Güncel Duyuru: Öğrencilerimizin dikkatine ! Ücretsiz TEMEL ARAPÇA SARF&NAHİV derslerimizi Eklemeye başladık 1-13.Derse kadar Tamam(Elhamdü lillah) Tıkla Ders Sayfasına Git Tags:Online Arapça Dersleri Video,İslami ilimler Video Dersleri,İlahiyat Önlisans Arapça Video Dersleri,İlahiyat Arapça Video Dersleri,İmam Hatip Arapça Dersleri Video,İlitam Arapça Video Dersleri,Tefsir Dersleri Video,Hadis Dersleri Video,Fıkıh Dersleri Video,Arapça Dershaneniz,Kur'an,Sünnet,Arapça dersleri,tefsir oku,hadis,oku,Kuran meali oku,arapça öğreniyorum,arapça dilbilgisi video,arapça nahiv video,arapça sarf dersleri video,islami sohbetler

57-Hadid Suresi Meali Tefsiri Oku: 1-Her Vakit Allah'ı Tesbih Etme Ve Bunun Sebepleri-2-Bazı Dini Mükellefiyetler: Allah Ve Rasulüne İmana Ve Allah Yolunda Harcamaya Teşvik-3-Münafıkların Kıyametteki Hali

HADİD SURESİ


Her Vakit Allah'ı Teşbih Etme Ve Bunun Sebepleri:


1- Göklerde ve yerde her şey Allah'ı teşbih etmektedir. O galib-i mutlak­tır, hikmet sahibidir.
2- Göklerin ve yerin mülkü O'nun-dur. Diriltir ve öldürür. O her şeye
3- O, hem evveldir, hem âhirdir; hem zahirdir hem bâtındır. O her şeyi kemaliyle bilendir.
4- O, gökleri ve yeri altı günde yara­tan, sonra Arş'ın üzerine istiva eden­dir. Yere giren, oradan çıkan; gök­ten inen, oraya yükselen her şeyi bi­lir. Nerede olursanız, O sizinle bera­berdir. Allah yaptıklarınızı görür.
5- Göklerin ve yerin mülkü O'nundur. İşler ancak Allah'a döndürülür.
6- Geceyi gündük gündüzü geceye katar. O, kalplerde olanı bilir.

Açıklaması:


"Göklerde ve yerde her şey Allah'ı teşbih etmektedir. O galib-i mutlak­tır, hikmet sahibidir." Yani göklerde ve yerde bulunan her şey: Cansızlar ve bitkiler, insan ve hayvan; insan, cin ve meleklerin yaptığı gibi kimisi diliy­le, diğerlerinin yaptığı gibi kimisi lisan-ı haliyle Allah'a tazim ve O'nun Rab oluşunu ikrar olmak üzere Onu bütün noksanlıklardan ve şanına lâyık olmayan her şeyden tenzih etmektedir. Nitekim şu ayet-i kerime de bunu ifade etmektedir: "Yedi gök, yer ve bunlardaki herkes O'nu teşbih eder. O'nu övgü ile teşbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ne var ki siz onların teşbihini anlamazsınız. O, halimdir, bağışlayıcıdır." (İsra, 17/44). Çünkü her varlık yaratıcıyı göstermektedir. Akıllı varlıkların teşbihi tenzih, tak­dis ve ibadettir; diğerlerininki ise Onu itiraf ve ikrardır.
Allah, her şeyin kendisine boyun eğdiği kuvvetli, muktedir ve galib olanın ta kendisidir, mülkündeki tasarrufta kimse O!na ortak olmaz. Yö­netmesinde, işinde, yaratmasında ve hükmünde hikmet sahibidir. Doğruya ve hikmete uygun tasarruf eder. Bu son ayet daha önce geçenleri zımnen tekit makamında gelmiş, hiç ihtiyacı olmadığı halde Cenab-ı Hakk'ın teşbi­he lâyık yegâne kudret olduğuna delâlet eden müstakil bir cümledir.
"Göklerin ve yerin mülkü O'nundur. Diriltir ve öldürür. O, her şeye hakkıyla kadirdir." Yani göklerin ve yerin mutlak mülkiyeti Allah'a aittir, oralarda yalnız O tasarrufta bulunur, tam tasarruf yetkisi O'nundur, emri geçerli olan yalnız Odur, dolayısıyla O'nun tasarrufundan başkası geçerli olamaz, yarattıkları hakkında tasarruf eden O'dur. Dilediğini diriltir,, dile­diğini öldürür, dilediğine dilediğini verir. Tam kudret sahibidir, ne olursa olsun hiçbir şey O'nu aciz düşüremez, dilediği her şey olur, dilemediği hiç­bir şey olmaz.
"O hem evveldir, hem âhirdir; hem zahirdir, hem bâtındır. O her şeyi kemaliyle bilendir." Yani Allah her şeyden önce ilkdir. Meşhur bir sözde -ki bu hadis değildir- şöyle denilir: "Ben gizli bir hazine idim, bilinmek istedim; varlıkları yarattım, böylece benim sebebimle beni tanıdılar." "Onun zatı hariç her şey yok olacaktır." (Kasas, 28/88) ayetinde de buyurduğu gibi O, yarattıkları yok olduktan sonra, her şeyden sonra baki kalan sondur. O her şeyin üstünde yüce, her şeye galib olan zahirdir. Gizlediği her şeyi bilen giz­lidir, zatının hakikatim akıllar bilemez, duyular kavrayamaz. O her şeyi bilen tam ilim sahibidir, bilineceklerden hiçbir şey, Onun bilgisinin dışında kalmaz.
Müslim'in Sahih'inde Ebu Hüreyre'den rivayet ettiğine göre Rasulul-lah (s.a.) şöyle dua ederdi: "Ya Rabbi sen ilksin, senden önce hiçbir şey ol­mamıştır. Sen sonsun, senden sonra hiçbir şey olmayacaktır. Sen zahirsin (üstünsün), senin üstünde hiçbir şey yoktur. Sen bâtın (gizlisin) senden gizli bir şey yoktur. Borcu ödememize yardım et, fakirlikten uzak kıl."
"O gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra Arş'm üzerine istiva eden­dir. " Yani gökleri ve yeri, miktarını kendisinin bildiği altı günde ve altı fark­lı vakitte yaratan, yaratıp yoktan var eden O'dur. Allah bunları bir anda yaratmaya kadirdir, ancak bu sayı, insanlara işlerde teenni ve dikkati öğ­retmek içindir. Sonra Allah keyfiyetini ancak kendisinin bildiği şekilde, zatına lâyık bir istiva ile Arş'ın üstüne istiva etti (oturdu). "İstiva" hakkın­daki bu görüş selefin görüşüdür. İhtiyatlı olduğu için bu görüş evlâdır. Daha sonraki âlimler ise "Arş'ın üzerine istiva"yı işleri düzene koymak, ayetleri açıklamak ve önemli noktalan istila etmek şeklinde tevil etmişlerdir.
'Yere giren, oradan çıkan, gökten inen, oraya yükselen her şeyi bilir." Yani her şeyi bilir: Yere giren yağmuru, ölüleri ve başka şeyleri, yerden çıkan bitkileri, ekinleri, meyveleri, madenleri vs., gökten inen yağmur, melekler vs.yi ve göğe yükselen melekleri, kulların iyi ve kötü amellerini, duaları, yükselen buharları vs.yi bilir. Nitekim sahih hadiste şöyle gelmiş­tir: "Gecenin ameli gündüzden önce, gündüzün ameli geceden önce O'na yük­seltilir. "
Bu ayetin bir benzeri de şu ayettir: "O'nun yanındadır gaybın anah­tarları. Onları ancak O bilir. Karada ve denizdeki her şeyi bilir. O'nun ilmi dışında bir yaprak bile düşmez. Yerin karanlıklarında tek bir daneyi dahi bilir, hiçbir yaş ve kuru yoktur ki hepsi apaçık bir kitapta olmasın." (En'am, 6/59).
"Nerede olursanız, O sizinle beraberdir. Allah yaptıklarınızı görür." Yani Allah, kullan karada, denizde, havada nerede olurlarsa kudreti ile, gücü ile ve ilmi ile onlarla beraberdir. Allah onları gözetmektedir, amel­lerini görmektedir. Bunlardan hiçbir şey Ona gizli olmaz.
Ebu Hayyan şöyle dedi: "Bu ayetin bu şekilde tevil edilmesi lâzım gel­diği, zahirinden anlaşıldığı gibi "zatı ile beraber olma" manasına alınamay­acağı üzerinde ümmet icma etmiştir. Bu ayet, zahirine hamledilmesi müm­kün olmayan diğer ayetlerin de tevilini kabul etmeyenlere karşı bir delildir.".[1]
"Göklerin ve yerin mülkü O'nundur. İşler ancak Allah'a döndürülür." Yani "Şüphesiz ahiret de dünya da bize aittir." (Leyi, 92/13) ayetinde de buyrulduğu gibi dünyanın da, ahiretin de maliki O'dur. Dolayısıyla hük­münü reddedecek, bozacak yoktur. "O Allah'tır, O'ndan başka ilâh yoktur. Dünyada ve ahirette övgü yalnız O'nadır." (Kasas, 28/70) ayetinde buyrul­duğu gibi, O bütün bunlara karşı övülmüştür. Kıyamet günü bütün işlerin dönüşü kendisinden başka ilâh olmayan tek Allah'adır, kullan hakkında dilediği hükmü verir. O, âdildir, zerre kadar zulmetmez.
"Göklerin ve yerin mülkü O'nundur..." sözü ya tekit için tekrardır veya tekrar değildir; çünkü "Diriltir ve öldürür" ifadesinden dolayı ilk ayet dün­ya hakkında, "İşler ancak Allah'a döndürülür" ifadesinden dolayı, ikincisi ahiret hakkında olmaktadır.
"Geceyi gündüze, gündüzü geceye katar. O kalplerde olanı bilir." Yani şüphesiz varlıklar üzerinde tasarrufta bulunan yegâne Allah'tır, geceyi gündüzü değiştirir, hikmeti ile onlan dilediği gibi takdir eder, bazan geceyi uzatır, gündüzü kısaltır; bazan aksini yapar, bazan da eşit kılar. O'nun hik­meti ve murat ettiği gibi takdir etmesiyle dört mevsim birbirini takip eder. O, gizli de olsa, kalplerdeki sırları ve gizlenmiş şeyleri bilir. Zaten ister açık, ister gizli olsun bunlardan hiçbir şey O'na gizli değildir.
Bu, Allah'ın mülkü üzerinde tefekkür etmeye teşviktir, nimetlerine karşı şükürdür ve şanına lâyık olmayan her şeyden O'nu tenzihtir. Özet olarak: Bu ayetler her şeyin Allah'ı tenzih ve teşbih ettiğini haber vermek­te ve bu teşbihi gerektiren sebepleri beyan etmektedir.[2]

Bazı Dini Mükellefiyetler: Allah Ve Rasulüne İmana Ve Allah Yolunda Harcamaya Teşvik:


7- Allah'a ve peygamberlerine iman edin, size vekâlet verdiğinden harcayın. İçinizden iman edip de harcayanlar   onlar için büyük bir
 8' Peygamber, Rabbinize iman et- meniz için sizi davet edip dururken size ne oluyor da Allah'a iman et-miyorsunuz? Halbuki O sizden edecekseniz (hemen edin).
 9- SİZİ karanlıklardan nuramak için kuluna apaçık ayetler indiren O'dur. Şüphesiz Allah size çok
i ve merhametlidir.
10- Ne oluyor size ki Allah yolunda harcamıyorsunuz? Halbuki göklerin
ve yerin mirası Allah'ındır. Içinizden, fetihden önce harcayan ve savaşanlar aynı olmaz. Onlar derece itibariyle daha sonra harcayan ve savaşanlardan daha yüksektir. Bununla beraber Allah her birine en güzeli vaadetti. Allah ne yaparsanız, haberdardır.
11-  Kim Allah'a güzel bir ödünç verecek olursa, O onu kat kat artıraçaktır. Ona çok değerli bir mükâfat
da vardır.
12- Mümin erkekleri ve kadınları, nurları önlerinden ve sağlarından koştuğunu gördüğün gün (melekler) "Bu gün size altından nehirler akan ve içlerinde ebedî kalacağınız cennetler müjdeler olsun." (derler). İşte bu, büyük murada ermenin ta kendisidir.

Açıklaması:


Allah'a ve peygamberine iman edin, size vekalet verdiğinden harcayın. İçinizden iman edip de harcayanlar, onlar için büyük mükâfat vardır." Yani Allah'ın birliğini, Muhammed (s.a.)'in peygamberliğininin doğru olduğunu en doğru şekilde tasdik edin ve bu yolda devam edin, sebat edin, gerçekten sizin mülkünüz yapmaksızın sadece üzerinde tasarrufta bulunma konusunda sizi vekil kıldığı Allah'ın malından harcayın. Zira mal, Allah'ın malıdır, kullar Allah'ın mallarında O'nun vekilleridir. Öyleyse onları Al­lah'ı hoşnud edecek yerde sarfetmeleri vacibdir.
Sonra Allah ve Rasulüne imanı ve Allah yolunda harcamayı bir arada yapanlar için çok hayırlı ve faydalı bir mükâfat -ki o cennettir- olduğunu beyan ederek iman etme ve Allah yolunda harcama yapmaya teşvik etti.
Ahmed bin Hanbel'in rivayetine göre Abdullah bin eş-Şihhîr şöyle dedi: Rasulullah'ın yanına gittim o şöyle diyordu: "Mal mülk çokluğu ile böbürlenmek sizi oyaladı. Ademoğlu "malım, malım" der durur, senin yiyip tükettiğin, giyip eskittiğin veya sadaka verip kalıcı yaptığından başka malın yoktur." Bunu Müslim de rivayet ettikten sonra Rasulullah'ın şu ilavesini de zikretti: "Bunlardan gerisi gidicidir ve (başka) insanlara kalacaktır."
Sonra Allah iman etmemeyi kınayarak şöyle buyurdu:
"Peygamber, Rabbinize iman etmeniz için sizi davet edip dururken size ne oluyor ki Allah'a iman etmiyorsunuz? Halbuki O, sizden kesin söz de al­mıştı. Eğer iman edecekseniz (edin)." Yani Peygamber sizi imana çağırıp dururken ve apaçık deliller içeren O Kur'an'ı size okuyarak getirdiklerinin doğruluğuna dair delilleri ve hüccetleri beyan edip dururken, sizi iman et­mekten alıkoyan nedir? Halbuki O, ruhlar âleminde iman edeceğinize dair kesin söz almıştı. Ayrıca O sizin için kâinatta, insanın iç ve dış âleminde birliğine ve iman etmenin gerekliliğine delâlet eden deliller ortaya koydu. Zaten akl-ı selim de buna yönlendirmektedir. Eğer iman etmek niyetinde iseniz, hemen edin. Peygamber davet ettikten ve kendilerinden kesin söz alındıktan sonra hâlâ iman edilmemesine karşı bu söz bir tehdittir, bir azarlamadır.
Buhari'nin Sahih'ioâe rivayet ettiğine göre bir gün Rasulullah (s.a.) as­habına şöyle buyurdu: "İman bakımından müminlerin hangileri sizin daha hoşunuza gidiyor?" "Melekler" dediler. Rasulullah (s.a.) "Onlara n oluyor da iman etmeyecekler? Onlar Rablerinin yanındalar." dedi. "Öyleyse peygam­berler" dediler. Rasulullah (s.a.) "Onlara n'oluyor da iman etmeyecekler? Onlara vahiy geliyor." dedi. "Bizler öyleyse" dediler. Rasulullah (s.a.) "Size noluyor ki iman etmeyeceksiniz? Ben aranızdayım. İman bakımından müminlerin en hayret edilecek olanı şu kavimdir ki sizden sonra gelecekler, birtakım sayfalar bulacaklar ve içindekilere iman edecekler." dedi.
Sonra Allah inanmayanların mazeretini ortadan kaldırmak için Kur'an-ı Kerim'in indiriliş gayesini açıklayarak şöyle buyurdu:
"Sizi karanlıklardan nura çıkarmak için kuluna apaçık ayetler indiren Odur. Şüphesiz Allah size çok şefkatli ve merhametlidir." Yani Allah'ın Kur'an-ı Kerim ve diğer mucizelerden oluşan apaçık ayetleri indirmekten muradı sizi cehalet, inkâr ve çarpık görüşlerin karanlıklarından hidayet, yakîn ve iman nuruna çıkarmaktır. Şüphesiz Allah kullarına karşı çok şef­katli ve merhametlidir. İşte bu sebepten onların hidayeti için kitaplar in­dirdi, peygamberler gönderdi, imana mani olacak şüphe ve engelleri gider­di, sebepleri yok etti.
İman etmeyi ve harcamayı kullarına emredip onları bunları yapmaya teşvik ettikten ve iman etmedikleri için payladıktan sonra harcama yap­madıkları için onları azarlayarak şöyle buyurdu:
"Ne oluyor size ki Allah yolunda harcamıyorsunuz? Halbuki göklerin ve yerin mirası Allah'ındır" Yani sizin mazeretiniz nedir? Allah'a itaat ve O'nun rızasını kazanma ve O'nun yolunda cihad etme uğruna harcama yapmanıza mani olan şey nedir? Harcayın, fakirlikten korkmayın. Zira yolunda harcama yaptığınız, göklerin ve yerin malikidir, göklerde ve yerde tasarrufta bulunan Odur, göklerin ve yerin hazineleri Onun nezdindedir. Siz o malları hayatınızda iken harcamazsanız mirasın mirasçıya döndüğü ve size ondan hiçbir şey kalmadığı gibi bütün mallar Allah'a dönecektir. Mal Allah'ın malıdır. Allah şöyle buyuruyor: "Siz hayra ne harcarsanız, Al­lah onun yerine başkasını verir. O, rızık verenlerin en hayırlısıdır." (Sebe, 34/39). Ve yine şöyle buyuruyor: "Sizin yanınızdaki tükenir, Allah katın-dakiler ise bakidir." (Nahl, 16/96). İşte bu şekilde Allah önce iman emeyi ve harcamayı emretti, sonra iman etmenin vacib olduğunu vurguladı.
Harcamanın bir fazilet olduğunu beyan ettikten sonra Allah, har­camada yarış yapmanın faziletin zirvesi olduğunu ve harcayanların durumlarına göre dereceleri olacağını beyan ederek şöyle buyurdu:
"içinizden, fetihten önce harcayan ve savaşanlar aynı olmaz. Onlar derece itibariyle daha sonra harcayan ve savaşanlardan daha yüksektir." Yani Mekke fethinden önce Allah yolunda harcayıp savaşlarla fetihten son­ra infak edip savaşanlar aynı olmaz. O ilklerin dereceleri sonrakilerden daha üstündür. Çünkü fetihten önce müslümanlann ihtiyacı daha çoktu, daha az ve daha zayıftılar, çok az malî imkan bulabiliyorlardı. Fetihten sonra ise çoğaldılar ve servetleri arttı.
"Bununla beraber Allah herbirine en güzeli vaadetti. Allah ne yapar­sanız, haberdardır. " Yani bu iki gruptan her birine dereceleri farklı olmak­la beraber en güzel mükâfatları, cenneti vaadetti. Allah yaptıklarınızı, gizli ve açık hallerinizin hepsini bilir, ona göre sizi mükâfatlandırır. Sizin hal­lerinizden hiçbir şey Allah'a gizli olmaz.
Ahmed bin Hanbel'in rivayetine göre Enes şöyle dedi: Halid bin Velid ile Abdurrahman bin Avf arasında şöyle bir konuşma geçti: Halid Abdur-rahman'a "Bizden önce müslüman olmanız dolayısıyla bize üstünlük tas­lıyorsunuz" dedi. (Halid Hudeybiye sulhu ile Mekke fethi arasında müs­lüman olmuştu). Bu söz Rasulullah'a iletildiğinde şöyle buyurdu: "As­habımı bana bırakın. Nefsim, elinde olana yemin olsun ki siz Uhud kadar veya dağlar kadar altın Allah yolunda harcasanız, onların amellerine ulaşamazsınız."
Buhari, Müslim ve diğerlerinin Ebu Said el-Hudrî'den rivayet ettik­lerine göre Rasulullah şöyle buyurdu: 'Ashabıma dil uzatmayın. Muham-med'in nefsi elinde olana yemin olsun ki sizden biri Uhud kadar altın infak etse, onlardan birinin müddüne, hatta yarısına erişemez." (Bir müdd, tak­riben 18 litredir).
Sonra Allah bu infakın semeresini beyan ederek şöyle buyurdu:
"Kim Allah'a güzel bir ödünç verecek olursa, O, onu kat kat artıracak­tır. Ona çok değerli bir mükâfat da vardır." Yani kim karşılığını Rabbinin katından bekleyerek malını Allah yolunda harcarsa, o sanki Allah'a karz-ı hasen -yani başa kakmadan, incitmeden, gönül rızası ile bir ödünç- vermiş olur. Allah da bunu onun için kat kat artırır ve ahvale, şahıslara ve zamana göre sevabı on mislinden yediyüz misline kadar yükseltir. Bundan başka ona çok hayırlı, faydalı bir karşılık güzel ve kıymetli bir mükâfat vardır ki o da cennettir.
İbni Ebi Hatem'in rivayetine göre Abdullah bin Mesud şöyle dedi: Bu ayet indiği zaman Ebuddahdah el-Ensarî "Yâ Rasulullah (s.a.)! Herhalde Allah bizden ödünç istiyor." dedi. "Evet" dedi. Rasulullah (s.a.) Ebuddah­dah "Elinizi verir misiniz ya Rasulallah?" dedi. Rasulullah'm elini tuttu ve "Ben bahçemi Rabbime ödünç verdim." dedi. Onun, içinde altıyüz kök hur­ması olan bir bahçesi vardı. Hanımı ve çocukları orada otururdu. Ebuddah­dah hanımına "Artık buradan çık, ben burayı Rabbime ödünç verdim (vak­fettim)." dedi.
Bir başka rivayette hanımı ona "Alış-verişin kârlı olmuş." demiş ve eş­yasını ve çocuklarını oradan taşımıştı. Rasulullah (s.a.) de "Cennette Ebud­dahdah için meyve yüklü nice hurmalar var." dedi.
Sonra Allah infak eden müminlerin kıyametteki güzel hallerini haber vererek şöyle buyurdu:
"Mümin erkekleri ve kadınları, nurları önlerinden ve sağlarından koş­tuğunu gördüğün gün (melekler) "Bugün size altlarından nehirler ve iç­lerinde ebedî kalacağınız cennetler müjdeler olsun." derler. İşte bu, büyük murada ermenin ta kendisidir." Allah yolunda harcayan mümin erkek ve kadınlar, kıyamet günü sıratın üstünde nurun önlerinden ve sağ taraf­larından koştuğunu gördüklerinde onları bir göreceksin. Meleklek tarafından kendilerine şöyle denilir: "Dünyada iken gönderdiğiniz salih ve güzel amellere uygun bir mükâfat ve size ikram olmak üzere, aralarından nehir­ler akan ve içlerinde ebedî duracağınız cennetler size müjdeler olsun." îşte bu nur ve bu müjde misli ve benzeri olmayan, hatta artık bundan ötesi asla bulunmayan büyük kurtuluştur.
Kitaplarını sağ taraflarından alan bu insanların salih amelleri kur­tuluşlarının ve cennete giden yolu bulmalarının sebebidir. Nitekim ayet-i kerimede: "O vakit kitabı sağ eline verilen kimseye gelince, kolayca bir hisab ile muhasebe edilecek o. Ehline de sevinçli dönecektir." (İnşikak, 84/7-9).
"...nurları önlerinden ve yanlarından koşar... denildi. Çünkü bu kur­tuluş alâmetidir.
İbni Mes'ud'un bu ayetin tefsiri sadedinde söylediğine göre insanlar amellerinin mikdarına göre sıratı geçecekler: Bir kısmının nuru dağ kadar, bir kısmınınki hurma ağacı kadar, bir kısmının da ayaktaki insan boyu kadar olacaktır. Nuru en az olanınki ise elinin başparmağında olacak, bir yanıp bir sönecek.[3] Katade şöyle dedi: Bize nakledildiğine göre Rasulul-lah (s.a.) şöyle diyordu: "Müminlerden bazılarının nuru Medine'den Aden'e ve San'a'ya kadar aydınlatır. Kimisininki daha az olur. Hatta bazılarının nuru sadece iki ayağının yerini aydınlatır."
Özet olarak: İman ve infak şu üç şeyin sebebidir: Hesap günü kur­tuluş, meleklerin cennetle müjdelemesi ve naim cennetlerinde ebedî kalış. Ayrıca bu ayet, kıyamet dehşetlerinin müminlere gelmeyeceğine de delâlet etmektedir. Çünkü Allah müminlerin hiçbirini ayırt etmeden kıyamet günü onların sıfatlarının bu olduğunu beyan etti. [4]

Münafıkların Kıyametteki Hali:


13-  O gün, münafık erkekler ve münafık kadınlar iman edenlere "Bizi bekleyin, nurunuzdan bir par­ça alalım." derler. "Arkanıza dönün de, bir nur arayın." denilir. Hemen aralarına tek kapısı olan bir sur çekilir. Surun içinde rahmet, dış tarafında da azap vardır.
14-  Onlara seslenirler: "Biz sizinle beraber değil miydik?." Müminler: "Evet. Lakin siz kendi kendinizi belâya soktunuz, beklediniz, şüphe ettiniz, kuruntular sizi aldattı, nihayet Allah'ın emri geldi ve o çok aldatan (şeytan) sizi Allah hakkında da aldattı." derler.
15- Artık bu gün ne sizden, ne de in­kâr edenlerden hiçbir fidye kabul edilmez. Varacağınız yer ateştir. Size yaraşan odur. Ne kötü varış yeridir.

Açıklaması:


"O gün münafık erkekler ve münafık kadınlar, iman edenlere "Bizi bek­leyin, nurunuzdan bir parça alalım." derler." Yani kıyamet gününde münafık erkekler ve kadınlar, nurları önlerinden ve sağlarından koşan müminlere şöyle diyecekler: Ey kurtuluşa ermiş müminler, bizi de bekleyin belki nurunuzdan istifade ederiz de şu zifiri karanlıktan çıkar ve bizi bek­leyen elim azaptan kurtuluruz."
Bir grup âlim şöyle demiştir: Kıyamet günü bütün insanlar karanlıkta olacak, sonra Allah müminlere bu nurları verecek, münafıklar da "Bize yönelin." diyerek aydınlanmak isteyecekler. Çünkü müminler onlara doğru bakarsa, nur da önlerinde olduğuna göre bu nurların parıltılarından is­tifade edecekler, demektir.
Kendilerine bütün emellerini suya düşürecek şu cevap verilir:
"Arkanıza dönün de bir nur arayın, denilir." Yani melekler veya müminler onlara dünyaya dönün bizim iman ve salih amellerle bul­duğunuz nuru siz de arayın. Bu ifadede onlarla istihza ve istekleriyle alay etme vardır. Çünkü onlar dünyada iken iman etmedikleri halde "İman et­tik" diyerek müminlerle istihza ediyorlardı.
Sonra Allah bu tabloyu ve bu konuşmaları şu sözü ile kesiyor: "Hemen aralarına tek kapısı olan bir sur çekilir. Surun içinde rahmet vardır, dış tarafında da azap vardır." Yani müminlerle münafıklar arasına bir engel konur, bu surun iç kısmı yani cennet ehlinden tarafa bakan kısmında rah­met vardır, cennet nimetleri vardır, cehennem ehline gelen tarafta ise cehennem azabı vardır.
Sonra Allah münafıkların halini ve imdat çağrılarını zikrederek şöyle buyurdu:
"Onlara seslenirler: "Biz sizinle beraber değil miydik?" Müminler: "Evet, lâkin siz kendi kendinizi belâya soktunuz, beklediniz, şüphe ettiniz, kuruntular sizi aldattı. Nihayet Allah'ın emri geldi ve çok aldatan (şeytan) sizi Allah hakkında da aldattı." derler." Yani münafıklar müminlere şöyle seslenirler: Biz dünyada sizinle beraber değil miydik, sizin yaptıklarınızı yapmıyor muyduk, sizinle beraber cumalarda hazır bulunmuyor muyduk, mescidlerde sizinle beraber namaz kılıyor. Arafat'ta beraber vakfe yapıyor, savaş meydanlarında beraber oluyor, diğer görevleri sizinle beraber eda ediyor ve İslâm'ın bütün amellerini yapıyorduk, bütün bunlarda beraber değil miydik?
Müminler de münafıklara şu şekilde cevap verirler: Evet, görünüşte bizimle beraberdiniz, ama siz inkârı gizleyerek münafıklık yapmak suretiyle başınızı belâya soktunuz, zevk ü sefaya, şehvet ve isyanlara dalarak kendinizi helak ettiniz, tevbeyi geciktirdiniz, müminlerin, hakkın ve haktan yana olanların başına felâket ve musibetler gelmesini bek­lediniz, din konusunda ve öldükten sonra dirilme meselesinde şüpheye düştünüz. Kur'an'ın indirdiklerini tasdik etmediniz, apaçık mucizelere iman etmediniz.
Boş kuruntular sizi aldattı. "Biz affolunacağız" dediniz dünya ve tûl-i emel sizi aldattı, nihayet ölüm gelip çattı. Şeytan sizi kandırdı, hatta size "Allah af edicidir, merhametlidir, size azap etmez." dedi.
"Artık bu gün ne sizden, ne de inkâr edenlerden hiçbir fidye kabul edil­mez. Varacağınız yer ateştir. Size yaraşan odur. Ne kötü varış yeridir." Yani artık bu günde ey münafıklar, kendinizi ateşten veya azaptan kurtarma karşılığında vereceğiniz herhangi bir fidye asla kabul edilmez. Nitekim Al­lah başka bir ayette "Ondan ne bir şefaat kabul olunur, ne de bir fidye alınır." (Bakara, 2/123) buyurmuştur. Aynı şekilde hem içlerinden hem de açıktan Allah'ı inkâr eden kâfirlerden de hiçbir fidye kabul edilmez. Hepinizin nihaî olarak varacağınız menzil ateştir, bütün menzillerin içinden size en lâyık olanı odur, varacağınız o ateş ne kötü bir varış yeridir. [5]

Allah'tan Korkmak, İnfak Edenlerin Ve Müminlerin Mükâfatı Ve Kafirlerin Cezası:

16- İman edenlerin, Allah'ı ve Hak'­tan ineni zikir için kalplerinin ür-permesi zamanı hâlâ gelmedi mi? Onlar daha önce kendilerine kitap verilip de üzerlerinden uzun zaman geçmiş artık kalpleri katılaşmış olanlar gibi olmasınlar. Onlardan bir çoğu fasıklardı.
17- Bilin ki Allah, ölümünden sonra yeri diriltiyor. Düşünesiniz diye biz size ayetleri açıkladık.
18-  Sadaka veren erkeklerle sadaka veren kadınlar ve Allah'a güzel bir ödünç verenler, bu onlar için kat kat artırılır. Onlar için çok değerli bir mükâfat da vardır.
19- Allah'a ve peygamberlerine iman edenler, işte onlar sözü özü doğru olanlar ve Rableri nezdindeki şehit­lerdir. Onların mükâfatları ve nur­ları vardır. İnkar edenler ve ayet­lerimizi yalan sayanlar, işte onlar cehennemliktirler.

Açıklaması:


"İman edenlerin, Allah'ı ve Haktan ineni zikir için kalplerinin ürper-mesi zamanı hâlâ gelmedi mi?" Yani Allah'ın hatırlatmaları, nasihatleri ve Kur'an'ını dinledikleri zaman müminlerin kalplerinin yumuşayarak Kur'an'ı anlamaları, ona teslim olmaları, emirlerini dinleyip itaat etmeleri ve nehiylerinden kaçınmaları zamanı hâlâ gelmedi mi?
İbni Ebî Hatem, İbni Abbas'ın şöyle dediğini nakletti: Allah mümin­lerin kalplerinin biraz ağırlaştığını görünce, Kur'an'ın inmeye başlayışın­dan itibaren on üçüncü senenin başında onları itap etti ve "İman edenlerin, Allah'ı ve Hak'tan ineni zikir için kalplerinin ürpermesi zamanı hâlâ gel­medi mi?" dedi. Görünen o ki bu rivayet diğerlerinden daha sahihtir, çünkü sure Medine'de nazil olmuştur.
Sonra Allah Ehl-i Kitaba benzemekten nehyederek şöyle buyurdu:
Onlar, daha önce kendilerine kitap verilip de üzerlerinden uzun zaman geçmiş, artık kalpleri katılaşmış olanlar gibi olmasınlar. Onlardan bir çoğu fasıklardır. Yani Kur'an'ın inmesinden önce kendilerine Tevrat ve İncil ver­ilen Yahudi ve Hristiyanlardan kitap taşıyıcılara benzemesinler. Onların peygamberleriyle aralarından uzun zaman geçince kalpleri katılaştı; artık ne nasihattan, ne de cennet vaadinden ve cehennem tehdidinden etkilen­mez hale geldiler, ellerindeki Allah'ın kitabında değişiklikler yaptılar, onu basit menfaat sağlama aracı haline getirdiler, onu arkalarına attılar (hükümleri ile amel etmediler), değişik görüşlere karmakarışık sözlere uy­dular, ellerinde hiçbir delil olmadan Allah'ın dini konusunda sapık bilgin­lerini ve din adamlarım taklid ettiler, onların çoğu Allah'ın sınırlarından, emir ve yasaklarından çıkmış kişilerdir. İşte bu sebeple amelleri batıl, kalpleri fasid oldu. Nitekim bir başka ayette Allah bunu şöyle beyan etti:
"Verdikleri kesin sözlerini bozdukları için onları lanetledik ve kalplerini katılaştırdık. Onlar kelimelerin yerlerini değiştirirler (kitabı tahrif ederler) kendilerine hatırlatılandan önemli bir bölümünü de unuttular." (Maide, 5/13). İşte bu yüzden Allah müminleri onlara benzemekten nehyetti.
Sonra Allah nasihatlerin ve Kur'an okumanın tesir etmesi için misal­ler vererek şöyle buyurdu:
Bilin ki Allah, ölümünden sonra yeri diriltiyor. Düşünesiniz diye biz size ayetleri açıkladık." Yani yer yüzü kupkuru olduktan sonra yağmur ve bitkilerle onu dirilten Allah, Kur'an delilleri ve burhanları vasıtasıyla katılaşmış kalpleri yumuşatmaya, dalâlete düşen şaşkınları hidayete er­dirmeye de kadirdir. Üzerinizde düşünesiniz, içindeki nasihatlerden ibret alasınız ve gereği ile amel edesiniz diye size ayetleri ve delilleri açıkladık.
Sonra Allah muhtaçlara tasaddukta bulunan erkek ve kadınların alacakları sevabı açıklayarak şöyle buyurdu: "Sadaka veren erkeklerle sadaka veren kadınlar ve Allah'a güzel bir ödünç verenler, bu onlar için kat kat artırılır. Onlar için çok değerli bir mükâfat da vardır." Yani fakirlere, yoksullara, sıkıntıda olanlara mallarını tasadduk eden, verdiklerinden ne bir karşılık, ne de bir teşekkür beklemeden sırf Allah'ın rızasını kazanmak niyetiyle malını veren erkekler ve kadınlar var ya, onlara Allah her sevaba on misli ile karşılık verecek ve onu yediyüz ve daha fazlasına katlayacak. Ayrıca bunun üstüne onlar için güzel, bol bir mükâfat ve değerli bir varış yeri vardır.
Sonra Allah müminlerin ve kâfirlerin bulacakları karşılığı anlatarak şöyle buyurdu:
"Allah 'a ve peygambere iman edenler, işte onlar sözü özü doğru olanlar ve Rableri nezdindeki şehitlerdir. Onların mükâfatları ve nurları vardır." Yani Allah'ın birliğini ikrar edip peygamberlerini tasdik edenler, işte onlar sıddîklar makamındadır. Mücahide göre Allah'a ve geygamberlerine iman eden herkes sıddîktır. Allah'ın kelime-i tevhidini ve dinini yüceltmek, hak­kın ve hak taraftarlarının bayrağını yükseltmek için Allah yolunda şehid olanlar, onlar için Rableri nezdinde büyük ecir ve önlerinden ve sağların­dan koşan o vadedilmiş nur vardır. Burada "Kim Allah'a ve peygambere itaat ederse işte onlar, Allah'ın kendilerine ihsanda bulunduğu peygamber­ler, sıddîklar, şehitler ve salihlerle beraberdir." (Nisa, 4/69). ayetinde zik­redilen peygamberler, sıddîklar, şehitler ve salihlerden ibaret olan ihlash dört sınıf müminden iki sınıfına bir işaret vardır. Ahmed bin Hanbel'in rivayet ettiği şu hadiste zikredilenler de şehidlerdendir: Rasulullah (s.a.) sordu: "Kimi şehid sayıyorsunuz?" Allah yolunda öldürüleni." dediler. Rasulullah (s.a.) "Öyleyse benim ümmetimin şehidleri cidden azdır. Öl­dürülen şehittir, bağırsak hastalığından ölen şehittir, veba hastalığından ölen şehittir." Bunlar, kendilerine mahsus, farklı farklı sevap verilecek olan ahiret şehitleridir.
"İnkar edenler ve ayetlerimizi yalan sayanlar, işte onlar cehennemliktir." Yani Allah'ın varlığını ve birliğini inkâr edip O'nun hakikaten ulûhiyyetine ve peygamberlerinin doğruluğuna delâlet eden burhanları ve ayetleri yalan sayanlar var ya, başkası değil işte bizatihi onlar cehennemliktir, orada ebedî kalacaklardır. Bu da saidlerin (ahirette bahtiyar olacak insanların) halini beyandan sonra şakilerin (ahirette bedbaht olacak insanların) halini beyandır. [6]

Dünyanın Hali Ve Ahiret Ameline Teşvik:


20- Bilin ki dünya hayatı ancak bir oyundur, bir eğlencedir, bir süsdür; aranızda bir öğünüş, malların ve evlâtların çokluğu ile iftihar ediş­tir. Bitirdiği nebat, ekicilerin hoşu­na giden bir yağmur gibidir. Sonra o kurur da sen onu sapsarı olmuş görürsün, sonra o bir çerçöp olur. Ahirette çetin bir azap vardır. Al­lah'tan mağfiret ve rıza vardır. Dünya hayatı bir aldanış metaın-dan başka bir şey değildir.
21- Rabbinizden gelecek bir mağfi­rete ve genişliği gök ve yer genişliği gibi olup Allah'a ve peygamberleri­ne iman edenler için hazırlanmış olan bir cennete doğru yarışın. İşte bu, Allah'ın lütfudur ki onu kime dilerse, ona verir. Allah büyük lütuf sahibidir.

Açıklaması:


"Bilin ki dünya hayatı ancak bir oyundur, bir eğlencedir, bir süstür, aranızda bir öğünüş, malların ve evlâtların çokluğu ile iftihar ediştir." Yani ey insanlar şunu iyi bilin ki dünya hayatı ciddiyeti olmayan bir oyundur, gelip geçici bir eğlencedir, geçici bir zaman için süslenilen bir zinettir, bir­birinize karşı mal çokluğu, evlâdü ıyal kalabalığı ile övündüğünüz bir yerdir.
Nitekim ayet-i kerimede bu şöyle ifade edilmiştir: "Nefsanî arzulara, kadınlara, oğullara, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşe, salma atlara, sağmal hayvanlara ve ekinlere karşı düşkünlük insanlara cazib kılındı. Bunlar dünya hayatının geçici menfaatleridir. Halbuki varılacak güzel yer Allah'ın katındadır." (Âli İmran, 3/14).
Bu ifade dünyanın değersizliğine delâlet eder. Sonra Allah onu fay­dasının azlığı yanında çok çabuk yok olup gitmesi bakımından, yağmurun bitirdiği, büyüttüğü, gelişmesini tamamlayıp olgunlaştıktan sonra yok olup giden bir bitkiye benzeterek şöyle buyurdu:
"Bitirdiği nebat, ekicilerin hoşuna giden bir yağmur gibidir. Sonra o kurur da sen onu sapsarı olmuş görürsün. Sonra o bir çerçöp olur." Yani dünya bir yağmur gibidir, bu yağmur sebebiyle biten bitkiler çiftçinin hoşuna gider. Sonra bu yeşil bitkiler kurur, sonra kırılır, uflanır, dağılır, çerçöp haline gelir, rüzgâr alıp götürür. Dünya buna benzer. Ayetteki "el-küffâr" kelimesi burada çiftçiler manasınadır. "Kâfir" gizleyen demektir. Çiftçi de tohumu toprağa gizlediği için bu ismi almıştır.
Bu ayetin bir benzeri de Yunus süresindeki şu ayettir: "Dünya hayatının durumu, gökten indirdiğimiz bir su gibidir ki insanların ve hay­vanların yiyeceklerinden olan yeryüzü bitkileri, o su sayesinde gürleşip bir­birine girer. Nihayet yeryüzü zinetini takınıp süslendiği ve sahipleri de onun üzerinde kudret sahibi olduklarını sandıkları bir gece ve gündüz ona emrimiz (afetimiz) gelir de onu sanki dün yerinde yokmuş gibi kökünden koparılarak biçilmiş bir hale getiririz." (Yunus, 10/24).
Sonra Allah dünyaya karşı uyarıp, ahirete hazırlık için dünyadaki hayırlı şeylere teşvik ederek şöyle buyurdu: "Ahirette çetin bir azap vardır, Allah'tan mağfiret ve rıza vardır. Dünya hayatı bir aldanış metaından baş­ka bir şey değildir." Yani ahirette şu iki şeyden başkası yoktur: Ya Allah düşmanları için çetin bir azap veya Allah dostları ve itaat ehli için Allah tarafından bir mağfiret ve rıza. Ahirete nispetle dünya çok az ve değersiz bir şey olmasına rağmen ona aldanıp hoşlanan ve ondan başka dünya ol­madığına inandığından dolayı ahirete yönelik amel etmeyen için dünya sadece bir aldanmadan ve geçici olarak istifade edilen bir metadan başka bir şey değildir. Said bin Cübeyr şöyle dedi: Eğer dünya seni ahiret için çalışmaktan alıkoyuyorsa aldanma metaldir. Ama seni Allah'ın rızasını kazanmaya ve onunla buluşmaya çağırıyorsa, o zaman o ne güzel meta ve ne güzel vesiledir.
İbni Cerir'in rivayetine ve sahih hadiste geldiğine göre Ebu Hüreyre Rasulullah'ın şöyle dediğini rivayet etti: "Cennette kamçı kadar bir yer dünyadan ve içindekilerin tamamından daha hayırlıdır." Okuyun şu ayeti: "Dünya hayatı bir aldanış metaından başka bir şey değildir." Bu son ilave sadece İbni Cerir'in rivayetinde vardır.
Buhari ve Ahmed bin Hanbel'in Abdullah bin Mes'ud'dan rivayet et­tiklerine göre Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Cennet size terliğinizin bağından daha yakındır. Cehennem de öyle." Bu hadis hayrın da şerrin de insana ne kadar yakın olduğunu gösteriyor.
Allah ahirette olacak mağfireti zikrettikten sonra ona doğru koşul­masını emretti. Yani Allah sevaplar ve dereceler kazandıracak, günahlara ve hatalara keffaret olabilecek ibadetleri yapmak ve haramları terketmek suretiyle hayırlara koşmayı, mağfirete ve cennete doğru yarışmayı em­rederek şöyle buyurdu:
"Rabbinizden gelecek bir mağfirete ve genişliği gök ve yer genişliği gibi olup Allah'a ve peygamberlerine iman edenler için hazırlanmış olan bir  cennete doğru yarışın." Yani salih ameller yapmak suretiyle Rabbiniz tarafından affedilmenize vesile olacak şeylere doğru, müsabaka yapanların koşması gibi süratle koşun, davranın. Günahları ve isyanları silecek tev-beye ve genişliği yer ve göğün ikisinin genişliği kadar olan cennete ulaş­tıracak şeylere doğru koşun.
İşte hazırlanan ve yaratılan bu cennet Allah'ı ve peygamberlerini tas­dik eden, Allah'ın farz kıldığını yapıp yasak ettiğinden kaçanlar içindir.
Sonra Allah mağfiretin ve cennetin Allah Tealâ için bir zorunluluk değil, kendisi tarafından bir lütuf ve rahmet olduğunu beyan ederek şöyle buyurdu: "İşte bu, Allah'ın lütfudur ki onu kime dilerse ona verir. Allah büyük lütuf sahibidir." Yani bu vaadedilen mükafaatı, cennet ve mağfireti vermek Allah'ın üzerine vacib değildir, sırf O'nun bir lütfü ve rahmetidir.
Sahih hadiste şöyle gelmiştir: Muhacirlerin fakirleri "Ya Rasulallah! Servet sahipleri bütün sevapları, yüksek dereceleri, ebedî cennetleri götür­düler. " dediler. Rasulullah "Ne demek istiyorsunuz?" dedi. Onlar da şöyle dediler: "Bizim gibi namaz kılıyorlar, oruç tutuyorlar, ama onlar sadaka (zekât) veriyor, biz veremiyoruz, onlar köle azad ediyor, biz edemiyoruz." Rasulullah (s.a.) "Size bir şey öğreteyim mi? Onu yaptığınızda sizden son­rakilerini geçmiş olursunuz ve sizin yaptıklarınızın aynısını yapanlar hariç hiç kimse sizden daha faziletli olamaz: Her (farz) namazın ardından otuz üçer defa sübhanallah, elhamdülillah, Allahüekber deyin." Bir müddet son­ra bu fakir muhacirler geri geldiler ve "Zengin kardeşlerimiz bizim ne yap­tığımızı duydular ve aynısını onlar da yaptılar." dediler. Bunun üzerine Rasulullah (s.a.): "Bu, Allah'ın lütfudur ki onu kime dilerse, ona verir." ayetini okudu. [7]

Başa Gelenlerin Kaza-Kaderle İlgisi Ve Cimrilerin Kendilerine Zulmetmeleri:


22- Ne yerde, ne de sizin kendinizde  kir musibet yoktur ki biz onu yarat- mamızdan evvel bir kitapta (yazılmıs olmasın. Şüphesiz ki bu Allah'a göre kolaydır.bürlenen hiçbir kibirliyi sevmez.
24- Onlar cimrilik yapanlar, insanara da cimriliği emredenlerdir.  Kim yüz çevirirse şüphesiz Allah müstağni, bütün hamde lâyık olanın ta kendisidir.

Açıklaması:


"Ner yerde, ne de sizin kendinizde bir musibet yoktur ki biz onu yarat­mamızdan evvel bir kitapta (yazılmış) olmasın." Yani şu dünyadaki musibetlerden hiçbir musibet bulunmaz ki Allah katında yazılmış olmasın. İşte bu kaza ve kaderdir. Bu musibet ister kıtlık, kuraklık veya bitki azal­ması, ziraî mahsulatın telef olması, meyve noksanlığı, pahalılık ve açlık gibi insanın dışında olsun, isterse hastalıklar, fakirlik, geçim sıkıntısı gibi insanın kendisinde bir musibet olsun, bütün bunlar yaratılmadan önce Levh-i Mahfuzda yazılmıştır.
"...biz onu yaratmamızdan önce..." cümlesindeki "onu" zamiri İbni Cerir'in dediği gibi en isabetlisi "yaratılılmışlara ve varlıklara" veya sadece "canlılara" döner, söz de buna delâlet etmektedir.
"Şüphesiz ki bu, Allah'a göre kolaydır." Yani bütün bunları çokluğuna rağmen "kitab"a kaydetmek ve eşyayı var olmadan önce bilmek, Allah'a zor değildir, kolaydır. Çünkü yaratan O'dur, yaratan yarattığını çok iyi bilir, onun ne idiğini, ne olacağını ve ne olmayacağını bilir. Bir rivayette şöyle gel­miştir: "Kişi Allah'ın kaderdeki sırrını bilseydi, musibetler ona hafif gelirdi." Âlimler bu ayet-i kerimeden eşya var olmadan önce Cenab-ı Hakkın onları bildiği sonucunu çıkarmışlardır. Bundan dolayı eşya, hadiseler, musibetler gerçekte beşerden hiç kimseye değil, ancak onları yoktan var eden Allah'a nispet edilir. Halk arasında söylenen kadında, binekte ve evdeki uğursuzluk meselesine gelince bu onların örfüne, düşünce ve sözlerine göre böyledir, işin aslında öyle değildir. Sihir, göz değmesi ve öldürme işi de öyledir. Yani hepsi Allah'ın tesiri (yaratması) ile meydana gelir, asıl müessir ve fiil sahibi O'dur. İnsanların fiili ise sadece görünürde insana nispet edilir.
Ayet-i kerimede musibetleri sadece insanın "kendisinde ve dünyada meydana gelenler" diye sınırlaması bunların sadece dünya ahvaline ait ol­masındandır. Bu sebeptendir ki Rasulullah (s.a.): "Kıyamet gününe kadar olacakları yazıldı, kalem kurudu." demiş "sonsuza kadar" dememiştir.
Ahmed bin Hanbel ve "şahindir" hükmü ile Hakim'in Ebu Hassen'den rivayet ettiklerine göre iki kişi Hz. Aişe'nin (r.a.) huzuruna girdiler ve :"Ebu Hüreyre Rasulullah'ın (s.a.) "Uğursuzluk ancak kadında, binekte ve evde olur." dediğinden bahsediyor." dediler. Hz. Aişe de: "Kur'an'ı Ebul-kasım (s.a.)'a indirene yemin ederim ki o böyle demiyordu, lakin Rasulul-lah (s.a.) şöyle söylüyordu: "Cahiliye insanı uğursuzluk ancak kadında, binekte ve evdedir, diyorlardı." Sonra Hz. Aişe "Ne yerde, ne de sizin ken­dinizde bir musibet yoktur ki biz onu yaratmamızdan evvel bir kitapta (yazılmış) olmasın" ayetini okudu.
"Elinizden çıkana tasalanmayasınız. Onun size verdiği ile sevinip şımarmayasınız diye." Yani bütün bunları size haber verdik ki dünyada elinizden kaçan nimetlere üzülmeyesiniz, elde ettiklerinizle de şımarıklık yapmayasmız diye. Elden kaçanlara üzülmeyin, çünkü bir şey takdir edil­miş (kaderde yazılmış) ise mutlaka olur. Size gelene veya Allah'ın size ver­diğine sevinmeyin, yani Allah'ın size ihsan ettiği nimetlerle insanlara kar­şı iftihara kalkışmayın, çünkü bütün bunlar Allah'ın takdiridir ve size O'nun verdiği rızıktır. İşte bunun için Allah şöyle buyurdu:
"Allah çok böbürlenen hiçbir kibirliyi sevmez." Yani Allah gönlü büyüklük yapan, tekebbür gösteren, malıyla veya mevki ve makamı ile başkasına karşı üstünlük taslayan herkesi şüphesiz cezalandıracaktır.
Böylece şu ortaya çıkmaktadır: Allah tarafından hoş görülmeyen üzün­tü; kaza ve kadere rıza göstermemekten ve sabretmemekten dolayı gös­terilen üzüntüdür. Yasak edilen sevinç ise, kişiyi şımarıklığa sevkeden ve şükrü unutturan sevinçtir. İkrime şöyle dedi: "Üzülmeyen veya sevinmeyen kimse yoktur. Fakat siz sevincinizi, şükür; üzüntünüzü, sabır yapın."
İnsanın tabiatından olan sevinme, üzülme, öfkelenme gibi şeyleri yasak etmek manasızdır. Öyleyse buradaki yasak, öfke öncesi onu hazır­layıcı şeyleri yapmaya veya sevinç ve üzüntüyü izleyen sebeplerle ilgilidir ki bu da nimetlerle şımarma ve nankörlük etme ve kadere öfkelenme ve cerbezelenmedir.
Kibirli, gururlu insanlar, başkasının kendileri üzerinde herhangi bir hakkı olduğunu kabul etmediklerinden çoğunlukla cimri olurlar. Aşağıdaki ayette Allah onları tarif ederek şöyle buyurdu:
"Onlar cimrilik yapanlar, insanlara da cimriliği emredenlerdir. Kim yüz çevirirse şüphesiz Allah müstağni, bütün hamde lâyık olanın ta ken­disidir." Yani malını harcamamak suretiyle cimrilik yapanlar, çoğunlukla kibirli, gururlu insanlardır. Allah'ın maldaki hakkını ödemezler, bir yok­sula bir fakire iyilikte bulunmazlar. Başkalarından da mallarını har­camamalarını isterler, cimrilik yapmayı insanlara güzel gösterirler. Lakin kim bu harcamayı yapmaz, Allah'ın emirlerinden ve O'na itaat etmekten uzak durursa, bilsin ki Allah'ın ona ihtiyacı yoktur. O gökteki ve yerde var­lıklar nezdinde zatı övülendir, bu cimrilik O'na zarar vermez. Kur'an-ı Ker-im'in aktardığı Musa'nın kavmine söylediği şu sözde olduğu gibi cimrilik ancak o kişinin kendisine zarar verir: "Eğer siz ve yeryüzündekiler hepsi nankörlük ederseniz (bu, Allah'a zarar vermez), zira şüphesiz Allah müs­tağnidir, çok övülmeye lâyıktır." (İbrahim, 14/8). [8]

Peygamberlerin Gönderiliş Gayesi: İslâm Toplumunun Esasları Ve Adalet Nizamı:


25- Andolsun ki, biz açık açık delil­lerle elçilerimizi gönderdik ve insan'arın adaleti ayakta tutmaları için beraberinde de kitabı ve mizanı  indirdik. Bir de kendisinde hem çetin bir sertlik, hem insanlar için  menfaatler bulunan demiri indirdik. Çünkü (bununla) Allah, kendisine ve peygamberlerine gıyaben kiralerin yardım edeceğini belli edecektir. Şüphesiz ki Allah en büyük kuvvet sahibidir, yegane galiptir.

 

Açıklaması


"Andolsun ki biz açık delillerle elçilerimizi gönderdik ve insanların adaleti ayakta tutmaları için beraberlerinde de kitabı ve mizanı indirdik." Yani andolsun ki biz peygamberlere vahiy ile melekleri, bu vahyi ümmet­lerine tebliğ etmeleri için de peygamberleri apaçık mucizelerle, açık seçik hükümlerle ve kesin burhan ve delillerle gönderdik. Beraberlerinde de Tev­rat, İncil, Zebur ve Kuran gibi semavî kitaplar indirdik. İnsanların em-rolundukları hak ve adalete tabi olmaları, hayatlarını bu esas üzerine kurup bütün dinî ve dünyevî işlerinde birbirlerine adaletli davranmaları için o peygamberlerle beraber mizanı, yani hükümlerde adaleti indirdik, yani bunu onlara emrettik. Dolayısıyla onlar hükümlerin uygulanmasının, dinlere saygı gösterilmesinin ve peygamberlere uyulmasının bekçileridir.
"Bir de kendisinde hem çetin bir sertlik, hem insanlar için menfaatler bulunan demiri indirdik." Yani biz diğer madenlerin yanında demiri de yarattık, insanlara onu işlemeyi öğrettik ve onu, hakkı gösteren bunca delilden sonra ondan yüz çevirip inatlaşanlar için caydırıcı kıldık. Zira on­da caydırıcı bir kuvvet ve insanlar için yararlar vardır. Kap-kacak, ev eş­yaları, bina yapımı, iktisadî hayatın gerekleri, ziraî aletler, sulh ve savaş sanayii edevatı, ağır ve hafif harp silâh ve edevatı, trenler, gemiler, uçak­lar, arabalar gibi pek çok ihtiyaçlarında insanlar demirden faydalanırlar. "Demir" kelimesi müslümanlar ve devletin sınırlan içinde onlarla beraber yaşayan diğer insanlar arasında dinin hükümlerini tatbik etmek için, dinin ve İslâm topraklarının harimine tecavüzde bulunan ve dünyada İslâm'ın yayılmasına engel olan din düşmanlarına karşı cihad etmek için onda caydırıcı güç olduğuna işarettir.
Rasulullah (s.a.) kendisine peygamberlik geldikten sonra Mekke'de on üç sene kaldı. Akide ve ahlakı düzeltmek, müşriklerle mücadele etmek, tevhidin aslını izah etmek, apaçık mucizelerle peygamberliği ispat etmek için kendisine Mekkî sureler vahyediliyordu. Muhalif insanlara karşı artık delil tamamlanınca Allah hicrete müsade etti, akidenin yerleşmesini, müslümanların izzet ve şerefini savunmak ve Kur'an'ın getirdiği esaslara say­gıyı teminat altına almak için cihada izin verdi. Ahmed bin Hanbel ve Ebu Davud'un İbni Ömer'den rivayet ettiğine göre Rasulullah (s.a.) şöyle buyur­du: "Ben, yalnız ortağı olmayan Allah'a ibadet olunması için kıyamete yakın, kılıçla gönderildim. Benim rızkım, mızrağımın gölgesinde yaratıldı. Zillet ve küçüklük benim işime muhalif olanlar üzerine indirildi. Kim bir kavme benzemeye kendisini zorlarsa, o onlardandır."
"Çünkü (bununla) Allah kendisine ve peygamberlerine gıyaben kim­lerin yardım edeceğini belli edecektir. Şüphesiz ki Allah en büyük kuvvet sahibidir, yegane galiptir." Yani Allah'ın bunu böyle yapması, sadece kim düşmana mukavemet etmek için cihad silâhları arasında demiri kullan­mak suretiyle Onun dinine ve peygamberlerine ihlasla, samimiyetle yar­dım edeceklerin ortaya çıkması, bilinmesi içindir. Şüphesiz Allah kuvvet­lidir, muktedirdir, galiptir, kahredicidir, müminlere hiç ihtiyaç duymadan zalimlerin düşmanlıklarını defedebilir, peygamberlerine ve müminlere yar­dım edebilir. Onlara cihadı emretmesi ise sadece müminler cihaddan ve onun sevabından faydalansınlar ve düşmanlarının kalbinde kendileri için izzet, heybet ve güç kazansınlar içindir. Zira değerleri ve esasları (İslâmın ilkelerini) korumak her zaman güçlü kuvvetli himayecilerle mümkün olur. [9]

Semavi Dinlerin Esasta Bir Oluşu Ve İslâm'ın Öncekilerle İrtibatı:


26- Andolsun ki biz Nuh'u ve İb­rahim'i gönderdik, peygamberliği ve Kitab'ı da onların nesillerine verdik. Neticede içlerinden bir kıs­mı hidayete ermiştir, ama onlardan çoğu fasık idiler.
27- Sonra bunların izleri üzerinde ardarda peygamberlerimizi gönder­dik. Meryem oğlu İsa'yı gönderdik ve ona İncil'i verdik ve ona tâbi olanların kalplerine bir şefkat ve merhamet koyduk. Uydurdukları ruhbanlığı ise, onu üzerlerine biz farz kılmadık. Ancak Allah rızasını aramak için yaptılar. Fakat buna da hakkıyla riayet etmediler. Biz de içlerinden iman edenlere mükâfat­larını verdik. Onlardan bir çoğu fasık kimselerdi.
28- Ey iman edenler, Allah'tan korkun ve peygamberlerine iman edin ki size rahmetinden iki nasib versin ve size kendisi ile yürüyeceğiniz bir nur lüt­fetsin ve sizi affetsin. Allah çok bağış­layan, çok merhamet edendir.
29- Ehl-i Kitap Allah'ın lütfundan hiçbir şey elde edemeyeceklerini bilsinler. Lütuf Allah'ın elindedir, onu dilediğine verir. Allah büyük lütuf sahibidir."

Açıklaması:


"Andolsun ki biz Nuh'u ve İbrahim'i gönderdik, peygamberliği ve kitabı da onların nesillerine verdik." Yemin yemin olsun ki biz beşerin ikin­ci babası Nuh'u kendi kavmine, peygamberlerin babası, Arabın babası İb­rahim Halilü'r-Rahman'ı da bir başka kavme peygamber olarak gönderdik, risalet ve nübüvveti (peygamberliği) de onların nesillerine verdik. Bütün peygamberler o ikisinin neslindendir, Allah onlardan sonra, onların zür­riyetinden olmayan ne bir nebi, ne de bir rasul gönderdi. İnen kitaplar da yine onların nesillerine indi. Allah onların nesilleri dışında kimseye ne bir kitap indirdi, ne de bir beşere vahiy gönderdi.
"Neticede içlerinden bir kısmı hidayete ermiştir, ama onlardan çoğu fasık idiler." Yani zürriyet neticede iki gruba ayrıldı. Onlardan bir topluluk hakka ve sırat-ı müstakime yöneldiler, pek çoğu ise Allah'a itaatten ve koy­duğu sınırlardan dışarı çıktılar. Allah'ın bütün peygamberlerle ümmeti arasındaki sünneti (kanunu) işte böyledir.
Bu şuna delildir ki hak yolundan çıkmak ve sapmak, hakkı tanıma ve ona ulaşma imkanı bulduktan ve gerekli deliller ortaya konulduktan sonra olmaktadır.
"Sonra bunların izleri üzerinde ardarda peygamberlerimizi gönder­dik. " Yani onlardan sonra asırlar boyu peşpeşe, birbiri ardına, bir peygam­berden sonra bir diğerini gönderdik. Nihayet İsa (a.s.)'m günlerine gelindi.
Vahiy silsilesinde meşhur olduğu için Allah İsa (a.s.)'ı özellikle zikrederek şöyle buyurdu:
"Meryem oğlu İsa'yı gönderdik ve ona incil'i verdik." Yani peygamber­ler silsilesini Meryem oğlu İsa ile devam ettirdik ve ona İncil'i verdik. İncil, Allah'ın dininin esaslarını ihtiva edici, Tevrat'takileri tamamlayıcı, şeriatın hakikatini ve hikmetini açıklayıcı, 'Yahudilerden gelen zulüm sebebiyle on­lara helâl kılınmış olan nice iyi şeyleri onlara haram kıldık." (Nisa, 4/160) ayetinde Cenab-ı Hakk'ın ifade ettiği gibi yaptıkları zulüm ve çirkinlikler­den dolayı İsrailoğullan'na ceza olmak üzere konulmuş olan sert hüküm­lerin bazılarını hafifletici olarak Allah'ın İsa (a.s.)'a vahyettiği kitaptır.
Sonra Allah İsa'ya tâbi olanların sıfatlarından bazılarını zikrederek şöyle buyurdu:
"Ve ona tâbi olanların kalplerine bir şefkat ve merhamet koyduk. Uy­durdukları ruhbanlığı ise, onu üzerlerine biz farz kılmadık. Ancak Allah rızasını aramak için yaptılar. Fakat buna da hakkıyla riayet etmediler." Yani Yahudilerin katılığının aksine, biz ona tâbi olan havarilerin ve yar­dımcılarının kalplerine bir şefkat bir merhamet koyduk. Onların kendilik­lerinden uydurdukları, ihdas ettikleri ruhbanlığa gelince: Bunu onlar için Allah koymadı, bunu onlara Allah emretmedi. Bilakis ibadette aşırılık yaparak bu tarz üzere yürüdüler; yememe, içmeme, evlenmeme konusunda bu meşakketleri kendileri yüklediler. İnsanlardan uzaklaşıp mağaralarda, kiliselerde ibadete çekildiler, Allah'a yakın olmak için sert dokunmuş el­biseler giydiler.
Onlar bu ruhbanlığı sırf Allah'ın rızasını kazanma maksadıyla uydur­dular, ama buna hakkıyla riayet etmediler, esaslarını muhafaza etmediler ve içlerinden pek çoğu bunu fesad işlerde kullandı.
İbni Kesir in de dediği gibi bu onlar için iki bakımından kınama ifade eder: Birincisi: Allah'ın dininde Onun emretmediği şey uydurmak (bid'at). İkincisi: Kendilerini Allah'a yaklaştıran bir ibadettir diye iddia ederek yap­mayı üstlendikleri şeyi yerine getirmemeleri.
İbni Ebî Hatem'in rivayetine göre İbni Mesud şöyle dedi: Rasulullah (s.a.) bana: "Ey İbni Mes'ud" dedi. Ben de: "Buyur ya Rasulallah" dedim. Şöyle devam etti: "Biliyor musun İsrailoğulları yetmiş iki fırkaya ayrıldı. İçlerinden üçü hariç, hiçbiri kurtulmadı. Bunlardan birincisi isa'dan sonra mağrur ve mütekebbir kralların arasında bulundu, Allah'ın dinine, Mer­yem oğlu İsa'nın dinine çağırdı, o krallarla savaştı sabretti, öldürüldü ve kurtuldu. Sonra başka bir grup çıktı. Bunların savaş gücü yoktu, bunlarda kralların ve zalimlerin arasında bulundular. Allah 'in dinine ve Meryemoğ-lu İsa'nın dinine davet ettiler, öldürüldüler, testerelerle biçildiler, ateşlerde yakıldılar, neticede sabredip kurtuldular. Sonra bir başka grup çıktı, bun­ların da ne savaşacak gücü, ne de adaleti sağlayacak kuvveti vardı. Bunlar da dağlara çekilip ibadetle vakit geçirdiler. İşte Allah 'ııı "uydurdukları ruh­banlık ise onu üzerlerine biz farz kılmadık" dediği kişiler bunlardır. "[10]
"Biz de içlerinden iman edenlere mükâfatlarını verdik. Onlardan bir çoğu fasık kimselerdir." Yani gerçekten iman eden o müminlere bu imanları sebebiyle hakettikleri sevabı verdik. Ruhbanlık yapan bu insanların çoğu fasıktır, Allah'ın koyduğu sınırlardan ve O'na itaatten çıkmışlardır, haksız yere insanların mallarını yerler, gidişleri sapıktır.
Hafız Ebu Ya'la'nın Enes bin Malik'te rivayetine göre Rasulullah (s.a.) şöyle diyordu: "Kendinize ağır işlev yüklemeyin, yüklerseniz (Allah tarafın­dan da) size ağır yüklenir. Çünkü bir kavim kendisine ağır yükledi de on­lara (bu sonra) ağır geldi. İşte bu onların mabetlerde, kiliselerde inzivaya çekilmeleridir. Uydurdukları ruhbanlık ise onu üzerlerine biz farz kıl­madık. "
Ahmed bin Hanbel'in İyas bin Malik'ten rivayet ettiklerine göre Rasulullah şöyle buyurdu: "Her peygamberin bir ruhbanlığı vardır. Bu üm­metin ruhbanlığı da Allah yolunda cihaddır."
Sonra Allah hem İsa (a.s.)'a, hem de Muhammed (s.a.)'e iman eden­lerin sevabını zikrederek şöyle buyurdu:
"Ey iman edenler, Allah 'tan korkun ve peygamberine iman edin ki size rahmetinden iki nasib versin ve size kendisi ile yürüyeceğiniz bir nur lütfet­sin ve sizi affetsin. Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir." Yani ey Ehl-i Kitap inananlarından olup da Allah'ın varlığını ve birliğini ve pey­gamberi Muhammed (s.a.)'i tasdik eden Yahudi ve Hristiyanlar! Allah'ın size emrettiklerini yaparak, yasak ettiklerini terkederek Ondan korkar, el­çisi Muhammed'e de iman ederseniz, Allah size önceki peygamberlere iman ettikten sonra son peygamberi Muhammed'e de iman etmeniz sebebiyle rahmetinden iki nasip veya iki kat verir ve buna ziyade olarak da size sıratta aydınlığı ile yürüyebileceğiniz, ahirette yolunuzu bulabileceğiniz bir nur, dünyada cehaleti ve körlüğü farkedebileceğiniz bir hidayet lütfeder ve geçmiş günahlarınızı affeder. Allah çok mağfiret ve rahmet sahibidir.
Daha önceki bütün peygamberlere iman ettikten sonra Muhammed (s.a.)'e de iman edenler için verilen bu vaad şu üç hususu ihtiva etmek­tedir: sevabın kat kat olması, kurtuluşları için sırat üstünde onlara nur verilmesi, günah ve kötülüklerinin affedilmesi.
Buhari ve Müslim'in Ebu Musa el-Eş'arî'den rivayet ettiğine göre Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Üç sınıf insan vardır ki ecri iki defa ver­ilir: Ehl-i Kitap'tan bir adam, hem kendi peygamberine hem de bana iman ederse ona iki ecir vardır. Bir köle, hem Allah'ın hakkını, hem de efen­dilerinin hakkını yerine getirirse, ona iki ecir vardır. Bir insan cariyesini yetiştirir, terbiyesini güzel verir, sonra onu azad edip eulendirirse, buna da iki ecir vardır."
Sonra Allah peygamberliğin kendi kavimlerine ait olduğunu iddia eden Yahudilere cevaben şöyle buyurdu: "Ehl-i Kitab Allah'ın lutfundan hiçbir şey elde edemeyeceklerini bilsinler. Lütuf Allah 'in elindedir, onu dile­diğine verir. Allah büyük lütuf sahibidir." Yani Allah'tan korkun ve iman edin ki yukarıda geçen üç şeyi size versin. Ehl-i Kitap'tan, Allah'ın ver­diğinin geri çevrilemeyeceğine, vermediğinin de alınamayacağına inan-mayıp Ondan korkmayanlar, bunlar Allah'ın Muhammed'e iman edenlere lütfettiğinden hiçbir şey elde edemeyeceklerini ve bunu hak etmiş olanlara ihsan ettiği risalet, nübüvvet vs. lütuflarını vermesine de mani olamayacaklarını, lütfün -ki peygamberlik, ilim ve takva da bu cümleden­dir- Allah'ın elinde olduğunu, Muhammed'e ashabını ve ümmetine İslâm dininden zengin bir pay verdiği gibi onu dilediğine vereceğini iyi bilsinler ve bu gerçeği kabul etsinler. Allah lütfü geniş, kullarından dilediğine karşı ihsanı ve hayrı çoktur.[11]
Kısacası; Ehl-i Kitap, nebilerin ve rasullerin sonuncusu Muhammed (s.a.)'e iman etmedikçe Tevrat'a, İncil'e, Musa ve İsa'ya iman etmiş ol­maları yetmez ve hiç fayda vermez. [12]





[1] Bahru'l-Muhit, VTII/217.
[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/248-251.
[3] İbni Ebî Hatem ve İbni Cerir rivayet etmiştir.
[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/256-259.
[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/264-266.
[6] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/269-271.
[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/273-275.
[8] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/278-280.
[9] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/282-283.
[10] İbni Cerir de bir başka lafızla rivayet etmiştir.
[11] Açıklamasını verdiğimiz bu ayetin başındaki "li-ellâ yaleme", daha önce de bahsetti­ğimiz gibi "li-yaleme" demektir. Nitekim İbni Mes'ud "li-key yaleme" şeklinde okumuş­tur. İbni Cerir bunun sebebini şöyle açıklıyor: Çünkü Arab hemen her sözünde "lâ"yı te'kit edici zaid bir sıla olarak getirir. Açık olmayan bir inkâr ifade etmek üzere sözün başında veya sonunda gelir. Başka ayetlerde de benzeri gelmiştir. Meselâ "Mâ-me-ne'ake ellâ tescüde" (Araf, 7/12); "Ve mâ-yuş'irüküm ennehâ izâ-câ'et lâ-yü'minûn" (En'am, 6/109); "Ve harâmun alâ karyetin ehleknâhâ ennehüm lâ yerci'ûn" (Enbiya, 21/95)
[12] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/287-290.
57-Hadid Suresi Meali Tefsiri Oku: 1-Her Vakit Allah'ı Tesbih Etme Ve Bunun Sebepleri-2-Bazı Dini Mükellefiyetler: Allah Ve Rasulüne İmana Ve Allah Yolunda Harcamaya Teşvik-3-Münafıkların Kıyametteki Hali Rating: 4.5 Diposkan Oleh: Blogger

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder