NECM
SURESİ
Peygamberliğin
İspatı Ve Vahiy Olayı:
1- Battığı zaman yıldıza and
olsun,
2- Arkadaşınız (Muhammedi
sapmadı. Bâtıla da inanmadı.
3- Hevâdan konuşmaz
o.
4- O, kendisine gelen vahiyden
başkası değildir."
5- Onu müthiş kuvvetlerin sahibi
öğretti.
6- Kâmil akıl ve görüş sahibidir.
Hemen doğruldu.
8- Sonra yaklaştı. Derken
sarktı.
9- İki yay kadar yahut daha yakın
oldu.
10-Kuluna vahyettı.
11- Onun gördüğünü, kalp yalana
Çıkarmadı.
12- Şimdi siz onun bu görüşüne
kar- şı da kendisiyle mücadele mi ede- çeksiniz?
13-14- Andolsun ki onu diğer bir
de- fa da Sidre-i Münteha'nın yanında gördü.
15- Ki Cennetü'l-Me'va onun
yanındadır.
16- O zaman Sidre'yi buruyordu, onu bürümekte
olan.
17- Göz ağmadı, aşmadı
da.
18- Andolsun ki o, Rabbinin en
büyük ayetlerinden bir kısmını görmüştü.
Açıklaması:
"Battığı zaman yıldıza andolsun.
Arkadaşınız sapmadı. Batıla da inanmadı." Burada Allah yıldızların batmak üzere
gruba doğru yöneldiği zamanki haline yemin etti. Çünkü yönler ancak yıldızın
ufka doğru meyletmesi ile anlaşılır.
Muhammed hak ve hidayet yolundan
asla dönmemiş ve batılı dile getirerek de asla ona
inanmamıştır.
İbni Ebî Hatem'in Şa'bî ve
başkalarından naklettiğine göre Yaradan, yarattıklarından, dilediğinin adı ile
yemin edebilir; ama yaratılanlar Yara-dan'dan başkasının adı ile yemin edemez,
caiz değildir.
Fahreddin er-Razî, bu sure ile
bundan önceki surelerdeki adına yemin edilen ile üzerine yemin edilenler
arasında bir karşılaştırma yapmış ve şöyle demiştir: Bu sure ile bundan önceki
Saffât, Zâriyat ve Tur surelerinde yeminler harflerle değil, isimlerle
yapılmıştır: Allah Saffât suresinde "hiç şüphesiz Rabbiniz birdir." diyerek
vahdaniyetin (birliğin) ispatı için yemin etmiştir. Haşr suresinde "şüphesiz
vaad olunduklarınız mutlaka doğrudur." diyerek haşir ve ceza gününü ispat için
yemin etmiştir. Tur suresinde "şüphesiz Rabbin azabı mutlaka olacaktır. Onu
defedecek hiçbir şey yoktur." diyerek, kıyamette azap vâki olduktan sonra
devamlı olacağının ispatı için yemin etmiştir. Bu surede ise Muhammed (s.a.)'in
peygamberliğinin ispatı için yemin etmiştir. Böylece bu üç esas; vahdaniyet,
haşir ve peygamberlik tamamlanmıştır.[1]
Şu da unutulmamalıdır: Kur'an-ı
Kerim'de vahdaniyet (Allah"n birliği) ve peygamberliğin ispatına dair yapılan
yeminler azdır. Halbuki öldükten sonra dirilmeye dair yapılanlar çoktur. Meselâ
Zâriyat ve Tûr surelerinde, Burûc, Şems ve Leyi sureleri ve diğer surelerde bu
çokça vâkidir. Çünkü vahdaniyete dair deliller çoktur ve hepsi de aklîdir.
Peygamberliğin ispatına dair deliller de yine çoktur ki bunlar meşhur ve
mütevâtir mucizelerdir.
Öldükten sonra dirilmeye gelince:
Bunun mümkün olduğu aklî delillerle ispat edilir. Mutlaka olacağı ise ancak
sem'î veya naklî delillerle sabit olur ki bunlar Kur'an-ı Kerim ve hadis-i
şeriflerdir. Bu sebepten Allah, insanların buna iman etmesi için Kur'an-ı
Kerim'de çokça buna yemin etmiştir.
Yıldız adı ile yemin edilen bir
başka ayet de şudur: "Hayır, işte yıldızların düştüğü yerlere and ediyorum, ki
eğer hakikaten bu, eğer bilirseniz, büyük bir anddır..." (Vakıa,
56/75,76).
Yıldızlara yemin edilmesindeki
hikmet şudur: Yıldızlar âlemi gerek hız, gerek büyüklük ve gerekse çeşit
bakımından, dehşet verici bir âlemdir. Meselâ yıldızın ışığının hızı saniyede
üçyüz bin kilometredir. Yani yedi saniyede bir defa arzın etrafını dolaşır.
Güneş, dünyadan bir milyon üç yüz bin defa daha büyüktür. Bu otuz milyar
güneşten biridir. Güneş sistemi ve on bir gezegen, samanyolunun bir parçasıdır.
Samanyolu takriben otuz milyar yıldızdan oluşur. Bunlardan bazıları Güneşten
daha büyüktür. Samanyolu genelde elips şeklindedir. Bunun çapı yüz bin ışık
yılıdır.[2]
Samanyollarmda bulunan korkunç miktardaki gazlardan dolayı aralarındaki çekim
kuvvetinin de etkisiyle meydana gelen patlamalar, bunların ortalarındaki kara
delikleri alev saçan yıldızlar haline dönüştürür. Bu olay yüzlerce milyon yılda
nadiren meydana gelir. Yıldıza benzeyen bu parıltıların yaydıkları manyetik
ışınlar, bilinen normal yıldızların çıkardıkları ışınlardan daha kuvvetlidir.
Bunların dünyadan uzaklığı milyarlarca ışık yılı
mesafededir.
Daha önce de açıkladığım gibi
güneş bir sene boyunca on iki burçtan geçer. Her burçta bir ay kalır. Böylece on
iki ayda (365 gün 6 saat, 9 dakika ve 1 saniyede) yıllık devrini tamamlar. İşte
bu seneye "yıldız senesi" denilir ki 21 martta başlar. Ayın da aynı şekilde
burçları vardır ki bunlara "Ay'ın mezilleri=durak yerleri" denilir. Ay her gün
yeni bir menzilde bulunur. Bir ay boyunca 29 veya 30 menzilden geçer. Son
menzile "mihâk" denir. Allah, şu ayette bu menzillere işaret etmektedir: "Güneşi
ışık, ayı nur kılan, yılların sayısını ve hesabı bilmeniz için ona menziller
takdir eden O'dur." (Yunus, 10/5). Ayrıca "Şüphesiz gökleri ve yeri yaratmak
insanları yaratmaktan daha büyüktür." (Gafir, 40/57) ayeti de uzaydaki Kur'anî
mucizelerin tıptaki ve insandaki Kur'anî mucizelerden daha büyük olduğuna
delâlet etmektedir. Allah bizden kâinattaki ayetler üzerinde derin derin
düşünmemizi ve kâinatın hikmetlerini keşfetmemizi talep etmektedir.[3]
İşte yıldızların bu öneminden
dolayı Allah onların adı ile, Muhammed (s.a.)'in Hak'tan sapmış, şaşkın birisi
olmadığı ve asla o Hak'tan dönecek birisi de olmadığı üzerine yemin etmiştir.
Onun hak yolda oluşunun, dalâlette ve yanlışta olmayışının sebebi şu ayette
beyan edilmiştir:
"Hevâdan konuşmaz o. O, kendisine
gelen vahiyden başkası değildir." Yani onun söyledikleri rastgele, keyfî
söylenmiş şeyler değildir, Kur'an diye söyledikleri şahsî arzuları değildir. O
sadece Allah'ın kendisine vahiy yolu ile bildirdiğini konuşur ve Allah'ın
emrettiklerini hiçbir ilâve ve noksanlık yapmadan kamilen tebliğ
eder.
Ahmed bin Hanbel, Ebu Davud ve
İbni Ebî Şeybe'nin rivayetlerine göre Abdullah bin Amr şeyle dedi:
Rasulullah'tan duyduğum ve ezberlemek istediğim her şeyi yazıyordum. Kureyş "Sen
Rasulullah'tan duyduğun her şeyi yazıyorsun, halbuki Rasulullah da bir beşerdir,
öfke halinde konuşmuş olabilir." diyerek beni bundan menettiler. Ben de
yazmaktan vaz geçtim ve bunu Rasulullah'a anlattım. Rasulullah: "Yaz, Allah'a
yemin ederim ki benden haktan başka bir şey çıkmaz."
buyurdular.
Hafız Ebubekir Bezzar'ın Ebu
Hüreyre'den rivayetine göre Rasulullah şöyle buyurdu: "Allah'tandır diye size
haber verdiğim şeyde, asla şek ve şüphe yoktur."
Ahmed bin Hanbel'in yine Ebu
Hüreyre'den rivayet ettiğine göre Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Ben haktan
başka bir şey söylemem." Sahabeden biri "Ya Rasulallah bizimle bazen şaka
yapıyorsun?" dedi. Rasulullah: "Ben haktan başka bir şey söylemem"
dedi.
Sonra Allah Rasulullah'ın
mualliminden, Cebrail'den haber vererek şöyle buyurdu:
"Onu müthiş kuvvetlerin sahibi
öğretti. Kâmil akıl ve görüş sahibidir. Hemen doğruldu. O en yüksek ufukta idi."
Yani Rasulullah'a Kur'an'ı, ilmî ve amelî kuvvetlerin sahibi Cebrail öğretti.
Cebrail, yaratılışta güç-kuwet, akılda muteber görüş sahibi, görüşte metanet
sahibidir. Rasulullah (s.a.) onu aslî şekli ile görmek istediği zaman Allah'ın
yarattığı şekilde durdu. Güneşin önünde, semanın en yüksek cihetinde, en yüksek
ufukta Rasulullah'a göründü. Ufku tamamen kapattı. İşte bu, Rasulullah'a vahiy
getirdiği, ilk vahyi getirdiği zamandı.
Cebaril (a.s.)'dan bahseden
benzeri bazı ayetler de şunlardır: "Şüphesiz, muhakkak o, çok şerefli bir
elçinin kelâmıdır, çetin bir kudrete sahiptir. Arşın sahibi nezdinde çok
itibarlıdır. Orada kendisine itaat olunandır, bir emindir. Sizin arkadaşınız
(Muhammed) bir mecnun değil. Andolsun ki o onu apaçık ufukta görmüştür."
(Tekvir, 81/19-23).
"Sonra yaklaştı. Derken sarktı.
İki yay kadar yahut daha yakın oldu. Kuluna vahyettiği neyse onu vahyetti." Yani
önce Cebrail (s.a.) ufukta durdu, doğruldu, sonra yere yaklaştı, daha da
yaklaştı ve indi. Nihayet Rasu-lullah'ın üzerine kadar indi, Rasulullah ile
arasındaki mesafe iki yay miktarı veya daha az idi. Hemen Cebrail, Allah'ın
kulu ve Rasulü Muham-med'e Kur'an'dan, dinî emirlerden vahyedeceklerini etti.
"Allah, kulu Mu-hammed'e vahyedeceklerini etti" şeklinde tefsir edenler de
olmuştur ki bu manada vahiy olayının büyüklüğüne işaret
vardır.
Anlatılan bu vahiy Miraç gecesinde
değil, Rasulullah (s.a.) arzda iken olmuştur. Bundan dolayıdır ki Allah sonraki
ayetlerde "Andolsun ki onu diğer bir defa da Sidre-i Müntaha'nın yanında gördü"
demiştir. İbni Ce-rir'in rivayetine göre "İki yay kadar, yahut daha yakın"
ayetinin tefsiri sadedinde Abdullah bin Mes'ut Rasulullah'ın "Cebraili gördüm,
altı yüz kanadı vardı" dediğini nakletmiştir.
Allah, Rasulullah'ın Cebrail'i
hayal olarak değil, hakikaten gördüğünü ifade ederek şöyle
buyurmuştur:
"Onun gördüğünü kalp yalana
çıkarmadı. Şimdi siz onun bu görüşüne karşı da kendisiyle mücadele mi
edeceksiniz?" Yani Rasulullah'ın kalbi, onun Cebrail'i kendi suretinde görüşünü
reddetmedi. Öyleyse siz Cebrail'i melek suretinde maddî göz ile görmüş olması
hususunda onunla nasıl mücadele ediyor ve onu tekzip ediyorsunuz? Ayet-i
kerimedeki "kalp" manasına gelen "el-fu'âd" kelimesindeki Lam-ı tarif, ahd
içindir ki o, Rasulullah'ın kalbidir. Rasulullah, Cebrail'i gördüğü zaman kalbi
"ben seni tanımıyorum" demedi, bilakis gördüğünü tasdik etti. Ayrıca şüphe edip
de bu cindir veya şeytandır da demedi.
"Andolsun ki onu diğer bir defa da
Sidre-i Münteha'nın yanında gördü. Ki Cennetü'l-me'va onun yanındadır." Yani
Muhammed (s.a.) bir başka zaman Cebrail'i Allah'ın yarattığı surette inerken
gördü ki bu Miraç gecesinde ve Sidre-i Münteha'nın yanında idi. Sidre-i
münteha, çoğunluğun görüşüne göre -ki bu meşhurdur- yedinci semada bir ağaçtır.
Sahih rivayetlerde altıncı semadadır. Yaratılmışlar oraya kadar bilebilirler,
ordan ötesini hiç kimse bilmez. Müminlerin ruhlarının sığındığı
"Cennetü'l-me'va" da oradadır. İsra suresinde geçtiği gibi sahih görüşe göre
Miraç; ruh-cesed beraber olmuştur, bazılarının dediği gibi sadece ruhla
olmamıştır. Zira öyle olsaydı miraç hadisesinin bir mucize olma özelliği
olmazdı.
Böylece Rasulullah'ın Cebrail'i
hakiki suretiyle görmesi iki defa vuku bulmuş olmaktadır: Birisi yerde, diğeri
göktedir. Bunların dışında hep insan suretinde görüyordu. Çünkü bu ona daha
kolay geliyor ve daha çok yakınlık duyuyordu.
Buna göre "re'âhü: onu gördü" deki
zamir Allah'a değil Cebrail'e raci olmalıdır. Bu sebeple ayet-i kerime
Rasulullah'ın Allah'ı gördüğünü kesin olarak reddetmektedir. Şu ayetler de bunu
teyid etmektedir: "Gözler O'na erişemez, halbuki O, gözleri görür." (En'am,
6/103); "Allah bir insanla ancak vahiy yoluyla veya perde arkasından konuşur,
yahut bir elçi gönderir." (Şura, 42/51). Bazılarına göre "yaklaştı, sarktı,
yakın oldu, vahyetti" fiillerinin faili (öznesi) Allah'tır. Yine "onu gördü"
cümlesinde görülen Allah'tır. Buna göre Rasulullah (s.a.) Cenab-ı Hakk'ı
görmüştür. Buhari'nin Enes'ten rivayet ettiği şu hadis de buna şahittir: "Sonra
onu, bunun üstünde, ancak Allah'ın bildiği yere yükseltti. Sidre-i Münteha'ya
kadar geldi. İzzet sahibi Cebbara yaklaştı, sarktı, ona iki yay kadar veya daha
yakın oldu. Hemen vahyettiklerinin içinde ona elli vakit namaz
vahyetti."
Ancak râcih olan ilk görüştür.
Nitekim Müslim'in Ebuzer'den rivayet ettiği şu hadis de buna delildir. Ebuzer
sordu: Ya Rasulallah! Rabbini gördün mü? Rasulullah da: "Bir nur gördüm."
dedi.[4]
Sidre-i Münteha'ya gelince: Ona
herhangi bir mekân tayin etmeden, sahih hadiste varid olanın dışında herhangi
bir sıfatla tavsif etmeden Kur'an-ı Kerim'in zahirinde geldiği gibi iman ederiz:
Ahmed bin Hanbel, Müslim ve Tirmizî'nin rivayet ettiklerine göre îbni Mes'ud
şöyle dedi: "Rasulullah (s.a.) Miraç gecesinde Sidre-i Münteha'ya kadar
götürüldü. Sidre-i Münteha yedinci semadadır. Arzdan yükseltilenler en son oraya
kadar yükselir, oradan kabzolunur; onun üstünden inenler, en son oraya kadar
iner, oradan kabzolunur."
Müslim'in Sahih'inde İbni
Mesud'dan rivayetine göre Sidre-i Münteha altıncı semadadır. Yine Müslim'in
Enes'ten rivayetine göre Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: 'Yedinci semadaki
Sidre-i Müntehaya yükseltildiğimde Sidr'in meyvaları Hecer destisi gibi,
yaprakları fil kulakları gibi idi."
Tirmizî'nin Ebubekr'in kızı
Esma'dan rivayetine göre Rasulullah (s.a.)'in yanında Sidre-i Münteha
zikredildiğinde onun şöyle dediğini işittim dedi: "Binekti insan onun
dallarından birinin gölgesinde yüz sene yol alır. Yahut gölgesinde yüz yolcu
gölgelenir. İçinde altın kelebekler uçuşur. Sanki meyvaları Hecer destisi gibi
idi.[5]
"O zaman Sidre'yi buruyordu, onu
bürümekte olan." Bazılarına göre Sidre'yi kuşatanlar daima ibadetle meşgul olan
meleklerdi ki bunların sayısı bilinmeyecek kadar çoktu. Bazılarına göre de
Sidre'yi kuşatan Allah'ın nuru idi. Bunun ayette belirtilmemesi Sidre'ye veya
kuşatana tazim içindir.
"Göz ağmadı, aşmadı da. Andolsun
ki o, Rabbinin en büyük ayetlerinden bir kısmını görmüştür." Yani,
Rasulullah'ın gözü gördüğünden ayrılmadı ve gördüğünü terketmedi. Rasulullah'ın
Cebrail'i ve melekût âleminden başka şeyleri görmesi bir göz yanılması değil,
bilakis beşer gözü ile görmesi şeklindedir. Bu da teyid ediyor ki Miraç,
cesed-ruh beraberce olmuştur.
Rasulullah Miraç gecesinde
Rabbinin büyük ayetlerinden anlatılması mümkün olmayan birisini gördü ki o
Cebrail'i melek suretinde görmesi ile Melekler âlemine ait diğer hayret verici
hallerdir. "Ayetlerimizden bazılarını ona göstermek için" (İsra, 17/1) ayet-i
kerimesinde de ifade edildiği gibi Miraçta görülenin tayin edilmemesi onun
büyüklüğüne ve önemli oluşuna işaret içindir. Buhari ve başkalarının
rivayetlerine göre İbni Mes'ud görülen ayeti beyan etme sadedinde şöyle dedi:
"Cennetten gelmiş yeşil bir ref-ref gördü ki ufku kapatmıştı", Aynı konuda İbni
Abbas "Semanın ufkunu kapatmıştı." şeklinde söylemiştir. İbni Zeyd'den gelen
rivayet ise "Cebrail'i olduğu gibi gördü" şeklindedir. [6]
Şirkin Haramlığı
Ve Putlardan Hiçbir Fayda
Gelmeyeceği:
19, 20- Lât, Uzza ve diğer
üçüncüsü olan Menafi gördünüz mü?
21- Erkek sizin de, dişi O'nun
mu?
22- O takdirde bu, insafsızca bir
taksim.
23- Bu, sizin ve atalarınızın
takdığınız adlardan başkası değildir. Allah onlara hiçbir hüccet indirmedi.
On-
lar kuruntudan ve nefislerin arzu
ettİğİ hevâdan başkasına tâbi olmuyorlar. Halbuki andolsun, kendilerine
Rablerinden o hidayet gelmiştir.
24- Yoksa insana her umduğu şey mi
var?
25- İşte ahiret de, dünya da
Allah'ındır.
26- Göklerde nice melek vardır ki
onların şefaatleri bile hiçbir şeye yaramaz. Meğer ki Allah'ın dileyeceği ve
razı olacağı kimseler için izin vermesinden sonra ola."
Açıklaması:
Allah müşriklerin putlara ibadet
etmelerini ve İbrahim'in bina ettiği Kabe'ye benzeterek putlar için puthaneler
edinmelerini küçümseyerek, kınayarak şöyle buyurdu: "Lat, Uzza ve üçüncüsü olan
diğer Menat 'ı gördünüz mü?" Yani siz şu Lât, Uzza ve Menat üzerinde hiç
düşündünüz mü? Bunlar birer sağır taş veya yerde biten ağaçtan ibaret şeyler.
Bunları nasıl Allah'a eş ve ortak yapıyorsunuz? Bunlar sizin için yaratılmış
olup hiçbirisi yaratıcı değil, yaratılmış şeylerdir. Kâinatta azametini
bildiğiniz Allah, ibadet edilmeye O daha lâyık değil
midir?
Allah, Menafi tahkir etmek ve
yermek için, onlara göre değer bakımından öbürlerinden sonra geldiğini
göstermek için "diğer üçüncüsü" ifadesini kullandı.
Böyle bir ifade, bir şeyi lâyık
olmadığı yere koyma anlayışının kınanıp yerilmesi ve ağır bir üslûpla
ayıplanmasıdır. Sakif ve ona bağlı kabileler nakışlı beyaz bir put olan Lât ile
övünürlerdi. Bu put Taifte idi. Bir bina içinde bulunur, üzerinde bir örtü olur,
başında hizmetçileri beklerdi. Etrafında geniş bir avlu bulunurdu. Taif halkı
ona tazim gösterirlerdi. Lat putu, cahiliye döneminde unu yağ ile kavurup
hacılara dağıtan bir adamın şeklini andırıyordu. O adam ölünce putunu yapıp
kabrine diktiler, sonra buna tapmaya başladılar.
Uzza, Taif le Mekke arasında Nahle
denilen yerde Gatafan'a ait bir ağaçtı. Bir yapı içinde bulunur, üzerine perde
örtülürdü. Kureyş bu ağaca tapardı. Nitekim Ebu Süfyan, Uhud günü: "Bizim
Uzza'mız var, sizin yok" demişti de buna karşılık Rasulullah (s.a.)
yanındakilere "Ona "Allah bizim mevlamızdır, sizin mevlanız yok" deyin"
demişti.
Menat ise, Mekke-Medine arasında
Gadid vadisinde bulunan bir kaya idi. Cahiliye döneminde Huzâ, Evs ve Hazrec ona
ta'zim gösterirler, Kabe ziyaretine giderken oradan niyet ederlerdi, yanında
kurbanlar keserlerdi. Arap yarımadasında ayette zikredilen bu üç puttan başka
putlar da vardı. Ancak bu üçü en meşhurları olduğu için ayet-i kerimede
özellikle bunlar zikredilmiştir.
Putlara tapmaları sebebiyle
müşriklerin akıllarının çalışmadığını beyan ettikten sonra Allah onları başka
bir şirkten dolayı yani "melekler Allah'ın kızlarıdır" demelerinden dolayı
azarlayarak şöyle buyurdu:
"Erkek sizin de, dişi O'nun mu? O
takdirde bu insafsızca bir taksim." Yani Allah'ın çocuğu vardır, diyorsunuz
sonra dişileri ona veriyor, erkekleri kendinize mi alıyorsunuz? Bu taksimi kendi
aranızda bile yapmış olsanız, doğru olmazdı, haktan uzak olurdu. Yaratılmışlar
arasında yapılsaydı bir zulüm ve haksızlık olacak olan bu takisimi Rabbinizle
kendi aranızda nasıl yapıyorsunuz? 'Yoksa kızlar O'nun, oğullar sizin mi?" (Tur,
52/39) ayeti de bu ayetin bir benzeridir.
Sonra Allah uydurdukları ve
düzdükleri yalan ve iftiraları, putlara tapmak suretiyle küfre düşmelerini ve o
putlara "ilâh" demelerini reddererek şöyle buyurdu:
"Bu sizin ve atalarınızın
taktığınız adlardan başkası değildir. Allah onlara hiçbir hüccet indirmedi."
Yani görmeyen, işitmeyen, düşünmeyen ve anlamayan, ne zararı, ne de faydası
olmayan bu putlara "ilâh" demeniz sizin kendi kafanızdan taktığınız bir
isimdir. Onların hakikatte hiç ilâh olacak tarafı yoktur. Bunu babalarınız ve
siz böyle kabul ettiniz, sonraki gelenler öncekileri taklit etti ve bu hususta
evlâtlar babalarına tâbi oldular. Allah, bunların ilâh olduğunu ispat
edebileceğiniz hiçbir delil indirmedi. Nitekim başka bir ayette Allah: "Sizin
Allah'tan gayrı ibadet ettiğiniz şeylerin hepsi sizin ve babalarınız taktığı
isimlerden ibarettir." (Yusuf, 12/40) buyurmuştur.
Sonra Allah onların putlara niçin
taptıklarını beyan ederek şöyle buyurdu: "Onlar kuruntudan ve nefislerin arzu
ettiği nevadan başkasına tabi olmuyorlar. Halbuki andolsun, kendilerine
Rablerinden o hidayet gelmiştir. " Yani onların putlara "ilâh" deme konusunda
tâbi şey sırf vehim ve kuruntudan ibarettir. Onlar uyulması vacib olan Hak
tarafına hiç bakmadan sadece nefislerinin arzu edip meylettiği şeye tabi
oluyorlar. Halbuki o putların ilâh olmadığına dair onlara Allah tarafından
apaçık beyan gelmişti. İşte o, kendilerine gönderilen peygamberin diliyle, Allah
tarafından gelip hüccet ve burhan olan, dönüp bakmadıkları, teslim olup
uymadıkları bu Kur'an'dır.
Sonra Allah meselenin temenni ve
ümitlerle olmayacağını, bu putların ne Allah nezdinde şefaatçi olma konusunda,
ne de başka hususta onlara faydası olmayacağını açıkça ifade ederek şöyle
buyurdu: "Yoksa insana her umduğu şey mi var? İşte ahiret de, dünya da Allah
'indir." İnsanın her temenni ettiği şeyin olması mümkün mü? Her hayır temenni
edenin temennisi, olmaz. Onların, putların kendilerine faydası olacak ve şefaat
edecek şeklindeki temennileri de olmaz. Çünkü dünya ve ahiretin idaresi,
mülkiyeti ve onlar üzerinde tasarrufta bulunma sadece Allah'a aittir. Ne
dünyada, ne de ahirette Allah'ın yanında putların hiçbir tasarrufu yoktur: "Ne
sizin temennileriniz, ne de Ehl-i Kitab'ın temennileri" (Nisa, 4/123). Ahmed
bin Hanbel'in Ebu Hüreyre'den rivayet ettiğine göre Rasulullah (s.a.) şöyle
buyurdu: "Biriniz temennide bulunacağı zaman ne temenni edeceğini iyi düşünsün.
Çünkü o temennilerinden, kendisi hakkında hangilerinin yazılacağını
bilmez."
Sonra Allah şefaatin kabul yolunu
beyan ederek şöyle buyurdu:
"Göklerde nice melek vardır ki
onların şefaatleri bile hiçbir şeye yaramaz. Meğer ki Allah'ın dileyeceği ve
razı olacağı kimseler için izin vermesinden sonra ola." Yani göklerdeki
meleklerden pek çoğu, bunca ibadette bulunmalarına rağmen, Allah nezdindeki
saygınlıklarına rağmen, Allah'ın kendisine şefaat etmesine izin verdiklerinin
haricinde, hiç kimseye şefaat edemezler. Nerde kaldı ki bu aklı ve idraki
olmayan taşlar, ağaçlar şefaat etsin.
Yani melekler ancak kendilerine
şefaat etme izni çıktıktan sonra ve ancak Cenab-ı Hakk'm şefaat edilmesini
istediği kişilere -tevhid ehlinden oldukları için- şefaat edecekler.
Müşriklerin bu şefaatten hiç nasibi yoktur. İb-ni Kesir şöyle diyor: Bu,
mukarrab melekler hakkında böyle olursa ey cahiller, siz bu putların Allah
nezdinde şefaat etmesini nasıl beklersiniz? Ki Allah hiçbir zaman puta ibadet
etmeyi meşru kılmamış ve izin vermemiş bilakis bütün peygamberlerin dilinde bunu
nehyetmiş ve bu nehyi bütün kitaplarında indirmiştir.[7]
Bu, meleklere ve putlara tapanlara bir azarlamadır. [8]
Melekler
Allah'ın Kızlarıdır." Diyen Müşriklere
Cevap:
27- Şüphesiz ahirete iman
etmeyenler meleklere dişi adı takarlar.
28-Halbuki onların buna dair
bilgisi yoktur. Onlar kuruntudan başkasına olmazlar. Kuruntu ise
şttphe-
siz haktan hiçbir şeyi tfade
etmez.
29- Onun için sen, bizim
zikrimize sırt çeviren, dünya hayatından
baş- kasını arzu etmeyen kimselerden
30- Onların ilimden erebildikleri
iş- te budur. Şüphesiz ki Rabbin, yolundan sapan kimseleri çok iyi bilenin ta
kendisidir. O, hidayet bulan kimseleri de pek iyi
bilendir.
Açıklaması:
Allah
müşriklerin melekleri dişilikle vasfedip onlara "Allah'ın kızları" demelerini
reddederek şöyle buyurdu:
"Şüphesiz ahirete iman
etmeyenler meleklere dişi adı takarlar." Yani ahiretin, hesabın ve cezanın
varlığını kabul etmeyen şu inkarcı müşrikler meleklerin dişi olduğunu ve
bunların Allah'ın kızları olduğunu iddia ediyorlar. Allah ise bunların
dediklerinden tamamen münezzehtir.
"Halbuki onların buna dair
bilgisi yoktur." Yani onların bu söylediğini doğrulayacak ellerinde ne sahih
bilgileri ne de bir delileri vardır. Onlar melekleri ne tanıyorlar, ne
görmüşler, ne de onlara bunu güvenilir birisi haber vermiştir. Bilakis bunu
tamamen bir cehalet, dalâlet, cüret, yalan, düzmece ve çirkin bir iftira olarak
söylemektedirler.
"Onlar
kuruntudan başkasına tâbi olmazlar. Kuruntu ise şüphesiz haktan hiçbir şeyi
ifade etmez." Yani onların tâbi olduğu şey vehimden veya aslı-esası olmayan
kuruntudan ibarettir. Kuruntunun böylesi hiçbir işe yaramaz, asla hakkın yerini
tutmaz. Bir sahih hadiste Rasulullah’ın şöyle dediği variddir: “Zan (kuruntu ve
vehim)den sakının, çünkü zan sözlerin en yalanıdır.”
“Onun
için sen, bizim zikrimize sırt çeviren, dünya hayatından başkasını arzu etmeyen
kikselerden yüz çevir.” Öyleyse ey peygamber, Kur’an-ı Kerim’den ve Allah’ın
öğütlerinden yüz çeviren ve tek derdi dünya olan, ahiret hakkında düşünmeyi
bırakanlardan yüz çevir. Yani onlarla mücadeleyi, durumlarını önemsemeyi bırak.
Zira sen emrolunduğun şeyi tebliğ ettin. Zaten sana düşen ancak tebliğdir.
“Dünya hayatından başkasını arzu etmeyen” sözü onların haşri inkar ettiklerine
işarettir. Nitekim onların “Hayat şu bizim dünya hayatımızdan başkası değildir”
(En’am: 6/29) ve Cenab-ı Hakk’ın onlara, “Dünya hayatına razı mı oldunuz?”
(Tevbe: 9/38) sözleri onların ahireti inkar ettiklerine delalet
eder.
“Onların ilimden
erebildikleri işte budur.” Yani dünya ve dünyayı kazanmak… İşte onların ilimde
erişebildikleri en son nokta budur. Dine ve dini meselelere ilgi duymazlar.
Ahmed b. Hanbel’in Hz. Aişe’den rivayet ettiğine göre Rasulullah (s.a.v.) şöyle
buyurdu: “Dünya (ahirette) yurdu olmayanın yurdudur, malı olmayanın malıdır,
dünya için aklı olmayan toplar.” Me’sur dualardan birinde Rasulullah (s.a.v.)
şöyle dua etmiştir: “Ey Allah’ım, dünyayı derdimizin en büyüğü, ilmimizin en
sonu kılma.”
“Onlardan yüz çevir” emrinin
sebebini veya illetini Cenab-ı Hak şöyle açıklamaktadır:
“Şüphesiz ki Rabbin yolundan
sapan kimseleri çok iyi bilenin ta kendisidir. O, hidayet bulan kimseleri de pek
iyi bilendir.” Yani ey Muhammed, sen bırak bunları, çünkü Allah o bütün
varlıkları yaratandır, hak ve hidayet yolu olan yolundan sapanı da, hak dine
doğru yol bulanı da bilendir. Her gruba veya herkese yaptığının karşılığını
verecektir.
Bu
ifadede, ulaşılması mümkün olmayan şeyleri elde etme yolunda Rasulullah’ın
kendisini yormaması için ona bir teselli vardır. Ulaşılması mümkün olmayan o
şey, ilmi yakini bırakıp zanna inanan, hakkı bırakıp batıla sarılan inatçıların
imana gelmesidir. Rasulullah (s.a.)'in güzel huylarından biri de onların iman
etmesini çok arzu etmesi idi. Yine bu ifadede kâfirlere vaîd (ceza tehdidi)
müminlere vaad (mükâfat teşviki) vardır. [9]
İyilik
Yapanlara Mükafat, Kötülük Yapanlara Ceza:
31-
Göklerde ne var, yerde ne varsa Allah'ındır. (Bunların yaratılması) kötülük edenleri yaptıklarına mu- kabil
cezalandırılması, güzel hareket edenleri de daha zelîyle mükâfatlandırması
içindir.
32- (Bu insanlar> ufak ufak suçlar hariç, günahın büyüklerinden ve
fu-
man ve
siz henüz analarınızın karınlarında ceninler halinde olduğunuz sırada sizi çok
iyi bilendir. Bunun için kendinizi temize çıkarmayın. O, sakınan kimdir, çok iyi
bilendir."
Açıklaması:
"Göklerde ne var yerde ne
varsa Allah'ındır. (Bunların yaratılması) kötülük edenleri yaptıklarına mukabil
cezalandırması, güzel hareket edenleri de daha güzeliyle mükâfatlandırması
içindir." Yani Allah göklerin ve yerin malikidir, hiçbir şeye muhtaç değildir,
yaratılanlar hakkında, adaletle hükmedendir. Varlıkları hak olarak yarattı. Her
şeyi kuşatan ilmine uygun olarak ister iyilikte bulunan, ister kötülükte bulunan
olsun, insanların her birine neticede amelinin karşılığını verecek, iyilik
yapana iyilikle, kötülük yapana kötülükle muamele edecek: Eğer kişinin ameli
hayırsa karşılığı hayır, şer ise şer olacak.
İbnülcevzî tefsirinde şöyle
demektedir: "Bu ayet, Cenab-ı Hakkın kudretini ve mülkünün genişliğini haber
vermektedir. Bu ayet ilk ayet ile, "liyecziye'llezîne..." ayeti arasında bir
cümle-i muterıza (ara cümlesi) şeklindedir. Çünkü iyilikte bulunanı da,
kötülükte bulunanı da en iyi bilen O ise, her birine hak ettiği karşılığı da O
verecektir. Her iki sınıfa yaptıklarının karşılığını verebilmesi de ancak geniş
mülk sahibi olmasıyla mümkündür."
Sonra
Allah iyilikte bulunan o müttakilerin özelliklerini zikrederek şöyle
buyurdu:
"Ufak
ufak suçlar hariç, günahın büyüklerinden ve fuhuşlarından kaçınanlardır. " Yani
iyilikte bulunanlar; şirk, adam öldürme, yetim malı yeme gibi büyük
günahlardan, zina gibi fahiş günahlardan uzak duran insanlardır. Allah'ın,
karşılığında cehennem tehdidinde bulunduğu her günaha kebâir (büyük) günah;
yine büyük günahlardan olup da hakkında had cezası bulunan ve hem aklen hem de
dinen son derece çirkin olanlarına da fevâhiş denir. Ancak, harama bakma gibi
"lemem" tabir edilen küçük günahlar ve önemsiz hatalar hariç "iyilikte
bulunanlardan günah sadır olmaz. Ahmed bin Hanbel'in ve Buhari ve Müslim'in
Sa/uMerinde Ebu Hü-reyre'den rivayet ettiklerine göre Rasulullah (s.a.) şöyle
buyurdu: "Allah her Ademoğluna zinadan nasibini yazmıştır, çaresiz onu yapar.
Meselâ gözün zinası bakmaktır, dilin zinası konuşmaktır, nefis temenni eder ve
ister, organ da onu ya tasdik eder (ona uyar) veya tekzib eder (o günahı
işlemez)”
İyilikte bulunan bu
“muhsinun” küçük günah işlerlerse, tevbe eder ve benzerini bir daha
yapmazlar.
Bu
ayetin bir benzeri de şudur: “Eğer yasakladığımız şeylerin büyüklerinden
kaçınırsanız sizin küçük günahlarınızı gizleriz ve sizi şerefli bir yere
koyarız."
Buhari
ve Müslim'de Hz. Ali'den gelen rivayette büyük günahlar yedi tane sayılmıştır:
"Yedi helak ediciden sakının: Allah 'a ortak koşmak, sihir, haklı durum hariç
Allah 'm haram kıldığı canı öldürmek, yetim malı yemek, faiz yemek, harp günü
kaçmak, günahsız ve iffetli mümin kadına zina iftirası atmak." Hafız Zehebî
Kebâir adlı kitabında büyük günahları yetmişe kadar çıkarmıştır. Taberanî'nin
rivayetine göre bir adam İbni Abbas'a: "Büyük günahlar yedidir" demiş, o da
"onlar yediyüze yediden daha yakındır, ancak istiğfarla büyük günah kalmaz
affolunur, ısrarla günah küçük kalmaz (büyük günah olur)"
demiştir.
Sonra
Allah "Şüphesiz ki Rabbin mağfireti bol olandır." demek suretiyle ümit kapısını
açmış, ümitsizliği yasaklamıştır. Yani şüphesiz Allah'ın rahmeti her şeyi
kuşatır, tevbe edenler için mağfireti bütün günahları kapsar. Nitekim ayet-i
kerimede: "De ki: Ey kendileri aleyhine haddi aşan kullarım! Allah 'm
rahmetinden ümit kesmeyin. Şüphesiz Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz o
çok bağışlayanın, çok merhamet edenin ta kendisidir. " (Zümer, 39/53
buyrulmuştur.
Sonra
Cenab-ı Hak her şeyi bildiğini vurgulayarak şöyle buyurdu: "O sizi daha
topraktan yarattığı zaman ve siz henüz analarınızın karınlarında ceninler
halinde olduğunuz sırada sizi çok iyi bilendir." Yani Allah şüphe yok sizi
görür, babanız Adem'i topraktan yaratıp onun sulbünden zürriyeti-ni çıkardığı,
analarınızın karnında ceninler olarak size şekil verdiği ve değişik
merhalelerde oluşum ve gelişmenizi taahhüt ettiği zamanlarda bile sizden sâdır
olacak sözlerinizi, hareket ve ahvalinizi biliyordu. Cenin: Ana karnındaki
çocuğa denir. "Analarınızın karınlarında" sözü ile Cenab-ı Hakkın ilim ve
kudretinin kemaline dikkat çekilmiştir. Zira ana karnı son derece bilinmezdir.
Orada ceninin her halini bilen Allah için, kullardan sadır olan diğer haller
ona gizli olmaz.
"Bunun
için kendinizi temize çıkarmayın, o sakınan kimdir, çok iyi bilendir." Yani
kendinizi övüp durmayın, günahsız, tertemiz göstermeyin, beğenerek veya riya
için kendinizi medhetmeyin, günahlardan temiz olduğunuzu iddia etmeyi bırakın,
itaat ederek Allah'a hamd edin, günahtan kaçının, çünkü Allah günahlardan
sakınanı bilir.
Bu
ayetin bir benzeri de şu ayettir: "Kendilerini temize çıkaranları gördün mü?
Hayır Allah dilediğini temize çıkarır ve kimse kıl kadar haksızlık görmez."
(Nisa, 4/49).
Müslim
Sahih 'inde rivayet ettiğine göre Muhammed bin Amr bin Atâ şöyle dedi: Kızıma
Berra ismini verdim. Bunun üzerine Ebu Seleme kızı Zeynep bana "Rasulullah bu
ismi yasak etti ve kendinizi temize çıkarmayın, şüphesiz Allah sizin berr (iyi)
olanınızı en iyi bilendir" dedi. Bunun üzerine "Peki hangi ismi verelim?"
dediler. Rasulullah da "Ona Zeynep adını koyun." dedi. (Berra: İyi, sözüne
sadık, demektir.)
Ahmed
bin Hanbel, Abdurrahman bin Ebî Bekra'dan rivayet ettiğine göre babası şöyle
dedi: Birisi Rasulullah'm yanında bir adamı medhetti. Bunun üzerine Rasulullah
birkaç defa: "Ne yaptın, arkadaşının boynunu kopardın, biriniz mutlaka
arkadaşını methetmesi lazım geliyorsa: "kanaatimce..., Allah'ın nezdinde
kimseyi temize çıkaramam... -eğer öyle biliyorsa- zannedersem, o şöyle
şöyledir." şeklinde söylesin." buyurdular.
Ahmed
bin Hanbel, Müslim ve Ebu Davud'un rivayetlerine göre Hem-mam bin Haris şöyle
dedi: Birisi Hz. Osman'a geldi yüzüne karşı onu övmeye başladı. Bunun üzerine
Mikdad bin Esved hem onun yüzüne toprak serpiyor, hem de şöyle diyordu:
"Rasulullah (s.a.) bize, insanları yüzlerine karşı mübalâğa ile övenlerle
karşılaştığımız zaman yüzüne toprak serpmemizi emretti." [10]
Zengin
Müşriklerin Büyüklerinden Bazılarının Hakka Tâbi Olmadıklarından Dolayı
Azarlanması Ve Onlara İbrahim Ve Musa Peygamberlerin Kitaplarındaki Haberlerin
Hatırlatılması:
33,
34- Şimdi (haktan) dönen, (malından) biraz verip de gerisini sert kaya gibi
elinde tutan adamı gördün mü?
35-
Gaybın ilmi onun nezdindedir de kendisi mi görüyor?
36,
37- Yoksa Musa'nın ve vazifesini tastamam ifa eden İbrahim'in sahifelerinde
olanlardan haberdar mı edilmedi?
38-
Hakikaten hiçbir günahkâr di-
39-
Hakikaten insan için kendi çadan bakası yoktur-
40,
41-Hakikaten çalıştığı ileride
görülecek, sonra buna en kâmil
karşıhk verilecektir.
42- Şüphesiz ki en son gidiş ancak Rabbinedir.
43- Hakikat şu: Güldüren de,
ağlatandaO'dur.
44-
Hakikat şu: Öldüren de, dirilten de O'dur.
45,
46- Hakikaten meniden, döküldüğü zaman erkek ve dişi iki çifti O
yarattı.
47-
Şüphesiz ki tekrar diriltmek de Ona aittir.
48-
Hakikat şu: (İnsanı) muhtaç olmaktan O kurtardı ve O sermaye sahibi
kıldı.
49-
Hakikat şu: Şi'ra'nın Rabbi de O.
50-
Hakikat şu: Evvelki Âd'ı O helak etti,
51-
Semud'u da. Öyle ki bırakmadı.
52-
Daha evvel Nuh kavmini de. Çünkü bunlar çok zalim ve çok azgınların ta kendileri
idi.
53,
54- (Lût kavminin) altı üstüne gelen kasabalarını da O, kaldırıp yere çarptı da,
onlara giydirdiğini giydirdi.
Açıklaması:
Allah
kendisine itaat etmekten kaçınan herkesi azarlayıp zemmederek şöyle
buyurdu:
"Şimdi
(haktan) dönen, (malından) biraz verip de gerisini sert kaya gibi elinde tutan
adamı gördün mü? Gaybın ilmi onun nezdindedir de kendisi mi görüyor?" Yani
hayırdan dönen, hakka uymaktan kaçan, malından biraz verip sonra başkasının
onun günahını yüklenmesi uğruna vermekten vazgeçen veya İbni Abbas'ın tefsirine
göre biraz itaatta bulunup sonra bunu kesen o kişinin durumu sana haber
verildi, bildirildi mi? İnkarı imana tercih eden bu kâfirin nezdinde, ona göre
gâib olan azap hakkında bilgi var da, o kıyamet gününde arkadaşının kendi adına
günahlarını yükleneceğine mi inanıyor? Hayır, iş onun zannettiği gibi
değildir.
Bu
ayetler "İşte o, tasdik etmemiş, namaz da kılmamış, fakat yalanlamış arkasını
dönmüş." (Kıyame, 75/31-32) ayetleri ile aynı mealde
ayetlerdir.
Sonra
Allah bütün din ve nizamların ittifak ettiği "sorumluluğun şahsîliğini" ona
hatırlatarak şöyle buyurdu: 'Yoksa Musa'nın ve vazifesini tastamam ifa eden
İbrahim'in sahifelerinde olanlardan haberdar mı edilmedi?" Yani, yoksa o
Tevrat'ın fasıllarında ve "Bir zamanlar Rabbi İbrahim'i birtakım kelimelerle
sınamış, onları tam olarak yerine getirince "Ben seni insanlara önder
yapacağım." demişti." (Bakara, 2/124) ayetinde beyan edildiği gibi kendisine
emrolunanı eksiksiz ve tastamam yapan, elçilik vazifesini en mükemmel şekli ile
eda eden İbrahim'in sahifelerinde bildirilenlerden haberdar edilmedi mi?
İbrahim (a.s.) bütün emirleri yerine getirip bütün yasak olanları terkettikten
ve peygamberlik vazifesini eksiksiz tebliğ ettikten sonra bütün hal ve
haketlerinde söz ve fiillerinde insanlar için kendisine uyacakları bir önder
olmaya hak kazanmıştır.
İbrahim ve Musa'ya gelen
kitapları zikretmekle yetinilmiştir. Çünkü müşrikler kendilerinin İbrahim'in
dini üzre olduklarını, Ehl-i Kitap da Tevrat'a uyduklarım iddia ederler. Âlâ
suresi 19. ayette İbrahim (a.s.)'ın sahifeleri önce, Musa (a.s.)'a gelen sonra
zikredildiği ve zaman olarak da öyle olduğu halde burada bunun aksi olarak önce
Musa'nın sahifelerinin zikredilmesinin sebebi İbrahim (a.s.)'ın sahifeleri zaman
bakımından daha uzak olması ve onlardaki öğütlerin müşrikler arasında meşhur
olmamasıdır. Halbuki Musa'nın Tevrat'ı daha vakın, daha yaygın ve daha
çoktu.
Sonra
Allah, İbrahim ve Musa Peygamberlere gelen kitaplarda neler bulunduğunu beyan
sadedinde şöyle buyurdu:
1- "Hakikaten hiçbir günahkâr
diğerinin günahını çekmez" Yani hiç kimse başkasının günahı sebebiyle muâhaze
olunmaz, herkes inkâr veya herhangi bir günah olsun işlediği cürmün günahını
yalnız kendisi çeker, onun adına bir başkası çekmez. İşte bu, "ferdî mesuliyet'
veya "şahsî mes'uliyet" veya "Eğer yükü ağır gelen kimse onu taşımak için
çağırsa, bu çağırdığı akrabası da olsa ondan bir şey taşınmaz." (Fâtır, 35/18)
ayeti gibi birçok ayette beyan edildiği "hiç kimse başkasının günahı sebebiyle
muâhaze olunmaz" prensibidir.
2- "Hakikaten insan için kendi
çalıştığından başkası yoktur." Yani onun için sadece çalıştığının ecri,
yaptığının karşılığı vardır, yapmadığı bir işin ecrini hak etmez. Bu prensip
yukarıdakinin mukabilidir. Yani hiç kimse bir başkasının sorumluluğunu veya
günahını yüklenmeyeceği gibi ecir ve sevap olarak da ancak kendisi için
yaptığının karşılığını alacaktır. Ayetin maksadı salih amellerin ve her bir
amelin karşılığı olduğunu beyan etmektir. Dolayısıyla hayra sevap, şerre ceza
verilir. Ayet-i kerimede salih amele daha fazla teşvik etmek için "çalıştığı"
şeklinde mazi sığası ile ifade edilmiştir.
İmam
Şafiî bu ayetten ölüler için okunan Kur'an'ın sevabının onlara ulaşmayacağı
hükmünü çıkarmıştır, çünkü bu onların kendi işi ve kazancı değildir. Ancak dört
mezhepte itimad edilen şudur ki yapılan kıraetin sevabı ölülere ulaşır. Çünkü
bu bir hibedir ve okunduğu zaman rahmetlerin indiği Kur'an ile dua etmektir.
Nitekim hadis-i şeriflerde duanın ve sadakanın ölüye ulaştığı sabit olmuştur ve
bunun üzerinde icma edilmiştir. Müslim Sahih'inde, Buhari Edebü'l-Müfred'de ve
İbni Mâce hariç diğer Sünen sahiplerinin Ebu Hüreyre'den rivayet ettiklerine
göre Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "İnsan öldüğü zaman ameli kesilir. Ancak
şu üç şeyden dolayı kesilmez: Sadaka-i cariye, kendisinden faydalanılan bir ilim
veya ona dua eden salih bir evlât." Kurtubî şöyle dedi: "Birçok hadis bu hükme
delâlet ediyor: Başkası tarafından yapılan salih amelin sevabı mümine ulaşır."[11]
3- "Hakikaten çalıştığı ileride
görülecektir." Yani onun ameli muhafaza edilmektedir, mizanında bulacaktır,
ondan hiçbir şey zayi olmaz. İhmalkâr davrananları kınamak ve ilân etmek için
kıyamet günü bu çalışması ona ve mahşer halkına arzolunacaktır. Nitekim ayet-i
kerimede şöyle buyrulur: "De ki: Yapın, amellerinizi Allah da, Rasulü de,
müminler de görecektir. Sonra görüleni ve görülmeyeni bilen Allah'a
döndürüleceksiniz de O size yapmakta olduklarınızı haber verecektir." (Tevbe:
9/105) Yani size onu haber verecek ve eksiksiz size karşılığını verecektir.
Hayır ise hayır, şer ise şer verecektir.
4- “Sonra buna en kamil
karşılık verilecektir” Yani insana çalışmasının karşılığı verilir, eksiltmeden
bütünüyle amelinin karşılığını görür. Kötülükse misli ile cezalandırılır, iyilik
ise on mislinden yedi yüz misline kadar
mükâfatlandırılır.
5- "Şüphesiz ki en son gidiş
ancak Rabbinedir." Yani kıyamet günü dönüş ve varış Allah'adır, başkasına
değil. O insanların küçük büyük bütün amellerinin karşılığını vercektir. Bu
ifade kötüler için bir tehdit ve korkutma, iyiler için bir teşvik ve
sevdirmedir ki kulların kıyamet günü Allah'a döndürülmeleri ve amellerinin
karşılığını almaları için O'na arzolunacaklan konusunda düşünmeyi
gerektirmektedir. Nitekim başka ayetlerde de buna işaret edilmiştir. Meselâ:
"Her şeyin mülkiyeti elinde olan Allah'ı tenzih ederim. O'na
döndürüleceksiniz." (Yasin, 36/83). İbni Ebî Hatem'in rivayetine göre Amr bin
Meymun el-Evdî şöyle dedi: Muaz bin Cebel ayağa kalkıp bizim kabileye şöyle
dedi: Ey Evd oğulları, ben Allah Rasulünün size gönderdiği elçisiyim.
Bilirsiniz ki dönüş Allah'adır, ya cennete veya
cehennemedir."
6- "Hakikat şu: Güldüren de,
ağlatan da O'dur." Yani dünyada dilediğini sevindirerek güldüren, dilediğini
üzerek ağlatan, kullan hakkında gülmeyi de ağlamayı da, sevinç ve üzüntü ile
bunların sebeplerini yaratan da O'dur. Bu ikisi ayrı şeylerdir. Denilmek istenen
şudur: Sevindirecek sa-lih ameli, üzüntü verecek kötü ameli yaratan O'dur. Bu
ilâhî kudretin delilidir. Burada özellikle ağlama ve gülme vasıflarının
zikredilmesinin sebebi bu sıfatların ta'lil edilememesi, sebebinin
bilinemeyişidir. Yani hiç kimse gülme ve ağlama sıfatının canlılar içinde sadece
insanda bulunuşunun sebebini bulamaz.
7- "Hakikat şu: Öldüren de
dirilten de O'dur." Yani Allah "O, hanginizin daha güzel amel edeceğini imtihan
etmek için ölümü de dirimi de takdir eden ve yaratandır." (Mülk: 67/2) ayetinde
de beyan edildiği gibi ölümü de, hayatı da yaratan O'dur. O öldürmeye de,
diriltmeye de, tekrar yaratmaya da kadirdir.
8- "Hakikaten meniden,
döküldüğü zaman erkek ve dişi iki çifti O yarattı. " Yani insan veya hayvan
cinsinden her birini meniden veya rahme dökülüp atılan az bir sudan erkek ve
dişi iki sınıf olarak yaratan sonra o nutfeye ruh üfleyen neticede onu bir insan
veya hayvan bünyesi yapan Allah'tır. Bu, nutfeye arız olan zıtlıklar
cümlesindendir. Zira aynı nutfenin bir kısmı erkek, bir kısmı dişi olarak
yaratılır.
9- Şüphesiz tekrar diriltmek
de O'na aittir." Yani kıyamet günü ruhları cesetlere iade edecek Allah'tır.
Allah nasıl ki insanı hiç yoktan yarattı ise, onu tekrar yaratmaya da kadirdir
ki işte bu kıyamet günü ikinci yaratılıştır. Bu, haşre
işarettir.
10- "Hakikat şu: (İnsanı) muhtaç
olmaktan O kurtardı ve O sermaye sahibi kıldı." Yani insanlar için gördüğü
hikmet ve maslahata göre kullarından dilediğini zengin yapmak, fakir yapmak
veya mal verip vermemek her ikisi de Allah'ın elinde, onun yetki ve
tasarrufundadır.
11- "Hakikat şu: Şi'ra'nın Rabbi
de O." Yani şiddetli sıcaklarda Cevzâ'nın gerisinde görülen "Mirzemü'l-cevzâ"
veya "Abûr"da denilen o parlak, ışıl ışıl yıldızın sahibi de işte O'dur ki Huzâa
ve Himyer kabileleri o yıldıza taparlardı.
Yıldızların içinde iki tane
Şi'ra adında yıldız vardır. Birisine Yemâniy-ye, diğerine Şâmiyye denir. Öyle
görülüyor ki -Razî'nin de dediği gibi- birine Yemâniyye denilmesi Yemen halkının
ona tapmasından dolayıdır. Bu yıldıza ilk tapan kişi Arab eşrafından Ebu
Kebşe'dir. Bu yüzden Kureyş, kendi dinlerine muhalefet eden Rasulullah'ı, yine
kendilerine muhalefet etmiş olan Ebu Kebşe'ye benzeterek "Ebu Kebşe'nin oğlu"
demişlerdi. Ebu Kebşe ana tarafından Rasulullah'ın dedeleri arasındadır. Ebu
Süfyan Mekke'nin fethi günü İslâm ordusunun önünden geçişini seyrederken:
"Vallahi Ebu Kebşe'nin oğlunun işi krallığa dönüştü." demişti. Ayrıca Kureyş
müşrikleri de "Ebu Kebşe'nin oğlundan bir şey görmedik." şeklinde
konuşurlardı.
12- "Hakikat şu: Evvelki Âd'ı O
helak etti." Yani Hûd Peygamber'in kavmi olan eski Âd'ı Allah helak etti.
Nuh'tan sonra ilk helak edilen ümmet bunlardır. "Görmedin mi Rabbin ne yaptı
Âd'e, o direkli İrem'e ki o beldelerde bir benzeri yaratılmayandı." (Fecr,
89/6-8) ayetlerinde de işaret edildiği gibi bu kavme Nuh'un oğlu Sâm'ın oğlu
İrem'in oğlu Âd denilir. Bunlar en güçlü, en kuvvetli ve Allah ile Rasulüne
karşı en âsi kavim idiler. Bu yüzden Allah onları 'Yedi gece, yedi gün
üzerlerine musallat ettiği uğultulu azgın bir rüzgâr ile..." (Hakka, 69/6-7)
helak etti. Müberrid'e göre diğer Ad da Salih Peygamber'in kavmi
Semud'dur.
13- "Semud'u da (helak etti).
Öyle ki, bırakmadı." Yani Âd'ı helak ettiği gibi, Semud'u da helak etti,
günahları yüzünden onları cezalandırıp perişan etti. Öyle ki her iki kavimden
de kimse kalmadı. Nitekim ayette: "Şimdi onlardan bir kalan görüyor musun?"
(Hakka, 69/8) diyerek buna işaret edilmektedir.
14- "Daha evvel Nuh kavmini de.
Çünkü bunlar çok zalim ve çok azgınların ta kendileri idi." Yani Âd ve Semud,
bu iki kavimden önce de Nuh kavmini helak etmiştik. Çünkü onlar Âd ve Semud'dan
daha zalim, daha azgın, kendilerinden sonra gelenlerden daha isyankâr ve sınır
tanımaz bir kavim idiler. Çünkü zulmü başlatan onlardı, zulmü başlatan daha
zalimdir. Nitekim bir hadiste: "Kim kötü bir yol açarsa, o kötülüğün ve daha
sonra onu yapanların günahı onun üzerinedir."[12]
Nuh kavminin daha azgın sayılmasının sebebine gelince: Onlar, Nuh (a.s.)'ın
kendilerini uzun müddet davet etmesi sebebiyle uzun zaman öğüt dinleme
imkanları oldu, buna rağmen isyan ederek Allah'a karşı azgınlık yaptılar, inkâr
üzerinde ısrar edip büyüklük tasladılar. O kadar ki Nuh Peygamber'i: "Ey Rabbim
yer yüzünde kâfirlerden yurt tutan (veyA gezip dolaşan) hiçbir kimse bırakma."
(Nuh, 71/26) diyerek haklarında beddua etmeye mecbur
bıraktılar.
15- "(Lût kavminin) altı üstüne
gelen kasabalarını da o kaldırıp yere çarptı da onlara giydirdiğini giydirdi."
Yani Lût kavminin köylerini kasabalarını altını üstüne getirerek yere çaldı. Bu
köyleri önce yukarı kaldırdıktan sonra yere çalan Cebrail idi. Sonra Allah
üzerlerine pişmiş kerpiçten taş yağmuru yağdırdı da o köyleri taşlarla ve
çeşitli azaplarla örttü. Nitekim Şuara suresinin 173. ayetinde bu
zikredilmiştir: "Onların üzerine şiddetli bir yağmur yağdırdık da,
uyarılmışların yağmuru fena olmuştu." Harap edilen bu köyler "alt-üst olmuş"
manasına "el-mü'tefeket" kelimesi ile ifade edildi. Çünkü bu ismin fiili olan
"i'tefeket" "ters döndü, altı üstüne geldi" manasınadır.
"Onlara giydirdiğini giydirdi." ayetinde ne giydirildiğinin
mübhem bırakılması, giydirilen o azabın büyüklüğünü ve umumiliğini ifade etmek
içindir. Katade şöyle der: Lût kavminin köylerinde on altı bin insan yaşardı. O
vadi bunların üzerine fırın ağzından çıkan gibi ateş, petrol ve katran
püskürttü. [13]
Kur'an'dan,
Peygamberlikten, Peygamberliğinden Ve Kıyamet Dehşetine Dair Uyarılardan Ders
Almak:
55-
Şimdi Rabbinin nimetlerinden hangisi hakkında şüphe
edersin?
56-
İşte bu da korkutan evvelkilerden bir korkutucudur.
57-
Yanaşan yaklaştı.
58-
Onu Allah'dan başka açığa çıka-
59-
Şimdi siz bu söze mi şaşıyorsunuz?
60- Ve
gülüyorsunuz, ağlamıyorsunuz?
61-
Siz gafil ve oyuna kapılmış kişilersiniz.
62-
Haydi On'a secde edin, kulluk edin.
Açıklaması:
"Şimdi
Rabbinin nimetlerinden hangisi hakkında şüphe edersin?" Yani ey gerçekleri
yalan sayan insan, Rabbinin nimetlerinden hangisi hakkında şüphe eder,
tereddüde düşersin? Bu ayet Rahman suresinde defalarca tekrar eden "Şimdi
Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz?" ayetinin benzeridir. Burası
söz başlangıcıdır. Hitap umumidir, her insanadır. "Nimetler"den maksad daha
önce sayılan nimetlerdir ki bunlar Allah'ın kullarını yaratması, zengin kılması,
yeri göğü ve bunlarda insan için nice nimetleri
yaratmasıdır.
"İşte
bu da (azaba karşı) evvelki uyarıcılardan bir uyarıcıdır." Yani bu Kur'an veya
bu peygamber Muhammed (s.a.) de önce gelip geçmiş uyarıcı peygamberler
cümlesinden bir uyarıcı, korkutucu ve ikaz edicidir. Yani Kur'an-ı Kerim de
önceki semavî kitaplar gibi uyarıcıdır. Peygamber kendinden önce geçmiş
peygamberler gibi size gönderilmiş bir elçidir, onlar nasıl kavimlerini
uyarmışlarsa, o da sizi uyarmaktadır. Nitekim ayet-i kerimede: "De ki: ben
peygamberlerden ilk defa gelmiş biri değilim." (Ahkaf, 46/9); "O ancak, şiddetli
bir azap öncesi sizi uyarıcıdır." (Sebe, 34/46) buyrulmaktadır. Yine bir hadiste
Rasulullah (s.a.): "Ben çıplak uyarıcıyım."[14]
buyurdular. Yani gördüğü çok şiddetli şer karşısında acele edip bir şey giymeye
dahi fırsat bulamadan süratle kavmine koşup onları uyaran kişi
gibiyim.
"Yaklaşan yaklaştı." Bu
ayet-i kerime "kıyamet yaklaştı" (Kamer, 54/1); "Kıyamet koptuğu zaman..."
(Vakıa, 56/1); "İnsanlara hesapları yaklaştı." (Enbiya, 21/1) ve "Ne bilirsin,
belki kıyamet yakındır." (Şura, 42/17) ayetlerinde de yakınlığı anlatılan
kıyametin yaklaştığını ifade etmektedir. Bu ayette kıyametin her gün biraz daha
yaklaştığına, kopmak üzere olduğuna dikkat çekilmiştir. Ayet-i Kerimeler sıra
ile şu üç aslı ispat için kıyamete işaret etmektedir. Birinci asıl Allah ve
Allah'ın birliği: "Şimdi Rabbi-nin nimetlerinden hangisi hakkında şüphe
edersin"?" İkinci asıl: Peygamber ve peygamberlik: "Bu bir uyarıcıdır." Sonra
haşir ve kıyamet: "Yaklaşan yaklaştı." Ahmed bin Hambel'in Sehl bin Sa'd'den
rivayet ettiği hadiste Ra-sulullah (s.a.) şehadet parmağı ile orta parmağım
hafif ayırarak: "Ben ve kıyamet işte böyleyiz." buyurdular. Yine Ahmed bin
Hanbel, Buhari ve Müslim'in rivayetlerine göre Sehl bin Sa'd, Rasulullah
(s.a.)'in şehadet ve orta parmakları ile işaret ederek: "Benim peygamber olarak
gönderilişim ve kıyamet işte böyledir." dediğini
nakletmiştir.
"Onu
Allah'tan başka açığa çıkaracak yoktur." Yani kesinlikle Allah'tan başka onun
zamanını açıklayıp ortaya çıkarmaya gücü yetecek ve bildirecek bir varlık
yoktur. Çünkü kıyametin ne zaman kopacağı mugay-yabâtın (bilinmeyen beş şeyin)
en gizlilerindendir. Öyleyse siz, hiç farkında olmadan ansızın gelivermeden önce
ona hazırlanın. Bu mealde başka ayetler de vardır: "Şüphesiz kıyametin bilgisi
Allah'ın nezdindedir." (Lokman, 31/34) ve "Onu tam vaktinde, ancak O
açıklayacak." (Araf, 7/187).
Bir
başka ifade ile ayetin manası şudur: Kıyamet bütün şiddeti ve korkuları ile
varlıkları sardığı zaman Allah'tan başka onu kaldırmaya gücü yeten kimse
olmayacaktır. Şöyle mana vermek daha uygundur: Allah'tan başka kıyameti öne
alacak veya geciktirecek kimse yoktur. Kurtubî de bunu tercih
etmiştir.
Sonra
Allah, müşrikler ve benzerlerinin Kur'an-ı Kerim'i inkâr etmelerinden dolayı
onları azarlayarak şöyle buyurdu:
"Şimdi
siz bu söze mi şaşıyorsunuz ve gülüyorsunuz, ağlamıyorsunuz1? Siz gafil ve oyuna
dalmış kişilersiniz." Yani sizden bir tekzip olmak üzere Kur'an-ı Kerim'in sahih
ve doğru olmasına nasıl şaşıyorsunuz, alay ederek ona gülüyorsunuz, alay
edilecek Kitap olmadığı halde ayetleriyle alay ediyorsunuz, inananların yaptığı
gibi ağlamıyorsunuz ve siz onu ciddiye almıyorsunuz, habersizsiniz, yüz
çevirmişsiniz veya ona karşı mütekebbir davranıyorsunuz? Buradaki istifham,
istifham-ı tevbihdir.
"Haydi
Allah'a secde edin, kulluk edin." Yani ey müminler, hidayet üzere olduğunuza
şükretmek için secdeye varın, Allah'a boyun eğin, ibadetle meşgul olun, samimi
olun, Allah'ı tek bilin. Çünkü Allah, sizin böyle davranmanıza lâyıktır. Rivayet
olunur ki bu ayeti okuduğu zaman Rasu-lullah secdeye gitti. Yanında bulunan
müslümanlar ve kâfirler de secde yaptı: Buhari'nin İbni Abbas'tan rivayet
ettiğine göre Rasulullah, Necm suresinde secde yaptı, yanında bulunan
müslümanlar, müşrikler, cinler ve insanlar da secde etti. Ahmed bin Hanbel ve
Neseî, Cafer bin Muttalib'den rivayet ettiklerine göre Rasulullah (s.a.)
Mekke'de Necm suresini okudu ve secde yaptı, beraberindekiler de secdeye gitti.
Muttalip diyor ki -o gün henüz müslüman olmamıştı- "Ben başımı kaldırdım, secde
etmedim." Bundan sonra Necm suresini okurken kimi duysa, onunla beraber secde
ederdi. [15]
[1] Razî,
28/277.
[2] Işık yılı altı milyon mile
eşittir. Teksas eyaletinin Huston şehrinde bulunan Amerikan Uzay Bilimleri
Merkezi'nin yıllık toplantısına sunulan çalışma raporlarına göre Amerikan uzay
bilimcileri iki Samanyolu tespit etmişler. Bunlar bugüne kadar tesbit
edilenlerinin dünyaya en uzak ve en eski olanlarıdır. Rapora göre bu iki
Samanyolu dünyadan 17 milyar ışık senesi uzaklıkta bulunuyor ve bunlar Big-Benk
denilen o büyük patlama sırasında oluşmuştur. Rapora göre bu iki Samanyolu,
yıldızlara benzeyen ve çok kuvvetli elektrik ve mıknatıs yayan (Kâzâr)
ışınlarından daha eski ve daha uzaktır.
[3] İnsan taşıyan ilk uzak aracı
12 Nisan 1961 senesinde Sovyet Rusya'da astronot Ga-garin komutasında uzaya
gönderildi ve dünya çevresinde döndü. Döndükten sonra Rus gazetecilerin
kendisine yönelttiği "Allah'ı buldun mu?" sorusuna bilinen o inkâr mantığı ile
cevabı "Bulamadım." olmuştu. Sonra başka bir Sovyet astronotu olan ve
Gagarin'den daha uzun müddet uzayda kalan Titov, dünyaya döndüğü zaman aynı soru
sorulduğunda: "Evet Yaratıcı'nın büyüklüğünü, ay, güneş ve dünya arasında
koyduğu çekim kanunlarına hakim olmaktaki büyük tasarrufumu gördüm." diye cevap
vermiştir.
[4] Alûsî XXVII7/52 ve
devamı.
[5] Hecer, Medine yakınlarında
destisiyle meşhur bir köydür. (en-Nihaye, 3/104).
Mütercim.
[6] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/87-92.
[7] İbni Kesir,
IV/255.
[8] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/96-99.
[9] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/101-102.
[10] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/105-107.
[11] Kurtubî,
XVII/114.
[12] Hadis sahihtir, Müslim, Ebu
Ömer ve Cerir bin Abdullah'dan rivayet etmiştir.
[13] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/113-117.
[14] Rasulullah kendisini böyle
birine benzetti. İbnussikît, bu kişinin Has'am kabilesinden bir adam olduğunu
Zî'1-Hılsa günü Avf bin Amir'in ona hücum edip onun ve hanımının elini kestiğini
söylemiştir. {en-Nihaye, III/225)
[15] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
14/120-122.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder