72-Cin Suresi Meali Tefsiri Oku: Cinlerin Kur'an-ı Kerim'e Ve Yüce Allah'a İman Etmeleri
1- De ki: "Bana şu vahyolundu: Cinlerden bir topluluk beni dinlediler ve dediler ki: Gerçekten biz hayrete düşüren bir Kur'an dinledik."
2- "O doğruya götürüyor, bundan ötürü biz de ona iman ettik. Rabbi- mize hiçbir kimseyi asla ortak tut-
3" "Do£rusu Rabbimizin şanı çok yücedir. O ne bir zevce edinmiştir, ne de bir evlât."
4- "Doğrusu bizim beyinsizimiz Al- lah'a karşı aşırı yalan söylüyormuş."
5. doğrusu biz Lanlaln da, cil- rin de Allah'a karşı asla yalan söy- lemeyeceklerini sanmıştık."
6- Bir gerçek de şu insanlardan bazı kimseler, cinlerden bazı kimselere sığınırlardı. Bununla da onların azgınlıklarını arttırırlardı."
7- "Ve gerçekten onlar (insanlardan kâfir olanlar) da sizin sandığınız gibi Allah'ın hiçbir kimseyi asla diriltmeyeceğini sanmışlar."
Açıklaması
Yüce Allah cinlere dair altı durumdan sözetmektedir:
1- "De ki: Bana şu vahyolundu. Cinlerden bir topluluk beni dinlediler ve dediler ki: Gerçekten biz hayrete düşüren bir Kur'an dinledik." Ey Mu-hammed, ümmetine ve kavmine cinlerin Kur'an'ı dinleyip, ona iman ettiklerini, onu tasdik edip, ona itaatle boyun eğdiklerini haber ver. Allah bana Cebrail (a.s) vasıtasıyla şunu vahyetti ki, cinlerden bir topluluk benim Kur'an okumama kulak verdi. Bu okuduğum Kur'an da; "Yaratan Rabbinin adıyla oku!" (Alâk, 96/1) diye başlayan suredir. Onlar da kavimlerine geri döndüklerinde dediler ki: Biz fasahatinde, belâgatinde, öğütlerinde ve yararlarında gerçekten hayreti gerektiren bir söz dinledik.
Vahyetmek, ruha bir manayı gizlice telkin etmektir. İlham ve melek indirmek gibi. Vahiy hızlıca olur.
Cin âlemi bizim için gizli bir âlemdir. Hakkında ancak vahyin haber verdiği şeyleri bilebiliriz. Cinler ateşten yaratılmışlardır: "Cinleri de daha önceden (deri gözeneklerinden) içeriye nüfuz eden yakıcı ateşten yarattık." (Hicr, 15/27) Yüce Allah, cinlere kendilerinden rasul göndermemiştir. Aksine bütün rasuller insandır. Cinlerin de insanlar gibi mükâfat kazanacak müminleri ve cezalandırılacak kâfirleri vardır.
Bu ayetin bir benzeri de Yüce Allah'ın şu buyruğunda geçmektedir: "Hatırla ki; cinlerden bir grubu Kur'anı dinlesinler diye sana yöneltmiş idik..." (Ahkâf, 46/29)
"O doğruya götürüyor. Bundan ötürü biz de ona iman ettik. Rabbimize hiçbir kimseyi asla ortak tutmayacağız." Yani bu Kur'an hakka, doğruya, Yüce Allah'ı bilip tanımaya iletir. Bu sebeple biz de onun Allah tarafından geldiğini tasdik ettik ve artık bundan böyle Allah ile birlikte yarattıklarından asla bir başka şeyi O'na ortak koşmayacağımız gibi başka bir ilâh da edinmeyeceğiz. Bu onların kavimlerine döndükleri vakit, kavimlerinin huzurunda iman ettiklerini açıkça ilân etmeleri demektir. Nitekim az önce kaydettiğimiz Ahkâf süresindeki ayetin devamında şöyle buyurulmaktadır:
"Huzuruna geldiklerinde: Susup dinleyin, dediler. (Okunması) bitiri-lince de kavimlerine uyarıcılar olarak döndüler." (Ahkâf, 46/29)
Ayet-i kerimede Muhammed (s.a)'in davetindeki en büyük hususun Yüce Allah'ı tevhid etmek, şirki ve müşrikleri bir kenara bırakmak olduğu görülmektedir. Cinler Kur'an'ı bir defa dinlemekle onun Allah'ın kelâmı olduğuna iman etti. Fakat Kureyş kâfirleri özellikle de onların elebaşlan Kur'an'ı defalarca dinledikleri halde ondan yararlanamadılar. Üstelik Allah'ın Rasu-lü onlardan olup onlara karşı kendi dilleriyle bu kitabı okuyordu.
2- "Doğrusu Rabbimizin şanı çok yücedir. O ne bir zevce edinmiştir, ne de bir evlât." Rabbimizin azameti ve celâli yahut onun fiili, emri ve kuvveti pek üstün ve yücedir. O, Allah'a eş ve evlât nispet eden kâfirlerin dedikleri gibi, eş ve evlât edinmekten pek büyüktür. Yani onlar kendilerinin Allah'a şirk koşmadıklarını belirttikleri gibi müslüman olup Kur'an'a iman ettikten sonra Allah'ın eş ve çocuğunun olmasından münezzeh olmasını da belirttiler. Böylelikle Allah'ın vahdaniyetini ortaya koymuş, O'nun ortağının bulunmasının imkânsızlığını da ifade etmiş oldular. Sonra da O'nun kuvvet ve azamet sahibi olduğunu belirterek dünya hayatındaki işlerine karşı huzur ve sükûn bulmak için, ülfet edip kaynaşmak için eşlerinin, güçlenmek, çoğalmak ve ünsiyet için de çocuklarının yardımını alan kullar gibi eş ve çocuk edinmeye muhtaç olmaktan ve böyle bir güçsüz durumda bulunmaktan O'nu tenzih edip yücelttiler.
3- "Doğrusu bizim beyinsizimiz Allah'a karşı aşırı yalan söylüyormuş." Yani şüphesiz cinlerin müşrikleri ve cahilleri müslüman olmalarından önce haktan uzak, küfürde ileriye gitmiş, sınırı aşan bir söz söylüyorlardı. Onlar Allah'ın eşinin ve çocuğunun bulunduğunu söyleyerek ve başka iddialarıyla Allah'a iftirada bulunuyorlardı. Ayetteki "şatat", zulüm, küfür ve daha başka batıl ve yalan hususlarda sınırı aşmak demektir.
4- "Doğrusu biz insanların da, cinlerin de Allah'a karşı asla yalan söylemeyeceklerini sanmıştık." Bizler Allah'ın eşi, ortağı ve çocuğunun bulunduğunu söylediklerinde cinlerin de, insanların da Allah'a yalan söylemediklerini sanmış ve bu hususta onların doğru söylediklerini kabul etmiştik. Fakat Kur'an'ı işitince onların sözlerinin ve bizim daha önce doğru diye sandığımızın batıl olduğunu ve onların o iddialarında yalancı olduklarını öğrenmiş olduk.
Bu Razi'nin de belirttiği gibi, taklit dolayısıyla bu tür cahilce tutumların içerisine düştüklerini ve istidlal ve delil getirmek ile bu halden kurtulduklarını itiraf etmeleri demektir.
5- Bir gerçek de şu ki: "İnsanlardan bazı kimseler, cinlerden bazı kimselere sığınırlardı. Bununla da onların azgınlıklarını arttırırlardı." Bizler onların bizden daha üstün olduklarını zannediyorduk. Bazı insanlar çöllerde, ıssız yerlerde kimi cinlere sığınıyorlardı. Böylelikle cinlerin adamlarının azgınlıklarını, beyinsizliklerini, sapıklıklarını, günahkârlıklarını arttırmış oldular. Çünkü Araplardan herhangi birisi bir vadide konakladı mı şöyle derdi: Ben bu vadinin efendisine kavminin beyinsizlerinin şerrinden sığınırım. Bu da cinlerin insanlara karşı cesaret kazanmalarına ve onlara zulmetmelerine kadar varırdı.
Ayetin bir benzeri de Yüce Allah'ın şu buyruğudur: "Hepsini toplayacağı o günde: Ey cin topluluğu! İnsanlardan bir çoğunu kendinize uydurdunuz (buyuracak). O zaman onların dostları olan insanlar da şöyle diyecek: Rabbimiz kimimiz kimimizden faydalandık. Nihayet bizim için takdir ettiğin vakte eriştik..." (En'âm, 6/128)
6- "Ve gerçekten onlar da sizin sandığınız gibi Allah 'in hiçbir kimseyi asla diriltmeyeceğini sanmışlar." Yani insanlar da sizin gibi -ey cinler-ölümden sonra diriliş, amellerin karşılığının görülmesi diye bir şey olmadığını yahut Allah'ın bu süreden sonra tevhide, Allah'a, rasullerine ve ahiret gününe iman etmeye çağıracak bir rasul göndermeyeceğini zannetmiştiniz. [1]
Cinlere Dair Daha Başka Hususların Nakledilmesi
8- "Gerçekten biz göğe doğru yükselmek istedik de onun güçlü bekçilerle ve alevli ateşlerle doldurulmuş olduğunu gördük."
9- "Halbuki gerçekten biz dinlemek için orada bir yer bulup oturuyor idik. Şimdi ise kim dinle(mek is-ter)se kedisini bekleyen alevli bir ateş bulur."
10- "Doğrusu biz yerde bulunanlar için şer mi murad edildi yoksa Rab-leri onlar hakkında hayır mı murad etti bilmiyoruz?"
11- "Gerçekten biz kimimiz salih kimseleriz, kimimiz bundan aşağıdadır. Biz çeşit çeşit yollara ayrılmışız."
12- "Şunu da hiç şüphesiz bildik ki; yeryüzünde Allah'ı asla aciz bırakamayız. Kaçmakla da onu asla acze düşüremeyiz."
13- "Gerçekten biz hidayeti işittiğimizde O'na iman ettik. Kim Rabbi-ne iman ederse o (ecrinin) eksiltil-mesinden de korkmaz, kendisine zulmedilmesinden de."
14- "Gerçekten kimimiz müslüman-lar, kimimiz zalimleriz. Müslüman olmuşlar, işte onlar doğru yolu aramış olanlardır."
15- "Zalim olanlara gelince; onlar cehenneme odundurlar."
16- Ve (bana vahyolundu ki): Eğer onlar o yol üzere dosdoğru gitseler, elbette biz onlara bol su içirirdik.
17- Onları bu konuda deneyelim diye. Kim Rabbinin zikrinden yüz çevirirse onu zorlu bir azaba sokar.
Açıklaması
Şanı Yüce Allah daha önce kaydettiğimiz altı hususa ek olarak, farklı şu yedi hususu nakletmeye devam etmektedir:
7- "Gerçekten biz göğe doğru yükselmek istedik de onun güçlü bekçilerle ve alevli ateşlerle doldurulmuş olduğunu gördük." Yani Peygamber (s.a) gönderilip üzerine Kur'an indirilince bizler adetimiz üzere semadan haber almak istedik. Oranın sözleri çalmamıza engel olmak üzere orayı koruyan güçlü meleklerle doldurulmuş olduğunu gördük. Aynı şekilde daha önce yaptığımız gibi hırsızlama söz dinleyip çalmak isteyeni yakan ve engelleyen yıldızlardan alevler de bulduk. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onları şeytanlara atış taneleri yaktık." (Mülk, 67/5) Buna göre burada sözü geçen "alevli ateş (şühub)" yakıcı yıldızların, cinleri söz çalmaktan engellemek için düşmesidir.
Ahmed," Tirmizi ve Nesai, İbni Abbas'tan şöyle dediğini nakletmektedir: Şeytanların vahyi dinlemek üzere semada oturdukları yerleri vardır. Bir söz duydular mı ona dokuz daha katarlardı. Duydukları söz hak olarak ortaya çıkardı. Fakat onların ekledikleri ise batıl olurdu. Rasulullah (s.a) peygamber olarak gönderilince eskiden oturdukları yerlere oturmaları engellendi. Bunu İblis'e anlattılar. Bundan önce yıldızlar ile onlara atış yapılmıyordu. İblis onlara dedi ki: Bu ancak yeryüzünde meydana gelmiş önemli bir olay sebebiyledir. Bunun üzerine askerlerini gönderdi. Askerleri Rasulullah (s.a)'ın Mekke'de iki dağ arasında namaz kılmakta olduğunu gördüler. Ona gelip durumu anlattılar, o da: İşte yeryüzünde meydana gelen olay budur, dedi.
Özetle; şeytanlar Peygamber (s.a)'in peygamber olarak gönderilmesinden sonra şeytanlar semadan gizlice Kur'an'dan da bir şeyler çalıp onu kâhinlere telkin etmesinler diye gizlice söz dinleyip çalmaları engellendi. Çünkü o durumda işler karışır ve kimin doğru söylediği anlaşılmayabilirdi.
8- "Halbuki gerçekten biz dinlemek için orada bir yer bulup oturuyor idik. Şimdi ise kim dinle(mek ister)se kendisini bekleyen alevli bir ateş bulur." Bizler semada gizlice söz dinlemek ve kâhinlere telkin etmek amacıyla meleklerden semadaki haberleri dinleyip öğrenmek için bir yerlere otururduk. Fakat şanı Yüce Allah, Rasulullah (s.a)'ı peygamber olarak gönde-rince orayı alevli ateşlerle korudu. Artık bugün kim gizlice söz dinlemeye kalkışacak olursa kendisini bekleyen ve mutlaka kendisine isabet edecek alevli bir ateş bulur ve bu onu helak eder, mahveder.
9- "Doğrusu biz yerde bulunanlar için şer mi murad edildi, yoksa Rab-leri onlar hakkında hayır mı murad etti bilmiyoruz." Semanın bu şekilde korunması ile acaba Yüce Allah yeryüzünde bulunanlar hakkında bir şer ya da bir azap mı dilemiştir yoksa Rableri onlar hakkında ıslah edici, düzeltici bir peygamber göndermekle hayır ve ıslah olmalarını, düzelmelerini mi dilemiştir? Onların kullandıkları bu ifadeler de şerrin failinin meçhul olarak zikredilmesi, hayrı da Yüce Allah'a izafe etmeleri edeblerindendir. Sahih hadiste de "Şer sana nispet edilmez." diye buyurulmuştur.
10- "Gerçekten biz kimimiz salih kimseleriz, kimimiz bundan aşağıdadır. Biz çeşit çeşit yollara ayrılmışız." Yüce Allah cinlerin arkadaşlarını Mu-hammed (s.a)'e iman etmek üzere çağırdıklarında kendileri hakkında şunları söylediklerini bildirmektedir: Bizler Kur'an'ı dinlemeden önce kimimiz salih diye nitelendirilebilecek iyi, iman eden kimselerdi. Kimimiz de öyle değildik yani salih değildik ya da kâfir idik. Çeşitli topluluklar halinde idik. Her birimizin kanaati, görüşü farklı farklı idi. Maksat onların kısım kısım bölük bölük olduklarını anlatmaktır. Kimileri mümin, kimileri fasık, kimileri kâfirdi. Tıpkı insanlarda olduğu gibi. Said b. Müseyyeb dedi ki: Onların kimisi müslüman, kimi Yahudi, kimi Hristiyan, kimisi de mecusi idi.
11- "Şunu da hiç şüphesiz bildik ki yeryüzünde Allah'ı asla aciz bırakamayız. Kaçmakla da onu asla acze düşüremeyiz." Bizler kesin olarak şunu da bildik ki; Yüce Allah'ın kudreti bize egemendir. Bizler Allah'ın kudretinden, bizi yakalayıp, hakkımızda bir şeyi murad edecek olursa ondan kurtulamayız. İster yerde bulunalım, ister ondan kaçıp semalara gidelim. Her durumda onun gücü bize yeter, bizden kimse onu aciz bırakamaz.
12- "Gerçekten biz hidayeti işittiğimizde ona iman ettik. Kim Rabbine iman ederse o (ecrinin) eksiltilmesinden de korkmaz, kendisine zulmedilmesinden de." Yani bizler Kur'an'ı işitince onun Allah'tan geldiğini tasdik ettik. İnsanlardan kâfir olanların yalanladığı gibi onu yalanlamadık. Kim Rabbini ve onun rasullerini, indirdiklerini tasdik eder, doğrularsa iyiliklerinin eksiltileceğinden de korkmaz, kötülükleri arttırılarak haksızlığa, zulme uğratılmaktan da.
13- "Gerçekten kimimiz müslümanlar, kimimiz zalimleriz. Müslüman olmuşlar, işte onlar doğru yolu aramış olanlardır." Yani kimimiz mümin, salih amel işleyip Rabbine itaatkârdır, kimimiz de hak ve hayır yolundan, gerektiği gibi iman etmekten uzaklaşıp haksızlık eden zalimleriz. Kim Allah'a iman eder, O'nun emirlerine itaat ederek Allah'a teslim olursa, işte onlar mutluluğa götüren yolu izlemiş, kendileri için azaptan kurtuluş çaresine başvurmuş olurlar. Bu da müminlerin mükâfatıdır.
Dikkat edilecek olursa zalim (kasıt) haktan sapan, ondan uzaklaşan kimse demektir. Çünkü böyle bir kişi, haktan uzaklaşıp sapmış kişidir. Muk-sit ise böyle olmayıp, adaletli olan kimse demektir. Çünkü bu kişi hakka yönelen kimsedir. Kasıtlar (zalimler) kâfirler ve hak yoldan sapanlardır. Bu da zulmetti anlamındaki "kaseta" fiilinden gelir. Muksit ise adaleti uygulayan demek olup, bu da adalet yaptı, anlamındaki "eksata" fiilinden gelir. Daha sonra cinler şu sözleriyle kâfirleri yermektedirler:
"Zalim olanlara gelince, onlar cehenneme odundurlar." İslâm yolundan ayrılıp, uzaklaşanlara gelince; onlar ateşin tutuşturucu yakıtı olacaklardır. Cehennem onlarla yakılacak ya da alevlendirilecektir. Tıpkı kâfir insanlarla yakılacağı gibi.
Rasulullah (s.a)'a verilen vahyin birinci türü açıklandıktan sonra, Yüce Allah ona verilen ikinci tür vahyi söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır:
"Ve (bana vahyolundu ki): Eğer onlar o yol üzere dosdoğru gitseler, elbette biz onlara bol bol su içirirdik. Onları bu konuda deneyelim diye." Yani bana şu da vahyolundu ki: Eğer cinler de, insanlar da İslâm yolu üzerinde dosdoğru yürüyecek olurlarsa biz de onlara bol su içirir, onlara pek çok, pek bol hayırlar verirdik. Böylelikle onlara karşı sınayan bir kimsenin davrandığı gibi davranalım ve bu nimetlere karşı nasıl şükrettiklerini ortaya çıkaralım diye. Eğer Rablerine itaat ederlerse biz de onları mükâfatlandırırız. Ona isyan ederlerse, ahirette onları cezalandırır ve nimeti de onlardan alırız; yahut önce onlara mühlet verir, sonra onları helak ederiz. Nitekim bundan sonraki ayet de bunu böylece açıklamaktadır:
"Kim Rabbinin zikrinden yüz çevirirse onu zorlu bir azaba sokar." Yani kim Kur'an'dan yahut öğütten yüz çevirir, emirleri yerine getirmez, yasaklardan uzak kalmazsa, onu rahat yüzü görmeyeceği çok zor ve ağır bir azaba sokar. [2]
Peygamber (S.A.)'e Vahyedilen Başka Türler Ve Onun Risaletinin Esasları
18- Şüphesiz ki mescidler de Allah'a mahsustur. Onun için Allah ile birlikte hiçbir kimseye dua (ve ibadet) etmeyin.
19- Şu da bir gerçek ki; Allah'ın kulu O'na ibadet etmek için kalktığı zaman neredeyse etrafında bir keçe (gibi) olacaklardı.
20- De ki: "Ben ancak Rabbime ibadet ederim. Hiç kimseyi de O'na ortak koşmam."
21- De ki: "Şüphesiz ben size bir zarar verme imkânına da, bir hayır verme imkânına da sahip değilim."
22- De ki: "Gerçek şu ki beni, (evet) beni Allah'tan asla kimse kurtaramaz ve ben ondan başka sığınacak kimse de asla bulamam.
23- "(Benim elimden gelen) ancak Allah'tan gelenleri ve O'nun gönderdiklerini tebliğ etmektir. Kim Allah'a ve Rasulüne isyan ederse hiç şüphesiz onun için cehennem ateşi vardır. Onlar orada ebediyyen kalacaklardır."
24- Nihayet onlar tehdit olundukları şeyi görecekleri zaman kimin yardımcılarının daha zayıf ve sayıca daha az olduğunu bileceklerdir.
Açıklaması
Yüce Allah bu surede vahyolunanların üçüncü türünü de haber vererek şöyle buyurmaktadır:
"Şüphesiz ki mescidler de Allah 'a mahsustur. Onun için Allah ile birlikte hiçbir kimseye dua (ve ibadet) etmeyin." Yani Yüce Allah bana mescid-lerin Allah'a mahsus olduğunu vahyetmiştir. Buna göre mescidlerde Allah'tan başkasına ibadet etmeyin ve orada Ona hiçbir şeyi ortak koşmayın.
Katade dedi ki: Yahudilerle, Hristiyanlar havralarına ve kiliselerine girdiklerinde Allah'a ortak koşuyorlardı. Allah peygamberine sadece Allah'ı birleyip tevhid etmelerini emir buyurdu. "Allah'a mahsustur." şeklindeki izafe, şereflendirme ve üstün tutma izafesidir. Mescidler Allah'tan başkasına nispet edilecek olursa, tanıtmak kasdıyla başkasına nispet edilebilir ve o vakit, filânın mescidi denilir.
Bu buyruk şanı Yüce Allah'ın kullarına kendisine ibadet edilen yerlerde, kendisini tevhid etmelerinin ve O'nunla birlikte başkasına dua ve ibadet etmeyip, O'na ortak koşmamayı kullarına emretmiş olduğunun delilidir.
Hasan-ı Basri dedi ki: Yüce Allah mescidlerle her yeri kastetmiştir. Nitekim Rasulullah (s.a) da Buhari, Müslim ve Nesai'nin Cabir'den naklettiklerine göre şöyle buyurmuştur: "Yeryüzü benim için mescid ve temizlenme aracı kılınmıştır." Buna göre Yüce Allah şöyle buyurmuş gibidir: Yeryüzünün tamamı Yüce Allah tarafından yaratılmıştır. Dolayısıyla orada onu yaratandan başkasına secde etmeyiniz. Yine şöyle demiştir: Kişinin mescide girecek olursa "lâ ilahe illallah" demesi sünnettir. Çünkü Yüce Allah'ın: "Onun için Allah ile birlikte hiçbir kimseye dua (ve ibadet) etmeyin" buyruğunun muhtevası içerisinde Yüce Allah'ın anılması ve yalnızca Ona dua edilmesi emri de vardır.
Daha sonra Yüce Allah kendisine vahyedilenler arasında dördüncü hususu söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır:
"Şu da bir gerçek ki; Allah'ın kulu O'na ibadet etmek için kalktığı zaman neredeyse etrafında bir keçe (gibi) olacaklardı." Yani Peygamber Mu-hammed (s.a) Yüce Allah'a dua ve ibadet etmek için kalktığında cinler onun etrafında, onun Kur'an okuyuşunu dinlemek ve gördükleri ibadetine hayretlerinden ötürü etrafındaki izdihamları dolayısı ile üstüste yığılmış topluluklar gibi oldular. Çünkü onlar benzerini görmedikleri bir durum görmüş, benzerini duymadıkları bir söz işitmişlerdi. Buradaki "olacaklardı" lafzında ki zamir cinlere aittir. Zamirin müşriklere ait olduğu da söylenmiştir.
Bazıları[3] dedi ki: Rasulullah (s.a) kalkıp lâ ilahe illallah deyip, insanları Rablerine davet edince, Arapların kâfirleri olan insanlar ile cinler, Yüce Allah'ın nurunu söndürmek ve bu işi bitirmek için yığın yığın cemaatler halinde etrafında kalabalık oluşturdular. Fakat Yüce Allah onu zafere eriştirmek, nurunu tamamlayıp, ona karşı gelenlere üstün kılmak istedi ve başkasını kabul etmedi. Buna göre "neredeyse olacaklardı" lafzında ki zamir insanlara ve cinlere ait olur. İbni Cerir ile Katade bu görüştedir. İbni Kesir'in belirttiği gibi daha kuvvetli olan da budur. Çünkü bundan sonra Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"De ki: Ben ancak Rabbime ibadet ederim. Hiç kimseyi de Ona ortak koşmam." Ey Muhammed, senin dininin sonunu getirmek üzere senin etrafında sana karşı toplanıp bir araya gelen bu kimselere de ki: Ben yalnızca Rabbime ibadet ederim. Ona ortak koşmaksızm bir ve tek olarak ibadet ederim, O'nun beni korumasını diler, O'na tevekkül ederim. İbadette Onunla birlikte kimseyi Ona ortak koşmam.
Daha sonra onların hidayet bulma işlerini Yüce Allah'a havale ederek şöyle buyurmaktadır:
"De ki: Şüphesiz ben size bir zarar verme imkânına da, bir hayır verme imkânına da sahip değilim." Yani ben dünya ya da din hususunda size gelecek bir zararı da önleyemem, size herhangi bir fayda da sağlayamam. Ben ancak sizin gibi bir beşerim, bana vahyolunuyor. Sizin hidayet bulmanızda ya da sapıtmanızda benim elimde olan bir şey yoktur. Aksine bütün bu hususlarda herşey Allah'ın elindedir.
Bu buyrukla Yüce Allah'a tevekkül etmenin ve insanların kendisine karşı birbirlerine yardımcı olmalarına aldırmadan tebliği sürdürmesinin gerektiğine, eğer ona iman etmeyecek olurlarsa da tehdit altında oldukları açıklanmaktadır.
Yüce Allah peygamberinin onları hidayete iletmekten aciz olduğu hususunu, kendisi ile ilgili hususlardan dahi aciz olduğunu ilân ederek şöyle buyurmaktadır:
"De ki: Gerçek şu ki beni (evet) beni Allah'tan asla kimse kurtaramaz ve ben O'ndan başka sığınacak kimse de bulamam. Ancak Allah'tan gelenleri ve O'nun gönderdiklerini tebliğdir (benim elimden gelen)" Ey Muham-med, bunlara de ki: Eğer Allah'ın azabı bana gelecek olursa kimse onu benden uzaklaştıramaz. Allah'tan başka da benim bir sığınağım ve yardımcım yoktur. Allah'tan beni kurtarıp, himayesini sağlayacak tek husus O'nun bana yerine getirmeyi görev olarak verdiği risaleti tebliğ etmemdir. İşte bu sebeple ben Allah'tan gelenleri tebliğ ediyor, O'nun risaleti gereğince emir ve yasaklarına uyarak amel ediyorum. Bunu yerine getirecek olursam kurtulurum, aksi takdirde helak olurum. Bu da Yüce Allah'ın şu buyruğunu andırmaktadır:
"Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer böyle yapmazsan onun risaletini tebliğ etmemiş olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır..." (Maide, 5/67)
"Ancak Allah'tan gelenleri... tebliğdir." buyruğundaki istisnanın Yüce Allah'ın: "Şüphesiz ben size bir zarar verme imkânına da, bir hayır verme imkânına da sahip değilim." buyruğundan olması da mümkündür. Yani benim size yapacağım size tebliğden ibarettir.
Daha sonra Yüce Allah'tan gelen tebliğin gereğini yerine getirmeyen isyankârların cezasını söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır:
"Kim Allah 'a ve rasulüne isyan ederse hiç şüphesiz onun için cehennem ateşi vardır. Onlar orada ebediyyen kalacaklardır." Ben size Allah'ın risaletini tebliğ ediyorum. Artık kim bundan sonra isyan ederse onun için pek ağır bir ceza vardır, bu da cehennem ateşidir. Orada ebedi olarak sürekli kalacaklardır, oradan asla kurtulamazlar, oradan asla çıkamazlar.
"Ebediyyen" buyruğu, burada kastedilen isyankârlığın şirk olduğuna delildir. Daha sonra Yüce Allah iman etmemek hususunda cinlerden daha kısır görüşlü olan müşrikleri bozguna uğramak ve zelil olmakla tehdit ederek şöyle buyurmaktadır:
"Nihayet onlar tehdit olundukları şeyi görecekleri zaman kimin yardımcılarının daha zayıf ve sayıca daha az olduğunu bileceklerdir." Yani onlar cinlerden ve insanlardan şu müşrik olanlar kıyamet gününde tehdit olunduklarını görecekleri zaman ne kadar küfürleri üzere devam edeceklerdir? İşte o vakit kimin yardımını alacağı askerlerinin, yardımcılarının daha zayıf, sayılarının daha az olduğunu bileceklerdir. Kendileri mi yoksa Yüce Allah'ı tevhid edip, iman eden müminler mi? Yani asıl müşriklerin kesinlikle yardımcıları yoktur ve sayı bakımından onlar Allah'ın askerlerinden çok daha azdır. [4]
Kıyametin Kopuş Vaktini Ancak Allah Bilir
25- De ki: 'Tehdit olunduğunuz yakın mıdır, yoksa Rabbim ona uzun bir zaman mı tayin etmiştir bilmiyorum."
26- O gaybı bilendir. O kendi gaybına hiç bir kimseyi muttali kılmaz.
27- Meğer ki beğenip seçtiği bir peygaınber ola. Çünkü O, onun önünden ve ardından koruyucular gönderir.
28- Ta ki O Rablerinin gönderdikle- rirü. gereği gibi tebliğ ettiklerini or- taya çıkarsın. O, onların yanında olan herşeyi kuşatmıştır. Herşeyi de sayısı ile saymıştır.
Açıklaması
"De ki: Tehdit olunduğunuz yakın mıdır? Yoksa Rabbim ona uzun bir zaman mı tayin etmiştir bilmiyorum." Ey Rasul de ki: Allah'ın sizi kendisiyle tehdit ettiği azabın yakın olup olmadığını bilmiyorum. Kıyametin vakti yakın mıdır, uzak mıdır? Allah'ın onun için tayin ettiği nihai vakit ne kadardır, bilemiyorum? Kıyamet gününün ne zaman gerçekleşeceğini yalnızca Allah bilir. Ayetin muhtevası Yüce Allah'ın Rasulüne insanlara şunları söylemesini emretmektedir: Kendisi kıyametin ne zaman kopacağını bilmemektedir. Yani kıyametin muayyen olarak ne zaman kopacağına dair bilgi Allah'a havale edilmelidir, çünkü gaybı bilen O'dur.
Müslim'in Sahih'inde yer alan Ömer (r.a)'den gelen şu rivayet de bunu desteklemektedir: Cibril (a.s), Peygamber (s.a)'e: Bana kıyametin ne zaman kopacağını haber ver, deyince, şöyle buyurmuştu: "Bu hususta kendisine soru sorulan kişi soru sorandan daha bilgili değildir."
"O, gaybı bilendir, O, kendi gaybına hiçbir kimseyi muttali kılmaz. Meğer ki beğenip seçtiği bir peygamber ola. Çünkü O, (Allah) onun (peygamberin) önünden ve ardından koruyucular gönderir." Gayblan bilen sadece Yüce Allah'tır. O gayba (ki o da kulların müşahede edemedikleridir) onlardan hiçbir kimseyi, -rasullerden beğenip seçtikleri dışında- muttali kılmaz, haberdar etmez. Ancak beğenip seçtiği rasulleri bazı gaybî bilgilerden haberdar eder. Bu da onlar için mucize ve peygamberliklerine dair doğru bir delil olsun diyedir. İfade hem melek, hem insan olan elçileri kapsar. Yüce Allah'ın: "Onun ilminden kendisinin dilediğinden başka hiçbir şeyi kavraya-mazlar." (Bakara, 2/255) buyruğu da buna benzemektedir. Rasullerin gayb olan bazı hususlara dair bilgi vermelerinin örneklerinden birisi de İsa (a.s)'nın söylediği nakledilen şu sözleridir: "Evlerinizde yediğiniz ve biriktirdiğiniz şeyleri size haber veririm." (Al-i İmran, 3/49)
Diğer taraftan Yüce Allah rasulün önünden ve ardından koruyucu melekler takdir eder. Bunlar Yüce Allah'ın ona bildirdiği gaybı şeytanların taarruzlarına karşı korurlar. Bundan maksat da vahyi koruyup muhafaza etmektir. Şeytanların gayba dair bilgiyi çalıp, kâhinlere telkin etmesine engel olurlar. Buyrukta zikredilmemiş lafızlar da vardır ki takdiri şöyledir: Beğenip seçtiği elçiler müstesnadır. Onları vahiy yoluyla gaybından haberdar eder. Sonra da önünden ve arkasından koruyucu melekler tayin eder. Ayet-i kerimedeki "rasad" herbir elçiyi cin ve şeytanların saldırılarına karşı koruyan koruyucu melekler demektir.
Ayet-i kerime kâhinliğin, yıldızlardan haber çıkarmanın ve büyünün batıl olduğunun delilidir. Çünkü bu işlerle uğraşanlar herhangi bir delile dayanmadan gaybı bildiklerini ileri sürerler. Aynı şekilde ayet-i kerime peygamberlik için beğenip seçilen bir kimseyi, Yüce Allah'ın gaybından olan bazı hususlardan haberdar edeceğine de delildir. Kâhinlerin ve yıldız falcılarının bilgisi ise, zan ve tahmindir. Bu gayb ilmine girmez. Velilerin bilgisi ve onların gösterdikleri kerametler ise meleklerden telkin edilen ilhama dayalı hususlar olup, bunlar hiçbir şekilde peygamberlerin bilgileri mertebesine ulaşamazlar.
Razi ayeti şöylece tevil etmektedir: Ben kıyametin ne zaman gerçekleşeceğini bilmiyorum. Gaybı bilen sadece Allah'tır. O, kıyametin ne zaman gerçekleşeceğine dair bilgiyi hiçbir kimseye bildirmez. Bu Allah'ın kimseyi haberdar etmeyeceği gayb bilgilerindendir. Daha sonra Razi şunları söylemektedir: Allah'ın bu ayetle rasuller dışında kimsenin gayba dair bir bilgi sahibi olmasına imkân vermeyeceğini kastetmemiş olduğunu -aşağıdaki deliller dolayısıyla- kesinlikle söylememiz gerekmektedir:
1- Tevatüre yakın haberlerle sabit olduğuna göre Şık ve Satih adında iki kâhin Peygamberimiz Muhammed (s.a)'in ortaya çıkacağını, çıkmasından bir süre önce haber vermişlerdi. Bu iki şahıs Araplar arasında bu tür bir bilgi ile tanınmış kimselerdi. Hatta Kisra, Rasulümüz Muhammed (s.a)'e dair haberleri öğrenmek üzere onlara başvurmuştu. Böylelikle Yüce Allah'ın rasuller dışında bazı kimseleri bazı gaybî hususlardan haberdar edeceği sabit olmaktadır.
2- Bütün din müntesipleri rüya yorumu bilgisinin doğruluğunu ve rüyayı yorumlayan kişinin bazen gelecekte meydana gelecek birtakım olayları haber verebildiğini ve bunların bazen doğru çıktığını ittifakla kabul etmektedirler.
3- Melikşah'ın oğlu Sultan Sencer'in Bağdat'tan Horasan'a getirttiği kâhin kadına gelecekte ortaya çıkacak birtakım durumları sormuş, o kadın da bazı şeyler zikretmiş, sonra da dediği gibi çıkmıştı.
4- Bizler bunu doğru ilhama mazhar olan kimselerde de görüyoruz. Bu doğru ilham da velilere mahsus bir şey değildir. Hatta bazen sihirbazlar arasında da verdiği haberleri doğru çıkanlar bulunabilir. Haberlerinin çoğu yalan olsa bile. Kimi zaman yıldızlardan çıkartılan sonuçlar vakıaya uygun ve duruma muvafık ortaya çıkabilir. Bütün bunlar görülen ve tespit edilen şeyler olduğuna göre Kuran bunun hilâfına delil teşkil etmektedir, demek Kur'an-ı Kerim hakkında dil uzatılmasına sebep teşkil eder. Bu ise bir batıldır. Böylelikle doğru tevilin bizim kaydettiğimiz tevil olduğunu öğrenmiş oluyoruz.[5]
Benim görüşüme göre genel anlamıyla gayb bilgisi, aziz ve celil olan Allah'a mahsustur. Hatta insanın yaratılışının başlanmasında Bakara suresinde belirtildiği gibi meleklere, Sebe' suresinde belirtildiği gibi cinlere, Lokman suresinin sonlarında belirtildiği gibi insanlara bile gayb ilmi verilmemiştir. Onlar gaybı bilmediklerini de itiraf etmişlerdir. Ancak Razi'nin kaydettiği bu tür olaylar, salih olsun olmasın farketmeksizin ilham ile ortaya çıkabilecek bilgilerdir.
Daha sonra Yüce Allah peygamberleri korumasının sebebini söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: "Ta ki o, Rablerinin gönderdiklerini gereği gibi tebliğ ettiklerini ortaya çıkarsın." Yüce Allah elçilerini melekler ile korur. Böylelikle O, bu peygamberlerin ilâhi risaletleri fazlasız ve eksiksiz olarak tebliğ ettiklerini vakıada da açığa çıkarttırsın. Buyruğun şu şekilde anlamlandırılması da doğru olur: Ta ki Allah, peygamberinin, Cebrail'in ve onunla birlikteki meleklerin Allah'tan aldıkları vahyi herhangi bir değişiklik ve değiştirme olmaksızın, tam olarak tebliğ ettiğini, meleklerin vahyin insanlar arasındaki rasullere eksiksiz olarak ulaştırmış olduklarını bilsin.
Birinci açıklamaya göre maksat, Allah peygamberlerini risaletlerini eksiksiz tebliğ edebilsinler diye melekler aracılığıyla korumaktadır. Ayrıca bu şekilde görevlerini tam olarak yapmış oldukları da ortaya çıkar. Bu durumda bu ayet Yüce Allah'ın şu buyruğuna benzer: "Senin hala yöneldiğin kıbleyi ancak o peygambere (sana) uyanların, ayağının iki ökçesi üzerinde geri döneceklerden ayırdedelim diye kıble yaptık." (Bakara, 2/143). Yüce Allah'ın şu buyruğu da böyledir: "Allah müminleri de elbette bilir, münafıkları da elbette bilir." (Ankebut, 29/11) ve buna benzer Yüce Allah'ın eşyayı meydana gelmeden önce de kaçınılmaz olarak ve kesinlikle bildiğini belirten daha başka buyruklar. Buna göre Kuranda yer alan Yüce Allah'ın bilgisinin gerekçe olarak zikredildiği yerlerden maksat, onun olayın meydana gelmesi ile alâkalı bir bilgi olduğudur. Yoksa sonradan ortaya çıkan bir bilgi kaste-dilmemektedir. Çünkü şanı Yüce Allah eşya ile ilgili bilgileri ezelden bilir. Onun bu bildiği olay gerçekleşince kulları da onu öğrenmiş olur.[6] Bundan dolayı Yüce Allah bu anlamı şu buyruğuyla şöylece pekiştirmektedir:
"O, onların yanında olan herşeyi kuşatmıştır. Herşeyi de sayısı ile saymıştır. " Yüce Allah koruma esnasında meleklerin durumunu ya da risaletlerini tebliğ eden rasullerin durumunu bilir. Onların hallerini de bilir. O olan ve olacak herşeyi bilir. Daha sonra Yüce Allah: "Herşeyi de sayısı ile saymıştır." buyruğu ile ilminin kuşatıcılığını beyan etmektedir. Yani O her bir şeyi herhangi bir meleğin bilgi edinmekte katkısı ve aracılığı bulunmaksızın kesin olarak sayısıyla tespit etmiştir. [7]
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 15/156-158.
[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 15/163-165.
[3] İbni Abbas, Mücahid, Said b. Cübeyr, İbni Zeyd, Hasan-ı Basri ve Katade.
[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 15/169-171.
[5] Razi, XXX/169.
[6] İbni Kesir, IV/433.
[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 15/175-177.
1- De ki: "Bana şu vahyolundu: Cinlerden bir topluluk beni dinlediler ve dediler ki: Gerçekten biz hayrete düşüren bir Kur'an dinledik."
2- "O doğruya götürüyor, bundan ötürü biz de ona iman ettik. Rabbi- mize hiçbir kimseyi asla ortak tut-
3" "Do£rusu Rabbimizin şanı çok yücedir. O ne bir zevce edinmiştir, ne de bir evlât."
4- "Doğrusu bizim beyinsizimiz Al- lah'a karşı aşırı yalan söylüyormuş."
5. doğrusu biz Lanlaln da, cil- rin de Allah'a karşı asla yalan söy- lemeyeceklerini sanmıştık."
6- Bir gerçek de şu insanlardan bazı kimseler, cinlerden bazı kimselere sığınırlardı. Bununla da onların azgınlıklarını arttırırlardı."
7- "Ve gerçekten onlar (insanlardan kâfir olanlar) da sizin sandığınız gibi Allah'ın hiçbir kimseyi asla diriltmeyeceğini sanmışlar."
Açıklaması
Yüce Allah cinlere dair altı durumdan sözetmektedir:
1- "De ki: Bana şu vahyolundu. Cinlerden bir topluluk beni dinlediler ve dediler ki: Gerçekten biz hayrete düşüren bir Kur'an dinledik." Ey Mu-hammed, ümmetine ve kavmine cinlerin Kur'an'ı dinleyip, ona iman ettiklerini, onu tasdik edip, ona itaatle boyun eğdiklerini haber ver. Allah bana Cebrail (a.s) vasıtasıyla şunu vahyetti ki, cinlerden bir topluluk benim Kur'an okumama kulak verdi. Bu okuduğum Kur'an da; "Yaratan Rabbinin adıyla oku!" (Alâk, 96/1) diye başlayan suredir. Onlar da kavimlerine geri döndüklerinde dediler ki: Biz fasahatinde, belâgatinde, öğütlerinde ve yararlarında gerçekten hayreti gerektiren bir söz dinledik.
Vahyetmek, ruha bir manayı gizlice telkin etmektir. İlham ve melek indirmek gibi. Vahiy hızlıca olur.
Cin âlemi bizim için gizli bir âlemdir. Hakkında ancak vahyin haber verdiği şeyleri bilebiliriz. Cinler ateşten yaratılmışlardır: "Cinleri de daha önceden (deri gözeneklerinden) içeriye nüfuz eden yakıcı ateşten yarattık." (Hicr, 15/27) Yüce Allah, cinlere kendilerinden rasul göndermemiştir. Aksine bütün rasuller insandır. Cinlerin de insanlar gibi mükâfat kazanacak müminleri ve cezalandırılacak kâfirleri vardır.
Bu ayetin bir benzeri de Yüce Allah'ın şu buyruğunda geçmektedir: "Hatırla ki; cinlerden bir grubu Kur'anı dinlesinler diye sana yöneltmiş idik..." (Ahkâf, 46/29)
"O doğruya götürüyor. Bundan ötürü biz de ona iman ettik. Rabbimize hiçbir kimseyi asla ortak tutmayacağız." Yani bu Kur'an hakka, doğruya, Yüce Allah'ı bilip tanımaya iletir. Bu sebeple biz de onun Allah tarafından geldiğini tasdik ettik ve artık bundan böyle Allah ile birlikte yarattıklarından asla bir başka şeyi O'na ortak koşmayacağımız gibi başka bir ilâh da edinmeyeceğiz. Bu onların kavimlerine döndükleri vakit, kavimlerinin huzurunda iman ettiklerini açıkça ilân etmeleri demektir. Nitekim az önce kaydettiğimiz Ahkâf süresindeki ayetin devamında şöyle buyurulmaktadır:
"Huzuruna geldiklerinde: Susup dinleyin, dediler. (Okunması) bitiri-lince de kavimlerine uyarıcılar olarak döndüler." (Ahkâf, 46/29)
Ayet-i kerimede Muhammed (s.a)'in davetindeki en büyük hususun Yüce Allah'ı tevhid etmek, şirki ve müşrikleri bir kenara bırakmak olduğu görülmektedir. Cinler Kur'an'ı bir defa dinlemekle onun Allah'ın kelâmı olduğuna iman etti. Fakat Kureyş kâfirleri özellikle de onların elebaşlan Kur'an'ı defalarca dinledikleri halde ondan yararlanamadılar. Üstelik Allah'ın Rasu-lü onlardan olup onlara karşı kendi dilleriyle bu kitabı okuyordu.
2- "Doğrusu Rabbimizin şanı çok yücedir. O ne bir zevce edinmiştir, ne de bir evlât." Rabbimizin azameti ve celâli yahut onun fiili, emri ve kuvveti pek üstün ve yücedir. O, Allah'a eş ve evlât nispet eden kâfirlerin dedikleri gibi, eş ve evlât edinmekten pek büyüktür. Yani onlar kendilerinin Allah'a şirk koşmadıklarını belirttikleri gibi müslüman olup Kur'an'a iman ettikten sonra Allah'ın eş ve çocuğunun olmasından münezzeh olmasını da belirttiler. Böylelikle Allah'ın vahdaniyetini ortaya koymuş, O'nun ortağının bulunmasının imkânsızlığını da ifade etmiş oldular. Sonra da O'nun kuvvet ve azamet sahibi olduğunu belirterek dünya hayatındaki işlerine karşı huzur ve sükûn bulmak için, ülfet edip kaynaşmak için eşlerinin, güçlenmek, çoğalmak ve ünsiyet için de çocuklarının yardımını alan kullar gibi eş ve çocuk edinmeye muhtaç olmaktan ve böyle bir güçsüz durumda bulunmaktan O'nu tenzih edip yücelttiler.
3- "Doğrusu bizim beyinsizimiz Allah'a karşı aşırı yalan söylüyormuş." Yani şüphesiz cinlerin müşrikleri ve cahilleri müslüman olmalarından önce haktan uzak, küfürde ileriye gitmiş, sınırı aşan bir söz söylüyorlardı. Onlar Allah'ın eşinin ve çocuğunun bulunduğunu söyleyerek ve başka iddialarıyla Allah'a iftirada bulunuyorlardı. Ayetteki "şatat", zulüm, küfür ve daha başka batıl ve yalan hususlarda sınırı aşmak demektir.
4- "Doğrusu biz insanların da, cinlerin de Allah'a karşı asla yalan söylemeyeceklerini sanmıştık." Bizler Allah'ın eşi, ortağı ve çocuğunun bulunduğunu söylediklerinde cinlerin de, insanların da Allah'a yalan söylemediklerini sanmış ve bu hususta onların doğru söylediklerini kabul etmiştik. Fakat Kur'an'ı işitince onların sözlerinin ve bizim daha önce doğru diye sandığımızın batıl olduğunu ve onların o iddialarında yalancı olduklarını öğrenmiş olduk.
Bu Razi'nin de belirttiği gibi, taklit dolayısıyla bu tür cahilce tutumların içerisine düştüklerini ve istidlal ve delil getirmek ile bu halden kurtulduklarını itiraf etmeleri demektir.
5- Bir gerçek de şu ki: "İnsanlardan bazı kimseler, cinlerden bazı kimselere sığınırlardı. Bununla da onların azgınlıklarını arttırırlardı." Bizler onların bizden daha üstün olduklarını zannediyorduk. Bazı insanlar çöllerde, ıssız yerlerde kimi cinlere sığınıyorlardı. Böylelikle cinlerin adamlarının azgınlıklarını, beyinsizliklerini, sapıklıklarını, günahkârlıklarını arttırmış oldular. Çünkü Araplardan herhangi birisi bir vadide konakladı mı şöyle derdi: Ben bu vadinin efendisine kavminin beyinsizlerinin şerrinden sığınırım. Bu da cinlerin insanlara karşı cesaret kazanmalarına ve onlara zulmetmelerine kadar varırdı.
Ayetin bir benzeri de Yüce Allah'ın şu buyruğudur: "Hepsini toplayacağı o günde: Ey cin topluluğu! İnsanlardan bir çoğunu kendinize uydurdunuz (buyuracak). O zaman onların dostları olan insanlar da şöyle diyecek: Rabbimiz kimimiz kimimizden faydalandık. Nihayet bizim için takdir ettiğin vakte eriştik..." (En'âm, 6/128)
6- "Ve gerçekten onlar da sizin sandığınız gibi Allah 'in hiçbir kimseyi asla diriltmeyeceğini sanmışlar." Yani insanlar da sizin gibi -ey cinler-ölümden sonra diriliş, amellerin karşılığının görülmesi diye bir şey olmadığını yahut Allah'ın bu süreden sonra tevhide, Allah'a, rasullerine ve ahiret gününe iman etmeye çağıracak bir rasul göndermeyeceğini zannetmiştiniz. [1]
Cinlere Dair Daha Başka Hususların Nakledilmesi
8- "Gerçekten biz göğe doğru yükselmek istedik de onun güçlü bekçilerle ve alevli ateşlerle doldurulmuş olduğunu gördük."
9- "Halbuki gerçekten biz dinlemek için orada bir yer bulup oturuyor idik. Şimdi ise kim dinle(mek is-ter)se kedisini bekleyen alevli bir ateş bulur."
10- "Doğrusu biz yerde bulunanlar için şer mi murad edildi yoksa Rab-leri onlar hakkında hayır mı murad etti bilmiyoruz?"
11- "Gerçekten biz kimimiz salih kimseleriz, kimimiz bundan aşağıdadır. Biz çeşit çeşit yollara ayrılmışız."
12- "Şunu da hiç şüphesiz bildik ki; yeryüzünde Allah'ı asla aciz bırakamayız. Kaçmakla da onu asla acze düşüremeyiz."
13- "Gerçekten biz hidayeti işittiğimizde O'na iman ettik. Kim Rabbi-ne iman ederse o (ecrinin) eksiltil-mesinden de korkmaz, kendisine zulmedilmesinden de."
14- "Gerçekten kimimiz müslüman-lar, kimimiz zalimleriz. Müslüman olmuşlar, işte onlar doğru yolu aramış olanlardır."
15- "Zalim olanlara gelince; onlar cehenneme odundurlar."
16- Ve (bana vahyolundu ki): Eğer onlar o yol üzere dosdoğru gitseler, elbette biz onlara bol su içirirdik.
17- Onları bu konuda deneyelim diye. Kim Rabbinin zikrinden yüz çevirirse onu zorlu bir azaba sokar.
Açıklaması
Şanı Yüce Allah daha önce kaydettiğimiz altı hususa ek olarak, farklı şu yedi hususu nakletmeye devam etmektedir:
7- "Gerçekten biz göğe doğru yükselmek istedik de onun güçlü bekçilerle ve alevli ateşlerle doldurulmuş olduğunu gördük." Yani Peygamber (s.a) gönderilip üzerine Kur'an indirilince bizler adetimiz üzere semadan haber almak istedik. Oranın sözleri çalmamıza engel olmak üzere orayı koruyan güçlü meleklerle doldurulmuş olduğunu gördük. Aynı şekilde daha önce yaptığımız gibi hırsızlama söz dinleyip çalmak isteyeni yakan ve engelleyen yıldızlardan alevler de bulduk. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onları şeytanlara atış taneleri yaktık." (Mülk, 67/5) Buna göre burada sözü geçen "alevli ateş (şühub)" yakıcı yıldızların, cinleri söz çalmaktan engellemek için düşmesidir.
Ahmed," Tirmizi ve Nesai, İbni Abbas'tan şöyle dediğini nakletmektedir: Şeytanların vahyi dinlemek üzere semada oturdukları yerleri vardır. Bir söz duydular mı ona dokuz daha katarlardı. Duydukları söz hak olarak ortaya çıkardı. Fakat onların ekledikleri ise batıl olurdu. Rasulullah (s.a) peygamber olarak gönderilince eskiden oturdukları yerlere oturmaları engellendi. Bunu İblis'e anlattılar. Bundan önce yıldızlar ile onlara atış yapılmıyordu. İblis onlara dedi ki: Bu ancak yeryüzünde meydana gelmiş önemli bir olay sebebiyledir. Bunun üzerine askerlerini gönderdi. Askerleri Rasulullah (s.a)'ın Mekke'de iki dağ arasında namaz kılmakta olduğunu gördüler. Ona gelip durumu anlattılar, o da: İşte yeryüzünde meydana gelen olay budur, dedi.
Özetle; şeytanlar Peygamber (s.a)'in peygamber olarak gönderilmesinden sonra şeytanlar semadan gizlice Kur'an'dan da bir şeyler çalıp onu kâhinlere telkin etmesinler diye gizlice söz dinleyip çalmaları engellendi. Çünkü o durumda işler karışır ve kimin doğru söylediği anlaşılmayabilirdi.
8- "Halbuki gerçekten biz dinlemek için orada bir yer bulup oturuyor idik. Şimdi ise kim dinle(mek ister)se kendisini bekleyen alevli bir ateş bulur." Bizler semada gizlice söz dinlemek ve kâhinlere telkin etmek amacıyla meleklerden semadaki haberleri dinleyip öğrenmek için bir yerlere otururduk. Fakat şanı Yüce Allah, Rasulullah (s.a)'ı peygamber olarak gönde-rince orayı alevli ateşlerle korudu. Artık bugün kim gizlice söz dinlemeye kalkışacak olursa kendisini bekleyen ve mutlaka kendisine isabet edecek alevli bir ateş bulur ve bu onu helak eder, mahveder.
9- "Doğrusu biz yerde bulunanlar için şer mi murad edildi, yoksa Rab-leri onlar hakkında hayır mı murad etti bilmiyoruz." Semanın bu şekilde korunması ile acaba Yüce Allah yeryüzünde bulunanlar hakkında bir şer ya da bir azap mı dilemiştir yoksa Rableri onlar hakkında ıslah edici, düzeltici bir peygamber göndermekle hayır ve ıslah olmalarını, düzelmelerini mi dilemiştir? Onların kullandıkları bu ifadeler de şerrin failinin meçhul olarak zikredilmesi, hayrı da Yüce Allah'a izafe etmeleri edeblerindendir. Sahih hadiste de "Şer sana nispet edilmez." diye buyurulmuştur.
10- "Gerçekten biz kimimiz salih kimseleriz, kimimiz bundan aşağıdadır. Biz çeşit çeşit yollara ayrılmışız." Yüce Allah cinlerin arkadaşlarını Mu-hammed (s.a)'e iman etmek üzere çağırdıklarında kendileri hakkında şunları söylediklerini bildirmektedir: Bizler Kur'an'ı dinlemeden önce kimimiz salih diye nitelendirilebilecek iyi, iman eden kimselerdi. Kimimiz de öyle değildik yani salih değildik ya da kâfir idik. Çeşitli topluluklar halinde idik. Her birimizin kanaati, görüşü farklı farklı idi. Maksat onların kısım kısım bölük bölük olduklarını anlatmaktır. Kimileri mümin, kimileri fasık, kimileri kâfirdi. Tıpkı insanlarda olduğu gibi. Said b. Müseyyeb dedi ki: Onların kimisi müslüman, kimi Yahudi, kimi Hristiyan, kimisi de mecusi idi.
11- "Şunu da hiç şüphesiz bildik ki yeryüzünde Allah'ı asla aciz bırakamayız. Kaçmakla da onu asla acze düşüremeyiz." Bizler kesin olarak şunu da bildik ki; Yüce Allah'ın kudreti bize egemendir. Bizler Allah'ın kudretinden, bizi yakalayıp, hakkımızda bir şeyi murad edecek olursa ondan kurtulamayız. İster yerde bulunalım, ister ondan kaçıp semalara gidelim. Her durumda onun gücü bize yeter, bizden kimse onu aciz bırakamaz.
12- "Gerçekten biz hidayeti işittiğimizde ona iman ettik. Kim Rabbine iman ederse o (ecrinin) eksiltilmesinden de korkmaz, kendisine zulmedilmesinden de." Yani bizler Kur'an'ı işitince onun Allah'tan geldiğini tasdik ettik. İnsanlardan kâfir olanların yalanladığı gibi onu yalanlamadık. Kim Rabbini ve onun rasullerini, indirdiklerini tasdik eder, doğrularsa iyiliklerinin eksiltileceğinden de korkmaz, kötülükleri arttırılarak haksızlığa, zulme uğratılmaktan da.
13- "Gerçekten kimimiz müslümanlar, kimimiz zalimleriz. Müslüman olmuşlar, işte onlar doğru yolu aramış olanlardır." Yani kimimiz mümin, salih amel işleyip Rabbine itaatkârdır, kimimiz de hak ve hayır yolundan, gerektiği gibi iman etmekten uzaklaşıp haksızlık eden zalimleriz. Kim Allah'a iman eder, O'nun emirlerine itaat ederek Allah'a teslim olursa, işte onlar mutluluğa götüren yolu izlemiş, kendileri için azaptan kurtuluş çaresine başvurmuş olurlar. Bu da müminlerin mükâfatıdır.
Dikkat edilecek olursa zalim (kasıt) haktan sapan, ondan uzaklaşan kimse demektir. Çünkü böyle bir kişi, haktan uzaklaşıp sapmış kişidir. Muk-sit ise böyle olmayıp, adaletli olan kimse demektir. Çünkü bu kişi hakka yönelen kimsedir. Kasıtlar (zalimler) kâfirler ve hak yoldan sapanlardır. Bu da zulmetti anlamındaki "kaseta" fiilinden gelir. Muksit ise adaleti uygulayan demek olup, bu da adalet yaptı, anlamındaki "eksata" fiilinden gelir. Daha sonra cinler şu sözleriyle kâfirleri yermektedirler:
"Zalim olanlara gelince, onlar cehenneme odundurlar." İslâm yolundan ayrılıp, uzaklaşanlara gelince; onlar ateşin tutuşturucu yakıtı olacaklardır. Cehennem onlarla yakılacak ya da alevlendirilecektir. Tıpkı kâfir insanlarla yakılacağı gibi.
Rasulullah (s.a)'a verilen vahyin birinci türü açıklandıktan sonra, Yüce Allah ona verilen ikinci tür vahyi söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır:
"Ve (bana vahyolundu ki): Eğer onlar o yol üzere dosdoğru gitseler, elbette biz onlara bol bol su içirirdik. Onları bu konuda deneyelim diye." Yani bana şu da vahyolundu ki: Eğer cinler de, insanlar da İslâm yolu üzerinde dosdoğru yürüyecek olurlarsa biz de onlara bol su içirir, onlara pek çok, pek bol hayırlar verirdik. Böylelikle onlara karşı sınayan bir kimsenin davrandığı gibi davranalım ve bu nimetlere karşı nasıl şükrettiklerini ortaya çıkaralım diye. Eğer Rablerine itaat ederlerse biz de onları mükâfatlandırırız. Ona isyan ederlerse, ahirette onları cezalandırır ve nimeti de onlardan alırız; yahut önce onlara mühlet verir, sonra onları helak ederiz. Nitekim bundan sonraki ayet de bunu böylece açıklamaktadır:
"Kim Rabbinin zikrinden yüz çevirirse onu zorlu bir azaba sokar." Yani kim Kur'an'dan yahut öğütten yüz çevirir, emirleri yerine getirmez, yasaklardan uzak kalmazsa, onu rahat yüzü görmeyeceği çok zor ve ağır bir azaba sokar. [2]
Peygamber (S.A.)'e Vahyedilen Başka Türler Ve Onun Risaletinin Esasları
18- Şüphesiz ki mescidler de Allah'a mahsustur. Onun için Allah ile birlikte hiçbir kimseye dua (ve ibadet) etmeyin.
19- Şu da bir gerçek ki; Allah'ın kulu O'na ibadet etmek için kalktığı zaman neredeyse etrafında bir keçe (gibi) olacaklardı.
20- De ki: "Ben ancak Rabbime ibadet ederim. Hiç kimseyi de O'na ortak koşmam."
21- De ki: "Şüphesiz ben size bir zarar verme imkânına da, bir hayır verme imkânına da sahip değilim."
22- De ki: "Gerçek şu ki beni, (evet) beni Allah'tan asla kimse kurtaramaz ve ben ondan başka sığınacak kimse de asla bulamam.
23- "(Benim elimden gelen) ancak Allah'tan gelenleri ve O'nun gönderdiklerini tebliğ etmektir. Kim Allah'a ve Rasulüne isyan ederse hiç şüphesiz onun için cehennem ateşi vardır. Onlar orada ebediyyen kalacaklardır."
24- Nihayet onlar tehdit olundukları şeyi görecekleri zaman kimin yardımcılarının daha zayıf ve sayıca daha az olduğunu bileceklerdir.
Açıklaması
Yüce Allah bu surede vahyolunanların üçüncü türünü de haber vererek şöyle buyurmaktadır:
"Şüphesiz ki mescidler de Allah 'a mahsustur. Onun için Allah ile birlikte hiçbir kimseye dua (ve ibadet) etmeyin." Yani Yüce Allah bana mescid-lerin Allah'a mahsus olduğunu vahyetmiştir. Buna göre mescidlerde Allah'tan başkasına ibadet etmeyin ve orada Ona hiçbir şeyi ortak koşmayın.
Katade dedi ki: Yahudilerle, Hristiyanlar havralarına ve kiliselerine girdiklerinde Allah'a ortak koşuyorlardı. Allah peygamberine sadece Allah'ı birleyip tevhid etmelerini emir buyurdu. "Allah'a mahsustur." şeklindeki izafe, şereflendirme ve üstün tutma izafesidir. Mescidler Allah'tan başkasına nispet edilecek olursa, tanıtmak kasdıyla başkasına nispet edilebilir ve o vakit, filânın mescidi denilir.
Bu buyruk şanı Yüce Allah'ın kullarına kendisine ibadet edilen yerlerde, kendisini tevhid etmelerinin ve O'nunla birlikte başkasına dua ve ibadet etmeyip, O'na ortak koşmamayı kullarına emretmiş olduğunun delilidir.
Hasan-ı Basri dedi ki: Yüce Allah mescidlerle her yeri kastetmiştir. Nitekim Rasulullah (s.a) da Buhari, Müslim ve Nesai'nin Cabir'den naklettiklerine göre şöyle buyurmuştur: "Yeryüzü benim için mescid ve temizlenme aracı kılınmıştır." Buna göre Yüce Allah şöyle buyurmuş gibidir: Yeryüzünün tamamı Yüce Allah tarafından yaratılmıştır. Dolayısıyla orada onu yaratandan başkasına secde etmeyiniz. Yine şöyle demiştir: Kişinin mescide girecek olursa "lâ ilahe illallah" demesi sünnettir. Çünkü Yüce Allah'ın: "Onun için Allah ile birlikte hiçbir kimseye dua (ve ibadet) etmeyin" buyruğunun muhtevası içerisinde Yüce Allah'ın anılması ve yalnızca Ona dua edilmesi emri de vardır.
Daha sonra Yüce Allah kendisine vahyedilenler arasında dördüncü hususu söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır:
"Şu da bir gerçek ki; Allah'ın kulu O'na ibadet etmek için kalktığı zaman neredeyse etrafında bir keçe (gibi) olacaklardı." Yani Peygamber Mu-hammed (s.a) Yüce Allah'a dua ve ibadet etmek için kalktığında cinler onun etrafında, onun Kur'an okuyuşunu dinlemek ve gördükleri ibadetine hayretlerinden ötürü etrafındaki izdihamları dolayısı ile üstüste yığılmış topluluklar gibi oldular. Çünkü onlar benzerini görmedikleri bir durum görmüş, benzerini duymadıkları bir söz işitmişlerdi. Buradaki "olacaklardı" lafzında ki zamir cinlere aittir. Zamirin müşriklere ait olduğu da söylenmiştir.
Bazıları[3] dedi ki: Rasulullah (s.a) kalkıp lâ ilahe illallah deyip, insanları Rablerine davet edince, Arapların kâfirleri olan insanlar ile cinler, Yüce Allah'ın nurunu söndürmek ve bu işi bitirmek için yığın yığın cemaatler halinde etrafında kalabalık oluşturdular. Fakat Yüce Allah onu zafere eriştirmek, nurunu tamamlayıp, ona karşı gelenlere üstün kılmak istedi ve başkasını kabul etmedi. Buna göre "neredeyse olacaklardı" lafzında ki zamir insanlara ve cinlere ait olur. İbni Cerir ile Katade bu görüştedir. İbni Kesir'in belirttiği gibi daha kuvvetli olan da budur. Çünkü bundan sonra Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"De ki: Ben ancak Rabbime ibadet ederim. Hiç kimseyi de Ona ortak koşmam." Ey Muhammed, senin dininin sonunu getirmek üzere senin etrafında sana karşı toplanıp bir araya gelen bu kimselere de ki: Ben yalnızca Rabbime ibadet ederim. Ona ortak koşmaksızm bir ve tek olarak ibadet ederim, O'nun beni korumasını diler, O'na tevekkül ederim. İbadette Onunla birlikte kimseyi Ona ortak koşmam.
Daha sonra onların hidayet bulma işlerini Yüce Allah'a havale ederek şöyle buyurmaktadır:
"De ki: Şüphesiz ben size bir zarar verme imkânına da, bir hayır verme imkânına da sahip değilim." Yani ben dünya ya da din hususunda size gelecek bir zararı da önleyemem, size herhangi bir fayda da sağlayamam. Ben ancak sizin gibi bir beşerim, bana vahyolunuyor. Sizin hidayet bulmanızda ya da sapıtmanızda benim elimde olan bir şey yoktur. Aksine bütün bu hususlarda herşey Allah'ın elindedir.
Bu buyrukla Yüce Allah'a tevekkül etmenin ve insanların kendisine karşı birbirlerine yardımcı olmalarına aldırmadan tebliği sürdürmesinin gerektiğine, eğer ona iman etmeyecek olurlarsa da tehdit altında oldukları açıklanmaktadır.
Yüce Allah peygamberinin onları hidayete iletmekten aciz olduğu hususunu, kendisi ile ilgili hususlardan dahi aciz olduğunu ilân ederek şöyle buyurmaktadır:
"De ki: Gerçek şu ki beni (evet) beni Allah'tan asla kimse kurtaramaz ve ben O'ndan başka sığınacak kimse de bulamam. Ancak Allah'tan gelenleri ve O'nun gönderdiklerini tebliğdir (benim elimden gelen)" Ey Muham-med, bunlara de ki: Eğer Allah'ın azabı bana gelecek olursa kimse onu benden uzaklaştıramaz. Allah'tan başka da benim bir sığınağım ve yardımcım yoktur. Allah'tan beni kurtarıp, himayesini sağlayacak tek husus O'nun bana yerine getirmeyi görev olarak verdiği risaleti tebliğ etmemdir. İşte bu sebeple ben Allah'tan gelenleri tebliğ ediyor, O'nun risaleti gereğince emir ve yasaklarına uyarak amel ediyorum. Bunu yerine getirecek olursam kurtulurum, aksi takdirde helak olurum. Bu da Yüce Allah'ın şu buyruğunu andırmaktadır:
"Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer böyle yapmazsan onun risaletini tebliğ etmemiş olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır..." (Maide, 5/67)
"Ancak Allah'tan gelenleri... tebliğdir." buyruğundaki istisnanın Yüce Allah'ın: "Şüphesiz ben size bir zarar verme imkânına da, bir hayır verme imkânına da sahip değilim." buyruğundan olması da mümkündür. Yani benim size yapacağım size tebliğden ibarettir.
Daha sonra Yüce Allah'tan gelen tebliğin gereğini yerine getirmeyen isyankârların cezasını söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır:
"Kim Allah 'a ve rasulüne isyan ederse hiç şüphesiz onun için cehennem ateşi vardır. Onlar orada ebediyyen kalacaklardır." Ben size Allah'ın risaletini tebliğ ediyorum. Artık kim bundan sonra isyan ederse onun için pek ağır bir ceza vardır, bu da cehennem ateşidir. Orada ebedi olarak sürekli kalacaklardır, oradan asla kurtulamazlar, oradan asla çıkamazlar.
"Ebediyyen" buyruğu, burada kastedilen isyankârlığın şirk olduğuna delildir. Daha sonra Yüce Allah iman etmemek hususunda cinlerden daha kısır görüşlü olan müşrikleri bozguna uğramak ve zelil olmakla tehdit ederek şöyle buyurmaktadır:
"Nihayet onlar tehdit olundukları şeyi görecekleri zaman kimin yardımcılarının daha zayıf ve sayıca daha az olduğunu bileceklerdir." Yani onlar cinlerden ve insanlardan şu müşrik olanlar kıyamet gününde tehdit olunduklarını görecekleri zaman ne kadar küfürleri üzere devam edeceklerdir? İşte o vakit kimin yardımını alacağı askerlerinin, yardımcılarının daha zayıf, sayılarının daha az olduğunu bileceklerdir. Kendileri mi yoksa Yüce Allah'ı tevhid edip, iman eden müminler mi? Yani asıl müşriklerin kesinlikle yardımcıları yoktur ve sayı bakımından onlar Allah'ın askerlerinden çok daha azdır. [4]
Kıyametin Kopuş Vaktini Ancak Allah Bilir
25- De ki: 'Tehdit olunduğunuz yakın mıdır, yoksa Rabbim ona uzun bir zaman mı tayin etmiştir bilmiyorum."
26- O gaybı bilendir. O kendi gaybına hiç bir kimseyi muttali kılmaz.
27- Meğer ki beğenip seçtiği bir peygaınber ola. Çünkü O, onun önünden ve ardından koruyucular gönderir.
28- Ta ki O Rablerinin gönderdikle- rirü. gereği gibi tebliğ ettiklerini or- taya çıkarsın. O, onların yanında olan herşeyi kuşatmıştır. Herşeyi de sayısı ile saymıştır.
Açıklaması
"De ki: Tehdit olunduğunuz yakın mıdır? Yoksa Rabbim ona uzun bir zaman mı tayin etmiştir bilmiyorum." Ey Rasul de ki: Allah'ın sizi kendisiyle tehdit ettiği azabın yakın olup olmadığını bilmiyorum. Kıyametin vakti yakın mıdır, uzak mıdır? Allah'ın onun için tayin ettiği nihai vakit ne kadardır, bilemiyorum? Kıyamet gününün ne zaman gerçekleşeceğini yalnızca Allah bilir. Ayetin muhtevası Yüce Allah'ın Rasulüne insanlara şunları söylemesini emretmektedir: Kendisi kıyametin ne zaman kopacağını bilmemektedir. Yani kıyametin muayyen olarak ne zaman kopacağına dair bilgi Allah'a havale edilmelidir, çünkü gaybı bilen O'dur.
Müslim'in Sahih'inde yer alan Ömer (r.a)'den gelen şu rivayet de bunu desteklemektedir: Cibril (a.s), Peygamber (s.a)'e: Bana kıyametin ne zaman kopacağını haber ver, deyince, şöyle buyurmuştu: "Bu hususta kendisine soru sorulan kişi soru sorandan daha bilgili değildir."
"O, gaybı bilendir, O, kendi gaybına hiçbir kimseyi muttali kılmaz. Meğer ki beğenip seçtiği bir peygamber ola. Çünkü O, (Allah) onun (peygamberin) önünden ve ardından koruyucular gönderir." Gayblan bilen sadece Yüce Allah'tır. O gayba (ki o da kulların müşahede edemedikleridir) onlardan hiçbir kimseyi, -rasullerden beğenip seçtikleri dışında- muttali kılmaz, haberdar etmez. Ancak beğenip seçtiği rasulleri bazı gaybî bilgilerden haberdar eder. Bu da onlar için mucize ve peygamberliklerine dair doğru bir delil olsun diyedir. İfade hem melek, hem insan olan elçileri kapsar. Yüce Allah'ın: "Onun ilminden kendisinin dilediğinden başka hiçbir şeyi kavraya-mazlar." (Bakara, 2/255) buyruğu da buna benzemektedir. Rasullerin gayb olan bazı hususlara dair bilgi vermelerinin örneklerinden birisi de İsa (a.s)'nın söylediği nakledilen şu sözleridir: "Evlerinizde yediğiniz ve biriktirdiğiniz şeyleri size haber veririm." (Al-i İmran, 3/49)
Diğer taraftan Yüce Allah rasulün önünden ve ardından koruyucu melekler takdir eder. Bunlar Yüce Allah'ın ona bildirdiği gaybı şeytanların taarruzlarına karşı korurlar. Bundan maksat da vahyi koruyup muhafaza etmektir. Şeytanların gayba dair bilgiyi çalıp, kâhinlere telkin etmesine engel olurlar. Buyrukta zikredilmemiş lafızlar da vardır ki takdiri şöyledir: Beğenip seçtiği elçiler müstesnadır. Onları vahiy yoluyla gaybından haberdar eder. Sonra da önünden ve arkasından koruyucu melekler tayin eder. Ayet-i kerimedeki "rasad" herbir elçiyi cin ve şeytanların saldırılarına karşı koruyan koruyucu melekler demektir.
Ayet-i kerime kâhinliğin, yıldızlardan haber çıkarmanın ve büyünün batıl olduğunun delilidir. Çünkü bu işlerle uğraşanlar herhangi bir delile dayanmadan gaybı bildiklerini ileri sürerler. Aynı şekilde ayet-i kerime peygamberlik için beğenip seçilen bir kimseyi, Yüce Allah'ın gaybından olan bazı hususlardan haberdar edeceğine de delildir. Kâhinlerin ve yıldız falcılarının bilgisi ise, zan ve tahmindir. Bu gayb ilmine girmez. Velilerin bilgisi ve onların gösterdikleri kerametler ise meleklerden telkin edilen ilhama dayalı hususlar olup, bunlar hiçbir şekilde peygamberlerin bilgileri mertebesine ulaşamazlar.
Razi ayeti şöylece tevil etmektedir: Ben kıyametin ne zaman gerçekleşeceğini bilmiyorum. Gaybı bilen sadece Allah'tır. O, kıyametin ne zaman gerçekleşeceğine dair bilgiyi hiçbir kimseye bildirmez. Bu Allah'ın kimseyi haberdar etmeyeceği gayb bilgilerindendir. Daha sonra Razi şunları söylemektedir: Allah'ın bu ayetle rasuller dışında kimsenin gayba dair bir bilgi sahibi olmasına imkân vermeyeceğini kastetmemiş olduğunu -aşağıdaki deliller dolayısıyla- kesinlikle söylememiz gerekmektedir:
1- Tevatüre yakın haberlerle sabit olduğuna göre Şık ve Satih adında iki kâhin Peygamberimiz Muhammed (s.a)'in ortaya çıkacağını, çıkmasından bir süre önce haber vermişlerdi. Bu iki şahıs Araplar arasında bu tür bir bilgi ile tanınmış kimselerdi. Hatta Kisra, Rasulümüz Muhammed (s.a)'e dair haberleri öğrenmek üzere onlara başvurmuştu. Böylelikle Yüce Allah'ın rasuller dışında bazı kimseleri bazı gaybî hususlardan haberdar edeceği sabit olmaktadır.
2- Bütün din müntesipleri rüya yorumu bilgisinin doğruluğunu ve rüyayı yorumlayan kişinin bazen gelecekte meydana gelecek birtakım olayları haber verebildiğini ve bunların bazen doğru çıktığını ittifakla kabul etmektedirler.
3- Melikşah'ın oğlu Sultan Sencer'in Bağdat'tan Horasan'a getirttiği kâhin kadına gelecekte ortaya çıkacak birtakım durumları sormuş, o kadın da bazı şeyler zikretmiş, sonra da dediği gibi çıkmıştı.
4- Bizler bunu doğru ilhama mazhar olan kimselerde de görüyoruz. Bu doğru ilham da velilere mahsus bir şey değildir. Hatta bazen sihirbazlar arasında da verdiği haberleri doğru çıkanlar bulunabilir. Haberlerinin çoğu yalan olsa bile. Kimi zaman yıldızlardan çıkartılan sonuçlar vakıaya uygun ve duruma muvafık ortaya çıkabilir. Bütün bunlar görülen ve tespit edilen şeyler olduğuna göre Kuran bunun hilâfına delil teşkil etmektedir, demek Kur'an-ı Kerim hakkında dil uzatılmasına sebep teşkil eder. Bu ise bir batıldır. Böylelikle doğru tevilin bizim kaydettiğimiz tevil olduğunu öğrenmiş oluyoruz.[5]
Benim görüşüme göre genel anlamıyla gayb bilgisi, aziz ve celil olan Allah'a mahsustur. Hatta insanın yaratılışının başlanmasında Bakara suresinde belirtildiği gibi meleklere, Sebe' suresinde belirtildiği gibi cinlere, Lokman suresinin sonlarında belirtildiği gibi insanlara bile gayb ilmi verilmemiştir. Onlar gaybı bilmediklerini de itiraf etmişlerdir. Ancak Razi'nin kaydettiği bu tür olaylar, salih olsun olmasın farketmeksizin ilham ile ortaya çıkabilecek bilgilerdir.
Daha sonra Yüce Allah peygamberleri korumasının sebebini söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: "Ta ki o, Rablerinin gönderdiklerini gereği gibi tebliğ ettiklerini ortaya çıkarsın." Yüce Allah elçilerini melekler ile korur. Böylelikle O, bu peygamberlerin ilâhi risaletleri fazlasız ve eksiksiz olarak tebliğ ettiklerini vakıada da açığa çıkarttırsın. Buyruğun şu şekilde anlamlandırılması da doğru olur: Ta ki Allah, peygamberinin, Cebrail'in ve onunla birlikteki meleklerin Allah'tan aldıkları vahyi herhangi bir değişiklik ve değiştirme olmaksızın, tam olarak tebliğ ettiğini, meleklerin vahyin insanlar arasındaki rasullere eksiksiz olarak ulaştırmış olduklarını bilsin.
Birinci açıklamaya göre maksat, Allah peygamberlerini risaletlerini eksiksiz tebliğ edebilsinler diye melekler aracılığıyla korumaktadır. Ayrıca bu şekilde görevlerini tam olarak yapmış oldukları da ortaya çıkar. Bu durumda bu ayet Yüce Allah'ın şu buyruğuna benzer: "Senin hala yöneldiğin kıbleyi ancak o peygambere (sana) uyanların, ayağının iki ökçesi üzerinde geri döneceklerden ayırdedelim diye kıble yaptık." (Bakara, 2/143). Yüce Allah'ın şu buyruğu da böyledir: "Allah müminleri de elbette bilir, münafıkları da elbette bilir." (Ankebut, 29/11) ve buna benzer Yüce Allah'ın eşyayı meydana gelmeden önce de kaçınılmaz olarak ve kesinlikle bildiğini belirten daha başka buyruklar. Buna göre Kuranda yer alan Yüce Allah'ın bilgisinin gerekçe olarak zikredildiği yerlerden maksat, onun olayın meydana gelmesi ile alâkalı bir bilgi olduğudur. Yoksa sonradan ortaya çıkan bir bilgi kaste-dilmemektedir. Çünkü şanı Yüce Allah eşya ile ilgili bilgileri ezelden bilir. Onun bu bildiği olay gerçekleşince kulları da onu öğrenmiş olur.[6] Bundan dolayı Yüce Allah bu anlamı şu buyruğuyla şöylece pekiştirmektedir:
"O, onların yanında olan herşeyi kuşatmıştır. Herşeyi de sayısı ile saymıştır. " Yüce Allah koruma esnasında meleklerin durumunu ya da risaletlerini tebliğ eden rasullerin durumunu bilir. Onların hallerini de bilir. O olan ve olacak herşeyi bilir. Daha sonra Yüce Allah: "Herşeyi de sayısı ile saymıştır." buyruğu ile ilminin kuşatıcılığını beyan etmektedir. Yani O her bir şeyi herhangi bir meleğin bilgi edinmekte katkısı ve aracılığı bulunmaksızın kesin olarak sayısıyla tespit etmiştir. [7]
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 15/156-158.
[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 15/163-165.
[3] İbni Abbas, Mücahid, Said b. Cübeyr, İbni Zeyd, Hasan-ı Basri ve Katade.
[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 15/169-171.
[5] Razi, XXX/169.
[6] İbni Kesir, IV/433.
[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 15/175-177.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder