HADİD
SURESİ
Her
Vakit Allah'ı Teşbih Etme Ve Bunun Sebepleri:
1-
Göklerde ve yerde her şey Allah'ı teşbih etmektedir. O galib-i mutlaktır,
hikmet sahibidir.
2-
Göklerin ve yerin mülkü O'nun-dur. Diriltir ve öldürür. O her
şeye
3- O,
hem evveldir, hem âhirdir; hem zahirdir hem bâtındır. O her şeyi kemaliyle
bilendir.
4- O,
gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra Arş'ın üzerine istiva edendir. Yere
giren, oradan çıkan; gökten inen, oraya yükselen her şeyi bilir. Nerede
olursanız, O sizinle beraberdir. Allah yaptıklarınızı
görür.
5-
Göklerin ve yerin mülkü O'nundur. İşler ancak Allah'a
döndürülür.
6-
Geceyi gündük gündüzü geceye katar. O, kalplerde olanı
bilir.
Açıklaması:
"Göklerde ve yerde her şey
Allah'ı teşbih etmektedir. O galib-i mutlaktır, hikmet sahibidir." Yani
göklerde ve yerde bulunan her şey: Cansızlar ve bitkiler, insan ve hayvan;
insan, cin ve meleklerin yaptığı gibi kimisi diliyle, diğerlerinin yaptığı gibi
kimisi lisan-ı haliyle Allah'a tazim ve O'nun Rab oluşunu ikrar olmak üzere Onu
bütün noksanlıklardan ve şanına lâyık olmayan her şeyden tenzih etmektedir.
Nitekim şu ayet-i kerime de bunu ifade etmektedir: "Yedi gök, yer ve bunlardaki
herkes O'nu teşbih eder. O'nu övgü ile teşbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ne var
ki siz onların teşbihini anlamazsınız. O, halimdir, bağışlayıcıdır." (İsra,
17/44). Çünkü her varlık yaratıcıyı göstermektedir. Akıllı varlıkların teşbihi
tenzih, takdis ve ibadettir; diğerlerininki ise Onu itiraf ve
ikrardır.
Allah,
her şeyin kendisine boyun eğdiği kuvvetli, muktedir ve galib olanın ta
kendisidir, mülkündeki tasarrufta kimse O!na ortak olmaz. Yönetmesinde, işinde,
yaratmasında ve hükmünde hikmet sahibidir. Doğruya ve hikmete uygun tasarruf
eder. Bu son ayet daha önce geçenleri zımnen tekit makamında gelmiş, hiç
ihtiyacı olmadığı halde Cenab-ı Hakk'ın teşbihe lâyık yegâne kudret olduğuna
delâlet eden müstakil bir cümledir.
"Göklerin ve yerin mülkü
O'nundur. Diriltir ve öldürür. O, her şeye hakkıyla kadirdir." Yani göklerin ve
yerin mutlak mülkiyeti Allah'a aittir, oralarda yalnız O tasarrufta bulunur, tam
tasarruf yetkisi O'nundur, emri geçerli olan yalnız Odur, dolayısıyla O'nun
tasarrufundan başkası geçerli olamaz, yarattıkları hakkında tasarruf eden O'dur.
Dilediğini diriltir,, dilediğini öldürür, dilediğine dilediğini verir. Tam
kudret sahibidir, ne olursa olsun hiçbir şey O'nu aciz düşüremez, dilediği her
şey olur, dilemediği hiçbir şey olmaz.
"O hem
evveldir, hem âhirdir; hem zahirdir, hem bâtındır. O her şeyi kemaliyle
bilendir." Yani Allah her şeyden önce ilkdir. Meşhur bir sözde -ki bu hadis
değildir- şöyle denilir: "Ben gizli bir hazine idim, bilinmek istedim;
varlıkları yarattım, böylece benim sebebimle beni tanıdılar." "Onun zatı hariç
her şey yok olacaktır." (Kasas, 28/88) ayetinde de buyurduğu gibi O,
yarattıkları yok olduktan sonra, her şeyden sonra baki kalan sondur. O her şeyin
üstünde yüce, her şeye galib olan zahirdir. Gizlediği her şeyi bilen gizlidir,
zatının hakikatim akıllar bilemez, duyular kavrayamaz. O her şeyi bilen tam ilim
sahibidir, bilineceklerden hiçbir şey, Onun bilgisinin dışında
kalmaz.
Müslim'in Sahih'inde Ebu
Hüreyre'den rivayet ettiğine göre Rasulul-lah (s.a.) şöyle dua ederdi: "Ya Rabbi
sen ilksin, senden önce hiçbir şey olmamıştır. Sen sonsun, senden sonra hiçbir
şey olmayacaktır. Sen zahirsin (üstünsün), senin üstünde hiçbir şey yoktur. Sen
bâtın (gizlisin) senden gizli bir şey yoktur. Borcu ödememize yardım et,
fakirlikten uzak kıl."
"O
gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra Arş'm üzerine istiva edendir. " Yani
gökleri ve yeri, miktarını kendisinin bildiği altı günde ve altı farklı vakitte
yaratan, yaratıp yoktan var eden O'dur. Allah bunları bir anda yaratmaya
kadirdir, ancak bu sayı, insanlara işlerde teenni ve dikkati öğretmek içindir.
Sonra Allah keyfiyetini ancak kendisinin bildiği şekilde, zatına lâyık bir
istiva ile Arş'ın üstüne istiva etti (oturdu). "İstiva" hakkındaki bu görüş
selefin görüşüdür. İhtiyatlı olduğu için bu görüş evlâdır. Daha sonraki âlimler
ise "Arş'ın üzerine istiva"yı işleri düzene koymak, ayetleri açıklamak ve önemli
noktalan istila etmek şeklinde tevil etmişlerdir.
'Yere
giren, oradan çıkan, gökten inen, oraya yükselen her şeyi bilir." Yani her şeyi
bilir: Yere giren yağmuru, ölüleri ve başka şeyleri, yerden çıkan bitkileri,
ekinleri, meyveleri, madenleri vs., gökten inen yağmur, melekler vs.yi ve göğe
yükselen melekleri, kulların iyi ve kötü amellerini, duaları, yükselen buharları
vs.yi bilir. Nitekim sahih hadiste şöyle gelmiştir: "Gecenin ameli gündüzden
önce, gündüzün ameli geceden önce O'na yükseltilir. "
Bu
ayetin bir benzeri de şu ayettir: "O'nun yanındadır gaybın anahtarları. Onları
ancak O bilir. Karada ve denizdeki her şeyi bilir. O'nun ilmi dışında bir yaprak
bile düşmez. Yerin karanlıklarında tek bir daneyi dahi bilir, hiçbir yaş ve kuru
yoktur ki hepsi apaçık bir kitapta olmasın." (En'am,
6/59).
"Nerede olursanız, O sizinle
beraberdir. Allah yaptıklarınızı görür." Yani Allah, kullan karada, denizde,
havada nerede olurlarsa kudreti ile, gücü ile ve ilmi ile onlarla beraberdir.
Allah onları gözetmektedir, amellerini görmektedir. Bunlardan hiçbir şey Ona
gizli olmaz.
Ebu
Hayyan şöyle dedi: "Bu ayetin bu şekilde tevil edilmesi lâzım geldiği,
zahirinden anlaşıldığı gibi "zatı ile beraber olma" manasına alınamayacağı
üzerinde ümmet icma etmiştir. Bu ayet, zahirine hamledilmesi mümkün olmayan
diğer ayetlerin de tevilini kabul etmeyenlere karşı bir delildir.".[1]
"Göklerin ve yerin mülkü
O'nundur. İşler ancak Allah'a döndürülür." Yani "Şüphesiz ahiret de dünya da
bize aittir." (Leyi, 92/13) ayetinde de buyrulduğu gibi dünyanın da, ahiretin de
maliki O'dur. Dolayısıyla hükmünü reddedecek, bozacak yoktur. "O Allah'tır,
O'ndan başka ilâh yoktur. Dünyada ve ahirette övgü yalnız O'nadır." (Kasas,
28/70) ayetinde buyrulduğu gibi, O bütün bunlara karşı övülmüştür. Kıyamet günü
bütün işlerin dönüşü kendisinden başka ilâh olmayan tek Allah'adır, kullan
hakkında dilediği hükmü verir. O, âdildir, zerre kadar
zulmetmez.
"Göklerin ve yerin mülkü
O'nundur..." sözü ya tekit için tekrardır veya tekrar değildir; çünkü "Diriltir
ve öldürür" ifadesinden dolayı ilk ayet dünya hakkında, "İşler ancak Allah'a
döndürülür" ifadesinden dolayı, ikincisi ahiret hakkında
olmaktadır.
"Geceyi gündüze, gündüzü
geceye katar. O kalplerde olanı bilir." Yani şüphesiz varlıklar üzerinde
tasarrufta bulunan yegâne Allah'tır, geceyi gündüzü değiştirir, hikmeti ile
onlan dilediği gibi takdir eder, bazan geceyi uzatır, gündüzü kısaltır; bazan
aksini yapar, bazan da eşit kılar. O'nun hikmeti ve murat ettiği gibi takdir
etmesiyle dört mevsim birbirini takip eder. O, gizli de olsa, kalplerdeki
sırları ve gizlenmiş şeyleri bilir. Zaten ister açık, ister gizli olsun
bunlardan hiçbir şey O'na gizli değildir.
Bu,
Allah'ın mülkü üzerinde tefekkür etmeye teşviktir, nimetlerine karşı şükürdür ve
şanına lâyık olmayan her şeyden O'nu tenzihtir. Özet olarak: Bu ayetler her
şeyin Allah'ı tenzih ve teşbih ettiğini haber vermekte ve bu teşbihi gerektiren
sebepleri beyan etmektedir.[2]
Bazı
Dini Mükellefiyetler: Allah Ve Rasulüne İmana Ve Allah Yolunda Harcamaya
Teşvik:
7-
Allah'a ve peygamberlerine iman edin, size vekâlet verdiğinden harcayın.
İçinizden iman edip de harcayanlar
onlar için büyük bir
8' Peygamber, Rabbinize iman et- meniz için
sizi davet edip dururken size ne oluyor da Allah'a iman et-miyorsunuz? Halbuki O
sizden edecekseniz (hemen edin).
9- SİZİ karanlıklardan nuramak için kuluna
apaçık ayetler indiren O'dur. Şüphesiz Allah size çok
i ve
merhametlidir.
10- Ne
oluyor size ki Allah yolunda harcamıyorsunuz? Halbuki
göklerin
ve
yerin mirası Allah'ındır. Içinizden, fetihden önce harcayan ve savaşanlar aynı
olmaz. Onlar derece itibariyle daha sonra harcayan ve savaşanlardan daha
yüksektir. Bununla beraber Allah her birine en güzeli vaadetti. Allah ne
yaparsanız, haberdardır.
11- Kim Allah'a güzel bir ödünç verecek olursa, O
onu kat kat artıraçaktır. Ona çok değerli bir mükâfat
da
vardır.
12-
Mümin erkekleri ve kadınları, nurları önlerinden ve sağlarından koştuğunu
gördüğün gün (melekler) "Bu gün size altından nehirler akan ve içlerinde ebedî
kalacağınız cennetler müjdeler olsun." (derler). İşte bu, büyük murada ermenin
ta kendisidir.
Açıklaması:
Allah'a ve peygamberine iman
edin, size vekalet verdiğinden harcayın. İçinizden iman edip de harcayanlar,
onlar için büyük mükâfat vardır." Yani Allah'ın birliğini, Muhammed (s.a.)'in
peygamberliğininin doğru olduğunu en doğru şekilde tasdik edin ve bu yolda devam
edin, sebat edin, gerçekten sizin mülkünüz yapmaksızın sadece üzerinde
tasarrufta bulunma konusunda sizi vekil kıldığı Allah'ın malından harcayın. Zira
mal, Allah'ın malıdır, kullar Allah'ın mallarında O'nun vekilleridir. Öyleyse
onları Allah'ı hoşnud edecek yerde sarfetmeleri vacibdir.
Sonra
Allah ve Rasulüne imanı ve Allah yolunda harcamayı bir arada yapanlar için çok
hayırlı ve faydalı bir mükâfat -ki o cennettir- olduğunu beyan ederek iman etme
ve Allah yolunda harcama yapmaya teşvik etti.
Ahmed
bin Hanbel'in rivayetine göre Abdullah bin eş-Şihhîr şöyle dedi: Rasulullah'ın
yanına gittim o şöyle diyordu: "Mal mülk çokluğu ile böbürlenmek sizi oyaladı.
Ademoğlu "malım, malım" der durur, senin yiyip tükettiğin, giyip eskittiğin veya
sadaka verip kalıcı yaptığından başka malın yoktur." Bunu Müslim de rivayet
ettikten sonra Rasulullah'ın şu ilavesini de zikretti: "Bunlardan gerisi
gidicidir ve (başka) insanlara kalacaktır."
Sonra
Allah iman etmemeyi kınayarak şöyle buyurdu:
"Peygamber, Rabbinize iman
etmeniz için sizi davet edip dururken size ne oluyor ki Allah'a iman
etmiyorsunuz? Halbuki O, sizden kesin söz de almıştı. Eğer iman edecekseniz
(edin)." Yani Peygamber sizi imana çağırıp dururken ve apaçık deliller içeren O
Kur'an'ı size okuyarak getirdiklerinin doğruluğuna dair delilleri ve hüccetleri
beyan edip dururken, sizi iman etmekten alıkoyan nedir? Halbuki O, ruhlar
âleminde iman edeceğinize dair kesin söz almıştı. Ayrıca O sizin için kâinatta,
insanın iç ve dış âleminde birliğine ve iman etmenin gerekliliğine delâlet eden
deliller ortaya koydu. Zaten akl-ı selim de buna yönlendirmektedir. Eğer iman
etmek niyetinde iseniz, hemen edin. Peygamber davet ettikten ve kendilerinden
kesin söz alındıktan sonra hâlâ iman edilmemesine karşı bu söz bir tehdittir,
bir azarlamadır.
Buhari'nin Sahih'ioâe
rivayet ettiğine göre bir gün Rasulullah (s.a.) ashabına şöyle buyurdu: "İman
bakımından müminlerin hangileri sizin daha hoşunuza gidiyor?" "Melekler"
dediler. Rasulullah (s.a.) "Onlara n oluyor da iman etmeyecekler? Onlar
Rablerinin yanındalar." dedi. "Öyleyse peygamberler" dediler. Rasulullah (s.a.)
"Onlara n'oluyor da iman etmeyecekler? Onlara vahiy geliyor." dedi. "Bizler
öyleyse" dediler. Rasulullah (s.a.) "Size noluyor ki iman etmeyeceksiniz? Ben
aranızdayım. İman bakımından müminlerin en hayret edilecek olanı şu kavimdir ki
sizden sonra gelecekler, birtakım sayfalar bulacaklar ve içindekilere iman
edecekler." dedi.
Sonra
Allah inanmayanların mazeretini ortadan kaldırmak için Kur'an-ı Kerim'in
indiriliş gayesini açıklayarak şöyle buyurdu:
"Sizi
karanlıklardan nura çıkarmak için kuluna apaçık ayetler indiren Odur. Şüphesiz
Allah size çok şefkatli ve merhametlidir." Yani Allah'ın Kur'an-ı Kerim ve diğer
mucizelerden oluşan apaçık ayetleri indirmekten muradı sizi cehalet, inkâr ve
çarpık görüşlerin karanlıklarından hidayet, yakîn ve iman nuruna çıkarmaktır.
Şüphesiz Allah kullarına karşı çok şefkatli ve merhametlidir. İşte bu sebepten
onların hidayeti için kitaplar indirdi, peygamberler gönderdi, imana mani
olacak şüphe ve engelleri giderdi, sebepleri yok etti.
İman
etmeyi ve harcamayı kullarına emredip onları bunları yapmaya teşvik ettikten ve
iman etmedikleri için payladıktan sonra harcama yapmadıkları için onları
azarlayarak şöyle buyurdu:
"Ne
oluyor size ki Allah yolunda harcamıyorsunuz? Halbuki göklerin ve yerin mirası
Allah'ındır" Yani sizin mazeretiniz nedir? Allah'a itaat ve O'nun rızasını
kazanma ve O'nun yolunda cihad etme uğruna harcama yapmanıza mani olan şey
nedir? Harcayın, fakirlikten korkmayın. Zira yolunda harcama yaptığınız,
göklerin ve yerin malikidir, göklerde ve yerde tasarrufta bulunan Odur, göklerin
ve yerin hazineleri Onun nezdindedir. Siz o malları hayatınızda iken
harcamazsanız mirasın mirasçıya döndüğü ve size ondan hiçbir şey kalmadığı gibi
bütün mallar Allah'a dönecektir. Mal Allah'ın malıdır. Allah şöyle buyuruyor:
"Siz hayra ne harcarsanız, Allah onun yerine başkasını verir. O, rızık
verenlerin en hayırlısıdır." (Sebe, 34/39). Ve yine şöyle buyuruyor: "Sizin
yanınızdaki tükenir, Allah katın-dakiler ise bakidir." (Nahl, 16/96). İşte bu
şekilde Allah önce iman emeyi ve harcamayı emretti, sonra iman etmenin vacib
olduğunu vurguladı.
Harcamanın bir fazilet
olduğunu beyan ettikten sonra Allah, harcamada yarış yapmanın faziletin zirvesi
olduğunu ve harcayanların durumlarına göre dereceleri olacağını beyan ederek
şöyle buyurdu:
"içinizden, fetihten önce
harcayan ve savaşanlar aynı olmaz. Onlar derece itibariyle daha sonra harcayan
ve savaşanlardan daha yüksektir." Yani Mekke fethinden önce Allah yolunda
harcayıp savaşlarla fetihten sonra infak edip savaşanlar aynı olmaz. O ilklerin
dereceleri sonrakilerden daha üstündür. Çünkü fetihten önce müslümanlann
ihtiyacı daha çoktu, daha az ve daha zayıftılar, çok az malî imkan
bulabiliyorlardı. Fetihten sonra ise çoğaldılar ve servetleri
arttı.
"Bununla beraber Allah
herbirine en güzeli vaadetti. Allah ne yaparsanız, haberdardır. " Yani bu iki
gruptan her birine dereceleri farklı olmakla beraber en güzel mükâfatları,
cenneti vaadetti. Allah yaptıklarınızı, gizli ve açık hallerinizin hepsini
bilir, ona göre sizi mükâfatlandırır. Sizin hallerinizden hiçbir şey Allah'a
gizli olmaz.
Ahmed
bin Hanbel'in rivayetine göre Enes şöyle dedi: Halid bin Velid ile Abdurrahman
bin Avf arasında şöyle bir konuşma geçti: Halid Abdur-rahman'a "Bizden önce
müslüman olmanız dolayısıyla bize üstünlük taslıyorsunuz" dedi. (Halid
Hudeybiye sulhu ile Mekke fethi arasında müslüman olmuştu). Bu söz Rasulullah'a
iletildiğinde şöyle buyurdu: "Ashabımı bana bırakın. Nefsim, elinde olana yemin
olsun ki siz Uhud kadar veya dağlar kadar altın Allah yolunda harcasanız,
onların amellerine ulaşamazsınız."
Buhari, Müslim ve
diğerlerinin Ebu Said el-Hudrî'den rivayet ettiklerine göre Rasulullah şöyle
buyurdu: 'Ashabıma dil uzatmayın. Muham-med'in nefsi elinde olana yemin olsun ki
sizden biri Uhud kadar altın infak etse, onlardan birinin müddüne, hatta
yarısına erişemez." (Bir müdd, takriben 18 litredir).
Sonra
Allah bu infakın semeresini beyan ederek şöyle buyurdu:
"Kim
Allah'a güzel bir ödünç verecek olursa, O, onu kat kat artıracaktır. Ona çok
değerli bir mükâfat da vardır." Yani kim karşılığını Rabbinin katından
bekleyerek malını Allah yolunda harcarsa, o sanki Allah'a karz-ı hasen -yani
başa kakmadan, incitmeden, gönül rızası ile bir ödünç- vermiş olur. Allah da
bunu onun için kat kat artırır ve ahvale, şahıslara ve zamana göre sevabı on
mislinden yediyüz misline kadar yükseltir. Bundan başka ona çok hayırlı, faydalı
bir karşılık güzel ve kıymetli bir mükâfat vardır ki o da
cennettir.
İbni
Ebi Hatem'in rivayetine göre Abdullah bin Mesud şöyle dedi: Bu ayet indiği zaman
Ebuddahdah el-Ensarî "Yâ Rasulullah (s.a.)! Herhalde Allah bizden ödünç
istiyor." dedi. "Evet" dedi. Rasulullah (s.a.) Ebuddahdah "Elinizi verir
misiniz ya Rasulallah?" dedi. Rasulullah'm elini tuttu ve "Ben bahçemi Rabbime
ödünç verdim." dedi. Onun, içinde altıyüz kök hurması olan bir bahçesi vardı.
Hanımı ve çocukları orada otururdu. Ebuddahdah hanımına "Artık buradan çık, ben
burayı Rabbime ödünç verdim (vakfettim)." dedi.
Bir
başka rivayette hanımı ona "Alış-verişin kârlı olmuş." demiş ve eşyasını ve
çocuklarını oradan taşımıştı. Rasulullah (s.a.) de "Cennette Ebuddahdah için
meyve yüklü nice hurmalar var." dedi.
Sonra
Allah infak eden müminlerin kıyametteki güzel hallerini haber vererek şöyle
buyurdu:
"Mümin
erkekleri ve kadınları, nurları önlerinden ve sağlarından koştuğunu gördüğün
gün (melekler) "Bugün size altlarından nehirler ve içlerinde ebedî kalacağınız
cennetler müjdeler olsun." derler. İşte bu, büyük murada ermenin ta kendisidir."
Allah yolunda harcayan mümin erkek ve kadınlar, kıyamet günü sıratın üstünde
nurun önlerinden ve sağ taraflarından koştuğunu gördüklerinde onları bir
göreceksin. Meleklek tarafından kendilerine şöyle denilir: "Dünyada iken
gönderdiğiniz salih ve güzel amellere uygun bir mükâfat ve size ikram olmak
üzere, aralarından nehirler akan ve içlerinde ebedî duracağınız cennetler size
müjdeler olsun." îşte bu nur ve bu müjde misli ve benzeri olmayan, hatta artık
bundan ötesi asla bulunmayan büyük kurtuluştur.
Kitaplarını sağ
taraflarından alan bu insanların salih amelleri kurtuluşlarının ve cennete
giden yolu bulmalarının sebebidir. Nitekim ayet-i kerimede: "O vakit kitabı sağ
eline verilen kimseye gelince, kolayca bir hisab ile muhasebe edilecek o. Ehline
de sevinçli dönecektir." (İnşikak, 84/7-9).
"...nurları önlerinden ve
yanlarından koşar... denildi. Çünkü bu kurtuluş
alâmetidir.
İbni
Mes'ud'un bu ayetin tefsiri sadedinde söylediğine göre insanlar amellerinin
mikdarına göre sıratı geçecekler: Bir kısmının nuru dağ kadar, bir kısmınınki
hurma ağacı kadar, bir kısmının da ayaktaki insan boyu kadar olacaktır. Nuru en
az olanınki ise elinin başparmağında olacak, bir yanıp bir sönecek.[3]
Katade şöyle dedi: Bize nakledildiğine göre Rasulul-lah (s.a.) şöyle diyordu:
"Müminlerden bazılarının nuru Medine'den Aden'e ve San'a'ya kadar aydınlatır.
Kimisininki daha az olur. Hatta bazılarının nuru sadece iki ayağının yerini
aydınlatır."
Özet
olarak: İman ve infak şu üç şeyin sebebidir: Hesap günü kurtuluş, meleklerin
cennetle müjdelemesi ve naim cennetlerinde ebedî kalış. Ayrıca bu ayet, kıyamet
dehşetlerinin müminlere gelmeyeceğine de delâlet etmektedir. Çünkü Allah
müminlerin hiçbirini ayırt etmeden kıyamet günü onların sıfatlarının bu olduğunu
beyan etti. [4]
Münafıkların
Kıyametteki Hali:
13- O gün, münafık erkekler ve münafık kadınlar
iman edenlere "Bizi bekleyin, nurunuzdan bir parça alalım." derler. "Arkanıza
dönün de, bir nur arayın." denilir. Hemen aralarına tek kapısı olan bir sur
çekilir. Surun içinde rahmet, dış tarafında da azap
vardır.
14- Onlara seslenirler: "Biz sizinle beraber
değil miydik?." Müminler: "Evet. Lakin siz kendi kendinizi belâya soktunuz,
beklediniz, şüphe ettiniz, kuruntular sizi aldattı, nihayet Allah'ın emri geldi
ve o çok aldatan (şeytan) sizi Allah hakkında da aldattı."
derler.
15-
Artık bu gün ne sizden, ne de inkâr edenlerden hiçbir fidye kabul edilmez.
Varacağınız yer ateştir. Size yaraşan odur. Ne kötü varış
yeridir.
Açıklaması:
"O gün
münafık erkekler ve münafık kadınlar, iman edenlere "Bizi bekleyin, nurunuzdan
bir parça alalım." derler." Yani kıyamet gününde münafık erkekler ve kadınlar,
nurları önlerinden ve sağlarından koşan müminlere şöyle diyecekler: Ey kurtuluşa
ermiş müminler, bizi de bekleyin belki nurunuzdan istifade ederiz de şu zifiri
karanlıktan çıkar ve bizi bekleyen elim azaptan
kurtuluruz."
Bir
grup âlim şöyle demiştir: Kıyamet günü bütün insanlar karanlıkta olacak, sonra
Allah müminlere bu nurları verecek, münafıklar da "Bize yönelin." diyerek
aydınlanmak isteyecekler. Çünkü müminler onlara doğru bakarsa, nur da önlerinde
olduğuna göre bu nurların parıltılarından istifade edecekler,
demektir.
Kendilerine bütün emellerini
suya düşürecek şu cevap verilir:
"Arkanıza dönün de bir nur
arayın, denilir." Yani melekler veya müminler onlara dünyaya dönün bizim iman ve
salih amellerle bulduğunuz nuru siz de arayın. Bu ifadede onlarla istihza ve
istekleriyle alay etme vardır. Çünkü onlar dünyada iken iman etmedikleri halde
"İman ettik" diyerek müminlerle istihza ediyorlardı.
Sonra
Allah bu tabloyu ve bu konuşmaları şu sözü ile kesiyor: "Hemen aralarına tek
kapısı olan bir sur çekilir. Surun içinde rahmet vardır, dış tarafında da azap
vardır." Yani müminlerle münafıklar arasına bir engel konur, bu surun iç kısmı
yani cennet ehlinden tarafa bakan kısmında rahmet vardır, cennet nimetleri
vardır, cehennem ehline gelen tarafta ise cehennem azabı
vardır.
Sonra
Allah münafıkların halini ve imdat çağrılarını zikrederek şöyle
buyurdu:
"Onlara seslenirler: "Biz
sizinle beraber değil miydik?" Müminler: "Evet, lâkin siz kendi kendinizi belâya
soktunuz, beklediniz, şüphe ettiniz, kuruntular sizi aldattı. Nihayet Allah'ın
emri geldi ve çok aldatan (şeytan) sizi Allah hakkında da aldattı." derler."
Yani münafıklar müminlere şöyle seslenirler: Biz dünyada sizinle beraber değil
miydik, sizin yaptıklarınızı yapmıyor muyduk, sizinle beraber cumalarda hazır
bulunmuyor muyduk, mescidlerde sizinle beraber namaz kılıyor. Arafat'ta beraber
vakfe yapıyor, savaş meydanlarında beraber oluyor, diğer görevleri sizinle
beraber eda ediyor ve İslâm'ın bütün amellerini yapıyorduk, bütün bunlarda
beraber değil miydik?
Müminler de münafıklara şu
şekilde cevap verirler: Evet, görünüşte bizimle beraberdiniz, ama siz inkârı
gizleyerek münafıklık yapmak suretiyle başınızı belâya soktunuz, zevk ü sefaya,
şehvet ve isyanlara dalarak kendinizi helak ettiniz, tevbeyi geciktirdiniz,
müminlerin, hakkın ve haktan yana olanların başına felâket ve musibetler
gelmesini beklediniz, din konusunda ve öldükten sonra dirilme meselesinde
şüpheye düştünüz. Kur'an'ın indirdiklerini tasdik etmediniz, apaçık mucizelere
iman etmediniz.
Boş
kuruntular sizi aldattı. "Biz affolunacağız" dediniz dünya ve tûl-i emel sizi
aldattı, nihayet ölüm gelip çattı. Şeytan sizi kandırdı, hatta size "Allah af
edicidir, merhametlidir, size azap etmez." dedi.
"Artık
bu gün ne sizden, ne de inkâr edenlerden hiçbir fidye kabul edilmez.
Varacağınız yer ateştir. Size yaraşan odur. Ne kötü varış yeridir." Yani artık
bu günde ey münafıklar, kendinizi ateşten veya azaptan kurtarma karşılığında
vereceğiniz herhangi bir fidye asla kabul edilmez. Nitekim Allah başka bir
ayette "Ondan ne bir şefaat kabul olunur, ne de bir fidye alınır." (Bakara,
2/123) buyurmuştur. Aynı şekilde hem içlerinden hem de açıktan Allah'ı inkâr
eden kâfirlerden de hiçbir fidye kabul edilmez. Hepinizin nihaî olarak
varacağınız menzil ateştir, bütün menzillerin içinden size en lâyık olanı odur,
varacağınız o ateş ne kötü bir varış yeridir.
[5]
Allah'tan Korkmak,
İnfak Edenlerin Ve Müminlerin Mükâfatı Ve Kafirlerin Cezası:
16-
İman edenlerin, Allah'ı ve Hak'tan ineni zikir için kalplerinin ür-permesi
zamanı hâlâ gelmedi mi? Onlar daha önce kendilerine kitap verilip de
üzerlerinden uzun zaman geçmiş artık kalpleri katılaşmış olanlar gibi
olmasınlar. Onlardan bir çoğu fasıklardı.
17-
Bilin ki Allah, ölümünden sonra yeri diriltiyor. Düşünesiniz diye biz size
ayetleri açıkladık.
18- Sadaka veren erkeklerle sadaka veren kadınlar
ve Allah'a güzel bir ödünç verenler, bu onlar için kat kat artırılır. Onlar için
çok değerli bir mükâfat da vardır.
19-
Allah'a ve peygamberlerine iman edenler, işte onlar sözü özü doğru olanlar ve
Rableri nezdindeki şehitlerdir. Onların mükâfatları ve nurları vardır. İnkar
edenler ve ayetlerimizi yalan sayanlar, işte onlar
cehennemliktirler.
Açıklaması:
"İman
edenlerin, Allah'ı ve Haktan ineni zikir için kalplerinin ürper-mesi zamanı hâlâ
gelmedi mi?" Yani Allah'ın hatırlatmaları, nasihatleri ve Kur'an'ını
dinledikleri zaman müminlerin kalplerinin yumuşayarak Kur'an'ı anlamaları, ona
teslim olmaları, emirlerini dinleyip itaat etmeleri ve nehiylerinden kaçınmaları
zamanı hâlâ gelmedi mi?
İbni
Ebî Hatem, İbni Abbas'ın şöyle dediğini nakletti: Allah müminlerin kalplerinin
biraz ağırlaştığını görünce, Kur'an'ın inmeye başlayışından itibaren on üçüncü
senenin başında onları itap etti ve "İman edenlerin, Allah'ı ve Hak'tan ineni
zikir için kalplerinin ürpermesi zamanı hâlâ gelmedi mi?" dedi. Görünen o ki bu
rivayet diğerlerinden daha sahihtir, çünkü sure Medine'de nazil
olmuştur.
Sonra
Allah Ehl-i Kitaba benzemekten nehyederek şöyle buyurdu:
Onlar,
daha önce kendilerine kitap verilip de üzerlerinden uzun zaman geçmiş, artık
kalpleri katılaşmış olanlar gibi olmasınlar. Onlardan bir çoğu fasıklardır. Yani
Kur'an'ın inmesinden önce kendilerine Tevrat ve İncil verilen Yahudi ve
Hristiyanlardan kitap taşıyıcılara benzemesinler. Onların peygamberleriyle
aralarından uzun zaman geçince kalpleri katılaştı; artık ne nasihattan, ne de
cennet vaadinden ve cehennem tehdidinden etkilenmez hale geldiler, ellerindeki
Allah'ın kitabında değişiklikler yaptılar, onu basit menfaat sağlama aracı
haline getirdiler, onu arkalarına attılar (hükümleri ile amel etmediler),
değişik görüşlere karmakarışık sözlere uydular, ellerinde hiçbir delil olmadan
Allah'ın dini konusunda sapık bilginlerini ve din adamlarım taklid ettiler,
onların çoğu Allah'ın sınırlarından, emir ve yasaklarından çıkmış kişilerdir.
İşte bu sebeple amelleri batıl, kalpleri fasid oldu. Nitekim bir başka ayette
Allah bunu şöyle beyan etti:
"Verdikleri kesin sözlerini
bozdukları için onları lanetledik ve kalplerini katılaştırdık. Onlar kelimelerin
yerlerini değiştirirler (kitabı tahrif ederler) kendilerine hatırlatılandan
önemli bir bölümünü de unuttular." (Maide, 5/13). İşte bu yüzden Allah müminleri
onlara benzemekten nehyetti.
Sonra
Allah nasihatlerin ve Kur'an okumanın tesir etmesi için misaller vererek şöyle
buyurdu:
Bilin
ki Allah, ölümünden sonra yeri diriltiyor. Düşünesiniz diye biz size ayetleri
açıkladık." Yani yer yüzü kupkuru olduktan sonra yağmur ve bitkilerle onu
dirilten Allah, Kur'an delilleri ve burhanları vasıtasıyla katılaşmış kalpleri
yumuşatmaya, dalâlete düşen şaşkınları hidayete erdirmeye de kadirdir.
Üzerinizde düşünesiniz, içindeki nasihatlerden ibret alasınız ve gereği ile amel
edesiniz diye size ayetleri ve delilleri açıkladık.
Sonra
Allah muhtaçlara tasaddukta bulunan erkek ve kadınların alacakları sevabı
açıklayarak şöyle buyurdu: "Sadaka veren erkeklerle sadaka veren kadınlar ve
Allah'a güzel bir ödünç verenler, bu onlar için kat kat artırılır. Onlar için
çok değerli bir mükâfat da vardır." Yani fakirlere, yoksullara, sıkıntıda
olanlara mallarını tasadduk eden, verdiklerinden ne bir karşılık, ne de bir
teşekkür beklemeden sırf Allah'ın rızasını kazanmak niyetiyle malını veren
erkekler ve kadınlar var ya, onlara Allah her sevaba on misli ile karşılık
verecek ve onu yediyüz ve daha fazlasına katlayacak. Ayrıca bunun üstüne onlar
için güzel, bol bir mükâfat ve değerli bir varış yeri
vardır.
Sonra
Allah müminlerin ve kâfirlerin bulacakları karşılığı anlatarak şöyle
buyurdu:
"Allah
'a ve peygambere iman edenler, işte onlar sözü özü doğru olanlar ve Rableri
nezdindeki şehitlerdir. Onların mükâfatları ve nurları vardır." Yani Allah'ın
birliğini ikrar edip peygamberlerini tasdik edenler, işte onlar sıddîklar
makamındadır. Mücahide göre Allah'a ve geygamberlerine iman eden herkes
sıddîktır. Allah'ın kelime-i tevhidini ve dinini yüceltmek, hakkın ve hak
taraftarlarının bayrağını yükseltmek için Allah yolunda şehid olanlar, onlar
için Rableri nezdinde büyük ecir ve önlerinden ve sağlarından koşan o
vadedilmiş nur vardır. Burada "Kim Allah'a ve peygambere itaat ederse işte
onlar, Allah'ın kendilerine ihsanda bulunduğu peygamberler, sıddîklar, şehitler
ve salihlerle beraberdir." (Nisa, 4/69). ayetinde zikredilen peygamberler,
sıddîklar, şehitler ve salihlerden ibaret olan ihlash dört sınıf müminden iki
sınıfına bir işaret vardır. Ahmed bin Hanbel'in rivayet ettiği şu hadiste
zikredilenler de şehidlerdendir: Rasulullah (s.a.) sordu: "Kimi şehid
sayıyorsunuz?" Allah yolunda öldürüleni." dediler. Rasulullah (s.a.) "Öyleyse
benim ümmetimin şehidleri cidden azdır. Öldürülen şehittir, bağırsak
hastalığından ölen şehittir, veba hastalığından ölen şehittir." Bunlar,
kendilerine mahsus, farklı farklı sevap verilecek olan ahiret
şehitleridir.
"İnkar
edenler ve ayetlerimizi yalan sayanlar, işte onlar cehennemliktir." Yani
Allah'ın varlığını ve birliğini inkâr edip O'nun hakikaten ulûhiyyetine ve
peygamberlerinin doğruluğuna delâlet eden burhanları ve ayetleri yalan sayanlar
var ya, başkası değil işte bizatihi onlar cehennemliktir, orada ebedî
kalacaklardır. Bu da saidlerin (ahirette bahtiyar olacak insanların) halini
beyandan sonra şakilerin (ahirette bedbaht olacak insanların) halini
beyandır. [6]
Dünyanın
Hali Ve Ahiret Ameline Teşvik:
20- Bilin ki dünya hayatı ancak bir oyundur, bir
eğlencedir, bir süsdür; aranızda bir öğünüş, malların ve evlâtların çokluğu ile
iftihar ediştir. Bitirdiği nebat, ekicilerin hoşuna giden bir yağmur gibidir.
Sonra o kurur da sen onu sapsarı olmuş görürsün, sonra o bir çerçöp olur.
Ahirette çetin bir azap vardır. Allah'tan mağfiret ve rıza vardır. Dünya hayatı
bir aldanış metaın-dan başka bir şey değildir.
21-
Rabbinizden gelecek bir mağfirete ve genişliği gök ve yer genişliği gibi olup
Allah'a ve peygamberlerine iman edenler için hazırlanmış olan bir cennete doğru
yarışın. İşte bu, Allah'ın lütfudur ki onu kime dilerse, ona verir. Allah büyük
lütuf sahibidir.
Açıklaması:
"Bilin
ki dünya hayatı ancak bir oyundur, bir eğlencedir, bir süstür, aranızda bir
öğünüş, malların ve evlâtların çokluğu ile iftihar ediştir." Yani ey insanlar
şunu iyi bilin ki dünya hayatı ciddiyeti olmayan bir oyundur, gelip geçici bir
eğlencedir, geçici bir zaman için süslenilen bir zinettir, birbirinize karşı
mal çokluğu, evlâdü ıyal kalabalığı ile övündüğünüz bir
yerdir.
Nitekim ayet-i kerimede bu
şöyle ifade edilmiştir: "Nefsanî arzulara, kadınlara, oğullara, yığın yığın
biriktirilmiş altın ve gümüşe, salma atlara, sağmal hayvanlara ve ekinlere karşı
düşkünlük insanlara cazib kılındı. Bunlar dünya hayatının geçici menfaatleridir.
Halbuki varılacak güzel yer Allah'ın katındadır." (Âli İmran,
3/14).
Bu
ifade dünyanın değersizliğine delâlet eder. Sonra Allah onu faydasının azlığı
yanında çok çabuk yok olup gitmesi bakımından, yağmurun bitirdiği, büyüttüğü,
gelişmesini tamamlayıp olgunlaştıktan sonra yok olup giden bir bitkiye
benzeterek şöyle buyurdu:
"Bitirdiği nebat, ekicilerin
hoşuna giden bir yağmur gibidir. Sonra o kurur da sen onu sapsarı olmuş
görürsün. Sonra o bir çerçöp olur." Yani dünya bir yağmur gibidir, bu yağmur
sebebiyle biten bitkiler çiftçinin hoşuna gider. Sonra bu yeşil bitkiler kurur,
sonra kırılır, uflanır, dağılır, çerçöp haline gelir, rüzgâr alıp götürür. Dünya
buna benzer. Ayetteki "el-küffâr" kelimesi burada çiftçiler manasınadır. "Kâfir"
gizleyen demektir. Çiftçi de tohumu toprağa gizlediği için bu ismi
almıştır.
Bu
ayetin bir benzeri de Yunus süresindeki şu ayettir: "Dünya hayatının durumu,
gökten indirdiğimiz bir su gibidir ki insanların ve hayvanların yiyeceklerinden
olan yeryüzü bitkileri, o su sayesinde gürleşip birbirine girer. Nihayet
yeryüzü zinetini takınıp süslendiği ve sahipleri de onun üzerinde kudret sahibi
olduklarını sandıkları bir gece ve gündüz ona emrimiz (afetimiz) gelir de onu
sanki dün yerinde yokmuş gibi kökünden koparılarak biçilmiş bir hale getiririz."
(Yunus, 10/24).
Sonra
Allah dünyaya karşı uyarıp, ahirete hazırlık için dünyadaki hayırlı şeylere
teşvik ederek şöyle buyurdu: "Ahirette çetin bir azap vardır, Allah'tan mağfiret
ve rıza vardır. Dünya hayatı bir aldanış metaından başka bir şey değildir."
Yani ahirette şu iki şeyden başkası yoktur: Ya Allah düşmanları için çetin bir
azap veya Allah dostları ve itaat ehli için Allah tarafından bir mağfiret ve
rıza. Ahirete nispetle dünya çok az ve değersiz bir şey olmasına rağmen ona
aldanıp hoşlanan ve ondan başka dünya olmadığına inandığından dolayı ahirete
yönelik amel etmeyen için dünya sadece bir aldanmadan ve geçici olarak istifade
edilen bir metadan başka bir şey değildir. Said bin Cübeyr şöyle dedi: Eğer
dünya seni ahiret için çalışmaktan alıkoyuyorsa aldanma metaldir. Ama seni
Allah'ın rızasını kazanmaya ve onunla buluşmaya çağırıyorsa, o zaman o ne güzel
meta ve ne güzel vesiledir.
İbni
Cerir'in rivayetine ve sahih hadiste geldiğine göre Ebu Hüreyre Rasulullah'ın
şöyle dediğini rivayet etti: "Cennette kamçı kadar bir yer dünyadan ve
içindekilerin tamamından daha hayırlıdır." Okuyun şu ayeti: "Dünya hayatı bir
aldanış metaından başka bir şey değildir." Bu son ilave sadece İbni Cerir'in
rivayetinde vardır.
Buhari
ve Ahmed bin Hanbel'in Abdullah bin Mes'ud'dan rivayet ettiklerine göre
Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Cennet size terliğinizin bağından daha
yakındır. Cehennem de öyle." Bu hadis hayrın da şerrin de insana ne kadar yakın
olduğunu gösteriyor.
Allah
ahirette olacak mağfireti zikrettikten sonra ona doğru koşulmasını emretti.
Yani Allah sevaplar ve dereceler kazandıracak, günahlara ve hatalara keffaret
olabilecek ibadetleri yapmak ve haramları terketmek suretiyle hayırlara koşmayı,
mağfirete ve cennete doğru yarışmayı emrederek şöyle
buyurdu:
"Rabbinizden gelecek bir
mağfirete ve genişliği gök ve yer genişliği gibi olup Allah'a ve peygamberlerine
iman edenler için hazırlanmış olan bir
cennete doğru yarışın." Yani salih ameller yapmak suretiyle Rabbiniz
tarafından affedilmenize vesile olacak şeylere doğru, müsabaka yapanların
koşması gibi süratle koşun, davranın. Günahları ve isyanları silecek tev-beye ve
genişliği yer ve göğün ikisinin genişliği kadar olan cennete ulaştıracak
şeylere doğru koşun.
İşte
hazırlanan ve yaratılan bu cennet Allah'ı ve peygamberlerini tasdik eden,
Allah'ın farz kıldığını yapıp yasak ettiğinden kaçanlar
içindir.
Sonra
Allah mağfiretin ve cennetin Allah Tealâ için bir zorunluluk değil, kendisi
tarafından bir lütuf ve rahmet olduğunu beyan ederek şöyle buyurdu: "İşte bu,
Allah'ın lütfudur ki onu kime dilerse ona verir. Allah büyük lütuf sahibidir."
Yani bu vaadedilen mükafaatı, cennet ve mağfireti vermek Allah'ın üzerine vacib
değildir, sırf O'nun bir lütfü ve rahmetidir.
Sahih
hadiste şöyle gelmiştir: Muhacirlerin fakirleri "Ya Rasulallah! Servet sahipleri
bütün sevapları, yüksek dereceleri, ebedî cennetleri götürdüler. " dediler.
Rasulullah "Ne demek istiyorsunuz?" dedi. Onlar da şöyle dediler: "Bizim gibi
namaz kılıyorlar, oruç tutuyorlar, ama onlar sadaka (zekât) veriyor, biz
veremiyoruz, onlar köle azad ediyor, biz edemiyoruz." Rasulullah (s.a.) "Size
bir şey öğreteyim mi? Onu yaptığınızda sizden sonrakilerini geçmiş olursunuz ve
sizin yaptıklarınızın aynısını yapanlar hariç hiç kimse sizden daha faziletli
olamaz: Her (farz) namazın ardından otuz üçer defa sübhanallah, elhamdülillah,
Allahüekber deyin." Bir müddet sonra bu fakir muhacirler geri geldiler ve
"Zengin kardeşlerimiz bizim ne yaptığımızı duydular ve aynısını onlar da
yaptılar." dediler. Bunun üzerine Rasulullah (s.a.): "Bu, Allah'ın lütfudur ki
onu kime dilerse, ona verir." ayetini okudu. [7]
Başa
Gelenlerin Kaza-Kaderle İlgisi Ve Cimrilerin Kendilerine
Zulmetmeleri:
22- Ne yerde, ne de sizin kendinizde kir musibet yoktur ki biz onu yarat- mamızdan
evvel bir kitapta (yazılmıs olmasın. Şüphesiz ki bu Allah'a göre
kolaydır.bürlenen hiçbir kibirliyi sevmez.
24-
Onlar cimrilik yapanlar, insanara da cimriliği emredenlerdir. Kim yüz çevirirse şüphesiz Allah müstağni,
bütün hamde lâyık olanın ta kendisidir.
Açıklaması:
"Ner
yerde, ne de sizin kendinizde bir musibet yoktur ki biz onu yaratmamızdan evvel
bir kitapta (yazılmış) olmasın." Yani şu dünyadaki musibetlerden hiçbir musibet
bulunmaz ki Allah katında yazılmış olmasın. İşte bu kaza ve kaderdir. Bu musibet
ister kıtlık, kuraklık veya bitki azalması, ziraî mahsulatın telef olması,
meyve noksanlığı, pahalılık ve açlık gibi insanın dışında olsun, isterse
hastalıklar, fakirlik, geçim sıkıntısı gibi insanın kendisinde bir musibet
olsun, bütün bunlar yaratılmadan önce Levh-i Mahfuzda
yazılmıştır.
"...biz onu yaratmamızdan
önce..." cümlesindeki "onu" zamiri İbni Cerir'in dediği gibi en isabetlisi
"yaratılılmışlara ve varlıklara" veya sadece "canlılara" döner, söz de buna
delâlet etmektedir.
"Şüphesiz ki bu, Allah'a
göre kolaydır." Yani bütün bunları çokluğuna rağmen "kitab"a kaydetmek ve eşyayı
var olmadan önce bilmek, Allah'a zor değildir, kolaydır. Çünkü yaratan O'dur,
yaratan yarattığını çok iyi bilir, onun ne idiğini, ne olacağını ve ne
olmayacağını bilir. Bir rivayette şöyle gelmiştir: "Kişi Allah'ın kaderdeki
sırrını bilseydi, musibetler ona hafif gelirdi." Âlimler bu ayet-i kerimeden
eşya var olmadan önce Cenab-ı Hakkın onları bildiği sonucunu çıkarmışlardır.
Bundan dolayı eşya, hadiseler, musibetler gerçekte beşerden hiç kimseye değil,
ancak onları yoktan var eden Allah'a nispet edilir. Halk arasında söylenen
kadında, binekte ve evdeki uğursuzluk meselesine gelince bu onların örfüne,
düşünce ve sözlerine göre böyledir, işin aslında öyle değildir. Sihir, göz
değmesi ve öldürme işi de öyledir. Yani hepsi Allah'ın tesiri (yaratması) ile
meydana gelir, asıl müessir ve fiil sahibi O'dur. İnsanların fiili ise sadece
görünürde insana nispet edilir.
Ayet-i
kerimede musibetleri sadece insanın "kendisinde ve dünyada meydana gelenler"
diye sınırlaması bunların sadece dünya ahvaline ait olmasındandır. Bu
sebeptendir ki Rasulullah (s.a.): "Kıyamet gününe kadar olacakları yazıldı,
kalem kurudu." demiş "sonsuza kadar" dememiştir.
Ahmed
bin Hanbel ve "şahindir" hükmü ile Hakim'in Ebu Hassen'den rivayet ettiklerine
göre iki kişi Hz. Aişe'nin (r.a.) huzuruna girdiler ve :"Ebu Hüreyre
Rasulullah'ın (s.a.) "Uğursuzluk ancak kadında, binekte ve evde olur."
dediğinden bahsediyor." dediler. Hz. Aişe de: "Kur'an'ı Ebul-kasım (s.a.)'a
indirene yemin ederim ki o böyle demiyordu, lakin Rasulul-lah (s.a.) şöyle
söylüyordu: "Cahiliye insanı uğursuzluk ancak kadında, binekte ve evdedir,
diyorlardı." Sonra Hz. Aişe "Ne yerde, ne de sizin kendinizde bir musibet
yoktur ki biz onu yaratmamızdan evvel bir kitapta (yazılmış) olmasın" ayetini
okudu.
"Elinizden çıkana
tasalanmayasınız. Onun size verdiği ile sevinip şımarmayasınız diye." Yani bütün
bunları size haber verdik ki dünyada elinizden kaçan nimetlere üzülmeyesiniz,
elde ettiklerinizle de şımarıklık yapmayasmız diye. Elden kaçanlara üzülmeyin,
çünkü bir şey takdir edilmiş (kaderde yazılmış) ise mutlaka olur. Size gelene
veya Allah'ın size verdiğine sevinmeyin, yani Allah'ın size ihsan ettiği
nimetlerle insanlara karşı iftihara kalkışmayın, çünkü bütün bunlar Allah'ın
takdiridir ve size O'nun verdiği rızıktır. İşte bunun için Allah şöyle
buyurdu:
"Allah
çok böbürlenen hiçbir kibirliyi sevmez." Yani Allah gönlü büyüklük yapan,
tekebbür gösteren, malıyla veya mevki ve makamı ile başkasına karşı üstünlük
taslayan herkesi şüphesiz cezalandıracaktır.
Böylece şu ortaya
çıkmaktadır: Allah tarafından hoş görülmeyen üzüntü; kaza ve kadere rıza
göstermemekten ve sabretmemekten dolayı gösterilen üzüntüdür. Yasak edilen
sevinç ise, kişiyi şımarıklığa sevkeden ve şükrü unutturan sevinçtir. İkrime
şöyle dedi: "Üzülmeyen veya sevinmeyen kimse yoktur. Fakat siz sevincinizi,
şükür; üzüntünüzü, sabır yapın."
İnsanın tabiatından olan
sevinme, üzülme, öfkelenme gibi şeyleri yasak etmek manasızdır. Öyleyse buradaki
yasak, öfke öncesi onu hazırlayıcı şeyleri yapmaya veya sevinç ve üzüntüyü
izleyen sebeplerle ilgilidir ki bu da nimetlerle şımarma ve nankörlük etme ve
kadere öfkelenme ve cerbezelenmedir.
Kibirli, gururlu insanlar,
başkasının kendileri üzerinde herhangi bir hakkı olduğunu kabul etmediklerinden
çoğunlukla cimri olurlar. Aşağıdaki ayette Allah onları tarif ederek şöyle
buyurdu:
"Onlar
cimrilik yapanlar, insanlara da cimriliği emredenlerdir. Kim yüz çevirirse
şüphesiz Allah müstağni, bütün hamde lâyık olanın ta kendisidir." Yani malını
harcamamak suretiyle cimrilik yapanlar, çoğunlukla kibirli, gururlu insanlardır.
Allah'ın maldaki hakkını ödemezler, bir yoksula bir fakire iyilikte
bulunmazlar. Başkalarından da mallarını harcamamalarını isterler, cimrilik
yapmayı insanlara güzel gösterirler. Lakin kim bu harcamayı yapmaz, Allah'ın
emirlerinden ve O'na itaat etmekten uzak durursa, bilsin ki Allah'ın ona
ihtiyacı yoktur. O gökteki ve yerde varlıklar nezdinde zatı övülendir, bu
cimrilik O'na zarar vermez. Kur'an-ı Ker-im'in aktardığı Musa'nın kavmine
söylediği şu sözde olduğu gibi cimrilik ancak o kişinin kendisine zarar verir:
"Eğer siz ve yeryüzündekiler hepsi nankörlük ederseniz (bu, Allah'a zarar
vermez), zira şüphesiz Allah müstağnidir, çok övülmeye lâyıktır." (İbrahim,
14/8). [8]
Peygamberlerin
Gönderiliş Gayesi: İslâm Toplumunun Esasları Ve Adalet Nizamı:
25-
Andolsun ki, biz açık açık delillerle elçilerimizi gönderdik ve insan'arın
adaleti ayakta tutmaları için beraberinde de kitabı ve mizanı indirdik. Bir de kendisinde hem çetin bir
sertlik, hem insanlar için menfaatler
bulunan demiri indirdik. Çünkü (bununla) Allah, kendisine ve peygamberlerine
gıyaben kiralerin yardım edeceğini belli edecektir. Şüphesiz ki Allah en büyük
kuvvet sahibidir, yegane galiptir.
Açıklaması
"Andolsun ki biz açık
delillerle elçilerimizi gönderdik ve insanların adaleti ayakta tutmaları için
beraberlerinde de kitabı ve mizanı indirdik." Yani andolsun ki biz peygamberlere
vahiy ile melekleri, bu vahyi ümmetlerine tebliğ etmeleri için de peygamberleri
apaçık mucizelerle, açık seçik hükümlerle ve kesin burhan ve delillerle
gönderdik. Beraberlerinde de Tevrat, İncil, Zebur ve Kuran gibi semavî kitaplar
indirdik. İnsanların em-rolundukları hak ve adalete tabi olmaları, hayatlarını
bu esas üzerine kurup bütün dinî ve dünyevî işlerinde birbirlerine adaletli
davranmaları için o peygamberlerle beraber mizanı, yani hükümlerde adaleti
indirdik, yani bunu onlara emrettik. Dolayısıyla onlar hükümlerin
uygulanmasının, dinlere saygı gösterilmesinin ve peygamberlere uyulmasının
bekçileridir.
"Bir
de kendisinde hem çetin bir sertlik, hem insanlar için menfaatler bulunan demiri
indirdik." Yani biz diğer madenlerin yanında demiri de yarattık, insanlara onu
işlemeyi öğrettik ve onu, hakkı gösteren bunca delilden sonra ondan yüz çevirip
inatlaşanlar için caydırıcı kıldık. Zira onda caydırıcı bir kuvvet ve insanlar
için yararlar vardır. Kap-kacak, ev eşyaları, bina yapımı, iktisadî hayatın
gerekleri, ziraî aletler, sulh ve savaş sanayii edevatı, ağır ve hafif harp
silâh ve edevatı, trenler, gemiler, uçaklar, arabalar gibi pek çok
ihtiyaçlarında insanlar demirden faydalanırlar. "Demir" kelimesi müslümanlar ve
devletin sınırlan içinde onlarla beraber yaşayan diğer insanlar arasında dinin
hükümlerini tatbik etmek için, dinin ve İslâm topraklarının harimine tecavüzde
bulunan ve dünyada İslâm'ın yayılmasına engel olan din düşmanlarına karşı cihad
etmek için onda caydırıcı güç olduğuna işarettir.
Rasulullah (s.a.) kendisine
peygamberlik geldikten sonra Mekke'de on üç sene kaldı. Akide ve ahlakı
düzeltmek, müşriklerle mücadele etmek, tevhidin aslını izah etmek, apaçık
mucizelerle peygamberliği ispat etmek için kendisine Mekkî sureler
vahyediliyordu. Muhalif insanlara karşı artık delil tamamlanınca Allah hicrete
müsade etti, akidenin yerleşmesini, müslümanların izzet ve şerefini savunmak ve
Kur'an'ın getirdiği esaslara saygıyı teminat altına almak için cihada izin
verdi. Ahmed bin Hanbel ve Ebu Davud'un İbni Ömer'den rivayet ettiğine göre
Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Ben, yalnız ortağı olmayan Allah'a ibadet
olunması için kıyamete yakın, kılıçla gönderildim. Benim rızkım, mızrağımın
gölgesinde yaratıldı. Zillet ve küçüklük benim işime muhalif olanlar üzerine
indirildi. Kim bir kavme benzemeye kendisini zorlarsa, o
onlardandır."
"Çünkü
(bununla) Allah kendisine ve peygamberlerine gıyaben kimlerin yardım edeceğini
belli edecektir. Şüphesiz ki Allah en büyük kuvvet sahibidir, yegane galiptir."
Yani Allah'ın bunu böyle yapması, sadece kim düşmana mukavemet etmek için cihad
silâhları arasında demiri kullanmak suretiyle Onun dinine ve peygamberlerine
ihlasla, samimiyetle yardım edeceklerin ortaya çıkması, bilinmesi içindir.
Şüphesiz Allah kuvvetlidir, muktedirdir, galiptir, kahredicidir, müminlere hiç
ihtiyaç duymadan zalimlerin düşmanlıklarını defedebilir, peygamberlerine ve
müminlere yardım edebilir. Onlara cihadı emretmesi ise sadece müminler cihaddan
ve onun sevabından faydalansınlar ve düşmanlarının kalbinde kendileri için
izzet, heybet ve güç kazansınlar içindir. Zira değerleri ve esasları (İslâmın
ilkelerini) korumak her zaman güçlü kuvvetli himayecilerle mümkün olur. [9]
Semavi
Dinlerin Esasta Bir Oluşu Ve İslâm'ın Öncekilerle İrtibatı:
26-
Andolsun ki biz Nuh'u ve İbrahim'i gönderdik, peygamberliği ve Kitab'ı da
onların nesillerine verdik. Neticede içlerinden bir kısmı hidayete ermiştir,
ama onlardan çoğu fasık idiler.
27-
Sonra bunların izleri üzerinde ardarda peygamberlerimizi gönderdik. Meryem oğlu
İsa'yı gönderdik ve ona İncil'i verdik ve ona tâbi olanların kalplerine bir
şefkat ve merhamet koyduk. Uydurdukları ruhbanlığı ise, onu üzerlerine biz farz
kılmadık. Ancak Allah rızasını aramak için yaptılar. Fakat buna da hakkıyla
riayet etmediler. Biz de içlerinden iman edenlere mükâfatlarını verdik.
Onlardan bir çoğu fasık kimselerdi.
28- Ey
iman edenler, Allah'tan korkun ve peygamberlerine iman edin ki size rahmetinden
iki nasib versin ve size kendisi ile yürüyeceğiniz bir nur lütfetsin ve sizi
affetsin. Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.
29-
Ehl-i Kitap Allah'ın lütfundan hiçbir şey elde edemeyeceklerini bilsinler. Lütuf
Allah'ın elindedir, onu dilediğine verir. Allah büyük lütuf
sahibidir."
Açıklaması:
"Andolsun ki biz Nuh'u ve
İbrahim'i gönderdik, peygamberliği ve kitabı da onların nesillerine verdik."
Yemin yemin olsun ki biz beşerin ikinci babası Nuh'u kendi kavmine,
peygamberlerin babası, Arabın babası İbrahim Halilü'r-Rahman'ı da bir başka
kavme peygamber olarak gönderdik, risalet ve nübüvveti (peygamberliği) de
onların nesillerine verdik. Bütün peygamberler o ikisinin neslindendir, Allah
onlardan sonra, onların zürriyetinden olmayan ne bir nebi, ne de bir rasul
gönderdi. İnen kitaplar da yine onların nesillerine indi. Allah onların
nesilleri dışında kimseye ne bir kitap indirdi, ne de bir beşere vahiy
gönderdi.
"Neticede içlerinden bir
kısmı hidayete ermiştir, ama onlardan çoğu fasık idiler." Yani zürriyet neticede
iki gruba ayrıldı. Onlardan bir topluluk hakka ve sırat-ı müstakime yöneldiler,
pek çoğu ise Allah'a itaatten ve koyduğu sınırlardan dışarı çıktılar. Allah'ın
bütün peygamberlerle ümmeti arasındaki sünneti (kanunu) işte
böyledir.
Bu
şuna delildir ki hak yolundan çıkmak ve sapmak, hakkı tanıma ve ona ulaşma
imkanı bulduktan ve gerekli deliller ortaya konulduktan sonra
olmaktadır.
"Sonra
bunların izleri üzerinde ardarda peygamberlerimizi gönderdik. " Yani onlardan
sonra asırlar boyu peşpeşe, birbiri ardına, bir peygamberden sonra bir diğerini
gönderdik. Nihayet İsa (a.s.)'m günlerine gelindi.
Vahiy
silsilesinde meşhur olduğu için Allah İsa (a.s.)'ı özellikle zikrederek şöyle
buyurdu:
"Meryem oğlu İsa'yı
gönderdik ve ona incil'i verdik." Yani peygamberler silsilesini Meryem oğlu İsa
ile devam ettirdik ve ona İncil'i verdik. İncil, Allah'ın dininin esaslarını
ihtiva edici, Tevrat'takileri tamamlayıcı, şeriatın hakikatini ve hikmetini
açıklayıcı, 'Yahudilerden gelen zulüm sebebiyle onlara helâl kılınmış olan nice
iyi şeyleri onlara haram kıldık." (Nisa, 4/160) ayetinde Cenab-ı Hakk'ın ifade
ettiği gibi yaptıkları zulüm ve çirkinliklerden dolayı İsrailoğullan'na ceza
olmak üzere konulmuş olan sert hükümlerin bazılarını hafifletici olarak
Allah'ın İsa (a.s.)'a vahyettiği kitaptır.
Sonra
Allah İsa'ya tâbi olanların sıfatlarından bazılarını zikrederek şöyle
buyurdu:
"Ve
ona tâbi olanların kalplerine bir şefkat ve merhamet koyduk. Uydurdukları
ruhbanlığı ise, onu üzerlerine biz farz kılmadık. Ancak Allah rızasını aramak
için yaptılar. Fakat buna da hakkıyla riayet etmediler." Yani Yahudilerin
katılığının aksine, biz ona tâbi olan havarilerin ve yardımcılarının kalplerine
bir şefkat bir merhamet koyduk. Onların kendiliklerinden uydurdukları, ihdas
ettikleri ruhbanlığa gelince: Bunu onlar için Allah koymadı, bunu onlara Allah
emretmedi. Bilakis ibadette aşırılık yaparak bu tarz üzere yürüdüler; yememe,
içmeme, evlenmeme konusunda bu meşakketleri kendileri yüklediler. İnsanlardan
uzaklaşıp mağaralarda, kiliselerde ibadete çekildiler, Allah'a yakın olmak için
sert dokunmuş elbiseler giydiler.
Onlar
bu ruhbanlığı sırf Allah'ın rızasını kazanma maksadıyla uydurdular, ama buna
hakkıyla riayet etmediler, esaslarını muhafaza etmediler ve içlerinden pek çoğu
bunu fesad işlerde kullandı.
İbni
Kesir in de dediği gibi bu onlar için iki bakımından kınama ifade eder:
Birincisi: Allah'ın dininde Onun emretmediği şey uydurmak (bid'at). İkincisi:
Kendilerini Allah'a yaklaştıran bir ibadettir diye iddia ederek yapmayı
üstlendikleri şeyi yerine getirmemeleri.
İbni
Ebî Hatem'in rivayetine göre İbni Mesud şöyle dedi: Rasulullah (s.a.) bana: "Ey
İbni Mes'ud" dedi. Ben de: "Buyur ya Rasulallah" dedim. Şöyle devam etti:
"Biliyor musun İsrailoğulları yetmiş iki fırkaya ayrıldı. İçlerinden üçü hariç,
hiçbiri kurtulmadı. Bunlardan birincisi isa'dan sonra mağrur ve mütekebbir
kralların arasında bulundu, Allah'ın dinine, Meryem oğlu İsa'nın dinine
çağırdı, o krallarla savaştı sabretti, öldürüldü ve kurtuldu. Sonra başka bir
grup çıktı. Bunların savaş gücü yoktu, bunlarda kralların ve zalimlerin arasında
bulundular. Allah 'in dinine ve Meryemoğ-lu İsa'nın dinine davet ettiler,
öldürüldüler, testerelerle biçildiler, ateşlerde yakıldılar, neticede sabredip
kurtuldular. Sonra bir başka grup çıktı, bunların da ne savaşacak gücü, ne de
adaleti sağlayacak kuvveti vardı. Bunlar da dağlara çekilip ibadetle vakit
geçirdiler. İşte Allah 'ııı "uydurdukları ruhbanlık ise onu üzerlerine biz farz
kılmadık" dediği kişiler bunlardır. "[10]
"Biz
de içlerinden iman edenlere mükâfatlarını verdik. Onlardan bir çoğu fasık
kimselerdir." Yani gerçekten iman eden o müminlere bu imanları sebebiyle
hakettikleri sevabı verdik. Ruhbanlık yapan bu insanların çoğu fasıktır,
Allah'ın koyduğu sınırlardan ve O'na itaatten çıkmışlardır, haksız yere
insanların mallarını yerler, gidişleri sapıktır.
Hafız
Ebu Ya'la'nın Enes bin Malik'te rivayetine göre Rasulullah (s.a.) şöyle diyordu:
"Kendinize ağır işlev yüklemeyin, yüklerseniz (Allah tarafından da) size ağır
yüklenir. Çünkü bir kavim kendisine ağır yükledi de onlara (bu sonra) ağır
geldi. İşte bu onların mabetlerde, kiliselerde inzivaya çekilmeleridir.
Uydurdukları ruhbanlık ise onu üzerlerine biz farz kılmadık.
"
Ahmed
bin Hanbel'in İyas bin Malik'ten rivayet ettiklerine göre Rasulullah şöyle
buyurdu: "Her peygamberin bir ruhbanlığı vardır. Bu ümmetin ruhbanlığı da Allah
yolunda cihaddır."
Sonra
Allah hem İsa (a.s.)'a, hem de Muhammed (s.a.)'e iman edenlerin sevabını
zikrederek şöyle buyurdu:
"Ey
iman edenler, Allah 'tan korkun ve peygamberine iman edin ki size rahmetinden
iki nasib versin ve size kendisi ile yürüyeceğiniz bir nur lütfetsin ve sizi
affetsin. Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir." Yani ey Ehl-i Kitap
inananlarından olup da Allah'ın varlığını ve birliğini ve peygamberi Muhammed
(s.a.)'i tasdik eden Yahudi ve Hristiyanlar! Allah'ın size emrettiklerini
yaparak, yasak ettiklerini terkederek Ondan korkar, elçisi Muhammed'e de iman
ederseniz, Allah size önceki peygamberlere iman ettikten sonra son peygamberi
Muhammed'e de iman etmeniz sebebiyle rahmetinden iki nasip veya iki kat verir ve
buna ziyade olarak da size sıratta aydınlığı ile yürüyebileceğiniz, ahirette
yolunuzu bulabileceğiniz bir nur, dünyada cehaleti ve körlüğü farkedebileceğiniz
bir hidayet lütfeder ve geçmiş günahlarınızı affeder. Allah çok mağfiret ve
rahmet sahibidir.
Daha
önceki bütün peygamberlere iman ettikten sonra Muhammed (s.a.)'e de iman edenler
için verilen bu vaad şu üç hususu ihtiva etmektedir: sevabın kat kat olması,
kurtuluşları için sırat üstünde onlara nur verilmesi, günah ve kötülüklerinin
affedilmesi.
Buhari
ve Müslim'in Ebu Musa el-Eş'arî'den rivayet ettiğine göre Rasulullah (s.a.)
şöyle buyurdu: "Üç sınıf insan vardır ki ecri iki defa verilir: Ehl-i Kitap'tan
bir adam, hem kendi peygamberine hem de bana iman ederse ona iki ecir vardır.
Bir köle, hem Allah'ın hakkını, hem de efendilerinin hakkını yerine getirirse,
ona iki ecir vardır. Bir insan cariyesini yetiştirir, terbiyesini güzel verir,
sonra onu azad edip eulendirirse, buna da iki ecir
vardır."
Sonra
Allah peygamberliğin kendi kavimlerine ait olduğunu iddia eden Yahudilere
cevaben şöyle buyurdu: "Ehl-i Kitab Allah'ın lutfundan hiçbir şey elde
edemeyeceklerini bilsinler. Lütuf Allah 'in elindedir, onu dilediğine verir.
Allah büyük lütuf sahibidir." Yani Allah'tan korkun ve iman edin ki yukarıda
geçen üç şeyi size versin. Ehl-i Kitap'tan, Allah'ın verdiğinin geri
çevrilemeyeceğine, vermediğinin de alınamayacağına inan-mayıp Ondan
korkmayanlar, bunlar Allah'ın Muhammed'e iman edenlere lütfettiğinden hiçbir şey
elde edemeyeceklerini ve bunu hak etmiş olanlara ihsan ettiği risalet, nübüvvet
vs. lütuflarını vermesine de mani olamayacaklarını, lütfün -ki peygamberlik,
ilim ve takva da bu cümledendir- Allah'ın elinde olduğunu, Muhammed'e ashabını
ve ümmetine İslâm dininden zengin bir pay verdiği gibi onu dilediğine vereceğini
iyi bilsinler ve bu gerçeği kabul etsinler. Allah lütfü geniş, kullarından
dilediğine karşı ihsanı ve hayrı çoktur.[11]
Kısacası; Ehl-i Kitap,
nebilerin ve rasullerin sonuncusu Muhammed (s.a.)'e iman etmedikçe Tevrat'a,
İncil'e, Musa ve İsa'ya iman etmiş olmaları yetmez ve hiç fayda vermez. [12]
[1] Bahru'l-Muhit,
VTII/217.
[2] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/248-251.
[3] İbni Ebî Hatem ve İbni Cerir
rivayet etmiştir.
[4] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/256-259.
[5] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/264-266.
[6] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/269-271.
[7] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/273-275.
[8] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/278-280.
[9] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/282-283.
[10] İbni Cerir de bir başka
lafızla rivayet etmiştir.
[11] Açıklamasını verdiğimiz bu
ayetin başındaki "li-ellâ yaleme", daha önce de bahsettiğimiz gibi "li-yaleme"
demektir. Nitekim İbni Mes'ud "li-key yaleme" şeklinde okumuştur. İbni Cerir
bunun sebebini şöyle açıklıyor: Çünkü Arab hemen her sözünde "lâ"yı te'kit edici
zaid bir sıla olarak getirir. Açık olmayan bir inkâr ifade etmek üzere sözün
başında veya sonunda gelir. Başka ayetlerde de benzeri gelmiştir. Meselâ
"Mâ-me-ne'ake ellâ tescüde" (Araf, 7/12); "Ve mâ-yuş'irüküm ennehâ izâ-câ'et
lâ-yü'minûn" (En'am, 6/109); "Ve harâmun alâ karyetin ehleknâhâ ennehüm lâ
yerci'ûn" (Enbiya, 21/95)
[12] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
14/287-290.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder