74-Müddessir Suresi Meali Tefsiri Oku: Davetin İlk Dönemlerinde Peygamber (S.A.)'E İrşadlar
1- Ey örtünüp bürünen,
2- Kalk ve artık uyar
3- Ve yalnız Rabbini yücelt.
4- Elbiseni temizle.
5- Pisliklerden uzak dur.
6- (Yaptığını) çok görerek minnet etme.
7- Rabbin için sabret.
8- Çünkü o boruya (Sur'a) üfürüldü-ğü zaman
9- İşte o gün oldukça zor bir gündür.
10- Kâfirlere hiç de kolay değildir.
Açıklaması:
"Ey örtünüp bürünen kalk ve artık uyar!" Ey elbiselerine örtünmüş, yani vahyin ilk inişi sırasında meleği görmekten korktuğundan ötürü elbiselerini üzerine örtmüş olan peygamber! Kalk ve Mekkelileri korkut. Müslüman olmadıkları takdirde onları azaptan sakındır.
"Ve yalnız Rabbini yücelt, elbiseni temizle." İbadetinde, konuşmanda, bütün hallerinde Allah'ı yücelt, O'nu büyük olmakla nitelendir. O ortağı bulunmaktan pek büyüktür. Elbiseni temiz tut, pisliklerden, necasetten onları kolla. Katade dedi ki: Elbiseni masiyetlerden, günahlardan temiz tut. Araplar bir kimse sözünde durmayarak Allah'ın ahdine bağlı kalmayan kimseden "Elbiseleri kirli" diye söz ederler. Sözünde durup dürüst olan bir kimseden de "Elbiselerini temiz tutan" diye söz ederlerdi. Her iki açıklama da doğrudur. Maddi temizlik genellikle manevi temizlik, yani masiyetlerden uzak kalmakla olur. Aksi de doğrudur. Çünkü pislikler pekçok günahla birlikte bulunur.
Ayet-i kerime putlara ibadet edenlerin söylediklerinden Allah'ı tazim edip yüceltmeye, temizliğe, ahlâkı güzelleştirmeye ve günahlardan, masiyetlerden uzak durmaya delildir.
"Pisliklerden uzak dur." Putları, heykelleri terket, onlara ibadet etme. Çünkü bu azaba sebeptir. Dünyada ve ahirette azaba götüren bütün yolları ve masiyetleri bırak, onlardan uzaklaş. Ayet-i kerime her türlü masiyetten sakınmanın gerektiğine delildir.
Bütün bunların Peygamber efendimize yasaklanması, onun bunların herhangi birisini işlediği anlamına gelmez. Aksine o bir önder olduğundan ötürü emre onunla başlanmıştır ve bu, bunları terketmeyi devamlı sürdürmek gerektiğini ifade eder. Bu ayet Yüce Allah'ın şu buyruklarına benzemektedir: "Ey Peygamber! Allah'tan kork, kâfirlere ve münafıklara itaat etme." (Ahzab, 33/1); "Musa kardeşi Harun'a: Kavmim arasında yerime geç, ıslah et, fesadçıların yoluna da uyma, dedi." (Araf, 7/142) Peygambere yapılan bu tür hitablardan maksat devamlılığı ve başkasının ona tabi olmasını emretmek ve fesad ve bozgunculuktan uzak kalmayı sürdürmektir.
"Çok görerek minnet etme" arkadaşlarına ve başkalarına onlara bunu çok görerek vahyi tebliğ ederek başa kakma yahut bir kimseye herhangi bir şey verecek olursan onu Allah için ver. Verdiklerini de insanlara minnet edip başına kakma ya da yaptığın hayrı çok görerek zaafa düşme. Çünkü "minnet etme" Arapçada zaaf göstermek anlamına da gelir.
"Rabbin için sabret." Onların eziyetlerine Rabbin için sabredip katlan. Çünkü sana verilen görev pek büyüktür. Araplar da, Arap olmayanlar da ona karşı seninle savaşacaktır. Sen de bunun üzerine Allah için sabret. Aynı şekilde Allah'a itaati ve ibadeti de sürdürerek sabret. Peygamber (s.a.)'e davetinde izlemesi gereken yolun gösterilmesinden sonra Yüce Allah bedbahtlara olan tehdidini de açıklayarak şöyle buyurmaktadır:
"Çünkü o boruya üfürüîdüğü zaman; işte o gün oldukça zor bir gündür. Kâfirlere hiç de kolay değildir." Sen onların eziyetlerine sabredip katlan. Çünkü önlerinde pek dehşetli bir gün vardır. O günde yaptıklarının akıbetini, cezasını göreceklerdir. Sur'a kabirlerden kalkıp dirilmek için ikinci defa üfürüleceği vakit, işte o vakit kâfirler için hiç de kolay olmayan, oldukça ağır ve çetin bir gündür.
İbni Ebi Hatim, İbni Ebi Şeybe ve İmam Ahmed'in rivayetlerine göre İb-ni Abbas Yüce Allah'ın: "Çünkü o boruya üfürüîdüğü zaman..." buyruğu hakkında dedi ki: Rasulullah (s.a.) buyurdu ki: Sura üfürecek olan, Sur'u alıp ağzına yerleştirmiş, boynunu kendisine ne zaman üfürme emri verilecek diye bükmüşken nasıl rahat edebilirim? Bunun üzerine Rasulullah (s.a.)'m ashabı ona: Peki bize ne emredersin, ey Allah'ın Rasulü? diye sordular. O şöyle buyurdu: "Hasbunallah ve ni'me'l-vekil alallahi tevekkelnâ: Allah bize yeter, O ne güzel vekildir. Biz Allah'a tevekkül ettik." deyiniz, diye buyurdu. [1]
Şirk Önderlerine Tehdit
11- Başbaşa bırak beni tek başına yarattığım,
12- Kendisine uzun boylu mal verdiğim,
13- Ve (yanında) hazır bulunacak oğullar,
14- Ve kendisine alabildiğine nimetler verdiğim kimse ile.
15- Sonra daha da arttırmamı umar
16- Asla! Çünkü o ayetlerimize karşı çok inatçıdır.
17- Ben onu sarp yokuşa sardıracağım.
18- Çünkü o düşündü, ölçtü, biçti.
19- Kahrolası ne biçim ölçtü, biçti?
20- Tekrar tekrar kahrolası ne biçim ölçtü, biçti?
21"Sonra bakt1'
22- Sonra kaşlarını çattı, yüzünü ekşitti, çevirip büyüklük tas-
24- Ve hemen dedi ki: "Bu nakledile- gelen bir sihirden ibarettir.
25- "Bu insan sözünden başka bir şey değildir."
26- Ben onu Sekar'a sokacağım,
27- Sekar'ın ne olduğunu sana ne bildirdi?
28- O hem bırakmaz, hem de terket-mez.
29- O insan derisini kavurandır.
30- Ve onun üzerinde ondokuz (melek) vardır.
Açıklaması:
"Başbaşa bırak beni tek başıma yarattığım... (ile)." Yani annesinin karnında malsız ve evlatsız olarak tek başına yarattığım o kimse ile beni başbaşa bırak! Ya da beni o kimseyle başbaşa bırak. Çünkü ondan intikam almak hususunda sana ben yeterim.
Müfessirler burada kastedilenin Velid b. Muğire olduğunu ittifakla kabul etmişlerdir.
Bu, Yüce Allah'ın kendisine dünyada pekçok nimetler ihsan ettiği fakat Allah'ın nimetlerine karşı nankörlük ederek şükredecek yerde kâfir olan ve bu nimetlere karşılık Allah'ın ayetlerini inkâr edip, o ayetler hakkında iftira ile karşılık verip onları insan sözü olarak değerlendiren o aşağılık kimseye bir tehdittir.
Daha sonra Yüce Allah onun üzerindeki nimetlerini şöylece sayıp dökmektedir:
"Kendisine uzun boylu mal verdiğim ve (yanında) hazır bulunacak oğullar ve kendisine alabildiğine nimetler verdiğim kimse ile. Sonra daha da arttırmamı umar." Ben o kimseye pek çok mal verdim, demektir. Velid mal çokluğuyla ün kazanmış bir kimse idi. Ekinleri, davarları, Mekke ve çevresi ile Taif arasındaki ticaret faaliyetleri vardı. Aynı şekilde bu kimseye ben Mekke'de yanında bulunan oğullar da verdim. Onlar Mekke'den ayrılmıyorlar, rızık talep etmek amacıyla çeşitli şehirlere ticaret yapmak için yolculuk yapmıyorlardı. Çünkü babalarının malı pek çoktu. Denildiğine göre onun on ya da onüç oğlu vardı. Ona "Kureyş'in reyhanı." deniliyordu.
"Vahid: Tek başına, biricik" denilmesinin sebebi kavmi arasında başkanlık ve mevkii ile ayrıcalıklı bir durumda olmasıydı.
İşte bu şekilde ben ona oldukça rahat bir geçim, uzun bir ömür, Kureyş arasında başkanlık verdim. Çeşitli mal mülk ve maddi imkânlar verdim.
Bütün bunlarla birlikte o malının da, çocuklarının da ve başka şeylerinin de arttırılmasını ümit eder. Bu ise şaşkınlığı, hayreti gerektiren bir durumdur.
"Sonra"; burada şaşkınlık, hayret anlamını ifade eder. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Hamd, gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı vareden Allah 'indir. Sonra da kâfir olanlar -buna rağmen- Rable-rine (putları) eşit tutarlar." (En'am, 6/1) Burada da "sonra" bu hali inkâr (red) ve şaşkınlık ifade etmek içindir.
Bu buyrukla onun dünyaya aşın düşkünlüğü reddedilmektedir. Yüce Allah ona şöylece cevap vermekte, kanaatini reddetmektedir: "Asla! Çünkü o ayetlerimize karşı çok inatçıdır." Yani ben ona daha fazlasını vermeyeceğim. Çünkü o Kur'an ayetlerine karşı inatçılık etti, peygamberimize indirdiğimiz ayetleri -onun doğruluklarını bildiği halde- inkâr edip kâfir oldu.
Bu onun küfrünün inat küfrü olduğuna delildir. O ruhunun derinliklerinde Kur'an ayetlerinin Allah'tan geldiğini kabul etmekle birlikte, kavmini hoşnut etmek için diliyle bunu inkâr etti. Bu sebeple gelecek buyruklarda söz konusu olan azabı hak etti:
"Ben onu sarp yokuşa sardıracağım." Ona rahat bulmamak üzere çok ağır bir azap yükleyeceğim. O tıpkı tırmanılması pek zor, pek yüksek dağların tepelerine çıkmaya kalkışıp zorlanan kimse gibidir. Ayetteki "irhak" ise kişinin takati üstünde olan pek ağır şeyleri taşımaya kalkışması demektir.
Ayetteki "Saûd"un cehennemde bir dağ olduğu da söylenmiştir. İbn Ebi Hatim, Bezzar ve İbni Cerir'in, Ebu Said Hudri'den rivayet ettiklerine göre Peygamber (s.a.) Yüce Allah'ın: "Ben onu sarp yokuşa (saûd) sardıracağım." buyruğu hakkında dedi ki: "O cehennemde ateşten bir dağdır. Ona tırmanması söylenir, elini üzerine koydu mu eriyiverir, kaldırdı mı tekrar eski haline döner. Ayağını koydu mu eriyiverir, kaldırdı mı tekrar eski haline döner." Ayrıca bunu Tirmizi de şu lafızla rivayet etmiştir: "Saûd ateşten bir dağdır. O dağa yetmiş yıl boyunca tırmanır. Sonra tekrar aşağı yuvarlanır ve bu ebediyyen böylece sürüp gider." Tirmizi bunun hakkında: Garip bir hadistir, demiştir.
Daha sonra Yüce Allah onun durumlarını, kararını nasıl alıp nasıl inatlaştığını anlatarak buyuruyor ki:
"Çünkü o düşündü, ölçtü, biçti. Kahrolası ne biçim ölçtü, biçti? Tekrar tekrar kahrolası ne biçim ölçtü, biçti"?" Yani o Peygamber (s.a.) ve Kur'an-ı Azimu'ş-Şan hakkında düşündü. Neler söyleyeceğini zihninde tasarladı. Kendisine sorulacak olursa Kur'an'ı nasıl nitelendireceğini tespit etti. Ne sözler uyduracağı üzerinde düşündü. Hangi sözleri tasarlarsa tasarlasın ona lanet olundu ve o bundan dolayı azaba uğratılacaktır. Bunu te'kid ederek: Tekrar ona lanet olundu, o azaba uğratılacaktır, denildi. Burada "sonra" anlamındaki lafız ona ikinci defasında yapılan bedduanın birincisinden daha beliğ ve daha vurgulu olduğunu anlatmak içindir.
Bütün bunlar onun takındığı tutumun çok büyük hayret verici olduğunu ve onun kat kat azabı hakettiğini anlatmak içindir. Daha sonra Yüce Allah onu insanlarca görülen birtakım hallerle nitelendirerek şöyle buyurmaktadır:
"Sonra baktı, sonra kaşlarını çattı, yüzünü ekşitti. Sonra yüz çevirip büyüklük tasladı ve hemen dedi ki: Bu nakledilegelen bir sihirden ibarettir. Bu insan sözünden başka bir şey değildir." Yani sonra tekrar baktı, düşündü, Kuran hakkındaki tenkidlerini gözden geçirdi. Daha sonra Kur'an'ı tenkid edecek bir taraf bulamadığından ötürü kaşlarını çattı, yüzünü ekşitti, hoşlanmadığını ifade etti. Sonra imandan yüz çevirdi, haktan başka tarafa yöneldi, Kur'an'a itaat edip boyun eğmeyi kibirine yedirmedi ve bu, ancak nakledilen ve anlatılagelen bir sihirdir. Muhammed bunu kendisinden öncekilerden nakletmektedir. Bu Allah sözü değildir, aksine bu insan sözüdür, dedi.
Bu da onun kendi kişisel kanaatini ifade etmek üzere uydurduğu sözlerinde çelişkili olduğunun delilidir. Çünkü o kalbinden Peygamber (s.a.)'in doğruluğunu kabul ediyor, fakat inat olmak üzere onu inkâr ediyordu.
Avfî'nin rivayetine göre İbni Abbas dedi ki: Velid b. Muğire, Ebu Bekir b. Ebi Kuhafe'nin yanına girdi. Ona Kur'an'a dair sordu. Ona durumu bildirince Velid, Kureyş'in yanına çıkıp gitti ve dedi ki: Ebu Kebşe'nin oğlunun söylediklerine hayret doğrusu! Allah'a yemin ederim ki, o bir şiir değildir, sihir de değildir, bir deli hezeyanı da değildir. Şüphesiz onun sözü Allah'ın kelâmındandır. Kureyş'ten bazıları onun bu sözlerini işitince kendi aralarında danıştılar ve şöyle dediler: Allah'a yemin ederiz, eğer Velid dininden dönerse Kureyş'in tümü döner. Ebu Cehil b. Hişam bunu duyunca dedi ki: Allah'a yemin ederim onun bu durumunun hakkından ben gelirim dedi. Yola koyuldu ve Velid'in evine gidip yanma girdi. Velid'e dedi ki: Kavminin ne ettiğini gördün mü? Onlar sana sadaka topluyor. Velid: Ben onların malı ve evlâdı en çok olanları değil miyim? Ebu Cehil ona dedi ki: Senin Ebu Kuhafe'nin oğlu (Ebu Bekr)'nun yanına onun yemeğini yemek için gittiğini söylüyorlar. Velid: Benim aşiretim böyle bir şey söyledi mi? Hayır, Allah'a yemin ederim. Ebu Kuhafe'nin oğluna yanaşmayacağım, Ömer'e de Ebu Kebşe'nin oğlu (Muhammed)'e de yanaşmayacağım. Onun söylediği söz ancak bir büyüdür. Bunun üzerine Yüce Allah, Rasulüne: "Başbaşa bırak beni tek başına yarattığım ile..." buyruğundan itibaren: "O hem bırakmaz, hem de terketmez" buyruğuna kadar olan bölümü indirdi.
Velid'in küfrünün inat küfrü olduğunu gösteren hususlardan birisi de -daha önce belirtildiği gibi- şudur: Velid, Rasulullah (s.a.)'ın yanına gitti. O sırada Allah Rasulü "Ha, Mim, Secde (Fussilet)" suresini okuyordu. Velid geri dönüp Mahzum oğullarına dedi ki: Allah'a yemin ederim az önce Mu-hammed'den öyle bir söz dinledim ki bu ne insan sözüdür, ne de cin sözüdür. Onun bir tatlılığı ve bir parlaklığı vardır. Üst tarafı meyvelidir, alt tarafı da verimlidir. O hep üstün gelir, hiç ona üstün gelinemez."
Katade dedi ki: Onun şöyle söylediğini naklederler: Allah'a yemin ederim, bu adamın söyledikleri üzerinde düşündüm. Onun bir şiir olmadığını gördüm. Onun bir tatlılığı vardır, üzerinde bir parlaklık vardır. O hep üste çıkar, hiç onun üstüne çıkılamaz. Fakat onun büyü olduğundan da şüphem yoktur. Bunun üzerine Yüce Allah: "Kahrolası ne biçim ölçtü, biçti." buyruğunu indirdi.
Bu kadar bilgi ile yine de Kuranın sihir olduğunu iddia eden bir kimse hiç şüphesiz inatçı bir kimsedir ve o tevhidi, nübüvveti ve ölümden sonra dirilişi inkâr eden birisidir.
Daha sonra Yüce Allah onun bu tutumu dolayısıyla hakettiği cezayı söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır:
"Ben onu Sekar'a sokacağım. Sekar'ın ne olduğunu sana ne bildirdi? O hem bırakmaz, hem de terketmez. O insan derisini kavurandır, onun üzerinde ondokuz (melek) vardır." Ben onu ateşe sokacağım. Ateş onun her tarafını kuşatacaktır. Sekar cehennem ateşinin isimlerinden birisidir.
Daha sonra onun ne kadar dehşetli ve azametli olduğunu anlatmak üzere: "Sekar'ın ne olduğunu sana ne bildirdi?' diye buyurmaktadır. Yani ona dair bilgiyi sana ne verdi. O ne et, ne kan, ne de kemik bırakır. Oradakiler yeniden tekrar yaratıldıkça yine onları bırakmaz. Aksine onları öncekinden daha ağır bir şekilde tekrar yakar ve bu ebediyyen böylece sürüp gider. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Derileri piştikçe azabı tatmaları için derilerini başka derilerle değiştireceğiz." (Nisa, 4/6) Cehennem onu çıplak gözle görünceye kadar insanlara görünecektir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Azgınlara da cehennem açılıp, gösterilir." (Şu-ara, 26/91) Ya da cehennem deriyi yakar ve onu geceden daha ileri simsiyah bırakır. Cehennem üzerinde oldukça çetin zebaniler ve bekçiler vardır. Bunların görünüşleri pek büyüktür. Huyları da sert ve haşindir. Ondokuz melektirler. Çoğunun görüşüne göre ondokuz kişidirler, ondokuz çeşit olduğu da söylenmiştir.
Beşerden kasıt ya cehennemdeki insanlardır, -çoğunluğun görüşü budur- yahut insanın derisinin görünen kısmı (ten) anlamındaki "beşere" lafzının çoğuludur. [2]
Cehennem Bekçilerinin Ondokuz Olmasındaki Hikmet
31- Biz cehennem bekçilerini yalnız meleklerden yaptık. Onların sayısını da inkâr edenler için ancak bir fitne kıldık. Kendilerine kitap verilenler sağlam inansınlar; iman edenlerin de imanı artsın, kitap verilenlerle müminler şüpheye düşmesin. Kalplerinde hastalık bulunanlar ve kâfirler de: "Allah bununla misal olarak neyi murad etmiş?" desinler diye. İşte Allah kimi dilerse böylece saptırır, kimi de dilerse hidayete kavuşturur. Rabbinin or-
dularını O'ndan başka kimse bilnıez ve o (Sekar) insanlar için ancak bir öğüttür.
32- Ama öyle yapmıyorlar. Andol-sun aya,
33- Geri geldiğinde geceye,
34- Aydınlandığı zaman sabaha,
35- Muhakkak ki o, büyük (musibetlerden biridir.
36- İnsanlar için bir uyarıcıdır.
37- Aranızdan ileri gitmek veya geri kalmak isteyene.
Açıklaması:
"Biz cehennem bekçilerini yalnız meleklerden yaptık." Cehennem bekçilerini ve orada azaplandırmakla görevli zebanileri ancak sert ve güçlü kuvvetli meleklerdir. Meleklere kim karşı koyabilir ve onları kim yenebilir ki? Çünkü onlar yaratılmışlar arasında en güçlü, en çetin ve en şiddetli yakalayanları, Allah'ın hakkını en çok yerine getiren ve Allah için en çok gazap edip öfkelenenlerdir.
Bu, cehennem bekçilerinin sayılarım söz konusu edip az önce geçtiği gibi Ebu Cehil'in şu sözleri söylemesi üzerine Kureyş müşriklerine verilmiş bir cevaptır: Ey Kureyşliler, sizden her on kişi, onlardan birisinin hakkından gelip onların hepsini yenik düşüremeyecek misiniz? Bunun üzerine Yüce Allah da: "Biz cehennem bekçilerini yalnız meleklerden yaptık." buyruğunu indirdi. Yani karşı konulamayan ve yenik düşürülemeyen güçlü, kuvvetli bir yaratılışa sahip kıldık.
Daha sonra Yüce Allah bekçilerin böyle bir sayıda olmalarını seçmesinin hikmetini açıklayarak şöyle buyurmaktadır:
"Onların sayısını da inkâr edenler için ancak bir fitne kıldık." Yani onların ondokuz olduklarını belirtmemiz, ancak bizim insanları sınamamız ve kâfirler için de mihnet ve saptırma sebebi olsun diyedir. Öyle ki onlar söylediklerini söylediler. Böylelikle azaplarının kat kat artmasına ve Allah'ın onlara olan gazabının çoğalmasına sebep oldular. Yüce Allah'ın: "Fitne" buyruğu, fitne sebebi demektir. Yani biz ondokuz olan o sayıyı kâfirlere fitne olsun diye tespit ettik. Onların fitneye maruz kalmaları ise, onlara karşı durabileceklerini söylemeleri ve onları yenebileceklerini ümit etmeleridir. Bu ise onların alay olsun diye söyledikleri sözlerdir. Çünkü onlar ölümden sonra dirilişi, cehennemi ve cehennem bekçilerini yalanlayan kimselerdi.
"Kendilerine kitap verilenler sağlam inansınlar, iman edenlerin de imanı artsın." Yani Yüce Allah'ın zebanilerin sayısını ondokuz kılması Kitap Ehli olan Yahudi ve Hristiyanların bu rasulün hak olduğunu kesinlikle bilip inanmaları içindir. Çünkü o kendisinden önceki peygamberlere indirilmiş ellerindeki semavi kitaplara uygun şeyleri getirmiştir. O kitaplarında da cehennem bekçilerinin sayısının ondokuz olduğu belirtilmektedir. Diğer taraftan Kitab Ehli'nin de kendilerine uyduklarını gören müminlerin imanı ve tasdikleri artsın ve peygamberleri Muhammed (s.a.)'in verdiği haberlerin doğruluğuna tanıklık etsinler diyedir.
Arkasından Yüce Allah şüphe ve tereddüdün söz konusu olmayacağını daha ileri derecede vurgulayarak şöyle buyurmaktadır:
"Kitap verilenlerle müminler şüpheye düşmesin." Kitab Ehli olan Yahudiler ve Hristiyanlar ile Yüce Allah'a ve rasulüne iman edenler bu sayının doğruluğu ve gerçekliği ile Allah'ın dini hakkında herhangi bir şüpheye düşmesin. Gerçekte ise bundan maksat, şüpheleri kışkırtan münafıklara bir göndermedir.
"Kalplerinde hastalık bulunan ve kâfirler de: Allah bununla misal olarak neyi murad etmiş desinler diye." Kalplerinde Peygamber (s.a.)'in doğruluğundan yana şüphe ve tereddüt bulunan münafıklar ile Mekkelilerden ve başkalarından olan kâfirler: Yüce Allah bir misalin alışılmadık olması gibi oldukça alışılmadık olan bu sayı ile neyi murad etmiştir ve burada bunun söz konusu edilmesinin hikmeti nedir? Onların bu sözleri söylemekteki maksatları bu sözü kökten inkâr edip onun Allah'tan gelmediğini söylemektir.[3]
Daha sonra Yüce Allah sapıklığa ve hidayete ehil olan kimseler hakkındaki sünnetini söz konusu ederek şöylece buyurmaktadır:
"İşte Allah kimi dilerse böylece saptırır, kimi de dilerse hidayete kavuşturur." Yani söz konusu edilen saptırma ve hidayet gibi, Yüce Allah, kötü istidadı ve kendisini saptırıcı yerlere ve kötü noktalara yönelttiği için hakka isabet etmekten mahrum etmek istediği kimseleri böyle saptırır, dilediği kimseleri de doğruyu bulma muvaffakiyetini vererek hakka ve imana böylece hidayet eder. Cehennem bekçilerini inkâr eden Ebu Cehil ve arkadaşlarını saptırdığı gibi; Yüce Allah saptırmayı dilediği kimseleri de hidayet ve imandan saptırır yani onları yardımsız bırakır, basiretlerini köreltir. Hidayete iletmeyi murad ettiği kimseleri de Muhammed (s.a.)'in ashabını ilettiği gibi hidayete iletir.
Saptırmanın ve hidayete iletmenin anlamı, Yüce Allah'ın her bir kesimi sapıtmaya ve hidayet bulmaya mecbur etmesi demek değildir. Bu ilâhi adalete aykırıdır. İlâhi yükümlülükleri kabul etmekte mükellefin seçiminin ve iradesinin temel bir rolü vardır. Sorgulanmayı ve mükâfatı hak etmek için bu temel nokta rol oynar. Hiçbir şey Allah'a rağmen meydana gelmez. Herşey O'nun iradesiyle olur. Şayet kul kendisine emrolunana ve Rabbi tarafından sevilene karşı çıkacak olursa, Allah'ın meşiet ve iradesinin dışına çıkmış olmaz. Çünkü Allah herşeyin üzerinde kahredici bir güce sahiptir. Fakat O, insanın seçimi için bazı hususlarda dizginleri gevşetmiştir.
Daha sonra Yüce Allah bu sayıyı tespit etmekte ancak kendisinin bildiği bir hikmetin bulunduğunu vurgulayarak şöyle buyurmaktadır:
"Rabbinin ordularını ondan başka kimse bilmez." Yani sayıları ondo-kuz ise dahi cehennem bekçilerinin sayısını O'ndan başkası bilmez. Çünkü onların, Yüce Allah'tan başka kimsenin bilemediği meleklerden yardımcıları ve askerleri vardır.
Böylelikle o sayıyı az gören müşriklerin sözlerine cevap verilmiş olmaktadır. Bu cevap özetle şöyledir: Varsayın ki bunlar ondokuzdur. Ancak onların her birisinin Allah'tan başka kimsenin bilemediği sayıda yardımcıları ve askerleri vardır. Aşın çoklukları sebebiyle Allah'ın askerlerini ondan başkası bilemez. Bekçileri yirmiye tamamlamak veya daha fazla sayılarını arttırmak O'na zor değildir. Fakat O'nun bu sayıyı tespit etmekte ancak kendisinin bildiği bir hikmeti vardır.
"Ve o insanlar için ancak bir öğüttür." Yani Sekar ve nitelikleri ile söz konusu edilen bekçilerinin sayısı ancak insanlar için bir hatırlatmadır, bir öğüttür. Böylelikle Allah'ın kudretinin kemalini ve O'nun hiçbir şekilde yardımcılara, destekleyicilere muhtaç olmadığını bilsinler.
Daha sonra Yüce Allah cehennemi inkâr edenleri sakındırarak şöyle buyurmaktadır:
"Ama öyle yapmıyorlar. Andolsun aya, geri geldiğinde geceye, aydınlandığı zaman sabaha. Muhakkak ki o büyüklerden biridir. İnsanlar için bir uyarıcıdır." Ey insanlar! Ben sizi bu işten vazgeçmenizi belirterek sakındırıyorum. Ahirette cehennemin varlığını inkâr etmenin yolu yoktur. Ben parıldayan aya, geçip gittiği zaman geceye, açıkça ortaya çıkıp etrafı aydınlattığı zaman gündüze yemin ederek söylüyorum ki; hiç şüphesiz Sekar (cehennem) pek büyük musibetlerden, pek büyük belâlardan birisidir. Yüce Allah'ın insanları isyan etmelerine karşılık görecekleri cezadan bir korkutmadır, bir uyarı içindir.
Daha sonra Yüce Allah kimlerin uyarıldığını belirleyerek buyuruyor ki: "Aranızdan ileri gitmek veya geri kalmak isteyene." Yani cehennem, hayır ve itaate yahut iman ile cennete yaklaşarak öne geçmek isteyen kimseler için ya da bundan geri kalarak şerre ve masiyete yönelen yahut küfür ile ateşe doğru yol tutan kimseler için bir uyarıdır. Bu ayetin bir benzeri de şu buyruktur: "Andolsun ki sizden önce gelip geçenleri de biz bilmişizdir, sonra gelenleri de bilmişizdir." (Hicr, 15/24) Yani hayra yönelmekte ellerini çabuk tutanları da, onu bırakıp geri kalarak şerre yönelenleri de biliriz.
İbni Abbas dedi ki: Bu itaate ve Muhammed (s.a.)'e iman edip ileri geçen kimselerin ardı arkası kesilmeyecek bir mükâfat ile mükâfatlandıracağını bildiren, buna karşılık itaatten geri kalarak Muhammed (s.a.)'ı yalanlayanların da ardı arkası kesilmeyecek bir cezaya uğratılacaklarını ifade eden bir tehdittir.[4]
Hasan-ı Basri dedi ki: Bu buyruk, haber kipinde olmakla birlikte bir tehdittir. Yüce Allah'ın: "Artık dileyen iman etsin, dileyen de kâfir olsun." (Kehf, 18/29) buyruğu gibidir.[5]
Ashabu'l-Yemin İle Günahkarlar Arasındaki Konuşma
38- Her nefis kazandıkları karşılığında rehin alınmıştır.
39- Ashabu'I-Yemin müstesna.
40- Cennetlerdedirler. Biri birlerine soru sorarlar.
41- Suçlular hakkında:
42- "Sizi Sekar'a ne sürükledi?'
43- Derler ki: "Biz namaz kılanlardan değildik.
44- 'Yoksullara yedirmezdik.
45- "Biz de dalanlarla birlikte dalardık.
46- "Din gününü de yalanlardık.
47- "Nihayet ölüm bize gelip çattı."
48- Artık şefaat edenlerin şefaati onlara fayda vermez.
49- Ne oluyor onlara ki öğütten yüz çeviricidirler? sanki arslandan ürküp kaçan yaban eşşekleridir.
52- Hatta onlardan her biri kendisine açılmış sahifeler verilmesini ister.
53- Asla! Doğrusu onlar ahiretten korkmazlar.
54- Hayır, gerçekten o bir öğüttür.
55- Kim dilerse ondan öğüt alır.
56- Allah dilemedikçe de öğüt al(a)mazlar. İşte o, kendisinden korkulmaya lâyık olandır, bağışlamak da O'na yaraşır.
Açıklaması:
"Her nefis kazandıkları karşılığında rehin alınmıştır." Yani her nefis ameli karşılığında alıkonulmuş ve onun karşılığında rehin olarak alınmış, kıyamet gününde daha önceden işlemiş olduğu ameller sebebiyle tutuklanmış olacaktır. Eğer hayır işlemişse bu onu kurtarır ve hürriyetine kavuşturur, şayet işlediği şer ise bu da onu helâka sürükler.
"Ashabu'l-Yemin müstesna" Yani kitapları sağ taraflarından verilecek olan müminler müstesnadır. Onlar günahları sebebiyle rehin olarak alıko-nulmayacaklardır. Aksine onlar işledikleri güzel ameller sebebiyle serbest bırakılacaklardır.
"Cennetlerdedirler, birbirlerine soru sorarlar, suçlular hakkında: Sizi Sekar'a ne sürükledi?"
Onlar cennette nimetler içerisinde iken birbirlerine cehennem ateşindeki günahkârların durumu hakkında onlara şöyle diyerek soru sorarlar: Sizin cehenneme girmenize sebep olan ne? Bu sorudan maksat, daha çok azarlamak ve utandırmaktır.
Onlar da karşı karşıya kaldıkları bu azabın şu dört sebepten dolayı olduğunu söyleyerek cevap vereceklerdir:
"Derler ki: Biz namaz kılanlardan değildik. Yoksullara yedirmezdik, biz de dalanlarla birlikte dalardık. Din gününü de yalanlardık. Nihayet ölüm bize gelip çattı." Yani bizler dünyada iken farz namazı eda etmezdik. Namaz kılan müminlerle birlikte Rabbimize ibadet etmezdik. Bizimle aynı cinsten olan O'nun yaratıklarına iyilik yapmaz, muhtaç olan fakire verilmesi gerekeni vermezdik. Batıl ehli ile birlikte batıllarında içice olurduk. Bir kişi azdıkça biz de onunla birlikte azardık, ya da bilmediğimiz hususlarda konuşurduk. Muhammed (s.a.) hakkında ileri geri konuşanlarla birlik olur, biz de konuşurduk. Bu da onların: Muhammed bir yalancıdır, delidir, sihirbazdır, şairdir şeklindeki sözleri idi. Bütün bunlardan ayrı olarak bizler kıyameti de yalanlıyorduk. Ölüm ve ölümün ön belirtileri gelene kadar biz bu halde idik. Burada "yakîn'den kasıt, ölümdür. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Sana yakın (ölüm) gelinceye kadar Rabbine ibadet et." (Hicr, 15/99)
İşte biz dünya hayatımız boyunca bu dört sebebi işledik durduk: Namazı kılmadık, zekat vermedik, batıl sözlere daldık, hesap, ceza ve ölümden sonra diriliş gününü inkâr ettik.
İlk iki hususun terkedilmesinin söz konusu edilmesi kâfirlerin şeriatın fer'î emirleriyle (imanın dışındaki hükümleriyle) muhatap olduklarına bir delildir.
"Artık şefaat edenlerin şefaati onlara fayda vermez." Yani kim bu sıfatlara benzer niteliklere sahipse kıyamet gününde şefaatçi hiçbir kimsenin ona şefaatinin faydası olmayacaktır. Yani meleklerden, peygamberlerden, salihlerden hiçbir kimse onlara şefaat etmeyecektir. Çünkü sonunda varacakları yer kesinlikle cehennemdir.
"Ne oluyor onlara ki öğütten yüz çeviricidirler? Onlar sanki aslandan ürküp kaçan yaban eşşekleridir." Onlara ne oluyor ki en büyük öğüdü ve en büyük hatırlatmayı ihtiva eden Kur'an-ı Kerimden yüz çevirmektedir? Yahut Mekke'de senin karşında duran bu keferelere ne oluyor ki, kendilerini çağırdığın şeyden, onlara yaptığın hatırlatmalardan yüz çevirmektedirler? Onlar bu şekilde haktan kaçıp yüz çevirmekle kendilerini ok atan okçulardan yahut onları yakalamak isteyen bir aslandan kaçan yaban eşşeklerine benzemektedirler.
Buyruktaki "kasvere (mealde: yaban eşşekleri)" ya onları avlamak isteyen ok atıcıları topluluğudur, yahut aslandır. Lügat bilginlerinin çoğunun görüşü budur. Aslana bu adın veriliş sebebi diğer yırtıcı hayvanları kahredip yenik düşürmesidir. İbni Abbas dedi ki: Yaban eşşekleri aslanı gördü mü kaçarlar. İşte bu müşrikler de böyledir. Onlar da Muhammed (s.a.)'i gördüler mi ondan kaçarlar; tıpkı yaban eşşeğinin aslandan kaçışı gibi. Bu onların durumlarının son derece çirkin olduğunu ortaya koyan ve onların ahmak bir topluluk olduğunu yüzlerine karşı bildiren bir benzetmedir.
Ayet-i kerime onların ikna edici açık bir sebep bulunmadan haktan ve imandan yüz çevirdiklerine, onların anlamaya ve ikna olmaya bir istidad-larmm bulunmadığına delildir. Yaban eşşeklerine benzetilmeleri onlar için apaçık bir yergidir. Onların ahmak ve geri zekâlı olduklarını, Kuranın öğütlerinden etkilenmediklerini açıkça ilân etmektir. Hatta kalplerin huzur ve sükûn bulmalarına sebep olan şey, onların kaçmalarını, uzaklaşmalarını gerektirmiştir.[6]
Daha sonra Yüce Allah onların kaçışlarının bir görünüşünü söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: "Hatta onlardan her biri kendisine açılmış sahifeler verilmesini ister." Bu müşriklerin her biri Muhammed peygambere (s.a.) Allah'ın indirdiği gibi kendi üzerine de bir kitap indirilmesini ister. Onlar bu şekilde inat etmekle gerçekten çok ileri gitmiş oldular. Nitekim bir başka ayet-i kerimede şöyle buyurulmaktadır: "Onlara bir ayet gelse: 'Allah'ın peygamberlerine verilen gibi bize de verilmedikçe asla iman etmeyeceğiz' derler. Allah peygamberliğini kime vereceğini çok iyi bilendir." (En'am, 6/124)
Yine Yüce Allah onların taleplerini söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: "Buna rağmen üzerimize okuyacağımız bir kitap indirmediğin sürece de (göğe) çıktığına asla iman etmeyiz." (İsra, 17/93)
Müfessirler der ki: Kureyş kâfirleri Muhammed (s.a.)'e dedi ki: "Her birimiz sabah olunca başı ucunda Allah'tan kendisine gönderilmiş açık bir mektup bulsun." Bütün bunlar ve benzerleri inatlaşmaktır, büyüklenmek-tir, işi yokuşa sürmektir. Onlar asla iman etmeyeceklerdir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Eğer biz sana kağıt üzerinde yazılı bir kitap indirseydik, kendileri de elleriyle ona dokumalardı, kâfir olanlar yine: Bu ancak apaçık bir büyüdür, derlerdi." (En'am, 6/7)
Daha sonra Yüce Allah onların inat edip işi yokuşa sürmelerinin sebebini şöylece açıklamaktadır:
"Asla! Doğrusu onlar ahiretten korkmazlar." Bu şekilde açık sahifeler indirilmesi tekliflerinden dolayı azarlanmakta ve bu tekliflerden vazgeçmeleri istenmektedir. Bu istedikleri onlara verilmeyecektir. Aslında onlar ölümden sonra dirilişi, hesaba çekilmeyi inkâr eden kimselerdir. Çünkü onlar gerçekten cehennem ateşinden korksalardı, hiçbir şekilde mucizeler teklif etmezlerdi.
Ve onlara Kur'an yeterli gelirdi. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Hayır, gerçekten o bir öğüttür. Kim dilerse ondan öğüt alır." Gerçek şu ki Kur'an bir öğüttür ve onlara Kur'an yeter. Çünkü o en hayırlı öğüt ve hatırlatmadır. Ondan öğüt almak, onu ihmal etmemek isteyen bir kimse öğüt alır. Çünkü Kur'an son derece beliğ bir öğüttür ve şifa verici bir hatırlatmadır.
Daha sonra öğüt almamanın asıl sebebini açıklamakta, Yüce Allah'ın kemal derecesindeki heybetini dile getiren hususları zikretmektedir. Bu ise O'nun kahredicilik vasfına sahip olmasıdır. Yani bu sebepten dolayı Allah'tan korkulmahdır. Aynı şekilde rahmetinin ümit edilmesini gerektiren lütufkârlık sıfatı da vardır:
"Allah dilemedikçe de öğüt alamazlar. İşte o kendisinden korkulmaya lâyık olandır, bağışlamak da O'na yaraşır." Bu kainatta Allah'a rağmen bir şey meydana gelmez. Onların Kur'an'ı hatırlayıp, ondan öğüt almaları ancak Allah'ın dilemesi ile olur. O takva sahiplerinin Ona isyanı gerektiren hususları terkedip Ona itaat olan işleri yapmak suretiyle kendisinden sa-kınılmaya, korkulmaya lâyık olandır. Aynı şekilde O müminlerin kusurlu hareket edip işledikleri günahları da bağışlayandır. Günahkârlardan tevbe edenlerin tevbesini kabul edip, günahlarını bağışlayan da O'dur.
Ahmed, Tirmizi, İbni Mace ve Nesai'nin, Enes b. Malik (r.a)'den rivayetlerine göre Peygamber (s.a.) bu ayeti tefsir ederek buyurdu ki: "Kudret ve azameti pek üstün olan Rabbiniz size diyor ki: Ben kendisinden korkulmaya lâyık olanım. Dolayısıyla benimle birlikte başka bir ilâha ibadet olunmasın. Kim benimle birlikte başka birisini ilâh koşmaktan sakınırsa, ben de onun (günahlarını) bağışlarım."
Zemahşeri Yüce Allah'ın: "Allah dilemedikçe de öğüt alamazlar." buyruğunu şu sözleriyle tefsir etmektedir: Allah onları zikri kabul etmeye mecbur etmedikçe, ya da onları onu kabulden başka bir çareye başvuramaz hale getirmedikçe... demektir. Çünkü bu öğüt onların kalplerinde kazılmıştır. Onların isteyerek iman etmeyecekleri bilinen bir husustur.[7]
Ancak bu, bu tür ayetlerde Mutezilenin ilkelerine göre izlenen bir açıklama tarzıdır. O da şudur: Yüce Allah imanı ve küfrü mükâfat ve cezanın kaynağı olan kulun tercihine bırakmıştır. Fakat Yüce Allah'ın meşieti kulu zorla mecbur ederek ya da zorlayarak iman etmesini sağlamaya da kadirdir. [8]
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/209-210.
[2] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/215-218.
[3] Bahru'l-Muhit, VIII/377.
[4] Kurtubi, XIX/86.
[5] a.y.
Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/223-226
[6] Nisaburi, Garâibu'l-Kur'an, XXVII/100.
[7] Zemahşeri, III/291.
[8] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/231-235.
1- Ey örtünüp bürünen,
2- Kalk ve artık uyar
3- Ve yalnız Rabbini yücelt.
4- Elbiseni temizle.
5- Pisliklerden uzak dur.
6- (Yaptığını) çok görerek minnet etme.
7- Rabbin için sabret.
8- Çünkü o boruya (Sur'a) üfürüldü-ğü zaman
9- İşte o gün oldukça zor bir gündür.
10- Kâfirlere hiç de kolay değildir.
Açıklaması:
"Ey örtünüp bürünen kalk ve artık uyar!" Ey elbiselerine örtünmüş, yani vahyin ilk inişi sırasında meleği görmekten korktuğundan ötürü elbiselerini üzerine örtmüş olan peygamber! Kalk ve Mekkelileri korkut. Müslüman olmadıkları takdirde onları azaptan sakındır.
"Ve yalnız Rabbini yücelt, elbiseni temizle." İbadetinde, konuşmanda, bütün hallerinde Allah'ı yücelt, O'nu büyük olmakla nitelendir. O ortağı bulunmaktan pek büyüktür. Elbiseni temiz tut, pisliklerden, necasetten onları kolla. Katade dedi ki: Elbiseni masiyetlerden, günahlardan temiz tut. Araplar bir kimse sözünde durmayarak Allah'ın ahdine bağlı kalmayan kimseden "Elbiseleri kirli" diye söz ederler. Sözünde durup dürüst olan bir kimseden de "Elbiselerini temiz tutan" diye söz ederlerdi. Her iki açıklama da doğrudur. Maddi temizlik genellikle manevi temizlik, yani masiyetlerden uzak kalmakla olur. Aksi de doğrudur. Çünkü pislikler pekçok günahla birlikte bulunur.
Ayet-i kerime putlara ibadet edenlerin söylediklerinden Allah'ı tazim edip yüceltmeye, temizliğe, ahlâkı güzelleştirmeye ve günahlardan, masiyetlerden uzak durmaya delildir.
"Pisliklerden uzak dur." Putları, heykelleri terket, onlara ibadet etme. Çünkü bu azaba sebeptir. Dünyada ve ahirette azaba götüren bütün yolları ve masiyetleri bırak, onlardan uzaklaş. Ayet-i kerime her türlü masiyetten sakınmanın gerektiğine delildir.
Bütün bunların Peygamber efendimize yasaklanması, onun bunların herhangi birisini işlediği anlamına gelmez. Aksine o bir önder olduğundan ötürü emre onunla başlanmıştır ve bu, bunları terketmeyi devamlı sürdürmek gerektiğini ifade eder. Bu ayet Yüce Allah'ın şu buyruklarına benzemektedir: "Ey Peygamber! Allah'tan kork, kâfirlere ve münafıklara itaat etme." (Ahzab, 33/1); "Musa kardeşi Harun'a: Kavmim arasında yerime geç, ıslah et, fesadçıların yoluna da uyma, dedi." (Araf, 7/142) Peygambere yapılan bu tür hitablardan maksat devamlılığı ve başkasının ona tabi olmasını emretmek ve fesad ve bozgunculuktan uzak kalmayı sürdürmektir.
"Çok görerek minnet etme" arkadaşlarına ve başkalarına onlara bunu çok görerek vahyi tebliğ ederek başa kakma yahut bir kimseye herhangi bir şey verecek olursan onu Allah için ver. Verdiklerini de insanlara minnet edip başına kakma ya da yaptığın hayrı çok görerek zaafa düşme. Çünkü "minnet etme" Arapçada zaaf göstermek anlamına da gelir.
"Rabbin için sabret." Onların eziyetlerine Rabbin için sabredip katlan. Çünkü sana verilen görev pek büyüktür. Araplar da, Arap olmayanlar da ona karşı seninle savaşacaktır. Sen de bunun üzerine Allah için sabret. Aynı şekilde Allah'a itaati ve ibadeti de sürdürerek sabret. Peygamber (s.a.)'e davetinde izlemesi gereken yolun gösterilmesinden sonra Yüce Allah bedbahtlara olan tehdidini de açıklayarak şöyle buyurmaktadır:
"Çünkü o boruya üfürüîdüğü zaman; işte o gün oldukça zor bir gündür. Kâfirlere hiç de kolay değildir." Sen onların eziyetlerine sabredip katlan. Çünkü önlerinde pek dehşetli bir gün vardır. O günde yaptıklarının akıbetini, cezasını göreceklerdir. Sur'a kabirlerden kalkıp dirilmek için ikinci defa üfürüleceği vakit, işte o vakit kâfirler için hiç de kolay olmayan, oldukça ağır ve çetin bir gündür.
İbni Ebi Hatim, İbni Ebi Şeybe ve İmam Ahmed'in rivayetlerine göre İb-ni Abbas Yüce Allah'ın: "Çünkü o boruya üfürüîdüğü zaman..." buyruğu hakkında dedi ki: Rasulullah (s.a.) buyurdu ki: Sura üfürecek olan, Sur'u alıp ağzına yerleştirmiş, boynunu kendisine ne zaman üfürme emri verilecek diye bükmüşken nasıl rahat edebilirim? Bunun üzerine Rasulullah (s.a.)'m ashabı ona: Peki bize ne emredersin, ey Allah'ın Rasulü? diye sordular. O şöyle buyurdu: "Hasbunallah ve ni'me'l-vekil alallahi tevekkelnâ: Allah bize yeter, O ne güzel vekildir. Biz Allah'a tevekkül ettik." deyiniz, diye buyurdu. [1]
Şirk Önderlerine Tehdit
11- Başbaşa bırak beni tek başına yarattığım,
12- Kendisine uzun boylu mal verdiğim,
13- Ve (yanında) hazır bulunacak oğullar,
14- Ve kendisine alabildiğine nimetler verdiğim kimse ile.
15- Sonra daha da arttırmamı umar
16- Asla! Çünkü o ayetlerimize karşı çok inatçıdır.
17- Ben onu sarp yokuşa sardıracağım.
18- Çünkü o düşündü, ölçtü, biçti.
19- Kahrolası ne biçim ölçtü, biçti?
20- Tekrar tekrar kahrolası ne biçim ölçtü, biçti?
21"Sonra bakt1'
22- Sonra kaşlarını çattı, yüzünü ekşitti, çevirip büyüklük tas-
24- Ve hemen dedi ki: "Bu nakledile- gelen bir sihirden ibarettir.
25- "Bu insan sözünden başka bir şey değildir."
26- Ben onu Sekar'a sokacağım,
27- Sekar'ın ne olduğunu sana ne bildirdi?
28- O hem bırakmaz, hem de terket-mez.
29- O insan derisini kavurandır.
30- Ve onun üzerinde ondokuz (melek) vardır.
Açıklaması:
"Başbaşa bırak beni tek başıma yarattığım... (ile)." Yani annesinin karnında malsız ve evlatsız olarak tek başına yarattığım o kimse ile beni başbaşa bırak! Ya da beni o kimseyle başbaşa bırak. Çünkü ondan intikam almak hususunda sana ben yeterim.
Müfessirler burada kastedilenin Velid b. Muğire olduğunu ittifakla kabul etmişlerdir.
Bu, Yüce Allah'ın kendisine dünyada pekçok nimetler ihsan ettiği fakat Allah'ın nimetlerine karşı nankörlük ederek şükredecek yerde kâfir olan ve bu nimetlere karşılık Allah'ın ayetlerini inkâr edip, o ayetler hakkında iftira ile karşılık verip onları insan sözü olarak değerlendiren o aşağılık kimseye bir tehdittir.
Daha sonra Yüce Allah onun üzerindeki nimetlerini şöylece sayıp dökmektedir:
"Kendisine uzun boylu mal verdiğim ve (yanında) hazır bulunacak oğullar ve kendisine alabildiğine nimetler verdiğim kimse ile. Sonra daha da arttırmamı umar." Ben o kimseye pek çok mal verdim, demektir. Velid mal çokluğuyla ün kazanmış bir kimse idi. Ekinleri, davarları, Mekke ve çevresi ile Taif arasındaki ticaret faaliyetleri vardı. Aynı şekilde bu kimseye ben Mekke'de yanında bulunan oğullar da verdim. Onlar Mekke'den ayrılmıyorlar, rızık talep etmek amacıyla çeşitli şehirlere ticaret yapmak için yolculuk yapmıyorlardı. Çünkü babalarının malı pek çoktu. Denildiğine göre onun on ya da onüç oğlu vardı. Ona "Kureyş'in reyhanı." deniliyordu.
"Vahid: Tek başına, biricik" denilmesinin sebebi kavmi arasında başkanlık ve mevkii ile ayrıcalıklı bir durumda olmasıydı.
İşte bu şekilde ben ona oldukça rahat bir geçim, uzun bir ömür, Kureyş arasında başkanlık verdim. Çeşitli mal mülk ve maddi imkânlar verdim.
Bütün bunlarla birlikte o malının da, çocuklarının da ve başka şeylerinin de arttırılmasını ümit eder. Bu ise şaşkınlığı, hayreti gerektiren bir durumdur.
"Sonra"; burada şaşkınlık, hayret anlamını ifade eder. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Hamd, gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı vareden Allah 'indir. Sonra da kâfir olanlar -buna rağmen- Rable-rine (putları) eşit tutarlar." (En'am, 6/1) Burada da "sonra" bu hali inkâr (red) ve şaşkınlık ifade etmek içindir.
Bu buyrukla onun dünyaya aşın düşkünlüğü reddedilmektedir. Yüce Allah ona şöylece cevap vermekte, kanaatini reddetmektedir: "Asla! Çünkü o ayetlerimize karşı çok inatçıdır." Yani ben ona daha fazlasını vermeyeceğim. Çünkü o Kur'an ayetlerine karşı inatçılık etti, peygamberimize indirdiğimiz ayetleri -onun doğruluklarını bildiği halde- inkâr edip kâfir oldu.
Bu onun küfrünün inat küfrü olduğuna delildir. O ruhunun derinliklerinde Kur'an ayetlerinin Allah'tan geldiğini kabul etmekle birlikte, kavmini hoşnut etmek için diliyle bunu inkâr etti. Bu sebeple gelecek buyruklarda söz konusu olan azabı hak etti:
"Ben onu sarp yokuşa sardıracağım." Ona rahat bulmamak üzere çok ağır bir azap yükleyeceğim. O tıpkı tırmanılması pek zor, pek yüksek dağların tepelerine çıkmaya kalkışıp zorlanan kimse gibidir. Ayetteki "irhak" ise kişinin takati üstünde olan pek ağır şeyleri taşımaya kalkışması demektir.
Ayetteki "Saûd"un cehennemde bir dağ olduğu da söylenmiştir. İbn Ebi Hatim, Bezzar ve İbni Cerir'in, Ebu Said Hudri'den rivayet ettiklerine göre Peygamber (s.a.) Yüce Allah'ın: "Ben onu sarp yokuşa (saûd) sardıracağım." buyruğu hakkında dedi ki: "O cehennemde ateşten bir dağdır. Ona tırmanması söylenir, elini üzerine koydu mu eriyiverir, kaldırdı mı tekrar eski haline döner. Ayağını koydu mu eriyiverir, kaldırdı mı tekrar eski haline döner." Ayrıca bunu Tirmizi de şu lafızla rivayet etmiştir: "Saûd ateşten bir dağdır. O dağa yetmiş yıl boyunca tırmanır. Sonra tekrar aşağı yuvarlanır ve bu ebediyyen böylece sürüp gider." Tirmizi bunun hakkında: Garip bir hadistir, demiştir.
Daha sonra Yüce Allah onun durumlarını, kararını nasıl alıp nasıl inatlaştığını anlatarak buyuruyor ki:
"Çünkü o düşündü, ölçtü, biçti. Kahrolası ne biçim ölçtü, biçti? Tekrar tekrar kahrolası ne biçim ölçtü, biçti"?" Yani o Peygamber (s.a.) ve Kur'an-ı Azimu'ş-Şan hakkında düşündü. Neler söyleyeceğini zihninde tasarladı. Kendisine sorulacak olursa Kur'an'ı nasıl nitelendireceğini tespit etti. Ne sözler uyduracağı üzerinde düşündü. Hangi sözleri tasarlarsa tasarlasın ona lanet olundu ve o bundan dolayı azaba uğratılacaktır. Bunu te'kid ederek: Tekrar ona lanet olundu, o azaba uğratılacaktır, denildi. Burada "sonra" anlamındaki lafız ona ikinci defasında yapılan bedduanın birincisinden daha beliğ ve daha vurgulu olduğunu anlatmak içindir.
Bütün bunlar onun takındığı tutumun çok büyük hayret verici olduğunu ve onun kat kat azabı hakettiğini anlatmak içindir. Daha sonra Yüce Allah onu insanlarca görülen birtakım hallerle nitelendirerek şöyle buyurmaktadır:
"Sonra baktı, sonra kaşlarını çattı, yüzünü ekşitti. Sonra yüz çevirip büyüklük tasladı ve hemen dedi ki: Bu nakledilegelen bir sihirden ibarettir. Bu insan sözünden başka bir şey değildir." Yani sonra tekrar baktı, düşündü, Kuran hakkındaki tenkidlerini gözden geçirdi. Daha sonra Kur'an'ı tenkid edecek bir taraf bulamadığından ötürü kaşlarını çattı, yüzünü ekşitti, hoşlanmadığını ifade etti. Sonra imandan yüz çevirdi, haktan başka tarafa yöneldi, Kur'an'a itaat edip boyun eğmeyi kibirine yedirmedi ve bu, ancak nakledilen ve anlatılagelen bir sihirdir. Muhammed bunu kendisinden öncekilerden nakletmektedir. Bu Allah sözü değildir, aksine bu insan sözüdür, dedi.
Bu da onun kendi kişisel kanaatini ifade etmek üzere uydurduğu sözlerinde çelişkili olduğunun delilidir. Çünkü o kalbinden Peygamber (s.a.)'in doğruluğunu kabul ediyor, fakat inat olmak üzere onu inkâr ediyordu.
Avfî'nin rivayetine göre İbni Abbas dedi ki: Velid b. Muğire, Ebu Bekir b. Ebi Kuhafe'nin yanına girdi. Ona Kur'an'a dair sordu. Ona durumu bildirince Velid, Kureyş'in yanına çıkıp gitti ve dedi ki: Ebu Kebşe'nin oğlunun söylediklerine hayret doğrusu! Allah'a yemin ederim ki, o bir şiir değildir, sihir de değildir, bir deli hezeyanı da değildir. Şüphesiz onun sözü Allah'ın kelâmındandır. Kureyş'ten bazıları onun bu sözlerini işitince kendi aralarında danıştılar ve şöyle dediler: Allah'a yemin ederiz, eğer Velid dininden dönerse Kureyş'in tümü döner. Ebu Cehil b. Hişam bunu duyunca dedi ki: Allah'a yemin ederim onun bu durumunun hakkından ben gelirim dedi. Yola koyuldu ve Velid'in evine gidip yanma girdi. Velid'e dedi ki: Kavminin ne ettiğini gördün mü? Onlar sana sadaka topluyor. Velid: Ben onların malı ve evlâdı en çok olanları değil miyim? Ebu Cehil ona dedi ki: Senin Ebu Kuhafe'nin oğlu (Ebu Bekr)'nun yanına onun yemeğini yemek için gittiğini söylüyorlar. Velid: Benim aşiretim böyle bir şey söyledi mi? Hayır, Allah'a yemin ederim. Ebu Kuhafe'nin oğluna yanaşmayacağım, Ömer'e de Ebu Kebşe'nin oğlu (Muhammed)'e de yanaşmayacağım. Onun söylediği söz ancak bir büyüdür. Bunun üzerine Yüce Allah, Rasulüne: "Başbaşa bırak beni tek başına yarattığım ile..." buyruğundan itibaren: "O hem bırakmaz, hem de terketmez" buyruğuna kadar olan bölümü indirdi.
Velid'in küfrünün inat küfrü olduğunu gösteren hususlardan birisi de -daha önce belirtildiği gibi- şudur: Velid, Rasulullah (s.a.)'ın yanına gitti. O sırada Allah Rasulü "Ha, Mim, Secde (Fussilet)" suresini okuyordu. Velid geri dönüp Mahzum oğullarına dedi ki: Allah'a yemin ederim az önce Mu-hammed'den öyle bir söz dinledim ki bu ne insan sözüdür, ne de cin sözüdür. Onun bir tatlılığı ve bir parlaklığı vardır. Üst tarafı meyvelidir, alt tarafı da verimlidir. O hep üstün gelir, hiç ona üstün gelinemez."
Katade dedi ki: Onun şöyle söylediğini naklederler: Allah'a yemin ederim, bu adamın söyledikleri üzerinde düşündüm. Onun bir şiir olmadığını gördüm. Onun bir tatlılığı vardır, üzerinde bir parlaklık vardır. O hep üste çıkar, hiç onun üstüne çıkılamaz. Fakat onun büyü olduğundan da şüphem yoktur. Bunun üzerine Yüce Allah: "Kahrolası ne biçim ölçtü, biçti." buyruğunu indirdi.
Bu kadar bilgi ile yine de Kuranın sihir olduğunu iddia eden bir kimse hiç şüphesiz inatçı bir kimsedir ve o tevhidi, nübüvveti ve ölümden sonra dirilişi inkâr eden birisidir.
Daha sonra Yüce Allah onun bu tutumu dolayısıyla hakettiği cezayı söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır:
"Ben onu Sekar'a sokacağım. Sekar'ın ne olduğunu sana ne bildirdi? O hem bırakmaz, hem de terketmez. O insan derisini kavurandır, onun üzerinde ondokuz (melek) vardır." Ben onu ateşe sokacağım. Ateş onun her tarafını kuşatacaktır. Sekar cehennem ateşinin isimlerinden birisidir.
Daha sonra onun ne kadar dehşetli ve azametli olduğunu anlatmak üzere: "Sekar'ın ne olduğunu sana ne bildirdi?' diye buyurmaktadır. Yani ona dair bilgiyi sana ne verdi. O ne et, ne kan, ne de kemik bırakır. Oradakiler yeniden tekrar yaratıldıkça yine onları bırakmaz. Aksine onları öncekinden daha ağır bir şekilde tekrar yakar ve bu ebediyyen böylece sürüp gider. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Derileri piştikçe azabı tatmaları için derilerini başka derilerle değiştireceğiz." (Nisa, 4/6) Cehennem onu çıplak gözle görünceye kadar insanlara görünecektir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Azgınlara da cehennem açılıp, gösterilir." (Şu-ara, 26/91) Ya da cehennem deriyi yakar ve onu geceden daha ileri simsiyah bırakır. Cehennem üzerinde oldukça çetin zebaniler ve bekçiler vardır. Bunların görünüşleri pek büyüktür. Huyları da sert ve haşindir. Ondokuz melektirler. Çoğunun görüşüne göre ondokuz kişidirler, ondokuz çeşit olduğu da söylenmiştir.
Beşerden kasıt ya cehennemdeki insanlardır, -çoğunluğun görüşü budur- yahut insanın derisinin görünen kısmı (ten) anlamındaki "beşere" lafzının çoğuludur. [2]
Cehennem Bekçilerinin Ondokuz Olmasındaki Hikmet
31- Biz cehennem bekçilerini yalnız meleklerden yaptık. Onların sayısını da inkâr edenler için ancak bir fitne kıldık. Kendilerine kitap verilenler sağlam inansınlar; iman edenlerin de imanı artsın, kitap verilenlerle müminler şüpheye düşmesin. Kalplerinde hastalık bulunanlar ve kâfirler de: "Allah bununla misal olarak neyi murad etmiş?" desinler diye. İşte Allah kimi dilerse böylece saptırır, kimi de dilerse hidayete kavuşturur. Rabbinin or-
dularını O'ndan başka kimse bilnıez ve o (Sekar) insanlar için ancak bir öğüttür.
32- Ama öyle yapmıyorlar. Andol-sun aya,
33- Geri geldiğinde geceye,
34- Aydınlandığı zaman sabaha,
35- Muhakkak ki o, büyük (musibetlerden biridir.
36- İnsanlar için bir uyarıcıdır.
37- Aranızdan ileri gitmek veya geri kalmak isteyene.
Açıklaması:
"Biz cehennem bekçilerini yalnız meleklerden yaptık." Cehennem bekçilerini ve orada azaplandırmakla görevli zebanileri ancak sert ve güçlü kuvvetli meleklerdir. Meleklere kim karşı koyabilir ve onları kim yenebilir ki? Çünkü onlar yaratılmışlar arasında en güçlü, en çetin ve en şiddetli yakalayanları, Allah'ın hakkını en çok yerine getiren ve Allah için en çok gazap edip öfkelenenlerdir.
Bu, cehennem bekçilerinin sayılarım söz konusu edip az önce geçtiği gibi Ebu Cehil'in şu sözleri söylemesi üzerine Kureyş müşriklerine verilmiş bir cevaptır: Ey Kureyşliler, sizden her on kişi, onlardan birisinin hakkından gelip onların hepsini yenik düşüremeyecek misiniz? Bunun üzerine Yüce Allah da: "Biz cehennem bekçilerini yalnız meleklerden yaptık." buyruğunu indirdi. Yani karşı konulamayan ve yenik düşürülemeyen güçlü, kuvvetli bir yaratılışa sahip kıldık.
Daha sonra Yüce Allah bekçilerin böyle bir sayıda olmalarını seçmesinin hikmetini açıklayarak şöyle buyurmaktadır:
"Onların sayısını da inkâr edenler için ancak bir fitne kıldık." Yani onların ondokuz olduklarını belirtmemiz, ancak bizim insanları sınamamız ve kâfirler için de mihnet ve saptırma sebebi olsun diyedir. Öyle ki onlar söylediklerini söylediler. Böylelikle azaplarının kat kat artmasına ve Allah'ın onlara olan gazabının çoğalmasına sebep oldular. Yüce Allah'ın: "Fitne" buyruğu, fitne sebebi demektir. Yani biz ondokuz olan o sayıyı kâfirlere fitne olsun diye tespit ettik. Onların fitneye maruz kalmaları ise, onlara karşı durabileceklerini söylemeleri ve onları yenebileceklerini ümit etmeleridir. Bu ise onların alay olsun diye söyledikleri sözlerdir. Çünkü onlar ölümden sonra dirilişi, cehennemi ve cehennem bekçilerini yalanlayan kimselerdi.
"Kendilerine kitap verilenler sağlam inansınlar, iman edenlerin de imanı artsın." Yani Yüce Allah'ın zebanilerin sayısını ondokuz kılması Kitap Ehli olan Yahudi ve Hristiyanların bu rasulün hak olduğunu kesinlikle bilip inanmaları içindir. Çünkü o kendisinden önceki peygamberlere indirilmiş ellerindeki semavi kitaplara uygun şeyleri getirmiştir. O kitaplarında da cehennem bekçilerinin sayısının ondokuz olduğu belirtilmektedir. Diğer taraftan Kitab Ehli'nin de kendilerine uyduklarını gören müminlerin imanı ve tasdikleri artsın ve peygamberleri Muhammed (s.a.)'in verdiği haberlerin doğruluğuna tanıklık etsinler diyedir.
Arkasından Yüce Allah şüphe ve tereddüdün söz konusu olmayacağını daha ileri derecede vurgulayarak şöyle buyurmaktadır:
"Kitap verilenlerle müminler şüpheye düşmesin." Kitab Ehli olan Yahudiler ve Hristiyanlar ile Yüce Allah'a ve rasulüne iman edenler bu sayının doğruluğu ve gerçekliği ile Allah'ın dini hakkında herhangi bir şüpheye düşmesin. Gerçekte ise bundan maksat, şüpheleri kışkırtan münafıklara bir göndermedir.
"Kalplerinde hastalık bulunan ve kâfirler de: Allah bununla misal olarak neyi murad etmiş desinler diye." Kalplerinde Peygamber (s.a.)'in doğruluğundan yana şüphe ve tereddüt bulunan münafıklar ile Mekkelilerden ve başkalarından olan kâfirler: Yüce Allah bir misalin alışılmadık olması gibi oldukça alışılmadık olan bu sayı ile neyi murad etmiştir ve burada bunun söz konusu edilmesinin hikmeti nedir? Onların bu sözleri söylemekteki maksatları bu sözü kökten inkâr edip onun Allah'tan gelmediğini söylemektir.[3]
Daha sonra Yüce Allah sapıklığa ve hidayete ehil olan kimseler hakkındaki sünnetini söz konusu ederek şöylece buyurmaktadır:
"İşte Allah kimi dilerse böylece saptırır, kimi de dilerse hidayete kavuşturur." Yani söz konusu edilen saptırma ve hidayet gibi, Yüce Allah, kötü istidadı ve kendisini saptırıcı yerlere ve kötü noktalara yönelttiği için hakka isabet etmekten mahrum etmek istediği kimseleri böyle saptırır, dilediği kimseleri de doğruyu bulma muvaffakiyetini vererek hakka ve imana böylece hidayet eder. Cehennem bekçilerini inkâr eden Ebu Cehil ve arkadaşlarını saptırdığı gibi; Yüce Allah saptırmayı dilediği kimseleri de hidayet ve imandan saptırır yani onları yardımsız bırakır, basiretlerini köreltir. Hidayete iletmeyi murad ettiği kimseleri de Muhammed (s.a.)'in ashabını ilettiği gibi hidayete iletir.
Saptırmanın ve hidayete iletmenin anlamı, Yüce Allah'ın her bir kesimi sapıtmaya ve hidayet bulmaya mecbur etmesi demek değildir. Bu ilâhi adalete aykırıdır. İlâhi yükümlülükleri kabul etmekte mükellefin seçiminin ve iradesinin temel bir rolü vardır. Sorgulanmayı ve mükâfatı hak etmek için bu temel nokta rol oynar. Hiçbir şey Allah'a rağmen meydana gelmez. Herşey O'nun iradesiyle olur. Şayet kul kendisine emrolunana ve Rabbi tarafından sevilene karşı çıkacak olursa, Allah'ın meşiet ve iradesinin dışına çıkmış olmaz. Çünkü Allah herşeyin üzerinde kahredici bir güce sahiptir. Fakat O, insanın seçimi için bazı hususlarda dizginleri gevşetmiştir.
Daha sonra Yüce Allah bu sayıyı tespit etmekte ancak kendisinin bildiği bir hikmetin bulunduğunu vurgulayarak şöyle buyurmaktadır:
"Rabbinin ordularını ondan başka kimse bilmez." Yani sayıları ondo-kuz ise dahi cehennem bekçilerinin sayısını O'ndan başkası bilmez. Çünkü onların, Yüce Allah'tan başka kimsenin bilemediği meleklerden yardımcıları ve askerleri vardır.
Böylelikle o sayıyı az gören müşriklerin sözlerine cevap verilmiş olmaktadır. Bu cevap özetle şöyledir: Varsayın ki bunlar ondokuzdur. Ancak onların her birisinin Allah'tan başka kimsenin bilemediği sayıda yardımcıları ve askerleri vardır. Aşın çoklukları sebebiyle Allah'ın askerlerini ondan başkası bilemez. Bekçileri yirmiye tamamlamak veya daha fazla sayılarını arttırmak O'na zor değildir. Fakat O'nun bu sayıyı tespit etmekte ancak kendisinin bildiği bir hikmeti vardır.
"Ve o insanlar için ancak bir öğüttür." Yani Sekar ve nitelikleri ile söz konusu edilen bekçilerinin sayısı ancak insanlar için bir hatırlatmadır, bir öğüttür. Böylelikle Allah'ın kudretinin kemalini ve O'nun hiçbir şekilde yardımcılara, destekleyicilere muhtaç olmadığını bilsinler.
Daha sonra Yüce Allah cehennemi inkâr edenleri sakındırarak şöyle buyurmaktadır:
"Ama öyle yapmıyorlar. Andolsun aya, geri geldiğinde geceye, aydınlandığı zaman sabaha. Muhakkak ki o büyüklerden biridir. İnsanlar için bir uyarıcıdır." Ey insanlar! Ben sizi bu işten vazgeçmenizi belirterek sakındırıyorum. Ahirette cehennemin varlığını inkâr etmenin yolu yoktur. Ben parıldayan aya, geçip gittiği zaman geceye, açıkça ortaya çıkıp etrafı aydınlattığı zaman gündüze yemin ederek söylüyorum ki; hiç şüphesiz Sekar (cehennem) pek büyük musibetlerden, pek büyük belâlardan birisidir. Yüce Allah'ın insanları isyan etmelerine karşılık görecekleri cezadan bir korkutmadır, bir uyarı içindir.
Daha sonra Yüce Allah kimlerin uyarıldığını belirleyerek buyuruyor ki: "Aranızdan ileri gitmek veya geri kalmak isteyene." Yani cehennem, hayır ve itaate yahut iman ile cennete yaklaşarak öne geçmek isteyen kimseler için ya da bundan geri kalarak şerre ve masiyete yönelen yahut küfür ile ateşe doğru yol tutan kimseler için bir uyarıdır. Bu ayetin bir benzeri de şu buyruktur: "Andolsun ki sizden önce gelip geçenleri de biz bilmişizdir, sonra gelenleri de bilmişizdir." (Hicr, 15/24) Yani hayra yönelmekte ellerini çabuk tutanları da, onu bırakıp geri kalarak şerre yönelenleri de biliriz.
İbni Abbas dedi ki: Bu itaate ve Muhammed (s.a.)'e iman edip ileri geçen kimselerin ardı arkası kesilmeyecek bir mükâfat ile mükâfatlandıracağını bildiren, buna karşılık itaatten geri kalarak Muhammed (s.a.)'ı yalanlayanların da ardı arkası kesilmeyecek bir cezaya uğratılacaklarını ifade eden bir tehdittir.[4]
Hasan-ı Basri dedi ki: Bu buyruk, haber kipinde olmakla birlikte bir tehdittir. Yüce Allah'ın: "Artık dileyen iman etsin, dileyen de kâfir olsun." (Kehf, 18/29) buyruğu gibidir.[5]
Ashabu'l-Yemin İle Günahkarlar Arasındaki Konuşma
38- Her nefis kazandıkları karşılığında rehin alınmıştır.
39- Ashabu'I-Yemin müstesna.
40- Cennetlerdedirler. Biri birlerine soru sorarlar.
41- Suçlular hakkında:
42- "Sizi Sekar'a ne sürükledi?'
43- Derler ki: "Biz namaz kılanlardan değildik.
44- 'Yoksullara yedirmezdik.
45- "Biz de dalanlarla birlikte dalardık.
46- "Din gününü de yalanlardık.
47- "Nihayet ölüm bize gelip çattı."
48- Artık şefaat edenlerin şefaati onlara fayda vermez.
49- Ne oluyor onlara ki öğütten yüz çeviricidirler? sanki arslandan ürküp kaçan yaban eşşekleridir.
52- Hatta onlardan her biri kendisine açılmış sahifeler verilmesini ister.
53- Asla! Doğrusu onlar ahiretten korkmazlar.
54- Hayır, gerçekten o bir öğüttür.
55- Kim dilerse ondan öğüt alır.
56- Allah dilemedikçe de öğüt al(a)mazlar. İşte o, kendisinden korkulmaya lâyık olandır, bağışlamak da O'na yaraşır.
Açıklaması:
"Her nefis kazandıkları karşılığında rehin alınmıştır." Yani her nefis ameli karşılığında alıkonulmuş ve onun karşılığında rehin olarak alınmış, kıyamet gününde daha önceden işlemiş olduğu ameller sebebiyle tutuklanmış olacaktır. Eğer hayır işlemişse bu onu kurtarır ve hürriyetine kavuşturur, şayet işlediği şer ise bu da onu helâka sürükler.
"Ashabu'l-Yemin müstesna" Yani kitapları sağ taraflarından verilecek olan müminler müstesnadır. Onlar günahları sebebiyle rehin olarak alıko-nulmayacaklardır. Aksine onlar işledikleri güzel ameller sebebiyle serbest bırakılacaklardır.
"Cennetlerdedirler, birbirlerine soru sorarlar, suçlular hakkında: Sizi Sekar'a ne sürükledi?"
Onlar cennette nimetler içerisinde iken birbirlerine cehennem ateşindeki günahkârların durumu hakkında onlara şöyle diyerek soru sorarlar: Sizin cehenneme girmenize sebep olan ne? Bu sorudan maksat, daha çok azarlamak ve utandırmaktır.
Onlar da karşı karşıya kaldıkları bu azabın şu dört sebepten dolayı olduğunu söyleyerek cevap vereceklerdir:
"Derler ki: Biz namaz kılanlardan değildik. Yoksullara yedirmezdik, biz de dalanlarla birlikte dalardık. Din gününü de yalanlardık. Nihayet ölüm bize gelip çattı." Yani bizler dünyada iken farz namazı eda etmezdik. Namaz kılan müminlerle birlikte Rabbimize ibadet etmezdik. Bizimle aynı cinsten olan O'nun yaratıklarına iyilik yapmaz, muhtaç olan fakire verilmesi gerekeni vermezdik. Batıl ehli ile birlikte batıllarında içice olurduk. Bir kişi azdıkça biz de onunla birlikte azardık, ya da bilmediğimiz hususlarda konuşurduk. Muhammed (s.a.) hakkında ileri geri konuşanlarla birlik olur, biz de konuşurduk. Bu da onların: Muhammed bir yalancıdır, delidir, sihirbazdır, şairdir şeklindeki sözleri idi. Bütün bunlardan ayrı olarak bizler kıyameti de yalanlıyorduk. Ölüm ve ölümün ön belirtileri gelene kadar biz bu halde idik. Burada "yakîn'den kasıt, ölümdür. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Sana yakın (ölüm) gelinceye kadar Rabbine ibadet et." (Hicr, 15/99)
İşte biz dünya hayatımız boyunca bu dört sebebi işledik durduk: Namazı kılmadık, zekat vermedik, batıl sözlere daldık, hesap, ceza ve ölümden sonra diriliş gününü inkâr ettik.
İlk iki hususun terkedilmesinin söz konusu edilmesi kâfirlerin şeriatın fer'î emirleriyle (imanın dışındaki hükümleriyle) muhatap olduklarına bir delildir.
"Artık şefaat edenlerin şefaati onlara fayda vermez." Yani kim bu sıfatlara benzer niteliklere sahipse kıyamet gününde şefaatçi hiçbir kimsenin ona şefaatinin faydası olmayacaktır. Yani meleklerden, peygamberlerden, salihlerden hiçbir kimse onlara şefaat etmeyecektir. Çünkü sonunda varacakları yer kesinlikle cehennemdir.
"Ne oluyor onlara ki öğütten yüz çeviricidirler? Onlar sanki aslandan ürküp kaçan yaban eşşekleridir." Onlara ne oluyor ki en büyük öğüdü ve en büyük hatırlatmayı ihtiva eden Kur'an-ı Kerimden yüz çevirmektedir? Yahut Mekke'de senin karşında duran bu keferelere ne oluyor ki, kendilerini çağırdığın şeyden, onlara yaptığın hatırlatmalardan yüz çevirmektedirler? Onlar bu şekilde haktan kaçıp yüz çevirmekle kendilerini ok atan okçulardan yahut onları yakalamak isteyen bir aslandan kaçan yaban eşşeklerine benzemektedirler.
Buyruktaki "kasvere (mealde: yaban eşşekleri)" ya onları avlamak isteyen ok atıcıları topluluğudur, yahut aslandır. Lügat bilginlerinin çoğunun görüşü budur. Aslana bu adın veriliş sebebi diğer yırtıcı hayvanları kahredip yenik düşürmesidir. İbni Abbas dedi ki: Yaban eşşekleri aslanı gördü mü kaçarlar. İşte bu müşrikler de böyledir. Onlar da Muhammed (s.a.)'i gördüler mi ondan kaçarlar; tıpkı yaban eşşeğinin aslandan kaçışı gibi. Bu onların durumlarının son derece çirkin olduğunu ortaya koyan ve onların ahmak bir topluluk olduğunu yüzlerine karşı bildiren bir benzetmedir.
Ayet-i kerime onların ikna edici açık bir sebep bulunmadan haktan ve imandan yüz çevirdiklerine, onların anlamaya ve ikna olmaya bir istidad-larmm bulunmadığına delildir. Yaban eşşeklerine benzetilmeleri onlar için apaçık bir yergidir. Onların ahmak ve geri zekâlı olduklarını, Kuranın öğütlerinden etkilenmediklerini açıkça ilân etmektir. Hatta kalplerin huzur ve sükûn bulmalarına sebep olan şey, onların kaçmalarını, uzaklaşmalarını gerektirmiştir.[6]
Daha sonra Yüce Allah onların kaçışlarının bir görünüşünü söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: "Hatta onlardan her biri kendisine açılmış sahifeler verilmesini ister." Bu müşriklerin her biri Muhammed peygambere (s.a.) Allah'ın indirdiği gibi kendi üzerine de bir kitap indirilmesini ister. Onlar bu şekilde inat etmekle gerçekten çok ileri gitmiş oldular. Nitekim bir başka ayet-i kerimede şöyle buyurulmaktadır: "Onlara bir ayet gelse: 'Allah'ın peygamberlerine verilen gibi bize de verilmedikçe asla iman etmeyeceğiz' derler. Allah peygamberliğini kime vereceğini çok iyi bilendir." (En'am, 6/124)
Yine Yüce Allah onların taleplerini söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: "Buna rağmen üzerimize okuyacağımız bir kitap indirmediğin sürece de (göğe) çıktığına asla iman etmeyiz." (İsra, 17/93)
Müfessirler der ki: Kureyş kâfirleri Muhammed (s.a.)'e dedi ki: "Her birimiz sabah olunca başı ucunda Allah'tan kendisine gönderilmiş açık bir mektup bulsun." Bütün bunlar ve benzerleri inatlaşmaktır, büyüklenmek-tir, işi yokuşa sürmektir. Onlar asla iman etmeyeceklerdir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Eğer biz sana kağıt üzerinde yazılı bir kitap indirseydik, kendileri de elleriyle ona dokumalardı, kâfir olanlar yine: Bu ancak apaçık bir büyüdür, derlerdi." (En'am, 6/7)
Daha sonra Yüce Allah onların inat edip işi yokuşa sürmelerinin sebebini şöylece açıklamaktadır:
"Asla! Doğrusu onlar ahiretten korkmazlar." Bu şekilde açık sahifeler indirilmesi tekliflerinden dolayı azarlanmakta ve bu tekliflerden vazgeçmeleri istenmektedir. Bu istedikleri onlara verilmeyecektir. Aslında onlar ölümden sonra dirilişi, hesaba çekilmeyi inkâr eden kimselerdir. Çünkü onlar gerçekten cehennem ateşinden korksalardı, hiçbir şekilde mucizeler teklif etmezlerdi.
Ve onlara Kur'an yeterli gelirdi. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Hayır, gerçekten o bir öğüttür. Kim dilerse ondan öğüt alır." Gerçek şu ki Kur'an bir öğüttür ve onlara Kur'an yeter. Çünkü o en hayırlı öğüt ve hatırlatmadır. Ondan öğüt almak, onu ihmal etmemek isteyen bir kimse öğüt alır. Çünkü Kur'an son derece beliğ bir öğüttür ve şifa verici bir hatırlatmadır.
Daha sonra öğüt almamanın asıl sebebini açıklamakta, Yüce Allah'ın kemal derecesindeki heybetini dile getiren hususları zikretmektedir. Bu ise O'nun kahredicilik vasfına sahip olmasıdır. Yani bu sebepten dolayı Allah'tan korkulmahdır. Aynı şekilde rahmetinin ümit edilmesini gerektiren lütufkârlık sıfatı da vardır:
"Allah dilemedikçe de öğüt alamazlar. İşte o kendisinden korkulmaya lâyık olandır, bağışlamak da O'na yaraşır." Bu kainatta Allah'a rağmen bir şey meydana gelmez. Onların Kur'an'ı hatırlayıp, ondan öğüt almaları ancak Allah'ın dilemesi ile olur. O takva sahiplerinin Ona isyanı gerektiren hususları terkedip Ona itaat olan işleri yapmak suretiyle kendisinden sa-kınılmaya, korkulmaya lâyık olandır. Aynı şekilde O müminlerin kusurlu hareket edip işledikleri günahları da bağışlayandır. Günahkârlardan tevbe edenlerin tevbesini kabul edip, günahlarını bağışlayan da O'dur.
Ahmed, Tirmizi, İbni Mace ve Nesai'nin, Enes b. Malik (r.a)'den rivayetlerine göre Peygamber (s.a.) bu ayeti tefsir ederek buyurdu ki: "Kudret ve azameti pek üstün olan Rabbiniz size diyor ki: Ben kendisinden korkulmaya lâyık olanım. Dolayısıyla benimle birlikte başka bir ilâha ibadet olunmasın. Kim benimle birlikte başka birisini ilâh koşmaktan sakınırsa, ben de onun (günahlarını) bağışlarım."
Zemahşeri Yüce Allah'ın: "Allah dilemedikçe de öğüt alamazlar." buyruğunu şu sözleriyle tefsir etmektedir: Allah onları zikri kabul etmeye mecbur etmedikçe, ya da onları onu kabulden başka bir çareye başvuramaz hale getirmedikçe... demektir. Çünkü bu öğüt onların kalplerinde kazılmıştır. Onların isteyerek iman etmeyecekleri bilinen bir husustur.[7]
Ancak bu, bu tür ayetlerde Mutezilenin ilkelerine göre izlenen bir açıklama tarzıdır. O da şudur: Yüce Allah imanı ve küfrü mükâfat ve cezanın kaynağı olan kulun tercihine bırakmıştır. Fakat Yüce Allah'ın meşieti kulu zorla mecbur ederek ya da zorlayarak iman etmesini sağlamaya da kadirdir. [8]
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/209-210.
[2] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/215-218.
[3] Bahru'l-Muhit, VIII/377.
[4] Kurtubi, XIX/86.
[5] a.y.
Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/223-226
[6] Nisaburi, Garâibu'l-Kur'an, XXVII/100.
[7] Zemahşeri, III/291.
[8] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/231-235.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder