara da bu şekilde azap edebilir, demektir.
Enes b. Malik (r.a.) diyor ki: Rasulullah (s.a.) bu ayeti Cebrail'e sordu. O da "Yani senin ümmetinin zalimlerinden uzak değildir. Onlardan hiçbir zalim yoktur ki, bugün-yann üzerine düşecek taş ile azaba maruz olmasın" dedi.
Bu ifadede her zaman ve her yerde zalimler için alınacak ders ve ibret vardır. "Baîd" kelimesinin müzekker olarak gelmesi "uzak bir yer" manasına da kullanıldığı içindir.
Bu ayetin bir benzeri de şu ayettir: "Şüphesiz sizler sabah-akşam onların memleketlerinden geçiyorsunuz. Hiç düşünmez misiniz1?" (Sâffât, 37/137-138) Sizler sabah akşam yolculuk yaparken onların kasabasından geçiyorsunuz. Onlara inen bu belâyı hiç düşünmez, ibret almaz mısınız?.. [19]
Hz. Şuayb (A.S.) Kıssası
84- Medyen'e de (halkına da) kardeşleri Şuayb'ı peygamber olarak gönderdik. (Şuayb) şöyle dedi: "Ey kavmim! Allah'a kulluk edin. Sizin için O'ndan başka ilâh yoktur. Ölçü ve tartıyı eksik tutmayın. Ben sizi nimet içinde görüyorum. Sizin için çepeçevre kuşatacak bir günün azabından korkarım.
85- "Ey kavmim! Ölçü ve tartıyı adaletle ve tam olarak yapın. İnsanlara eşyalarını eksik olarak vermeyin. Yeryüzünde bozgunculuk, fesatçılık yapmayın."
86- "Eğer inançlı kimseler iseniz, Allah'ın sizin için geriye bıraktığı (kâr), sizin için daha hayırlıdır. Ben sizin üzerinizde bekçi değilim."
87- (Medyen kavmi) şöyle dediler: "Ey Şuayb! Atalarımızın taptığını bırakmamızı ve mallarımızda dilediğimiz şeyi yapmayı terk etmemizi sana namazın mı emrediyor? Hem de sen cidden yumuşak huylu, aklı başında bir adamsın."
88-Şuayb da şöyle dedi: Ey kavmim! Söyleyin bana. Benim Rabbim tarafından açık bir delilim varsa, ve o beni kendi nezdinden güzel bir rızıkla rızık-landırdıysa... (Ben O'na nasıl karşı gelebilirim?) Ben> sizlere yasak ettiğim, şeyleri kendim yapmak istemem. Sadece gücümün yettiği kadar ıslah etmeyi isterim. Benim muvaffak olmam ancak Allah'tandır. Sadece O'na güvendim ve sadece O'na yönelirim.
89- "Ey kavmim! Bana karşı gelmeniz, Nuh veya Hûd yahut Salih kavimlerinin başlarına gelenler gibi, size bir musibet getirmesin. Lût kavmi de sizden pek uzak değildir."
90- "Rabbinizden affınızı isteyin. O'na dönün. Şüphesiz ki Rabbim çok merhametlidir, çok sevendir."
91- (Bunun üzerine) kavmi şöyle dedi: "Ey Şuayb! Biz senin söylediklerinin çoğunu anlamıyoruz. Şüphesiz seni aramızda çok zayıf bir kimse olarak görüyoruz. Eğer kabilen olmasaydı, seni taşlayarak öldürürdük. Esasen sen bizim aramızda itibarı olan bir kişi de değilsin."
92- Şuayb dedi ki: "Ey kavmim! Size göre benim kabilem Allah'tan daha mı üstün ki, Allah'a sırt çeviriyorsunuz? Şüphesiz ki Rabbim, (yaptıklarınızı ilmiyle) kuşatmıştır."
93- "Ey kavmim! Olduğunuz yerde devam edin. Ben de amelime devam edeceğim. İleride rezil-rüsvay edici azabın kime geleceğini ve kimin yalancı olduğunu bileceksiniz. Bekleyin bakalım, . ben de sizinle beraber bekliyorum."
94- (Azap etme) emrimiz gelince Şu-ayb'ı ve onunla birlikte iman edenleri rahmetimizle kurtardık. Zalimleri ise korkunç bir çığlık yakaladı. Böylece yurtlarında yığılıp kaldılar.
95- Sanki orada hiç yaşamamışlar gibi... (izleri silinip gitti). İyi bilin ki daha önce Semud kavmi (Allah'ın rahmetinden) uzaklaştığı gibi, Medyen kavmi de öylece uzaklaştı.
Açıklaması
Yüce Allah'ı Medyen halkına aynı kabileden ve aralarında nesebi en şerefli olanlardan Şuayb'ı peygamber olarak göndermiştir. Şuayb kavmine şöyle dedi: Ey Kavmim! Sadece bir olan, ortağı olmayan Allah'a kulluk edin. Bu, imanın aslı olan tevhidi emretmektir.
Bundan sonra ölçü ve tartıyı eksik tutmaktan nehyederek şöyle dedi: Ölçü ve tartıda insanların haklarını eksik vermeyin. Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayet-i kerimede şöyle buyurmaktadır: "Ölçü ve tartıda hile yapanların vay haline! Onlar insanlardan bir şey alırken tam alırlar. Başkalarına bir şey ölçüp tartarken de eksik tutarlar." (Mutaffifin; 83/1-3).
Ben sizi nimet içinde görüyorum. Sizi insanların hakkında tamah etmek ve onların hakkıyla oynama alçaklığına düşmekten kurtaracak kadar servet, rızık bolluğu ve refah içinde görüyorum. Sizin için Allah Tealâ'nın haramlarını çiğnemeniz sebebiyle içinde bulunduğunuz nimetlerden mahrum olmanızdan ve hepinizi toptan kuşatıp geride hiçbir kimseyi bırakmayacak bir azaptan korkuyorum. Bu ya dünyadan toptan helak olma azabı yahut cehennemdeki ahiret azabıdır.
Ey kavmim! Ölçüyü ve tartıyı, alırken de verirken de adaletle ve tam olarak yapın.
Bu, ölçü ve tartıyı eksik tutmaktan sonra sadece hilekârlık yapmaktan kaçınmanın yeterli olmadığına, bilakis biraz fazlalıkla bile olsa tam almanın ve tam vermenin gerekli olduğuna işaret edip tekitte bulunmaktır.
Hz. Şuayb (a.s.) bundan sonra her şeyde noksanlık yapmayı yasaklayarak şöyle dedi: İnsanlara eşyalarını noksan olarak vermeyin. Yani insanların hakkında haddi aşmaktan, zulmetmekten sakının. Yeryüzünde din ve dünya menfaatlerinden hiçbir şeyde bozgunculuk yapmayın. Yol kesicilik yaparak fesat çıkarmayın. (Medyen kavmi yol kesicilik yapıyorlardı.)
"Lâ ta'sevu..." el-A'svü ifadesi dinî ve dünyevî, insan haklarına ait olsun-olmasm her çeşit noksanlığı ihtiva eder. Bundan sonra gelen "müfsidîn" kelimesinin manası ise bozgunculuk çıkarmak kasdıyla demektir. Dolayısıyla yanlışlık sonucu veya ıslah niyetiyle yapılan işlerde günah yoktur.
Ölçüyü ve tartıyı tam yaptıktan sonra geriye kalan helâl kazanç sizin için haramdan daha hayırlıdır. Daha çok bereketlidir, haram yoluyla aldığınız şeyin sonucundan daha güzeldir. Ancak mümin olmanız şartıyla... Çünkü geri kalan helâl kazancın hayırlı oluşu iman halinde gerçekleşir. Küfür ve inkâr durumunda hiçbir amelde hayır yoktur. Ayrıca iman itaate teşvik eder, götürür. Zira onlar mümin iseler, sevap ve cezayı kabul ediyorlarsa sevap kazanmaya ve azaptan kurtulmaya vesile olacak şeyleri elde etmeye çalışırlar. Bu da ölçü ve tartı esnasında haram olan pek az bir şeyi almaya çalışmalarından daha hayırlıdır.
Ben sizin amellerinizin bekçisi, kontrolcüsü değilim, sizi çirkinliklerden men edecek gücüm de yok. Ben sadece güvenilir bir nasihatçıyım. O halde Allah için kendi içinizden gelen arzu ile helâli ve farz olanı yapın. Bunu da insanlar görsün diye yapmayın. Benim üzerime düşen sadece apaçık bir tebliğdir. Sözlerin ve davranışların hesabı Allah'a aittir.
Cenab-ı Hak bundan sonra sadece Allah'a ibadet etmeyi emretmesi, ölçü ve tartıda hilekârlık veya eksiklik yapmalarını yasaklaması hususunda Med-yen halkının Hz. Şuayb (a.s.)'a verdikleri cevaplarını nakletti.
Birincisi: Allah'a ibadet etme hakkında idi. Şöyle demişlerdi: "Ey Şuayb! Senin namazın (özel ibadetlerin) sana atalann-babalann ibadeti olan putlara heykellere tapınmayı bırakmamızı mı emrediyor?" Çünkü Hz. Şuayb (a.s.) çok namaz kılan biri idi. Kavmi de bu sözlerini alay ve küçümseme edasıyla söylemişler, din ve iman konusunda körükörüne taklit metoduna sarıldıklarını ilân etmişlerdi. Bu ifadeleri, bugün ıslahçı bir din alimine "Senin ilmin veya hocalığın seni şu işlediğimiz âdetleri (yani bidatleri) terk etmeye mi sevkediyor?" denilmesi gibidir.
İkinci cevapları ise hilekârlığı terk etmek hususunda idi. Bu konuda şöyle demişlerdi: Senin namazın sana bizim mallarımızda dilediğimiz şekilde hareket etmemeyi mi emrediyor? Maksatları onların mallarında hür olduklarını, kendilerinin menfaati olan hususlarda diledikleri gibi tasarruf edebileceklerini, zekât vermeyip mallarını hiçbir şekilde hayır yolunda harcamayacaklarını, sadece çeşitli vesilelerle mallarını artıracaklarını beyan etmekti. O halde senin bize emrettiğin ölçü ve tartıda hilekârlığı ve sahtekârlığı bırakmak, az ve helâl malla kanaat etmek, az ve helâl malı değerlendirme ve çoğaltma siyasetine zıt idi. Bu da bizim ekonomik bağımsızlığımızı sınırlamaktan başka bir şey değildir, demek istiyorlardı.
Kısaca: Kavminin her iki hususta Hz. Şuayb (a.s.)'a verdikleri cevapları, onların körükörüne taklide sımsıkı sarılmak hatası ve sahibinin helâl-harama aldırış etmediği bir tamahkârlık içine düştüğünü göstermektedir.
Medyen kavmi bu alaylı tavırlarını "Hem de sen cidden çok yumuşak huylu, aklı başında bir adamsın" sözüyle tekit ettiler. Bununla onu, bu vasıfların tam zıddı olan bilgisizlikle aşırı gitmekle, düşüncelerinde ahmaklık, davranışlarında tutarsızlıkla suçlamak istediler, alay etmek için de aksini söylediler.
Hz. Şuayb (a.s.) da bunun üzerine küfür yanlılarının arzularını tek kelime ile kesti ve şöyle dedi: "Ey kavmim! Söyleyin bana. Ben davet ettiğim hususlarda Rabbim tarafından basiret ve tam bir yakın ilim üzerinde isem, size emrettiğim ve yasakladığım konularda açık bir delil, bir hüccet üzerinde isem ve Rabbim beni kendi nezdinden, peygamberlik ve hikmet gibi güzel nimetlerle, yahut hiçbir hilekârlık ve sahtekârlık yapmadan helâl, temiz, güzel rızıklarla rızık-landırmışsa... Söyleyin bana. Ben Rabbim tarafından yakinen gönderilmiş, doğru bildiğim bir yol üzerinde ve gerçekten peygamber isem, bu durumda size put ve heykellere tapmayı bırakmanızı, günahlardan elinizi çekmenizi emretmemem doğru olur mu? Halbuki peygamberler sadece bunun için gönderilmişlerdir". Bu sözün cevabı zikredilmiştir.
"Ben size bir şeyi yasaklayıp da kendim gizlice buna aykırı davrananam, bunu, sizden ayrı olduğum yerlerde gizlice yapamam." Bu ifadeden murad, Ben size bir şeyi yasaklamışsam onu kesinlikle yapmam. Bu prensibe sımsıkı bağlıyım" demektir.
Daha sonra asıl görevi bir defa daha tekit etti: "Sadece gücümün yettiği kadar vaaz ve nasihatlerimle iyiliği emretmek, kötülüğe engel olmak suretiyle ıslah etmeyi isterim. Bu hususta hiçbir gayreti de esirgemem." Burada kendisinin akıl ve hidayet hususunda gayet tutarlı olduğuna, onların olaylarında da tutarsız olduklarına ima vardır.
"Gerçekleştirmeyi istediğim hususlarda ve gerçeği bulmamda muvaffakiyetim ancak Allah'tandır. Bu O'nun hidayeti ve yardımıyladır. Ben bu davamı tebliğ için de olmak üzere- bütün işlerimde sadece Ona güvendim ve sadece Ona yönelirim, O'na iltica ederim." Bu ifadeler Hz. Şuayb'ın davet hususunda kavminin kötülük etmesinden korkmaksızın sebatkâr olduğu manasına gelmektedir.
"Ey kavmim! Benimle ihtilâfa düşmeniz, bana kızıp düşmanlık etmeniz sakın içinde bulunduğunuz küfür ve fesatta ısrar etmenize sebep olmasın. Aksi takdirde sizin başınıza da Nuh kavminin tufanda boğulması, Hûd kavminin şiddetli bir kasırga ile helak olması, Salih kavminin de bir sarsıntı ile yok olması gibi eski kavimlere isabet eden bir musibet gelebilir."
"Lût kavmine gelen azap ne zaman, ne de yer bakımından size uzak değildir. Daha öncekilerden ibret almazsanız onlardan ibret alın."
"Rabbinizden putlara tapmak, ölçü ve tartıyı eksik yapmak gibi geçmiş günahlardan dolayı Rabbinizden af dileyin. Sonra bundan sonraki kötü amellerinizde de Ona dönün. O'na itaate yönelin. Çünkü Rabbim kendine dönüp yönelen kimseye çok merhamet edicidir. O, tevbe edenleri sever, tevbe edenlere karşı çok merhametlidir ve sevgi doludur. Onlara sevenin sevdiğine yaptığı iyilikleri yapar." Bu ifadede de günahlardan tevbe ve istiğfar etmenin onları ortadan kaldıracağına, dünya ve ahiretin hayrına sebep olacağına delildir.
Bütün bu konuşmalar ve mücadeleler boşa çıkınca Medyen kavmi Hz. Şu-ayb (a.s.)'ı küçümsemeye, tehdit etmeye ve ona asılsız bir takım suçlamalar isnat etmeye, onu hiçe saymaya kalkıştılar.
Medyen kavmi şöyle diyorlardı: "Ey Şuayb! Biz senin sözlerinin çoğunu anlamıyoruz."
Halbuki Hz. Şuayb (a.s.) Süfyan es-Sevrî'nin dediği gibi "Peygamberlerin hatibi" idi.
"Sen güçsüz bir kimsesin. Senin fayda vermek yahut zarar vermek hususunda hiçbir gücün, kuvvetin, kudretin yoktur. Senin cemaatin ve kabilen olmasa, onların bizim üzerimizde şeref ve itibarı olmasa seni taşlayarak öldürürdük. Senin bizim yanımızda hiçbir itibarın ve değerin yoktur, hiçbir saygınlığın ve gönlümüzde hiçbir yerin yoktur."
Raht, üçle on arası kişiden oluşan gruptur. Rahtur-racül ise kişinin dayandığı, kuvvet aldığı yakınlarıdır. Ayetin manası şöyledir: "Senin bizim yanımızda itibarın olmayınca seni öldürmek ve sana eziyette bulunmak bizim için kolaydır."
Kavminin söyledikleri bütün bu sözler Hz. Şuayb (a.s.)'ın ortaya koyduğu delilleri çürütememektedir. Bilakis bu sözler açık delil ve hüccete saçma-sapan, bilgisizce karşılık vermektir.
Bunun üzerine Hz. Şuayb (a.s.) onların beyinsizliklerine karşı şu ihtarda bulundu: "Ey kavmim! Benim kabilem size göre Allah'tan daha mı üstün, daha mı değerli ki, siz beni kabilem için bırakıyorsunuz da Allah için bırakmıyorsunuz? Halbuki Allah Tealâ emrine uyulmaya daha lâyıktır. Siz Allah'tan yüz çevirdiniz, O'nu arkanıza attınız, Ona itaat etmiyor, hürmet ve ta'zimde bulunmuyorsunuz. O'nun cezası ve azabından korkmuyorsunuz. Şüphesiz ki benim Rabbimin ilmi amelinizi kuşatmıştır. O bütün durumlarınızı bilir. Hiçbir şey O'na gizli kalmaz. O sizi cezalandıracaktır." Bu bir uyarı, tehdit ve korkutma idi.
Hz. Şuayb (a.s.), kavminin davetini kabul edeceklerinden ümidini kesince onlara karşı kesin ve sert bir tavır koyarak şöyle dedi:
"Ey kavmim! Aynı yolunuzda devam edin. Bana yapabileceğiniz elinizden gelen bütün kötülükleri yapın. Ben de Allah'ın bana verdiği kudretle kendi yolumda, kendi metodumla gayret edeceğim. Siz küfür ve delâlet üzerine devam edin. Ben de davet ve Allah'ın kutretine güvenmek üzerine sebat edeceğim." Bu ifadeler de bir tehdit idi.
Dünya ve ahirette rezil, rüsvay edici azabın kime ineceğini, benim mi sizin mi yalancı olduğunuzu pek yakında bileceksiniz. Size söylediğim azabın meydana gelmesini bekleyin. Ben de sizinle beraber bekleyeceğim." Bu ifade onları oldukları gibi bıraktıktan sonra onlara açıkça azap tehdidir.
Nihayet onun doğru sözlü olduğunu teyit eden olay meydana geldi: Sonunda onlara azap etme şeklinde emrimiz gelip onlar hakkındaki hükmümüz icra edilince peygamberimiz Şuayb'ı ve onunla birlikte olan müminleri bizim onlara tahsis ettiğimiz hususi bir rahmetle kurtardık. Zulümleri sebebiyle zalimleri korkunç bir çığlık kapladı: Bu gökyüzünden gelen helak edici, sarsıcı, çok şiddetli bir ses şeklindeydi.
Bu durum A'raf süresinde "korkunç bir sarsıntı", Şuara suresinde de "bulutlu günün azabı" şeklinde anlatılmıştır. Halbuki hepsi aynı ümmetin azabını anlatmaktadır. İşte onlar, helak günü bütün bu azapların hepsini bir arada yaşamıştır. Sonunda hepsi asla kıpırdayamadan ölüler halinde yığılıp kaldılar.
Her surede, zikredilen günahlarına uygun değişik bir ifade kullanılmıştır. A'raf suresinde Hz. Şuayb (a.s.) ve onunla birlikte olanları kasabalarından çıkarmakla tehdit ettikleri konusu anlatıldı. Bundan dolayı orada "korkunç bir sarsıntı" olduğu zikredildi. Burada peygamberleriyle konuşurlarken (terbiyesizlikte) bulundukları ifade edildi. Bu sebeple onları "cansız yere seren korkunç bir çığlık" meydana geldiği bildirildi. Şuara suresinde ise üzerlerine gökten taşlar düşmesini istedikleri ve bundan dolayı bulutlu günün azabına yakalandıkları anlatıldı.
Sanki onlar memleketlerinde uzun müddet bolluk ve refah içinde oturmamışlar, sanki hiç yaşamamışlar gibi oldular; izleri silinip gitti.
İyi bilin ki Medyen halkı Allah'ın rahmetinden uzaklaşmış, helak olmuşlardır. Tıpkı kendilerinden önce Semud kavminin de Allah'ın rahmetinden mahrum kalıp helak oldukları gibi... Semud kavmi onların komşuları idi, yerleri yakın, küfür ve inkârda, yol kesmede onlara benzemekteydiler. Semud kavmi de Medyen halkı gibi Arap soyundan idiler. Azapları da aynı oldu: Bu, şiddetinden yeryüzünün sarsıldığı ve hepsinin derhal öldüğü son derece şiddetli, müthiş bir gökgürültüsü idi.
İbni Abbas diyor ki: Allah Tealâ Şuayb ve Salih kavimlerinden başka iki ümmete aynı azabı vermemiştir. Salih kavmine gelen korkunç çığlık alt taraftan, yani yerden gelmiştir. Şuayb kavmine gelen korkunç çığlık ise üstten yani gökyüzünden gelmiştir. [20]
Firavun Ve Kavmi İle Hz. Musa (A.S.)'In Kıssası
96- Şüphesiz ki biz Musa'yı mucizelerimizle ve apaçık bir kuvvetle peygamber olarak gönderdik.
97- Onu Firavun ve kavmine gönderdik.Fakat onlar Firavun'un emrine uydular. Oysa Firavun'un emri hiç de dürüst
98- Firavun kıyamet günü kavminin önü-ne düşecek ve onları ateşe götürecektir. Vardacak o yer ne kötü bir yerdir "- Onlar, hem bu dünyada hem de kıyamet gününde lanete uğramışlardır. Yapılan bu ikram ne kötü bir ikramdır!
Açıklaması
Yemin olsun ki, biz Musa'yı dokuz büyük mucize ile ve Allah'ın birliğine delâlet eden açık delâletler ile Kıptîlerin kralı Firavun ve kavmine peygamber olarak gönderdik. Bu mucizelerde apaçık bir kuvvetle yani gözle görülür olaylarla teyit edilen kesin delillerle peygamberliğinin doğruluğuna işaret edilmektedir.
Ayetlerden murad, "Tevrat ve içindeki şeriat ve hükümlerdir" denilmiştir. Yine bunlardan maksat apaçık dokuz büyük mucizedir. Bunlar da Hz. Musa'nın asası, nurlu beyaz eli, tufan, çekirge, bit, kurbağa yağması, kan ve meyvelerde ve canlarda noksanlıktır. Bazı alimler meyvelerde ve canlarda noksanlık yerine dağın gölge gibi oluşu ve denizin yarılmasını zikretmişlerdir.
Bütün bu ayetlerde Hz. Musa (a.s.)'nm peygamberliğinin doğruluğuna apaçık deliller vardır.
"Fakat kavmi Firavun'un emrine uydular. Yani Firavun'un etrafındakiler
Hz. Musa'yı inkâr edip İsrailoğullan'na, erkek çocukları öldürüp kız çocukları bırakmak şeklinde zulmetmeleri gibi delâlet ve azgınlıkta Firavun'un metodu, yolu ve usulüne tabi oldular.
Burada sadece "etrafındakiler"in zikredilmesinin sebebi onların önder, lider, danışman ve icra elemanları olması, başkalarının ise sadece onlara tabi olanlar durumunda bulunması sebebiyledir.
"Oysa Firavun'un emri hiç de dürüst değildi." Yani onun durumu, tasarrufları, metodu düzgün ve makul değildi. Onda olgunluk ve hidayet yoktu. Sadece bilgisizlik, sapıklık, inkarcılık, inatçılık, haksızlık ve bozgunculuk vardır.
Ahiretteki cezasına gelince: "Kıyamet günü kavminin önüne düşecek ve onları ateşe götürecektir." Yani Firavun kavminin büyüğü olarak kıyamet günü önlerine geçip onları cehenneme götürecek ve ateşe sokacaktır. Çünkü dünyada ona uydukları gibi, Firavun da onların önderleri olduğu için kıyamet gününde de önlerinde yürüyüp onları cehenneme sokacaktır. Onun cehennemde büyük azaptan bol bol nasibi vardır.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Firavn (gönderdiğimiz) peygambere isyan etti. Bunun üzerine biz de onu şiddetli bir azapla yakaladık." (Müz-zemmil, 73/16).
Bütün zalim önderler de aynı şekilde kıyamet günü büyük bir azaba uğratılacaklardır. Cenab-ı Hak bu konuda şöyle buyuruyor: "... Onların her birinin azabı kat kattır. Fakat siz bilemezsiniz." (A'raf, 7/38).
Yine Cenab-ı Hak kâfirlerin cehenneme girince şöyle diyeceklerini bildirmektedir: "Ey Rabbimiz! Onların azabını iki kat ver. Onları büyük bir lanete uğrat." (Ahzap, 33/68).
İmam Ahmed b. Hanbel'in Ebu Hureyre'den rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyuruyor: "İmru'l-Kays cahiliyye şairlerinin sancağını taşıyarak cehenneme girecektir."
Yine Kur'an-ı Kerim'de Firavun ailesinin adamlarının öldüklerinden itibaren sabah-akşam cehenneme arzedildikleri bildirilmektedir.
"... Firavun'un adamlarını ise kötü bir azap kuşatıverdi. O azap onların sabah akşam maruz kaldıkları ateştir. Kıyamet kopunca "Firavun'un taraftarlarını azapların en şiddetlisine sokun" denilecektir." (Gafir, 40/45-46).
"Varılacak o yer ne kötü bir yerdir!" Varıp girecekleri o cehennem denilen yer ne kötüdür! Zira suya giden, susuzluk hararetini söndürmek için suyun başına gider. Ateşe giden ise ateşin aleviyle daha fazla yanar, onun sıcağıyla kavrulur.
"Vird" kelimesi "vürud (varma)" manasında mastar olduğu gibi "vârid (varan) manasında ism-i fail de olabilir. "Mevrûd" ise varılacak su veya varılacak yer manasındadır.
"Onlar hem bu dünyada hem de kıyamet gününde lanete uğramışlardır." Yani Allah onları azaptan ayrı olarak dünyada kendilerinden sonra gelen ümmetler tarafından lanete uğratmıştır. Kıyamet günü de bütün mahşer halkı onlan lanetleyecektir. Onlar hor ve hakir bir durumdadırlar. Onlara dünya ve ahirette azaplarından başka iki lanet vardır.
Nitekim Cenab-ı Hak onlar hakkında şöyle buyuruyor: "Bu dünya hayatında biz onları lanete uğrattık. Kıyamet günü de onlar hor ve hakir kimselerden olacaklardır." (Kasas, 28/42).
Mücahid diyor ki: "Ahirette hem azaba hem de lanete uğrayacaklar, böylece iki defa lânetlik olacaklardır."
"Yapılan bu ikram ne kötü bir ikramdır." Yapılan bu yardım ne kötü bir yardımdır. Hem dünya hem de ahirette uğradıkları bu lanet ne kötü bir ikramdır. Lanetin ikram olarak isimlendirilmesi onlarla istihza etmek içindir.
İbni Abbas bu ayete "lanetten sonra lanete uğramak ne kötüdür!" diye mana vermiştir. [21]
Zalim Ümmetlerin Dünyadaki Hallerinden Alınacak İbretler
100- Sana anlattığımız bu kıssalar, bazı kasabaların kıssalarıdır. Bunların bir kısmı hâlâ ayaktadır. Bir kısmı ise biçilmiş ekin gibidir.
101- Biz onlara zulmetmedik. Fakat onlar kendi nefislerine zulmettiler. Sonra da Rabbinin emri geldiği zaman Allah'tan başka taptıkları ilâhlar onlara hiçbir fayda veremedi. O putlar sadece onların helakini artırdı.
102- Rabbinin zalim olan kasabaları yakaladığı zaman çarpması böyledir. Şüphesiz Rabbinin çarpması çok acıklı, çok şiddetlidir.
Açıklaması
Cenab-ı Hak peygamberleri ve peygamberlerle ümmetleri arasında geçen olayları, kâfirleri nasıl helak edip müminleri nasıl kurtardığını haber verdikten sonra şöyle buyurdu:
Ya Muhammed! Bu zikredilen haberler, insanlara bildirmen ve kıyamete kadar gelecek müminlerinden senden gelen bir tebliğ olarak okumaları için sana anlatılan ve daha önce helak edilen bazı kasabaların haberleridir.
"zâlike (şu)" kelimesi uzakta olan bir şeyi işaret etmek için kullanılır. Buradaki manası ise "daha önce zikredilen şu kıssalar" demektir. Ancak bu kıssalar uzak bir yerde değil, az önce geçmiştir. Bu kullanış tarzı "Şu kitapta hiçbir şüphe yoktur." (Bakara, 2/2) ayetine benzemektedir.
Bu kasabalardan bir kısmının hâlâ biçilmemiş ekin gibi ayakta kalan eserleri mevcuttur. Meselâ Hz. Salih kavmi gibi... Bir kısmının ise izi silinmiş, kaybolmuş ve tıpkı tamamen biçilmiş ekin tarlası gibi olmuştur. Meselâ, Lût kavminin köyleri gibi..
Biz günahsız yere onları helak etmek suretiyle zulmetmedik. Fakat onlar, peygamberlerimizi yalanlamak, onları inkâr etmek, şirk koşmak, yeryüzünde fesat çıkarmak ve sahte tanrılarının kendilerini korkulu, tehlikeli ve mahzurlu şeylere karşı korur diye güvenmeleri suretiyle kendi kendilerine zulmettiler. Sonra da bunların onlara hiçbir faydası dokunmadı. Allah'ın azabına engel olamadılar. Bilakis Allah'ı bırakıp da tapındıkları ve yalvardıkları putların onlara zararı dokundu. Onlara ne fayda verebildiler, ne de onları helak olmaktan kurtarabildiler.
"Yalvardıkları putlar" ifadesinde hazf vardır, yani "dünyada yalvardıkları, taptıkları putlar" demektir. 'Onlar kendilerine fazla bir şey kazandırmadı" ifadesinde de isim yerine zamir kullanılmış, muzaf hazfedilmiştir. Yani putlara tapınmaları kendilerine fazla bir şey kazandırmadı, demektir.
O putlar sadece onların hüsranını ve helakini artırmıştır. Çünkü onların helak edilmelerinin ve yok olmalarının sebebi bu tanrılara tabi olmalarıdır. Böylece hem dünyayı hem de ahireti kaybettiler.
İşte bu şekilde bir azap ile, peygamberlerimizi yalanlayan o zalim ümmetleri nasıl helak etmişsek onların benzerlerine de aynı şekilde davranacağız. Kasabaları çok şiddetli bir zulüm içindeyken onları kıskıvrak yakalayıp helak edeceğiz. Şüphesiz Rabbinin çarpması çok acıklıdır, ondan kurtulma ümidi yoktur.
Bu ifade bir uyandır ve zulmün kötü akıbetine dikkat çekmektedir. "O kasabalar zalimdir" ifadesinde muzaf hazfedilmiştir. Yani o kasabaların halkı zalimdir denilmektedir. Tıpkı "köye sor" cümlesinde olduğu gibi. Ayetin manası şöyledir: O'nun çarpması çok acıklı ve çok şiddetlidir. Yani şirk ehline vereceği ceza can yakıcı ve sert bir cezadır.
Buharî ve Müslim'in Sa/«Merinde Ebu Musa el-Eş'arî'den rivayet edildiğine göre Peygamberimiz Is.a.) şöy\e buyurmuştur. "Allah zalime müMet uerir. Onu yakaladığı zaman da asla bırakmaz." Rasulullah (s.a.) bundan sonra şu ayeti okudu: "Rabbinin zalim olan kasabaları yakaladığı zaman çarpması böyledir." (Hûd, 102). [22]
Kur'an Kıssalarında Yer Alan Ahiret Cezasından Alınacak İbretler
103- Şüphesiz ki, bunlarda ahiretin azabından korkan için ibret vardır. O (gün), insanların (tamamen bir araya) toplandıkları bir gündür. O gün herkesin hazır olacağı bir gündür.
104- Biz o günü ancak sayılı bir süreye kadar erteliyoruz.
105- O gün gelince hiçbir kimse O'nun izni olmadan konuşamaz. O gün insanların bir kısmı bedbaht, bir kısmı ise mesuttur.
106- Bedbahtlara gelince, onlar ateştedirler. Onlar orada ızdıraplı bir şekilde soluk alıp vereceklerdir.
107- Onlar, gökler ve yer durdukça ateşte kalacaklardır. Ancak Rabbinin dilemesi müstesnadır. Çünkü Rabbin dilediğini tam manasıyla yapandır.
108- Mesud olanlara gelince, onlar da cennettedirler. Gökler ve yer durdukça onlar ebedî olarak cennette kalacaklardır. Ancak Rabbinin dilemesi müstesnadır. (Bu, onlara Allah tarafından) hiç eksilmeyen bir nimettir.
109- Şunların taptıklarının batıl olduğundan hiç şüphe etme. Onlar da daha önceki atalarının taptığı gibi (putlara) tapmaktadırlar. Muhakkak biz onların da (azaptan) nasiplerini eksiksiz vereceğiz.
Açıklaması
Bu surede geçen, kâfirlerin helak olduğu ve müminlerin kurtulduğu konularını ihtiva eden bu kıssalar, bunlara iman edip zikredilen azaptan korkan kimse için, Allah'ın ahiretteki vaadinin doğruluğuna gayet açık bir delil ve kuvvetli bir hüccettir. Bundan dolayı dünyada küfür, zulüm ve isyandan çekinir. Çünkü peygamberlerin haber verdiği öldükten sonra dirilme ve amellerin karşılığının verilmesinin şüphesiz bir gerçek olduğunu, dünyada zalimlere azap verenin onlara ahirette de azap vermeye kadir olduğunu ve mücrimlere dünyada isabet eden azabın ahiret azabının sadece küçük bir örneği olduğunu gayet iyi bilmektedir.
Zemahşerî diyor ki: "Burada vardır" ifadesiyle Allah'ın zikrettiği, günahları sebebiyle helak olan ümmetlerin kıssalarına işaret edilmektedir. "Ayet" yani ahiret azabından korkan kimse için ibret vardır. Çünkü böyle bir kimse Allah'ın mücrimlere dünyada verdiği azaba ve bunun onlar için ahirette hazırladığı azaptan sadece bir örnek olduğuna bakar. Bunun büyüklüğünü ve şiddetini görünce bununla vaad edilen azabın büyüklüğü hususunda kanaat sahibi olmaya çalışır. Ve bu onun için bir ibret, bir öğüt ve daha fazla takva ve Allah korkusu içinde bulunması hususunda bir lütuf olur. Bu ayetin bir benzeri de "Bunda Allah'tan korkan için ibret vardır." (Naziat, 79/26) ayetidir.[23]
Bu gün, amellerinin hesabı görülmek ve buna göre karşılığı verilmek üzere ilk insandan sonuncusuna kadar bütün insanların toplandığı ahiret günüdür.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Biz hiç bir kimse bırakmadan bütün insanları bir araya toplayacağız." (Kehf, 18/47).
Bu gün "yevm-i meşhud "dur. Yani meleklerin de hazır olduğu, peygamberlerin de toplandığı insan, cin, kuşlar, vahşi hayvanlar ve diğer canlı mahlûka-tın topyekün mahşer yerine toplandığı ve zerre kadar zulmetmeyen, adil olan Rabbü'l-âleminin hüküm vereceği ve güzel amellere kat kat ecir vereceği bir gündür.
Mahlûkat hakkında tasarrufta bulunmak, isterse bu ümmetleri ve benzerlerini helak etmek gibi dünyada olsun, isterse ahirette olsun, bu ancak ümmetleri terbiye etmek için Allah'ın iradesi ve ihtiyarı ile olur. Yoksa "Tufan veya tufanda boğulmak, gök gürültüsü, yerin batması veya deprem gibi olaylar, ilâhî değil, tabii olaylardır" diyen maddecilerin iddia ettikleri gibi hakim kuvvet tabiat değildir.
Bu gibi kimselere verilecek en basit cevap bu cezaların peygamberlerin kavimlerini uyardıktan sonra meydana gelmesidir. Hatta kavimlerine belirli bir vakit bile tayin etmişlerdi.
Nitekim Hz. Salih (a.s.) "Evlerinizde üç gün daha yaşayın. Bu yalanlana-mayacak bir tehdittir." (Hûd, 65) ve Hz. Lût (a.s.) kavmi için "Onların yok olma vakitleri bu sabahtır." (Hûd, 81) demiştir.
Daha sonra Cenab-ı Hak kıyamet gününün ve azabının belirli bir müddete ertelendiğini bildirerek şöyle buyurdu: "Biz o günü ancak sayılı bir süreye kadar erteliyoruz." (Hûd, 104). Yani biz kıyamet gününün meydana gelişini bizim ilmimizde belirli bir müddetin bitmesine kadar erteliyoruz. Bundan fazla da olmaz, eksik de olmaz. Bu, dünyanın ömrüdür. Böylece insanlara amellerini ıslah etmeleri ve inançlarını düzeltmeleri için yeterli firsat verilmiştir.
Nitekim bir ayet-i kerimede "Rabbin çok mağfiret edicidir, rahmeti boldur. Eğer Allah, onları işledikleri yüzünden cezalandırmak isteseydi, hemen azabı indiriverirdi. Fakat onlar için vaad edilen bir zaman vardır ki, ondan kaçıp kurtulacak bir yer bulamayacaklardır." (Kehf, 18/58) buyurulmaktadır.
"O gün gelince.." Yani kıyamet günü gelince Allah'ın izni olmadan hiçbir kimse konuşamaz. Emir ve nehiy sahibi O'dur. O gün O'nun izni olmadan bir kimsenin bir söz söylemesi veya harekette bulunması imkânsızdır. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Cebrail ve meleklerin saf saf dizildikleri gün, Rahman olan Allah'ın izin verdiği ve doğru konuşan hariç O'nun huzurunda kimse konuşamaz." (Nebe, 78/38).
Bir başka ayet-i kerimede de şöyle geçmektedir: "O gün insanlar, kendilerini Allah'ın huzuruna davet edene (İsrafil'e) uyacaklar, kimse yan çizemeyecek-tir. Rahman olan Allah'ın azameti karşısında bütün sesler kısılacak, fısıltıdan başka hiçbir şey işitmeyeceksin." (Tâ-Hâ, 20/108).
"O gün insanların bir kısmı bedbaht, bir kısmı ise mesuttur." Yani mahşer günü insanların bir kısmı bedbaht, mutsuz, küfrü ve isyanı sebebiyle azaba uğramış kimselerdir. Diğer bir kısmı ise mesuttur, mutludur, imanı ve doğru yolda yürümesi sebebiyle cennetlerde nimet içindedir. Aynen Yüce Allah'ın bildirdiği gibi: "Bir grup cennette, diğer bir grup ise alevlerin içindedir." (Şûra, 42/7)
Kimin için şer murad edilmiş ve o da o kötü amelleri işlemişse o bedbaht kimseler arasındadır. Kimin için de hayır murad edilmiş ve o da hayırlı amelleri işlemişse o da saadet ehli arasındadır. Herkese yaratıldığı akibet kolaylaştırılır.
Tirmizî ve Hafız Ebu Ya'la Müsned'inde Hz. Ömer (r.a.)'in şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: "O gün insanların bir kısmı bedbaht, bir kısmı ise mesuttur." (Hûd, 105) ayeti nazil olduğu zaman Peygamberimiz (s.a.)'e sordum: 'Ya Rasulallah! Niçin çalışıyoruz? Bitmiş, sonucu kararlaştırılmış bir şey için mi, yoksa henüz bitmemiş bir şey için mi?" Peygamberimiz (s.a.) "Tamamen bitmiş bir şey için, ya Ömer! Kalemler yazdılar. Ancak herkese yaratıldığı akıbet kolaylaştırılır" dedi ve sonra da şu ayetleri okudu: "Kim Allah yolunda harcar ve O'ndan korkar ve en güzel olanı "İslâm inancını" tasdik ederse biz onu en kolay olana muvaffak kılacağz. Fakat kim de cimrilik eder ve Allah'a ihtiyacı olmadığını iddia eder ve en güzel olan "İslâm inancını" yalanlarsa, biz onu en zor olana sürükleriz." (Leyi, 92/5-10).
Bundan sonra Yüce Allah bedbahtların durumunu da, mesut olacakların durumunu da beyan etti. Birinci grup yani bedbaht olanlar batıl inançları ve kötü amelleri sebebiyle yerleşecekleri ve varacakları yer olan cehennemdedirler. Onlar endişe, keder ve gönül darlığından dolayı zorlukla nefes alıp vermektedirler.
İbni Kesir'in zikrettiği gibi içinde bulundukları azap ve işkence sebebiyle soluk almaları soluk verme, soluk vermeleri de soluk alma şeklinde bir ızdıra-ba dönüşmüştür. Halbuki normal olarak "zefir" soluk vermek, "şehîk" ise soluk almaktır. Yani cehennemdekiler ızdıraplı bir şekilde, süratle ve zorlukla soluk alıp vermektedirler.
Onlar orada devamlı olarak yer ve göklerin aynen kaldığı müddetçe kalacaklardır. Burada maksat ebedî kalacaklarının ve arada kesintisinin olmamasının temsil tarzında ifade edilmesidir. Arapların "Sebir dağı ayakta kaldığı müddetçe, yıldızlar parladığı müddetçe, kuşlar öttüğü müddetçe şöyle yapacağım veya yapmayacağım" tarzındaki ifadelerinde olduğu gibi.
Buradaki maksat ahiretteki yer ve gökyüzü manası da olabilir. Çünkü bunlar sonsuza kadar devam edecektir. Ahiretin gökyüzünün (yani mahlûkatın üstünde bulunan şeyin) ve yeryüzünün (yani onların üzerinde durdukları bir zeminin) bulunduğuna delil Cenab-ı Hakk'ın:
'Yaşadığınız yeryüzünün bir başka yeryüzüne, göklerin de başka (göklere) çevrileceği... o gün" (İbrahim, 14/48) ve "Onlar da "Bize verdiği vaadinde duran ve bizi bu yere varis kılan Allah'a hamd olsun. Cennette istediğimiz yeri yurt edinebiliyoruz. İyi amellerde bulunanların mükâfatı ne güzelmiş, derler." (Zümer, 39/74) ayetleridir.
Ayrıca ahiret halkını gölgesi altına alacak, üstlerinde şemsiye gibi duracak bir gökyüzü mutlaka olacaktır. İbni Abbas diyor ki: "Her cennetin yeri ve göğü vardır.
"Ancak Rabbinin dilemesi müstesnadır." Bu istisnadan maksat sabitliğe ve devamlılığa delâlet etmektir. Çünkü cennet ve cehennem ehlinin orada ebediyete kadar istisnasız kalacakları kesindir. Bundan maksat ise orada ebedî kalmanın Allah Tealâ'nın iradesiyle olacağının, dünya ve ahirette hiçbir şeyin ilâhî iradenin dışında olmayacağının beyan edilmesidir. Bu ayet aynen şu ayetlere benzemektedir:
"... Allah da (buyurucak ki:) "Sizin durağınız cehennemdir. Orada Allah'ın dilemesi müstesna ebedî kalacaksınız." Şüphesiz Rabbin Hakim'dir (Hüküm ve hikmet sahibidir), Alîm'dir (Her şeyi çok iyi bilendir)." (En'am, 6/128).
"De ki: Allah'ın dilediğinin dışında ben kendim için bir fayda elde etmeye ve bir zarar vermeye muktedir değilim." (Araf, 7/188).
"(Ey Muhammed) Sana Kur'an'ı biz okutacağız ve onu asla unutmayacaksın. Ancak Allah'ın dilediği müstesna..." (Ala, 87/6-7).
Bütün bu ayetlerde maksat hükümlerin sadece Allah'ın iradesiyle kayıtlı bulunduğunu bildirmektir, yoksa bu hükümlerin umumi olmadığını ifade etmek için değildir. Tercih edilen ve kuvvetli olan görüş de budur.
İbni Cerîr diyor ki: Arapların âdetlerinden biri de bir şeyin daimi olduğunu anlatmak istediklerinde "Bu yer ve gökler devam ettikçe devam edecektir" çekimdeki sözleridir. Yine şöyle derler: "Bu gece ile gündüz birbiri ardınca geldiği müddetçe baki kalacaktır."
Müfessir alimlerin bu konuda Kurtubî'nin zikrettiği gibi 11 görüşü var[24]
Zemahşeri diyor ki: Bu ifade cehennem azabında ve cennet nimetleri içinde ebedî kalmaktan istisnadır. Çünkü cehennemlikler sadece ateş azabında ebedî kalmayacaklardır. Bilakis zemherir (soğuk) ile ateş azabından onlara başka çeşitli azaplarla da azap edilirler. Bunların hepsinden daha şiddetlisi ise Allah'ın onlara gazap etmesi ve onları basite almasıdır. Cennetlikler de böyledir. Onların da cennetten başka ondan daha büyük bir nimet ve daha değerli bir lütuf vardır ki bu da Allah'ın rızasıdır. Cennetliklerin cennet sevabından başka Allah'ın kendilerine lütfettiği, mahiyetini sadece kendisinin bildiği nimetler vardır. İstisnadan murad edilen budur. Bunun delili de "kesilmeyen bir lütuf ayetidir.[25]
Yani Rabbin bu hazırlanan nizamı değiştirmeyi, buna ilâve etmeyi ve bundan eksiltme yapmayı dilemediği müddetçe, onlar cennet veya cehennemde ebedî kalacaklardır. Böylece maksat, her şeyin O'nun elinde ve O'nun tasarrufunda olduğunu göstermektir. Dilerse bunu aynen bırakır, dilerse böyle yapmaz.
Ebu Hayyan diyor ki: Görünen odur ki, "Ancak Rabbinin dilemesi müstesnadır" ayeti zamana delâlet eden "Gökler ve yer durdukça onlar ebedî olarak cennette kalacaklardır" ayetinden istisnadır. Ayetin manası şudur: Allah Te-alâ'nın dilediği zaman hariç, ne ateşte ne de cennette ebedî olurlar. Eğer bu istisna ateşte ve cennette olmaktan istisna ise, bu istisna edilen zaman, Allah'ın kıyamet günü mahlûkatı arasında hüküm verdiği zaman olabilir. Çünkü o zaman bedbaht ve mesut olanlar henüz cennet ve cehenneme girmemişlerdir.
Ancak buradaki istisna "ebedî olmak"tan istisna ise bunun cehennemliklere göre olması mümkündür. O durumda bu istisna edilen zaman cehennemde olan isyankâr müminlerin oradan çıkıp cennete girmeleridir. Bu durumda onlar ebedî cehennemde değildirler. Zira cehennemden çıkıp cennete girmişlerdir. Cennet ehline gelince, cehennemlikler hakkında meydana gelenler onlar hakkında meydana gelmez. Çünkü cehennemlik olup da cennete girecek ve orada ebedî kalacak kimse yoktur.[26]
"Çünkü Rabbin dilediğini tam manasıyla yapandır." Yani ilmine uygun ve hikmetinin gereği olarak dilediğini yapar. Cehennemliklere dilediği azabı verir.
Cennetliklere kesintisiz lütfuyla ihsanda bulunur.
Cenab-ı Hak bundan sonra ikinci grup olan mesut olanların cezasını zikretti: Mesut olanlara, saadet ehline gelince, onlar peygamberlere tabi olanlardır. Onların yeri cennettir. Orada yer ve gök durduğu müddetçe, Allah Tealâ'nın dilemesiyle, kesilmeyen ve mani olunmayan, sonsuza kadar uzanan lütuf içinde ebedî olarak kalacaklardır. "Onlar için orada arkası kesilmeyen bir mükâfat vardır." (İnşikak, 84/25).
İbni Kesir diyor ki: Buradaki istisnanın manası, onların içinde bulundukları nimetlerin bizzat vacip olan bir durum olmadığıdır. Bilakis bu, Allah Te-alâ'nın dilemesine havale edilmiştir. Onların üzerinde daima Onun minneti, lütuf ve ihsanı vardır. Bu sebeple nefes alma-verme imkânı verildiği gibi, teşbih (Sübhanallah) ve tahmid (Elhamdülillah demeleri) ilham olunur.[27]
Cehennemlik ve cennetliklerden herbirinin karşılığı Allah'ın dilemesiyle daimidir. Cehennemliklerin cehennemdeki azabı daimi bir surette Allah'ın dilemesine havale edilmiştir. Verilen bu ceza Allah'ın adaleti ve hikmeti gereği amellerine uygundur. Cennetliklerin cennetteki sevabı ise yaptıklarına karşılık olarak yine Allah'ın iradesine göredir.
Ancak Allah Tealâ her iki gruba ait ayetlerin sonunda farklı ifade kullanmıştır. Bedbahtların durumunu beyan eden ayetin sonunda "Rabbin dilediğini tam manasıyla yapandır." (Hûd, 107) denilmiştir. Bir başka surede aynı yerde "Allah yapdıklarından mesul değildir. Onlar ise mesuldürler." (Enbiya, 21/23) denilmiştir.
Mesut olanların durumu açıklandıktan sonra da kalplerini hoş tutmak ve müminlere verilen bu karşılığın Allah tarafından bir bağış olduğuna işaret etmek için "Bu onlara (Allah tarafından) hiç kesilmeyen bir lütuftur." (Hûd, 108).
Buharî, Müslim ve Nesai'nin Ebu Hureyre'den rivayet ettiği bir hadis-i şerifte peygamberimiz (s.a.) şöyle buyuruyor: "Sizden biriniz ameli karşılığı cennete kesinlikle giremez." Sahabe-i kiram "Sen de mi ya Rasulallah?" dediler. Efendimiz: "Evet ben de. Ancak Allah beni rahmetiyle kuşatmıştır" buyurdu.
Yine Buharî ve Müslim Sa/»Merinde şöyle bir hadis-i şerif yer almaktadır: "Kıyamet günü ölüm gayet güzel bir koç şeklinde getirilir. Cennet ile cehennem arasında kesilir. Sonra şöyle denilir: "Ey Cennet ehli! Ebedî kalın. Artık ölüm yok. Ey cehennem ehli! Ebedî kalın. Artık ölüm yok."
Yine sahih bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmaktadır: "Ey Cennet ehli! Artık devamlı yaşayacak hiç ölmeyeceksiniz. Devamlı genç kalacak hiç yaşlanmayacaksınız. Devamlı sıhhat içinde olacak, hiç hastalanmayacaksınız. Devamlı nimet içinde bulunup hiç ümitsizliğe düşmeyeceksiniz."
Cenab-ı Hak bedbaht ve mesut olanların durumlarını belirttikten sonra Peygamberimiz (s.a.)'in düşmanlarım daha önce helak edilen ümmetlere verdiği azap gibi azap vermekle korkuttu ve şöyle buyurdu: "Sakın şüphe etme."
Yani ey Muhammedi Eski kavimlere ait zikredilen hususları anladın, Allah kulları hakkındaki sünnetini de öğrendin. Bundan dolayı müşriklerin taptıkları şeylerin akibeti ve müşriklerin sonunun ne olacağı hususunda şüphe etme. Onların taptıklarının hepsi batıldır, bilgisizlik ve sapıklık eseridir. Azapları gerçektir, şüphe yoktur. Bu ifade Peygamberimiz (s.a.)'i teselli ve kavmini tehdit içindir.
Şüphesiz onlar da atalarının taptıkları gibi putlara, heykellere tapıyorlar. Onlar bilgisizlikte ataları gibidirler. Atalarını körükörüne taklit etmektedirler. Onların içinde bulundukları bu durum hakkında atalarına bilgisizce tabi olmaktan başka dayandıkları hiçbir hüccetleri de yoktur. Allah bu amellerine karşılık onlara tam manasıyla ceza verecek, onları hiç kimseyi azap etmediği gibi bir azapla cezalandıracaktır. Dünyadaki güzel amellerinin karşılığını Allah ahiretten önce dünyada tam olarak vermiştir. Dünyada ana-babaya itaat, akrabayı ziyaret, fakirlere yardım, hayır işlemek gibi bir takım iyilikler yapmışlarsa Allah bu amellerinin karşılığı olarak dünyada rızık genişliği, sağlık sevinç içerisinde olmak, başlarına gelecek bazı zararları def etmek gibi nimetler verir. Bu hemen kaybolan acil, fakat ilâhî adaletin gereği olan tam ve eksiksiz bir karşılıktır. Sakın hiçbir kimse bazı kâfirlerde gördüğü nimet ve dünya refahına aldanmasın. Onlara sadece dünya vardır. Ahiret nimetinden mahrumdurlar. Allah'ı inkâr etmeleri sebebiyle onlara ahirette sadece şiddetli bir azap vardır. [28]
Tevrat'ta İhtilaf Etmenin Akıbetinin Hatırlatılması
110- Şüphesiz ki biz Musa'ya Kitab'ı vermiştik. Onda ihtilâfa düştüler. Eğer Rabbinin (cezalarını kıyamete kadar erteleyeceğine dair) önceden vaadi olmasaydı onların aralarında hüküm derhal verilirdi. Doğrusu onlar onun hakkında şüphe içindedirler, kuşkuludurlar.
111- Elbette Rabbin bunlardan her-birine yaptıklarının karşılığını verecektir. Şüphesiz Allah onların yaptıklarından haberdardır.
Açıklaması
Yemin olsun ki, biz Musa'ya kitabı yani Tevrat'ı verdik. İsrailoğullan da zulmederek ve haddi tecavüz ederek, liderlik ve maddî menfaatlerde çekişerek bu Tevrat'ta ihtilâfa düştüler.
Allah'ın Kitabı insanların aynı metod etrafında toplanmaları için ve söz birliği olsun diye inmesine rağmen bir kısmı bu kitaba iman edip bir kısmı inkâr ettiler.
Ya Muhammed! Kavminin Kur'an hakkındaki ihtilafına aldırış etme. Senden önceki peygamberler de senin için örnek vardır. Onların, yalanlamalanyla telâşa kapılma.
Rabbinin, azabı belirli bir vakte erteleme suretiyle bir takdiri olmasaydı onlar hakkında diğer kavimlerde olduğu gibi isyankârları helak etmek ve müminleri kurtarmak suretiyle dünyada hüküm verilirdi.
Yalanlayanlar endişe ve kuşkuya düşürücü bir şüphe içindedirler. Daha isabetli görüşe göre "Onlar" ve "hakkında" kelimelerindeki zamir Hz. Musa (a.s.)'nın kavmine racidir. Zira onlar kitapta ihtilafa ve Tevrat'ta şüpheye düşenlerdir. Cenab-ı Hakk şöyle buyuruyor: "Onlardan sonra Kitab'a varis kılınanlar da muhakkak ki ondan şüphe ve tereddüt içindedirler." (Şûra, 42/14).
Kitab'a varis kılananlar Yahudi ve Hristiyanlardır. Gerçek Tevrat Babil-lilerin Süleyman heykelini yakması esnasında kaybolmuştur.
Buradaki zamir peygamberin muasırlarından O'nun hakkında ihtilâfa düşen kimselere racidir de denilmiştir.
İbni Atıyye "Bu lafzın hepsine şamil olduğu fikri bana göre daha güzeldir" demiştir.
Bu cümle Rasulullah (s.a.)'ı teselli etmek için zikredilmiştir.[29]
Mümin olsun kâfir olsun, Allah'ın Kitabı'nda ihtilâf edenlerden her birine Allah amellerinin karşılığını ve vaad olundukları hayır ve şerri tam olarak verecektir. Çünkü O bütün bu amellerden haberdardır. O'na bunlardan hiçbir şey gizli kalmaz.
Bu da yine Peygamberimiz (s.a.)'e teselli, kavmine tehdit ve onları azapla korkutmaktır. [30]
Allah Teala'nın Emirleri Üzerine İstikamet Yolunu Tutmak
112- Emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Seninle birlikte tevbe edenler de (böyle olsunlar). Haddi tecavüz etmeyin. Şüphesiz ki Allah yaptıklarınızı çok iyi görür.
113- Zalimlere asla meyletmeyin. Aksi takdirde cehennem ateşi size dokunur. Sizin Allah'tan başka dostunuz yoktur. Sonra yardım görmezsiniz.
Açıklaması
Ya Muhammedi Sen ve seninle birlikte iman edenler itikad, amel ve ahlâk hususunda ifrat ve tefrite düşmeden istikamet yoluna sarılın.
İstikamet Allah'ın zat ve sıfatlarında birliğini kabul etmeyi, cennet, cehennem, öldükten sonra dirilme, hesap ve ceza görme, melekler ve arş gibi gaybî hususlara iman etmeyi, Kur'an'ın ibadetler ve muameleler çerçevesinde emrettiklerine sarılmayı gerektirir.
Bu, yüksek bir derece olup, nefsiyle cihad eden, nefsi arzulan ve şehvetlerini tatminden vazgeçenler dışındaki kimseler için oldukça zordur.
Hz. Musa ve Hz. Harun (a.s.) da şu ayette "istikamet" ile emrolunmuştu: "İkinizin de duaları kabul edildi. O halde istikamet üzere (dosdoğru) olun. (Hakkı) bilmeyenlerin yoluna tabi olmayın." (Yunus, 10/89).
İstikametin mükâfatı ise meleklerin korku ve üzüntüden emin olmakla ve cennetle müjdelemek suretiyle onları tatmin etmeleridir:
"Rabbimiz Allah'tır deyip sonra istikamet üzerine (doğru yolda) devam edenlere melekler inerler ve şöyle derler: Korkmayın, üzülmeyin, vaad olunduğunuz cennetle müjdelenin." (Fussilet, 41/30).
Müslim'in rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Süfyan es-Sekafî isimli bir sahabinin:
- Ya Rasulallah! Bana İslâm'da öyle bir söz söyle ki, onu senden sonra hiç kimseye sormayayım, şeklindeki sorusuna Peygamberimiz (s.a.):
- Allah'a iman ettim de, sonra da istikamet üzerine (dosdoğru) ol, diye cevap vermiştir.
Rasulullah (s.a.)'a istikamet ile (dosdoğru olmakla) emredilmesi onun istikamet üzerine olmadığı manasına gelmez. Zira o bunun aksine son derece istikamet üzerine idi. Bu emirden maksat devamlılık ve bulunduğu hal üzere kalmaktır. Bu düşmanlara karşı zafer elde etmekte en büyük yardımcıdır. Rasulullah (s.a.) ve onunla birlikte olan müminlere istikamet üzerine olmakla emredilmesi onların istikamet üzerinde sabit olmaları içindir.
Bu ayette, şer'î naslara hiçbir tasarrufta bulunmaktan, hiçbir sapma olmadan, taklide düşmeden, fasit ve doğru olmayan bir görüşle amel etmeden it-tiba etmenin vacip olduğuna delil vardır. Kim selefin metodundan saparsa eğ-rilir ve dalâlete düşer. Cenab-ı Hakk'm buyurduğu gibi: "Dinlerini parça parça edip fırkalara ayrılanlardan olup her fırka kendilerine olanla övünüp durur." (Rum, 30/32).
İhtilâfın kalkmasının yolu Kur'an ve Sünnete dönüştür. Cenab-ı Hak buyuruyor ki: "... Aranızda herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düştüğünüz zaman onun hükmünü Allah'a ve Rasulüne havale edin." (Nisa, 4/59).
Allah Tealâ "istikamet" üzerine olmayı emrettikten sonra zıddı olan "tuğ-yan"dan yani Allah'ın koyduğu sınırlan tecavüz etmekten, haddi aşmaktan nehyetti. Çünkü tuğyan helake götüren kaygan bir yoldur. Cenab-ı Hak şöyle buyurdu: "Haddi tecavüz etmeyin."
Bundan sonra da muhalif davranmayı yasaklayarak şöyle buyurdu: "Şüphesiz ki O yaptıklarınızı çok iyi görür." Yani Yüce Allah kullarının amellerini görür, hiçbir şeyden gafil değildir, O'na hiçbir şey gizli kalmaz. O hepsinin karşılığını verir."
İstikamet üzere olmaya ve haddi tecavüz etmekten kaçınmaya davet Kur'an-ı Kerim'in sık sık tekrarladığı ana hedefidir. Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:
"Ey Muhammed! işte bunun için sen onları hakka davet et. Emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Müşriklerin heva ve heveslerine uyma. Onlara şöyle de: Ben Allah'ın indirdiği bütün kitaplara iman ettim. Aranızda adaleti hakim kılmakla emrolundum. Bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbiniz Allah'tır. Bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz sizedir. Benimle sizin aranızda (tartışılacak) bir mesele yoktur. Allah bizi bir araya getirecek (yüzleştirecektir), dönüş ancak O'nadir."(Şûra, 42/15).
Daha sonra Cenab-ı Hak zalimlere meyletmenin tehlikesine işaret ederek şöyle buyurdu: Zalimlere sevgi ile, yağcılık yaparak veya amellerinden razı olarak, onlardan yardım isteyerek, onlara güvenerek meyletmeyin. Aksi takdirde onlara meyletmeniz sebebiyle size cehennem ateşi dokunur. Zalimlere meyletmek de zulümdür. Allah'tan başka size faydası dokunacak, sizin azap görmenizi engelleyecek yardımcılar yoktur. Sonra Allah da size yardım etmez. Size bu hadisede yardım edecek kimse bulamazsınız. Çünkü Allah Tealâ zalimlere yardım etmez.
"Zalimlerin yardımcıları yoktur." (Bakara, 2/270).
"Zalimlerin hiçbir yardımcısı yoktur." (Hac, 22/71; Fatır, 35/37).
Ayet, zalimlere azıcık meyletmenin kötü akıbetine, normal olarak insanı zulme düşürdüğüne ve zalimlerin yaptıklarını ikrar etmeye, içinde bulundukları zulme razı olmaya, yollarını güzel görmeye, onların veya başkalarının yanında bu zulmü medhü sena etmeye ve dolayısıyla onların zalim amellerine ortak olmaya sebep olacak kaygan bir zemin olduğuna delâlet etmektedir.
Beyzavî diyor ki: Belki de bu ayet zulümden nehyetmek ve tehdit etmek hususunda tasavvur olunabilecek en beliğ ayettir.
Zulme meyletmek cehennem azabını gerektiriyorsa ya bizzat zalimin hali nasıl olur? [31]
Hz. Muhammed (S.A)'İn Namaz Ve Sabırla Emrolunması
114- (Ey Muhammedi) Gündüzün iki tarafında ve gecenin gündüze yakın zamanlarında namaz kıl. Şüphesiz iyilikler kötülükleri siler. Bu, Rablerini ananlar için bir öğüttür.
115- Sabret!. Çünkü Allah iyilik yapanların mükâfatını zayi etmez.
Açıklaması
Bu iki ayetin konusu, namaz ve sabır vesilesiyle Allah'ın yardımını istemektir. Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle buyurmaktadır: "Ey iman edenler! Sabır ve namazla yardım isteyin. Şüphesiz Allah sabredenlerle beraberdir." (Bakara, 2/153).
Namazla ilgili ayet namaz vakitlerinin tayini hakkındadır. Manası şudur: Namazı tam olarak rükünleri, şartları ve vasıfları kâmil olarak eda et. Namaz kul ile Rabbi arasındaki irtibat, nefsin temizlik vesilesi, Rabbin rızasına kavuşturucu, fuhşiyet ve münkerleri engelleyicidir.
"Gündüz iki tarafı" ifadesi üç vakti yani sabah, öğle ve ikindi namazlarını, "Gecenin gündüze yakın zamanları" ifadesi de akşam ve yatsı namazlarını içine almaktadır. Böylece bu ayet-i kerime bütün namaz vakitlerini ihtiva etmiş olmaktadır.
Namaz vakitleri diğer bazı ayetlerde de zikredilmiştir.
1- "Güneşin batıya kaymasından, gecenin karanlığına kadar geçen zaman içinde namazları kıl, sabah namazını da eda et. Doğrusu sabah namazında melekler hazır bulunmaktadır." (İsra, 17/78).
2- "O halde akşama girerken de, sabaha ererken de Allah'ı tenzih edin. Namaz kılın. Göklerde ve yerde hamd O'na mahsustur. Günün sonunda ve ve öğle vaktine girince Allah'ı tenzih edin, namaz kılın." (Rum, 30/17-18).
Sabah namazı "sabaha ererken", diğer namazlar da "akşam" tabiri altına girer. Çünkü bu tabir öğle ile akşam ve daha sonrasını içine almaktadır.
3- "... Güneş doğmadan önce ve batmadan önce Rabbine hamd ile teşbih edip ibadette bulun. Gecenin bir bölümünde ve gündüzün çeşitli vakitlerinde de Rabbini teşbih edip ibadette bulun ki, rızasına eresin." (Tâ-Hâ, 20/130). Teşbih namazla ve diğer şekillerle de olur.
Daha sonra Cenab-ı Hak namazın faydasını zikrederek "İyilikler kötülükleri siler" buyurdu. Yani hayır işleme ve salih ameller -ki beş vakit namaz da bunun içindedir- geçmiş günahlara ve küçük günahlara kefaret olur.
Nitekim İmam Ahmed ve Sünen sahipleri Hz. Ali (r.a.)'den şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Rasulullah (s.a.)'tan bir hadis duyduğum zaman Allah bana dilediği kadar bu hadisten istifade etmeyi nasip ederdi. Biri bana hadis rivayet ettiği zaman ondan yemin etmesini isterdim. Yemin ederse onu tasdik ederdim. Bana Ebubekir (r.a.) rivayet etti. Ebubekir (r.a.) doğru söyledi. Rasulullah (a.s.)'m şöyle buyurduğunu işitmişti: "Hiçbir müslüman yoktur ki, bir günah işlesin de abdest alıp iki rekât namaz kıldıktan sonra affolunmasın."
Buharî ve Müslim'in Sa/uMerinde Hz. Osman b. Affan (r.a.)'dan rivayet edildiğine göre Hz. Osman Rasulullah (s.a.)'ın abdesti gibi abdest almış ve şöyle demişti: Rasulullah (s.a.)'m aynen böyle abdest aldığını gördüm ve buyurdular ki: "Kim benim bu abdestim gibi abdest alır, iki rekât namaz kılarsa bu iki rekâtta içinden hiçbir şey geçirmezse geçmiş günahları affolunur."
Hasenat (iyilikler) bütün salih amellerdir. Hatta günahı terk etmek bile hasenata girer.
Seyyiat (kusurlar) ise küçük (sağair) günahlardır. Çünkü kebairi ancak tevbe örter. "Büyük günahlardan kaçarsanız kusurlarınızı örter, sizi güzel bir makama koyarız." (Nisa, 4/31). Ayrıca Müslim'in rivayet ettiği "Beş vakit namaz aralarındaki (küçük) günahlara kefarettir. Büyük günahlardan kaçınmak şartıyla..." hadis-i şerifi de buna delildir.
Sadık tevbenin şartlan ise dört tanedir:
1- Günahı tamamen terk etmek.
2- Günah işlediğine pişman olmak.
3- Gelecekte aynı günahı bir daha işlememeye azmetmek.
4- Günahın tesirini silmeye yardımcı olacak salih amel işlemek. Hakların hak sahiplerine verilmesi ve eziyet ettiği kimseden helâllik istemesi de buna girer.
"Bu, Rablerini anan kimseler için bir öğüttür." Yani güzel ameller işlemek ve istikamet üzere olmak, dinin sınırlarını aşmamak ve zalimlere meyletmemek şeklinde geçen bu nasihatler hadiseleri düşünen, tehlikelerini takdir eden, Allah'tan korkan ve bunlardan öğüt alacak kimseler için bir öğüttür.
"Sabret!" Yani itaat ve meşakkatlerine karşı sebat et, günah ve günaha teşvik edici şeylere karşı sabır göster. Haramlardan ve çirkin şeylerden uzak-laş. Zorluk ve musibetlere karşı sabret. Zira Allah iyi amel işleyenlerin, Allah'ın muradı ve kaderine sabredenlerin sevabını boşa çıkarmaz.
Bu, sabrın iyilik ve fazilet olduğuna delildir. [32]
Bazı Kasabaların Ve Geçmiş Bazı Kavimlerin Tamamen Helak Olmalarının Sebepleri
116- Sizden önceki ümmetlerin ileri gelenleri yeryüzünde fesadı önlemeli değilmiydiler? Ancak onların içinden kendilerini kurtardığımız pek az kişi mustesna- Zalimler ise kendilerine ver- j]en refahm peşine düştüler ve suçlu oldular-
117- Senin Rabbin, halkı ıslah edici olan kasabaları haksız yere helak edecek değildi.
118- Rabbin dileseydi, insanları tek bir ummet yapardı. Onlar da (bu halleriyle) durmadan ihtilâf etmektedirler.
119-Ancak Rabbinin rahmetine mazhar olan kimseler müstesnadır. Allah insan- ^arı kunun için yaratmıştır. Rabbinin "Şüphesiz ben cehennemi bütün insan ve cinlerle mutlaka dolduracağım" sözü tam manasıyla yerine gelmiştir.
Açıklaması
Zulümleri ve fesatları sebebiyle helak ettiğimiz önceki ümmetler ve kavimler, önceki nesiller içinde akıl, görüş ve basiret sahibi, hayırlı bir cemaat bulunup da aralarında meydana gelen serleri, münkeratı ve yeryüzündeki fesadı önlemeli değil miydi? Bu, kâfirleri bir çeşit azarlamadır.
Fakat onlardan pek azı vardır ki, bunlarda Allah Tealâ'nın gazabı ve ani azabı gelince Allah'ın kendilerini kurtardığı kimselerdir. Bunlar yeryüzünde fesadı nehyettiler.
Buradaki istisna munkatıdır, istisna-i muttasıl olması mümkün değildir. Aksi takdirde "kurtulanlardan pek az kısmı" ifadesinin muhatapları fesattan nehyetmeye teşvik edilmemiş olurlar.
Zalimler ise nefislerine tabi oldular. Bunlar çoğunluk olup kendilerine verilen nimet, izzet, mevki ve makam peşine düştüler. Mütraf, nimetin ve geçim rahatlığının şımarttığı kimsedir. Burada zulmedenlerden murad, mün-keri (haramları, kötülükleri) yasaklamayı terk eden kimselerdir. Bunların refahın peşine düşmeleri ise nefsani şehvetler, mal, zevkler, başkanlıklarla meşgul olmaları, içinde bulundukları günahlar ve münkerler üzerine devam etmeleri, içlerinden ıslah edici kimselerin yadırgamalarına aldırış etmemeleri ve dünya zevklerini ahirete tercih etmeleridir.
"Ve suçlu oldular." Yani zalim oldular. Allah nefsine zulmetmedikçe bir kasaba halkını helak etmemiştir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Biz onlara zulmetmedik, fakat onlar nefislerine zulmettiler." (Hûd, 101). Yine başka yerde şöyle buyuruyor: "Rabbin kullarına zulmedici değildir." (Fussilet, 41/46).
Bu ayette refahın israfın davetçisi olduğuna, israfın da fısk ve isyana, zulüm ve haktan sapmaya götürdüğüne işaret vardır. Bu, Cenab-ı Hakk'ın buyurduğu gibi devam edegelen bir âdettir:
"Biz, bir kasabayı yok etmeyi dilediğimizde, orada zevkine düşkün kimselere (hakka uymalarını) emrederiz. Fakat onlar dinlemeyip yoldan çıkarlar. Artık o kasaba yok olmayı hak eder. Biz de orayı yerle bir ederiz." (İsra, 17/16).
Yüce Allah bundan sonra ıslah edici kimseler hakkındaki adaletini ve sünnetini (ilâhî kanununu) beyan etmektedir.
Allah Tealâ zatını zulümden tenzih ederek ve ıslah edici kimselerin helak edilmesinin de zulümden dolayı olacağını bildirerek, "Halkı ıslah edici olan kasabaları zulmederek helak etmesi Allah Tealâ'nın şanından değildir" buyurmaktadır.
Zulüm, şirk manasındadır. Ayetin manası "Allah halkı aralarındaki muamelelerde, veya içtimai işlerinde ıslah edici olan, aralarında hakça muamele eden, şirk koşmalarının yanısıra başka bir fesat işlemeyen kasabaları sadece halkının şirk koşması sebebiyle helak etmez, demektedir. Yani sadece şirk ve küfrü benimsemeleri sebebiyle bir kavme tamamen helak olma azabı indirmez. Böyle br azabı ancak Şuayb kavmi, Hûd kavmi, Firavun kavmi ve Lût kavmine olduğu gibi muamelelerinde kötü bir tavır takındıkları, eziyet ve zulme baş vurdukları zaman indirir. Ümmetlerin küfürle birlikte ayakta kaldıkları halde zulümle yıkılmaları da bu manayı teyit etmektedir.
Bundan sonra Cenab-ı Hak insanları iman veya küfürde tek bir millet kılmaya kadir olduğunu bildererek şöyle buyurdu. "Rabbin dileseydi insanları tek bir ümmet yapardı."
Zemahşerî Mutezile mezhebinin görüşünü ifade ederek diyor ki: Yani onları tek bir millet olmaya zorlardı. Bu da İslâm milletidir. Cenab-ı Hak buyuruyor ki: "İşte sizin ümmetiniz budur, tek ümmettir." (Müminim, 23/52).
Mutezile mezhebi ayeti zorlama ve icbari dileme manasında almaktadırlar. Burada murad olunan mana şudur: Böyle bir zorlama yoktur, Allah insanları Hak Din üzerine zorlamamıştır. Fakat insanlara mükellefiyetin temel taşı olan seçme imkânım tanımıştır. Dolayısıyla insanların bir kısmı hakkı, diğer bir kısmı ise batılı tercih etmişler ve ihtilâfa düşmüşlerdir. Rabbinin rahmetine mazhar olan, yani Allah'ın hidayete erdirip kendilerine lütufta bulunduğu ve ihtilâfa düşmeden hak din üzerine ittifak eden kimseler hariç bunlar bu halleriyle durmadan ihtilâf etmektedirler.
Ehl-i sünnet ise şu görüştedir: Bu ayet, Allah Tealâ'nın bütün insanları tek dini kabul edecek şekilde yaratarak iman veya küfür yolu üzerinde kılmaya kadir olduğunu beyan etmek içindir.
Ancak "Rabbin dileseydi yeryüzünde olanların hepsi toptan iman ederdi." (Yunus, 10/99) ayetinde olduğu gibi Allah bunu dilememiştir. Kullarının, sadece hakka ve imana yönelme, dalâlet ve şirki bırakma hususunda bir tercih rolü olmasını dilemiştir.
"Ancak Rabbinin rahmetine mazhar olan kimseler müstesna" ayetindeki istisna, istisna-i munkatı'dır. Yani Ancak Rabbinin iman ve hidayetle lütfuna ve rahmetine mazhar olan kimseler hariçtir. Bunlar ihtilâfa düşmemişlerdir.
"Onlar durmadan ihtilâf etmektedirler. "Yani dinler, itikatlar, mezhep ve görüşlerde, bir görüşe göre hidayette veya rızık hususunda birbirini kandırarak ihtilaf etmektedirler. İbni Kesir diyor ki: Meşhur ve doğru olan görüş budur. "Ancak Rabbinin rahmetine mazhar olan kimseler müstesna." Yani dinde emrolunan şeylere sımsıkı sarılan peygamberlerin ümmetlerinden rahmete nail olanlar ihtilâfa düşmemişlerdir. Onların âdeti daima böyle olmuş, nihayet son peygamber gelmiştir. O'na tabi olanlar dünya ve ahiretin saadetini kazanmıştır. İşte fırka-i naciye (kurtuluşa eren cemaat) budur.
"Allah insanları bunun için yarattı." Zemahşerî Mutezilenin görüşünün temsilcisi olarak diyor ki: "Bu, birinci cümlenin delâlet ve imtina ettiği manaya işaret etmektedir. Yani, Allah, ihtilâf konusu olan ve zikredilen bu imkân verme ve tercih sebebiyle, hakkı tercih edeni güzel tercih yaptığı için mükâfatlandırmak, batılı tercih edeni kötü tercih yaptığı için cezalandırmak üzere insanı yaratmıştır. "[33]
Ehl-i sünnete göre ise Ebu Hayyan'm zikrettiği gibi buradaki "lâm" sebebiyet için değildir. Bu tahkik edilen görüşe göre sayruret (sonunda olacak manasında) lamıdır. Yani ihtilaf ve rahmet yaratılış sebebi değildir. Allah onları neticede onların durumu ihtilafa düşmek olsun diye yarattı.
Bunun benzeri şu ayettir: "Firavun ailesi ileride kendilerine düşman ve üzüntü sebebi olacak çocuğu bulup getirdiler." (Kasas, 28/8).
Bu mana "Ben insanları ve cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yarattım." (Zariyat, 51/56) ayetiyle çatışmaz. Çünkü bunun manası ibadeti emretmektir.[34]
"Bunun için" kelimesindeki "bu" Taberî'nin de tercih ettiği gibi İbni Ab-bas'ın görüşüne göre hem ihtilâf hem de rahmete işaret etmektedir. Mücahid ve Katade ise "bu" kelimesinin ""Rabbinin rahmetine mazhar olan kimseler müstesna" ayetinin ihtiva ettiği rahmete işaret etmektedir; "Onları yarattı" cümlesindeki zamirde Rahmete nail olan kimselere aittir" demektedirler.
Allah'ın kaza ve kaderinde tam ilmi ve kâmil hikmeti sebebiyle yarattıklarından bir kısmının cennete lâyık olduğu, bir kısmının ise cehenneme müstahak olduğu, insanlar ve cinler ile yani bunlar arasında Allah'ın peygamberlerine gönderdiği ayet ve hükümlerle hidayeti bulamayanlarla cehennemi dolduracağı şeklindeki sözü tam manasıyla yerine gelmiştir.
İbni Abbas diyor ki: Allah insanları iki grup halinde yarattı: Rahmete nail olup ihtilâfa düşmeyen grup, rahmete nail olmayıp ihtilâfa düşen grup. Aynen "İnsanlardan bir kısmı bedbaht, diğer kısmı ise mesuttur" ayeti gibi.
"Mine'l-cinneti" ifadesindeki "min" cinsi beyan eder. Yani insanların ve cinlerin cinsinden demektir. "Ecmaîn' ise tekit ifade eder.
Buharî ve Müslim'in Sa/ıtMerinde Ebu Hureyre'den rivayet edilen bir hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuşlardır:
"Cennet ile cehennem tartışma yaptılar. Cennet dedi ki: Bana ne oluyor ki, sadece insanların zayıfları ve basitleri bana geliyor. Cehennem dedi ki: Ben kibirliler ve zorbalara ayrıldım. Cenab-ı Hak cennete hitaben şöyle buyurdu: Sen benim rahmetimsin, ben seninle dilediğime rahmet ederim. Cehenneme ise şöyle buyurdu: Sen benim azabımsın. Seninle dilediğimden intikam alırım. İkinizden herbiriniz de doldurulacaktır. Cennete gelince, orada daima fazlalık olacak, nihayet Allah onun için bazı mahlûkat yaratacak, cennetin boş kalan bölümünü onlar dolduracaklar. Cehenneme gelince o daima "Daha fazla yok mu?" diyecek. Nihayet izzet sahibi olan Rabbül-âlemin oraya kademini koyacak. Cehennem "izzetine yemin olsun ki, yeter yeter" diyecekler. [35]
Peygamberlerin Kıssalarından Elde Edilecek Ameli Faydalar., İbadet Ve Allah'a Tevekkül Etmenin Emredilmesi
120- (Ey Muhammedi) Peygamberlerin haberlerinden sana anlattığımız her Şeyle» (senin) kalbini pekiştiririz. Bu haberlerde sana hak, müminlere ise bir öğüt ve hatırlatma gelmiştir.?
121- İman etmeyenlere şöyle de: "Olduğunuz yerde devam edin. Biz de (böylece) devam edeceğiz."
122-"Bekleyin, biz de bekleyeceğiz."
123- Göklerin ve yerin gaybını bilmek Allah'a aittir- Bütün ^ler (sonunda> O'na döner. O halde sadece Ona kulluk et. O'na güven. Rabbin (hiçbir zaman) yaptıklarınızdan gafil değildir.
Açıklaması
Senden önceki Rasullerin kavimleriyle yaptığı mücadele haberlerinden her haberi sana şu iki faide ile anlatıyoruz:
Birincisi: "Senin kalbini pekiştiriyoruz." Kalbini, risaleti eda etmesi, eziyetlere tahammül ve sabır göstermesi için takviye ediyoruz. Çünkü senden önceki peygamberler kavimleriyle mücadele ederlerken çok eziyetlere katlandılar, onların yalanlamalarına karşı sabrettiler. Allah da onlara yardım etti. Düşmanları olan kâfirleri rezil-rüsvay etti. Geçmiş peygamber kardeşlerinden senin için örnek vardır.
İkincisi: "Bu haberlerde sana işin hakikati, müminlere ise bir öğüt ve hatırlatma gelmiştir." Yani geçmiş peygamberlerin kıssalarını ihtiva eden bu surelerde yahut bu haberlerde ve bu ayetlerde gerçek olan, doğru olan, yakin olan nedir, sana açıkça beyan edilmiştir: Bu da Allah'ın birliği ve sadece kendisine kulluk edilmesi, öldükten sonra dirilmenin ispat edilmesi, takvanın ve güzel ahlâkın faziletidir.
Bu haberlerde kâfirleri ürkütecek ders ve ibretler, müminlere öğüt olacak nasihatlar vardır. Bu surede özellikle zikri bildirdi. Çünkü burada peygamberlerin, cennet ve cehennemin haberleri yer almaktadır.
Hak, tevhide, adalete ve peygamberliğe delâlet eden açık burhanlardır.
Mev'ıza (öğüt) dünyaya ve dünyadaki bedbahtlığa tamamen dayanmaktan, dünyayı ahirete ve ahiret saadetine tercih etmekten uzaklaştırmak için söylenen sözler.
Zikrâ (hatırlatma) ise devamlı kalacak salih amellere irşad etmektir. Bu uyarı, korkutma ve teşvikten sonra Allah Rasulüne şu emri verdi: (Ey Rasulüm!) Rabbinden sana gelene iman etmeyen kâfirlere tehdit ederek şöyle söyle: Bu yolunuzda, metodunuzda ve halinizde devam edin. Benim hakkımda gücünüzün yettiği her şeyi yapın. Nitekim Hz. Şuayb (a.s.) da kavmine böyle demişti. Biz de aynı yolumuzda ve metodumuzda gücümüzün yettiği kadar hayra davet yolunda gayret edeceğiz. Bizimle birlikte ya ölüm veya düşündüğünüz başka bir şekilde bizim sonumuzu bekleyin. Biz de sizin akıbetinizi, sizin emsalinize inen azabın ya Allah tarafından ya da müminlerin eliyle gelmesini bekleyeceğiz.
İbni Abbas (r.a.) diyor ki: Siz helak olmayı bekleyin. Biz de size gelecek azabı bekliyoruz.
"Olduğunuz yerde devam edin" tehdidi aynen Cenab-ı Hakkın İblise söylediği "Onlardan gücünün yettiklerini vesvesenle bana karşı tahrik edip yoldan çıkar..." (İsra, 17/64) ve "Artık kim isterse iman etsin, kim de isterse küfretsin." (Kehf, 18/29) ayeti gibidir.
Peygamberimizin işinin sonunu temenni etmek hususunu da Cenab-ı Hak müşriklerden nakletti: 'Yoksa onlar senin için "O bir şairdir. Onun zamanın felâketine uğramasını bekliyoruz" mu diyorlar?" (Tür, 52/30).
İki grubun da akıbetini beklemesinin bir benzeri de şu ayette yer almaktadır: "... Yakında o yurdun akıbetinin kimin olacağını gayet iyi bileceksiniz. Şüphesiz ki zalimler, kurtuluşa ermezler." (En'am, 6/135).
Sonra da Cenab-ı Hak bu sureyi bütün hayır isteklerini toparlayan yüce ve toparlayıcı bir netice ile bitirdi. Cenab-ı Hak şöyle Duyuruyordu:
Yüce Allah geçmişte, şu anda ve gelecekte göklerin ve yerin görünmeyen sırlarını en iyi bilendir. O'nun ilmi küllî ve cüzî, yok olanlara ve var olanlara, şu anda bulunanlara ve bulunmayanlara her şeye nüfuz eder. Hepsinin dönüşü, bütün mahlûkatın ve kâinatın sonu O'nadır. Çünkü o hepsinin kaynağıdır, hepsinin başlangıç noktasıdır. O'nun kudreti büyük, iradesi tesirlidir, kullarını kahredicidir. Herkesi hesap gününde küçük-büyük ameliyle hesaba çekecektir.
Allah bütün bu zikredilen sıfatlarla muttasıf olduğuna göre o halde sen ve seninle beraber olan müminler sadece Ona kulluk edin. Her işinde O'na hakkıyla tevekkül et, gücünün yettiği ve yetmediği hususlarda O'na tam manasıyla güven. Kim O'na tevekkül ederse O ona yeter. Rabbin yaptıklarınızdan gafil değildir. Yani yalanlayanların ve tasdik edenlerin hiçbir şey yaptığı, şu andaki durumları, ağızlarından çıkan sözleri Ona gizli değildir. O onlara dünya ve ahirette bu amellerinin karşılığını verecektir. Sana ve cemaatine her iki dünyada yardım edecektir. Sen onlara hiç aldırış etme.
İmam Ahmed, Tirmizî ve İbni Mace Peygamberimiz (s.a.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmektedirler: "Akıllı kimse nefsini bilen, ölümden sonrası için amel işleyendir. Aciz kimse nefsinin arzularına tabi kılan, Allah'tan birtakım temennilerde bulunan kimsedir." [36]
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/267-270.
[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/272.
[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/274-276.
[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/280-282.
[5] Bu ikinci hitap birinci hitabın devamı sayılabilir. (Çeviren).
[6] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/286-288.
[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/290-291.
[8] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/294-295.
[9] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/298-300.
[10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/305-306.
[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/306-308.
[12] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/311-312.
[13] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/316-318.
[14] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/323-326.
[15] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/330-331.
[16] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/337-341.
[17] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/346-348.
[18] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/352-354.
[19] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/360-362.
[20] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/371-375.
[21] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/381-383.
[22] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/385-386.
[23] Zemahşerî, 11/115.
[24] Kurtubî, Di/88; Razî, XVIII/ 65.
[25] Zemahşeri, 11/116.
[26] el-Bahru'l-Muhit, V/263.
[27] İbni Kesir, 11/460.
[28] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/391-396.
[29] Ebu Hayyan, el-Bahrü'l-Muhit, V/266.
[30] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/403-404.
[31] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/407-409.
[32] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/412-414.
[33] Zemahşerî, 11-120.
[34] a.e., a.y.
[35] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/418-420.
[36] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/424-426.
Kur'an'ın Muhkem Olması Ve Allah'a Kulluğa, O'na Yönelmeye Ve Öldükten Sonra Dirilmeye İmana Davet Etmesi
1- Elif, Lâm, Ra. Bu (Kur'an) Hakim (hüküm ve hikmet sahibi) ve Habîr (her şeyden haberdar olan Allah) tarafından ayetleri muhkem olan (hükmü baki kılınmış olan) ve sonra geniş olarak açıklanmış bir kitaptır.
2- Ta ki, Allah'tan başkasına ibadet et-meyesiniz. Şüphesiz ki ben Allah tarafından sizin için bir uyarıcı ve müjdele-yiciyim.
3- Rabbinizden af dileyin, sonra O'na tevbe edin ki sizi belirlenen vade gelinceye kadar güzelce yaşatsın ve her fazilet sahibine faziletinin mükâfatını versin. Eğer yüz çevirirseniz, şüphesiz ki ben sizin için o büyük günün azabından korkarım.
4- Dönüşünüz yalnız Allah'adır. O her şeye kadirdir.
Açıklaması
Bu ayetlerin konusu dinin esaslarının belirtilmesidir. Bu esaslar, Kur'an'ın muhkem oluşu ve her şeyi geniş bir şekilde açıklaması, Allah'a kulluğa, tevhide ve Ona yönelmeye davet edilmesi, öldükten sonra dirilme ve ahiret aleminde amellerin karşılığının verileceğine iman edilmesidir.
Bu ayetlerin geniş manası şu şekildedir: Bu hem lafız, hem mana yönünden muntazam, hiçbir noksanlığı bulunmayan, hem şekil hem de mana yönünden kâmil olan, şanlı ve değerli bir kitaptır. Çünkü bu kitap sözleri ve hükümlerinde hikmet sahibi olan, kulların ihtiyaçlarından ve her şeyin neticesinden haberdar olan Allah tarafından gönderilmiştir.
Bu surede diğer surelerde olduğu gibi itikat hakikatlerini beyan etmek ve kâfirlerin batıl inançlarını çürütmek, hayat için en münasip şer'î hükümleri açıklamak ve kıssalar vasıtasıyla en sağlam metodları, faziletleri ve öğütleri beyan etmek, huy ve ahlâkın en değerlilerine uyarıda bulunmak üslûbu benimsenmiştir.
Ta ki, Allah'tan başkasına ibadet etmeyesiniz. Yani bu muazzam kitap Allah'tan başkasına ibadet etmemeniz ve Ona hiçbir şeyi şirk koşmamanız için nazil olmuştur. Yahut bu muazzam ve mufassal kitap eşi ve ortağı bulunmayan, tek olan Allah'a ibadet için yahut Allah'tan başka hiçbir şeye ibadet etmemeniz için nazil olmuştur.
"Biz senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki ona, "Benden başka ilâh yoktur. O halde ancak bana ibadet edin" diye vahyetmiş olmayalım." (Enbiya, 21/25).
"Şüphesiz ki her ümmete 'Yalnız Allah'a ibadet edin. Tağuttan kaçının diyen bir peygamber gönderdik." (Nahl, 16/36).
"Ben Allah tarafından sizin için uyarıcı ve müjdeleyiciyim." Yani insanlara de ki: Ben size Allah tarafından gönderildim. O'na muhalefet ederseniz azapla sizi uyarıcıyım. O'na itaat ederseniz sevapla müjdeleyiciyim.
Sahih hadiste rivayet edildiğine göre Rasulullah (s.a.) Safaya çıkmış ve Kureyş'in en yakın kabilelerini çağırmıştı. Hepsi toplandı. Peygamberimiz (s.a.):
- "Ey Kureyş topluluğu! Size yarın sabah düşman süvarilerinin geleceğini haber versem, beni tasdik edersiniz, değil mi?" diye sordu. Kureyş'liler:
- "Biz senin yalan söylediğini duymadık" dediler. Peygamberimiz (s.a.):
- "Şüphesiz ki ben sizi şiddetli bir azapla uyarıcıyım" dedi.
Bu ifade, Rasulullah (s.a.)'m görev ve vazifesini beyan etmektedir. Bu vazife de kendisine isyan edenleri cehennem ile uyarmak, kendisine itaat edenleri de cennetle müjdelemektir.
"Rabbinizden af dileyin." Yani size geçmiş günahlardan istiğfar etmenizi, şirk, küfür ve günahlardan af dilemenizi, geçmiş günahlardan pişmanlık duymak, gelecekte bir daha aynı günahlara dönmemeye azmetmek ve bunda devam etmek suretiyle bu günahlardan dolayı Allah'a tevbe etmenizi emrederim. Eğer istiğfar edip günahlardan tevbe ederseniz, Allah sizi dünyada güzelce yaşatır. Yani dünyada güzel bir yaşayış, bol rızık ve peşpeşe nimetlerle hoşa giden güzel faydalı şeylerle ondan istifade etmenizi, belirlenen vade gelinceye, canınızı alıncaya kadar bir müddet daha uzatsın. Nitekim bir ayet-i kerimede "Onu güzel bir hayat içinde yaşatacağız." (Nahl, 16/97) buyrulmaktadır.
"İstiğfar" ile "tevbe"nin bir arada zikredilmesinin sebebi, tevbe edilmedikçe istiğfarın Allah tarafından kabul edilme imkânı olmadığına delâlet etmek içindir.
İstiğfar bizzat istenen bir taat şeklidir. Tevbe ise istiğfarı tamamlayan unsurlardan olduğu için istenmektedir. Bu iki tabirin (istiğfar ile tevbenin) birbirlerinden ayrı olduğu esasına göre durum böyledir. Çünkü istiğfar mağfireti -günahların örtülmesini kapanmasını affedilmesini- istemektir. Tevbe ise günahlardan tamamen sıyrılmak, geçmişte işlenilen günahlardan dolayı pişmanlık duymak, bu günahlara bir daha dönmemeye, bir daha işlememeye azmetmek demektir. Bu duruma göre ayetin manası "Şirkten tevbe edin, sonra Allah'a itaatle yönelin" şeklindedir.
İstiğfar ile tevbeyi aynı manada kabul edenler "Sonra tevbe edin" ifadesini 'Tevbeyi ihlâsla yapın. Tevbeye ibadet ve taatle istikamet üzerine devam edin." manasında almışlardır.
"... Ve her fazilet sahibine faziletinin mükâfatını versin." Yani ahirette amelinde fazilet bulunan herkese bunun mükâfatım verir, onu eksiltmez.
Dünyada güzel bir yaşayış ve ahirette sevap vermek iki mükâfatı bir arada vermektir. Ancak dünya mükâfatı geçici ve sınırlıdır. Ahiret mükâfatı ise daimidir, mutlaktır, başka bir şeyle kayıtlı değildir.
Bu ayette dünya ve ahiret hayırlarının tamamının ancak Allah Tealâ'dan geldiğine ve sadece O'nun yaratması, meydana getirmesi ve bağışlamasıyla olduğuna işaret edilmektedir. Yine bu ayette dünyadaki nimetlerin tek tek her ferde değil, bütün insanlara toptan verildiğine, ahiretteki mükâfatın ise her ferde hususi olarak verildiğine işaret edilmektedir.
Kur'an'm üslûp ve âdeti şudur: Önce bir hususu ve teşvik için onun faydasını zikreder, sonra da korkutma, tehdit ve nefret ettirmek için o hususun zıd-dını zikreder.
Bundan dolayı Cenab-ı Hak şöyle buyurdu: Eğer sizi davet ettiğim sadece Allah'a kulluk edip O'nun eşi-ortağı bulunmadığı inancından yüz çevirirseniz ben sizin için o büyük günün -kıyamet gününün- azabından korkarım.
Kıyamet günü, o gün meydana gelen büyük, ağır, şiddetli ve acıklı şeklinde tavsif edildiği gibi, burada da o gün meydana gelecek korkunç ve dehşetli olaylar sebebiyle "Büyük Gün" diye tavsif edilmiştir.
Cenab-ı Hak bundan sonra "Onların dönüşleri her şeye kadir olan Allah'adır, azap ve sevap Ondandır" diyerek o büyük günün azabını beyan etti. Yani kıyamet günü onların dönüşleri kendi dostlarına dilediği şekilde ihsanda bulunmaya ve düşmanlarından intikam almaya o günde mahlûkatı yeniden yaratmaya kadir olan Allah'adır.
"Dönüşünüz yalnız Allah'adır" ifadesi hasr ifade eder. Yani "Dönüşünüz başkasına değil, yalnız Allah'adır" demektir. Bu ifade Allah Tealâ'nın emirlerinden yüz çeviren ve peygamberlerini yalanlayan kimseler için şiddetli bir tehdittir. Çünkü kıyamet günü hiç şüphesiz ona azap ulaşacaktır. Daha önceki teşvike karşılık bu uyarı ve korkutma yapılmıştır. [1]
Kâfirlerin Hak'tan Yüz Çevirmeleri
5- İyi bilin ki, onlar gizlenmek için iki büklüm olurlar. Yine iyi bilin ki, onlar elbiselerine büründükleri zaman bile Allah onların gizlediklerini ve açığa vurduklarını bilir. Çünkü Allah kalplerin özünü çok iyi bilendir.
Açıklaması
İyi bilin ki kâfirler veya müşrikler Allah'a davet ettiğini duyunca Rasulul-lah (s.a.) ve başka hiç kimse kendilerini görmesin diye inat ve küfürde ileri giderek göğüslerini Rasulullah (s.a.)'tan öbür tarafa çevirirler.
Yine iyi bilin ki onlar elbiselerine büründükleri ve bu elbiseleriyle başlarını örttükleri zaman Allah'tan veya Muhammed'den gizlenip de Allah'ın kendilerini görmediğini zannettiklerinde Allah onların kalplerinde gizlediklerini ve dilleriyle açığa vurduklarını iyi bilir. Onların geceleyin gizlediklerini, gündüz açığa vurduklarını iyi bilir.
Yüce Allah "Elâ(: iyi bilin ki)" edatını onların gizlenme vakitlerine işaret etmek için tekrarladı. Zamirin Allah'a raci olması ("Allah'tan gizlenmek için" şeklinde mana verilmesi) "Allah onların gizlediklerini de açığa vurduklarını da bilir" ayetinin delâleti ile daha evlâdır.
Çünkü Allah kalplerdeki sırları, kalpten geçen duyguları çok iyi bilendir. O halde sırlarının Allah'a gizli kaldığını zannedenler dikkatli olsunlar ve bilsinler ki Allah kâinattaki her şeyden, gönüllerde yer alan şüphe ve vesveselerden haberdardır. O, her insanı gizlediği ve açığa vurduğu şeylerle sorgulayacaktır. [2]
Allah'ın Lütfü, İlmi Ve Kudreti
6- Yeryüzünde hiçbir canlı varlık yoktur ki, rızkı Allah'a ait olmasın. Allah her canlının (hayatta iken) yerleştiği ve (ölümden sonra) konulduğu yeri bi- Kr-H^r W apaçık bir kitaptadır.
7- Gökleri ve yeri altı günde yaratan Al- lah'tır. Arş'ı (daha önce) su üzerinde idi- AUah hanginizin daha iyi amel işle- yeceği hususunda, sizi imtihan etmek için kâinatı yarattı. Yemin olsun ki, eğer onlara "Mutlaka siz öldükten son- ra dirileceksiniz" desen, şüphesiz ki kâfirler "Bu, apaçık sihirden başka bir şey değildir" derler.
Açıklaması
Yerde, havada ve denizde yaşayan canlılardan hiçbir canlı yoktur ki rızkı, geçimi ve bunun için uygun olan araştırma, hareket ve çalışma sonrası yiyeceği için hazırlanan gıdası Allah'a ait olmasın.
Allah bu varlıkların yeryüzünde gideceği en son noktayı, yerleşeceği yeri, ayrıca en sonunda öleceği, gömüleceği ve son olarak konulacağı yeri bilir. Bu bilgi, bu varlıkların sulblerde ve rahimlerde oluşumları ve meydana gelmelerinin başlangıcına da hayat ve ölüm günlerine de şamildir.
Bütün bu varlıkların rızıkları, nerede yerleşecekleri ve sonunda nereye konulacakları, mahlûkatm bütün kaderleri sabit, değişmez bir şekilde Levh-i Mahfuz'da yazılmıştır.
Bu ayet Allah Tealâ'nın bütün mahlûkatın nzıklarına kefil olduğuna delildir ve bunu "üzerine vacip kıldığı" manasına gelen "ala" kelimesiyle ifade edip bir lütuf ve rahmeti olarak bu durumu kendisine vacip kılmıştır.
Ancak rızık, Allah Tealâ'nın bu kâinattaki sünneti (İlâhî kanunu) gereği olarak sebep-netice ilişkisine bağlıdır. Yani rızkı elde etmek, mahlûkata verilen ilhamla rızkı talep ve tahsil etmeye yöneltme şartlarının gerçekleşmesinden sonra çalışma ve gayrete bağlıdır. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Rabbimiz her şeye takdir ettiği şekli verip sonra da ona doğru yolu gösterendir. " (Tâ-Hâ, 20/50).
Bu ayetin benzeri şu ayetlerdir: 'Yeryüzünde hareket eden hiçbir canlı varlık ve kanatlarıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki, sizin gibi birer topluluk olmasınlar. Biz, Kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık. Onlar sonra hesap için Rableri-nin huzurunda toplanacaklardır." (En'am, 6/38).
"Gaybın anahtarları Allah'ın nezdindedir. Onları ancak O bilir. O, karada ve denizde olanları bilir. Düşen hiçbir yaprak dahi yoktur ki, Allah onu bilmesin. Yerin karanlıklarında olan her tane, kuru ve yaş her şey mutlaka apaçık bir Kitapta kayıtlıdır." (En'am, 6/59)
Allah Tealâ az önce beyan edilen delille bütün bilgileri bildiğini ispat ettikten sonra göklerin ve yerin yaratıcısı olması sebebiyle bütün kader programına kadir olduğunu ispat etti. Gerçekten bu iki delilin her biri Allah'ın ilminin ve kudretinin kâmil olduğuna delâlet etmektedir.
"Gökleri ve yeri altı günde yaratan Allah'tır..." Yani Allah Tealâ her şeye kadir olduğunu, gökleri ve yeri kendisinin yaratma ve meydana getirme günle-riyle altı gün içerisinde yarattığını, yoktan var ettiğini, meydana getirdiğini haber vermektedir. Ancak bu altı gün şu ayet-i kerimenin delaletiyle bizim günlerimiz gibi altı gün değildir. (Altı merhale demek daha uygundur).
"Şüphesiz Rabbinin nezdindeki bir gün, sizin saydığınız günlerle bin yıl gibidir." (Hac, 22/47).
"Melekler ve Cebrail Allah 'm emrinin indiği yere elli bin dünya yılının karşılığı olan bir günde çıkarlar." (Mearic, 70/4).
"O'nun Arş'ı suyun üstünde idi..." Arş, mahlûkatın en büyüğüdür. O'nun gerçek şeklini bilmiyor, sadece Allah Tealâ'nm haber verdiği şekliyle ona iman ediyoruz.
Allah'ın Arş'ın üzerinde istiva etmesine gelince: Ümmü Seleme (r.a.), İmam Malik ve Rabia'dan rivayet edildiği gibi, istiva bellidir ama nasıl olduğu meçhuldür, diyoruz.
Bu ayet Allah'ın gökleri ve yeri yaratmadan önce mahlûkatı yaratmaya nasıl başladığına, Arş'ın ve suyun göklerin ve yerin yaratılmasından önce var olduklarına, Arş'ın hiçbir şey yaratılmadan önce var olduğuna ve Arş'ın altında bulunan suyun canlı maddenin aslı olduğuna delâlet etmektedir.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Kâfirler gökler ve yeryüzü birbirine bitişikken onları ayırdığımızı ve her canlıyı sudan yarattığımızı bilmezler mi? Hâlâ iman etmezler mi?" (Enbiya, 21/30). "Sedîm Teorisi" dedikleri ve Kur'an-ı Kerim'in de "Duhan (duman) su veya rüzgar metni" diye ifade ettiği gerçek budur.
Bundan sonra Cenab-ı Hak bu eşsiz yaratmanın sebebini "Hanginizin daha iyi amel işleyeceği hususunda sizi imtihan etmek için." ifadesiyle açıkladı. Yani göklerin ve yerin yaratılması kendisine hiçbir şeyi şirk koşmadan kulluk etmeleri için yarattığı kullarının istifadeleri içindir, yoksa bu varlıkları boş yere gayesiz olarak yaratmamıştır.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım." (Zariyat, 51/56).
"Sizi boşuna yarattığımızı ve bize hiç döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?" (Müminun, 23/115).
İbadet ve taat etmek, günahlardan sakınmakla mükellef kılınmak, imtihan ve daha güzel amel işleyenlerin bilinmesi içindir. Daha güzel amel, Allah'ın şeriatının esaslarına uygun, sadece Allah rızası için yapılan ihlaslı ameldir. Amel ve ibadet bu iki şarttan birisini kaybederse bu amel boşa gider, batıl, geçersiz olur. Kim Allah'a şükreder ve itaatta bulunursa, Allah onu mükâfatlandırır. Kim de küfreder ve isyan da bulunursa Allah onu cezalandırır.
Bu durum imtihan eden bir kimsenin imtihanına benzeyince Cenab-ı Hak da bu keyfiyeti ifade etmek için "Sizi imtihan etmek için" ibaresini kullandı. Yani sizi imtihan edenin nasıl hareket edeceğinizi anlamak için yaptığı gibi muamele göreceksiniz.
İmtihan ve denemelerin bir neticesinin olması sebebiyle, iyi hareket edenin rahmet ve sevapla muamele görmesini, kötü hareket edenin de ceza görmesini gerekli kılan haşr (toplanma) ve neşr (amel defterlerinin dağıtılması) mutlaka olacaktır. Aklı olan herkes de öldükten sonra dirilmeyi ve ahiret günü itiraf etmek zorundadır.
Bunun için Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Yemin olsun ki... dirileceksiniz, desen..." Yani yemin olsun ki, Ya Muhammedi Sen öldükten sonra dirilmeye ait deliller ortaya koysan ve bunları müşriklere zikretsen o kâfirler "Bu sihirdir", yani aldatmadır, geçersizdir, derler. Çünkü sihir onların anlayışına göre batıldır, geçersizdir. Cümlenin manası şöyledir: Onlar "öldükten sonra dirilmek veya bunu söylemek veya bunu anlatan Kur'an, aldatma ve asılsızlık hususunda sihir gibidir" derler. [3]
Mümin Ve Kafir İnsanın Nimet Ve Sıkıntı Karşısındaki (Farklı) Tavırları
8- Yemin olsun ki, eğer onlardan azabı sayılı bir zamana kadar ertelesek "Onu bizden alıkoyan nedir?" derler. İyi bilin ki, (azap) onlara geldiği gün o kendilerinden uzaklaştırılmayacaktır. Onları alay ettikleri (azap) kuşatacaktır.
9- Yemin olsun ki biz, insana tarafımızdan bir rahmet tattırıp sonra onu kendisinden alırsak şüphesiz ki insan, büyük bir ümitsizliğe düşer ve çok nan-körleşir.
10- Yemin olsun ki, biz insana uğradığı zarardan sonra tekrar nimetler tattır-sak "Kötülükler başımdan gitti" der. Şüphesiz insanoğlu çok şımarık ve çok gururludur.
11- Ancak sabredenler ve iyi amel işleyenler bundan müstesnadır. İşte onlara günahlarından bağışlanma ve büyük bir mükâfat vardır.
Açıklaması
Yemin olsun ki biz kâfirlerden veya müşriklerden Rasulullah'ı onları uyarıp korkutmasından sonra azabı "Her şeyin vadesi yazılıdır." (Rad, 13/38) ayetinde belirtilen sünnetimize (ilâhî kanuna) ve hikmetimize uygun olarak bir müddet geciktirsek onlar azabın acil olarak gelmesini ister tarzda yalanlama kasdıyla ve alay ederek "Buna engel olan nedir?" derler.
"Bu azabın gecikmesine sebep nedir?" derler. Buradaki "ümmet" kelimesi müddet, zaman manasmdadır.
Allah Tealâ da onlara, bu alay konusu ettikleri azabın inmesi için bir engel olamayacağı, vaktinden önce azabın inmesini ister tarzda alay etmelerine karşılık bir ceza olarak o gün azabın kendilerini tamamen kuşatacağı şeklinde cevap verdi.
Nitekim bir başka ayet-i kerimede "Şüphesiz ki, Rabbinin azabı mutlaka gerçekleşecektir. Ona karşı koyacak hiçbir kuvvet yoktur." (Tur, 52/7-8) buyurul-maktadır.
Bundan sonra Allah Tealâ Allah'ın kullarından rahmet eylediği kimseler hariç insanların kötü sıfatlarını bildirdi:
Allah bir insana kendisinden bir rahmet olarak sağlık, rızık, emniyet içinde yaşama, itaatkâr evlat gibi bir nimet verir de, sonra da bu nimeti çekip alırsa ve bunun yerine hastalık, fakirlik, korku, ölüm, felaket gibi bir musibet verirse insan Rabbinin rahmetinden büyük bir ümitsizliğe düşer, çok nankör olur, geçmişi ve içinde bulunduğu diğer nimetleri inkâr eder. O durumda geleceği için ümitsizlik duyar; ayrıca sanki hiçbir iyilik görmemiş gibi geçmişini ve şu an içinde bulunduğu nimetleri inkâr eder. Bunun sebebi ise o kişinin sabrın ve şükrün faziletine sanlmamasıdır.
Eğer Allah ona hastalıktan sonra şifa, zayıflıktan sonra kuvvet, zorluktan sonra kolaylık gibi sıkıntılardan sonra nimetler verirse "beni üzen musibetler benim başımdan gitti. Bu günden sonra da bana hiçbir sıkıntı ve kötülük gelmeyecektir der" ve nimet sebebiyle yahut elindeki bu imkân sebebiyle böbürlenerek, başkalarına karşı gururlanarak, kendisinden düşük olanları da hakir görerek son derece şımarık ve kibirli olur.
İşte böyle bir kimse böyle bir durumda nimete şükürle karşılık vermemekte, bilakis kibirlenip insanlara karşı böbürlenmekte, fakir ve yoksullara yardımcı olmamaktadır.
Dikkati çeken bir husus da şudur: Nimet verme durumunda en az vasfıyla nimet verildiğine delâlet etmek için "ezakna {tattırdık)" yani lezzetini idrak ettirdik ifadesi kullanılırken, sıkıntı verme durumunda musibetin en az derecesi ile bir zarar dokunduğunu bildirmek için "messethu (ona dokundu)" yani pek az zarar hissetti, ifadesi kullanılmıştır.
Yine bu ayette lezzet alma ve imrenme manasındaki "ezakna (tattırdı)" kelimesiyle nimete sıkı bir şekilde bağlılığı ve hırslı olduğuna işaret eden "ne-za'naha (o nimeti çekip aldık)" kelimeleri arasında "mukabele" sanatı vardır.
Bütün bunlar insanoğlunda kötü tabiatlar ve hastalıklar bulunduğuna delâlet etmektedir. Bu hastalıklar Allah'ın rahmetinden ümit kesme, nimetine nankörlük etmek, böbürlenmek, gururlanmak ve kibirlenmektir. Bunların ilâcı ise sabır, iman, kaza ve kadere razı olmaktır.
"İnsan" denilince anlatılmak istenen mutlak manada insanoğludur. Çünkü sabreden ve salih amel işleyenler "Ancak sabredenler ve salih amel işleyenler bundan müstesnadır." (Hûd, 11) ayetiyle bundan hariç tutulmuştur. İstisna, bunlar olmasaydı dahil olacak olan şeyleri hariçte bırakırdı. Bununla sabit olmuştur ki ayetteki "insan" kelimesiyle kastedilen mümin ve kâfirdir. O zaman insan kelimesi hem mümine, hem kâfire şamil olmaktadır. Buradaki istisna "istisna-i muttasıl"dır. Kurtubî "Bu doğru bir görüştür" demektedir.
Bir başka görüşe göre ayetteki insan daha önceki ayette geçen ifadelere havale edilerek "Bu ayetteki "insan"dan murad, kâfirdir" denilmiştir. Çünkü bu ayette insan için zikredilen sıfatlar tam olarak kâfire yakışan sıfatlardır. Bunlar "yeis (çok ümitsiz)" ve "kefûr (çok nankör)" sıfatları, "kötülükler başımdan gitti" sözü, "ferîh (çok şımarık)" ve "fahur (çok gururlu)" sıfatlarıdır. Bunlar dindar kimselerin değil, kâfirlerin sıfatlarındandır. Buna göre buradaki (Hûd, 11) istisnanın istisna-i munkati olarak kabul edilmesi gerekir. Bu durumda bu mahzurlar meydana gelmez.
Bundan sonra Cenab-ı Hak insan cinsinden sabreden ve salih amel işleyenleri istisna ederek şöyle buyurdu:
"Ancak sabredenler ve salih amel işleyenler bundan müstesnadır..." Yani ancak cihad, fakirlik ve musibet gibi zorluk ve sıkıntılara karşı sabredenler ve refah, nimet ve afiyet içerisinde iken bile farzları eda etmek, nimetlere şükretmek, hayırları işlemek, insanlara iyilikte bulunmak, salih amellerle Allah'a yaklaşmak gibi faydalı, hoş salih amelleri işleyenler bundan müstesnadır.
Böyle kimselerin salih amelleri işlemeleri veya kendilerine isabet eden sıkıntılar sebebiyle günahları bağışlar ve onlara yaptıkları hayır ve iyiliklere ve refah zamanında işlediklerine karşılık olarak ahirette en azı cennet olmak üzere büyük bir mükâfat vardır.
Bu ayetle aynı manada şu ayetler vardır: "Asr'a yemin olsun ki, insan mutlaka hüsrandadır. Ancak iman edenler, salih ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler bunun dışındadır." (Asr, 103/1-3).
Yine aynı manada şöyle bir hadis-i şerif vardır: "Nefsim (kudretinin) elinde olan Allah'a yemin ederim ki, mümine isabet eden endişe, keder, yorgunluk, hastalık, üzüntü hatta ayağına batan diken sebebiyle dahi Allah onun hatalarını bağışlar."
Buharî ve Müslim'in Sa/ıiMerinde yer alan bir hadis-i şerifte "Nefsim (kudretinin) elinde olan Allah'a yemin ederim ki, Allah mümine hiçbir şey takdir etmemiştir ki o onun için hayırlı olmasın. Mümine bir iyilik isabet eder şükrederse, bu onun için hayırlı olur. Mümine bir sıkıntı isabet eder, sabrederse bu onun için hayırlı olur. Bu derece müminden başka hiçbir kimseye nasip olmaz." [4]
Mekke Müşriklerinin Mucize İstemeleri, Peygamberimiz (S.A.)İn De Onlara Kur'an İle Meydan Okuması
12- Belki sen, onların "O'na (gökten) bir hazine indirilmeli veya O'nunla birlikte bir melek gelmeliydi, değil mi?" demelerinden dolayı gönlün daralarak sana vahyedilenlerin bir kısmını terk etmek isteyebilirsin. Ama sen sadece bir uyarıcısın. Her şeye vekil olan Allah'tır.
13- Yoksa onlar "Kur'an'ı Muhammed uydurdu" mu diyorlar? De ki: "Siz de Kur'an'ın benzeri on uydurma sure getirin, bakalım. Eğer iddianızda samimi
iseniz, Allah'tan başka yardımını isteyebileceğiniz kimseleri de çağırın."
14- Eğer onlar size cevap vermezlerse bilin ki, bu Kur'an ancak Allah'ın ilmi ile indirilmiştir. O'ndan başka ilâh yoktur. Artık siz müslüman oluyor musunuz?
Açıklaması
Belkide sen ey Rasulüm, onların Kur'an-ı Kerim'i reddetmeleri ve hafife almaları korkusuyla veya onların "Ona gökten bir hazine indirilseydi..." demeleri üzere onlara Kur'an okumaktan dolayı gönlün daralarak onların putlara tapmalarını tenkit eden ve batıl hayallerini karartan sana vahyedilmiş Kur'an ayetlerinden bir kısmını onlara okumayı ve tebliğ etmeyi bırakmak isteyebilirsin.
Bu inkâr ifade eden soru üslubuyla anlatılmak istenen nefy veya nehiydir. Yani sana vahyettiğimiz ayetlerden hiçbirini müşriklere duyurmayı terk etme ve onlara Kur'an okumaktan sıkılma, daralma.
Bu şekildeki bir ifade ile şiddetle sakındırma, peygamberlik vazifesini eda etmeye teşvik etme ve onların çürük sözlerine aldırmama ve insanlar hoşlansa-lar da hoşlanmasalar da vahyin tamamını tebliğ etmeyi tekit etme manası kastedilmektedir. Çünkü onlara şirin görünmek faydasızdır.
Rasulullah (s.a.) vahyi ihmal etmek veya hainlik etmekten masum olduğu için bu ifade onun nehyedilen bu hareketi yaptığı manasına gelmez. Bütün müslümanlar Rasulullah (s.a.)'ın vahiy ve Kur'an'da hıyanet etmesinin veya kendisine vahyedilen Kur'an'ın bir kısmını tebliğ etmemesinin caiz olmadığı hususunda ittifak etmişlerdir. Çünkü bunu caiz görmek bütün hükümlerde ve farzlarda şüphe etmeye götürür. Bu da peygamberliği lekeler.
Onların "Ona (gökten) bir hazine indirilmeli..." yani onların "Muhammed'e Rabbinin nezdinden onu çalışmaktan ve ticaretle meşgul olmaktan müstağni kılacak ve doğruluğuna delâlet edecek bir hazine indirilmeli "değil mi?" demelerinden dolayı veya böyle demelerinden hoşlanmayarak daralma.
Bu sözü söyleyen Abdullah b. Ebi Ümeyye b. Mugire el-Mahzumi idi.
"Yahut "Gökten onun davetini teyit edecek bir melek indirilmeliydi, değil mi?" dediler."
Bu mana şu ayette de yer almaktadır: "Kâfirler şöyle dediler: Bu ne biçim peygamber ki, yemek yiyor, çarşılarda geziyor? Kendisine bir melek indirilip de onunla birlikte uyarıcı olsaydı ya! Yahut kendisine bir hazine indirilseydi veya bir bahçesi olsaydı da oradan yeseydi ya! Zalimler müminlere "Siz ancak büyülenmiş bir adama uyuyorsunuz" dediler." (Furkan, 25/7-8).
Ayette "dayk" kelimesi yerine, "târik" kelimesiyle müşakele olması için "dâik" kelimesini getirdi. Ayrıca fail ismi olan "dâik" kelimesi geçici bir daralmayı, "dayık" kelimesi ise daha devamlı ve kalıcı olan bir daralma halini ifade etmektedir.
Bu ayette yüce Allah Peygamberine vahiy ve ilâhî mesajı tebliğ etmek hususunda gönlünün daralmaması, gece -gündüz onları Allah'a davet etmekten hiçbir şeyin kendisini alıkoymaması için irşadda bulunmaktadır.
Nitekim bir ayet-i kerimede "Şüphesiz ki biz, onların sözlerinden canının sıkıldığını çok iyi biliriz." (Hicr, 15/97) buyurulmaktadır.
Bundan sonra Cenab-ı Hak peygamberinin görevini bir defa daha tekit ederek şöyle buyurdu:
"Sen sadece bir uyarıcısın..." Yani senin üzerine düşen onların söylediklerine hiç aldırış etmeden ve yaptıkları teklifleri kabul etmeden sana vahyedilen Kuranla onları uyarmandır. Bu hususta senden önceki peygamber kardeşlerin sana örnektir. Çünkü onları da yalanladılar. Onlar da eziyetlere uğradılar, ama Allah'ın yardımı gelinceye kadar sabrettiler. Allah kullarını murakebe etmektedir, işlerini korumaktadır. Allah onların durumlarını gayet iyi bilmektedir, onlara amellerine göre karşılık verecektir.
Bu ayet manasında şu ayetler de vardır:
"Onları hidayete erdirmek sana ait değildir. Ancak Allah dilediğini hidayete erdirir." (Bakara, 2/272).
"Sen hatırlat. Çünkü sen ancak bir hatırlatıcısın. Sen onlara tahakküm edici değilsin." (Gaşiye, 88/21-22).
"Biz onların söylediklerini çok iyi biliyoruz. Sen onlara karşı bir zorba değilsin. Sen sadece tehdidimden korkan mümini Kur'anla hatırlatma yap." (Kaf, 50/45).
Allah Tealâ daha sonra Araplara meydan okuma deliliyle Kur'an-ı Ke-rim'in mucize olduğunu beyan etti:
"Yoksa onlar "Kur'an'ı Muhammed uydurdu" mu diyorlar." Yani yoksa Mekke müşrikleri "Kur'an'ı Muhammed kendi kendine uydurdu" mu diyorlar? Bu iddia ettikleri doğru ise aynen Kur'an gibi, siyaset, toplum, ekonomi, ticarî ilişkiler vb. hayatın çeşitli yönlerinde hüküm ve esaslarının son derece düzenli ve sağlam oluşunda, geçmiş peygamberlerin kıssalarını ve gaybe dair bilgileri haber verme hususunda, fesahat ve belagatta Kur'an'la yarışacak on uydurma sure getirsinler bakalım. Hem onlar ifade ve dildeki kabiliyetleri ve üstünlük-leriyle çok ileri bir seviyededirler.
Müfessirlerin çoğunluğuna göre tercih edilen görüş Kur'an-ı Kerimin fesahat yönünden mucize olduğudur. Bir başka görüşe göre ise üslûp yönünden, bir görüşe göre de ifade ve bilgilerinde çelişkili olmaması sebebiyle, bir başka görüşe göre pek çok ilmi ihtiva etmesi sebebiyle, bir başka görüşe göre de gayba dair şeylerden haber vermesi sebebiyle mucizedir.
Fakat onlar aciz kaldılar. Çünkü hiçbir kimse onun ne benzerini getirebilir, ne onun gibi on sure, ne de onun gibi kısa bir sure getirebilir. Çünkü Allah'ın kelâmı yaratılan varlıkların sözlerine benzemez. O'nun sıfatları da sonradan meydana gelen varlıkların sıfatlarına benzemez. Onun zatına hiçbir şey benzemez.
Bu ayet iki ayrı hitabı içine almaktadır. Birincisi, "De ki: Siz de Kur'an m benzeri on uydurma sure getirin bakalım" ayetiyle Rasulullah (s.a.)'a yapılan hitaptır. İkincisi de "Eğer iddianızda samimi iseniz, Allah'tan başka yardımını isteyebileceğiniz kimseleri de çağırın" ifadesiyle kâfirlere yapılan hitaptır.[5]
Bu meydan okumadan sonra Cenab-ı Hak şöyle buyurdu: "Eğer onlar size cevap vermezlerse...' Yani onlar kendilerine yaptığınız çağrıya karşılık vermezlerse, bilin ki onlar bunu yapmaktan aciz kalmışlardır ve Kur'an Allah'tan bir nazım ile, kullarının ulaşamayacağı gaybi hususlardan haber vermesiyle, onların erişemeyeceği emir ve nehiylerde koyduğu şeriatıyla Allah tarafından nazil olmuş yüce bir kitaptır.
14. ayetteki "leküm" kelimesindeki zamir cemi sigasıyla gelmiştir. Çünkü bu hem Rasulullah (s.a.)'a hem de müminlere hitaptır. Ayetin manası şöyledir: Kâfirler Kur'an'a benzer bir şey ortaya koymak suretiyle size cevap vermezlerse, bilin ki Kur'an Allah'ın ilmiyle indirilmiştir. Bilin ki Allah (c.c.)'tan başka hakkıyla ibadet edilecek hiçbir ilâh yoktur.
O halde Kur'an'ın Allah nezdinden olduğuna dair kesin deliller ortaya konduktan sonra artık siz müslüman oluyor musunuz? Allah'a, Kur'an'a ve Kur'an'ın ihtiva ettiği inançlar, vaad ve korkutmalar ahlak ve edepler ve bütün hayatı kaplayan eşsiz nizam vb. hususlara iman ediyor musunuz?
Bu ifade, bu hitabın kâfirlere ait olduğuna delâlet etmektedir. Eğer hitap müslümanlara olsaydı ifade "Siz ihlaslı oldunuz mu?" şeklinde olurdu.
Bunun manası Peygamberimiz (s.a.)'in ve Kur'an'ın doğruluğunu belirten kesin delil ortaya konunca onların küfretmeleri sadece inatçılık, haktan yüz çevirme ve böbürlenme olmaktadır, şeklindedir. [6]
Kim Sadece Dünyayı İsterse Ahiret Nimetlerinden Mahrum Olur
15- Kim dünya hayatını ve onun ziynetlerini isterse, biz onlara yaptıklarının karşılığını eksiksiz olarak dünyada veririz. Onlar orada hiçbir zarara uğratılmazlar.işte böylelerine ahirette cehennem ateşinden başka bir şey yoktur. Dünyada yaptıkları boşa çıkmıştır. Zaten bütün işledikleri de batıldır.
Açıklaması
Kimin arzu ve iradesi sadece dünya sevgisi ve dünya malı, elbiseler, mücevherler, ev döşemesi gibi dünya ziynetleri üzerine tahsis edilmiş ise ve ahiret saadetine talip değilse, Allah ona amelinin karşılığını dünyada sağlık, başkanhk, bol rızık, çok evlat olarak ve gayretinin meyvesini amelin tesiri ve emeğin neticesi olarak hiç bir şeyi eksiltmeden tam olarak verir. Çünkü rızıklar niyetlere değil, amellere bağlıdır.
Bu ayet dünyadaki çalışmanın meyvesinin emeğe ve Allah'ın takdirine bağlı olduğuna delâlet etmektedir. Ahiretin mükâfatı ise Allah'ın iradesi, lütfü ve ihsanı ile sınırlıdır.
İşte dünyadan başka kederleri olmayan bu kimselerin yaptıklarına karşılık olarak cehennem ateşinden başka bir nasipleri yoktur. Çünkü bunlar güzel amellerinin karşılığını dünyada tam olarak almışlardır. Ahirette ise onlara sadece kötü amelin günahı kalmıştır. Amellerinin tesiri daha dünyada iken dağılmış, ahirette ise amellerinin karşılığı boş çıkmıştır. Çünkü onlar Allah'ın rızasını istemediler. Halbuki ahiretteki sevapta ana esas ihdastır yani yapılan amelin Allah rızası için yapılmasıdır.
Bu ayetin benzeri şu ayetlerdir: "Kim geçici dünya hayatını isterse bunu istediğimize dilediğimiz kadar veririz. Sonra da ona cehennemi hazırlarız. Oraya perişan bir halde Allah'ın rahmetinden kovulmuş olarak girer. Kim de ahire-ti diler ve mümin olarak onun için gereken çalışmayı yaparsa, işte onların amelleri Allah katında makbuldür." (İsra, 17/18-19).
"Kim ahiret menfaatini isterse, onun mükâfatını artırırız. Kim de dünya menfaatini isterse ona dünyada istediğinin bir kısmını veririz. Ahirette ise, hiçbir nasibi yoktur." (Şûra, 42/20).
Bu manayı Buharî ve Müslim'in Sabitlerinde Hz. Ömer (r.a.)'den rivayet edilen bir hadis-i şerif teyit etmektedir: "Ameller niyetlere göredir. Herkes niyet ettiğinin karşılığını bulur. Kimin hicreti Allah'a ve Rasulüne ise O'nun hicreti Allah ve Rasulünedir. Kimin hicreti dünya için veya nikahlayacağı bir kadını için o hicret ettiği şeye kavuşur."
Katade diyor ki: Kimin endişesi, niyeti ve arzusu dünya ise Allah ona dünyada güzellikle mükâfat verir. Sonra ahirete götürür. Orada ona verilecek hiçbir karşılık kalmaz. Mümin ise dünyada güzellikle mükâfat alır, ahirette ise güzel amellerinin sevabına nail olur. Yani amelinin karşılığı olarak mümine iki sevap verilir: Dünya sevabı ve ahiret sevabı. Kâfirin ise bir sevabı vardır, o da sadece dünyadadır. [7]
Kim Ahireti İsterse...
17- Hiç Rabbinden (Kur'an gibi) bir delili olan, üstelik doğruluğuna Allah tarafından (Cebrail gibi) şahidi bulunan ve daha önce Allah'ın Musa'ya, insanlar için bir rehber ve rahmet olarak indirdiği, Tevrat tarafından doğrulanan kimse ile bunlara sahip olmayan bir olur mu? İşte onlar Kur'an'a iman eden kimselerdir. Cemaatlerden kim bunu inkâr ederse ona vaad edilen ateştir. Ey Peygamber! Kur'an üzerinde bir şüphen olmasın. O Rabbinden gelen bir haktır. Fakat insanların çoğu (yine de) iman etmezler.
Açıklaması
Hiç Allah tarafından hakka ve doğruya ileten bir nur ve basiret üzerinde olan, üstelik doğruluğuna bir delil bulunduğu, İncil veya Kur'an gibi Allah'ın kitabının şahit olarak teyit ettiği kimseler ve fitraten Allah'tan başka ilâh olmadığına iman edenler ile dünya hayatını ve ziynetlerini isteyenler bir olur mu?
Nitekim Cenab-ı Hak "Allah'ın gönlünü İslâm'a açtığı ve Rabbimden bir nur üzere olan kimse, kalbi mühürlü olan kimse gibi midir?" (Zümer, 39/22) buyurmaktadır.
"Başka şeylerden yüzünü çevirerek kendini tamamen dine ver. Allah insanları yaratılıştan, bu din üzerine kılmıştır." (Rum, 30/30).
Yine Hz. Musa (a.s.) ümmetine dinde uyacakları bir rehber ve tabi olacakları bir önderdir. Allah'tan kendilerine rahmet olarak iki dünyanın hayrını birbirine bağlayıcı olarak Hz. Musa'ya indirilmiş olan Tevrat da O'nu teyit etmektedir. Kim Tevrat'a hakkıyla iman ederse bu iman onu Kur'an'a iman etmeye götürür. Böylece bu kitap kendisine iman edip onunla amel edene rahmet olur.
Tevrat ve İncil'in Kur'an'a tabi olmaları Kur'an'dan sonra gelmeleri demek değildir. Bilakis bu manaya delâlet etmeleri ve Peygamberimizi müjdelemeleri, Peygamberimizin bu iki kitapta tavsif edilmiş olması hususundadır: "Onlar ellerinde Tevrat ve İncil'de yazılı olarak onu bulurlar." (A'raf, 7/157).
"İşte bu vasıflara sahip olanlar Kur'an'a iman ederler." Yani Tevrat'taki Peygamberimiz (s.a.)'i müjdeleyen (tahrif edilmemiş) ayetlere iman edenler bu Kur'an'a yakinen ve tam anlamıyla bağlanarak iman ederler.
Kısacı: Fitraten, aklını kullanarak, Kur'an nuruyla ve Hz. Musa, Hz. İsa ve diğer peygamberlere inen değişmez vahiy vasıtasıyla mümin olanlar hak ve doğru yol üzerindedirler. Mekkelilerden Kur'an'ı inkâr edenlere Yahudi, Hris-tiyan ve putperestlerden Rasulullah (s.a.)'a karşı grup oluşturanların yerleri cehennem ateşidir. Oraya gireceklerinden hiç şüphe yoktur. Onların varacağı yer mutlaka cehennem olacak ve böyleleri yalanlamalarına karşılık cehennemlik olacaklardır.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "İşte böylelerine ahirette cehennem ateşinden başka bir şey yoktur. Dünyada yaptıkları boşa çıkmıştır. Zaten bütün işledikleri de batıldır." (Hûd, 16).
Ayetteki "ahzab (gruplar)" Mukatil'in ifadesine göre Ümeyyeoğullan, Mu-gire b. Abdillah el-Mahzuir ioğulları ve Talha b. Ubeydillah ailesidir. Said b. Cübeyr ise "Ahzab, bütün diğer din mensuplarıdır" demiştir. Mukatil'den, bunlar bütün diğer milletler (dinler)dir, şeklinde bir rivayet de nakledilmiştir.
Sahih-i Müslim'de Ebu Musa el-Eş'arî'den rivayet edilen bir hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmaktadır: "Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, beni ümmet içerisinde (bu çağdaki) bir Yahudi veya Hristiyan duyar da bana iman etmezse cehenneme girer."
Ey mükellef müslüman! Sakın Kur'an'ın herhangi bir emri üzerinde şüphe içinde olma. Çünkü Kur'an Allah tarafından gelen bir haktır. Onda hiçbir şek ve şüphe yoktur.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Elif, Lâm, Mim. Kendisine asla şüphe olmayan bu Kitab'ın indirilişi, âlemlerin Rabbi olan Allah tarafından-dır." (Secde, 32/1-2).
"Kur'an üzerinde bir şüphen olmasın" ifadesindeki hitap Peygamber Efendimiz (s.a.)'edir. Kastedilen ise bütün mükelleflerdir.
"Fakat insanların çoğu..." bu Kur'an'a iman etmezler. Nitekim bir ayet-i kerimede "Sen ne kadar gönülden istesen de, insanların çoğu iman etmezler." (Yusuf, 12/103) buyurulmaktdır.
Bunun sebebi de müşriklerin gururlu olmaları ve liderlerini körü körüne taklit etmeleri, ehl-i kitabın da peygamberlerinin dinlerini tahrif etmiş olmalarıdır. [8]
Müminlerin Ve Kâfirlerin Amellerinin Ahiretteki Karşılığı
18- Allah'a yalan uydurandan daha zalim kim olabilir? Onlar Rablerine arz edilecekler. Şahitler 'İşte bunlar Rablerine karşı yalan söyleyenlerdir" diyecekler, iyi bilin ki, Allah'ın laneti zalim-ı üzerinedir.
dan alıkoyarlar. Bu yolu eğri bir yola çevirmeye çalışırlar. Bunlar ahireti de inkâr ederler.
20- Onlar yeryüzünde Allah'ı aciz bırakamazlar. Onların Allah'tan başka hiçbir yardımcıları da yoktur. Onlara kat kat azap verilir. Çünkü onlar hakkı dinleyemez ve göremezlerdi.
21- Kendilerini zarara sokanlar bunlardır. Uydurdukları şeyler kendilerinden uzaklaşmıştır.
22- Gerçekten ahirette en çok zarara uğrayacak olanlar da bunlardır.
23- Şüphesiz ki, iman edip salih amel işleyen ve Rablerine boyun eğenler işte onlar cennetliktirler. Onlar orada ebedî kalacaklardır.
24- (Kâfir ve mümin) iki topluluğun hali, kör ve sağırla, gören ve işitenin haline benzer. Hiç bu iki topluluk bir olur mu? Hiç düşünmez misiniz?
Açıklaması
Cenab-ı Hak kendisine iftira edenlerin "insanların en zalimi" olduklarını ve ahirette bütün mahlûkat huzurunda rezil olacaklarını beyan etmekte, ayrıca kendi nefsine ve başkasına, Allah Tealâ'nm sıfatı, hükmü ve vahyi hususunda veya Allah'ın izni olmadan şefaat edecek kimselerin bulunması hususunda veyahut Meleklerin Allah'ın kızları olduğunu ileri süren Araplar, Üzeyr'in Allah'ın oğlu olduğunu ileri süren Yahudiler ve Mesih'in Allah'ın oğlu olduğunu ileri süren Hristiyanlar gibi ve Allah'ın meleklerden evlat edindiğini iddia etme gibi hususlarda Allah hakkında yalan uydurandan, ona iftira edenlerden kendi nefsine ve başkasına daha zalim bir kimse olamayacağını belirtmektedir.
"Onlar Rablerine arz edilecekler." Yani küfür, şirk ve Allah'a iftira günahlarına gark olanlar Rablerine arz edilecekler. Yani Allah onları şiddetle hesaba çekecek ve yüce meleklerden şahitler de "işte bunlar Rablerine karşı yalan söyleyenler, iftira edenlerdir" diyecekler. İyi bilin ki bunlar Allah'ın rahmetinden koyulmuşlardır.
Bu arz olunma bütün kullar hususunda umumi bir kaide olmakla beraber, buradaki arz olunmadan murad hususidir. Bu da onların rezil olmaları maksadıyla yapılan bir arz olunmadır. Böylece onlar rezil rüsvay olup en kötü bir şekilde işkenceye tabi tutulmuş olacaklardır. Bu arz olunma hesap ve sual için hazırlanan yerlerde veya Allah'ın emriyle mahlûkatından dilediği kimseler huzurunda, yani melekler, Peygamber ve müminler huzurunda olacaktır.
Bu ayet şu ayet gibidir: "Şüphesiz biz peygamberlerimize ve iman edenlere hem dünya hayatında, hem de şahitlerin şahitlik edeceği kıyamet gününde mutlaka yardım edeceğiz. O gün zalimlere mazeretleri hiç bir fayda sağlamayacaktır. Lanet onlaradır. En kötü yurt da onlarındır." (Gafir, 40/51-52).
İmam Ahmed, Buharı ve Müslim İbni Ömer'den şöyle rivayet ediyorlar: Rasulullah (s.a.)'tan kıyamet günündeki sual sorma hakkında şu hadis- i şerifi işittim: "Allah (c.c.) mümini kendine yaklaştırır. İnsanlardan ayrı tutar ve günahlarını ona ikrar ettirir ve der ki: Şu günahı biliyor musun? Şu günahı biliyor musun? Şu günahı biliyor musun? Nihayet günahlarını ikrar edince ve kendisinin helak olduğu kanaatine varınca "Ben dünyada bu günahlarını örttüm. Bu gün de onları senin için bağışlıyorum" der ve ona hasenat defterini verir. Kâfirlere ve münafıklara gelince: Şahitler derler ki: İşte bunlar Rablerine karşı yalan söyleyenlerdir. İyi bilin ki, Allah'ın laneti zalimlerin üzerinedir."
"O zalimler..." insanları hakka, imana ve itaate tabi olmaktan ve Allah'a ulaştıran doğru yola girmekten alıkoyarlar ve insanlarla cennet arasında engel olurlar. İnsanları Allah'ın yolundan şirk ve günahlara döndürürler. Onlar yollarının doğru değil eğri olmasını isterler. Aynı zamanda onlar ahireti inkâr ederler, yalanlarlar.
Allah'ın yolunu engelleyen o zalimler Rablerinin başkalarına yaptığı gibi helak edip ve yerin dibine geçirerek onları cezalandırmasına engel olamazlar. Bilakis onlar Allah'ın ezici gücü ve hakimiyeti altındadırlar. Allah ahiretten önce dünyada onlardan intikam almaya kadirdir. Onların Allah'tan başka kendilerine yardım edecek, azap görmelerini engelleyecek hiçbir yardımcıları da yoktur. Kendileri sapıttığı gibi, başkalarını da sapıttıkları için onlara kat kat azap verilir. Onlar hakkı dinlemeyen sağırlar, hakkı göremeyip tabi olmayan körlerdir.
Bu ayet manasında Cenab-ı Hakkın şu ayetleri de vardır: "... Allah onların cezalarını gözlerin yerlerinden fırladığı o zor güne bırakır." (İbrahim, 14/42).
"İnkâr eden ve Allah'ın yolundan alıkoyanlara bozgunculuk yapmaları sebebiyle hak ettikleri azabı kat kat artırırız." (Nahl, 16/88).
Peygamberimiz (s.a.) Buharî ve Müslim'deki hadis-i şeriflerinde "Allah zalime mühlet verir. Nihayet onu yakaladığı zaman da bırakmaz" buyurmaktadır.
Böylelerine azabın kat kat verilmesine sebep Kur'an'ı düşünüp öğüt alma gayesiyle dinlememeleri, hayır ve hak yolunu görmemeleri, Kur'an'm ayetlerine ve vahyin doğruluğuna delâlet eden kâinat ayetlerine bakmamalarıdır.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "İnkâr edenler birbirlerine şöyle dediler: Bu Kur'an'ı dinlemeyin. Okunurken gürültü yapın. Belki de bu yolla galip gelirsiniz." (Fussüet, 41/26).
"Onlar insanları Kur'an'a iman etmekten alıkoy arlar ve kendileri de ondan uzaklaşırlar..." (En'am, 6/26).
Ayetteki "dinlemez" ve "görmezler" ifadelerinin manası işitme ve görme duyularının olmaması değil, bilakis onların görünüşte işitmelerine ve görmelerine rağmen bu iki duyuyu bilgi edinmek ve sağlam inanç sahibi olmak gibi yerinde ve doğru bir şekilde kullanmamalarıdır. Aşırı inatları, isyanları, hak ve hidayetten hiç hoşlanmamaları sebebiyle onlar Kur'an ayetlerini işitmeye ve Allah'ın kâinattaki kudretinin ayetlerini görmeye bile tahammül edememektedirler.
İşte yukarıda belirtilen özelliklere sahip olan bu kimseler kendilerini büyük bir zarara ve hüsrana sokmuşlardır. Çünkü bunlar alevi gittikçe artan kızgın bir ateşe atılacaklardır: "Onların varacağı yer cehennemdir. Cehennemin ateşi hafifledikçe onun ateşini artırırız." (İsra, 17/97). Artık orada ne ölürler, ne de gerçek anlamıyla hayat sürerler.
Allah'tan başka uydurdukları eş ve ortaklar, putlar, kendilerinden uzaklaşırlar. Bunlardan hiçbir fayda elde edemezler, bilakis kendilerine son derece zararları olduğunu anlarlar.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "İnsanlar (kıyamet günü hesap vermek üzere) toplandıkları zaman dünyada tapındıkları putlar kendilerine düşman kesilir ve onların kendilerine tapındıklarını inkâr ederler." (Ahkaf, 46/6).
"Kâfirler kendilerine destek olsunlar diye Allah'tan başka ilâhlar edindiler. Hayır, bilakis tapındıkları putlar onların kendilerine tapındıklarını inkâr edecekler, onların karşısında olacak ve düşman olacaklardır." (Meryem, 19/81-82).
Gerçekten ahirette insanlar arasında malında en çok zarara uğrayanlar bunlardır. Çünkü bunlar cennet nimetleri ve derecelerini verip cehennem azabını ve onun düşük derecelerini almışlardır. Bunlar cennet nimetlerine karşılık kaynar sulan, misk kokulu cennet şarabı yerine zehirleri ve yakıcı içecekleri, irinden yapılan yiyecekleri, muhteşem cennet villaları yerine cehennem çukurlarını, Rahman'a yakınlık yerine Deyyan (Kahhâr)'ın gazabını ve cezasını tercih etmişlerdir.
Cenab-ı Hak bedbaht olanların durumunu anlattıktan sonra bunun ardından saadete nail olanların durumunu anlattı. Saadet ehli Allah'a ve Rasulüne iman eden, dünyada amel-i salih işleyen, kalben iman eden, ibadet ve taat işleme, münkerleri terk etme hususunda azami gayret eden, Allah'a boyun eğen ve O'na yönelen kimselerdir. Elbette böyleleri için sayılamayacak, hesabı yapılamayacak kadar çok ve çeşitli, hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği, hiçbir beşer kalbine doğmayan nimetlerin bulunduğu Cennâtu'1-ulâ (Yüksek Cennetler) vardır. Onlar bu cennetlerde ebedî, daimi bir şekilde kalacaklar, ne ölecek, ne yaşlanacak, ne de hastalanacaklardır. Onlardan pis ve kirli hiçbir şey çıkmayacak, sadece misk kokulu ter boşanacaktır.
Allah daha sonra da kâfir ve müminler hakkında bir misalle benzetmede bulundu. Şöyle buyurdu: Daha önce vasıfları zikredilen şekavet ehli kâfirler ile saadet ehli müminler grubunun misali kör ve sağır ile gören ve işiten kimse gibidir.
Kâfir dünya ve ahirette hakkın yüzünü görmediği, hayrın yolunu bulamadığı ve hayrı bilemediği için kör gibi, açık hüccetleri duymadığı ve kendisine faydalı olacak şeyleri dinlemediği için de sağır gibidir.
Mümin ise dinlediği Kur'an ve gördüğü kâinattan istifade ettiği için gözü ve kulağı açık kimse gibidir. Göz ve kulak ilim ve hidayet vasıtaları, aklın ve düşüncenin geliştirilmesinin araçlarıdır.
Bu iki grubun durumları da sonuçları da bir olmayacaktır. Siz bu ikisinin arasındaki farkları anlayıp ibret almaz mısınız? Hiç düşünmez misiniz? Birbirine zıt olan bu sıfatları nasıl birbirinden ayıramıyorsunuz?
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Cehennemliklerle cennetlikler bir değildir. Kurtuluşa erenler sadece cennetliklerdir." (Haşr, 59/20).
"Kör ile gören bir olmaz. Karanlıklarla aydınlık bir olmaz. Gölge ile sıcak bir olmaz. Dirilerle ölüler de bir olmaz. Şüphesiz ki, Allah dilediğine işittirir. Sen kabirde olanlara işittiremezsin." (Fatır, 35/19-22).
Bu ayette (Hûd, 24) "Hiç düşünmez misiniz?" ifadesinin kullanılması, körlüğün ve sağırlığın tedavi edilmesinin mümkün olduğuna uyarıda bulunmak içindir. [9]
Hz. Nuh (A.S.) Kıssası
25- Andolsun ki biz, Nuh'u kavmine peygamber olarak gönderdik. O kavmine "Şüphesiz ben sizin için apaçık bir uyarıcıyım" dedi.
26- "Siz sadece Allah'a ibadet edin. Ben gerçekten sizin başınıza acıklı bir günün azabının gelmesinden korkarım" dedi.
27- Nuh'un kavminden ileri gelen kâfirler "Biz seni de bizim gibi bir insan olarak görüyoruz. Sana içimizden sadece basit görüşlü düşük kimselerin tabi olduğunu görüyoruz. Sizin bize karşı bir üstünlüğünüzü de görmüyoruz. Aksine sizin yalancı olduğunuzu zannediyoruz" dediler.
28- (Nuh, kavmine) dedi ki: Ey kavmim! Söyleyin bana Rabbim tarafından elimde açık bir delil varsa ve bana kendi nezdinden bir rahmet verdiyse ve bunlar da sizin gözünüzden uzak kaldıysa, istemediğiniz halde size bunları zorla mı kabul ettirelim!
29- "Ey kavmim! Ben bu davetime karşılık sizden herhangi bir mal istemiyorum. Benim ecrim ancak Allah'a aittir. Ben iman edenleri kovacak değilim. Çünkü onlar da Rablerinin huzuruna çıkacaklardır. Fakat ben sizi cahillik eden bir topluluk olarak görüyorum.
30- "Ey kavmim! Allah'a iman edenleri kovarsam Allah'a karşı kim bana yardım edebilir? Hiç düşünmez misiniz?"
31- "Size, Allah'ın hazinelerin benim ya-nımdadır, demiyorum. Gaybı da bilmiyorum. "Ben, bir meleğim" de demiyorum. Sizin gözlerinizin düşük gördüğü kimseler için "Allah onlara asla hayır vermeyecek" de demiyorum. Onların gönüllerinde olanı Allah daha iyi bilir. Aksi takdirde ben zalimlerden olurum."
Açıklaması
Burada zikredilen bu kıssaların ilki Hz. Nuh (a.s.) kıssasıdır. Cenab-ı Hak bu kıssayı Yunus suresinde zikretmişti. Burada da bu kıssadaki öğütler ve faydalı hususlar sebebiyle tekrar zikretti. Bu öğütlerin en önemlisi, Muhammed s.a.)'in de diğer peygamberler gibi bir peygamber olduğunu ve Allah'ın birliğine, öldükten sonra dirilişe inanmaya, hesap ve cezanın varlığına davet etmek için gönderildiğini kâfirlere bildirmek idi.
Hz. Nuh (a.s.) kıssası birkaç unsur ihtiva etmektedir. Bunlar Hz. Nuh'un davetinin toplu halde vasıfları, kavmiyle tartışması ve onlara cevap vermesi, kavminin azabın derhal gelmesini istemeleri, Hz. Nuh'un gemiyi yapma şekli, Hz. Nuh kavminin tufanda boğulması, Hz. Nuh ile birlikte iman edenlerin kurtulması, Hz. Nuh'un oğlunun kendisiyle birlikte kurtulma arzusu.
Hz. Nuh (a.s.) Allah'ın yeryüzünde bulunan putperest müşriklere gönderdiği ilk resul idi. [10]
Ayetlerin Manası
Allah'a yemin olsun ki biz Nuh'u müşrik kavmine peygamber olarak gönderdik. Nuh kavmine şöyle dedi: "Ben size Allah tarafından gönderilen ve sizi açık bir şekilde uyaran bir uyarıcıyım. Siz Allah'tan başkasına ibadet ederseniz sizi O'nun azabı cezası ile uyarıyorum. Allah'a iman edin, O'nun emrine itaat edin. Ondan başkasına ibadet etmeyin. Ona hiçbir şeyi şirk koşmayın. Zira ben gerçekten kıyamet günün çok acıklı azabından korkuyorum."
Bundan sonra Cenab-ı Hak kavminin Hz. Nuh'a verdiği cevapları zikretti. Bunlar dört şüphe idi.
a) "Nuh'un kavminden ileri gelenler..." yani kavminin büyükleri, efendileri "Sen de bizim gibi bir beşersin, yani kral değilsin, sadece bize benzeyen bir insansın, senin bizden ayrı olan sana itaat etmemizi mecburi kılan bir meyizetin, ayrıcalığın yok" dediler.
b) "Sana içimizden..." kavmimizin ayak takımı, adi insanlar, çiftçiler ve ze-naatkârlar gibi basit meslek sahipleri, fakirler, güçsüzler, basit görüşlü olup da işlerin neticesini düşünmeyen, incelemeyen, araştırmayan kimseler tabi oluyor. Sen davanda doğru sözlü olsaydın sana şerefli kimseler, fikir erbabı tabi olurdu. Bir ayette de ifade edildiği gibi "Sana düşük insanlar tabi olmuşken, biz sana iman eder miyiz? dediler." (Şuara, 26/111).
c) "Sizin bize karşı bir üstünlüğünüzü görmüyoruz". Sizin bizden farklı fazilet, güç-kuvvet, servet, ilim, akıl, mevki veya görüş hususunda bizi size tabi olmaya sevkedecek açık bir ayrıcalık, üstünlük görmüyoruz: "Eğer bu işte bir hayır olsaydı, onlardan önce biz iman ederdik de önümüze geçemezlerdi." (Ah-kaf, 46/11).
d) "Aksine sizin yalancı olduğunuzu zannediyoruz." Yani bizim kanaatimize göre sizin (dünyada) huzur ve ahirette mutluluk iddianızda yalancı olduğunuz görüşü ağırlık basmaktadır.
Burada dikkati çeken bir nokta kâfirlerin bu cevabı verirken Hz. Nuh (a.s.)'a tabi olanları da katmalarıdır. Burada hitap Hz. Nuh (a.s.) ve onunla birlikte iman edenleredir.
Allah Tealâ daha sonra Hz. Nuh'un bu şüpheleri ve Kur'an'm anlatmadığı ve özetlediği yahut onların söylemediği fakat sözlerinden anlaşılan diğer hususları bildirdi.
Nuh kavmine dedi ki: Ey kavmim! Söyleyin bana ne yapayım? Görüşünüz nedir? Rabbim tarafından getirdiğin elimde açık bir hüccet varsa ve bununla ben O'ndan gelen bir hak üzerinde olduğumu açık bir şekilde anlıyorsam ve Rabbim bana kendi nezdinden bir rahmet -peygamberlik ve vahiy- verdiyse ve bunlar da sizin gözünüzden uzak kaldıysa, size gizli kaldıysa, buna ulaşamadıysanız ve bunun değerini bilemediyseniz bilakis bunu yalanlamaya ve reddetmeye koştuysanız; siz hiç istemediğiniz ve bundan yüz çevirdiğiniz halde, biz sizi bunları kabul etmeye mi zorlayalım. Zira dine girişte zorlama makul değildir. İşte bu peygamberliğin, cahillerle sıradan insanların görüşüne itibar etmemenin delilidir.
Ey Kavmim! Ben size yaptığım bu nasihatlara karşılık sizden bir mal veya bir ücret istemiyorum. Benim ecrim Allah'a aittir. Bu, Hz. Nuh (a.s.)'tan sonra gelen Hz. Hûd, Hz. Şuayb, Hz. Muhammed (s.a.) gibi peygamberlerden de tekrar tekrar sadır olmuş bir sözdür.
"Ben iman edenleri kovacak değilim". Yani müminleri kovmak ve meclisimden uzaklaştırmak benim yapacağım bir hareket değildir. Bundan anlaşılmaktadır ki tıpkı Peygamberimiz (s.a.) ile Kureyş büyükleri arasında olduğu gibi, kâfirlerin büyükleri kibir, gurur ve benliklerini tatmin etmek için Hz. Nuh'tan kendilerine fakir ve zayıflarla karşılaşmayacakları özel bir meclis tahsis edilmesi gibi bir takım ayrıcalıklar istiyorlardı: Nitekim Cenab-ı Hak Peygamberimiz (s.a.)'e hitaben "Sırf Allah'ın rızasını dileyerek sabah-akşam Rab-lerine dua edenleri huzurunda kovma." (En'am, 6/52) buyurmuştur.
"Onlar da Rablerinin huzuruna çıkacaklardır." Bana tabi olanlar da Rab-lerinin huzuruna çıkacaklar, Rabbin sizleri hesaba çekeceği gibi onları da hesaba çekecek ve onları kovanları cezalandıracaktır. Fakat ben onları küçümsememiz ve kovulmalarını istemeniz sebebiyle sizi gerçekleri bilmeyen ve bilgisizlik karanlıklarına yuvarlanan bir topluluk olarak görüyorum. Çünkü insanların birbirlerine üstünlüğü sizin iddia ettiğiniz gibi servet, mal ve mevki ile değil, güzel amel ve üstün ahlak iledir.
"Ey kavmim!" Ben onları kovarsam Allah'ın azabına karşı kim bana yardım edebilir? Çünkü "Onları kovarsın ve zalimlerden olursun" (En'am, 6/52) ayetinde olduğu gibi bu büyük bir zulümdür. Siz hiç düşünmez misiniz? Söylediğiniz sözleri düşünmez, olanlardan ibret almaz mısınız?
"Ben size., demiyorum." Yani Peygamberlik benim Allah'ın rızık hazinelerine sahip olmam ve bu hazinelerde dilediğim gibi tasarrufta bulunmaya muktedir olmam demek değildir. Ben de diğer insanlar gibi bir beşerim. Mucizeler ile teyit edildim. Allah'ın izniyle O'na kulluğa davet ediyorum. Allah'ın bana bildirdiğinden başka gaybı da bilmiyorum. Ben meleklerden bir melek de değilim. Sizin hakir gördüğünüz ve küçümsediğiniz o insanlar da hiçbir zaman hayra ulaşamayacak ve onların amellerine karşı hiçbir sevap yoktur, diyemem. Çünkü vaadi vardır. Onların gönüllerinde olanı Allah daha iyi bilir. Eğer onların içi de iman hususunda göründükleri gibiyse en güzel dereceler onlarındır, insan onların iç alemlerine hükmetse bilgisi olmayan bir şeyi söylediği için haksızlık yapmış olur.
Bu ayetten maksat Hz. Nuh'un onlara Allah'a karşı boynu bükük ve alçak gönüllü olduğunu ifade etmesidir.
Yine burada peygamberler ile devlet reislerini birbirinden ayıran çizgiye işaret edilmektedir. Peygamberler hiçbir mal hırsı ve menfaat arzusu gözetmeksizin insanları dünyevi ve uhrevi saadetlerini kazanmaları için irşad etmeye önem verirler. Devlet reisleri ise taraftar toplamak hususunda maddî çıkarlar vaad etmeye ve kendilerine destek kazanmak için kolayca mal harcamaya güvenirler. Ayrıca bu ayetlerde Peygamberin melek değil, beşer olduğu, gaybı bilmediği ve gayb bilgisinin Allah nezdinde olduğu ifade edilmektedir:
"De ki: Allah'ın dilediğinin dışında, ben kendim için bir menfaat elde etmeye ve bir zarar vermeye kadir değilim. Eğer ben gaybı bilseydim daha çok hayır elde ederdim. Ve bana bir kötülük dokunmazdı." (A'raf, 7/188). [11]
Hz. Nuh (A.S.) Kavminin, Azabın Gelmesinde Acele Etmeleri Ve Hz. Nuh (A.S.)'Un Onlardan Ümidini Kesmesi
32- Kâfirler "Ey Nuh! Bizimle mücadele ettin. Hem de bu mücadelede çok ileri gittin. Eğer doğru söyleyenlerden isen, bizi tehdit ettiğin bu azabı haydi getir bize" dediler.
33- Nuh onlara dedi ki: "O azabı size eğer dilerse ancak Allah getirir. Siz Allah'ı aciz bırakamazsınız."
34- Eğer Allah sizi azdırmayı dilerse, size öğüt vermek istesem de öğüdüm size fayda vermez. O sizin Rabbinizdir. Sonunda O'na döndürüleceksiniz.
35- Yoksa kâfirler "Kur'an'ı Muhammed kendiliğinden uydurdu" mu, diyorlar. De ki: "Eğer onu ben uydurduysam, bu suçun cezası yalnız banadır. Ama ben sizin işlediğiniz suçlardan uzağım."
Açıklaması
Kâfirler Hz. Nuh'a "Sen bizimle mücadele ettin. Bu mücadelede çok ileri gittin. Biz sana tabi olmayacağız. Allah'ın isyanımıza karşılık ahiretten önce dünyada bize azap edeceği şeklindeki iddianda samimi isen bizi tehdit ettiğin dünyadaki acil azabı getir bakalım" dediler.
Bu ayet şu ayete benzemektedir: "Nuh dedi ki: Ey Rabbim! Kavmimi gece-gündüz yılmadan imana davet ettim. Davetim onları senin yolundan daha çok uzaklaştırmaktan başka bir şeye yaramadı." (Nuh, 71/5-6).
Hz. Nuh onlara şöyle cevap verdi: Sizi cezalandıracak olan ve size derhal azap indirecek olan hiçbir şeyin kendisine engel olamayacağı Allah'tır. Eğer Allah derhal veya sonradan size ceza vermeyi dilerse siz Allah'ı aciz bırakamazsınız ve siz O'nun emri ve hakimiyeti altındasınız.
Eğer Allah sizi azdırmayı yani sizin delâlet ve fesada düşmenizi, yok olmanızı ve helak olmanızı murad etmişse benim nasihat etmemin ve sizin iman etmeniz için gayret etmemin size faydası dokunmaz. O sizin Rabbinizdir, yani sizi yaratan, bütün işlerinizde tasarrufta bulunan ve asla zulmetmeyen adil bir hüküm vericidir. Ahirette O'na döndürüleceksiniz ve O hayır-şer yaptıklarınızın karşılığını verecektir. Allah'ın onları azdırmasının ve saptırmasının manası şudur: Onların gönlünde azgınlık ve isyankârlığı yaratmak değil, sadece sebeplerle neticeleri birbirine bağlamaktır. Çünkü azgınlık ve isyankârlık amel ve emeğe bağlıdır. Neticeler ise mukaddimelere ve sebeplere bağlıdır.
"Yoksa onlar, Kur'anı Muhammed uydurdu mu diyorlar?"
Bu ayet Hz. Nuh kıssasının ortasında bu kıssayı tekit ve takviye eden bir ara cümlesidir. Bu ayet Mekke müşriklerinin bu kıssaları yalanlamak için söyledikleri sözü nakletmektedir.
Yoksa Mekke'deki inkarcı kâfirler "Kur'an'ı ve bu Kur'an'daki Hz. Nuh ve kavmini anlatan ayetleri Muhammed kendi kendine uydurdu mu, diyorlar?! Cenab-ı Hak da peygamberine şu şekilde söylemesini öğreterek cevap veriyor: Onu ben kendiliğimden uydurduysam, benim bu hatamın cezası, bu günahımın azabı benim üzerimedir. Sizi de Allah amellerinize karşılık cezalandıracaktır. Sizin günahınız ne yapmacık ne de kendiliğinden uydurulan bir günahtır. Çünkü ben Allah'a karşı yalan söyleyenlerin Allah nezdindeki cezasını biliyorum. Her insan kendi günahından sorumludur.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Yoksa Musa'nın ve vefakâr İbrahim'in sahifelerinde şu hususlar bildirilmedi mi? Hiç kimse başkasının günahını yüklenmez. İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır." İnsanın yaptığı amelin karşılığı mutlaka görülür. Sonra yaptıklarının karşılığı ona tamamen verilecektir. (Necm, 53/36-41).
Aynı manada şu ayet-i kerime vardır: "Seni yalanlarlarsa onlara de ki: Benim yaptığım bana, sizin yaptıklarınız da sizedir. Siz benim yaptıklarımdan uzaksınız. Ben de sizin yaptıklarınızdan uzağım." (Yunus, 10/41).
Ayete ilk bakışta görünen şudur: Yoksa onlar "Bunu o kendiliğinden mi uydurdu?" diyorlar ifadesi -İbni Abbas'ın dediği gibi- Hz. Nuh (a.s.) ile kavmi arasında geçen karşılıklı konuşmanın bir bölümüdür. Çünkü bu ayetten önce ve sonra sadece Hz. Nuh (a.s.) ve kavmi anlatılmaktadır. Buradaki hitap Hz. Nuh (a.s.) kavminden gelmiş ve onlara hitap edilmiştir. Onlara şöyle diyorlar: "Size bildirdiği, Allah'ın dinini ve bundan yüz çevirenlerin ceza göreceğini Nuh kendiliğinden uydurdu." [12]
Hz. Nuh (A.S.)'un, Kavminin Helak Olması Sebebiyle Kederlenmesinin Yasaklanması Ve Kendisine Gemi Yapmasının Emredilmesi
36- Nuh'a şöyle vahyedildi: Daha önce iman etmiş olanlardan başka, artık kavminden hiç bir kimse iman etmeyecektir. Onların yaptıklarından dolayı sakın üzülme.
37- Gemiyi bizim gözlerimizin önünde vahyettiğimiz şekilde yap. Zalimler hakkında bana hitapta bulunma. Çünkü onlar (tufanda) boğulacaklardır.
38- (Nuh) gemiyi yapıyor, kavminin ileri gelenleri de yanından geçtikçe onunla alay ediyorlardı. (Nuh onlara) dedi ki: "Eğer siz bizimle alay ediyorsanız, biz de sizin bizimle alay ettiğiniz gibi sizinle alay edeceğiz."
39- "Rezil-rüsvay edici azabın kime geleceğini, kimin devamlı azaba uğrayacağını yakında bileceksiniz."
40- Nihayet emrimiz gelip ve tandır (kaynaması gibi sular) kaynamaya başlayınca Nuh'a "Her hayvan türünden birer çift ile, daha önce (helakine) hükmettiğimiz kimseler hariç, aile halkını ve iman edenleri gemiye yükle" demiştik. Zaten onunla beraber ancak pek az kimse iman etmişti.
41- Nuh (kavminden iman edenlere) dedi ki: "Siz gemiye binin. Bu geminin yürümesi de durması da Allah'ın adıyla-dır. Şüphesiz ki, benim Rabbim çok bağışlayan ve çok merhamet edendir."
Açıklaması
Allah Tealâ Hz. Nuh'a haber veriyor ki daha önce iman etmiş olanlardan başka artık kavminden hiçbir kimse senin davetine iman etmeyecektir. O halde onlara üzülme, onların durumu seni endişelendirmesin.
Hz. Nuh (a.s.) da onlara "Ya Rabbi! Kâfirlerden yeryüzünde dolaşan tek kişi bırakma." (Nuh, 71/26) diye beddua etti.
Tufandan kurtuluş vesilesi olan gemiyi gözlerimizin önünde yani bizim gözetimimiz, korumamız altında, yanlışlık yapmaman için sana nasıl yapılacağını vahyimizle, yani öğrettiğimiz şekilde yap.
"Vahyimizle" ifadesi sana yapacağın şeyi öğretmemiz ile manasındadır. Ayette "gözlerimizle" kelimesinde çoğul kullanılması çokluğu değil azameti ifade etmektedir.
Kur'an-ı Kerim "gözler" kelimesini "mükemmel bir itina ve tam manasıyla gözetim" anlamında kullanmıştır. Meselâ Cenab-ı Hakkın Hz. Musa (a.s.)'ya "Gözümüzün önünde (korumam altında) yetişmen için" (Tâ-Hâ, 20/39) şeklindeki sözü ve Peygamberimiz (s.a.)'e hitabı "Sen Rabbinin hükmüne sabret. Şüphesiz sen gözlerimizin önündesin (himayemiz altındasın)." (Tur, 52/48) ayetlerinde olduğu gibi Ya Nuh! Kavminin durumunu düzeltmek için ve şefaat etmen sebebiyle onlardan azabın kalkması hakkında bana yalvarma, bana bu konuda dua etme. Onlara azap vacip olmuştur. Onların tufanda boğulacağı hükmü tamamlanmıştır. Senden istenen şey onlara karşı acıma ve şefkat hissi duyma-mandır.
Hz. Nuh (a.s.) gemiyi yapmaya başladı. Kavminin ileri gelenlerinden bir grup ona her uğradıklarında onunla ve gemi yapmasıyla alay ediyorlar ve onlan tehdit ettiği boğulma konusunu yalanlıyorlardı.
Hz. Nuh (a.s.) şiddetli bir korkutma ve kuvvetli bir tehdit ifadesiyle onlara şöyle dedi: Siz bizimle size göre hiçbir şey ifade etmeyen gemi yapma hususunda alay ediyorsunuz. Biz de sizin şu anda bizimle alay ettiğiniz gibi gelecekte suda boğulurken sizinle alay edeceğiz. Dünyada suda boğulma, ahirette cehennemde yanma olayı meydana geldiği zaman sizin alay ettiğiniz gibi biz de sizinle alay edeceğiz.
Dünyada rezil, rüsvay edici azabın kime geleceğini ahirette de ebedî, kalıcı azaba kimin uğrayacağını -şu işimiz bittikten sonra- yakında öğreneceksiniz.
Nihayet sağanak halinde yağan yağmurlarla helak etme emrimiz gelip tandırdan su fışkırmaya başladı ve tencerenin kaynayıp fokurdaması gibi su kaynayıp yükseldi.
Suyun tandırdan fışkırması Hz. Nuh (a.s.)'un bir mucizesi idi. İbni Ab-bas'tan gelen bir rivayete göre tandır, yeryüzü demektir; yani bütün yeryüzü fışkıran kaynaklar haline döndü. Hatta ateşin üstündeki tandırlardan sular fışkırmaya başlamıştı. Bu mana ayete verilen ilk manadır. Çünkü Araplar yeryüzüne tandır ismi vermektedir.
Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Biz de boşanan sularla gök kapılarını açı-verdik. Yeri de yarıp kaynaklar fışkırttık. Böylece takdir edilen bir iş için yerle göğün suları birleşiverdi. Biz de Nuh'u tahta ve çivilerden yapılmış bir gemiye bindirdik." (Kamer, 54/11-13).
O zaman Nuh'a şöyle dedik: Hayvanların cinslerini korumak için her hayvan türünden birer çift gemiye yükle, müslüman olmayan hamının ile Yam veya Kenan ismindeki oğlun hariç kadın, erkek bütün aile fertlerini de gemiye yükle. Bu ikisi, cehennemlik olduklarına dair haklarında önceden hüküm verilmiş kimselerdi. Allah bu ikisinin küfrü tercih edeceklerini bildiği için bu hükmü vermişti, yoksa haşa bunlara küfür etmeyi takdir ederek bir mecburiyet altında bırakmamıştı.
Kavminden iman edenleri de yanına al. Zaten 950 sene kavmini imana davet etmesine ve davet müddetinin uzamasına rağmen kendisine pek az kişi iman etmişti. Bir rivayete göre sayıları kadın erkek altı veya sekiz kişi idi. Bunlarda Hz. Nuh (a.s.) ve hanımı ile üç çocuğu ve onların hanımları idi. İbni Abbas ise, "Hanımları dahil hepsi 80 kişi idiler" demiştir.
Cenab-ı Hak bu müminlerin zikre değmeyen azlıkları sebebiyle sayılarını açıklamaya gerek görmedi. Ayrıca gemiye yüklenen hayvan çeşitleri ve yükleme şeklini de beyan etmedi. Bu durumun yorumu beşere bırakılmıştır.
Allah Tealâ'nın bildirdiğine göre Hz. Nuh (a.s.) gemiye yüklediği kişilere şöyle demişti. Gemiye binin. Bu geminin su üstünde yürümesi Allah'ın adıyla olur. Durması da Allah'ın adıyla olur. Yani bu geminin yürümesi ve durması bizim kuvvetimizle değil, Allah'ın emri ve kudretiyle olur, şüphesiz benim Rab-bim kullarının günahlarını çok bağışlayıcı ve onlara çok merhamet edendir. Onun günahları bağışlaması ve size rahmet etmesi olmasaydı sizi boğulmaktan kurtarmazdı. "Benim Rabbim çok bağışlayan ve çok merhamet edendir." ifadesiyle gemide bulunanlara hitap edilmektedir.
Taberanî'nin Hüseyn b. Ali (r.a.)'den rivayet ettiğine göre Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Gemiye bindiklerinde (Bismillahil-Melikir-Rahma-nir-Rahıym. Bismillahi mecrâhâ ve mürsâhâ. İnne Rabbî le-gafûru'r-rahiym) demeleri ümmetimin boğulmasına karşı bir emniyettir."
Taberanî'nin İbni Abbas'tan ettiği diğer bir rivayete göre, Peygamberimiz (s.a.) "Gemiye bindiklerinde "Bismillahil - Melikir - rahman. Ve ma kaderulla-he hakka kadrihî... Bismillahi mecrâhâ ve mürsâhâ. İnne Rabbî Le-Gafûrur-Rahiym" demeleri ümmetimin boğulmasına karşı bir emniyettir" buyurmuştur.
Kâfirlerin toptan boğulmaları suretiyle intikam alınması zikredildikten sonra mağfiret ve rahmetin zikredilmesi Kur'an'ın zıtları ve birbirine karşı ifadeleri bir arada toplama üslûbudur.
Yine "Şüphesiz Rabbin, azabı çok süratli olandır ve O çok bağışlayan ve çok merhamet edendir." (A'raf, 7/167).
"Şüphesiz Rabbin, zulmetmelerine rağmen tevbe eden insanlara karşı mağfiret sahibidir (bağışlayıcıdır). Aynı zamanda Rabbin cezası çok şiddetli olandır. " (Ra'd, 13/6) ve benzeri ayetlerde "rahmet" ile "intikam" bir arada zikredilmiştir.
Burada helak etme ve ezici gücünü ortaya koyma anında mağfiret ve rahmet ayetinin zikredilmesi Allah'ın tufanda boğulmaktan kurtardığı kullarına yaptığı lütfü beyan etmek içindir. Kullar her durumda Allah'ın yardımı, lütfü ve ihsanına muhtaçtırlar. İnsan normal olarak bir takım kusur ve hatalardan uzak kalamaz. Zira kulların belâlardan kurtulmaları -zannettikleri gibi- bilgilerinin fazlalığı ile değil, onların şüphelerini gidermek için sadece Allah'ın lüt-fuyladır. [13]
Tufanın Sona Ermesi, Geminin Kurtulması, Babasının Şefaatçi Olmasına Rağmen Hz. Nuh (A.S.)'Un Oğlunun Helak Olması
42- Gemi içindekilerle birlikte dağlar gibi dalgalar üstünde gidiyordu. O sırada Nuh gemi dışında ayrı bir yerde bulunan oğluna 'Yavrum, bizimle beraber gemiye bin. Kâfirlerle beraber olma" dedi.
43- (Nuh'un oğlu) "Beni sudan koruyacak bir dağa sığınacağım" dedi. Nuh "Bugün Allah'ın rahmet ettiği kimseler hariç, Allah'ın emrinden koruyacak hiçbir şey yoktur" dedi. Nihayet baba ile oğlu arasına bir dalga girdi. Böylece Nuh'un oğlu boğulanlardan oldu.
44- Nihayet "Ey arz, suyunu yut. Ey gök, yağmurunu kes" denildi. Bunun üzerine su çekildi, iş olup bitti. Gemi Cûdi dağının üzerinde oturdu. Zalim kavmi helak olsun, denildi.
45- Nuh Rabbine niyaz ederek dedi ki: "Ey Rabbim! Benim oğlum şüphesiz ki benim ailemdendir. Senin (ailemi helak etmeme şeklindeki) vaadin elbette haktır. Sen de hükmedenlerin en adilisin."
46- Allah şöyle buyurdu: "Ey Nuh! O senin ailenden değildir. Çünkü o, iyi olmayan bir amel sahibidir. O halde (gerçek yüzünü) bilmediğin bir şeyi benden isteme. Cahillerden olmaman için sana öğüt veriyorum."
47- Nuh dedi ki: "Ey Rabbim! (Bundan sonra gerçek yüzünü) bilmediğim bir şeyi senden istemekten sana sığınırım. Eğer beni affetmez ve bana rahmet etmezsen hüsrana uğrayanlardan olurum."
Açıklaması
Gemi süratle gidiyor, bütün yeryüzünü kaplayan sular üzerinde onları götürüyordu. Nihayet dağların zirvelerine çıktı ve dağlardan 15 zira' (yaklaşık 8 metre), bir rivayete göre 80 mil (yaklaşık 144.000 metre) yüksekliğe çıktı.
Gemi içindekilerle birlikte dağlar gibi dalgaların arasında gidiyordu. Bu durum o zaman şiddetli rüzgarların meydana geldiğine delâlet etmektedir. Maksat tufanın son derece korkulu ve dehşetli olduğunu beyan etmektir.
Gemi Allah'ın izniyle, O'nun himayesi, riayeti ve gözetimi altında yürüyordu. Bu konuda Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
"Sizlere bir ibret olsun ve duyabilen kulaklar iyice anlasın diye biz tufan kopup sular kabardığı zaman sizi gemide taşıdık." (Hakka, 69/11-12)
"Biz de Nuh'u tahta ve çivilerden yapılmış bir gemiye bindirdik. İnkâr edilen Peygambere bir mükafat olarak o gemi bizim nezaretimizde akıp gidiyordu. Biz bu hadiseyi bir ibret olarak bıraktık. Hiç ibret alan var mı?" (Kamer, 54/13-15).
Hz. Nuh (a.s.)'u babalık sevgi ve şefkati kapladı. Gemi dışında ayrı bir yerde bulunan Yam veya Ken'an isminde olan oğluna seslendi. Bu Hz. Nuh (a.s.)'un dördüncü oğluydu, kâfir idi. Babası gemiye binerken onu iman etmeye ve boğulmaması için kendisiyle birlikte gemiye binmeye davet etti. Oğluna, "Yavrum, gel bizimle birlikte gemiye bin. Helak olacak olan kâfirlerden olma" dedi.
İsyankâr oğul bu suların normal bir sel suyu olduğunu, yüksekçe bir yere veya yüksek bir dağa çıkıp kurtulabileceğini zannederek babasına "Beni suda boğulmaktan koruyacak bir dağa sığınacağım" dedi.
Hz. Nuh (a.s.) oğluna: "Bugün Allah'ın kâfirleri cezalandırdığı azabından, Allah'ın emrinden koruyacak hiçbir şey yoktur. Ancak Allah rahmet ettiği kimseyi korur. Kime Allah rahmet ederse o kimse korunmuştur." Yani Allah'ın rahmet ettiği müminlerin bulunduğu yer korunmaya alınmıştır. Allah onların günahlarını çok bağışlayan ve tevbe edip kendisine yöneldikleri zaman çok merhamet edendir. Yahut rahmet edici Allah'tan başka koruyacak hiçbir kimse yoktur, demektir.
Nihayet bu tartışma esnasında baba ile oğul arasına yükselmeye başlayan su girdi. Böylece Nuh'un oğlu boğulup helak olanlardan oldu.
Bu korkunç manzara ne kadar da dehşet vericidir! Gökyüzünden boşalan sular... Yerden fışkıran sular... Gittikçe yükseliyor!. Nihayet dağların zirvelerini ve bütün yeryüzünü kaplıyor.
Gemide bulunanlar hariç yeryüzünde bulunan herkes boğulunca Allah arza kendisinden fışkıran ve üzerinde toplanan suları yutmasını, gökyüzüne de yağmuru kesmesini emretti ve ulvi nida tamamlandı. "Ey arz fışkıran suyunu yut! Ey gök yağmuru kes!" Bunun üzerine emre uyarak su çekildi, azaldı. İş olup bitti. Yani Allah'ın Hz. Nuh (a.s.)'a vaad ettiği zalim kavmin helaki tamamlandı. Gemi içindekilerle birlikte Kuzey Irak'ta Cezire bölgesindeki Musul'da bulunan Cûdi dağına oturdu." Zalim kavim helak olsun, Allah rahmetinden uzak olsun" denildi. Çünkü zulüm ve inkâr etmeleri sebebiyle bu kavim son neferine kadar helak oldu, bunlardan hiçbir kimse kalmadı.
Hz. Nuh (a.s.)'da tekrar oğluna karşı şefkat belirdi. Çocuğunun durumunu öğrenmek için Rabbine şöyle seslendi: "Ey Rabbim, benim oğlum şüphesiz benim ailemdendir. Sen de bana benim aile efradımın kurtulacağını vaad ettin. Senin dönüşü olmayan vaadin elbette haktır. Çocuğumun durumu nedir? Sen hükmedenlerin en sağlam hüküm vericisi ve hakla en adil hükmedicisisin. Senin hükmün tam bir ilim ve hikmetle, tam bir adalet ve doğrulukla sadır olur. Sen bir kavme kurtuluşla, diğer bir kavme ise boğulmakla hükmettin."
Rabbi ona cevap verdi: "Ey Nuh! Şüphesiz senin oğlun kurtulmalarını vaad ettiğim aile efradından değildir. Çünkü ben sana ailenden iman edenlerin kurtulacağını vaad ettim. Senin oğlun ise iyi olmayan amel sahibidir. Yani hidayet ve ıslah davetini görmezlikten geldi. Kâfirler grubuna katıldı."
Bu ifade onun Hz. Nuh (a.s.)'un ailesinden sayılmayacağının sebebini beyan etmektedir. Cumhur ise "Senin dininin ve velayetinin ehli değildir" manasındadır. Burada muzaf hazfedilmiştir, demişlerdir.
Sen hakkında doğru bilgiye sahip olmadığın bir şeyi benden isteme. Künhüne, özüne vakıf olmadan, doğru olup olmadığını bilmediğin bir şeyi benden talep etme. Ben seni kendi nefsi arzularıma uyarak, Allah'ın mahlûkatı hakkındaki hikmeti, hükmü ve takdirini yok etmek isteyen cahiller grubundan olmaktan men ediyorum. Mananın özü şöyledir: Seni bu istekte bulunmaktan men ediyorum. Günahkârlardan olmaktan sakındırıyorum.
Hz. Nuh (a.s.)'un duası istek manası da ihtiva etmektedir. Yahut onun nidası istek olarak adlandırılmıştır. Halbuki bu nidada istek yoktur, yani istek açıkça ifade edilmemiştir. Çünkü aile efradının boğulmaktan kurtulması vaadinin zikredilmesi bu vaadin gerçekleşmesini istemektir. Bundan sonra da oğlunun kurtulmasını istedi. Yüce Allah ise gerçeğini bilmediği bir şeyi istemeyi cahillik ve ahmaklık saydı. Hz. Nuh (a.s.)'a bu ve bunun gibi cahillerin davranışlarını tekrar yapmamasını öğütledi.
Bu ayette gerçek değerin nesep yakınlığı değil, dinî yakınlık olduğuna, Allah'ın mahlûkatı hakkındaki hükmünün hiçbir peygamber veya veliye ayrıcalık yapılmadan mutlak adalet esası üzerine kaim olduğuna, peygamberlerin de şahsi görüşlerinde bazan hata edebileceklerine, onların yüksek makamlarına ve Rablerini hakkıyla bilmelerine göre bu çeşit davranışın peygamberler için günah sayılacağına, Allah'ın kâinattaki ilâhî sünnetlerine (fıtrî kanunlarına) aykırı olan bir şeyi isteyerek dua etmenin caiz olmadığına , bir velinin peygamberlere bile yasak edilen bir şeyi duasında İstemesinin cahillik olduğuna delil vardır.
Bu ifade, son derece acı bir tehdit ve gayet sert bir yasaklama olduğuna, buradaki bilgisizliğin günahtan kinaye olduğuna delâlet etmektedir. Bu çeşit ifadeler Kur'an-ı Kerim'de geçen pek yaygın bir üslûp çeşididir.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Musa cahillerden olmaktan Allah'a sığınırım, dedi." (Bakara, 2/67). Bir başka ayette ise ".... Cehalette günah işleyenler.." (Nisa, 4/17) buyurulmaktadır.
Hz. Nuh (a.s.) ve diğer peygamberlerden içtihat hatası olarak sadır olan bu çeşit hareketler en faziletli ve en kâmil olanı terk etmek şeklinde kabul edilir. Zira muttaki kulların yaptığı bazı hayırlar Allah'a çok daha yakın (mu-karrabîn) olan kimseler için günah sayılabilir. Bundan dolayı ihtar ve istiğfar etme emri verilmiştir. Bu emir "Allah'ın yardımı ve fetih geldiğinde... O'na istiğfar et." (Nasr, 110/1-3) ayetlerinde olduğu gibi, daha önce bir günah işlenmiş olduğuna delâlet etmez. Zira bilindiği gibi Allah'ın yardımının ve fethin gelişi, insanların Allah'ın dinine bölük bölük girişleri istiğfarı gerektiren bir günah değildir.
Yine Cenab-ı Hak bir başka ayet-i kerimede "Günahın için, mümin erkek re kadınlar için istiğfar et." (Muhammed, 47/19) buyurmaktadır. Bütün müminler gayet tabii günahkâr değildirler. Dolayısıyla buradaki emir daha faziletli bir şeyin terk edilmesi sebebiyle istiğfar etmeye delâlet etmektedir.
Bunun için Hz. Nuh (a.s.) Rabbinden mağfiret talep ederek şöyle niyazda bulundu: "Ey Rabbim! Ben gerçek bilgi sahibi olmadığım bir şeyi işlemekten sana iltica ediyor, sana ve senin ulvi zatına sığınıyorum." Benim bu yersiz istekte bulunma günahımı bağışlamazsan, tevbemi ve sana yönelmemi kabul ederek bana rahmet etmezsen ben amelleri boşa giden, zarara uğrayanlardan olurum. [14]
Hz. Nuh (A.S.) Kıssasından Alınacak İbret
48- (Nuh'a şöyle) denildi: "Ey Nuh! Biz- den sana ve seninle birlikte olan üm- metlere verilen selamet ve bereketler icinde (gemiden) in. Ama (onların nes- linden gelen) bazı ümmetleri de bir müddet yaşatacağız. Sonra onlara bi- zim tarafımızdan acıklı bir azap doku- nacaktır."
49- Bu kıssa, sana vahyettiğimiz gayb ha- berlerindendir. Bundan önce sen de kav- min de bunları bilmiyordunuz. O halde sen de sabret. Şüphesiz ki, hayırlı netice Allah'tan hakkıyla korkanlarındır.
Açıklaması
Allah Tealâ, gemi Cûdi dağı üzerinde oturduğu zaman Hz. Nuh (a.s.)'a, onunla birlikte olan müminlere ve onun zürriyetinden gelecek her mümine verilen selâmı haber vermektedir.
Nitekim Muhammed b. Ka'b şöyle diyor: Kıyamet gününe kadar gelecek kadın-erkek her mümin bu selâma dahil olmuştur. Yine kıyamete kadar gelecek kadın-erkek her kâfir de bu "dünyadan geçici olarak istifade edip nihayet azaba yakalanmak" şeklindeki ifadeye dahil olmuştur.
Ayetin manası şudur: Bizden sana ve seninle birlikte olanların zürriyetinden meydana gelecek müminlere selâmet ve bereket vardır. Yine seninle beraber olan bazılarının neslinden nice ümmetler gelecek, dünyadan geçici olarak yararlanacaklar ama sonunda cehenneme yuvarlanacaklardır.
Hz. Nuh (a.s.) peygamberlerin babası idi. Tufandan sonraki halk ondan ve onunla birlikte gemide bulunanların zürriyetinden gelmiştir.
Böylece selâmet ve bereket ayrı ayrı olmasına rağmen bütün müminleri kaplamıştır. Fakat o müminlerin neslinden bazı ümmetler ve sonradan gelen bazı topluluklar bu dünyada rızık ve bereketlerle geçici olarak yaşatılacaklar, sonra da inkarcılıkları ve inatçılıkları sebebiyle ahirette kendilerine acıklı bir azap verilecektir.
Dolayısıyla Hz. Nuh (a.s.)'tan sonra insanlar iki kısım olmuşlardır:
a) Bir kısmı mümin ve salih olanlar: Bunlar dünya ve ahirette huzur ve saadet içinde olacaklardır.
b) Diğer bir kısım ise kâfir olanlar: Bunlarda dünyadan geçici olarak yararlanıp ahirette azaba, uğrayacak olanlardır.
Allah Tealâ daha sonra Hz. Nuh (a.s.) kıssasından alınacak umumi ibreti zikretti: Hz. Nuh (a.s.) ve kavmi hakkındaki bu haberler, sanki senin başından geçmişçesine sana vahyettiğimiz, sana vahiy olarak bildirdiğimiz geçmiş gaybi olayların haberleridir. Bundan önce sen de kavminden her hangi bir kimse de bu haberleri bilmiyordunuz ki, seni yalanlayanlar "Sen bunları birisinden öğrendin" diyebilsinler. Bilakis bunları sana Allah haber vermiştir.
Kavminin içindeki seni yalanlayan kimselerin yalanlamalarına ve sana yaptıkları eziyetlere karşı, sahip olduğun ilâhî mesajı tebliğ etme hususunda tıpkı Hz. Nuh (a.s.)'un kâfirlerin eziyetlerine karşı sabrettiği gibi sen de sabret. Çünkü zafer, kazanç ve kurtuluş Allah'a itaat edip günahlardan kaçınan muttaki kullarındır. Biz sana yardım edeceğiz, seni gözeteceğiz, seni ve sana tabi olanları dünya ve ahirette hayırlı neticeye ulaştıracağız; tıpkı daha önceki peygamberlere yaptığımız gibi, onlara düşmanlarına karşı zafer ihsan ettiğimiz gibi.
"Şüphesiz biz peygamberimize ve iman edenlere... mutlaka yardım edeceğiz." (Gafir, 50/51).
"Şüphesiz bizim peygamber olarak gönderdiğimiz kullarımıza ezelden bir vaadimiz vardır: Onlara mutlaka yardım edilecek (zafere ereceklerdir)." (Sâffat, 37/171-172). [15]
Hz. Hud (A.S.) Kıssası
50- Ad kavmine de kardeşleri Hûd'u peygamber olarak gönderdik. (Hûd, onlara) dedi ki: "Ey kavmim! Allah'a ibadet edin. Sizin için O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. (Bu halinizle) siz sadece iftiracısınız.
51- "Ey kavmim! (Davetime) karşılık olarak sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim mükâfatım ancak beni yoktan var edene (Allah'a) aittir. Hiç aklınızı kullanmaz mısınız?"
52- "Ey kavmim! Rabbinizden mağfiret dileyin. Sonra O'na tevbe edin ki, size gökten bol bol yağmurlar indirsin. Kuvvetinize kuvvet katsın. Suç işleyerek (Allah'tan) yüz çevirmeyin."
53- (Âd kavmi I ûd'a) Dediler ki: "Ey Hûd! Bize açık bir delil getirmedin. Bizler de sadece senin sözünle tanrılarımızı bırakacak değiliz ve biz sana inanacak da değiliz."
54- "Senin hakkında, tanrılarımızdan biri seni fena çarpmış, demekten başka söz bulamıyoruz." (Hûd) dedi ki: "Ben Allah'ı şahit tutuyorum, siz de şahit olun ki, ben sizin Allah'a ortak koştuklarınızdan uzağım"
55- "Allah'ı bırakıyorsunuz (O'na ortak koşuyorsunuz). Haydi hepiniz bana tuzak kurun. Sonra bana hiç fırsat verme-
56- "Ben, gerçekten benim Rabbim ve sizin Rabbiniz olan Allah'a güvendim. Hiçbir canlı yoktur ki, Allah onun perçeminden tutmuş olmasın. Gerçekten Rabbim doğru bir yol üzerindedir."
57- "Eğer yüz çevirirseniz, bilin ki, ben size ne ile gönderilmişsem onu size tebliğ ettim. Rabbim sizin yerinize sizden başka bir kavim de getirebilir. Sizler O'na hiçbir şekilde zarar veremezsiniz. Şüphesiz ki Rabbim her şeyi koruyandır."
58- (Âd kavmini yok etme) Emrimiz gelince, Hûd'u ve onunla birlikte iman edenleri rahmetimizle kurtardık. Onları çetin bir azaptan kurtardık.
59- İşte Ad kavmi budur! Rablerinin ayetlerini inkâr ettiler. Allah'ın peygamberlerine isyan ettiler ve inatçı her zorbanın emrine uydular.
60- Ad kavmi hem bu dünyada, hem de kıyamet gününde lanete uğramıştır. İyi bilin ki Âd kavmi Rablerini inkâr ettiler. İyi bilin ki, Hûd (peygamberin) kavmi olan Ad kavmi Allah'ın rahmetinden uzaktır.
Açıklaması
Hz. Hûd (a.s.) kavmini birkaç çeşit vazifeyi yerine getirmeye davet etti:
Birincisi: "Ey kavmim! Allah'a ibadet edin." (Hûd, 50) ayetinde tevhide davet: Yani Nuh'u peygamber olarak gönderdiğimiz gibi, Âd kavmine de kardeşleri Hûd'u gönderdik. Burada anlatılmak istenen dinde kardeşleri değil, nesep ve kabile hususunda kardeşleri demektir. Çünkü Hûd, Âd kavminden olan bir zat idi. Meselâ bir kişiye (Ya Ehal-Arab!) denilirse "Araplardan biri" manasına gelir. Bu kabile bir Arap kabilesi Yemen tarafından Hadramutun kuzeyinde Ahkaf denilen beldeye yerleşmişlerdi. Güçlü, kuvvetli bir kabile olup ziraat ve hayvancılık işleriyle uğraşırdı.
Hz. Hûd (a.s.) onlara eşi ve ortağı bulunmayan tek olan Allah'a ibadet etmeyi emredip uydurdukları putlardan vazgeçmelerini söylüyordu. Onlara şöyle diyordu: "Size kendisinden başka hiçbir ilâh olmayan Allah'a ibadet etmeyi emrediyorum. O'ndan başka hiçbir puta, heykele tapmayın. Ona hiçbir şeyi ortak koşmayın. Sizin için O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Sizi O yarattı. Size O rı-zık verdi. Size bol bol nimetler verdi. Siz, Allah'a eş-ortak koşmak ve bunları şefaatçi diye nitelemek suretiyle Allah'a yalan iftira ediyorsunuz.
Ey Kavmim! Sizi Allah'a kulluğa ve putlara tapmayı reddetmeye davet etmem karşılığında sizden hiçbir ücret veya bana yararlı olabilecek hiçbir mal istemiyorum. Benim mükâfatım ve sevabını ancak beni selim fıtrat (tevhid fıtratı) üzerine yaratan Allah'a aittir. Sizlere söylenen sırf samimiyet ve güven esası üzerine kurulu nasihatleri takdir ettiğiniz halde; benim de putlara tapmamak hususunda isabetli bir görüş sahibi olduğumu bildiğiniz halde, ücretsiz olarak dünya ve ahirette huzur verecek bir şeye sizi davet eden kimsenin sözünü hiç düşünmez misiniz?
İkincisi: Hz. Hûd (a.s.)'un kavmine yüklediği vazifelerden biri de tevbe ve istiğfardır. Hz. Hûd (a.s.) dedi ki: Ey kavmim! Allah'tan şirk, küfür ve geçmiş ve gelecek günahlarınız için mağfiret dileyin. Ona halisane bir şekilde tevbe edin. İstiğfar edip tevbe ederseniz Allah size bol ve peşpeşe yağan yağmurlar gönderir.
O sırada Ad kavmi hiç yağmayan yağmurlara son derece muhtaç idiler. Çünkü onların ziraat ve bahçe işleri vardı.
Böylece mal ve evlatlarla sizin gücünüze güç katsın, izzetinize izzet katsın.
Âd kavmi güçlü, kuvvetli bir kavim olup üstünlük ve insanlara galip olmaya, güç ve kuvvetle gururlanmaya çok önem veriyorlardı.
Nitekim Cenab-ı Hak onlar hakkında şöyle buyuruyor: "Hatırlayın bir zaman Allah sizi Nuh kavminden sonra halifeler kıldı. Size yaratılış bakımından da güç ve kuvvet verdi. O halde sizler Allah'ın nimetlerini hatırlayın ki, kurtuluşa eresiniz." (Araf, 7/69).
"Siz, her tepeye bir bina kurup eğleniyor musunuz? Belki ebedî yaşarsınız diye sağlam köşkler mi ediniyorsunuz? Birini yakaladığınız zaman ona zorbalar gibi mi davranıyorsunuz? Allah'tan korkun ve bana itaat edin. Size bildiğiniz şu nimetleri bol bol veren Allah'tan korkun. O size bol bol hayvanlar ve evlatlar verdi." (Şuara, 26/128-133).
"Âd kavmine gelince: Onlar yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve bizden daha kuvvetli kim var? dediler." Suçlar ve günahlar üzerinde ısrar ederek, benden, benim davetimden ve sizi teşvik ettiğim şeylerden yüz çevirmeyin.
Ayette zikredilen istiğfarın faydası konusunda Sünnet-i Nebeviyyede bunu teyit eden ifadeler vardır. Ebu Davud ve İbni Mace'nin İbni Abbas'tan rivayet ettikleri hadis-i şerifte şöyle buyuruluyor: "Kim istiğfara devam ederse Allah ona her endişeden ferah, her darlıktan bir çıkış kapısı açar ve ona ummadığı yerden rızık verir."
Cenab-ı Hak Hz. Hûd (a.s.)'un kavmine söylediği sözleri anlattıktan sonra kavminin O'na söylediklerini de nakletti. Hûd kavmi peygamberine şöyle dediler: Sen bize, iddia ettiğin gibi, senin Allah katından gönderilen bir peygamber olduğuna delâlet eden bir hüccet ve burhan getirmedin. Biz sadece "Putlara tapmayın" demenle tanrılarımıza tapmayı asla bırakmayız. Sonra biz seni tasdik etmiyoruz. Öyle zannediyoruz ki senin bizim tanrılarımıza sövmen ve onlara ibadet etmeyi yasaklaman, onları ayıplaman sebebiyle tanrılarımızdan biri sende delilik ve aklında noksanlık meydana getirmiş.
Onların cevabı, tamamı inatçılık, ahmaklık ve kibirlilik olan şu dört şeyi ihtiva ediyordu:
1- Açık bir delil istemeleri.
2- Fayda veya zarar verenin Allah olduğunu, putların fayda veya zarar ve-remiyeceğini itiraf ettikleri halde putlara tapmakta ısrar etmeleri.
3- Israr, körükörüne taklitçilik ve inkarcılık sebebiyle Hz. Hûd (a.s.)'un peygamberliğini tasdik etmeleri.
4- Tanrıları vasıtasıyla Hz. Hûd'un aklının bozulmuş olduğu ve delirdiği iddiaları.
Hz. Hûd (a.s.) da onlara "Ben kendime Allah'ı şahit tutuyorum. Siz de şahit olun ki, ben sizin şirk koşmanızdan ve putlara tapmanızdan beriyim (uzağım)."
Bu ifade onların şahitliğe ehil oldukları manasına gelmez. Sadece neticeyi kabul ettirmenin kuvvetli bir ifadesidir. Yani "böylece bilesiniz" demektir.
Ayette iki şehadet arasında ortaklık veya eşitlik olmaması için "Ben Allah'ı ve sizi şahit tutarım" şeklinde bir ifade kullanılmadı. Zira şirkten beri olduğuna Allah'ın şahit kılınması sahihtir, tevhidin yerleşmesi manasında sabittir. Ama onların şahit kılınması onların dinini hafife almak ve onlara az önem verildiğine delâlet etmektir.
Ben Allah'tan başka O'na ortak koştuğunuz bütün şeylerden, putlardan uzak olduğumdan, bunu açıkça ilân ediyorum. Siz ve tanrılarınız hepiniz bana göz açıp kapayıncaya kadar mühlet vermeksizin gücünüzün yettiğince her çeşit hile yapın, istediğiniz tuzağı kurun. Ben her şeyimi, benim Rabbim ve sizin de Rabbiniz olan Allah'a havale ettim. Beni korumak hususunda O'nu vekil bıraktım. O her şeye kadirdir.
Yerde veya gökte hareket eden her canlı O'nun hakimiyeti ve idaresi altındadır. Bütün işlerinde tasarruf eden ve bu canlıları insanın emrine veren O'dur. O asla zulmetmeyen adil bir hüküm vericidir. Gerçekten benim Rabbim hak ve adalet üzerinedir.
Hz. Hûd (a.s.)'un meydan okuma, göz kamaştırıcı mucizesi ve onlara hiç aldırış etmeme tarzındaki bu cevabı şu birkaç hususu ihtiva etmektedir:
- Şirkten uzak olduğunu ilân etme.
- Allah'ı buna şahit kılma.
- Onların şirkinden uzak olduğuna onları şahit tutma.
- Kendisine hile yapmalarını ve tuzak kurmalarını (korkusuzca) isteme.
- Onlara pek az önem verdiğini, onlardan ve onların tanrılarından korkmadığını ortaya koyma.
Hz. Hûd (a.s.)'un bu tavrı, daha önce beyan edilen Hz. Nuh (a.s.)'un tavrına çok benzemektedir:
"Siz de ortaklarınızla bir araya gelerek, yapacağınız şeyi kararlaştırın. Sonra yapacağınız işi, sizi üzüntüye düşürmesin. Ve nihayet bana hiç mühlet vermeden, hükmünüzü uygulayın." (Yunus, 10/71).
"De ki: Allah'a ortak koştuklarınızı çağırın. Sonra da bana fırsat vermeden bana hilenizi yapın." (A'raf, 7/195).
Eğer hiçbir eşi-ortağı bulunmayan Rabbiniz Allah'a kulluk etmeniz gerektiği halde size getirdiğim şeyden yüz çevirirseniz, iyi bilin ki ben Rabbimin benimle size gönderdiği mesajını size tebliğ ettim. Tebliğde kusur etmek gibi bir itham bana takdir edilemez. Size gönderilen şeyin size ulaşmasıyla aleyhinizde hüccet konulmuş oldu. Siz ise bu risaleti yalanlamak ve Rasulullah'a düşmanlık etmekte direndiniz.
Sonra yeni bir söze başlayarak şöyle dedi: Allah sizi yok edip başka bir kavim getirebilir. Ve bu yeni kavim de sizin yurtlarınız ve mallarınızda sizin yerinize geçebilir. Allah'a sizden daha itaatkâr olabilir. Siz O'ndan yüz çevirmekle ve küfrünüzle O'na zarar veremezsiniz. Bilakis bunun vebali de size döner. Siz sadece kendinize zarar verirsiniz. Benim Rabbim her şeyi murakabe eder, her şeye hakimdir. Sizin amelleriniz Ona gizli kalmaz. Size hesap sormaktan da gafil değildir.
Cenab-ı Hak bundan sonra azabı, azabın etkilerini Hz. Hûd (a.s.) ve kavminin neticesini anlattı:
Azap emrimizin inme vakti gelince ve azabımız da bilfiil meydana gelince -ki bu her şeyi kökten yok eden bir rüzgar, müthiş bir kasırga idi- biz Hûd'u ve onunla birlikte olan müminleri bizim tarafımızdan bir rahmet ve lütuf ile ağır, meşakkatli ve şiddetli bir azaptan kurtardık, kavmini -iman etmeyenleri- son ferdine kadar helak ettik.
Bu cezasının sebebi ise Âd kavminin Rablerinin ayetlerini ve delillerini inkâr etmeleri ve onun peygamberlerine isyan etmeleri idi.
Burada, maksat sadece kendi peygamberlerini yalanlamak olduğu halde "peygamberler" diye cemi sigası kullanılmıştır. Çünkü bir peygamberi yalanlayan kimse bütün peygamberleri yalanlamış olur. Onlar Hz. Hûd (a.s.)'u yalanladılar. Böylece onu inkâr etmeleri bütün peygamberleri yalanlamak sayıldı.
Onlar inatçı, azgın ve zorba başkanlarına tabi oldular.
Bunun için onlara dünyada Allah'ın ve her zikredildiklerinde de mümin kullarının laneti ulaşır. Onlara bütün mahlûkatın huzurunda "İyi bilin ki Âd kavmi Rablerini ve O'nun nimetlerini inkâr ettiler. O'nun ayetlerine inanmadılar, Peygamberlerini yalanladılar. İyi bilin ki Hûd kavmi olan Ad kavmi Allah'ın rahmetinden uzaktır, kovulmuştur" denilecektir.
Bu onlara helak, yok olma ve Allah'ın rahmetinden uzak kalma şeklinde yapılan bir bedduadır.
Hülâsa: Cenab-ı Hak Âd kavminin özelliklerini şu üç noktada topladı:
1- Hz. Hûd (a.s.)'un doğruluğuna delâlet eden mucizeleri ve her işinde hikmet sahibi olan yaratıcının varlığına delil olan varlıkların buna delil olmasını inkâr etmeleri.
2- Peygamberlerine isyan etmeleri. Kim bir peygambere isyan ederse bütün peygamberlere isyan etmiş olur:
"Allah'ın peygamberlerini birbirinden ayırd etmeyiz dediler." (Bakara, 2/285).
3- Bu kavmin başkanlarını körükörüne taklit etmeleri.
Bundan sonra Cenab-ı Hak dünya ve ahirette bunların kötü akıbetlerini anlattı. Bu da dünya ve ahirette lanete uğramalarıdır. Lanetin manası ise, Allah Tealâ'nın rahmetinden ve her çeşit hayırdan uzaklaştırılmalarıdır.
Daha sonra Cenab-ı Hak onların bu hallere düşmelerinin asıl sebebini şöyle beyan etti: "İyi bilin ki. Âd kavmi Rablerini inkâr ettiler." Yahut Rablerinin nimetini inkâr ettiler.
"Âd kavmi hem bu dünyada, hem de kıyamet gününde lanete uğramıştır." cümlesinden sonra "iyi bilin ki Ad kavmi Rablerini inkâr ettiler" ifadesinin manası bunu kuvvetlice tekit etmektir.
"Hûd (peygamberin) kavmi olan Âd kavmi" ifadesinin gelmesi, kavmin belirlenmesi ve "sütunlar sahibi" irem halkı olan diğer Ad kavminden ayırd etmek içindir. Bu ifade ile karışıklık giderilmiş olmakta yahut daha fazla tekit yapılmaktadır. [16]
Hz. Salih (A.S.) Kıssası
61- Semud kavmine de kardeşleri Salih'i peygamber olarak gönderdik. Allah'a ibadet edin. Sizin için O'ndan baeşka ilâh yoktur. O, sizi topraktan yarattı ve yeryüzünü imar etmenizi istedi. O halde Allah'tan mağfiret dileyin, sonra O'na tevbe edin. Muhakkak ki Rabbim çok yakındır. Duaları kabul edendir."
62- (Semud kavmi) "Ey Salih! Bundan önce aramızda istenilen bir kişi idin. Babalarımızın taptıklarına tapmamızı mı yasaklıyorsun? Doğrusu biz senin bizi davet ettiğin şeyden şüphe içindeyiz, ev kuşkuluyuz" dediler.
63- Salih şöyle dedi: "Ey Kavmim! Söyleyin bana Rabbim tarafından açık bir delilim varsa ve o bana kendinden bir rahmet vermişse, buna rağmen ben Allah'a karşı gelirsem, Allah'tan kim beni kurtarabilir? O zaman siz sadece benim zararımı ve hüsranımı artırmış olursunuz-
64-Ey Kavmim! İşte Allah'ın yarattığı dişi deve, sizin için bir mucizedir. O deveyi serbest bırakın, Allah'ın mülkü olan yeryüzünde otlasın. Ona bir kötülükte bulunmayın. Aksi takdirde sizi pek yakın bir azap yakalar.
65- Yine de onlar deveyi kestiler. Bunun üzerine Salih dedi ki: "Evlerinizde üç gün daha yaşayın. İşte bu gerçek bir tehdittir."
66- (Azap etme) Emrimiz gelince, Salih'i ve Onunla beraber iman edenleri tarafımızdan bir rahmetle, o günün perişanlığından kurtardık. Gerçekten Rabbin çok kuvvetlidir ve her şeye galiptir.
67- Nihayet zalimleri korkunç bir çığlık yakaladı. Böylece kendi yurtlarında yığılıp kaldılar.
68- Sanki yeryüzünde hiç yaşamamışlar gibi., (izleri silinip gitti). İyi bilin ki, Semud kavmi Rablerini inkâr ettiler. İyi bilin ki, Semud kavmi Allah'ın rahmetinden uzaktır.
Açıklaması
Ad kavminden sonra gelen ve Tebuk ile Medine arasında Hicr şehirlerinde oturan Semud kavmine kendi içlerinden, kabilelerinden bir adamı yani Salih (a.s.)'i peygamber olarak gönderdik. Salih (a.s.) de onlara yalnız Allah'a ibadet etmelerini emretti. Onlara tevhide delâlet eden iki delil gösterdi:
Birinci Delil "O sizi topraktan yarattı" ayetidir. Yani Yüce Allah sizi ilk defa topraktan yarattı. Zira o Ebul-Beşer (insanlığın babası), babanız Adem'i topraktan yaratmıştır. Toprak maddesi Hz. Adem'in yaratıldığı ilk maddedir. Sonra siz şu merhalelerden geçtiniz. Önce nutfe, sonra kan pıhtısı, sonra bir et parçası, ondan sonra da bir iskelet ve bu iskeletin giydirilmesi. Nutfenin aslı kandandır, kan ise gıdalardan meydana gelir, gıdalar da yerdeki bitkilerden veya yine bitkilerden meydana gelen etten elde edilir.
İkinci delil de "Yeryüzünü imar etmenizi istedi" ayetidir. Yani sizi yeryüzünü imar etmeye ve tarım, sanat, inşaat ve madencilikle yeryüzünden yararlanmaya memur kıldı. Yeryüzünün insan için faydalı imara müsait oluşu, insanın da buna muktedir oluşu, takdir edip hidayete erdiren, insana yol gösterici, aklı ve dünyadaki varlıkları emrine almak için bir takım vasıtaları bahşeden ve insana tasarrufta bulunma kudreti veren, her şeyinde hikmet sahibi olan muazzam bir yaratıcının varlığına açık bir delildir.
Allah kendisine ibadet edilmeye lâyık tek varlık olunca siz şirk ve isyan gibi geçmişteki günahlarınızı tamamen terk ederek gelecekte aynı günahları veya benzerlerini bir daha işlememeye azmetmek suretiyle O'na tevbe edin.
Muhakkak ki Rabbim rahmeti, ilmi ve işitmesiyle mahlûkatına çok yakındır, halisane yalvaran muhtaç kulunun duasına lütfuyla ve rahmetiyle icabet etmektedir.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Eğer kullarım beni senden sorarlarsa şüphesiz ki ben çok yakınım. Dua edenin duasına dua ettiğinde icabet ederim." (Bakara, 2/186).
Semud kavmi Salih (a.s.)'a bilgisizliklerine ve inatçılıklarına alâmet sayılan şu sözle cevap verdiler:
Ey Salih! Sen şu söylediklerini söylemeden önce senin aklını gayet üstün görüyorduk. Yahut sende gördüğümüz üstün akıl ve isabetli düşüncen sebebiyle senin bir başkan veya işlerimizde danışman olmanı ümit ediyorduk. Şu anda ümitlerimiz boşa çıktı, umudumuz kesildi.
Ka'b diyor ki: Onlar, başlarındaki kraldan sonra onun kral olacağını ümit ediyorlardı. Çünkü O, soylu ve servet sahibi biriydi.
İbni Abbas ise "O faziletli ve hayırlı bir kimse idi" demiştir.
Tercih edilecek görüş Cumhur'un naklettiği ve "Sen, büyüklerin yerini tutacak, başımıza idareci olacak, kendisine danışılan, kendisinden çok şeyler ümid edilen bir kişi idin" şeklinde tefsir edilen görüştür.
Semud kavmi daha sonra şu sözlerle onun davetinde hayrete düştüklerini ifade ettiler.
Sen babalarımızın, geçmişteki büyüklerimizin taptıkları gibi tapınmamızı mı yasaklıyorsun? Halbuki onlar bu çeşit tapınmayı, hiçbir kimse yadırgamadan nesilden nesile aktararak devam ettirdiler.
Doğrusu biz senin sadece Allah'a ibadette bulunmamız hususundaki davetini ve Allah'la aramızda bulunduğunuzu farzettiğimiz şefaatçi aracıları terk etmemiz gerektiği şeklindeki sözlerinin doğruluğundan çok şüphe ediyoruz. Bu, töhmet ve su-i zanna götüren bir şüphedir.
Şek ve şüphe, insanın olumlu veya olumsuz düşünce arasında kararsız kalmasıdır. Mürib (kuşkulu) ise kötü kanaatin hakim olduğu bir şüphedir.
Bu sözün maksadı körükörüne taklitçilik yoluna ve babalarına, atalarına uymanın vacip olduğu inancına sımsıkı sarılmaktır. Bu ifade Allah'ın Mekke kâfirlerinden naklettiği şu sözlerine ne kadar benzemektedir:
"Tanrılarımızı bırakıp tek bir ilâh mı kabul ediyor? Doğrusu bu, şaşılacak bir şey! dediler." (Sad, 38/5).
Salih (a.s.) da kavminin bu sözlerine ulvi prensiplerde ve peygamberlik yolunda sebatkâr olduğunu beyan eden şu sözleriyle cevap verdi:
Üzerinde bulunduğum apaçık delili terk ederek nasıl Allah'a karşı gelebilirim? Ben Allah'ın size gönderdiği şeyde bir delil, basiret ve yakin ilim sahibi isem ve Allah kendi tarafından bana vahyedilen şeyi tebliğ etme vazifesini ihtiva eden bir rahmet -yani peygamberlik- vermişse söyleyin bana ne yapabilirim?
Benim gerçekten peygamber olduğumu ve yakinen açık bir delil üzerinde bulunduğumu farz edin (çünkü onun muhatabı inkarcılar idi). Şöyle bir düşünün. Ben size tabi olursam ve Rabbimin emirlerinde O'na karşı gelirsem beni O'nun azabından kim kurtaracak? Size tabi olursam ve sizi hakka ve yalnız Allah'a ibadet etmeye davet etmeyi terk edersem bana hiçbir faydanız olmaz. Bu durumda Allah katındaki nimeti sizin yanınızdaki geçici nimetlerle değiştirmem sebebiyle sadece hüsranımı ve delâletimi artırmış olursunuz.
Peygamberlerin âdeti önce Allah'a kulluğa davet etmek sonra da peygamberlik davasını ortaya koymak olduğuna göre, Salih (a.s.) da, kavmi ondan bu sözünün doğruluğuna işaret eden bir mucize istedikleri için onlara "deve" mucizesini getirdi.
Rivayete göre Semud kavmi kendilerine ait bir bayram gününe çıktıklarında Hz. Salih (a.s.)'ten bir mucize getirmesini ve işaret ettikleri belirli bir taştan deve çıkarmasını istemişlerdi. Hz. Salih de Rabbine dua etmiş ve kavminin istedikleri gibi taştan deve çıkmıştı.
Salih (a.s.) onlara şöyle dedi: Bu benim doğruluğumu gösteren mucizedir. Yemesi, içmesi ve sütünün bolluğuyla diğer develerden ayrılan Allah'ın (mucize olarak yarattığı) devesidir.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "(Salih'e şunu vahyetmiştik): Biz onları imtihan etmek için dişi deveyi bir mucize olarak göndereceğiz. Sen şimdi onların yaptıklarını gözetle ve sabret. Onlara sırası gelenin nöbetinde hazır bulunması şeklinde suyun deve ile kendileri arasında taksim edildiğini ve nöbetleşe içeceklerini haber ver." (Kamer, 54/27-28). (Salih (a.s.) sözüne devam ederek dedi ki: O deveyi serbest bırakın. Siz onun beslenmesini üstlenmeksi-zin, o Allah'ın toprağındaki otlaklardan dilediği gibi yesin. Hangi çeşit olursa olsun ona kötülükte bulunmayın. Yoksa sizi üç gün gibi pek az bir müddet geçmeden acil bir azap yakalar.
Semud kavmi onun nasihatini dinlemediler. Onu yalanladılar ve deveyi kestiler. Deveyi onların emriyle Kadar b. Salif isimli kişi kesti.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştu: "Onlar (Semud kavmi) arkadaşlarından birini çağırdılar. O da kılıcını alıp deveyi kesti." (Kamer, 54/29).
Bunun üzerine Salih (a.s.) onlara şöyle dedi: Evinizde -yani yurdunuzda-üç gün daha yaşayın. İşte bu gerçek ve kesin bir vaaddir.
Sonra kendilerini tehdit ettiği azap meydana geldi. Azap ve helak etme emrimizin vakti gelince, ceza inip acı olay meydana gelip, yıldırım düşünce, biz Salih'i ve onunla beraber olan müminleri tarafımızdan bir rahmetle kurtardık. Onları şiddetli bir azaptan, o gün -helakin meydana geldiği gün, veya kıyamet günü- meydana gelen zillet ve perişanlıktan kurtardık.
"el-Hızy" rezalet derecesine varan büyük bir zillet halidir. Gerçekten Rab-bin çok kuvvetli ve muktedir, her şeye galiptir. Yerde veya gökte hiçbir şey O'nu aciz bırakamaz.
Nihayet onları azap çığlığı kapladı. Bu çığlık kalpleri sarsan, duyulduğunda canları alan, helak edici ve son derece şiddetli bir ses diye anlatılan müthiş bir gök gürültüsü idi. Derhal hepsi toptan canlarını vermişler ve yere atılan cansız cüsseler haline gelmişlerdi.
Sanki onlar küfürleri ve Rablerinin ayetlerini inkâr etmeleri sebebiyle süratle helak oldukları için dünyada hiç bulunmamış, kendi yurtlarında hiç oturmamış gibi helak olup gittiler.
îyi bilin ki onlar Rablerini inkâr ettiler ve O'nun şiddetli azabına müste-hak oldular. İyi bilin ki onlar Allah'ın rahmetinden uzaktırlar. Semud kavmine ve benzerlerine helak olma ve mahrumiyet vardır. [17]
Hz. İbrahim (A.S.) Kıssası
69- Şüphesiz ki elçilerimiz bir müjde ile İbrahim'e geldiler. Ona "selâm" dediler. İbrahim de "selâm" dedi. Hemen semiz bir buzağıyı getirdi.
70- Ellerinin ona uzanmadığını görünce, durumları hoşuna gitmedi ve onlardan dolayı içine korku düştü. Melekler "korkma! Biz Lût kavmine gönderildik" dediler.
72- İbrahim'in hanımı "Vay başıma gelenler! Ben bir kocakarı iken çocuk mu doğuracağım? İşte kocam! O da ihtiyar. Cidden bu, şaşılacak bir şeydir" dedi.
73- Melekler (İbrahim'in hanımına) "Allah'ın işine mi şaşıyorsun? Ey ev halkı! Allah'ın rahmeti ve bereketi üzerinizde-dir. Şüphesiz ki O, övgüye çok lâyıktır. İzzet ve şeref sahibidir" dediler.
74- İbrahim'in korkusu geçip, O'na müj- hakkmda bizimle ı mücadeleye başladı. çok yumuşak huylu, yüreği yanık ve Allah'a çok yönelen bir kimse idi.
76- (Melekler) "Ey İbrahim! Bundan (bu tutumundan) vazgeç. Çünkü (onların yok olmaları için) Rabbinin emri gelmiştir. Önlenemeyecek azap mutlaka onlara gelmektedir" (dediler).
Açıklaması
Allah'a yemin olsun ki, bizim elçilerimiz olan melekler -Cebrail, Mikail ve İsrafil (Atâ'dan ve tabiin alimlerinden bazılarına göre Cebrail ve başka yedi melek) evlat müjdelemek gibi bir müjde ile İbrahim (a.s.)'e geldiler.
Nitekim Cenab-ı Hak "Biz ona İshak'ı müjdeledik." (Hûd, 71) ve yine "Onu ileride büyük ilim sahibi olacak bir erkek çocuk ile müjdeledik." (Zariyat, 51/28) buyurmaktadır.
Bir başka görüşe göre Lût kavminin helaki ve Hz. Lût (a.s.)'un kurtuluşu ile müjdelendi.
Melekler Hz. İbrahim (a.s.)'e "selâmen aleyk" dediler. Hz. İbrahim (a.s.) de "selâmün aleyküm" diye cevap verdi. Bu cevap onların selâmlarından daha güzeldi. Çünkü "selâmen" yerine "selâmün" denilmesi (merfu halde kullanılması) ilm-i beyan alimlerinin zikrettikleri gibi değişmezliğe ve devamlılığa delâlet etmektedir.
Hz. İbrahim (a.s.) hiç beklemeden, hemen onlara ateşte, taş üzerinde kızartılmış bir buzağıyı ikram olarak getirdi.
"Hemen ailesine giderek semiz bir danayı kızartıp getirmiş, önlerine koymuş ve 'Yemez misiniz?" demişti."(Zariyat, 51/26).
Hz. İbrahim (a.s.) onların ellerinin yemeğe uzanmadığını görünce bunu yadırgamış ve onlardan dolayı içine korku ve titreme düşmüştü. Zira bunların beşer olmadıklarını, belki de azap melekleri olabileceklerini anlamıştı.
Melekler ona "Korkma! Biz sana bir kötülük düşünmüyoruz. Biz sadece Lût kavmini helak etmek için gönderildik" dediler. Lût kavminin yerleri Hz. İbrahim (a.s.)'in diyarına yakın idi.
Biz seni ileride büyük ilim sahibi olacak, neslini devam ettirecek, adını unutturmayacak İshak isminde bir erkek çocuk ile, onun ardından da zürriye-tinden İsrailoğulları peygamberlerinin geldiği Yakup (a.s.) ile müjdeliyoruz.
O sırada Hz. İbrahim (a.s.)'in hanımı perdenin arkasında ayaktaydı ve melekleri görüyordu. Yahut ayakta meleklere hizmet ediyordu. Korku gittiği ve güvenlik ortamı gerçekleştiği için sevinerek ve Lût kavminin çirkin fiilleri ve aşırı derece inkarcılık ve inatçılıkları yüzünden onları asla sevmediği için bu kavmin helak olacağına sevinerek güldü. İyas (çocuk olmasının kesilmesi) halinden sonra çocukla müjdelenerek mükâfatlandırıldı.
"Biz O'na İshak'ı müjdeledik." Yani biz ona İshak ismindeki çocuğu İs-hak'ın da Yakup isimli bir çocuğunun olacağını müjdeledik. Nitekim bir ayet-i kerimede de "Biz ona İshak'ı ve Yakub'u bağışladık." (Enam. 6 84» buyurulmaktadır.
Mücahid ve İkrime "güldü" kelimesini müjdenin gerçekleşmesi için, iyas (çocuk olmasının kesilmesi) halinde olduğu halde "hayız gördü" şeklinde tefsir etmişlerdir. Ancak bu tefsir cumhur alimlerin görüşüne muhalif olan garip bir tefsirdir.
Çünkü Hz. İbrahim (a.s)'in Hacer'den oğlu Hz. İsmail (a.s.) dünyaya gelince, diğer hanımı Sârre kendisinin de bir oğlu olmasını temenni etmişti. Yaşlılığı sebebiyle iyas haline girdiği halde peygamber olacak ve aynı zamanda peygamber babası olacak bir çocukla müjdelenince oğlunun oğlunu görmek onun için büyük bir müjde oldu.
Hz. İbrahim (a.s.)'in hanımı Sârre erkek çocukla müjdelendiği zaman şöyle demişti: Hayret doğrusu! Ben mi, bu yaşlı ve kısır halimle çocuk doğuracağım? Kocam da benzerlerinin de çocuğu olmadığı yaşlılık çağmdadır. Cidden bu haber şaşılacak bir şeydir, çok gariptir.
Melekler ona cevap verdiler: Allah'ın kaza ve kaderine nasıl şaşarsın? Yani Allah'ın ikinize İshak ismindeki o erkek çocuğu ikram etmesinde hiçbir gariplik yoktur. Çünkü kâinatta hiçbir şey Allah'ı aciz bırakamaz. O her şeye kadirdir. "Allah bir şeyin olmasını dilediği zaman O'nun emri sadece "ol" demektir. O da hemen oluverir." (Yasin, 36/82).
Melekler devam ettiler: Çünkü ey Peygamber ailesi efradı! Allah'ın geniş rahmeti ve bol bereketleri sizin üzerinizedir. Peygamberlik kıyamete kadar İbrahim (a.s.)'in neslinden miras olarak devam edip gidecektir. Şüphesiz ki Ce-nab-ı Hak bütün ayetleri ve efaliyle sena edilir, bütün övgülere lâyıktır. Sıfatları ve zatıyla yüceltilir, çok hayır ve ihsan sahibidir. O hamd ve sena edilen, izzet ve şeref sahibidir.
Bundan sonra Cenab-ı Hak İbrahim (a.s.)'in meleklerin yemek yememeleri sebebiyle meydana gelen korkusu geçip kendisini çocukla müjdelediklerini ve Lût kavminin helak olacağını haber verdiklerini ve bu gelenlerin Lût kavmi için gelen azap melekleri olduklarını öğrenince Hz. İbrahim (a.s.) Lût kavmine gönderilen Allah'ın elçileri olan bu meleklerle mücadele etmeye başladı. Onların mücadelesi Allah için idi. Zira onlar Allah'ın emriyle gelmişlerdi.
Çünkü İbrahim (a.s.) cidden yumuşak huylu, kendine kötülük edenden intikam almakta aceleci olmayan, yüreği yanık insanların başına gelen kötü ve acı olaylardan çok ah çeken ve bütün işlerinde Allah'a yönelen bir kişi idi. Yani kalbinin hassaslığı ve aşırı derecede merhametli oluşu Onu meleklerle mücadele etmeye sevketmişti.
Melekler İbrahim (a.s.)'e "Ey İbrahiml Lût kavmi hakkındaki bu mücadeleden vazgeç. Çünkü Rabbinin onlar hakkındaki azabı ve kazasının icra edilmesi emri gelmiştir. Hiç şüphe yok ki bu azap onlara gelecektir, ne mücadele, ne dua, ne şefaat ne de başka bir şeyle kesinlikle bu azabın önlenmesi ve buna engel olunması mümkün değildir.' dediler. [18]
Hz. Lût (A.S.) Kavmi Kıssası
77- Elçilerimiz Lût'a gelince bu durum hiç hoşuna gitmedi ve içi daraldı, ve 'İşte bugün zor bir gündür" dedi.
78- Bunun üzerine daha önce iğrenç davranışlarda bulunan Lût kavmi hemen koşup ona geldiler. (Misafirleri istiyorlardı). Lût onlara "Ey kavmim! İşte kızlarım. Bunlar sizin için daha temizdir. Allah'tan korkun. Misafirlerime karşı (onlara tecavüzde bulunarak) beni rezil etmeyin. İçinizde aklı başında bir kişi yok mu?" dedi.
79- Kavmi Lût'a "biliyorsun ki, bizim senin kızlarına ihtiyacımız yoktur. Sen bizim ne istediğimizi çok iyi biliyorsun" dediler.
80- Lût da onlara "Keşke benim size yetecek gücüm olsa (size engel olabilsem) veya sağlam bir köşeye sığınabilsem" dedi.
81- Melekler 'Ta Lût! Bizler Rabbinin elçileriyiz. Onlar asla sana ulaşamayacaklardır. Sen ailenle birlikte gecenin bir bölümünde yürü git. Hiçbiriniz arkasına dönüp bakmasın. Ancak hanımın hariç. Çünkü kavminin başına gelecek azap ona da gelecektir. Onların (helak olma) vakitleri bu sabahtır. Sabah da yakın değil mi?" dediler.
82- (Azap etme) emrimiz gelince yaşadıkları köylerin altını üstüne çevirdik. Üzerlerine kızgın taşları sağanak halinde yağdırdık.
83- Bu taşlar Rabbin tarafından işaretlenmişti. Bu (azap) zalimlerden (hiçbir zaman) uzak değildir.
Açıklaması
Elçilerimiz olan melekler Hz. İbrahim (a.s.)'e Lût kavminin bu gece helak olacağını bildirdikten sonra Allah tarafından bir imtihan vesilesi olarak gayet güzel yüzlü, yakışıklı, güzel bir fiziki yapıya sahip gençler olarak geldiklerinde Lut (a.s.) onların bu durumunu ve gelişlerini kötüye yormuş ve bu sebeple gönlü daralmıştı. Çünkü bunları gerçekten insan zannetmiş, kavminin pisliğinin onlara bulaşmasından korkmuş, kendisinin de kavmine karşı çıkmaya aciz olmasından dolayı "İşte bugün zor yani belâsı şiddetli bir gündür' demişti.
Hz. Lût (a.s.)'un hanımının bildirmesiyle misafirlerin geldiklerini duyan kavmi buna sevindikleri için fuhuş yapmak üzere hemen koşup Lût (a.s.)'a geldiler. Bu onlar için garip bir davranış değildi. Çünkü onlar bu misafirlerin gelişinden önce de bu çeşit günah işliyorlar, fuhşa irtikap ediyorlardı. Bu artık onların normal seciyyeleri haline gelmişti. Bunlar bu hallerinde azap gelinceye kadar devam etmişlerdi.
Nitekim Cenab-ı Hak onların bu durumu hakkında Hz. Lût (a.s.)'un sözünü nakletmişti. "Sizler hâlâ erkek erkeğe cinsi münasebette bulunacak, yol kesecek ve toplantı yerinizde edepsizce davranışlarda bulunacak mısınız?" (Anke-but, 29/29). Lût kavmi helak vakti gelinceye kadar bu fuhşu işlemeye devam ettiler.
Hx. L&fc (.a.s.) karovme. "îty kavmimi İşte. şu kıtları ırikâhlaym" demişti. Bu, ifadeden maksat kavminin kızları ve hanımlarıdır. Çünkü -İbni Abbas'ın dediği gibi- ümmeti için peygamber baba mertebesindedir. Hz. Lût (a.s.) onlara kendileri için dünya ve ahirette en faydalı olanı göstermişti. Nitekim bir başka ayette Hz. Lût (a.s.)'un kavmine şöyle dediği anlatılır.
"Rabbinizin size eş olarak yarattığı kadınları bırakıp da bütün âlemler içerisinde siz, erkeklerle temas eden kimseler mi oluyorsunuz? Doğrusu siz, haddi aşan bir kavimsiniz." (Şuara, 26/165-166).
Mücahid, Katade ve daha pek çok alim şöyle demişlerdir. Ayette geçen "kızlarım" tabirinden maksat Hz. Lût (a.s.)'un kendi kızları değil, ümmetinin kızlarıdır. Her peygamber ümmetinin babasıdır.
İbni Cüreyc diyor ki: Hz. Lût (a.s) onlara hanımları nikahlamalarını emretti. Onları zinaya teşvik etmedi.
Said b. Cübeyr diyor ki: Kavminin kızları Hz. Lût (a.s.)'un kızları sayılır. O da kavminin babasıdır. Hz. Lût, kendisine gelenlere şöyle seslenmişti: Allah'tan korkun. Size emrettiğim şekilde sadece nikâhlı hanımlarınıza yönelin.
Misafirlerimin huzurunda beni rezil rüsvay etmeyin, beni utandırmayın. Çünkü onları küçümsemek beni küçümsemektir.
Devamla, "Sizin içinizde emrettiğimiz şeylere yönelecek, yasak ettiğim şeyleri terk edecek, sizi en sağlam yola iletecek olgun, hikmetli, akıllı, hayırlı bir kişi yok mudur?" dedi.
Lût kavmi şöyle cevap verdiler: Sen bizim kadınlara ihtiyacımız olmadığını, onları arzulamadığımızı eskiden beri biliyorsun. Senin söylediğinde hiçbir fayda yoktur. Bizim sadece erkeklere karşı arzumuz vardır. Sen bizim bu arzumuzu biliyorsun. Bize bu konuda aynı şeyi tekrar etmekten fayda nedir? Bu ifadeden maksat onların bu arzularında kararlı olduklarını bildirmektir.
Bunun üzerine Hz. Lût kavmini tehdit ederek şöyle dedi: Sizinle çarpışacak bir kuvvete sahip olsaydım, size karşı bana destek verecek ve yardım edecek yakınlarım olsaydı, sizin kötülüğünüze engel olabilseydim sizinle savaşırdım, sizin arzu ettiğinize ulaşmanızı engellerdim.
Hz. Lût (a.s)'u endişeye sevkeden misafirlerine karşı rezil-rüsvay olma korkusundan sonra melekler ona kavminin azapla helak olacağını ve kendisinin kurtulacağını müjdeleyerek şöyle dediler:
"Ey Lut! Bizler seni kavminin şerrinden kurtarmak ve onları helak etmek için gönderilen Rabbinin elçileriyiz. Onlar sana veya misafirlerine asla hiçbir kötülük yapamayacaklardır."
O anda Allah onların gözlerini kör etti. Ne Lût'u, ne de yanındakileri göremez oldular. Nitekim Cenab-ı Hak bir başka surede şöyle buyuruyordu: "Şüphesiz onlar Lâftan misafirlerini kendilerine vermesini istemişlerdi. Biz de onların gözlerini silme kör ettik. Haydi azabımı ve uyarılarımı (dinlememenin cezasını) tadın, dedik." (Kamer, 54/37).
Melekler devamla şöyle dediler: Sen ailenle birlikte gecenin bir bölümünde yürü git. Yani geceleyin bu kasabadan çık. Bunun için kasabanın hudutlarını geçmen yeterlidir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Nihayet o kasabada bulunan müminleri çıkardık. Zaten biz orada bir tek ailenin dışında müslü-man bulamadık." (Zariyat, 51/35-36).
Hiçbiriniz sakın arkasına bakmasın. Zira ona azaptan bir şey isabet eder, yahut onlara şefkat besler. Emrolunduğunuz tarafa doğru yürüyün.
Ailenle birlikte git. Ancak hanımın hariç. Onu beraberine alma. Çünkü onlara isabet eden azap hanımına da isabet edecektir. Zira o kâfir ve hain idi.
Bundan sonra gece yürümenin sebebi zikredildi. Şüphesiz onların azabı ve azabının başlangıcı sabah fecrin doğuşundan güneşin doğuşuna kadar olan vakittir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurdu: "Onları şafak vakti korkunç bir çığlık yakaladı." (Hicr, 15/73).
"Sabah vakti yakın bir vakit değil mi?" Bu vaktin seçilmesinin sebebi hepsinin evlerinde bulundukları bir vakit oluşudur.
Rivayet edildiğine göre Melekler Hz. Lût (a.s.)'a "Onların yok olma vakitleri bu sabahtır" dediklerinde Hz. Lût (a.s.) "Beri bundan daha çabuk, hatta şu anda helak edilmelerini istiyorum" demiş, melekler de "sabah yakın değil mi?" demişlerdi. Müfessirler diyor ki: Hz. Lût (a.s.) bu sözü işitince ailesiyle birlikte geceleyin kasaba dışına çıkmıştı.
Fecir vakti olup da azap etme emrimizi yerine getirmek için kazamız icra edilince Sodom kasabasının altını üstüne çevirdik. Onları yerin dibine geçirdik. Üzerlerine, sertleşmiş çamurdan yapılmış taşlan peşpeşe sağanak halinde yağdırdık. Bu taşlar azap için işaretlenmiş, üzerlerinde Rabbin tarafından Onun hazinelerinde hususi alâmet konulmuştu.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Lût kavminin altı üstüne gelen memleketini yere gömen de O'dur. Onları o kuşatan azap kuşatmıştı." (Necm, 53/53-54).
Kim yere düşüp ölmemişse Allah onun üzerine kızgın taşlar (kuvvetli taşlaşmış çamur) yağdırmıştı.
Tefsir'de "emtarna" azap için "matarna" rahmet için kullanılır, denilmektedir.
Bundan sonra Cenab-ı Hak bütün zalimlere tehdit mahiyetinde bu kıssadan alınacak ders ve ibreti şöyle zikretti: "Bu azap zalimlerden hiçbir zaman uzak değildir." Bu azap veya bu azabın meydana geldiği kasaba, Mekke halkı gibi zulmetmekte onlara benzeyen kimselerden uzak değildir. Bundan maksat Cenab-ı Hak onlara da bu şekilde azap edebilir, demektir.
Enes b. Malik (r.a.) diyor ki: Rasulullah (s.a.) bu ayeti Cebrail'e sordu. O da "Yani senin ümmetinin zalimlerinden uzak değildir. Onlardan hiçbir zalim yoktur ki, bugün-yann üzerine düşecek taş ile azaba maruz olmasın" dedi.
Bu ifadede her zaman ve her yerde zalimler için alınacak ders ve ibret vardır. "Baîd" kelimesinin müzekker olarak gelmesi "uzak bir yer" manasına da kullanıldığı içindir.
Bu ayetin bir benzeri de şu ayettir: "Şüphesiz sizler sabah-akşam onların memleketlerinden geçiyorsunuz. Hiç düşünmez misiniz1?" (Sâffât, 37/137-138) Sizler sabah akşam yolculuk yaparken onların kasabasından geçiyorsunuz. Onlara inen bu belâyı hiç düşünmez, ibret almaz mısınız?.. [19]
Hz. Şuayb (A.S.) Kıssası
84- Medyen'e de (halkına da) kardeşleri Şuayb'ı peygamber olarak gönderdik. (Şuayb) şöyle dedi: "Ey kavmim! Allah'a kulluk edin. Sizin için O'ndan başka ilâh yoktur. Ölçü ve tartıyı eksik tutmayın. Ben sizi nimet içinde görüyorum. Sizin için çepeçevre kuşatacak bir günün azabından korkarım.
85- "Ey kavmim! Ölçü ve tartıyı adaletle ve tam olarak yapın. İnsanlara eşyalarını eksik olarak vermeyin. Yeryüzünde bozgunculuk, fesatçılık yapmayın."
86- "Eğer inançlı kimseler iseniz, Allah'ın sizin için geriye bıraktığı (kâr), sizin için daha hayırlıdır. Ben sizin üzerinizde bekçi değilim."
87- (Medyen kavmi) şöyle dediler: "Ey Şuayb! Atalarımızın taptığını bırakmamızı ve mallarımızda dilediğimiz şeyi yapmayı terk etmemizi sana namazın mı emrediyor? Hem de sen cidden yumuşak huylu, aklı başında bir adamsın."
88-Şuayb da şöyle dedi: Ey kavmim! Söyleyin bana. Benim Rabbim tarafından açık bir delilim varsa, ve o beni kendi nezdinden güzel bir rızıkla rızık-landırdıysa... (Ben O'na nasıl karşı gelebilirim?) Ben> sizlere yasak ettiğim, şeyleri kendim yapmak istemem. Sadece gücümün yettiği kadar ıslah etmeyi isterim. Benim muvaffak olmam ancak Allah'tandır. Sadece O'na güvendim ve sadece O'na yönelirim.
89- "Ey kavmim! Bana karşı gelmeniz, Nuh veya Hûd yahut Salih kavimlerinin başlarına gelenler gibi, size bir musibet getirmesin. Lût kavmi de sizden pek uzak değildir."
90- "Rabbinizden affınızı isteyin. O'na dönün. Şüphesiz ki Rabbim çok merhametlidir, çok sevendir."
91- (Bunun üzerine) kavmi şöyle dedi: "Ey Şuayb! Biz senin söylediklerinin çoğunu anlamıyoruz. Şüphesiz seni aramızda çok zayıf bir kimse olarak görüyoruz. Eğer kabilen olmasaydı, seni taşlayarak öldürürdük. Esasen sen bizim aramızda itibarı olan bir kişi de değilsin."
92- Şuayb dedi ki: "Ey kavmim! Size göre benim kabilem Allah'tan daha mı üstün ki, Allah'a sırt çeviriyorsunuz? Şüphesiz ki Rabbim, (yaptıklarınızı ilmiyle) kuşatmıştır."
93- "Ey kavmim! Olduğunuz yerde devam edin. Ben de amelime devam edeceğim. İleride rezil-rüsvay edici azabın kime geleceğini ve kimin yalancı olduğunu bileceksiniz. Bekleyin bakalım, . ben de sizinle beraber bekliyorum."
94- (Azap etme) emrimiz gelince Şu-ayb'ı ve onunla birlikte iman edenleri rahmetimizle kurtardık. Zalimleri ise korkunç bir çığlık yakaladı. Böylece yurtlarında yığılıp kaldılar.
95- Sanki orada hiç yaşamamışlar gibi... (izleri silinip gitti). İyi bilin ki daha önce Semud kavmi (Allah'ın rahmetinden) uzaklaştığı gibi, Medyen kavmi de öylece uzaklaştı.
Açıklaması
Yüce Allah'ı Medyen halkına aynı kabileden ve aralarında nesebi en şerefli olanlardan Şuayb'ı peygamber olarak göndermiştir. Şuayb kavmine şöyle dedi: Ey Kavmim! Sadece bir olan, ortağı olmayan Allah'a kulluk edin. Bu, imanın aslı olan tevhidi emretmektir.
Bundan sonra ölçü ve tartıyı eksik tutmaktan nehyederek şöyle dedi: Ölçü ve tartıda insanların haklarını eksik vermeyin. Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayet-i kerimede şöyle buyurmaktadır: "Ölçü ve tartıda hile yapanların vay haline! Onlar insanlardan bir şey alırken tam alırlar. Başkalarına bir şey ölçüp tartarken de eksik tutarlar." (Mutaffifin; 83/1-3).
Ben sizi nimet içinde görüyorum. Sizi insanların hakkında tamah etmek ve onların hakkıyla oynama alçaklığına düşmekten kurtaracak kadar servet, rızık bolluğu ve refah içinde görüyorum. Sizin için Allah Tealâ'nın haramlarını çiğnemeniz sebebiyle içinde bulunduğunuz nimetlerden mahrum olmanızdan ve hepinizi toptan kuşatıp geride hiçbir kimseyi bırakmayacak bir azaptan korkuyorum. Bu ya dünyadan toptan helak olma azabı yahut cehennemdeki ahiret azabıdır.
Ey kavmim! Ölçüyü ve tartıyı, alırken de verirken de adaletle ve tam olarak yapın.
Bu, ölçü ve tartıyı eksik tutmaktan sonra sadece hilekârlık yapmaktan kaçınmanın yeterli olmadığına, bilakis biraz fazlalıkla bile olsa tam almanın ve tam vermenin gerekli olduğuna işaret edip tekitte bulunmaktır.
Hz. Şuayb (a.s.) bundan sonra her şeyde noksanlık yapmayı yasaklayarak şöyle dedi: İnsanlara eşyalarını noksan olarak vermeyin. Yani insanların hakkında haddi aşmaktan, zulmetmekten sakının. Yeryüzünde din ve dünya menfaatlerinden hiçbir şeyde bozgunculuk yapmayın. Yol kesicilik yaparak fesat çıkarmayın. (Medyen kavmi yol kesicilik yapıyorlardı.)
"Lâ ta'sevu..." el-A'svü ifadesi dinî ve dünyevî, insan haklarına ait olsun-olmasm her çeşit noksanlığı ihtiva eder. Bundan sonra gelen "müfsidîn" kelimesinin manası ise bozgunculuk çıkarmak kasdıyla demektir. Dolayısıyla yanlışlık sonucu veya ıslah niyetiyle yapılan işlerde günah yoktur.
Ölçüyü ve tartıyı tam yaptıktan sonra geriye kalan helâl kazanç sizin için haramdan daha hayırlıdır. Daha çok bereketlidir, haram yoluyla aldığınız şeyin sonucundan daha güzeldir. Ancak mümin olmanız şartıyla... Çünkü geri kalan helâl kazancın hayırlı oluşu iman halinde gerçekleşir. Küfür ve inkâr durumunda hiçbir amelde hayır yoktur. Ayrıca iman itaate teşvik eder, götürür. Zira onlar mümin iseler, sevap ve cezayı kabul ediyorlarsa sevap kazanmaya ve azaptan kurtulmaya vesile olacak şeyleri elde etmeye çalışırlar. Bu da ölçü ve tartı esnasında haram olan pek az bir şeyi almaya çalışmalarından daha hayırlıdır.
Ben sizin amellerinizin bekçisi, kontrolcüsü değilim, sizi çirkinliklerden men edecek gücüm de yok. Ben sadece güvenilir bir nasihatçıyım. O halde Allah için kendi içinizden gelen arzu ile helâli ve farz olanı yapın. Bunu da insanlar görsün diye yapmayın. Benim üzerime düşen sadece apaçık bir tebliğdir. Sözlerin ve davranışların hesabı Allah'a aittir.
Cenab-ı Hak bundan sonra sadece Allah'a ibadet etmeyi emretmesi, ölçü ve tartıda hilekârlık veya eksiklik yapmalarını yasaklaması hususunda Med-yen halkının Hz. Şuayb (a.s.)'a verdikleri cevaplarını nakletti.
Birincisi: Allah'a ibadet etme hakkında idi. Şöyle demişlerdi: "Ey Şuayb! Senin namazın (özel ibadetlerin) sana atalann-babalann ibadeti olan putlara heykellere tapınmayı bırakmamızı mı emrediyor?" Çünkü Hz. Şuayb (a.s.) çok namaz kılan biri idi. Kavmi de bu sözlerini alay ve küçümseme edasıyla söylemişler, din ve iman konusunda körükörüne taklit metoduna sarıldıklarını ilân etmişlerdi. Bu ifadeleri, bugün ıslahçı bir din alimine "Senin ilmin veya hocalığın seni şu işlediğimiz âdetleri (yani bidatleri) terk etmeye mi sevkediyor?" denilmesi gibidir.
İkinci cevapları ise hilekârlığı terk etmek hususunda idi. Bu konuda şöyle demişlerdi: Senin namazın sana bizim mallarımızda dilediğimiz şekilde hareket etmemeyi mi emrediyor? Maksatları onların mallarında hür olduklarını, kendilerinin menfaati olan hususlarda diledikleri gibi tasarruf edebileceklerini, zekât vermeyip mallarını hiçbir şekilde hayır yolunda harcamayacaklarını, sadece çeşitli vesilelerle mallarını artıracaklarını beyan etmekti. O halde senin bize emrettiğin ölçü ve tartıda hilekârlığı ve sahtekârlığı bırakmak, az ve helâl malla kanaat etmek, az ve helâl malı değerlendirme ve çoğaltma siyasetine zıt idi. Bu da bizim ekonomik bağımsızlığımızı sınırlamaktan başka bir şey değildir, demek istiyorlardı.
Kısaca: Kavminin her iki hususta Hz. Şuayb (a.s.)'a verdikleri cevapları, onların körükörüne taklide sımsıkı sarılmak hatası ve sahibinin helâl-harama aldırış etmediği bir tamahkârlık içine düştüğünü göstermektedir.
Medyen kavmi bu alaylı tavırlarını "Hem de sen cidden çok yumuşak huylu, aklı başında bir adamsın" sözüyle tekit ettiler. Bununla onu, bu vasıfların tam zıddı olan bilgisizlikle aşırı gitmekle, düşüncelerinde ahmaklık, davranışlarında tutarsızlıkla suçlamak istediler, alay etmek için de aksini söylediler.
Hz. Şuayb (a.s.) da bunun üzerine küfür yanlılarının arzularını tek kelime ile kesti ve şöyle dedi: "Ey kavmim! Söyleyin bana. Ben davet ettiğim hususlarda Rabbim tarafından basiret ve tam bir yakın ilim üzerinde isem, size emrettiğim ve yasakladığım konularda açık bir delil, bir hüccet üzerinde isem ve Rabbim beni kendi nezdinden, peygamberlik ve hikmet gibi güzel nimetlerle, yahut hiçbir hilekârlık ve sahtekârlık yapmadan helâl, temiz, güzel rızıklarla rızık-landırmışsa... Söyleyin bana. Ben Rabbim tarafından yakinen gönderilmiş, doğru bildiğim bir yol üzerinde ve gerçekten peygamber isem, bu durumda size put ve heykellere tapmayı bırakmanızı, günahlardan elinizi çekmenizi emretmemem doğru olur mu? Halbuki peygamberler sadece bunun için gönderilmişlerdir". Bu sözün cevabı zikredilmiştir.
"Ben size bir şeyi yasaklayıp da kendim gizlice buna aykırı davrananam, bunu, sizden ayrı olduğum yerlerde gizlice yapamam." Bu ifadeden murad, Ben size bir şeyi yasaklamışsam onu kesinlikle yapmam. Bu prensibe sımsıkı bağlıyım" demektir.
Daha sonra asıl görevi bir defa daha tekit etti: "Sadece gücümün yettiği kadar vaaz ve nasihatlerimle iyiliği emretmek, kötülüğe engel olmak suretiyle ıslah etmeyi isterim. Bu hususta hiçbir gayreti de esirgemem." Burada kendisinin akıl ve hidayet hususunda gayet tutarlı olduğuna, onların olaylarında da tutarsız olduklarına ima vardır.
"Gerçekleştirmeyi istediğim hususlarda ve gerçeği bulmamda muvaffakiyetim ancak Allah'tandır. Bu O'nun hidayeti ve yardımıyladır. Ben bu davamı tebliğ için de olmak üzere- bütün işlerimde sadece Ona güvendim ve sadece Ona yönelirim, O'na iltica ederim." Bu ifadeler Hz. Şuayb'ın davet hususunda kavminin kötülük etmesinden korkmaksızın sebatkâr olduğu manasına gelmektedir.
"Ey kavmim! Benimle ihtilâfa düşmeniz, bana kızıp düşmanlık etmeniz sakın içinde bulunduğunuz küfür ve fesatta ısrar etmenize sebep olmasın. Aksi takdirde sizin başınıza da Nuh kavminin tufanda boğulması, Hûd kavminin şiddetli bir kasırga ile helak olması, Salih kavminin de bir sarsıntı ile yok olması gibi eski kavimlere isabet eden bir musibet gelebilir."
"Lût kavmine gelen azap ne zaman, ne de yer bakımından size uzak değildir. Daha öncekilerden ibret almazsanız onlardan ibret alın."
"Rabbinizden putlara tapmak, ölçü ve tartıyı eksik yapmak gibi geçmiş günahlardan dolayı Rabbinizden af dileyin. Sonra bundan sonraki kötü amellerinizde de Ona dönün. O'na itaate yönelin. Çünkü Rabbim kendine dönüp yönelen kimseye çok merhamet edicidir. O, tevbe edenleri sever, tevbe edenlere karşı çok merhametlidir ve sevgi doludur. Onlara sevenin sevdiğine yaptığı iyilikleri yapar." Bu ifadede de günahlardan tevbe ve istiğfar etmenin onları ortadan kaldıracağına, dünya ve ahiretin hayrına sebep olacağına delildir.
Bütün bu konuşmalar ve mücadeleler boşa çıkınca Medyen kavmi Hz. Şu-ayb (a.s.)'ı küçümsemeye, tehdit etmeye ve ona asılsız bir takım suçlamalar isnat etmeye, onu hiçe saymaya kalkıştılar.
Medyen kavmi şöyle diyorlardı: "Ey Şuayb! Biz senin sözlerinin çoğunu anlamıyoruz."
Halbuki Hz. Şuayb (a.s.) Süfyan es-Sevrî'nin dediği gibi "Peygamberlerin hatibi" idi.
"Sen güçsüz bir kimsesin. Senin fayda vermek yahut zarar vermek hususunda hiçbir gücün, kuvvetin, kudretin yoktur. Senin cemaatin ve kabilen olmasa, onların bizim üzerimizde şeref ve itibarı olmasa seni taşlayarak öldürürdük. Senin bizim yanımızda hiçbir itibarın ve değerin yoktur, hiçbir saygınlığın ve gönlümüzde hiçbir yerin yoktur."
Raht, üçle on arası kişiden oluşan gruptur. Rahtur-racül ise kişinin dayandığı, kuvvet aldığı yakınlarıdır. Ayetin manası şöyledir: "Senin bizim yanımızda itibarın olmayınca seni öldürmek ve sana eziyette bulunmak bizim için kolaydır."
Kavminin söyledikleri bütün bu sözler Hz. Şuayb (a.s.)'ın ortaya koyduğu delilleri çürütememektedir. Bilakis bu sözler açık delil ve hüccete saçma-sapan, bilgisizce karşılık vermektir.
Bunun üzerine Hz. Şuayb (a.s.) onların beyinsizliklerine karşı şu ihtarda bulundu: "Ey kavmim! Benim kabilem size göre Allah'tan daha mı üstün, daha mı değerli ki, siz beni kabilem için bırakıyorsunuz da Allah için bırakmıyorsunuz? Halbuki Allah Tealâ emrine uyulmaya daha lâyıktır. Siz Allah'tan yüz çevirdiniz, O'nu arkanıza attınız, Ona itaat etmiyor, hürmet ve ta'zimde bulunmuyorsunuz. O'nun cezası ve azabından korkmuyorsunuz. Şüphesiz ki benim Rabbimin ilmi amelinizi kuşatmıştır. O bütün durumlarınızı bilir. Hiçbir şey O'na gizli kalmaz. O sizi cezalandıracaktır." Bu bir uyarı, tehdit ve korkutma idi.
Hz. Şuayb (a.s.), kavminin davetini kabul edeceklerinden ümidini kesince onlara karşı kesin ve sert bir tavır koyarak şöyle dedi:
"Ey kavmim! Aynı yolunuzda devam edin. Bana yapabileceğiniz elinizden gelen bütün kötülükleri yapın. Ben de Allah'ın bana verdiği kudretle kendi yolumda, kendi metodumla gayret edeceğim. Siz küfür ve delâlet üzerine devam edin. Ben de davet ve Allah'ın kutretine güvenmek üzerine sebat edeceğim." Bu ifadeler de bir tehdit idi.
Dünya ve ahirette rezil, rüsvay edici azabın kime ineceğini, benim mi sizin mi yalancı olduğunuzu pek yakında bileceksiniz. Size söylediğim azabın meydana gelmesini bekleyin. Ben de sizinle beraber bekleyeceğim." Bu ifade onları oldukları gibi bıraktıktan sonra onlara açıkça azap tehdidir.
Nihayet onun doğru sözlü olduğunu teyit eden olay meydana geldi: Sonunda onlara azap etme şeklinde emrimiz gelip onlar hakkındaki hükmümüz icra edilince peygamberimiz Şuayb'ı ve onunla birlikte olan müminleri bizim onlara tahsis ettiğimiz hususi bir rahmetle kurtardık. Zulümleri sebebiyle zalimleri korkunç bir çığlık kapladı: Bu gökyüzünden gelen helak edici, sarsıcı, çok şiddetli bir ses şeklindeydi.
Bu durum A'raf süresinde "korkunç bir sarsıntı", Şuara suresinde de "bulutlu günün azabı" şeklinde anlatılmıştır. Halbuki hepsi aynı ümmetin azabını anlatmaktadır. İşte onlar, helak günü bütün bu azapların hepsini bir arada yaşamıştır. Sonunda hepsi asla kıpırdayamadan ölüler halinde yığılıp kaldılar.
Her surede, zikredilen günahlarına uygun değişik bir ifade kullanılmıştır. A'raf suresinde Hz. Şuayb (a.s.) ve onunla birlikte olanları kasabalarından çıkarmakla tehdit ettikleri konusu anlatıldı. Bundan dolayı orada "korkunç bir sarsıntı" olduğu zikredildi. Burada peygamberleriyle konuşurlarken (terbiyesizlikte) bulundukları ifade edildi. Bu sebeple onları "cansız yere seren korkunç bir çığlık" meydana geldiği bildirildi. Şuara suresinde ise üzerlerine gökten taşlar düşmesini istedikleri ve bundan dolayı bulutlu günün azabına yakalandıkları anlatıldı.
Sanki onlar memleketlerinde uzun müddet bolluk ve refah içinde oturmamışlar, sanki hiç yaşamamışlar gibi oldular; izleri silinip gitti.
İyi bilin ki Medyen halkı Allah'ın rahmetinden uzaklaşmış, helak olmuşlardır. Tıpkı kendilerinden önce Semud kavminin de Allah'ın rahmetinden mahrum kalıp helak oldukları gibi... Semud kavmi onların komşuları idi, yerleri yakın, küfür ve inkârda, yol kesmede onlara benzemekteydiler. Semud kavmi de Medyen halkı gibi Arap soyundan idiler. Azapları da aynı oldu: Bu, şiddetinden yeryüzünün sarsıldığı ve hepsinin derhal öldüğü son derece şiddetli, müthiş bir gökgürültüsü idi.
İbni Abbas diyor ki: Allah Tealâ Şuayb ve Salih kavimlerinden başka iki ümmete aynı azabı vermemiştir. Salih kavmine gelen korkunç çığlık alt taraftan, yani yerden gelmiştir. Şuayb kavmine gelen korkunç çığlık ise üstten yani gökyüzünden gelmiştir. [20]
Firavun Ve Kavmi İle Hz. Musa (A.S.)'In Kıssası
96- Şüphesiz ki biz Musa'yı mucizelerimizle ve apaçık bir kuvvetle peygamber olarak gönderdik.
97- Onu Firavun ve kavmine gönderdik.Fakat onlar Firavun'un emrine uydular. Oysa Firavun'un emri hiç de dürüst
98- Firavun kıyamet günü kavminin önü-ne düşecek ve onları ateşe götürecektir. Vardacak o yer ne kötü bir yerdir "- Onlar, hem bu dünyada hem de kıyamet gününde lanete uğramışlardır. Yapılan bu ikram ne kötü bir ikramdır!
Açıklaması
Yemin olsun ki, biz Musa'yı dokuz büyük mucize ile ve Allah'ın birliğine delâlet eden açık delâletler ile Kıptîlerin kralı Firavun ve kavmine peygamber olarak gönderdik. Bu mucizelerde apaçık bir kuvvetle yani gözle görülür olaylarla teyit edilen kesin delillerle peygamberliğinin doğruluğuna işaret edilmektedir.
Ayetlerden murad, "Tevrat ve içindeki şeriat ve hükümlerdir" denilmiştir. Yine bunlardan maksat apaçık dokuz büyük mucizedir. Bunlar da Hz. Musa'nın asası, nurlu beyaz eli, tufan, çekirge, bit, kurbağa yağması, kan ve meyvelerde ve canlarda noksanlıktır. Bazı alimler meyvelerde ve canlarda noksanlık yerine dağın gölge gibi oluşu ve denizin yarılmasını zikretmişlerdir.
Bütün bu ayetlerde Hz. Musa (a.s.)'nm peygamberliğinin doğruluğuna apaçık deliller vardır.
"Fakat kavmi Firavun'un emrine uydular. Yani Firavun'un etrafındakiler
Hz. Musa'yı inkâr edip İsrailoğullan'na, erkek çocukları öldürüp kız çocukları bırakmak şeklinde zulmetmeleri gibi delâlet ve azgınlıkta Firavun'un metodu, yolu ve usulüne tabi oldular.
Burada sadece "etrafındakiler"in zikredilmesinin sebebi onların önder, lider, danışman ve icra elemanları olması, başkalarının ise sadece onlara tabi olanlar durumunda bulunması sebebiyledir.
"Oysa Firavun'un emri hiç de dürüst değildi." Yani onun durumu, tasarrufları, metodu düzgün ve makul değildi. Onda olgunluk ve hidayet yoktu. Sadece bilgisizlik, sapıklık, inkarcılık, inatçılık, haksızlık ve bozgunculuk vardır.
Ahiretteki cezasına gelince: "Kıyamet günü kavminin önüne düşecek ve onları ateşe götürecektir." Yani Firavun kavminin büyüğü olarak kıyamet günü önlerine geçip onları cehenneme götürecek ve ateşe sokacaktır. Çünkü dünyada ona uydukları gibi, Firavun da onların önderleri olduğu için kıyamet gününde de önlerinde yürüyüp onları cehenneme sokacaktır. Onun cehennemde büyük azaptan bol bol nasibi vardır.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Firavn (gönderdiğimiz) peygambere isyan etti. Bunun üzerine biz de onu şiddetli bir azapla yakaladık." (Müz-zemmil, 73/16).
Bütün zalim önderler de aynı şekilde kıyamet günü büyük bir azaba uğratılacaklardır. Cenab-ı Hak bu konuda şöyle buyuruyor: "... Onların her birinin azabı kat kattır. Fakat siz bilemezsiniz." (A'raf, 7/38).
Yine Cenab-ı Hak kâfirlerin cehenneme girince şöyle diyeceklerini bildirmektedir: "Ey Rabbimiz! Onların azabını iki kat ver. Onları büyük bir lanete uğrat." (Ahzap, 33/68).
İmam Ahmed b. Hanbel'in Ebu Hureyre'den rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyuruyor: "İmru'l-Kays cahiliyye şairlerinin sancağını taşıyarak cehenneme girecektir."
Yine Kur'an-ı Kerim'de Firavun ailesinin adamlarının öldüklerinden itibaren sabah-akşam cehenneme arzedildikleri bildirilmektedir.
"... Firavun'un adamlarını ise kötü bir azap kuşatıverdi. O azap onların sabah akşam maruz kaldıkları ateştir. Kıyamet kopunca "Firavun'un taraftarlarını azapların en şiddetlisine sokun" denilecektir." (Gafir, 40/45-46).
"Varılacak o yer ne kötü bir yerdir!" Varıp girecekleri o cehennem denilen yer ne kötüdür! Zira suya giden, susuzluk hararetini söndürmek için suyun başına gider. Ateşe giden ise ateşin aleviyle daha fazla yanar, onun sıcağıyla kavrulur.
"Vird" kelimesi "vürud (varma)" manasında mastar olduğu gibi "vârid (varan) manasında ism-i fail de olabilir. "Mevrûd" ise varılacak su veya varılacak yer manasındadır.
"Onlar hem bu dünyada hem de kıyamet gününde lanete uğramışlardır." Yani Allah onları azaptan ayrı olarak dünyada kendilerinden sonra gelen ümmetler tarafından lanete uğratmıştır. Kıyamet günü de bütün mahşer halkı onlan lanetleyecektir. Onlar hor ve hakir bir durumdadırlar. Onlara dünya ve ahirette azaplarından başka iki lanet vardır.
Nitekim Cenab-ı Hak onlar hakkında şöyle buyuruyor: "Bu dünya hayatında biz onları lanete uğrattık. Kıyamet günü de onlar hor ve hakir kimselerden olacaklardır." (Kasas, 28/42).
Mücahid diyor ki: "Ahirette hem azaba hem de lanete uğrayacaklar, böylece iki defa lânetlik olacaklardır."
"Yapılan bu ikram ne kötü bir ikramdır." Yapılan bu yardım ne kötü bir yardımdır. Hem dünya hem de ahirette uğradıkları bu lanet ne kötü bir ikramdır. Lanetin ikram olarak isimlendirilmesi onlarla istihza etmek içindir.
İbni Abbas bu ayete "lanetten sonra lanete uğramak ne kötüdür!" diye mana vermiştir. [21]
Zalim Ümmetlerin Dünyadaki Hallerinden Alınacak İbretler
100- Sana anlattığımız bu kıssalar, bazı kasabaların kıssalarıdır. Bunların bir kısmı hâlâ ayaktadır. Bir kısmı ise biçilmiş ekin gibidir.
101- Biz onlara zulmetmedik. Fakat onlar kendi nefislerine zulmettiler. Sonra da Rabbinin emri geldiği zaman Allah'tan başka taptıkları ilâhlar onlara hiçbir fayda veremedi. O putlar sadece onların helakini artırdı.
102- Rabbinin zalim olan kasabaları yakaladığı zaman çarpması böyledir. Şüphesiz Rabbinin çarpması çok acıklı, çok şiddetlidir.
Açıklaması
Cenab-ı Hak peygamberleri ve peygamberlerle ümmetleri arasında geçen olayları, kâfirleri nasıl helak edip müminleri nasıl kurtardığını haber verdikten sonra şöyle buyurdu:
Ya Muhammed! Bu zikredilen haberler, insanlara bildirmen ve kıyamete kadar gelecek müminlerinden senden gelen bir tebliğ olarak okumaları için sana anlatılan ve daha önce helak edilen bazı kasabaların haberleridir.
"zâlike (şu)" kelimesi uzakta olan bir şeyi işaret etmek için kullanılır. Buradaki manası ise "daha önce zikredilen şu kıssalar" demektir. Ancak bu kıssalar uzak bir yerde değil, az önce geçmiştir. Bu kullanış tarzı "Şu kitapta hiçbir şüphe yoktur." (Bakara, 2/2) ayetine benzemektedir.
Bu kasabalardan bir kısmının hâlâ biçilmemiş ekin gibi ayakta kalan eserleri mevcuttur. Meselâ Hz. Salih kavmi gibi... Bir kısmının ise izi silinmiş, kaybolmuş ve tıpkı tamamen biçilmiş ekin tarlası gibi olmuştur. Meselâ, Lût kavminin köyleri gibi..
Biz günahsız yere onları helak etmek suretiyle zulmetmedik. Fakat onlar, peygamberlerimizi yalanlamak, onları inkâr etmek, şirk koşmak, yeryüzünde fesat çıkarmak ve sahte tanrılarının kendilerini korkulu, tehlikeli ve mahzurlu şeylere karşı korur diye güvenmeleri suretiyle kendi kendilerine zulmettiler. Sonra da bunların onlara hiçbir faydası dokunmadı. Allah'ın azabına engel olamadılar. Bilakis Allah'ı bırakıp da tapındıkları ve yalvardıkları putların onlara zararı dokundu. Onlara ne fayda verebildiler, ne de onları helak olmaktan kurtarabildiler.
"Yalvardıkları putlar" ifadesinde hazf vardır, yani "dünyada yalvardıkları, taptıkları putlar" demektir. 'Onlar kendilerine fazla bir şey kazandırmadı" ifadesinde de isim yerine zamir kullanılmış, muzaf hazfedilmiştir. Yani putlara tapınmaları kendilerine fazla bir şey kazandırmadı, demektir.
O putlar sadece onların hüsranını ve helakini artırmıştır. Çünkü onların helak edilmelerinin ve yok olmalarının sebebi bu tanrılara tabi olmalarıdır. Böylece hem dünyayı hem de ahireti kaybettiler.
İşte bu şekilde bir azap ile, peygamberlerimizi yalanlayan o zalim ümmetleri nasıl helak etmişsek onların benzerlerine de aynı şekilde davranacağız. Kasabaları çok şiddetli bir zulüm içindeyken onları kıskıvrak yakalayıp helak edeceğiz. Şüphesiz Rabbinin çarpması çok acıklıdır, ondan kurtulma ümidi yoktur.
Bu ifade bir uyandır ve zulmün kötü akıbetine dikkat çekmektedir. "O kasabalar zalimdir" ifadesinde muzaf hazfedilmiştir. Yani o kasabaların halkı zalimdir denilmektedir. Tıpkı "köye sor" cümlesinde olduğu gibi. Ayetin manası şöyledir: O'nun çarpması çok acıklı ve çok şiddetlidir. Yani şirk ehline vereceği ceza can yakıcı ve sert bir cezadır.
Buharî ve Müslim'in Sa/«Merinde Ebu Musa el-Eş'arî'den rivayet edildiğine göre Peygamberimiz Is.a.) şöy\e buyurmuştur. "Allah zalime müMet uerir. Onu yakaladığı zaman da asla bırakmaz." Rasulullah (s.a.) bundan sonra şu ayeti okudu: "Rabbinin zalim olan kasabaları yakaladığı zaman çarpması böyledir." (Hûd, 102). [22]
Kur'an Kıssalarında Yer Alan Ahiret Cezasından Alınacak İbretler
103- Şüphesiz ki, bunlarda ahiretin azabından korkan için ibret vardır. O (gün), insanların (tamamen bir araya) toplandıkları bir gündür. O gün herkesin hazır olacağı bir gündür.
104- Biz o günü ancak sayılı bir süreye kadar erteliyoruz.
105- O gün gelince hiçbir kimse O'nun izni olmadan konuşamaz. O gün insanların bir kısmı bedbaht, bir kısmı ise mesuttur.
106- Bedbahtlara gelince, onlar ateştedirler. Onlar orada ızdıraplı bir şekilde soluk alıp vereceklerdir.
107- Onlar, gökler ve yer durdukça ateşte kalacaklardır. Ancak Rabbinin dilemesi müstesnadır. Çünkü Rabbin dilediğini tam manasıyla yapandır.
108- Mesud olanlara gelince, onlar da cennettedirler. Gökler ve yer durdukça onlar ebedî olarak cennette kalacaklardır. Ancak Rabbinin dilemesi müstesnadır. (Bu, onlara Allah tarafından) hiç eksilmeyen bir nimettir.
109- Şunların taptıklarının batıl olduğundan hiç şüphe etme. Onlar da daha önceki atalarının taptığı gibi (putlara) tapmaktadırlar. Muhakkak biz onların da (azaptan) nasiplerini eksiksiz vereceğiz.
Açıklaması
Bu surede geçen, kâfirlerin helak olduğu ve müminlerin kurtulduğu konularını ihtiva eden bu kıssalar, bunlara iman edip zikredilen azaptan korkan kimse için, Allah'ın ahiretteki vaadinin doğruluğuna gayet açık bir delil ve kuvvetli bir hüccettir. Bundan dolayı dünyada küfür, zulüm ve isyandan çekinir. Çünkü peygamberlerin haber verdiği öldükten sonra dirilme ve amellerin karşılığının verilmesinin şüphesiz bir gerçek olduğunu, dünyada zalimlere azap verenin onlara ahirette de azap vermeye kadir olduğunu ve mücrimlere dünyada isabet eden azabın ahiret azabının sadece küçük bir örneği olduğunu gayet iyi bilmektedir.
Zemahşerî diyor ki: "Burada vardır" ifadesiyle Allah'ın zikrettiği, günahları sebebiyle helak olan ümmetlerin kıssalarına işaret edilmektedir. "Ayet" yani ahiret azabından korkan kimse için ibret vardır. Çünkü böyle bir kimse Allah'ın mücrimlere dünyada verdiği azaba ve bunun onlar için ahirette hazırladığı azaptan sadece bir örnek olduğuna bakar. Bunun büyüklüğünü ve şiddetini görünce bununla vaad edilen azabın büyüklüğü hususunda kanaat sahibi olmaya çalışır. Ve bu onun için bir ibret, bir öğüt ve daha fazla takva ve Allah korkusu içinde bulunması hususunda bir lütuf olur. Bu ayetin bir benzeri de "Bunda Allah'tan korkan için ibret vardır." (Naziat, 79/26) ayetidir.[23]
Bu gün, amellerinin hesabı görülmek ve buna göre karşılığı verilmek üzere ilk insandan sonuncusuna kadar bütün insanların toplandığı ahiret günüdür.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Biz hiç bir kimse bırakmadan bütün insanları bir araya toplayacağız." (Kehf, 18/47).
Bu gün "yevm-i meşhud "dur. Yani meleklerin de hazır olduğu, peygamberlerin de toplandığı insan, cin, kuşlar, vahşi hayvanlar ve diğer canlı mahlûka-tın topyekün mahşer yerine toplandığı ve zerre kadar zulmetmeyen, adil olan Rabbü'l-âleminin hüküm vereceği ve güzel amellere kat kat ecir vereceği bir gündür.
Mahlûkat hakkında tasarrufta bulunmak, isterse bu ümmetleri ve benzerlerini helak etmek gibi dünyada olsun, isterse ahirette olsun, bu ancak ümmetleri terbiye etmek için Allah'ın iradesi ve ihtiyarı ile olur. Yoksa "Tufan veya tufanda boğulmak, gök gürültüsü, yerin batması veya deprem gibi olaylar, ilâhî değil, tabii olaylardır" diyen maddecilerin iddia ettikleri gibi hakim kuvvet tabiat değildir.
Bu gibi kimselere verilecek en basit cevap bu cezaların peygamberlerin kavimlerini uyardıktan sonra meydana gelmesidir. Hatta kavimlerine belirli bir vakit bile tayin etmişlerdi.
Nitekim Hz. Salih (a.s.) "Evlerinizde üç gün daha yaşayın. Bu yalanlana-mayacak bir tehdittir." (Hûd, 65) ve Hz. Lût (a.s.) kavmi için "Onların yok olma vakitleri bu sabahtır." (Hûd, 81) demiştir.
Daha sonra Cenab-ı Hak kıyamet gününün ve azabının belirli bir müddete ertelendiğini bildirerek şöyle buyurdu: "Biz o günü ancak sayılı bir süreye kadar erteliyoruz." (Hûd, 104). Yani biz kıyamet gününün meydana gelişini bizim ilmimizde belirli bir müddetin bitmesine kadar erteliyoruz. Bundan fazla da olmaz, eksik de olmaz. Bu, dünyanın ömrüdür. Böylece insanlara amellerini ıslah etmeleri ve inançlarını düzeltmeleri için yeterli firsat verilmiştir.
Nitekim bir ayet-i kerimede "Rabbin çok mağfiret edicidir, rahmeti boldur. Eğer Allah, onları işledikleri yüzünden cezalandırmak isteseydi, hemen azabı indiriverirdi. Fakat onlar için vaad edilen bir zaman vardır ki, ondan kaçıp kurtulacak bir yer bulamayacaklardır." (Kehf, 18/58) buyurulmaktadır.
"O gün gelince.." Yani kıyamet günü gelince Allah'ın izni olmadan hiçbir kimse konuşamaz. Emir ve nehiy sahibi O'dur. O gün O'nun izni olmadan bir kimsenin bir söz söylemesi veya harekette bulunması imkânsızdır. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Cebrail ve meleklerin saf saf dizildikleri gün, Rahman olan Allah'ın izin verdiği ve doğru konuşan hariç O'nun huzurunda kimse konuşamaz." (Nebe, 78/38).
Bir başka ayet-i kerimede de şöyle geçmektedir: "O gün insanlar, kendilerini Allah'ın huzuruna davet edene (İsrafil'e) uyacaklar, kimse yan çizemeyecek-tir. Rahman olan Allah'ın azameti karşısında bütün sesler kısılacak, fısıltıdan başka hiçbir şey işitmeyeceksin." (Tâ-Hâ, 20/108).
"O gün insanların bir kısmı bedbaht, bir kısmı ise mesuttur." Yani mahşer günü insanların bir kısmı bedbaht, mutsuz, küfrü ve isyanı sebebiyle azaba uğramış kimselerdir. Diğer bir kısmı ise mesuttur, mutludur, imanı ve doğru yolda yürümesi sebebiyle cennetlerde nimet içindedir. Aynen Yüce Allah'ın bildirdiği gibi: "Bir grup cennette, diğer bir grup ise alevlerin içindedir." (Şûra, 42/7)
Kimin için şer murad edilmiş ve o da o kötü amelleri işlemişse o bedbaht kimseler arasındadır. Kimin için de hayır murad edilmiş ve o da hayırlı amelleri işlemişse o da saadet ehli arasındadır. Herkese yaratıldığı akibet kolaylaştırılır.
Tirmizî ve Hafız Ebu Ya'la Müsned'inde Hz. Ömer (r.a.)'in şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: "O gün insanların bir kısmı bedbaht, bir kısmı ise mesuttur." (Hûd, 105) ayeti nazil olduğu zaman Peygamberimiz (s.a.)'e sordum: 'Ya Rasulallah! Niçin çalışıyoruz? Bitmiş, sonucu kararlaştırılmış bir şey için mi, yoksa henüz bitmemiş bir şey için mi?" Peygamberimiz (s.a.) "Tamamen bitmiş bir şey için, ya Ömer! Kalemler yazdılar. Ancak herkese yaratıldığı akıbet kolaylaştırılır" dedi ve sonra da şu ayetleri okudu: "Kim Allah yolunda harcar ve O'ndan korkar ve en güzel olanı "İslâm inancını" tasdik ederse biz onu en kolay olana muvaffak kılacağz. Fakat kim de cimrilik eder ve Allah'a ihtiyacı olmadığını iddia eder ve en güzel olan "İslâm inancını" yalanlarsa, biz onu en zor olana sürükleriz." (Leyi, 92/5-10).
Bundan sonra Yüce Allah bedbahtların durumunu da, mesut olacakların durumunu da beyan etti. Birinci grup yani bedbaht olanlar batıl inançları ve kötü amelleri sebebiyle yerleşecekleri ve varacakları yer olan cehennemdedirler. Onlar endişe, keder ve gönül darlığından dolayı zorlukla nefes alıp vermektedirler.
İbni Kesir'in zikrettiği gibi içinde bulundukları azap ve işkence sebebiyle soluk almaları soluk verme, soluk vermeleri de soluk alma şeklinde bir ızdıra-ba dönüşmüştür. Halbuki normal olarak "zefir" soluk vermek, "şehîk" ise soluk almaktır. Yani cehennemdekiler ızdıraplı bir şekilde, süratle ve zorlukla soluk alıp vermektedirler.
Onlar orada devamlı olarak yer ve göklerin aynen kaldığı müddetçe kalacaklardır. Burada maksat ebedî kalacaklarının ve arada kesintisinin olmamasının temsil tarzında ifade edilmesidir. Arapların "Sebir dağı ayakta kaldığı müddetçe, yıldızlar parladığı müddetçe, kuşlar öttüğü müddetçe şöyle yapacağım veya yapmayacağım" tarzındaki ifadelerinde olduğu gibi.
Buradaki maksat ahiretteki yer ve gökyüzü manası da olabilir. Çünkü bunlar sonsuza kadar devam edecektir. Ahiretin gökyüzünün (yani mahlûkatın üstünde bulunan şeyin) ve yeryüzünün (yani onların üzerinde durdukları bir zeminin) bulunduğuna delil Cenab-ı Hakk'ın:
'Yaşadığınız yeryüzünün bir başka yeryüzüne, göklerin de başka (göklere) çevrileceği... o gün" (İbrahim, 14/48) ve "Onlar da "Bize verdiği vaadinde duran ve bizi bu yere varis kılan Allah'a hamd olsun. Cennette istediğimiz yeri yurt edinebiliyoruz. İyi amellerde bulunanların mükâfatı ne güzelmiş, derler." (Zümer, 39/74) ayetleridir.
Ayrıca ahiret halkını gölgesi altına alacak, üstlerinde şemsiye gibi duracak bir gökyüzü mutlaka olacaktır. İbni Abbas diyor ki: "Her cennetin yeri ve göğü vardır.
"Ancak Rabbinin dilemesi müstesnadır." Bu istisnadan maksat sabitliğe ve devamlılığa delâlet etmektir. Çünkü cennet ve cehennem ehlinin orada ebediyete kadar istisnasız kalacakları kesindir. Bundan maksat ise orada ebedî kalmanın Allah Tealâ'nın iradesiyle olacağının, dünya ve ahirette hiçbir şeyin ilâhî iradenin dışında olmayacağının beyan edilmesidir. Bu ayet aynen şu ayetlere benzemektedir:
"... Allah da (buyurucak ki:) "Sizin durağınız cehennemdir. Orada Allah'ın dilemesi müstesna ebedî kalacaksınız." Şüphesiz Rabbin Hakim'dir (Hüküm ve hikmet sahibidir), Alîm'dir (Her şeyi çok iyi bilendir)." (En'am, 6/128).
"De ki: Allah'ın dilediğinin dışında ben kendim için bir fayda elde etmeye ve bir zarar vermeye muktedir değilim." (Araf, 7/188).
"(Ey Muhammed) Sana Kur'an'ı biz okutacağız ve onu asla unutmayacaksın. Ancak Allah'ın dilediği müstesna..." (Ala, 87/6-7).
Bütün bu ayetlerde maksat hükümlerin sadece Allah'ın iradesiyle kayıtlı bulunduğunu bildirmektir, yoksa bu hükümlerin umumi olmadığını ifade etmek için değildir. Tercih edilen ve kuvvetli olan görüş de budur.
İbni Cerîr diyor ki: Arapların âdetlerinden biri de bir şeyin daimi olduğunu anlatmak istediklerinde "Bu yer ve gökler devam ettikçe devam edecektir" çekimdeki sözleridir. Yine şöyle derler: "Bu gece ile gündüz birbiri ardınca geldiği müddetçe baki kalacaktır."
Müfessir alimlerin bu konuda Kurtubî'nin zikrettiği gibi 11 görüşü var[24]
Zemahşeri diyor ki: Bu ifade cehennem azabında ve cennet nimetleri içinde ebedî kalmaktan istisnadır. Çünkü cehennemlikler sadece ateş azabında ebedî kalmayacaklardır. Bilakis zemherir (soğuk) ile ateş azabından onlara başka çeşitli azaplarla da azap edilirler. Bunların hepsinden daha şiddetlisi ise Allah'ın onlara gazap etmesi ve onları basite almasıdır. Cennetlikler de böyledir. Onların da cennetten başka ondan daha büyük bir nimet ve daha değerli bir lütuf vardır ki bu da Allah'ın rızasıdır. Cennetliklerin cennet sevabından başka Allah'ın kendilerine lütfettiği, mahiyetini sadece kendisinin bildiği nimetler vardır. İstisnadan murad edilen budur. Bunun delili de "kesilmeyen bir lütuf ayetidir.[25]
Yani Rabbin bu hazırlanan nizamı değiştirmeyi, buna ilâve etmeyi ve bundan eksiltme yapmayı dilemediği müddetçe, onlar cennet veya cehennemde ebedî kalacaklardır. Böylece maksat, her şeyin O'nun elinde ve O'nun tasarrufunda olduğunu göstermektir. Dilerse bunu aynen bırakır, dilerse böyle yapmaz.
Ebu Hayyan diyor ki: Görünen odur ki, "Ancak Rabbinin dilemesi müstesnadır" ayeti zamana delâlet eden "Gökler ve yer durdukça onlar ebedî olarak cennette kalacaklardır" ayetinden istisnadır. Ayetin manası şudur: Allah Te-alâ'nın dilediği zaman hariç, ne ateşte ne de cennette ebedî olurlar. Eğer bu istisna ateşte ve cennette olmaktan istisna ise, bu istisna edilen zaman, Allah'ın kıyamet günü mahlûkatı arasında hüküm verdiği zaman olabilir. Çünkü o zaman bedbaht ve mesut olanlar henüz cennet ve cehenneme girmemişlerdir.
Ancak buradaki istisna "ebedî olmak"tan istisna ise bunun cehennemliklere göre olması mümkündür. O durumda bu istisna edilen zaman cehennemde olan isyankâr müminlerin oradan çıkıp cennete girmeleridir. Bu durumda onlar ebedî cehennemde değildirler. Zira cehennemden çıkıp cennete girmişlerdir. Cennet ehline gelince, cehennemlikler hakkında meydana gelenler onlar hakkında meydana gelmez. Çünkü cehennemlik olup da cennete girecek ve orada ebedî kalacak kimse yoktur.[26]
"Çünkü Rabbin dilediğini tam manasıyla yapandır." Yani ilmine uygun ve hikmetinin gereği olarak dilediğini yapar. Cehennemliklere dilediği azabı verir.
Cennetliklere kesintisiz lütfuyla ihsanda bulunur.
Cenab-ı Hak bundan sonra ikinci grup olan mesut olanların cezasını zikretti: Mesut olanlara, saadet ehline gelince, onlar peygamberlere tabi olanlardır. Onların yeri cennettir. Orada yer ve gök durduğu müddetçe, Allah Tealâ'nın dilemesiyle, kesilmeyen ve mani olunmayan, sonsuza kadar uzanan lütuf içinde ebedî olarak kalacaklardır. "Onlar için orada arkası kesilmeyen bir mükâfat vardır." (İnşikak, 84/25).
İbni Kesir diyor ki: Buradaki istisnanın manası, onların içinde bulundukları nimetlerin bizzat vacip olan bir durum olmadığıdır. Bilakis bu, Allah Te-alâ'nın dilemesine havale edilmiştir. Onların üzerinde daima Onun minneti, lütuf ve ihsanı vardır. Bu sebeple nefes alma-verme imkânı verildiği gibi, teşbih (Sübhanallah) ve tahmid (Elhamdülillah demeleri) ilham olunur.[27]
Cehennemlik ve cennetliklerden herbirinin karşılığı Allah'ın dilemesiyle daimidir. Cehennemliklerin cehennemdeki azabı daimi bir surette Allah'ın dilemesine havale edilmiştir. Verilen bu ceza Allah'ın adaleti ve hikmeti gereği amellerine uygundur. Cennetliklerin cennetteki sevabı ise yaptıklarına karşılık olarak yine Allah'ın iradesine göredir.
Ancak Allah Tealâ her iki gruba ait ayetlerin sonunda farklı ifade kullanmıştır. Bedbahtların durumunu beyan eden ayetin sonunda "Rabbin dilediğini tam manasıyla yapandır." (Hûd, 107) denilmiştir. Bir başka surede aynı yerde "Allah yapdıklarından mesul değildir. Onlar ise mesuldürler." (Enbiya, 21/23) denilmiştir.
Mesut olanların durumu açıklandıktan sonra da kalplerini hoş tutmak ve müminlere verilen bu karşılığın Allah tarafından bir bağış olduğuna işaret etmek için "Bu onlara (Allah tarafından) hiç kesilmeyen bir lütuftur." (Hûd, 108).
Buharî, Müslim ve Nesai'nin Ebu Hureyre'den rivayet ettiği bir hadis-i şerifte peygamberimiz (s.a.) şöyle buyuruyor: "Sizden biriniz ameli karşılığı cennete kesinlikle giremez." Sahabe-i kiram "Sen de mi ya Rasulallah?" dediler. Efendimiz: "Evet ben de. Ancak Allah beni rahmetiyle kuşatmıştır" buyurdu.
Yine Buharî ve Müslim Sa/»Merinde şöyle bir hadis-i şerif yer almaktadır: "Kıyamet günü ölüm gayet güzel bir koç şeklinde getirilir. Cennet ile cehennem arasında kesilir. Sonra şöyle denilir: "Ey Cennet ehli! Ebedî kalın. Artık ölüm yok. Ey cehennem ehli! Ebedî kalın. Artık ölüm yok."
Yine sahih bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmaktadır: "Ey Cennet ehli! Artık devamlı yaşayacak hiç ölmeyeceksiniz. Devamlı genç kalacak hiç yaşlanmayacaksınız. Devamlı sıhhat içinde olacak, hiç hastalanmayacaksınız. Devamlı nimet içinde bulunup hiç ümitsizliğe düşmeyeceksiniz."
Cenab-ı Hak bedbaht ve mesut olanların durumlarını belirttikten sonra Peygamberimiz (s.a.)'in düşmanlarım daha önce helak edilen ümmetlere verdiği azap gibi azap vermekle korkuttu ve şöyle buyurdu: "Sakın şüphe etme."
Yani ey Muhammedi Eski kavimlere ait zikredilen hususları anladın, Allah kulları hakkındaki sünnetini de öğrendin. Bundan dolayı müşriklerin taptıkları şeylerin akibeti ve müşriklerin sonunun ne olacağı hususunda şüphe etme. Onların taptıklarının hepsi batıldır, bilgisizlik ve sapıklık eseridir. Azapları gerçektir, şüphe yoktur. Bu ifade Peygamberimiz (s.a.)'i teselli ve kavmini tehdit içindir.
Şüphesiz onlar da atalarının taptıkları gibi putlara, heykellere tapıyorlar. Onlar bilgisizlikte ataları gibidirler. Atalarını körükörüne taklit etmektedirler. Onların içinde bulundukları bu durum hakkında atalarına bilgisizce tabi olmaktan başka dayandıkları hiçbir hüccetleri de yoktur. Allah bu amellerine karşılık onlara tam manasıyla ceza verecek, onları hiç kimseyi azap etmediği gibi bir azapla cezalandıracaktır. Dünyadaki güzel amellerinin karşılığını Allah ahiretten önce dünyada tam olarak vermiştir. Dünyada ana-babaya itaat, akrabayı ziyaret, fakirlere yardım, hayır işlemek gibi bir takım iyilikler yapmışlarsa Allah bu amellerinin karşılığı olarak dünyada rızık genişliği, sağlık sevinç içerisinde olmak, başlarına gelecek bazı zararları def etmek gibi nimetler verir. Bu hemen kaybolan acil, fakat ilâhî adaletin gereği olan tam ve eksiksiz bir karşılıktır. Sakın hiçbir kimse bazı kâfirlerde gördüğü nimet ve dünya refahına aldanmasın. Onlara sadece dünya vardır. Ahiret nimetinden mahrumdurlar. Allah'ı inkâr etmeleri sebebiyle onlara ahirette sadece şiddetli bir azap vardır. [28]
Tevrat'ta İhtilaf Etmenin Akıbetinin Hatırlatılması
110- Şüphesiz ki biz Musa'ya Kitab'ı vermiştik. Onda ihtilâfa düştüler. Eğer Rabbinin (cezalarını kıyamete kadar erteleyeceğine dair) önceden vaadi olmasaydı onların aralarında hüküm derhal verilirdi. Doğrusu onlar onun hakkında şüphe içindedirler, kuşkuludurlar.
111- Elbette Rabbin bunlardan her-birine yaptıklarının karşılığını verecektir. Şüphesiz Allah onların yaptıklarından haberdardır.
Açıklaması
Yemin olsun ki, biz Musa'ya kitabı yani Tevrat'ı verdik. İsrailoğullan da zulmederek ve haddi tecavüz ederek, liderlik ve maddî menfaatlerde çekişerek bu Tevrat'ta ihtilâfa düştüler.
Allah'ın Kitabı insanların aynı metod etrafında toplanmaları için ve söz birliği olsun diye inmesine rağmen bir kısmı bu kitaba iman edip bir kısmı inkâr ettiler.
Ya Muhammed! Kavminin Kur'an hakkındaki ihtilafına aldırış etme. Senden önceki peygamberler de senin için örnek vardır. Onların, yalanlamalanyla telâşa kapılma.
Rabbinin, azabı belirli bir vakte erteleme suretiyle bir takdiri olmasaydı onlar hakkında diğer kavimlerde olduğu gibi isyankârları helak etmek ve müminleri kurtarmak suretiyle dünyada hüküm verilirdi.
Yalanlayanlar endişe ve kuşkuya düşürücü bir şüphe içindedirler. Daha isabetli görüşe göre "Onlar" ve "hakkında" kelimelerindeki zamir Hz. Musa (a.s.)'nın kavmine racidir. Zira onlar kitapta ihtilafa ve Tevrat'ta şüpheye düşenlerdir. Cenab-ı Hakk şöyle buyuruyor: "Onlardan sonra Kitab'a varis kılınanlar da muhakkak ki ondan şüphe ve tereddüt içindedirler." (Şûra, 42/14).
Kitab'a varis kılananlar Yahudi ve Hristiyanlardır. Gerçek Tevrat Babil-lilerin Süleyman heykelini yakması esnasında kaybolmuştur.
Buradaki zamir peygamberin muasırlarından O'nun hakkında ihtilâfa düşen kimselere racidir de denilmiştir.
İbni Atıyye "Bu lafzın hepsine şamil olduğu fikri bana göre daha güzeldir" demiştir.
Bu cümle Rasulullah (s.a.)'ı teselli etmek için zikredilmiştir.[29]
Mümin olsun kâfir olsun, Allah'ın Kitabı'nda ihtilâf edenlerden her birine Allah amellerinin karşılığını ve vaad olundukları hayır ve şerri tam olarak verecektir. Çünkü O bütün bu amellerden haberdardır. O'na bunlardan hiçbir şey gizli kalmaz.
Bu da yine Peygamberimiz (s.a.)'e teselli, kavmine tehdit ve onları azapla korkutmaktır. [30]
Allah Teala'nın Emirleri Üzerine İstikamet Yolunu Tutmak
112- Emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Seninle birlikte tevbe edenler de (böyle olsunlar). Haddi tecavüz etmeyin. Şüphesiz ki Allah yaptıklarınızı çok iyi görür.
113- Zalimlere asla meyletmeyin. Aksi takdirde cehennem ateşi size dokunur. Sizin Allah'tan başka dostunuz yoktur. Sonra yardım görmezsiniz.
Açıklaması
Ya Muhammedi Sen ve seninle birlikte iman edenler itikad, amel ve ahlâk hususunda ifrat ve tefrite düşmeden istikamet yoluna sarılın.
İstikamet Allah'ın zat ve sıfatlarında birliğini kabul etmeyi, cennet, cehennem, öldükten sonra dirilme, hesap ve ceza görme, melekler ve arş gibi gaybî hususlara iman etmeyi, Kur'an'ın ibadetler ve muameleler çerçevesinde emrettiklerine sarılmayı gerektirir.
Bu, yüksek bir derece olup, nefsiyle cihad eden, nefsi arzulan ve şehvetlerini tatminden vazgeçenler dışındaki kimseler için oldukça zordur.
Hz. Musa ve Hz. Harun (a.s.) da şu ayette "istikamet" ile emrolunmuştu: "İkinizin de duaları kabul edildi. O halde istikamet üzere (dosdoğru) olun. (Hakkı) bilmeyenlerin yoluna tabi olmayın." (Yunus, 10/89).
İstikametin mükâfatı ise meleklerin korku ve üzüntüden emin olmakla ve cennetle müjdelemek suretiyle onları tatmin etmeleridir:
"Rabbimiz Allah'tır deyip sonra istikamet üzerine (doğru yolda) devam edenlere melekler inerler ve şöyle derler: Korkmayın, üzülmeyin, vaad olunduğunuz cennetle müjdelenin." (Fussilet, 41/30).
Müslim'in rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Süfyan es-Sekafî isimli bir sahabinin:
- Ya Rasulallah! Bana İslâm'da öyle bir söz söyle ki, onu senden sonra hiç kimseye sormayayım, şeklindeki sorusuna Peygamberimiz (s.a.):
- Allah'a iman ettim de, sonra da istikamet üzerine (dosdoğru) ol, diye cevap vermiştir.
Rasulullah (s.a.)'a istikamet ile (dosdoğru olmakla) emredilmesi onun istikamet üzerine olmadığı manasına gelmez. Zira o bunun aksine son derece istikamet üzerine idi. Bu emirden maksat devamlılık ve bulunduğu hal üzere kalmaktır. Bu düşmanlara karşı zafer elde etmekte en büyük yardımcıdır. Rasulullah (s.a.) ve onunla birlikte olan müminlere istikamet üzerine olmakla emredilmesi onların istikamet üzerinde sabit olmaları içindir.
Bu ayette, şer'î naslara hiçbir tasarrufta bulunmaktan, hiçbir sapma olmadan, taklide düşmeden, fasit ve doğru olmayan bir görüşle amel etmeden it-tiba etmenin vacip olduğuna delil vardır. Kim selefin metodundan saparsa eğ-rilir ve dalâlete düşer. Cenab-ı Hakk'm buyurduğu gibi: "Dinlerini parça parça edip fırkalara ayrılanlardan olup her fırka kendilerine olanla övünüp durur." (Rum, 30/32).
İhtilâfın kalkmasının yolu Kur'an ve Sünnete dönüştür. Cenab-ı Hak buyuruyor ki: "... Aranızda herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düştüğünüz zaman onun hükmünü Allah'a ve Rasulüne havale edin." (Nisa, 4/59).
Allah Tealâ "istikamet" üzerine olmayı emrettikten sonra zıddı olan "tuğ-yan"dan yani Allah'ın koyduğu sınırlan tecavüz etmekten, haddi aşmaktan nehyetti. Çünkü tuğyan helake götüren kaygan bir yoldur. Cenab-ı Hak şöyle buyurdu: "Haddi tecavüz etmeyin."
Bundan sonra da muhalif davranmayı yasaklayarak şöyle buyurdu: "Şüphesiz ki O yaptıklarınızı çok iyi görür." Yani Yüce Allah kullarının amellerini görür, hiçbir şeyden gafil değildir, O'na hiçbir şey gizli kalmaz. O hepsinin karşılığını verir."
İstikamet üzere olmaya ve haddi tecavüz etmekten kaçınmaya davet Kur'an-ı Kerim'in sık sık tekrarladığı ana hedefidir. Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:
"Ey Muhammed! işte bunun için sen onları hakka davet et. Emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Müşriklerin heva ve heveslerine uyma. Onlara şöyle de: Ben Allah'ın indirdiği bütün kitaplara iman ettim. Aranızda adaleti hakim kılmakla emrolundum. Bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbiniz Allah'tır. Bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz sizedir. Benimle sizin aranızda (tartışılacak) bir mesele yoktur. Allah bizi bir araya getirecek (yüzleştirecektir), dönüş ancak O'nadir."(Şûra, 42/15).
Daha sonra Cenab-ı Hak zalimlere meyletmenin tehlikesine işaret ederek şöyle buyurdu: Zalimlere sevgi ile, yağcılık yaparak veya amellerinden razı olarak, onlardan yardım isteyerek, onlara güvenerek meyletmeyin. Aksi takdirde onlara meyletmeniz sebebiyle size cehennem ateşi dokunur. Zalimlere meyletmek de zulümdür. Allah'tan başka size faydası dokunacak, sizin azap görmenizi engelleyecek yardımcılar yoktur. Sonra Allah da size yardım etmez. Size bu hadisede yardım edecek kimse bulamazsınız. Çünkü Allah Tealâ zalimlere yardım etmez.
"Zalimlerin yardımcıları yoktur." (Bakara, 2/270).
"Zalimlerin hiçbir yardımcısı yoktur." (Hac, 22/71; Fatır, 35/37).
Ayet, zalimlere azıcık meyletmenin kötü akıbetine, normal olarak insanı zulme düşürdüğüne ve zalimlerin yaptıklarını ikrar etmeye, içinde bulundukları zulme razı olmaya, yollarını güzel görmeye, onların veya başkalarının yanında bu zulmü medhü sena etmeye ve dolayısıyla onların zalim amellerine ortak olmaya sebep olacak kaygan bir zemin olduğuna delâlet etmektedir.
Beyzavî diyor ki: Belki de bu ayet zulümden nehyetmek ve tehdit etmek hususunda tasavvur olunabilecek en beliğ ayettir.
Zulme meyletmek cehennem azabını gerektiriyorsa ya bizzat zalimin hali nasıl olur? [31]
Hz. Muhammed (S.A)'İn Namaz Ve Sabırla Emrolunması
114- (Ey Muhammedi) Gündüzün iki tarafında ve gecenin gündüze yakın zamanlarında namaz kıl. Şüphesiz iyilikler kötülükleri siler. Bu, Rablerini ananlar için bir öğüttür.
115- Sabret!. Çünkü Allah iyilik yapanların mükâfatını zayi etmez.
Açıklaması
Bu iki ayetin konusu, namaz ve sabır vesilesiyle Allah'ın yardımını istemektir. Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle buyurmaktadır: "Ey iman edenler! Sabır ve namazla yardım isteyin. Şüphesiz Allah sabredenlerle beraberdir." (Bakara, 2/153).
Namazla ilgili ayet namaz vakitlerinin tayini hakkındadır. Manası şudur: Namazı tam olarak rükünleri, şartları ve vasıfları kâmil olarak eda et. Namaz kul ile Rabbi arasındaki irtibat, nefsin temizlik vesilesi, Rabbin rızasına kavuşturucu, fuhşiyet ve münkerleri engelleyicidir.
"Gündüz iki tarafı" ifadesi üç vakti yani sabah, öğle ve ikindi namazlarını, "Gecenin gündüze yakın zamanları" ifadesi de akşam ve yatsı namazlarını içine almaktadır. Böylece bu ayet-i kerime bütün namaz vakitlerini ihtiva etmiş olmaktadır.
Namaz vakitleri diğer bazı ayetlerde de zikredilmiştir.
1- "Güneşin batıya kaymasından, gecenin karanlığına kadar geçen zaman içinde namazları kıl, sabah namazını da eda et. Doğrusu sabah namazında melekler hazır bulunmaktadır." (İsra, 17/78).
2- "O halde akşama girerken de, sabaha ererken de Allah'ı tenzih edin. Namaz kılın. Göklerde ve yerde hamd O'na mahsustur. Günün sonunda ve ve öğle vaktine girince Allah'ı tenzih edin, namaz kılın." (Rum, 30/17-18).
Sabah namazı "sabaha ererken", diğer namazlar da "akşam" tabiri altına girer. Çünkü bu tabir öğle ile akşam ve daha sonrasını içine almaktadır.
3- "... Güneş doğmadan önce ve batmadan önce Rabbine hamd ile teşbih edip ibadette bulun. Gecenin bir bölümünde ve gündüzün çeşitli vakitlerinde de Rabbini teşbih edip ibadette bulun ki, rızasına eresin." (Tâ-Hâ, 20/130). Teşbih namazla ve diğer şekillerle de olur.
Daha sonra Cenab-ı Hak namazın faydasını zikrederek "İyilikler kötülükleri siler" buyurdu. Yani hayır işleme ve salih ameller -ki beş vakit namaz da bunun içindedir- geçmiş günahlara ve küçük günahlara kefaret olur.
Nitekim İmam Ahmed ve Sünen sahipleri Hz. Ali (r.a.)'den şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Rasulullah (s.a.)'tan bir hadis duyduğum zaman Allah bana dilediği kadar bu hadisten istifade etmeyi nasip ederdi. Biri bana hadis rivayet ettiği zaman ondan yemin etmesini isterdim. Yemin ederse onu tasdik ederdim. Bana Ebubekir (r.a.) rivayet etti. Ebubekir (r.a.) doğru söyledi. Rasulullah (a.s.)'m şöyle buyurduğunu işitmişti: "Hiçbir müslüman yoktur ki, bir günah işlesin de abdest alıp iki rekât namaz kıldıktan sonra affolunmasın."
Buharî ve Müslim'in Sa/uMerinde Hz. Osman b. Affan (r.a.)'dan rivayet edildiğine göre Hz. Osman Rasulullah (s.a.)'ın abdesti gibi abdest almış ve şöyle demişti: Rasulullah (s.a.)'m aynen böyle abdest aldığını gördüm ve buyurdular ki: "Kim benim bu abdestim gibi abdest alır, iki rekât namaz kılarsa bu iki rekâtta içinden hiçbir şey geçirmezse geçmiş günahları affolunur."
Hasenat (iyilikler) bütün salih amellerdir. Hatta günahı terk etmek bile hasenata girer.
Seyyiat (kusurlar) ise küçük (sağair) günahlardır. Çünkü kebairi ancak tevbe örter. "Büyük günahlardan kaçarsanız kusurlarınızı örter, sizi güzel bir makama koyarız." (Nisa, 4/31). Ayrıca Müslim'in rivayet ettiği "Beş vakit namaz aralarındaki (küçük) günahlara kefarettir. Büyük günahlardan kaçınmak şartıyla..." hadis-i şerifi de buna delildir.
Sadık tevbenin şartlan ise dört tanedir:
1- Günahı tamamen terk etmek.
2- Günah işlediğine pişman olmak.
3- Gelecekte aynı günahı bir daha işlememeye azmetmek.
4- Günahın tesirini silmeye yardımcı olacak salih amel işlemek. Hakların hak sahiplerine verilmesi ve eziyet ettiği kimseden helâllik istemesi de buna girer.
"Bu, Rablerini anan kimseler için bir öğüttür." Yani güzel ameller işlemek ve istikamet üzere olmak, dinin sınırlarını aşmamak ve zalimlere meyletmemek şeklinde geçen bu nasihatler hadiseleri düşünen, tehlikelerini takdir eden, Allah'tan korkan ve bunlardan öğüt alacak kimseler için bir öğüttür.
"Sabret!" Yani itaat ve meşakkatlerine karşı sebat et, günah ve günaha teşvik edici şeylere karşı sabır göster. Haramlardan ve çirkin şeylerden uzak-laş. Zorluk ve musibetlere karşı sabret. Zira Allah iyi amel işleyenlerin, Allah'ın muradı ve kaderine sabredenlerin sevabını boşa çıkarmaz.
Bu, sabrın iyilik ve fazilet olduğuna delildir. [32]
Bazı Kasabaların Ve Geçmiş Bazı Kavimlerin Tamamen Helak Olmalarının Sebepleri
116- Sizden önceki ümmetlerin ileri gelenleri yeryüzünde fesadı önlemeli değilmiydiler? Ancak onların içinden kendilerini kurtardığımız pek az kişi mustesna- Zalimler ise kendilerine ver- j]en refahm peşine düştüler ve suçlu oldular-
117- Senin Rabbin, halkı ıslah edici olan kasabaları haksız yere helak edecek değildi.
118- Rabbin dileseydi, insanları tek bir ummet yapardı. Onlar da (bu halleriyle) durmadan ihtilâf etmektedirler.
119-Ancak Rabbinin rahmetine mazhar olan kimseler müstesnadır. Allah insan- ^arı kunun için yaratmıştır. Rabbinin "Şüphesiz ben cehennemi bütün insan ve cinlerle mutlaka dolduracağım" sözü tam manasıyla yerine gelmiştir.
Açıklaması
Zulümleri ve fesatları sebebiyle helak ettiğimiz önceki ümmetler ve kavimler, önceki nesiller içinde akıl, görüş ve basiret sahibi, hayırlı bir cemaat bulunup da aralarında meydana gelen serleri, münkeratı ve yeryüzündeki fesadı önlemeli değil miydi? Bu, kâfirleri bir çeşit azarlamadır.
Fakat onlardan pek azı vardır ki, bunlarda Allah Tealâ'nın gazabı ve ani azabı gelince Allah'ın kendilerini kurtardığı kimselerdir. Bunlar yeryüzünde fesadı nehyettiler.
Buradaki istisna munkatıdır, istisna-i muttasıl olması mümkün değildir. Aksi takdirde "kurtulanlardan pek az kısmı" ifadesinin muhatapları fesattan nehyetmeye teşvik edilmemiş olurlar.
Zalimler ise nefislerine tabi oldular. Bunlar çoğunluk olup kendilerine verilen nimet, izzet, mevki ve makam peşine düştüler. Mütraf, nimetin ve geçim rahatlığının şımarttığı kimsedir. Burada zulmedenlerden murad, mün-keri (haramları, kötülükleri) yasaklamayı terk eden kimselerdir. Bunların refahın peşine düşmeleri ise nefsani şehvetler, mal, zevkler, başkanlıklarla meşgul olmaları, içinde bulundukları günahlar ve münkerler üzerine devam etmeleri, içlerinden ıslah edici kimselerin yadırgamalarına aldırış etmemeleri ve dünya zevklerini ahirete tercih etmeleridir.
"Ve suçlu oldular." Yani zalim oldular. Allah nefsine zulmetmedikçe bir kasaba halkını helak etmemiştir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Biz onlara zulmetmedik, fakat onlar nefislerine zulmettiler." (Hûd, 101). Yine başka yerde şöyle buyuruyor: "Rabbin kullarına zulmedici değildir." (Fussilet, 41/46).
Bu ayette refahın israfın davetçisi olduğuna, israfın da fısk ve isyana, zulüm ve haktan sapmaya götürdüğüne işaret vardır. Bu, Cenab-ı Hakk'ın buyurduğu gibi devam edegelen bir âdettir:
"Biz, bir kasabayı yok etmeyi dilediğimizde, orada zevkine düşkün kimselere (hakka uymalarını) emrederiz. Fakat onlar dinlemeyip yoldan çıkarlar. Artık o kasaba yok olmayı hak eder. Biz de orayı yerle bir ederiz." (İsra, 17/16).
Yüce Allah bundan sonra ıslah edici kimseler hakkındaki adaletini ve sünnetini (ilâhî kanununu) beyan etmektedir.
Allah Tealâ zatını zulümden tenzih ederek ve ıslah edici kimselerin helak edilmesinin de zulümden dolayı olacağını bildirerek, "Halkı ıslah edici olan kasabaları zulmederek helak etmesi Allah Tealâ'nın şanından değildir" buyurmaktadır.
Zulüm, şirk manasındadır. Ayetin manası "Allah halkı aralarındaki muamelelerde, veya içtimai işlerinde ıslah edici olan, aralarında hakça muamele eden, şirk koşmalarının yanısıra başka bir fesat işlemeyen kasabaları sadece halkının şirk koşması sebebiyle helak etmez, demektedir. Yani sadece şirk ve küfrü benimsemeleri sebebiyle bir kavme tamamen helak olma azabı indirmez. Böyle br azabı ancak Şuayb kavmi, Hûd kavmi, Firavun kavmi ve Lût kavmine olduğu gibi muamelelerinde kötü bir tavır takındıkları, eziyet ve zulme baş vurdukları zaman indirir. Ümmetlerin küfürle birlikte ayakta kaldıkları halde zulümle yıkılmaları da bu manayı teyit etmektedir.
Bundan sonra Cenab-ı Hak insanları iman veya küfürde tek bir millet kılmaya kadir olduğunu bildererek şöyle buyurdu. "Rabbin dileseydi insanları tek bir ümmet yapardı."
Zemahşerî Mutezile mezhebinin görüşünü ifade ederek diyor ki: Yani onları tek bir millet olmaya zorlardı. Bu da İslâm milletidir. Cenab-ı Hak buyuruyor ki: "İşte sizin ümmetiniz budur, tek ümmettir." (Müminim, 23/52).
Mutezile mezhebi ayeti zorlama ve icbari dileme manasında almaktadırlar. Burada murad olunan mana şudur: Böyle bir zorlama yoktur, Allah insanları Hak Din üzerine zorlamamıştır. Fakat insanlara mükellefiyetin temel taşı olan seçme imkânım tanımıştır. Dolayısıyla insanların bir kısmı hakkı, diğer bir kısmı ise batılı tercih etmişler ve ihtilâfa düşmüşlerdir. Rabbinin rahmetine mazhar olan, yani Allah'ın hidayete erdirip kendilerine lütufta bulunduğu ve ihtilâfa düşmeden hak din üzerine ittifak eden kimseler hariç bunlar bu halleriyle durmadan ihtilâf etmektedirler.
Ehl-i sünnet ise şu görüştedir: Bu ayet, Allah Tealâ'nın bütün insanları tek dini kabul edecek şekilde yaratarak iman veya küfür yolu üzerinde kılmaya kadir olduğunu beyan etmek içindir.
Ancak "Rabbin dileseydi yeryüzünde olanların hepsi toptan iman ederdi." (Yunus, 10/99) ayetinde olduğu gibi Allah bunu dilememiştir. Kullarının, sadece hakka ve imana yönelme, dalâlet ve şirki bırakma hususunda bir tercih rolü olmasını dilemiştir.
"Ancak Rabbinin rahmetine mazhar olan kimseler müstesna" ayetindeki istisna, istisna-i munkatı'dır. Yani Ancak Rabbinin iman ve hidayetle lütfuna ve rahmetine mazhar olan kimseler hariçtir. Bunlar ihtilâfa düşmemişlerdir.
"Onlar durmadan ihtilâf etmektedirler. "Yani dinler, itikatlar, mezhep ve görüşlerde, bir görüşe göre hidayette veya rızık hususunda birbirini kandırarak ihtilaf etmektedirler. İbni Kesir diyor ki: Meşhur ve doğru olan görüş budur. "Ancak Rabbinin rahmetine mazhar olan kimseler müstesna." Yani dinde emrolunan şeylere sımsıkı sarılan peygamberlerin ümmetlerinden rahmete nail olanlar ihtilâfa düşmemişlerdir. Onların âdeti daima böyle olmuş, nihayet son peygamber gelmiştir. O'na tabi olanlar dünya ve ahiretin saadetini kazanmıştır. İşte fırka-i naciye (kurtuluşa eren cemaat) budur.
"Allah insanları bunun için yarattı." Zemahşerî Mutezilenin görüşünün temsilcisi olarak diyor ki: "Bu, birinci cümlenin delâlet ve imtina ettiği manaya işaret etmektedir. Yani, Allah, ihtilâf konusu olan ve zikredilen bu imkân verme ve tercih sebebiyle, hakkı tercih edeni güzel tercih yaptığı için mükâfatlandırmak, batılı tercih edeni kötü tercih yaptığı için cezalandırmak üzere insanı yaratmıştır. "[33]
Ehl-i sünnete göre ise Ebu Hayyan'm zikrettiği gibi buradaki "lâm" sebebiyet için değildir. Bu tahkik edilen görüşe göre sayruret (sonunda olacak manasında) lamıdır. Yani ihtilaf ve rahmet yaratılış sebebi değildir. Allah onları neticede onların durumu ihtilafa düşmek olsun diye yarattı.
Bunun benzeri şu ayettir: "Firavun ailesi ileride kendilerine düşman ve üzüntü sebebi olacak çocuğu bulup getirdiler." (Kasas, 28/8).
Bu mana "Ben insanları ve cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yarattım." (Zariyat, 51/56) ayetiyle çatışmaz. Çünkü bunun manası ibadeti emretmektir.[34]
"Bunun için" kelimesindeki "bu" Taberî'nin de tercih ettiği gibi İbni Ab-bas'ın görüşüne göre hem ihtilâf hem de rahmete işaret etmektedir. Mücahid ve Katade ise "bu" kelimesinin ""Rabbinin rahmetine mazhar olan kimseler müstesna" ayetinin ihtiva ettiği rahmete işaret etmektedir; "Onları yarattı" cümlesindeki zamirde Rahmete nail olan kimselere aittir" demektedirler.
Allah'ın kaza ve kaderinde tam ilmi ve kâmil hikmeti sebebiyle yarattıklarından bir kısmının cennete lâyık olduğu, bir kısmının ise cehenneme müstahak olduğu, insanlar ve cinler ile yani bunlar arasında Allah'ın peygamberlerine gönderdiği ayet ve hükümlerle hidayeti bulamayanlarla cehennemi dolduracağı şeklindeki sözü tam manasıyla yerine gelmiştir.
İbni Abbas diyor ki: Allah insanları iki grup halinde yarattı: Rahmete nail olup ihtilâfa düşmeyen grup, rahmete nail olmayıp ihtilâfa düşen grup. Aynen "İnsanlardan bir kısmı bedbaht, diğer kısmı ise mesuttur" ayeti gibi.
"Mine'l-cinneti" ifadesindeki "min" cinsi beyan eder. Yani insanların ve cinlerin cinsinden demektir. "Ecmaîn' ise tekit ifade eder.
Buharî ve Müslim'in Sa/ıtMerinde Ebu Hureyre'den rivayet edilen bir hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuşlardır:
"Cennet ile cehennem tartışma yaptılar. Cennet dedi ki: Bana ne oluyor ki, sadece insanların zayıfları ve basitleri bana geliyor. Cehennem dedi ki: Ben kibirliler ve zorbalara ayrıldım. Cenab-ı Hak cennete hitaben şöyle buyurdu: Sen benim rahmetimsin, ben seninle dilediğime rahmet ederim. Cehenneme ise şöyle buyurdu: Sen benim azabımsın. Seninle dilediğimden intikam alırım. İkinizden herbiriniz de doldurulacaktır. Cennete gelince, orada daima fazlalık olacak, nihayet Allah onun için bazı mahlûkat yaratacak, cennetin boş kalan bölümünü onlar dolduracaklar. Cehenneme gelince o daima "Daha fazla yok mu?" diyecek. Nihayet izzet sahibi olan Rabbül-âlemin oraya kademini koyacak. Cehennem "izzetine yemin olsun ki, yeter yeter" diyecekler. [35]
Peygamberlerin Kıssalarından Elde Edilecek Ameli Faydalar., İbadet Ve Allah'a Tevekkül Etmenin Emredilmesi
120- (Ey Muhammedi) Peygamberlerin haberlerinden sana anlattığımız her Şeyle» (senin) kalbini pekiştiririz. Bu haberlerde sana hak, müminlere ise bir öğüt ve hatırlatma gelmiştir.?
121- İman etmeyenlere şöyle de: "Olduğunuz yerde devam edin. Biz de (böylece) devam edeceğiz."
122-"Bekleyin, biz de bekleyeceğiz."
123- Göklerin ve yerin gaybını bilmek Allah'a aittir- Bütün ^ler (sonunda> O'na döner. O halde sadece Ona kulluk et. O'na güven. Rabbin (hiçbir zaman) yaptıklarınızdan gafil değildir.
Açıklaması
Senden önceki Rasullerin kavimleriyle yaptığı mücadele haberlerinden her haberi sana şu iki faide ile anlatıyoruz:
Birincisi: "Senin kalbini pekiştiriyoruz." Kalbini, risaleti eda etmesi, eziyetlere tahammül ve sabır göstermesi için takviye ediyoruz. Çünkü senden önceki peygamberler kavimleriyle mücadele ederlerken çok eziyetlere katlandılar, onların yalanlamalarına karşı sabrettiler. Allah da onlara yardım etti. Düşmanları olan kâfirleri rezil-rüsvay etti. Geçmiş peygamber kardeşlerinden senin için örnek vardır.
İkincisi: "Bu haberlerde sana işin hakikati, müminlere ise bir öğüt ve hatırlatma gelmiştir." Yani geçmiş peygamberlerin kıssalarını ihtiva eden bu surelerde yahut bu haberlerde ve bu ayetlerde gerçek olan, doğru olan, yakin olan nedir, sana açıkça beyan edilmiştir: Bu da Allah'ın birliği ve sadece kendisine kulluk edilmesi, öldükten sonra dirilmenin ispat edilmesi, takvanın ve güzel ahlâkın faziletidir.
Bu haberlerde kâfirleri ürkütecek ders ve ibretler, müminlere öğüt olacak nasihatlar vardır. Bu surede özellikle zikri bildirdi. Çünkü burada peygamberlerin, cennet ve cehennemin haberleri yer almaktadır.
Hak, tevhide, adalete ve peygamberliğe delâlet eden açık burhanlardır.
Mev'ıza (öğüt) dünyaya ve dünyadaki bedbahtlığa tamamen dayanmaktan, dünyayı ahirete ve ahiret saadetine tercih etmekten uzaklaştırmak için söylenen sözler.
Zikrâ (hatırlatma) ise devamlı kalacak salih amellere irşad etmektir. Bu uyarı, korkutma ve teşvikten sonra Allah Rasulüne şu emri verdi: (Ey Rasulüm!) Rabbinden sana gelene iman etmeyen kâfirlere tehdit ederek şöyle söyle: Bu yolunuzda, metodunuzda ve halinizde devam edin. Benim hakkımda gücünüzün yettiği her şeyi yapın. Nitekim Hz. Şuayb (a.s.) da kavmine böyle demişti. Biz de aynı yolumuzda ve metodumuzda gücümüzün yettiği kadar hayra davet yolunda gayret edeceğiz. Bizimle birlikte ya ölüm veya düşündüğünüz başka bir şekilde bizim sonumuzu bekleyin. Biz de sizin akıbetinizi, sizin emsalinize inen azabın ya Allah tarafından ya da müminlerin eliyle gelmesini bekleyeceğiz.
İbni Abbas (r.a.) diyor ki: Siz helak olmayı bekleyin. Biz de size gelecek azabı bekliyoruz.
"Olduğunuz yerde devam edin" tehdidi aynen Cenab-ı Hakkın İblise söylediği "Onlardan gücünün yettiklerini vesvesenle bana karşı tahrik edip yoldan çıkar..." (İsra, 17/64) ve "Artık kim isterse iman etsin, kim de isterse küfretsin." (Kehf, 18/29) ayeti gibidir.
Peygamberimizin işinin sonunu temenni etmek hususunu da Cenab-ı Hak müşriklerden nakletti: 'Yoksa onlar senin için "O bir şairdir. Onun zamanın felâketine uğramasını bekliyoruz" mu diyorlar?" (Tür, 52/30).
İki grubun da akıbetini beklemesinin bir benzeri de şu ayette yer almaktadır: "... Yakında o yurdun akıbetinin kimin olacağını gayet iyi bileceksiniz. Şüphesiz ki zalimler, kurtuluşa ermezler." (En'am, 6/135).
Sonra da Cenab-ı Hak bu sureyi bütün hayır isteklerini toparlayan yüce ve toparlayıcı bir netice ile bitirdi. Cenab-ı Hak şöyle Duyuruyordu:
Yüce Allah geçmişte, şu anda ve gelecekte göklerin ve yerin görünmeyen sırlarını en iyi bilendir. O'nun ilmi küllî ve cüzî, yok olanlara ve var olanlara, şu anda bulunanlara ve bulunmayanlara her şeye nüfuz eder. Hepsinin dönüşü, bütün mahlûkatın ve kâinatın sonu O'nadır. Çünkü o hepsinin kaynağıdır, hepsinin başlangıç noktasıdır. O'nun kudreti büyük, iradesi tesirlidir, kullarını kahredicidir. Herkesi hesap gününde küçük-büyük ameliyle hesaba çekecektir.
Allah bütün bu zikredilen sıfatlarla muttasıf olduğuna göre o halde sen ve seninle beraber olan müminler sadece Ona kulluk edin. Her işinde O'na hakkıyla tevekkül et, gücünün yettiği ve yetmediği hususlarda O'na tam manasıyla güven. Kim O'na tevekkül ederse O ona yeter. Rabbin yaptıklarınızdan gafil değildir. Yani yalanlayanların ve tasdik edenlerin hiçbir şey yaptığı, şu andaki durumları, ağızlarından çıkan sözleri Ona gizli değildir. O onlara dünya ve ahirette bu amellerinin karşılığını verecektir. Sana ve cemaatine her iki dünyada yardım edecektir. Sen onlara hiç aldırış etme.
İmam Ahmed, Tirmizî ve İbni Mace Peygamberimiz (s.a.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmektedirler: "Akıllı kimse nefsini bilen, ölümden sonrası için amel işleyendir. Aciz kimse nefsinin arzularına tabi kılan, Allah'tan birtakım temennilerde bulunan kimsedir." [36]
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/267-270.
[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/272.
[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/274-276.
[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/280-282.
[5] Bu ikinci hitap birinci hitabın devamı sayılabilir. (Çeviren).
[6] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/286-288.
[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/290-291.
[8] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/294-295.
[9] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/298-300.
[10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/305-306.
[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/306-308.
[12] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/311-312.
[13] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/316-318.
[14] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/323-326.
[15] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/330-331.
[16] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/337-341.
[17] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/346-348.
[18] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/352-354.
[19] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/360-362.
[20] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/371-375.
[21] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/381-383.
[22] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/385-386.
[23] Zemahşerî, 11/115.
[24] Kurtubî, Di/88; Razî, XVIII/ 65.
[25] Zemahşeri, 11/116.
[26] el-Bahru'l-Muhit, V/263.
[27] İbni Kesir, 11/460.
[28] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/391-396.
[29] Ebu Hayyan, el-Bahrü'l-Muhit, V/266.
[30] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/403-404.
[31] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/407-409.
[32] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/412-414.
[33] Zemahşerî, 11-120.
[34] a.e., a.y.
[35] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/418-420.
[36] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/424-426.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder