NİSA SURESİ
(Kur'an-ı Kerim'in 4. suresi olup Medine'de inmiştir.)
Buharî Hz. Aişe'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Nisa suresi, şüphesiz ben, Resulullah (s.a.)'ın yanında iken nazil olmuştur."
Hz. Aişe'nin Resulullah (s.a.) ile birlikte evlilik hayatı hicretin birinci yılı Şevval ayında başlamıştır. [1]
İnsan Menşeinin Birliği, Eşlerin Birliği Ve Aile Bağı
1- Ey insanlar! Sizi tek bir nefisten yaratan, ondan da zevcesini var eden ve her ikisinden bir çok erkekler ve kadınlar türeten Rabbinizden sakının ve O'nun adı ile birbirinizden dilek-Hıılıı iı^ığımın: Allah'tan sakının. Akrabalık (bağlarını koparmak)tan da (sakının). Şüphesiz Allah üzerinizde tam bir gözeüeyicidir.
Açıklaması
Yüce Allah akıl sahibi olan insanlara, kendisine hiçbir şeyi ortak koşmadan, onu tevhid ederek ibadet etmek ve kul hakları ile ilişkisi bulunan bütün emirlere uyma ve bütün yasaklardan kaçınma emrini vermekte ve bu emirleri yerine getirmeye sevk edecek şekilde takva emrini bir defa daha pekiştirmektedir. Bunu ise nimetleriyle onları besleyip büyüten, ihsan ve lütuflannı onlara bol bol veren kendisinin Rububiyyetini.muhataplara (Rabbiniz diye) izafe edip hatırlatmakla tekit etmektedir. Daha sonra ikinci olarak takva emri verilirken Yüce Allah lafzı bir defa daha zikredilmektedir. Çünkü Yüce Allah'ın adı heybet ve celâlin özel adıdır. Arkasından onların yaratıcısı olduğu hatırlatılmakta ve kendilerini tek bir nefisten yaratma kudretine dikkatleri çekmektedir. Onlar tek bir asıldan gelmişlerdir. Hepsi Adem'dendirler, Adem ise topraktandır. Yüce Allah bu candan eşini yarattı ve erkek ve dişi bütün insanlar da her ikisinden üreyip türedi. Bu zürriyet arasında Yüce Allah akrabalık ve kan bağı esasları üzerinde kurulan aile bağını ortaya çıkardı. Bu bağlar onları birbirlerine merhametli davranmaya, birbirleriyle dayanışmaya sevk eder. İşte bütün bunlar takvayı gerektiren, Allah'ın cezasından sakındıran göz kamaştırıcı ilâhî kudretin delilidir. Nitekim akrabalık nimeti de şükür vazifesini yerine getirmek ve böyle bir nimeti itiraf etmek üzere takva sahibi olmayı gerektirir. Çünkü akrabalık bir destek, bir ilişki, karşılıklı bir sevgi, atıfet ve muhabbettir ki, insana mutluluk duygusu verir, toplum içerisinde manevî güç kaynağı olur. Kişi ailesinin sevinci ile sevinir, kederi ile kederlenir. Nitekim Ahmet ve Hâ-kim'in el-Misver'den rivayetine göre Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Fatı-ma benden bir parçadır. Onu üzen şey beni de üzer, onu sevindiren şey beni de sevindirir..."
İnsanın kendisine aslını hatırlatmakta insanî sınırlara bağlı kalmanın gereğine delâlet vardır. İnsanın hoşuna gitsin yahut gitmesin, bir diğer insanın kardeşi olduğuna, kardeşliğin ise barış içinde yaşamayı, yardımlaşmayı, savaşı, düşmanlığı ve bağlan koparmayı bir kenara atmayı gerektirdiğine işarettir.
İlim adamlarının cumhurunun görüşüne göre tek bir candan kasıt, insanlığın babası olan Adem (a.s.)'dir. Onlar, Hz. Adem dışında "tek bir can* diye nitelenecek kimsenin olmadığını kabul ederler. Ondan önce bir takım Ademlerin varlığını iddia edenlere gelince, bu iddia Kur'an-ı Kerim'in zahir ifadeleriyle çatışmaktadır.
Eşinden kasıt da Havva'dır. Havva Hz. Adem'in sol kaburga kemiğinden uykuda bulunduğu sırada yaratılmıştır. Hz. Adem uyanıp da Havva'yı gördüğünde onu beğenmiş ve karşılıklı birbirlerine yakınlık duymuşlardı. Buna delil ise Buharî ile Müslim'de yer alan sahih hadistir. Buna göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Kadınlar hakkında birbirinize hayır tavsiye ediniz. Çünkü kadınlar bir kaburga kemiğinden yaratılmışlardır. Kaburga kemiğinde en eğri olan kısım ise onun üst tarafıdır. Sen onu düzeltmeye kalkışırsan onu kırarsın. Olduğu gibi bırakırsan eğri kalmaya devam eder."
Ebu Müslim el-Isfahânî gibi bazı ilim adamlarının görüşüne göre ise maksat, "o canın cinsinden onun eşini de yaratmıştır" şeklindedir. Her ikisi de buna göre tek bir cinstir ve aynı tabiattır. Diğer taraftan eşinin kaburga kemiğinden yaratılmasının faydası nedir? Çünkü Yüce Allah Adem'i topraktan yarattığı gibi, onu da ayrıca yaratmaya kadirdir. Ebu Müslim buna delil olarak Yüce Allah'ın şu buyruklarını göstermektedir: "Sizin için nefsinizden kendileriyle sükûn bulacağınız eşler yaratmış olması da O'nun ayetlerindendir." (Rûm, 30/21). Burada "nefsinizden" buyruğundan kasıt sizin cinsinizdendir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Ümmîler arasında kendilerinden bir rasul gönderen O'dur." (Cuma 62/2). Yine burada kasıt onların cinsidir. Şu buyruk da böyledir: "Andolsun ki size kendi nefislerinizden bir peygamber gelmiştir." (Tevbe, 9/128).
Ancak Ebu Müslim'e az önce geçen sahih hadisin delâletine aykırı iddiada bulunduğu belirtilerek cevap verilmektedir. Buna göre böyle bir yaratmadaki hikmet Yüce Allah'ın canlıdan -doğum yoluyla değil de- canlı yaratmaya, tıpkı cansızdan bir canlı yaratmaya kadir olduğunu ortaya çıkartmaktır.
Daha sonra Yüce Allah insan türünün çoğalma yolunu açıklamakta ve Adem ile Havva'dan insan cinsinin iki türünü etrafa yayıp dağıttığını söz konusu etmektedir. Bu iki tür ise yeryüzünde yerleşen, orayı imar eden ve her ikisinden dallanıp budaklanan erkek ve dişilerdir.
Daha sonra Yüce Allah az önce sözü geçen takva emrini, insanların ihtiyaçlarını karşılamak üzere Allah adına birbirlerinden isteklerde bulunmaları yolunu hatırlatarak pekiştirmektedir. Allah adına bu şekilde bir şeyler istemeleri O'na imanın ve O'nu tazimin delilidir. Kişi, "Allah adına bu ihtiyacımı vermeni istiyorum" derken bunun kabul edilmesini umarak istekte bulunur. Böyle bir söz Yüce Allah'ın emirlerine uymayı gerektiren hususlar arasındadır. Buna uyan kimse ise Allah'tan korkar, O'nun emirlerine aylan hareket etmekten sakınır, yasaklarından uzak durur.
Allah'tan korkmak gerektiği gibi akrabalık bağlarını kesmekten korkmak da icap eder. Yani adını tazim ettiğiniz ve onun adı ile birbirinizden bir şeyler istediğiniz Allah'tan da, akrabalık bağını koparmaktan da korkunuz. Yani sevgi ve iyilikle bu bağları birleştiriniz, onları koparmayınız. Çünkü onları koparmak, sakınılması gereken bir husustur.
Daha sonra Yüce Allah her şeye muttali olduğunu, her bir işi, her bir durumu tespit edip gözetlediğini bildirerek ayet-i kerimeyi sona erdirmektedir. O bakımdan Yüce Allah ancak bizim korunmamıza yarayacak, menfaatimize olacak şeyleri teşrî buyurur. O hallerimizi çok iyi görendir. İşte bu ifade takva emrinin verilmesinin ve bu emre riayet etme gereğinin bir gerekçesi gibidir. Ayetin sonundaki bu buyruk, Yüce Allah'ın, "Allah her bir şeye tanıktır" (Mücadele, 58/6) buyruğunu andırmaktadır. [2]
Yetimlerin Mallarını Yemenin Haram Kılınması
2- Yetimlere de mallanın verin. Temizi murdara değişmeyin ve onların malla- ku bu büyük bir günahtır.
Nüzul Sebebi
Mukâtil ve el-Kelbî der ki: Bu ayet-i kerime Gatafanlı bir adam hakkında nazil olmuştur. Bu kişinin yanında çokça malı bulunan ve kardeşinin oğlu olan yetim bir çocuk vardı. Bu çocuk bulûğ yaşına gelince malını istedi. Amcası malı ona vermek istemedi. Peygamber (s.a.)'in yanına gidip davalaştılar. Bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu. Amca bu ayet-i kerimeyi işitince, "Allah ve Ra-sulüne itaat ettik, biz pek büyük günahtan Allah'a sığınırız" dedi ve çocuğa malını verdi. Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "İşte her kim nefsinin cimriliğinden korunur ise ve bu şekilde cimriliğinden vazgeçip geri dönerse o güzel yurduna yerleşir." Yani cennetine konaklar. Delikanlı (amcasından) malını alınca Allah yolunda infak etti. Peygamber (s.a.) de şöyle buyurdu: "Ecir sabit oldu, günah kaldı." Ey Allah'ın Rasulü, dediler, ecrin sabit olduğunun ne anlama geldiğini bildik. O Allah yolunda infak ettiği halde günah nasıl olur da olduğu gibi kalır? Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Delikanlı için ecir sabit oldu, babası aleyhine ise günah kaldı." [3]
Açıklaması
Ayet-i kerimenin konusu: Yüce Allah ergenlik yaşına geldikleri takdirde yetimlere mallarının tam ve eksiksiz olarak verilmesini emretmekte, mallarım vasilerin kendi mallarına katmalarını yasaklamaktadır. Hitap, mal ellerinde yetimler de yanlarında bulunduğu sürece vasilere yöneliktir.
İşte bu, takvanın değişik hallerinin açıklanmasının bir başlangıcıdır. Takvanın başı ise -Yüce Allah sıla-i rahimi ve akrabalık bağını hatırlattıktan sonra- zayıf ve güçsüz yetimlerin mallarını korumaktır.
Anlamı şudur: Ey yetimlerin vasileri olanlar! Ergenlik yaşına geldikten sonra yetimlere mallarını tam ve eksiksiz olarak veriniz. Onlar küçüken har-* camalannı mallarından yapınız. Onların mallarından herhangi bir şeyi kendi mallarınıza katmayınız. Burada, malları telef eden diğer tasarruflar ve çeşitli yararlanma yollarını ifade etmek üzere "yemek" tabirini kullandı. Çünkü tasarrufların pek çoğu yemek için yapılır. Yüce Allah'ın, "(ilâ) = e, a" harf-i çeri burada "ile birlikte" ya da gerçek manasına kullanılmış olabilir. Yani onların mallarını yemek hususunda kendi mallarınıza katmayın, eklemeyin. Çünkü sizler ne yapacak olursanız Allah'ın lütfuyla kazanmış olduğunuz kendi malınız olan helâl bir şeyi, yetimlerin malları olup sizin için haram olana değişmiş olursunuz. Böyle bir yemek büyük bir günah, büyük bir vebaldir. Rivayet edildiğine göre onlar -İslâm'dan veya bu ayetin nüzulünden-önceleri zayıf koyun verir, yerine semiz bir koyun alırlardı. Böyle davranmaları yasaklandı.
Yetim, mutlak olarak babası ölmüş kimseye denir. Fakat önceden de açıklandığı gibi şeriat ve örfte bu tahsis edilmiş bulunmaktadır. Çünkü Resulullah (s.a.) -Ebu Davud'un Ali (r.a.)'den rivayetine göre- şöyle buyurmuştur: "Ergenlik yaşından sonra yetimlik olmaz."
Ayet-i kerime yetimlere mallarının verilmesi hususunda zahiri üzeredir ve ergenlik yaşına gelmeden önce mallarının onlara verilmemesi anlamında değildir. Burada yetimlere mallarının verilmesi mecaz yoluyla o mallara kötü bir maksatla el uzatmadan onları sağ salim sahibine bırakmak demektir. Buna delil ise sonraki, "Yetimleri ... deneyin." (Nisa, 4/6) ayetidir. Yani ergenlik yaşma geldikleri vakit mallarını teslim alabilecek durumda olup olmadıklarını deneyiniz. Bu ayet-i kerime ergenlik ve reşitliğin gerçekleşmesi halinde fiilen mallarının yetimlere teslim edilmesine bir teşviktir. "Yetimlere de mallarını verin" ayeti ise ergenlik yaşma gelip reşit oldukları vakit mallarının kendilerine teslim edilmesi için yetimlerin mallarının korunmasını teşvik etmektedir.
Fakat daha uygun olan "verme"nin gerçek anlamı ile kullanılmış olmasıdır ki, bu da fiilen vermek demektir. Buna göre "yetimler" kelimesi ise daha önceki durumları nazarı itibara alınarak kullanılmış mecazî bir tabirdir. Bu şekilde yetimlik tabirinin kullanılmasının sebebi küçüklükleri üzerinden fazla bir zaman geçmeden mallarını kendilerine vermekte eli çabuk tutup acele etmenin vücubuna işaret etmektir. Çünkü yetimlik zayıflıktır. Bu ise merhameti, iffeti gerektirir. Adeta yetim adı ergenlikten sonra da devam ediyor gibi bir intiba verilmiştir. Usûl-i fıkıhta bu gibi anlatımlara nassın işareti adı verilir. [4]
Dörde Kadar Hanımla Evlenmenin Mübahlığı Ve Mehir Vermenin Vacip Olması
3- Eğer yetim kızlar hakkında adaletli davranamayacağmızdan korkarsanız size helâl olan kadınlardan ikişer, üçer, dörder olmak üzere nikahlayın. Şayet adalet yapamayacağınızdan endişe ederseniz o zaman bir yahut sahibi olduğunuz cariye (ile yetinin). Bu, sizin haksızlık yapmamanıza daha ya- kındır.
4- Kadınların mehirlerini hoşnutlukla ve bir bağış olarak verin. Bununla beraber gönül hoşluğu ile ondan size bir kısmını bağışlarlarsa onu da içinize sindire sindire yiyin.
Nüzul Sebebi
Üçüncü ayet-i kerime olan, "Eğer ... korkarsanız" buyruğu ile ilgili olarak Buharî, Müslim, Nesaî, Beyhakî ve başkaları şunu rivayet etmektedirler: Urve müminlerin annesi Hz. Aişe'ye (r. anhâ) bu ayet-i kerime hakkında soru sordu. O da şöyle dedi: "Ey kızkardeşimin oğlu, burada sözü edilen velisinin himayesindeki yetim kızdı. Bu adam malında ona ortak olur, malı ve güzelliğinden de hoşlanırdı. Mehrinde adaletli olmadan onunla evlenmek istediğinden dolayı onun dengi olanlara verdiği mehri vermezdi. İşte böyle yapmaları onlara yasak kılındı ve hoşlarına giden kadınlardan ikişer, üçer ve dörder olarak nikahlamaları emrolundu."
Said b. Cübeyr, Katâde, er-Rabî, ed-Dahhâk ve es-Süddî de der ki: Yetimlerin mallarından sakınırlar, ancak kadınlara gereken kıymeti vermez ve diledikleri şekilde evlenirlerdi. Kimi zaman adalet yapar, kimi zaman yapmazlardı. Yetimlere dair soru sormaları üzerine, "Yetimlere de mallarını verin" diyen ayet-i kerime nazil oldu. Yine şanı yüce Allah, "Eğer yetim kızlar hakkında adaletli davranmayacağınızdan korkarsanız..." ayetini de inzal buyurdu. Yüce Allah buyuruyor ki: Yetimler hakkında adalet yapamamaktan korktuğunuz gibi yine kadınlar hakkında da onlara adil davranamamaktan korkunuz. O bakımdan haklarının altından kalkmanız mümkün olandan fazlası ile evlenmeyiniz. Çünkü kadınlar zaaf ve acizlik bakımından yetimler gibidirler. el-Vâlibî (üçüncü tabakadan güvenilir ravilerden Ali b. Rabia b. Nadla)'nin rivayetine göre İbni Abbas'ın da görüşü budur.
"Kadınların mehirlerini hoşnutlukla... verin" mealindeki dördüncü ayet-i kerimenin nüzulü ile ilgili olarak da İbni Ebî Hatim, Ebu Salih'ten şöyle dediğini rivayet etmektedir: Baba kızını evlendirdiğinde mehrini alır, ona bir şey vermezdi. Yüce Allah böyle davranmalarını yasak kılarak, "Kadınların mehirlerini hoşnutlukla ve bir bağış olarak verin" ayetini indirdi. [5]
Açıklaması
Bu ayetlerin konusu nüzul sebebine göre tespit edilebilir. Buna göre konu ya yetimlerin dışında kalan hanımlarla evlenmektir; yani eğer sizden herhangi birinizin himayesinde yetim bir kız bulunur ve böyle bir kıza mehr-i mislini verememekten korkuyor iseniz, bunun dışında hanımlarla evlenmeye yönelin. Çünkü bu durumda olanlar pek çoktur ve bu konuda Allah evlenmek isteyene darlık vermemiştir. Yahut da ayet-i kerime kadınlar hakkında adaletli davranmakla ve birden fazla evlenmeleri halinde onlara zulmü önlemekle ilgilidir. Yani, "Yetimlere de mallarını verin" ayet-i kerimesi nazil olunca, kadınların haklarında adaleti terk etmekten çekinmemekle birlikte, yetimleri velayetleri altına almaktan çekinmeye koyuldular. Çünkü bu durumda herhangi birisinin nikâhı altında kimi zaman on kadın bulunur ve bunlar arasında adalet yapma-yabilirdi. İşte bunlara şöyle dendi: Yetimlerin haklarıyla ilgili olarak adaleti terk etmekten çekindiğiniz gibi, kadınlar arasında adaletten uzak durmaktan da korkun, çekinin ve nikâhınız altında tutacağınız kadınların sayısını azaltın.
Korkmaktan kasıt ise bilmektir. Bu ifadeyle, bilinen şeyin korkulacak ve sakınılacak bir şey olduğu anlatılmak istenmiştir.
Yani eğer sizler mehirlerini vermemek suretiyle yahut batıl yollarla yetimlerin mallarım yemek suretiyle yetimlere haksızlık yapacağınızı bilir yahut hissederseniz, yetim bir kızla evlenmemelisiniz. Onun dışında bir, iki, üç yahut dörde kadar başka kadınlarla evlenebilirsiniz. Birden çok kadınla evlendiğiniz takdirde de adaletle davranmalısınız. Adaletle muamele yapma ve aralarında haklarını pay edebilme imkânını bulabilmeniz için dörtten fazla kadınla evlenmeyiniz. Bu durumda erkeklerin çeşitli durumları söz konusu olur. Kimisi iki hanımla, kimisi üç, kimisi dört hanımla evlenir. Dört sayısı, hanımlar arası adaletin mümkün olabileceği azami sınırdır.
Yüce Allah'ın, "Nikahlayın'' buyruğundaki emir mübahlık ifade eder. Bu, Yüce Allah'ın, "yiyiniz, içiniz" (Bakara, 2/187) buyruklarını andırmaktadır. Bunun vücup ifade ettiği de söylenmiştir. Yani Yüce Allah'ın, "İkişer, üçer, dörder olmak üzere" buyruğundan alınmış sayıyı aşmamanın vücubunu ifade ediyor, demektir. Yoksa asıl itibariyle nikâhın vücubunu ifade etmez.
Yüce Allah'ın, "İkişer, üçer, dörder olmak üzere" buyruğunun her bir kelimesi türünün tekrarına delâlet etmektedir. "ikişer"de iki, ikiye, "üçer"de üç, üçe, "dörder"de dört, dörde delâlet etmektedir. Yani birden çok hanımla evlenmek isteyen herkes, sözü geçen sayıdan dilediği kadarını nikahlayabilir. Kimisinin bu kadar hanımı olabilir, kimisinin olmaz.
Daha sonra Yüce Allah birden çok hanımlar arasında adalete bağlı kalmanın zorunlu olduğunu pekiştirmektedir. Bu husus da Yüce Allah'ın, "Eğer yetim kızlar hakkında adaletli davranamayacağınızdan..." buyruğundan anlaşılmaktadır. Bu buyruğunda Yüce Allah şunu zikretmektedir: Sizler birden çok hanım ile evlenmeniz halinde adaletle davranamayacağınızdan korkarsanız o takdirde tek bir hanım ile yetinmelisiniz. Birden çok hanımla evlenmek Yüce Allah'ın şu buyruğunda açıkça emrolunan adaleti gerçekleştireceğinden yana emin olan kimse için mubahtır: "Hırs gösterseniz bile kadınlar arasında adaleti gözetmeye güç yetiremezsiniz." (Nisa, 4/129). Bu buyruk, kalbî meyil arasındaki adalet hakkında anlaşılabilir. Eğer bu ihtimal olmamış olsaydı, her iki ayetten herhangi bir şekilde birden çok hanımla evlenmenin caiz olmaması sonucu çıkardı.
Adaletli davranamamak korkusu bu hususta zan ve şüphe halini de kapsar. O bakımdan ya hür kadınlardan tek bir kadın ile yetinmelisiniz yahut da cariyelerden dilediğiniz kadar cariyeyi odalık almak yoluyla yetinme yoluna gitmelisiniz. Cariyelerin nikahlanma yoluna gidilmemesi ise aralarında her hususta adaletin vacip olmayışındandır. Onlar hakkından istenen yalnızca örfe uygun olarak geçim için gerekli nafakadan ibarettir.
Tek bir kadınla evlenmeyi seçmek yahut da cariye ile yetinme yoluna gitmek, haksızlık ve zulüm yapmamaya daha yakındır. Yüce Allah'ın, "Sizin haksızlık yapmamanıza" buyruğundan kasıt, zulüm yapmamanızadır. İmam Şafiî (r.a.)'nin bu, "Haksızlık yapmamanıza" buyruğunu, "Geçindirmekle yükümlü olduğunuz kimselerin sayısının artmamasına daha yakındır" diye tefsir ettiği nakledilmiştir. Buna delil de Kisaî, Asmaî ve Ezherî'nin belirttiklerine göre Arapların fasih olanlarından bir kimsenin geçindirmekle yükümlü olduğu kişilerin (aile efradının) sayısı arttığı takdirde bu durumu ifade için (ayet-i kerimede kullanılan kelime ile aynı kökten gelen) âle, ye'ûlu fiili ve aynı kökten gelen kelimeler kullanmasıdır.
Kısacası zulümden uzak durmak, tek bir kadın ile yetinmenin yahut da cariye ile yetinme yoluna gitmenin teşri edilmesinin sebebidir. Bunda ayrıca hanımlar arasında adaletin şart olduğuna da işaret vardır. Kadınlar arası istenen adalet ise maddî adalettir. Yani yanlarında gecelemeyi aralarında eşit paylaştırmak, yemek, içmek, giyinmek, mesken gibi geçim harcamalarında eşitliği sağlamaktır. Manevî adalet yahut da kalbî yakınlık olan meyil ve sevgi ise, istenen bir şey değildir. Çünkü bu, insanın elinde olan bir şey değildir. Bundan dolayı Hz. Aişe'ye diğer hanımlarından daha fazla meyleden Allah Rasulü, Sünen kitaplarında Hz. Aişe'den zikredildiğine göre şöyle buyurmuştur: "Allah'ım bu elimde olan şeyleri paylaştırmamam Elimde olmayan şeylerden dolayı da beni sorumlu tutma." Bundan kasıt ise kalbî meyildir. Kişi adalet yapamamaktan korkacak olursa, birden fazla hanımla evlenmesi haram olur.
Daha sonra Yüce Allah kocalara hitap ederek hanımlarına mehirlerini tereddütsüz ve gönül hoşluğu ile vermelerini emretmektedir. Bu ise iki eş arasında kurulacak sevginin bir sembolü, hanıma olan sevgi ve ona verilen kıymetin bir belirtisidir. İbni Abbas'm görüşüne göre "kadınlara mehirlerini... veriniz" ayetindeki hitap kocalaradır. Önceleri koca mehirsiz olarak evlenir, "Ben sana mirasçı olurum, sen de bana mirasçı olursun" der kadın da buna razı olurdu. Burada ise mehirlerini vermekte ellerini çabuk tutmakla emrolundular.
Hitabın velilere olduğu da söylenmiştir. İbni Ebi Hatim, Ebu Salih'ten şöyle dediğini rivayet etmektedir: Erkek (velayeti altında bulunan) dul bir kadını evlendirdiği takdirde, mehrini kendisi alır, ondan kadına bir şey vermezdi. Yüce Allah onlara bunu yasakladı ve, "Kadınlara mehirlerini... verin" ayeti nazil oldu.
Eğer kadınların kendileri gönül hoşluğu ile, baskı altında tutulmaksızın ve aldatılmaksızın size bir şey verecek olursa, onu da afiyetle yiyiniz. Yani bu sizin için helâl olur, onu almakta sizin için bir günah yoktur. Dünyada bunun sizden geri isteneceğinden korkmayın, ahirette de bir sorumluluktan çekinmeyin.
Burada "yemek" kelimesi ile onda tasarrufun helâl olduğu kastedilmektedir. Özellikle yemekten söz edilmesi ise malî tasarrufların çoğu şekillerinin bu yolla olmasından dolayıdır. Yüce Allah'ın, "Onların mallarını mallarınıza (karıştırarak) yemeyin" buyruğunda olduğu gibi. [6]
Sefihleri (Kıt Akıllıları), Küçükleri Ve Benzerleri Hacr Altına Almak Ve Reşit Olmadıkça Mallarını Teslim Etmemek
5- Allah'ın sizin için geçimlik kıldığı mallarınızı beyinsizlere vermeyin. Kendilerine bunlardan yedirin, giydirin, bir de onlara güzel söz söyleyin.
6- Yetimleri evlenme çağına erecekleri zamana kadar deneyin. Şayet onlarda bir reşitlik görürseniz mallarını kendilerine teslim edin. Büyüyecekler diye onları israfla tez elden yemeyin. Zengin olan kaçınsın, fakir olan da örfe göre yesin. Mallarını kendilerine verdiğiniz zaman onlara karşı şahit bulundurun. Hesap sorucu olarak Allah yeter.
Nüzul Sebebi
"Yetimleri evlenme çağına geldikleri zamana kadar deneyin..." mealindeki 6. ayet-i kerime Said b. Rifâa ile amcası hakkında nazil olmuştur. Şöyle ki: Ri-fâa vefat etmiş ve oğlu Sabit'i küçük yaşta yetim bırakmıştı. Sabit'in amcası Resulullah'ın yanına varıp şöyle dedi: "Kardeşimin oğlu yanımda yetim olarak bulunmaktadır. Malından bana helâl olan nedir ve malını ben kendisine ne zaman teslim edeyim?" Bunun üzerine Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi indirdi. [7]
Açıklaması
Yüce Allah sefih ve savurgan kimselere insanlar için ticaret ve buna benzer yollarla geçimlerini ayakta tutacak bir vasıta kıldığı mallarını teslim etmeyi yasaklamaktadır. Bu yasaklama ise sefihleri hacr altına almanın delilidir.
Sefihlik (ya da hacr altına almak) ya küçüklük ya delilik ya da akıl ve dinde kıtlık, eksiklik, kötü tasarruf ya da iflâs sebebiyle olur. İflâs ise, bir kişinin borca batması ve elindeki malın borcunu karşılamaya yeterli olmaması demektir. Alacaklılar hakimden hacr altına alınmasını isteyecek olurlarsa, hakim de bu borçluyu hacr altına alır.
İlim adamları ayet-i kerime ve muhatap alınanın tayini ve sefihlerden kimlerin kastedildiği hususunda farklı görüşlere sahiptir. Bu görüşlerin en meşhurları şunlardır: Sefihlere mallarını vermemek üzere muhatap alınanlar yetimlerin velileridir. Sefihler ise ya mutlak olarak yetimler yahut da fiilen mallarını saçıp savuran kimselerdir. Bir diğer görüşe göre ise muhatap bütün ümmettir. Yasak da her türlü sefihi kapsamına alır. İbni Abbas ve İbni Mes'ud (r. anhum) derler ki: Burada hitap insanlar arasında aklı eren herkesedir. Sefihlerden kasıt ise kadınlar ve küçüklerdir. Maksat da bunlar arasından reşit olmayan kimselere malın verilmesinin yasaklanmasıdır. Buna göre bu yasak küçük, deli ve savurganlığı sebebiyle hacr altına alman herkesi kapsar.
Birinci görüşe göre, mallar muhatap olan velilere ait zamire izafe olur. Aslında malın yetimlere ait olmasına rağmen böyle bir izafenin yapılması, bu mallan koruma hususunda onları titiz davranmaya itmek içindir. Bu da yetimlerin mallarını kendi mallan gibi gözetmekle olur. Çünkü yetim ile velisi arasında belli bir nesep bağı vardır. İkinci görüşe göre ise mallar lafzın hakikatine uygun olarak muhatap alınanların zamirine izafe edilmiştir. Yani mallar ümmete ait gösterilmiştir.
Yüce Allah'ın, "Allah'ın sizin için geçimlik kıldığı mallarınızı" buyruğunun anlamı ise şudur: Mallar hayatı ayakta tutan unsurdur. Geçimin, işlerin düzene girmesine sebeptir. Ümmetler mal ile ilerler, uygarlık yapısını yükseltir. Fert ve toplum mal ile mutlu olur. Düşmanlara karşı zafer de yine onunla gerçekleşir. Selef ise, "Mal müminin silâhıdır; Allah'ın kendisi dolayısıyla beni hesaba çekeceği bir mal bırakmak, benim için insanlara muhtaç olmaktan daha hayırlıdır" derdi. Rivayet edildiğine göre Süfyan'ın ticaret yaptığı bir malı vardı. Kendisine "Bu ticaret malı seni dünyaya yaklaştınr" denilince şöyle dedi: "Bu ticaret malı dünyaya yaklaştınyor olabilir. Ama beni dünyaya karşı korumuştur da." Yine selef şöyle derdi: "Ticaret yapın ve kazanın. Çünkü sizler öyle bir zamanda bulunuyorsunuz ki, biriniz muhtaç düşecek olursa, bu ihtiyacı dolayısıyla ilk yiyeceği şey kendi dini olacaktır." [8]
Malın hayatın işlerinin düzenlenmesine araç kılınması onun işletilmesini, arttınlmasını gerektirir. Ancak bu, malı yığmak, saklayıp biriktirmek için olmamalıdır. Ayrıca hikmetli ve harcamalarda iktisatlı davranmak suretiyle malın idare edilmesini de gerektirir. Nitekim Kur'an-ı Kerim şu buyruğu ile müminlere bu yolu göstermiştir: "Ve onlar ki infak ettiklerinde israf da etmezler, cimrilik de göstermezler; bunun arasında orta bir yol tutarlar." (Furkân, 25/67). Peygamber (s.a.) de iktisatlı davranmayı teşvik etmiştir. Ahmet, İbni Mes'ud'dan, "İktisatlı davranan fakir düşmez" sözünü rivayet ettiği gibi, Tabe-rânî ve Beyhakî de İbni Ömer'den şöyle dediğini rivayet etmektedirler: "Harcamalarda iktisat geçimin yarısıdır. İnsanlara sevgi göstermek aklın yarısıdır. Güzel bir akıl da ilmin yansıdır."
Yüce Allah'ın, "Kendilerine bunlardan yedirin, giydirin" buyruğunun anlamı da şudur: Yani onların malları, geçimlerini ve yiyecek ihtiyaçlarını karşılayabilecek şekilde olsun. Bunu da mallarını ticaretle arttırarak yapınız. Böylelikle yapılacak olan harcama, mallarının nemasından ve kârından olsun. Sermayeden olmasın ki, bu harcamalar mallarını bitirip tüketmesin. İşte malların yiyimleri ve giyimleri için bir yer olarak tespit edilmesinden anlaşılan budur. O bakımdan Yüce Allah "bunlardan" buyruğunda (minhâ) değil de (fîhâ) diye buyurmuştur.
Yüce Allah'ın, "Bir de onlara güzel söz söyleyin" buyruğunun anlamı da şudur: Yani her veli velayeti altında bulunan kişiye gönlünü hoş edecek güzel sözler söylesin ve ona güzel vaatlerde bulunsun. Meselâ, küçüğe şöyle desin: "Bu mal senin malındır. Ben bu mal üzerinde ancak güvenilir bir vekilim. Büyüdüğünde bu malı sana vereceğim." Şayet o küçük sefih (kıt akıllı) ise ona öğüt verir, nasihat eder ve israf ve savurganlığı terk etmeye teşvik eder. Bunun sonucunda fakir düşmenin, insanlara muhtaç olmanın kaçınılmaz olacağını anlatır. Güzel (ma'rûf) söz, şer'an veya aklen güzel görülen ve bunun içinde insanın nefsini rahatlatan söz yahut davranıştır. Münker ise şer'an veya aklen çirkinliği dolayısıyla nefsin hoş görmediği şeydir.
Yetimlere mallarının verilmesinin emredilmesinden sonra Yüce Allah bu malın verileceği zamanı ve bundan önceki durumları açıklamaktadır ki bu da o yetimlerin sınanmasıdır. Yüce Allah bizlere mallarını kendilerine teslim etmeden önce yetimleri sınamamızı emretmektedir. Evlenme yaşma geldikleri vakit -ki bu da evlenme yaşıdır- onları denemekle emrolunduk. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Sizden çocuklar ergenlik yaşına geldiklerinde..." (Nûr, 24/59) yani bulûğ yaşına vardıklarında. Bu ise mükellef olmanın sınırıdır. Bu da ya ihtilâm ile olur ya da kızın ay hali görmesiyle olur ya da belli bir yaşı doldurmakla olur. Bu yaş ise Şafiî ve Ahmed'in görüşüne göre on beştir. Bu yaşa gelip de reşit oldukları takdirde, yani koruma, yönetme, artırıp genişletme hususlarında güzel tasarrufta bulunabildikleri zaman mallarını kendilerine teslim ediniz. Aksi takdirde onların reşit olduklarını görünceye kadar sınamaya devam ediniz. Ebu Hanife'nin görüşüne göre ise, yetim yirmi beş yaşına ulaştığı takdirde reşit olmasa dahi, malı kendisine teslim edilir. Çünkü bundan önceki ayet-i kerimede, "Yetimlere mallarını veriniz" diye bu-yurulmaktadır. Diğer taraftan ergenlik yaşma gelip de imanı ve küfrü muteber olan bir kimseye malını teslim etmemek zulme benzer bir şeydir. Ayrıca böyle bir davranış onun insan oğlu olma haysiyetini de ayaklar altına almaktır. Fakat ayet-i kerimenin zahiri bulûğa erseler dahi reşit oldukları görülmedikçe mallarının verilmeyeceğini ortaya koymaktadır. Cumhurun görüşü de budur.
Ebu Hanife ve Şafiî'nin görüşüne göre sınama, ergenlik yaşından önce olur. Buna delil ise gaye (nihai nokta)yi ifade etmek üzere kullanılan (hattâ) = ...e, a kadar" edatıdır. Malik'in görüşüne göre ise bu bulûğdan sonra olur.
Ebu Hanife buna bağlı olarak velinin izni ile aklı eren mümeyyiz küçüğün tasarruflarını sahih kabul etmiştir. Çünkü bu bir sınamadır. Bu sınama ise velinin küçüğe alışveriş yapmasına izin vermesi ile ortaya çıkabilir. Bu da böyle birisinin tasarrufunun sahih olmasını gerektirir.
Şafiî ise der ki: Sınama tasarruf iznini gerektirmediği gibi, öyle bir izne bağlı olması da gerekmez. Aksine deneme küçüğün durumuna uygun bir şekilde tasarruf olmaksızın da yapılabilir. Meselâ, ticaret yapan birisinin oğlu ak-din tamamlanmasından öncesine kadar alım ve satım hususunda denenir. Akit o noktaya geldi mi dilediği takdirde veli akdi gerçekleştirebilir. Eğer tasarruf hususunda küçüğe fiilen izin caiz olsa, küçükken malın da ona verilmesi caiz olur. Çünkü malının ona verilmesinin engellenmesinin sebebi, tasarrufunun sahih olmamasıdır. Aynı şekilde küçüğün kendi malındaki tasarrufu da malının ona verilmesine bağlıdır. Malının ona verilmesi ise bulûğ ve ondan sonra reşitlik olmak üzere iki şartın gerçekleşmesine bağlıdır.
Şafiî'ye göre reşitlik, din ve malî konularda salâhtır.
Cumhura göre ise reşitlik, yalnızca malî konularda salâhtır. Daha sonra Yüce Allah şu buyruklanyla velilere bazı şeyleri yasaklamaktadır: Zorunlu bir ihtiyaç olmaksızın ergenlik yaşına varmadan önce yetimlerin mallarını çabucak tez elden çıkarmak için yemeyiniz. Yani onların mallarını sizden alacakları yaşa gelmezden önce çabuk davranarak onları yemeye kalkışmayınız.
İsrafsız olarak ve ergenlik yaşma gelmeden önce ölür korkusuyla eli çabuk tutmak söz konusu olmaksızın, yaptığı işin ve kontrolünün karşılığı olarak yetimin malından yemek zorunda kalan muhtaca gelince: Eğer velayeti altmda bulunan yetimin malına ihtiyacı olmayan zengin bir kimse ise, yetimin malından yemeyip afiflik göstersin. Fakir kimse ise yetimin malından açlığını giderecek, avretini örtecek kadar zorunlu ihtiyacı kadarını yesin. Bunu Ahmed'in Abdullah b. Amr'dan yaptığı şu rivayet de desteklemektedir: Bir adam Resulul-lah (s.a.)'a, "Benim bir malım yok, himayem altmda bir yetimim var" diye soru sorar. Hz. Peygamber ona şöyle der: "İsraf etmeksizin, kendin için mal biriktirmek yoluna gitmeksizin, saçıp savurmaksızın ve malını korumaya kalkışmaksı-zın -yahut- onun malını feda ederek kendi malını kurtarmak yoluna gitmeksizin yetiminin malından yiyebilirsin."
el-Cassâs [9] Yüce Allah'ın, "Büyüyecekler diye onları israfla tez elden yemeyin" buyruğunu büyüme sınırına gelmesi halinde aklı başında olduğu takdirde reşitliğinin görülmesi şartına bağlı kalmaksızın, yetimin malını almaya hak kazandığına delil göstermektedir. Çünkü bulûğdan sonra reşitliğin görülmesi şartı koşulmuştur. Yine el-Cessas bu ayet-i kerimeyi şuna delil gösterir: Büyüme yaşına geldikten sonra yetimin malını elinde tutmak veli için caiz değildir. Eğer bu böyle olmasaydı burada "büyüme"nin söz konusu edilmesinin bir anlamı olmazdı. Zira yetimin velisi, büyümeden önce de sonra da yetimin malında hak sahibi olurdu. İşte bu da yetim büyüme sınırına geldiği takdirde malının kendisine verilmesi hakkını kazandığını göstermektedir. Ebu Hanife bu hususta büyüme sınırım yirmi beş yaş olarak kabul etmiştir. Çünkü bu yaştaki bir kimse dede olması ihtimal dahilindedir. Dede olabilecek yaşta olup da büyükler arasında sayılmamasına ise imkân yoktur.
Şafiîler ise der ki: Yüce Allah'ın, "Büyüyecekler diye" buyruğundan kasıt reşit olarak bulûğa ermeleridir. Bu da Yüce Allah'ın şu buyruğu ile amel etmenin bir gereğidir: "Evlenme çağına erdikleri zamana kadar deneyin. Şayet onlarda bir reşitlik görürseniz, mallarını kendilerine teslim edin." Yüce Allah bunu büyüme diye ifade etmiştir. Zira adam olma yaşma gelen kimsenin reşit olduğu çoğunlukla görülen bir durumdur.
İlim adamları şöyle bir soru sorarlar: Acaba velinin yetimin malından yedikleri, yaptıklarına karşılık olarak bir ücret sayılır mı sayılmaz mı? Hanefîle-rin görüşüne göre bu bir ücret değildir. Başkalarının görüşüne göre ise bu bir ücrettir ve bunlar zengin ile fakir arasmda fark gözetmezler. Nitekim bir ücret karşılığı yapılan bütün işlerde kıyas bunu gerektirir (yani zengin ile fakir arasında fark olmaması gerekir). O takdirde Yüce Allah'ın, "Zengin olan kaçınsın" buyruğundaki emir de mendup olma şeklinde yorumlanır. Fıkhî kaide ise bu ücretin veliye ister yetsin ister yetmesin ecr-i misil ile belirlenmesini gerektirmektedir.[10] Daha sonra Yüce Allah malın ödenme yolunu şöylece açıklamaktadır: Ey veliler ve vasiler! Sizler malları yetimlere teslim ettiğiniz takdirde onlar tarafından malların kabzedildiğine ve bu konuda zimmetinizin ibra olunduğuna dair şahit tutunuz. Çünkü -daha önce sözü geçen önce bulûğ, sonra reşitlik şartlarına riayet ettikten sonra- bu şekilde şahit tutmak sizin itham altında kalmanız ihtimalini uzaklaştırır; bu konuda dava edilmenize imkân vermez ve emanete daha uygundur.
Bu ayet-i kerimenin zahiri ile amel etmenin bir gereği olarak Malikîlerle Şafiîlere göre böyle bir şahit tutmak vaciptir. Çünkü bu şekilde şahit tutmayı terk etmek, karşılıklı davalaşmaya, mahkemeleşmeye götürür. Ayrıca emir kipi vücup ifade eder. Hanefiler ise böyle bir şahit tutmayı mendup kabul ederler. Bunun vücup ifade etmesine mani olan karine ise, vasinin emin bir kimse olmasıdır. Emin bir kimsenin, kendisine güvenene malını verdiği iddiasında bulunacak olursa, yemini ile birlikte sözü doğru kabul edilir. Yüce Allah'ın, "Hesap sorucu olarak Allah yeter" buyruğu ise böyle bir belgelendirmenin gerekmediği hususunda lehlerine delildir. Bunun anlamı da şöyle olur: Sizinle yetimler arasında Yüce Allah'tan daha iyi bir tanık bulunamaz. Böyle bir açıklama Said b. Cübeyr'den rivayet edilmiştir.
Vasinin, malı, baliğ olduktan sonra yetime teslim ettiği iddiası ve küçükken ona yaptığı harcamalar hususunda vasinin sözü doğru kabul edilir mi?
İmam Malik ve Şafiî der ki: Sözü doğru kabul edilemez, çünkü vasi malik değildir. İmam Ebu Hanife ve arkadaşları ise, doğru kabul edilir, derler. Çünkü vasi emindir, eminin ise emin olarak görülmeye devam ettiği sürece yemini ile sözü doğru kabul edilir.
Daha sonra Yüce Allah ayet-i kerimeyi küçük büyük bütün işleri koruyup gözettiğini vurgulayarak sona erdirmekte ve hesaba çeken olarak kendisinin yeterli olduğunu hatırlatmaktadır. Yani sizi gözetleyen ve gizleyip açıkladığınız şeyler dolayısıyla hesaba çeken olarak Allah yeter. [11]
Mirasçıların Mirastaki (Terekedeki) Hakları İle Mirasçı Olmayan Muhtaçların, Yetim Ve Akrabaların Hakları
7- Anne ve baba ile yakın akrabaların bıraktıklarından erkekler için bir pay, yine anne ve baba ile yakın akrabaların bıraktıklarından kadınlar için de bir pay vardır. Bu o maldan az veya çok olsun, farz kılınmış bir paydır.
8- Paylaştırma sırasında yakınlar, yetimler, yoksullar da hazır bulunursa, kendilerini o mirastan rızıklandırın ve onlara güzel sözler söyleyin.
9- Arkalarında kendileri hakkında endişe edecekleri güçsüz evlâtlar bırakacaklar korksunlar, Allah'tan sakınsınlar da dosdoğru söz söylesinler.
10- Şüphe yok ki zulümle yetimlerin mallarını yiyenler karınlarına ancak bir ateş yemiş olurlar. Onlar yakında alevli bir ateşe de gireceklerdir.
Nüzul Sebebi
7. ayet olan, "Baba ve anne ile yakın akrabaların bıraktıklarından bir pay vardır." buyruğu ile ilgili olarak Ebu'ş-Şeyh (H. 274 doğumlu Ebu Muhammed Abdullah b. Muhammed b. Cafer b. Hayyân el-Isfahânî) ile İbni Hibbân Kita-bu'l-Ferâiz'de İbni Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Cahiliye dönemi halkı kızlara ve yetişinceye kadar küçük erkeklere miras vermezlerdi. Ensar*dan Evs b. es-Sabit adında bir adam vefat etti. Geriye küçük bir kız çocuğu ve iki oğlu kaldı. Amcasının iki oğlu olan Hâlid ve Arfate (Kurtubî gibi bazı kitaplarda Arface ve Süveyd şeklindedir -ki bunlar asabedendir-) gelerek onun bütün mirasını aldılar. Vefat edenin hanımı olan Ümmü Kahme (İbni Ke-sir'de Ümmü Kuhna, Kurtubî'de Ümmü Kucca) Resulullah (s.a.)'ın yanına gelip O'na durumu anlattı. Resulullah (s.a.), "Ne söyleyeceğimi bilemiyorum" deyince, "Baba ve anne ile yakın akrabaların bıraktıklarından bir pay vardır..." ayet-i kerimesi nazil oldu.
İbni Ebî Hatim ve Beyhakî de bu ayet-i kerimenin nüzulü ile ilgili olarak bir başka sebebi nakletmektedirler ki bunun muhtevası şöyledir: Ayet-i kerime vasiyette bulunma esnasında ölüm hastalığında olan kişinin yanında bulunan ziyaretçilere yönelik bir emir niteliği taşımaktadır. Bu ziyaretçilerin böyle birisine miras almayan akrabalarına vasiyette bulunmasını hatırlatmaları emre-dilmektedir. Bunlara malının beşte birini yahut dörtte birini vasiyet eder. Ancak bu kimseler hasta olana malından sadaka vermeyi yahut onun bir kısmını Allah yolunda vermeyi emretmezler.
"Şüphe yok ki zulümle yetimlerin mallarını yiyenler..." mealindeki 10. ayetin nüzulü ile ilgili olarak da Mukâtil b. Hayyân şöyle demektedir: Bu ayet-i kerime Mersed b. Zeyd adında Gatafanlı bir adam hakkında nazil olmuştur. Bu kişi, kardeşinin oğlunun malı üzerinde veli idi. Yeğeni ise küçük bir çocuktu. Bu kişinin, yeğeninin malını yemesi üzerine Yüce Allah onun hakkında bu ayet-i kerimeyi inzal buyurdu. [12]
Açıklaması
Anne baba ile akrabaların geriye bıraktıklarından yetimlere ait bir mal var ise, bu malda yetimler eşittirler. Erkek ve kız arasında fark yoktur. Malın çok ya da az olması arasında da bir fark yoktur. İstediği kadar az olsun, Yüce Allah'ın hükmünde hepsi birbirine eşittir. Ölene olan akrabalığı veya evlilik bağı dolayısıyla Allah'ın, her birisi için tespit etmiş olduğu farz hisse bakımından aralarında fark bulunsa bile, asıl olarak miras almak bakımından aralarında fark yoktur. Daha sonra Yüce Allah tümüne ait olan bu hakkı, "Farz kılınmış bir paydır" buyruğu ile pekiştirmektedir ki, bunun herhangi bir kimsenin eksiltme hakkı olmayan kesin ve tartışılmaz muayyen bir hak olduğu anlaşılsın.
Daha sonra Kur'an-ı Kerim ruhî bir yönü ele alıp tedavi etmektedir ki, bu da mirasın paylaştırıldığı mecliste akrabaların hazır olmasını istememe hususudur. Yüce Allah bu şekilde mirasın paylaştırılması esnasında miras bırakanların akrabalarından, yetim ve yoksullardan herhangi bir kimse hazır bulunacak olursa, az dahi olsa o maldan onlara bir şeyler vermeyi, nefislere sükûnet kazandıran kin ve düşmanlığı söküp atan ruhtaki kıskançlığı kökten kazıyan güzel sözler söylemeyi ve bir özür beyan etmeyi buyurmaktadır.
Paylaştırmadan kasıt terekenin mirasçılar arasında pay edilmesidir. Akrabalardan kasıt ise hacb olundukları yahut zevil erhamdan (yakın akrabalardan) oldukları için miras alamayan kimselerdir. Bu emre muhatap olanlar ise veli yahut da bulûğa erip malını teslim alacağı vakitte yetimlerdir. Yüce Allah'ın, "Kendilerini o mirastan rızıklandırın" buyruğundaki zamir anne, baba ve akrabaların geriye bıraktıkları mala yahut da lafzına itibar yoluyla değil manasına itibar yoluyla paylaştırılan şey olmak üzere paylaştırmaya racidir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Sonra onu kardeşinin yükünden çıkardı." (Yusuf, 12/76). Bundan kasıt ise "maşrapayı ondan çıkardı" demektir.
Aralarında İbni Abbas ve Said b. Cübeyd'in de yer aldığı müfessirlerin çoğunluğu bu ayet-i kerimenin muhkem olduğu ve emrin zahiri ile amel ederek vücup ifade ettiği görüşündedirler. Ancak insanlar bu görüşü benimsememiş-lerdir. Nitekim evlere girme esnasında izin almayı uygulamadıkları gibi. Bununla muhatap olan ise mirasçıların büyüğü yahut küçüğün velisidir.
Hasan-ı Basrî ve Nehaî der ki: Burada emir taşınabilir aynî mallar ile ilgilidir. Arazilere gelince, onlardan bir şey vermezler. Bunlar yerine güzel söz söylemekle yetinilir.
İslâm âleminin değişik bölgelerinin fakihlerinin kanaatine göre böyle bir şeyler vermek menduptur. Mirasçıların yaşça büyüklerinin bunu yerine getirmeleri istenmiştir. Çünkü sözü geçen bu kimselerin eğer muayyen bir hakkı bulunmuş olsaydı, diğer hakları açıkladığı gibi, Yüce Allah bunu da elbette açıklardı. Onlara böyle bir hak açıklamadığına göre, bu hakkın vacip olmadığını öğrenmiş bulunuyoruz. Diğer taraftan eğer bu vacip bir hak olsaydı, bu hakka dair bir çok dava söz konusu olurdu. Çünkü fakir ve yoksulların buna olan hırsları böyle obuasını gerektirir. Durum böyle olsaydı o zaman bu tür davaların da tevatür yoluyla bize nakledilmesi gerekirdi. Böyle olmadığına göre, onlara bir şeyler vermenin vacip olmadığını da öğrenmiş bulunuyoruz.
Said b. el-Müseyyeb, Dahhâk ve Atâ'nın ondan yaptığı rivayete göre İbni Abbas derler ki: Ayet-i kerime "Allah size evlâtlarınız hakkında tavsiye eder..." (Nisa, 4711) diye başlayan miras ayeti ile neshedilmiştir.
Ayet-i kerimelerde bir diğer ruhî hastalığın tedavi edildiğini görüyoruz. Söz konusu bu hastalık yetime karşı tecavüzkâr olmak ve ona karşı katı davranmaktır. Yüce Allah yetimleri gözeten veli ve vasilere yetimlere güzel söz söylemelerini, onlarla kendi çocuklarıyla konuştukları gibi güzel bir şekilde konuşmalarını ve onlara, "yavrum, çocuğum" ve buna benzer sözlerle seslenmelerini emretmektedir. Ta ki kendileri de öldükten sonra çocuklarını -aradan fazla bir zaman geçmeden- terk etmiş olabileceklerini, onların ihmal edilip zayi olacaklarından korkmalarının uzak olmadığını hatırlasınlar. Elleri altında bulunan yetimler hususunda Allah'tan korkarak vefatlarından sonra güçsüz ve zayıf evlâtlarına nasıl davranılmasmı istiyor iseler, elleri altındaki yetimlere de böylece davransınlar.
Ayet-i kerimeden maksat ise, velileri yetimlerin mallarını korumaya, onlara güzel söz söylemeye teşvik etmektir. Bu ise kendilerinden sonraki bizzat kendilerinin ve çoluk çocuklarının hallerini hatırlatmakla yapılmaktadır. Ta ki onlar da bunu tasavvur edebilsinler ve bundan ibret alabilsinler. Bu ise öğüt ve ibret almaya götüren en güçlü ifade tarzıdır. Çünkü insan başkasına nasıl davranırsa öyle karşılık görür ve çünkü başkalarının kendisine ne şekilde davranmalarını arzu ediyor ise, diğerlerine de öylece davranması istenir.
Ayet-i kerime aynı zamanda kendisinden önceki buyruklarla da alâkalıdır. Çünkü Yüce Allah'ın, "Erkekler için bir pay... vardır." buyruğu mirasçılara emir anlamındadır. Yani onlara haklarım veriniz, vasiler de kendilerine verileni gereği gibi korusunlar ve bizzat kendi çocukları için korktukları gibi bunlar için de korksunlar, anlamındadır.
Daha sonra Yüce Allah bundan önceki emir ve yasakları pekiştirmekte, vurgulamakta, haksız yere zulmen yetimin malını alan kimselere çetin azaba uğrayacaklarını hatırlatmaktadır. Bu azap cehenneme girip ateşte yakılmalarıdır. Cehennem ise aşırı derecede yakan alevli bir ateştir. Onun yakıtı insanlar ve taşlardır. Allah bizleri ondan muhafaza buyursun.
Yemek, netice olarak karından başka bir şeye gitmemekle birlikte, karınların söz konusu edilmesinden kasıt, ya bu kimselerin sonuna kadar karınlarını ateşle dolduracaklarıdır yahut da tekit ve mübalağa içindir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Kalplerinde olmayanı ağızlarıyla söylerler." (Âl-i İm-ran, 3/167). Zaten söylemek ağızdan başkasıyla olmaz ki. Yüce Allah'ın şu buyruğu da böyledir: "Fakat asıl göğüslerdeki kalpler kör olur." (Hac, 22/45). Yüce Allah'ın, "Ve iki kanadıyla uçan hiç bir kuş yoktur ki... " (En'am, 6/38) buyruğu da böyledir. Çünkü kuş ancak iki kanadıyla uçar. Bütün bunlardan maksat tekit ve mübalağadır. Aynı zamanda bu ifadelerde yetimin malını yeme zalimliğinin ne kadar çirkin olduğu anlatılmak istenmiştir.
Yemenin "zulüm" ile kayıtlandırüması yetimin malını hak ile almanın meşru olduğunu ifade etmektedir. Yapılan bir işin ücreti ve karz gibi. Bu ise bir zulüm sayılmaz. Bunu alıp yiyen de zalim değildir.
"Yemek" tabiri ile bütün faydalanmalar, telef ve tüketme yolları kastedilmektedir. Ancak bu tabirin kullanılması yararlanma yollarının en önemlisi oluşundan dolayıdır.
"Bir ateş" tabiri ise müfessirlerin cumhuruna göre mecaz-ı mürseldir. Yani sebep kastedilmekle birlikte müsebbebin söz konusu edilmesi kabilindendir. Çünkü bu ayet-i kerimede işaret her kişiyedir. Ayetin zahirine göre hüküm, yetimin malını yiyen herkes hakkında umumidir. Bu ister mümin, ister kâfir olsun fark etmez. Ayet-i kerimenin müşrikler hakkında nazil olduğu söylenecek olsa bile, sebebin özelliği hükmü tahsis etmez. Nazarı itibara alınan ise sebebin hususiliği değil, lafzın genelliğidir.
Ayrıca bazı haberlerde varit olduğuna göre bu ayet-i kerime nazil olunca herkes yetimlerle birlikte bulunmaktan çekinmeye koyuldu. Öyle ki bu bizzat yetimlerin kendilerine ağır geldi. Bunun üzerine Yüce Allah, "Şayet onlarla bir arada yaşarsanız (onlar) sizin kardeşlerinizdir." (Bakara, 2/220) buyruğunu indirdi. [13]
Miras Ayetleri
11- Çocuklarınız hakkında Allah size şöyle emrediyor: Erkeğe iki dişinin hissesi kadar vardır. Eğer kadınlar ikiden fazla ise mirasın üçte ikisi onlarındır. Şayet kız bir tek ise o zaman yarısı onundur. Ölenin çocuğu varsa anne ve babanın her birine mirasın altıda biri vardır. Çocuğu olmayıp da anne ve babası ona mirasçı olduysa malın üçte biri annesinindir. Şayet kardeşleri varsa o vakit altıda biri annesinindir. Bu, borçlarından ve yapacağı vasiyetten sonradır. Babalarınız ve oğullarınızdan size hangisinin faydaca daha yakın olduğunu bilemezsiniz. Bunlar Allah'tan birer farizadır. Şüphesiz ki Allah Alîm'dir Hakîm'dir.
12' Hammlarmızın Çocuğu yoksa mirasın yarısı sizindir. Çocukları varsa bı-raktıklarmın dörtte biri sizindir. Bunlar yaptıkları vasiyetten ve borçtan sonradır. Eğer çocuğunuz yoksa bıraktığınızın dörtte biri onlarındır. Şayet çocuğunuz varsa edeceğiniz vasiyet ve borçtan sonra sekizde biri onlarındır: Eğer mirası aranan erkek veya kadın çocuğu ve babası olmayan biri (kelâle) olup erkek veya kızkardeşi bulunursa bunlardan her birine altıda bir vardır. Şayet bunlar bundan daha ziyade iseler hepsi edeceği vasiyet ve borçtan sonra üçte bire ortak olurlar. Ancak zarar verici olmamalıdır. Bunlar Allah'tan bir vasiyettir. Allah Alîm'dir, Halîm'dir.
Nüzul Sebebi
11. ayet-i kerime olan, "Çocuklarınız hakkında Allah size emrediyor..." ayet-i kerimesi ile ilgili olarak Kütüb-i Sitte sahipleri Câbir b. Abdullah'tan şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Resulullah (s.a.) ile ben Selime oğulları diyarında bulunuyorken Ebu Bekir yaya olarak beni ziyaret ettiler. Peygamber (s.a.) aklımın başımda olmadığını (kendimden geçtiğimi) gördü. Bunun üzerine bir su istedi, onunla abdest aldı, sonra o sudan üzerime serpti, kendime geldim ve dedim ki: Malıma ne yapmamı emredersin? Bunun üzerine, "Çocuklarınız hakkında Allah size emrediyor..." ayeti nazil oldu.
Ahmed, Ebu Davud, Tirmizî ve Hâkim, Câbir b. Abdullah'tan şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Sa'd b. er-Rabî'in hanımı Resulullah'ın yanına gelip dedi ki: Ey Allah'ın Rasulü, işte bunlar Sa'd b. er-Rabfnin iki kızıdır. Babaları seninle birlikte savaşırken şehit düştü. Amcaları ise onların mallarını aldı, onlara mal namına bir şey bırakmadı. Bunların malı olmazsa kimse onlarla evlenmeye yanaşmaz. Hz. Peygamber, "Allah bu hususta hüküm verecektir" buyurdu. Bunun üzerine, "Çocuklarınız hakkında Allah size emrediyor..." ayeti nazil oldu ve Resulullah (s.a.) amcalarına haber gönderip şöyle dedi: "Sa'd'ın kızlarına üçte ikiyi, annelerine sekizde biri ver, geri kalanı da senindir." Derler ki: İslâm tarihinde ilk paylaştırılan tereke bu olmuştur.
Hafız İbni Hacer der ki: Ayet-i kerimenin, Câbir olayı ile ilgili değil de Sa'd'ın iki kızı hakkında nazil olduğunu söyleyenler, bunu delil gösterirler. Özellikle Câbir'in o günlerde bir çocuğu yoktu. İbni Hacer der ki: Bu ayet-i kerime her iki husus hakkında da nazil olmuştur. Bunun baş tarafının iki kız hakkında nazil olması, son tarafının ise Hz. Câbir kıssası hakkında nazil olması mümkündür. Son tarafları, "Eğer mirası aranan erkek veya kadın çocuğu ve babası olmayan biri olup..." bölümüdür. Buna göre Hz. Câbir'in çocukları hakkında, "Allah size şöyle emrediyor..." ayeti nazil oldu, demekten maksadı, "bu ayet-i kerimeden hemen sonra gelen kelâle'yi de söz konusu eden buyruk nazil olmuştur" demek olur. [14]
Açıklaması
Mirasta Çocukların Hakları:
Şanı Yüce Allah çocukların haklarını belirterek başladı. Çünkü zayıflıkları sebebiyle şefkat ve yardıma en çok hak sahibi olanlar onlardır. Usûlün (anne ve babanın) ise vefat edenden başkası üzerinde de almaları gereken bir hakları bulunabilir yahut onların kazanma güçleri olabilir. O bakımdan Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: Allah sizlere hak ettikleri miras hususunda çocuklarınız ile ilgili olarak şu emri veriyor ve farz kılıyor: Onların miras almalarının temel kaidesi, "Erkeğe iki dişinin hissesi kadar vardır" ifadesidir. Yani ölenden sonra erkek ve kız çocuklar kalmışsa erkeğin payı dişinin iki katıdır. Çünkü erkekten nafaka, kazanma, çalışma, zorluklara katlanma, hanımının mehrini verme gibi yükümlülükler istenir. Kadının ise herhangi bir kimseye harcama yapması istenmez, ister kız, ister kızkardeş, ister hala, ister teyze olsun. Ancak büyüdükten veya bulûğa erdikten sonra şayet evli değil ise kendi masraflarını kendisi karşılar.
Eğer geriye kalan mirasçılar kadın yani kızkardeş yahut kız çocuk olup bunlar iki kişiden fazla iseler vefat edenin bıraktığının üçte ikisi onlarındır. Geriye kalan sadece bir dişi ise beraberinde onu asabe yapacak bir erkek de bulunmuyor ise yarısı onundur.
Erkek bir kardeşi olmaksızın sadece iki kızın mirası hususunda görüş ayrılığı vardır. İbni Abbas der ki: Bu iki kızın hükmü tek bir kız gibidir, mirasın yarısını alırlar. Çünkü, "Eğer kadınlar ikiden fazla ise mirasın üçte ikisi onlarındır" ayetinin zahiri bunu gerektirmektedir.
Cumhur ise der ki: İki kız ayrı ayrı iki kızkardeş gibidir. Bunlar da üçte iki alırlar. Bu da Yüce Allah'ın şöyle buyurduğu iki kızkardeşe kıyasen tespit edilmiştir: "Eğer kızkardeş iki ise oğlan kardeşin bıraktığının üçte ikisini alırlar." (Nisa, 4/176). Diğer bir sebep de şudur: Kız, erkek kardeşiyle birlikte olduğu takdirde üçte bir alır. Kızkardeşiyle birlikte bunu alması ise öncelikle söz konusu olur. Ayrıca İbni Mes'ud (r.a.) bir kız, oğlun kızı ve kızkardeşin mirasçı olduğu bir mesele hakkında şöyle hüküm vermiştir: Mirasın altıda biri oğlun kızma, üçte ikiyi tamamlamak üzere de yarısını kıza vererek kız ile birlikte oğlun kızına üçte iki, iki kıza üçte iki verilmesi daha uygundur. Diğer taraftan Yüce Allah'ın, "Eğer kadınlar ikiden fazla ise" buyruğunun kadınlar iki ve daha yukarı ise anlamına gelmesi de mümkündür. Yüce Allah'ın, "Boyunların üzerine vurun" (Enfâl, 8/12) buyruğunun, boyunlara ve daha yukarısındaki bölgelere vurun, anlamına gelmesi gibi.
Özetle: Çocuklar erkek ve dişi oldukları takdirde erkek dişinin iki katını alır. Eğer çocuk sadece bir kız ise yansını alır. Eğer iki ve daha fazla çocuk varsa cumhurun görüşüne göre üçte iki alır. Tek başına erkek çocuk bulunursa terekenin tamamını alır. Onunla birlikte bir ve daha çok erkek kardeşi varsa terekeyi aralarında eşit olarak paylaşırlar.
Oğlun çocukları ve bunların çocukları ise öz oğullar gibidir. Daha yukarda olanı daha aşağıda olanı hacbeder (mirastan mahrum eder). Eğer daha yukarıda olan -kız veya onunla birlikte oğlun oğlu olmasında olduğu gibi- dişi olursa kız yansını alır, diğer kalan ise oğlun oğlunun olur. Şayet oğlun çocuğu dişi olursa daha yukarda olan yansını alır, daha aşağıda olan da üçte ikiyi tamamlamak üzere altıda bir alır. Eğer daha yukardaki çocuklar kıza da beraberinde kendi derecesinde veya ondan daha aşağı derecede kendisini asabe yapacak bir kimse bulunmuyor ise, hiç bir şey kalmaz. [15]
Anne Babanın Mirası:
Ölen çocuğun eğer erkek yahut dişi bir yahut daha fazla çocuğu varsa, ölenin anne ve babasının her biri terekenin altıda birini alırlar. Geri kalan ise önceki şekliyle çocuklara aittir. Şayet ölenin hiç çocuğu yoksa anne babası ona mirasçı olursa anne mirasın üçte birini alır. Çocukların varlığı ile birlikte anne babanın mirasta eşit pay almalarının sebebi ise eşit şekilde her ikisinin saygınlığının korunmasıdır. Anne ile babanın paylannm çocuklann payından daha az olmasının sebebi ise ya yaşça büyüklükleri yahut da ihtiyaçlarının olmayışıdır. Bu ise ya hayatta bulunan çocukları gibi nafakalarını sağlamakla yükümlü kimselerin varlığı dolayısıyladır yahut da çocuklann pek çok harcamaya ihtiyaçları olduğundan dolayıdır. Çocuklann harcamalara ihtiyaçlarının olması ise ya yaşça küçüklükleri ya da evlenme ihtiyacı ile büyüdükleri esnada hayatın yüklerini taşıyıp katlanma durumunda olmalandır.
Anne babası ile birlikte eğer ölenin erkek yahut dişi birden çok kardeşleri bulunuyor ise, bu sefer anne üçte bir yerine altıda bir alır. Bu kardeşlerin anne baba bir olması, baba bir ya da anne bir olması arasında ise fark yoktur.
İki kardeş üç ve daha fazlası gibidir. Çünkü Peygamber (s.a.) ile Râşid halifeler iki erkek kardeşin ve iki kızkardeşin annenin mirasını üçte birden altıda bire indirdiğine hüküm vermişlerdir. İbni Cerir, İbni Abbas'tan rivayetine göre İbni Abbas Hz. Osman (r. anhum)'ın yanına girip dedi ki: Neden iki kardeş annenin payını üçte birden altıda bire indirsin ki? Halbuki Yüce Allah, Eğer onun kardeşleri varsa" diye buyurmaktadır. Oysa senin kavminin diline, kavminin konuşmasına göre (yani Arapça'da) iki kardeş hakkında "kardeşler" denilmez. Hz. Osman ona şu cevabı verdi: İnsanların geleneksel olarak öğrene-geldikleri ve her yerde yürürlüğe konulmuş ve benden önce kararlaştırılmış bir işi ben nakzedebilir miyim?
Yani bu konuda şeriatta icma olmuştur. Aynca bunu şu husus da desteklemektedir: Dilde çoğul kipi iki kişi hakkında da kullanılmıştır. Yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi: "Eğer ikiniz Allah'a tevbe ederseniz (ne alâ, çünkü) kalpleriniz haktan meyletmiştir." (Tahrîm, 66/4); "Sana şu hısımların haberi geldi mi, hani onlar mihraba tırmanmışlardı" (Sâd, 38/21); "Biz iki davacıyız, birimiz diğerine haksızlık etmiştir, dediler." (Sâd, 38/22).
Özetle: Eğer anne ile birlikte miras alan bir fer* yahut iki ve daha fazla erkek ve kızkardeş bulunmazsa anne üçte bir alır. Miras alan, fer* yahut birden çok erkek ve kızkardeş ile birlikte ise anne altıda bir alır. Baba da mirasçı fer* ile birlikte altıda bir alır. Eğer fer", kız çocuk ise mirasın yarısını alır, baba da farz ve asabelik yoluyla miras alır. Eğer anne baba ile birlikte bir eş bulunursa anne kalanın üçte birini alır. Bu ise "Ömeriyye mes'elesi" veya "el-Garra meselesi" diye bilinir. Meselâ koca, baba, anne yahut hanım, baba ve annenin mirasçı olma hali buna benzer. Birincisinde erkek mirasın yarısını, baba da kalanın yarısını asabelik yoluyla alır. Anne ise kocanın farz «hissesi olan altıda birden sonra kalanın üçte birini alır. İkinci halde ise hanım on ikiden dörtte bir (yani üç pay) alır. Çünkü mirasçı bir fer5 yoktur. Baba ise asabelik yoluyla altı pay olan kalanı alır, anne ise üç paydan ibaret olan geri kalanı alır. [16]
Borçlara, Sonra da Vasiyetlere Öncelik Vermek:
Bütün mirasın mirasçılar arasında paylaştırılmasından önce tereke ile alâkası olan borçların ödenmesi ve vasiyetlerin yerine getirilmesi söz konusudur. Şanı Yüce Allah teşrî buyurduğu şekilde mirasın ölenin yaptığı vasiyetin yerine getirilmesinde ve yine ölenin ölümden önce zimmetine taalluk eden borcun ödenmesinden sonra yerine getirilmesini emir ve tavsiye etmektedir.
Ödemede borç öncelikli olmakla birlikte vasiyetin borçtan önce zikredilmesi ona verilen önemi belirtmek, vasiyetin inkârını önlemek ve yerine getirilmesini teşvik etmek içindir. Borca gelince, borcun ödenmesinin ne derece güçlü bir görev olduğu bilinen bir husustur. İster ona öncelik tanınsın, ister tanınmasın. Diğer taraftan burada yer alan "veya" mübahlık içindir ve tertibi gerektirmez. Borcun ödenmesine öncelik tanınmasının delili ise Hz. Ali'nin rivayet edip İbni Cerîr et-Taberî'nin de içinde bulunduğu bir topluluğun kendisinden yaptığı şu rivayettir: Sizler şu "Borçlarından ve yapacağı vasiyetten sonradır" buyruğunu okuyorsunuz. Şüphesiz Resulullah (s.a.) vasiyetten önce borcun ödenmesi hükmünü vermiştir. O bakımdan mirasçılardan herhangi bir kimsenin olsun lehlerine vasiyet yapılanlardan olsun hiç bir kimsenin borcun ödenmesinden sonra terekede bir hakkı yoktur. Şayet borç terekenin tamamını kuşatacak olursa herhangi bir kimsenin alacak bir şeyi kalmaz. Ölenin kefenlenme ve defnedilme masrafları ise -insanlığına duyulan saygı dolayısıyla- borcun da vasiyetin de hatta mirasın da önüne geçirilir.
Borcun vasiyet ve mirasın önüne alınmasının sebebi ise, ölenin zimmetinin borcu karşılığında rehin olması ve borcun ödenmesinin Allah için yapılan hayırlı işten daha öncelikli olması dolayısıyladır.
Terekenin üçte biri sınırlan çerçevesinde olmak üzere, vasiyetin mirastan öne alınmasının sebebi ise, Kütüb-i Sitte sahipleri ile Ahmed b. Hanbel'in Hz. Sa'd'dan rivayet ettikleri "Üçte bir olsun, gerçi üçte bir de çoktur ya" buyruğundaki sünnet-i nebeviyyede vasiyet için izin verilen miktarın bu olmasıdır.
Diğer taraftan kişinin işin akıbetlerini bilemeyeceğine dair dikkatinin çekilmesi kasdı ile bir ara (mutariza) cümlesinin ayet-i kerimede yer aldığını görüyoruz.
Bununla Yüce Allah şunu beyan etmektedir: Yüce Allah'ın kendileri hakkında sizlere tavsiyede (emirde) bulunduğu ve miras paylarım tespit ettiği kimseler, sizin babalarınız ve evlâtlannızdır. O bakımdan paylaştırmada zulme sapmayınız. Bazılarını mahrum etmeyiniz. Cahiliye döneminde Arapların yaptığı gibi yapmayınız. Çünkü sizler menfaat itibariyle kendinize kimlerin daha yakın olduğunu bilemezsiniz. Yüce Allah bütün bu paylan kesin bir farz olarak emir buyurmuştur. Şüphesiz Yüce Allah yarattıklarına neyin uygun düştüğünü çok iyi bilendir; onların işlerini çekip çevirmekte, düzene koymakta Hakîm olandır. Yani bütün işleri uygun ve doğru olan yerlerine yerleştirendir. O size ancak sizin için faydalı olan şeyleri şeriat yapar. Mirası da sizin aranızda hak, adalet ve maslahat esasına göre paylaştırmıştır. O bakımdan siz de O'nun bu konudaki düzenine tabi olunuz. Cahiliye dönemi insanlarının yaptıkları gibi sizler de kadınlar ve zayıf kimseler gibi mirasçılardan herhangi bir kimseyi mahrum etmekten kaçınınız. [17]
Eşlerin Mirası:
Kocanın hanımının terekesinden -eğer çocuğu yoksa- yansını alma hakkı vadır. Bu çocuğun kocanın kendisinden olması ile başkasından olması, erkek ya da kız olması, bir ya da fazla olması, doğrudan ondan olması ile hanımının oğlundan yahut oğlunun oğlundan olması arasında bir fark yoktur. Bundan sonra kalan, hanımın çocuklannındır. Kadın ile duhûl (gerdeğe girmiş olmak) şart değildir. Şayet kadının çocuğu varsa koca dörtte bir alır. Geri kalan ise onun farz sahipleri ile asabelerinedir yahut da Hanefîlerin görüşüne göre zevil-erhâm'a (yakın akrabalara) veya başka bir mirasçısı yoksa Beytülmâl'e ait olur.
O hanımlann terekesinde borçların ödenmesinden ve vasiyetlerin yerine getirilmesinden sonra kalan miktar kocanındır.
Şayet ölen kocanın çocuğu yoksa terekenin dörtte biri hanımınmdır. Eğer çocuğu varsa hanım sekizde bir alır.
Eğer hanımlar birden fazla olurlarsa dörtte birde yahut sekizde birde ortaktırlar. Önceden de geçtiği gibi bu, borcun ödenmesinden ve vasiyetin yerine getirilmesinden sonradır. [18]
Kelâlenin Mirası:
Yüce Allah bu ayet-i kerimelerde mirasçılan üç kısma ayırmış bulunmaktadır: Bir kısım, arada bir vasıta olmaksızın ölü ile akraba olanlardır. Onun bu akrabalığı kan akrabalığıdır, bunlar çocuklar ile anne babadır. Bir kısım ise ölüye vasıtasız olarak bağlı olanlardır ki bu bağlılığı akit ile olmaktadır; bunlar da eşlerdir. Diğer bir kısım akraba ise belli bir vasıta ile ölüye bağlı olanlardır. Bunlar da kelâle diye bilinenlerdir. Kelâle, baba ve çocuğun dışında kalanlardır. Bu ismin verilmesi ise Yüce Allah'ın beyanda öne aldığı birinci kısmın akrabalık bağının kuvvetidir. Bundan sonra ise ikinci kısmı zikretmiş, daha sonra ise üçüncü kısmı zikretmiştir. Zira ilk iki kısım herhangi bir şekilde mirastan düşmezler; üçüncü kısım ise böyle değildir, bazan tamamıyla miras hissesi düşebilir.
Tercih edilen görüşe göre kelâle, baba ve çocuğun dışında kalanlardır. Bu, Ebu Bekir es-Sıddık (r.a.)'ın tefsiridir. İbni Cerîr şöyle rivayet etmektedir: Ebu Bekir (r.a.) dedi ki: Ben kelâle hakkında bir görüş belirttim; eğer bu doğru ise o yalnızca ortağı olmayan Allah'tandır. Şayet hatalı ise benden ve şeytandandır, Allah bu hatadan beridir. Gerçek şu ki kelâle, baba ve çocuğun dışında kalan mirasçılardır.
Onun bu açıklamasını kelimenin türediği kök de pekiştirmektedir. Bu kelime zayıflıktan alınmadır. Vilâdet (doğum) yolundan gelmeyen akrabalık zayıf bir akrabalık bağıdır. Vilâdet yoluyla gelen akrabalık ise güçlü bir akrabalıktır. Ayrıca Yüce Allah babanın olmaması halinde erkek ve kızkardeşlerin miras almaları hükmünü vermiştir. O halde baba kelâleden olmamalıdır.
Nassa göre kelâlenin miras hükmü şudur: Eğer anneleri aynı olan erkek yahut kızkardeş bulunacak olursa, bunların her birisi altıda bir alır. Şayet bunlar daha fazla olurlarsa üçte birde ortaktırlar. Bu konuda ise erkeklerle dişiler arasında miras payı itibariyle bir farklılık yoktur.
Kelâle ayetinde erkek ve kızkardeşten farkın anne bir kardeşler olduğunun delili ise Sa'd b. Ebî Vakkas'm, "Ve onun anne bir erkek yahut kızkardeşi varsa" şeklindeki kıraatidir. Diğer taraftan öz kardeşler Nisa suresinin sonunda hükmü gelecek olan asabeler arasındadırlar. "Senden fetva isterler, de ki: Allah size kelâle hakkında hükmünü şöylece açıklar:..." (Nisa, 4/176). O halde burada onlardan kasıt anne baba bir kardeşler yahut baba bir kardeşlerdir. Tek başına oldukları takdirde malın tümü onlarındır.
Diğer taraftan burada farz hisse ya üçte bir yahut altıda birdir. Bu ise annenin farzıdır. O bakımdan anne vasıtasıyla akraba olan kardeşlerin farzının anne bir kardeşler olması uygun düşmektedir.
Özetle: Anne bir kardeşlerin iki durumları söz konusudur:
1- Anne bir erkek yahut kızkardeş tek başına oldukları takdirde onların her birisi altıda bir alır.
2- Anne bir kardeşler birden çok oldukları takdirde üçte biri aralarında eşit olarak paylaştırırlar. Erkek ile dişileri arasında fark yoktur. Çünkü onların müşterek kılınmaları buna delâlet etmektedir.
Anne bir kardeşlerin payları, borcun ödenip vasiyetin uygulanmasından sonra verilir. Bunların ise, mirasçılara ve alacaklılara bir zararının olmaması gerekir. Borç ve vasiyette zarar vermenin ise bir takım halleri vardır:
1- Ölen kişi yabancı birisi lehine malın tümünü kuşatacak yahut bir kısmını kuşatacak bir borcu mirasçılara zarar vermek kasdı ile ikrarda bulunur. Bu zarar kasdı ise çoğunlukla kelâle (uzak akrabalar) hakkında ortaya çıkar. Anne, baba, evlât ve eşler için ise bu nadiren görülen bir husustur.
2- Filânda bulunan alacağını daha önce almış olduğunu ikrar etmesi.
3- Üçte birden fazlasını vasiyet etmesi. İbni Abbas der ki: Vasiyette zarar büyük günahlardandır.
4- Yüce Allah'a yakınlaşmak kasdı ile değil de mirasçıların paylarını eksiltmek maksadıyla malının üçte birini vasiyet etmesi.
Allah kendisiyle amel edilmek ve yerine getirilmek üzere sizlere bunu tavsiye etmekte, emretmekte ve buyurmaktadır. Allah Alîm'dir, Halîm'dir. Alîm'dir, yani kullarının maslahatını ve onlara zararlı olanı, kimlerin mirasa hak kazandığını, kimlerin kazanmadığım çok iyi bilir. Halîm'dir, yani kendisine isyanda bulunarak vasiyetinde mirasçılara yahut da alacaklılarına zarar verenlere ya da kadın yahut çocuklardan herhangi bir kimseyi mirastaki hakkından mahrum etmesine karşılık vereceği cezasını acilen, çabucak vermeyendir.
Buna kulak verip gereği gibi kavrayan kimseleri etkileyici olan bu son ifadeler, şanı yüce Allah'ın hayır ve maslahatı bildiği için böyle teşrî buyurduğuna bir işarettir. O bakımdan Müslümanlara düşen Yüce Allah'ın emir ve farizalarına kulak vermek, O'nun öngördüğü düzene ve sınırlara sıkı sıkıya bağlı kalmaktır. Bundan dolayı haddi aşmamak, hakları azaltmamak gerekir. Yahut da mirasta kadınla erkeği eşit tutmak gibi miras düzeninde akıllarınca tadilata gitmemek lâzımdır. Kesin Kur'anî naslarla çatıştığı halde tutarsız ve yanlış bir takım örfler esas alınmamalı, yahut da Batı düzenlerini ve ortaya koydukları kanunları taklit edilmemelidir. Bu sapmalar ise böyle bir uygulamanın adil olduğu ve erkek ile kadın arasındaki haklarda eşitliğin gerekli olduğu iddiası ile yapılmaktadır. Fakat Allah'ın adaleti ötesinde adalet olamaz. Allah'ın rahmetinden üstün bir rahmet olamaz. Ayet-i kerimenin Yüce Allah'ın, "Çocuklarınız hakkında Allah size emrediyor..." buyruğu ile başlaması Yüce Allah'ın insanlara annenin çocuğuna olan merhametinden daha merhametli olduğunun delilidir. Çünkü Yüce Allah anne ve babaya kendi çocuklarını vasiyet etmekte, onlar hakkında emir vermektedir. Bunu da şu sahih hadis teyit etmektedir: "Şüphesiz Allah kullarına şu annenin çocuğuna olan merhametinden daha merhametlidir..." [19]
Yüce Allah'ın Sınırları
13- İşte bunlar Allah'ın sınırlarıdır. Kim Allah'a ve Rasulüne itaat ederse, onu orada ebediyyen kalmak üzere altında ırmaklar akan cennetlere sokar. En büyük kurtuluş işte budur.
14- Kim de Allah'a ve Rasulüne isyan eder sınırlarını aşarsa, onu da orada ebedî kalmak üzere ateşe koyar. Onun için küçültücü bir azap da vardır.
Açıklaması
Yüce Allah, "Allah Allm'dir, Halîm'dir" buyruğundaki uyarısının muhtevasını bu ayet-i kerimelerde bir daha pekiştirmektedir. Bununla daha önce geçmiş bulunan yetimlerin mallarına, zevcelerin hükümlerine ve mirasa dair hallere ait açıklamaların, Yüce Allah'ın sınırlan olduğuna dikkat çekmektedir. Yani bunlar Yüce Allah'ın sınırlarını belirlediği hükümlerdir. Allah bunları yetimler, evlilik bağı ve mirasın mirasçılar arasında paylaştırılması hususunda aile hukukunun kanunu yapmıştır. Bu mirasın paylaştırılması ise mirasçıların ölene olan yakınlıkları, ona ihtiyaçları ve onu kaybetmeleri dolayısıyla tespit etmiştir.
İşte bunlar Allah'ın sınırları ve hükümleridir. Sakın bunları aşmayınız, geçmeyiniz. Herhangi bir Müslümanın bu sınırları aşıp geçmesi uygun bir iş değildir.
Her kim Yüce Allah'ın dinden şeriat kıldığı şeylere ve şerefli Rasulüne indirdiklerine itaat etmek suretiyle Allah'a, Rabbinden tebliğ etmiş olduğu hüküm ve ayetlere uymak suretiyle de Rasulüne itaat ederse -ki Rasule itaat şu buyruk gereğince Allah'a da itaattir: "Her kim Rasule itaat ederse Allah'a da itaat etmiş olur." (Nisa, 4/80). Allah onu altından ırmaklar akan cennetlere koyar. Bizler cennete iman eder ve oranın dünyadaki her türlü nimetin üstünde olduğuna, itaatkâr kulların da orada ebedî kalacaklarına inanırız. İşte bu ebedî kurtuluştur (Fevzü'l-azîm). Bu, dünyadaki kurtuluşlara hiç benzemeyen üstün zafer ve felahtır.
Kim Allah'ın sınırlarını aşar, Allah'a ve Rasulüne karşı gelir, Allah'ın haramlarını aşıp çiğnerse Allah da onu yakıtı insanlarla taşlar olan bir ateşe koyar. Onlar için küçük düşürücü, zelil kılıcı bir azap söz konusudur. Çünkü böyle bir kimse Allah'ın hükmüne karşı çıkmış ve O'nun koyduğu hükme razı olmamıştır.
Cennet ehlinin ebedî nimetlerden yararlanıp biribirleriyle ünsiyet bulacakları ebedîlikleri ile, cehennem ehlinin yalnız bırakılarak ile en çetin azabı tadacakları ateşteki ebedîlik arasında çok büyük bir fark vardır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Bu gün (pişmanlığınız) size asla fayda vermez. Çünkü zulmettiniz. Muhakkak siz azapta da ortaksınız." (Zuhruf, 43/39).
Müminlerin isyankârlarına gelince, onlar da cehennemde günahları mik-tarınca azap görecekler, sonra da cennete girmek üzere çıkarılacaklardır. Azabı gerektirici isyan ise, kasten masiyet işlemek ve onun üzerinde ısrar etmektir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Hayır, kim bir kötülük işler ve günahı onu kuşatırsa işte onlar cehennemliktirler, orada ebedî kalıcıdırlar." (Bakara, 2/81). Her nasılsa ayağı kayıp bir masiyet işleyen, sonra da bundan dolayı nefsini kınayıp tevbe eden, Yüce Allah'ın, "Ve onlar bile bile yaptıkları üzerinde ısrar etmezler" (Al-i İmran, 3/135) buyruğunda dile getirilen durumdakilere gelince, bunlar kurtulacaklardan olacaklardır. [20]
Teşriin İlk Dönemlerinde Ahlaksızlığın Cezası
15- Kadınlarınızdan fuhşu irtikap edenlere karşı içinizden dört şahit getirin. Şayet şehadet ederlerse ölüm onları alıp götürünceye kadar yahut Allah onlara bir çıkar yol gösterinceye kadar onları evlerde alıkoyun.
16- Sizlerden fuhşu irtikap edenlerin her ikisine de eziyet edin. Eğer tevbe edip ıslah olurlarsa, artık onlardan yüz çevirin. Şüphesiz Allah Tevvâb'dır, Ra-hîm'dir.
Açıklaması
İslâm'ın ilk dönemlerinde hüküm şuydu: Kadın zina eder ve zina ettiği adaletli dört şahidin şahitliği ile sabit olursa, evde hapsedilir ve ölünceye kadar oradan çıkmasına imkân verilmezdi. Erkeklerin cezası ise sözlü olarak tahkir edilmek, ayıplanmak ve ayakkabı ve benzeri şeylerle vurulmak şeklindeydi. Şanı Yüce Allah evlenmemiş olanlar için sopa cezası ve muhsan (evli) erkek ve kadınlar için de recm ile neshedinceye kadar hüküm böylece sürüp gitti. [21]
Zina Eden Kadınların Cezası:
Ayetin ifadesine göre fuhşu irtikap eden -ki fuhuş çirkin ve kötü iş demek olup bundan kasıt zinadır- kadınların zina ettiklerine dair erkeklerden dört şahit tutulur. Eğer dört erkek şahitlik ederlerse, ölüm meleği bunları alıp götü-riinceye yahut da Yüce Allah onlara bir çıkış gösterinceye kadar evlerde alıkonulur.
Bu, başlangıçta böyleydi. Daha sonra Yüce Allah onlara bir çıkar yol gösterdi ki, bu da (duruma göre) sopa ve recimdir. İbni Cerir et-Taberî, Yüce Allah'ın, "Kadınlarınızdan fuhşu irtikap edenlere... yahut Allah onlara bir çıkar yol gösterinceye kadar onları evlerde alıkoyun" buyruğu hakında İbni Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Kadın zina ettiği vakit ölünceye kadar evde hapsedilirdi. Bundan sonra ise Yüce Allah, "Zina eden kadın ile zina eden erkeğin her birine yüzer değnek vurun..." (Nur, 24/2) buyruğunu indirdi. Eğer her ikisi de muhsan (evli) iseler recm edilirlerdi. İşte Allah'ın kendilerine gösterdiği çıkar yolları budur.
Müslim ile Sünen sahipleri Übade b. es-Sâmit'ten, o da Peygamber (s.a.)'den şu lafızla bir hadis-i şerif rivayet etmişlerdir: "Benden öğreniniz, benden öğreniniz! Allah o kadınlar için bir yol göstermemiş bulunuyor. Evlenmemiş olan erkek evlenmemiş olan kız ile zina ederse yüz sopa ve bir yıl sürgün; evli erkek ile evli kadın birbiriyle zina ederse yüz sopa ve recm cezası vardır.".
İlim adamlarının nihaî görüşü ise Ubade'nin hadisinin son bölümünün nesholunduğu ve Yüce Allah'ın evli zina edenler için gösterdiği yolun sopa cezası olmaksızın sadece recm olduğu şeklindedir. Çünkü Resulullah'ın recm etmekle birlikte sopa cezası vurmadığına dair sahih hadisler de gelmiştir. Onlar da Peygamber (s.a.)'in sahih olarak gelen bu fiilî uygulamasını Ubade'nin hadi-sindeki sözüne karşı delil göstermişlerdir. [22]
Zina Eden Erkeklerin Cezası:
Ayet-i kerimenin manası şöyledir: Mücahid'in görüşüne göre "fuhşu irtikap eden" burada zina eden erkeklerdir. es-Süddî ile İbni Zeyd'in görüşüne göre fuhşu irtikap eden evlenmemiş erkek ve kadın -tevbe etmedikleri takdirde- sözlü olarak yaptıkları bu iş dolayısıyla ayıplanıp azarlanmahdırlar. Şayet tevbe eder, işlerini düzeltir, hallerinde bir değişiklik yapar ve işledikleri o ahlâksızlıktan vazgeçip pişman olurlarsa, onlara eziyet etmeyi bırakınız. Çünkü günahından tevbe edenin günahı yok gibidir. Daha sonra Yüce Allah onlardan yüz çevirmenin gerekçesini şu buyruğu ile açıklamaktadır: Şüphesiz Allah kullarının tevbesini çokça kabul edendir, onlara karşı çok merhametli olandır. Onlardan yüz çevirmek, burada onları terk etmek değildir, fakat daha önce işlemiş oldukları masiyet sebebiyle onları hakir görerek onlarla ilişkiyi kesmektir.
Burada hitap ise yönetici olan ulul-emredir. Ayet-i kerime hem zina eden bu kadınların hükmünü hem de bekâr erkek ve kadınların zinalarının hükümlerini kapsamakta, fakat evli olup zina eden erkeğin hükmünü açıklamamak-tadır. Muhtemelen bu evli kadının hükmüne kıyas edilmiştir.
Bu ceza İslâm'ın ilk dönemlerinde keyfiyet ve miktarı ile ümmete havale edilmiş tazir kabilindendi. Daha sonra bu, Nur suresinde yer alan, "Zina eden kadın ile zina eden erkeğin her birine yüzer değnek vurun" (Nur, 24) ayeti ve yukarıda geçen hadis-i şeriflerle neshedilmiştir.
Kur'an-ı Kerim'de neshin varlığını kabul etmeyen Müslim el-Isfahanî'nin görüşüne göre ise, birinci ayet-i kerimeden kasıt, kadınlar arası görülen ve si-hâk tabir edilen (lezbiyenlik)dir. ikinci ayet-i kerime ile kastedilenler ise Lût kavminin fiilini işleyenlerdir. Bu açıklamaya göre ise nesih söz konusu değildir. [23]
Tevbenin Kabul Hali Ve Zamanı
17- Allah'ın tevbelerini kabul edeceği kimseler, kötülüğü ancak bilmeden yapanlar, sonra da çarçabuk tevbe edenlerdir. İşte Allah'ın tevbelerini kabul edeceği kimseler bunlardır. Allah Alîm'dir, Hakîm'dir.
18- Yoksa (makbul) tevbe kötülükleri işleyip durup da onlardan herhangi birine ölüm çattığında, "Ben şimdi gerçekten tevbe ettim" diyenlerin ye kâfir olarak öleceklerinki değildir. İşte biz onlar için çok acıklı bir azap hazırla-mışızdır.
Açıklaması
Tevbenin kabulü ve mağfiretin tahakkuku Allah'tan bir lütuf ve bir ihsan olmak üzere, ayakları kayıp masiyet işleyen, bilmeden bu masiyeti irtikap eden ve bu günahın sonuçları, etkileri ve tehlikelerini takdir etmeyen, bununla birlikte de masiyet üzere ısrar etmeyen kimseler içindir. Çünkü bunlar bu ma-siyeti nevalarına uyarak ve şeytanın etkisi altında kalarak işlemişlerdir. İşte bunlar meleğin ruhlarını kabzettiğini gördükten sonra dahi olsa, ölüm halinde gargara diye bilinen vakitten önce can çekişme ardından tevbe ederlerse tevbe-leri makbuldür, onlar için mağfiret söz konusudur.
Bilgisizlikten kasıt o masiyetin haram olduğunu bilmemek değildir. Çünkü her bir Müslümanın şer"an haram olanı bilmesi istenmiştir. Burada kasıt, şehvetin galeyanı yahut da kızgınlığın aklı bastırması esnasında ne yaptığını bilememe ve aklın başından gittiği haldir.
Mücahid ve başkaları der ki: Hata ile yahut kasten Allah'a isyan eden herkes günahından vazgeçinceye kadar cahildir. Katade, Ebu'l-Âliye'den şöyle dediğini zikretmektedir: Ebul-Aliye Resulullah (s.a)'ın ashabından şöyle dediklerini naklederdi: Kulun işlediği her bir günah bir cahilliktir. [24] Abdürezzâk da der ki: Ma'mer'in Katade'den haber verdiğine göre Ma'mer şöyle demiştir: Resulullah (s.a.)'ın ashabı bir araya geldiler ve hep birlikte kendisiyle Allah'a karşı gelinen her bir işin -kasten olsun veya olmasın- bir cehalet olduğu görüşünde ittifak ettiler. Buna delil ise Yüce Allah'ın şu buyruğudur: "De ki: Ey kendi öz nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım, Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin." (Zümer, 39/53) Bilgisizlikten kasıt ise, kötü olduğunu bilerek bir fiili işlemektir.
Bunu da Yüce Allah'ın Hz. Yusufun durumunu haber veren şu buyruğu pekiştirmektedir, "... onlara meylederim de cahillerden olurum." (Yusuf, 12/33) Yine Yüce Allah Hz. Nuh'a şöyle buyurmuştur: "Bana hakkında bilgin olmayan bir şeyi sorma. Ben sana cahillerden olmayasın diye öğüt veriyorum." (Hûd, 11/46).
Bilerek isyan etse dahi isyankâra cahil denilmesinin sebebi şudur: Rabbi-ne asi olan kimse Rabbinin nezdindeki sevap ve cezayı gereği gibi takdir ede-bilseydi, hiç bir zaman bu asiliği işlemeye kalkışmazdı. Çünkü böyle bir kimse tehdidin gerçek mahiyetini bilmemesi hali müstesna, o asiliği işleyemez.
İşte birinci şart budur. Yani masiyetin bilgisizce yapılmasıdır, ikinci şart ise, insanın günahını işledikten kısa bir süre sonra tevbe etmesidir. Kısa süre ise İbni Abbas'ın dediği gibi o günahı işlediği süre ile ölüm meleğini göreceği vakit arasındaki süredir. ed-Dahhâk ise der ki: Ölümden önce olduğu sürece bu yakın bir zaman demektir. Çabucak tevbe etmenin anlamı, bu şekilde günah işleyenlerin aradan uzun bir zaman geçmeden tevbe etmesi demektir. Masiyetin işlenmesi ile ölüm arasındaki süreye kısa süre denilmesi gereğince, kişi bu sürenin hangi diliminde tevbe ederse, yakın bir süre içerisinde tevbe etmiş olur. Aksi takdirde uzak bir süre sonra tevbe etmiş demek olur.
Daha sonra Yüce Allah sözü geçen iki şart ile tevbenin kabul edilmesi ilkesini pekiştirerek şöyle buyurmaktadır: İşte Allah, bilgisizce günah işleyip kısa bir süre sonra tevbe edenlerin tevbelerini kabul eder. Çünkü bunlar yaptıkları üzerinde ısrar etmemiş olurlar.
Allah şehvet ve hiddet karşısında insanın zayıflığını çok iyi bilendir. Bu zayıf varlığın tevbesini kabul etmek de Yüce Allah'ın zatına yakışan oldukça hikmetli bir davranıştır.
Tevbeleri kabul edilecek kimselerin durumunu açıkladıktan sonra Yüce Allah, tevbeleri kabul olunmayacak zatların durumunu söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır:
Ölüm gelip çatıncaya kadar günah işlemeye devam edip duranların bu hal üzereyken yapacakları tevbe kabul edilebilecek bir tevbe değildir. Çünkü o noktadan itibaren düzelme umudu yoktur. Tevbenin faydası da yoktur. Bunun bir benzeri Yüce Allah'ın şu buyruğudur: "Fakat bizim azabımızı gördüklerinde tevbeleri onlara bir fayda vermedi." (Mü'min, 40/85). Boğulması esnasında Fira-vun'un söylediği nakledilen şu buyrukta da aynı husus dile getirilmektedir: "İs-railoğullarının iman ettiklerinden başka bir ilâhın olmadığına inandım, ben de Müslümanlardanım, demişti. Şimdi mi? Halbuki bundan önce sen isyan etmiş fesatçılardan olmuştun." (Yunus, 10); "Ölüm geldiğinde "Ya Rab beni dünyaya döndürün" der. Belki terk ettiğim ile salih amel işlerim. (Ona) Asla (denilir). Gerçekten o, onun söylemiş olduğu bir sözden ibarettir." (Mü'minun, 23/99-100).
İkinci olarak, yine kâfir olarak ölenlerin tevbe etmesi (tevbelerinin kabulü) söz konusu değildir. Bunun da iki ihtimali vardır: Birinci ihtimale göre bundan kasıt, ölümleri yaklaşmış olanlardır yani iman ölümün gelip çattığı esnada kâfirden makbul değildir.
İkinci ihtimale göre kasıt, küfür üzere öldükleri takdirde kâfirlerin tevbelerinin kabul olunmayacağıdır.
İşte bunlar yani sözü geçen bu iki kesime Yüce Allah can yakıcı, acı ve ız-dırap verici bir azap hazırlamıştır. Bu azap ise ölünceye kadar ısrarla işledikleri kötülüklerin cezasıdır. [25]
İslâm'da Kadınlara Davranış
(Zorla kadınlara mirasçı olmanın, evlenmelerini engellemenin, zorla mehirle-rinden bir şeyler almanın haram kılınması ve onlarla iyi bir şekilde geçinmek)
19- Ey iman edenler, kadınlara zorla mirasçı olmanız size helâl olmadığı gibi, -onlar apaçık bir hayasızlık işlemedikçe- kendilerine verdiğinizden bazısını elde edebilmek için onları zorlamanız da helâl değildir. Onlarla iyi geçinin; şayet onlardan hoşlanmadınızsa hoşunuza gitmeyen şeyde Allah çok hayır takdir etmiş olabilir.
20- Eğer bir eş bırakıp da yerine bir başka eş almak isterseniz öbürüne yüklerle (mehir) vermiş olsanız bile ondan hiçbir şey almayın. Onu bir iftira ve apaçık bir günah diye alır mısınız?
21- Hem birbirinize karışmış ve onlar sizden kuvvetli bir söz almışken onu nasıl alabilirsiniz?
Nüzul Sebebi
"Ey iman edenler... size helâl değildir" mealindeki 19. ayet-i kerimenin nüzulü ile ilgili olarak Buharî, Ebu Davud ve Nesaî, İbni Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Erkek öldüğünde onun velileri karısını almaya herkesten çok hak sahihi idiler. Onlardan birisi dilerse karısı ile evlenebilirdi. Diledikleri takdirde de başkasıyla evlendirirlerdi. O kadının durumu hakkında akrabalarından daha çok hak sahibi idiler. İşte bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu.
İbni Ebî Hatim ve İbni Cerîr et-Taberî de hasen bir sened ile Ebu Umâme Sehl b. Humeyd'den şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Ebu Kas b. el-Esved vefat ettiğinde onun oğlu babasının hanımı ile evlenmek istedi. Cahiliye döneminde böyle bir haklan vardı. İşte bunun üzerine Yüce Allah, "Kadınlara zorla mirasçı olmanız size helâl değildir" buyruğunu indirdi.
Müfessirler derler ki: Cahiliye döneminde ve İslâm'ın ilk yıllarında Medi-neliler, birisi ölüp de geriye hanımını bırakmışsa o adamın başka bir kadından olma oğlu yahut onun asabesinden olan akrabaları gelip elbisesini o kadın üzerine bırakırdı. Böylelikle bu kişi, bu kadın üzerinde kadının kendisinden de, başkalarından da daha bir hak sahibi olurdu. O kişi eğer o kadınla evlenmek isterse, mehirsiz olarak evlenirdi. O kadının aldığı tek mehir sadece ölenin ona vermiş olduğu mehirden ibaret olurdu. Dilerse de kendisinden başkası ile evlendirir ve onun mehrini kendisi alır ve kadına bir şey vermezdi. Dilediği takdirde ise onu zorlar, ona zarar verir; böylelikle kadının ölenden aldığı mirası kendisine fidye vermesini sağlar yahut da kadın ölür ve kendisi kadına mirasçı olurdu. Ensar"dan Ebu Kays b. el-Esved vefat edip de geriye yine Ensar'dan Kubeyşe adında bir hanım bırakmıştı. O kadından başkasından olma ve Hısn adındaki oğlu gelip elbisesini bu hanım üzerine bıraktı. Böylelikle o kadının nikâhına mirasçı oldu, sonra da o kadını terk etti. O kadına yaklaşmadığı gibi ona zarar vermek kasdıyla ona herhangi bir harcamada da bulunmadı. Kadının malını kendisine fidye vererek kurtulmasını sağlamak istemişti. Kadın Re-sulullah'a gidip şikayette bulundu. Hz. Peygamber ona şöyle buyurdu: "Hakkında Yüce Allah'ın emri gelinceye kadar git, evinde otur." Bunun üzerine Allah bu ayeti inzal buyurdu. [26]
Açıklaması
İslâm'dan önce kadın, hakkı yenen bir varlıktı. Yüce Allah evlilik hususunda onun bir takım haklarını belirledi ve ona haksızlık yapılmasını yasakladı. [27]
1- Bizzat Kadınlara Mirasçı Olmanın Haram Kılınması:
Kadın miras alınacak bir mal değildir ve ölenin karısı miras olmaz. Ey müminler! Cahiliye halkını taklit edip mal ve eşyaya mirasçı olduğunuz gibi, kadınları miras almanız ve kadınlar hakkında dilediğiniz gibi -onlar bu işten hoşlanmadıkları halde- tasarruf etmeniz ve sizden herhangi bir kimsenin dilerse o kadınla evlenmesi, dilerse bir başkasıyla evlendirmesi, dilerse evlenmesine engel olması şeklinde onlarda dilediğinizce tasarruf etmeniz helâl değildir. [28]
2- Kadını Engellememek:
Yani kadının evlilikten alıkonulması ve sıkıştırılması da helâl değildir. Kadınları miras almanız da, elinizden kendisini kurtarması için miras yahut me-hir ve buna benzer bir malı size bedel olarak verinceye kadar sıkıştırmanız da helâl olmaz. İbni Cerîr'in rivayetine göre İbni Zeyd şöyle demiştir: Mekke'de Kureyşlilerden herhangi bir kimse soylu bir kadın ile evlenir; kimi zaman bu kadın ile uyuşamaz, o da kendisinin izni olmadıkça evlenmemesi şartı ile ondan ayrılırdı. Bunun üzerine gider şahit getirir ve kadının aleyhine olan bu durumu belgelendirirdi. Bir kimse gidip o kadına talip oldu mu, eğer dilediğini ona verir ve razı ederse evlenmesine izin verirdi; aksi takdirde müsaade etmezdi. Çoğu zaman da bir mal verip kendilerini kurtarmaları için kadınları baskı altında tuttukları oluyordu.
Kadınları zorlamayı yasaklamaya dair hitap ya kocalaradır yahut da ölenin zevcesini miras alıp, öldüğünde oğlunun bırakacağı mirası alıncaya kadar o kadını evlenmekten alıkoyan müteveffanın velilerinedir. Ya da bizzat kadının velilerinedir. Ancak bu kabul edilemez. Çünkü kadının velileri o kadına bir şey vermemişlerdir ki, ona verdiklerinin bir kısmını almaları söz konusu olsun. Yüce Allah'ın, "Kendilerine verdiğinizden birazını elde edebilmek için" buyruğundan kasıt, onlara verdiğiniz mehri yahut bir kısmını veya kadının sizin üzerinizdeki haklarından bir hakkı ya da bunlardan herhangi birisini, onu zorda ve baskı altında tutarak size bırakmaları için onlara zarar vermeyiniz, demektir.
Daha sonra Yüce Allah kendilerini zorlamanın yani engelleyip sıkıştırmanın helâl olduğu tek bir hali istisna etmektedir. Bu da zina, hırsızlık, itaatten uzak durup boyun eğmemek gibi apaçık hayasızlık hali, şer'an ve örfen hoşlanılmayan buna benzer diğer işler. İşte o takdirde erkeklerin verdikleri mehir ve onun dışındaki mallarını geri almak için kadınları zorlamaları caizdir. Çünkü kötü davranış kadın tarafindandır. Bu hayasızlığın apaçık yani belirgin ve sabit olmasının şart koşulması, erkeğin aşırı gayreti, suçsuz olan zevcesi hakkında ya da iffetli olan hanımı hakkında hüküm vermekte aşın davranması sebebiyle mücered kötü zan ve itham sebebiyle onu zorlamanın engellenmesi ve bu durumda erkeğin zulme düşmesinin önlenmesi içindir. [29]
3- İyilikle (Maruf ile) Geçinmek:
Bunun anlamı güzel sözlü, iyi davranışlı olmak, nafaka ve mesken temininde insaflı hareket etmektir. Kadın hassas duygulara sahip bir varlıktır. Erkeğin kadında görmekten hoşlandığı şeyleri kadın da erkekte görmekten hoşlanır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kadınların üzerlerindeki hakları gibi maruf bir şekilde kendilerinin de hakları vardır." (Bakara, 2/228). Resu-lullah (s.a.) da İbni Asâkir'in Hz. Ali'den rivayetine göre şöyle buyurmuştur: "Sizin en hayırlınız ailesi için en hayırlı olanınızdır ve ben aranızda ailesine en hayırlı olanım." Güzel geçinmek ve sürekli güleç yüzlülük Hz. Peygamberin ahlâkı cümlesindendi. O ailesiyle şakalaşır, onlara güzel söz söyler, nafakalarını geniş tutar, hanımları ile gülüşür, hatta Hz. Aişe ile bir sevgi gösterisi olmak üzere koşu yarışı dahi yapardı. Her gece bütün hanımlarını geceyi geçireceği hanımın odasında toplar, kimi zaman hepsiyle birlikte akşam yemeğini yer, sonra da her birisi kendi odasına çekilirdi. Yatsı namazını kıldı mı kendi evine girer, uyumadan önce kısa bir süre aile halkıyla sohbet eder, böylelikle onların gönlünü hoş tutardı. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Andolsun ki Resu-lullah'ta sizin için uyulacak güzel örnekler vardır." (Ahzab, 33/21). Hz. Peygamber İbni Ömer'in rivayet ettiğine göre Veda Haccı hutbesinde şöyle buyurmuştur: "Kadınlar hakkında birbirinize hayır tavsiyesinde bulununuz. Onlar sizin yanınızda esir gibidirler. Siz onları Allah'ın emaneti ile aldınız. Allah'ın adı ile onların namusları size helâl kılındı. Sizin onlar üzerinde hakkınız, onların da sizin üzerinizde hakkı vardır. Namusunuzu kimseye çiğnetmemek, maruf herhangi bir hususta size karşı gelmemek onlar üzerindeki hakkınızdır. Bunu yaptıkları takdirde maruf ölçüler içerisinde onların giyimlerini, yiyeceklerini karşılamanız da onların hakkıdır."
Yüce Allah'ın, "Onlarla iyi geçinin" buyruğundaki emir, cahiliyedeki durumu red içindir. Çünkü erkekler kadınlarla kötü bir şekilde geçinir, onlara kaba söz söyler, onlara zarar vermeye çalışırlardı.
Şayet huylarındaki bir kusur yahut yaratılışlarındaki çirkinlik veya ev hizmeti gibi yapmaları gereken bir işteki kusurları ya da sizin ondan başkasına meyletmeniz gibi bir sebep dolayısıyla onlardan hoşlanmayacak olursanız, sabrediniz. Onlara zarar vermek ve onlardan ayrılmakta acele etmeyiniz. Allah onlarda bir çok hayırlar yaratmış olabilir ve onları sizin için hoşlanılacak, razı olunacak zevceler kılabilir yahut da Allah size onlardan asil ve salih evlâtlar verebilir. Hz. Peygamber Müslim'in Ebu Hureyre'den rivayetine göre şöyle buyurmuştur: "Mümin bir erkek mümin bir kadından büsbütün nefret etmesin. Eğer bunun bir huyundan hoşlanmıyor ise bir başka huyundan hoşlanır." Yani ondan ayrılmaya kendisini itecek şekilde büsbütün ona buğzetmesin. Aksine affetsin, bağışlasın ve hoşlanmadığı şeyleri görmezlikten gelerek hoşuna giden, sevdiği şeyleri görmeye çalışsın. Eğer erkek konu ile ilgili hadis ve ayet üzerinde düşünüp gereklerince amel edecek olursa, mutluluğun farkına varır, aileye de mutluluğu tattırır, helâlin en çok buğzedilenine (yani boşanmaya) götürecek, bedbahtlığa ve hüsrana düşürecek bütün anlaşmazlıklardan uzak durabilir. [30]
4- Mehrin Ttümünde Kadının Hakkı:
İnsanlarda ve insanın tabiatında zulüm oldukça eskidir. Zalim olan erkek, âdeten kendi gücüne ve boşama hakkının elinde olmasına güvenir. Erkeklerin kadınlara yaptıkları zulüm ve açgözlülüklerinden bir tanesi de şu idi: Erkek karısını boşamak istedi mi ona vermiş olduğu mehri geri almaya çalışırdı. Bunun için de pek çok yollara baş vurur, türlü şekillerde baskı altında tutardı. Bunlardan bir tanesi ise kadını apaçık hayasızlıkla itham etmekti. Yüce Allah bunu, "Eğer bir işi bırakıp da yerine bir başka eş almak isterseniz..." ayeti ve, "Hem birbirinize karışmış..." ayeti ile yasaklamakta, böyle bir işi apaçık bir iftira ve bir günah olarak değerlendirmekte, kadın ile içli dışlı olup da erkeklerden çok ağır bir söz alınmasından sonra, böyle bir şeyi yapmalarını reddetmekte ve şöyle buyurmaktadır:
Eğer sizler hoşunuza gitmeyen bir hanımın yerine bir başkasını almak istiyor iseniz, sabrediniz ve güzel bir şekilde ayrılınız. O kadını apaçık bir hayasızlıkla itham etmeyiniz, ona verdiğiniz mehirden geri bir şey almayınız. İsterse yaptığınız bu ödeme pek büyük bir mal olsun. Daha sonra Yüce Allah şu buyruklanyla onların bu tutumlarını reddetmekte ve onları azarlamaktadır:
a) "Onu bir iftira veya apaçık bir günah diye alır mısınız?" Yani iftira ederek, haksız yolla ve günah kazanarak mı?
Burada iftiranın uygunluğu şöyle açıklanır: Bu iftira (bühtan) yalan iftiradır. Bu da ya batıl oluşu dolayısıyla insanı hayrete düşüren her batıl için bühtan tabiri kullanıldığındandır ya da "hayasızlık (fahişe)" ithamının kadına yapılması dolayısıyladır. Bu ise kadını tenkit etmektir ve ona bir zulümdür. Ya da ondan mehir almak için kadını batıl olan bir itham ile karşı karşıya bırakmak dolayısıyla bu kelime kullanılmıştır.
b) Sizler herhangi bir günah, Allah'ın sınırlarına bağlılık konusunda herhangi bir kusur olmaksızın kadınların mehirlerini almayı nasıl helâl kabul edebilirsiniz ve nasıl alabilirsiniz? Halbuki bundan önce siz birbirinizden yararlanmış yahut karşılıklı olarak birbirinizle içli dışlı olmuştunuz. Sizin bu durumunuz kimi zaman çocuğun doğmasına da sebep olabilir. Böyle bir bağı nasıl koparabilirsiniz? Kadının gizli kalması gereken hallerini nasıl açığa vurursunuz, onun adını nasıl kötüye çıkartabilirsiniz? Haksızlıkla, kızgınlıkla malına tamah ederek bunu nasıl yapabilirsiniz? Halbuki siz çalışabilir ve mal kazanabilir durumdasınız.
c) Onlar sizden oldukça sağlam bir söz almışlardı. Yani arkadaşlık ve iyi geçinmek, haklarına riayet edip bağlı kalmak hususunda sizden kesin bir söz almışlardı. Katade ve Mücahid der ki: Buradaki söz Yüce Allah'ın kadınlar lehine erkeklerden şu buyruğu ile aldığı sözdür: "Ya iyilikle tutmak yahut güzellikle salmak..." (Bakara, 2/22). Yüce Allah'ın buradaki sözü "kuvvetli" olmak ile nitelendirmesi, sözün alabildiğine sağlam ve önemli oluşundan dolayıdır. Derler ki: Yirmi günlük bir arkadaşlık, bir akrabalık gibidir. Peki ya eşler arasında meydana gelen birliktelik ve içlilik dışlılık ne olabilir?
Böyle bir fiil, Yüce Allah'ın şu buyruğunda takdir buyurmuş olduğu sevgi ve rahmet bağını koparmaktır: "Sizin için nefislerinizden sükûn bulacağınız ve aranızda sevgi ve esirgeme kıldığı eşler yaratmış olması da onun ayetlerinden-dir. Şüphesiz bunlarda iyice düşünecek bir topluluk için ayetler vardır." (Rum, 30/21). [31]
Kendileriyle Evlenmek Haram Olan Kadınlar
22- Babalarınızın nikahladığı kadınlarla evlenmeyin; ancak geçmiş olan müstesna. Şüphe yok ki o bir hayasızlık ve bir hışım idi, o ne kötü bir yoldu!
23- Size anneleriniz, kızlarınız, kızkar-deşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, birader kızları, hemşire kızları, sizi emziren anneleriniz, süt hemşireleriniz, hanımlarınızın anaları ve kendileriyle zifafa girdiğiniz eşlerinizden olma himayenizde bulunan üvey kızlarınız (bunlarla evlenmeniz) da size haram kılındı. Eğer anneleriyle zifafa girme-mişseniz size bir beis yoktur. Kendi sulbünüzden oğullarınızın hanımları ve iki kızkardeşi birlikte almanız da (haram) kılındı. Ancak geçmiş olan müstesna. Şüphesiz Allah Gafûr'dur, Rahîm'dir.
Nüzul Sebebi
"Babalarınızın nikahladığı kadınlarla evlenmeyin" mealindeki 22. ayet-i kerime şu kimseler hakkında nazil olmuştur: Babasının hanımı Kubeyşe ile evlenen Hısn b. Ebi Kays, yine babasının hanımı ile evlenen el-Esved b. Halef, babasının hanımı el-Esved b. Muttalib'in kızı ile evlenen Safvân b. Umey-ye b. Halef ile babasının hanımı Harice b. Müleyke ile evlenen Mansûr b. Hâzim.
Eş'as b. Sevvâd der ki: Ebu Kays vefat etti. Ensarın salihlerindendi. Oğlu Kays babasının hanımına talip oldu. Analığı ona, "Ben seni oğlum gibi kabul ediyorum, fakat Resulullah (s.a)'m yanma varıp ona danışayım" dedi. Durumu bildirmek için Resulullah'a gitti. Bunun üzerine Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi indirdi. [32]
İbni Cerir et-Taberî, İbni Abbas'tan şöyle rivayet etmektedir: Cahiliye dönemi insanları (kendileriyle evlenilmesi) haram olan (kadın)ları haram kabul ediyorlardı. Bundan tek istisna, babanın hanımı ile evlenmek ve iki kızkardeşi aynı nikâh altında tutmaktı. Bunun üzerine Yüce Allah, "Babalarınızın nikahladığı kadınlarla evlenmeyin, ancak geçmiş olan müstesna" buyruğu ile "iki kızkardeşi birlikte almanız da (haram kılındı), ancak geçmiş olan müstesna" buyruklarını indirdi.
en-Nadr b. Şumeyl ise "el-Mesâlib" adlı eserinde şunu zikretmektedir: Araplardan Hâcib b. Zurâre mecusiliğe girmiş ve kendi kızı ile evlenmişti. Yüce Allah müminlere atalarının bu uygulamalarını yasakladı. [33]
Açıklaması
Ayet-i kerime babanın hanımı ve nesep, evlilik ve süt emmek dolayısıyla akraba olanlarla evlenmeyi haram kılma hükmünü kapsamaktadır. [34]
Makt Nikâhı:
Yüce Allah, "Babalarınızın nikahladığı kadınlarla evlenmeyin" ayeti ile babanın hanımını haram kılmıştır. Çünkü o da anneye benzemektedir. Diğer taraftan bu selim bir fıtratın kabul edemeyeceği oldukça çirkin bir fiildir. Aklı başında kimselerce hoşlanılmayan, tiksinilen bir şeydir. Bundan dolayı Araplar buna "nikâhu'1-makt" adını vermişlerdir. Babasının hanımından olma çocuğa da "makît" adı verilir. Diğer bir sebep ise böyle bir yolun çok kötü bir yol olmasıdır. Nitekim Yüce Allah, "O ne kötü bir yoldur!" diye buyurmaktadır.
Yüce Allah'ın, "Nikahladığı" buyruğundaki nikâhlamaktan kasıt, İbni Ab-bas'ın dediği gibi, akdin kendisidir. İbni Cerîr et-Taberî ve el-Beyhakî ondan şöyle dediğini rivayet etmektedirler: 'Babanın kendisi ile evlendiği her bir kadın, onunla ister gerdeğe girmiş olsun, ister girmemiş olsun haramdır." Babalar ifadesi icma ile dedeleri de kapsar.
Fakat bu ayetin nüzulünden önce geçmiş olan bu tür nikâhlar dolayısıyla bir sorumluluk yoktur. Yani böyle bir nikâh yapan cezayı hak eder; ancak geçmiş olan müstesnadır. Bundan dolayı günah yoktur, affedilmiştir. Buradaki istisna munkatıdır, anlamı şudur: Fakat geçmiş olan dolayısıyla sizin için bir başa kakma söz konusu değildir. Burada (mâ) ile kadınlar kastedilmektedir. Akıl sahibi varlıklar hakkında kullanılmıştır. Bu edatın masdar edatı olduğu da söylenmiştir. O zaman mana şöyle olur: Siz de babalarınızın yaptığı fasit cahi-liye dönemi nikâhları gibi nikâh yapmayınız. [35]
Nesep Yahut Sıhrî ya da Süt Akrabalığı Dolayısıyla Haram Kılananlar:
Nikâhta iki cins arasındaki karşılıklı ilişkiye aykırı düştükleri için Yüce Allah kendileriyle evlenilmesi haram kılınan kadınları beyan buyurmaktadır. Bunlar altı kısımdır:
1- Usûlün nikâhlanması: Yani anneler ve ninelerin nikâhlanması haramdır. Çünkü Yüce Allah, "Size anneleriniz... haram kılındı" buyurmaktadır. Anne kelimesi nineleri de kapsar.
2- Fürû'un nikâhlanması: Yani kız çocuklar, erkek olsun kız olsun çocukların kızları. Çünkü Yüce Allah, "Kızlarınız" diye buyurmuştur. Bundan kasıt ise sulben kız çocuklar ile doğumlarına sebep teşkil ettikleri çocuklarının kızları yani torunlardır.
3- Yakın ve uzak akrabaların nikâhı: Yakınlardan kasıt öz kardeşler yahut baba bir ya da anne bir kızkardeşlerdir. Çünkü Yüce Allah, "Kızkardeşleriniz" diye buyurmuştur. Uzak olanları ise baba ve anne tarafından olanlardır ki, bunlar hala ve teyzelerdir. Çünkü Yüce Allah, "Halalarınız, teyzeleriniz" buyurmuştur. Bu da yukarı doğru dedelerin diğer çocuklarını ve yine yukarı doğru ninelerin çocuklarını da kapsar.
Kardeşlik tarafından akrabalar da uzak akrabalık kabilindendir. Çünkü Yüce Allah, "Birader kızları, hemşire kızları..." diye buyurmaktadır. Bu ise ister anne babadan birisi tarafından olsun, ister her ikisi tarafından kardeş olsun, fark etmez. İşte bu üç tür akraba nesep ciheti ile haram olan akrabalıktır.
4- Süt emme sebebiyle haram olanlar:
Yüce Allah'ın. "Sizi emziren anneleriniz, süt hemşireleriniz..." buyruğu dolayısıyla nesep yoluyla haram kılınan akrabalar, süt yolu ile de haram olurlar. Süt emziren annenin bütün akrabaları süt emen çocuğun akrabalarıdır. Süt emziren süt emenin annesi olur. Onun kızı da süt emenin kızkardeşi olur, kocası babası, öbür çocukları da onun kardeşleri olurlar. Buharî ve Müslim'de İbni Abbas'tan Hz. Peygamberden amcası Hz. Hamza'nın kızı ile evlenmesi istenince şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "O bana helâl olmaz. Çünkü o benim süt kardeşimin kızıdır ve nesepten dolayı ne haram oluyorsa süt emmekten dolayı da haram olur." Yine Buhari İbni Abbas'tan şunu rivayet etmektedir: Hz. Peygamber'e birisi kız çocuk diğeri erkek çocuk emzirmiş iki cariyesi bulunan bir adam hakkında "Bunun erkek çocuğunun ötekinin kız çocuğu ile evlenmesi helâl olur mu?" diye soru sorulmuş. O, "Hayır, birdir." diye buyurmuştur.
Ayetin zahirine göre süt emmenin azı da çoğu gibidir. Hanefiler ile Malikî-lerin görüşü budur. Bir grubun görüşüne göre ise haramlık ancak üç defa ve daha fazla süt emmekle sabit olur. Çünkü Peygamber (s.a.) Müslim ve başkalarının rivayetine göre şöyle buyurmuştur: "Bir iki defa emmek de haram kılmaz, bir iki defa çocuğun ağzına memeyi vermek de haram kılmaz." Bu İmam Ah-med'den de rivayet edilmiştir.
İmam Şafiî ve İmam Ahmet haram kılmanın beş defa süt emmekten daha aşağısında sabit olmayacağı görüşündedirler. Çünkü Malik ve başkaları Hz. Ai-şe'den şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Kur'an-ı Kerim'den nazil olan buyruklar arasında, "bilinen on defa süt emmek" de vardır. Daha sonra bunlar, "Bilinen beş defa süt emmek" ile neshedildiler. Resulullah (s.a.) vefat ettiğinde bunlar Kur'an-ı Kerim'den okunan buyruklar arasında idi.
Hanefiler ise bu hadis-i şerife haram kılan ayetin vahid haber ile tahsis edilmesinin caiz olmadığını söyleyerek cevap verirler. Çünkü bu ayet-i kerime muhkem ve mana itibariyle zahirdir, maksadı da apaçıktır. Ebu Bekir er-Râzi de Tavus'tan, o İbni Abbas'tan şunu rivayet etmektedir: İbni Abbas'a süt emmek hakkında soru sorulmuş o da şöyle demiştir: Herkes bir ya da iki defa süt emmenin haram kılmadığını söylemektedir. Bu önceden böyle idi, bu gün ise tek bir defa dahi süt emmek, haram kılar.
Süt emmek ancak küçük yaşta haram kılıcıdır. Bu ise ilk iki sene içerisinde olan emmedir. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Anneler çocuklarını iki bütün yıl emzirirler. Bu emzirmeyi tamamlamak isteyenler içindir." (Bakara, 2/223). Darekutnî de İbni Abbas'tan Hz. Peygamberin şu buyruğunu rivayet etmektedir: "İki yıl içerisinde olmadıkça süt emmek diye bir şey söz konusu olmaz."
Lebenü'1-fahl diye bilinen süt akrabalığı haram kılıcı mıdır değil midir? Meselâ, bir erkek iki kadın ile evlenir, bu kadınların ondan çocuğu olur. Bunlardan birisinin kız, diğerinin de erkek çocuk emzirmesi gibi. Lebenü'l-fahl'ın haram kıldığını kabul edenler -ki bu imamların çoğunluğunun görüşüdür- kızın erkek ile evlenmesini haram kabul ederler. Çünkü bunlar baba bir süt kardeştirler. Bu ise nas ile tespit edilmiş bir husustur. Çünkü Buharî'de Hz. Ai-şe'den şöyle dediği sabittir: Ebul-Kuays'ın kardeşi Eflah hicab ayetinin nüzulünden sonra Hz. Aişe'nin yanına girmek üzere izin istedi. Hz. Aişe dedi ki: Allah'a yemin ederim Resulullah (s.a.)'a sormadıkça Eflah'a izin veremem. Çünkü beni emziren Ebul-Kuays değildir. Beni emziren bir kadındır. Hz. Aişe dedi ki: Resulullah (s.a.) yanıma girince ey Allah'ın Rasulü, Ebul-Kuays'ın kardeşi Eflah yanıma girmek üzere izin istedi, ben de senden izin almadıkça ona izin vermek istemedim? Şöyle buyurdu: "O senin amcandır, yanına girsin."
5- Sıhrî akrabalık dolayısıyla haram olanlar.
Yüce Allah bu bağı da nesep bağı gibi şereflendirmek üzere üç türlü sıhrî akrabalık sebebiyle evliliği haram kılmıştır:
a) Kocanın kendisi ile gerdeğe girdiği yahut nikâh akdi yaptığı hanımın annesi. Nine de anne gibidir. Çünkü Yüce Allah, "Eşlerinizin anaları" diye buyurmaktadır. Hanımın annesinin haram kılınması için kızı ile gerdeğe girme şartı yoktur, mücerred akit yeterlidir; çoğunluğun görüşü budur.
b) Üvey kız evlât (rabîbe): Bu, hanımın başka kocadan olma kızıdır. Haram kılınması için annesiyle gerdeğe girmek şarttır. Aynı şekilde bu kızın çocuklarının çocukları da haramdır. Şayet o kadın ile gerdeğe girmeyecek olursa kızları ona haram olmaz. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ve kendileriyle zifafa girdiğiniz eşlerinizden himayenizde bulunan üvey kızlarınız, size haram kılındı. Eğer anneleriyle zifafa girmemişseniz size bir beis yoktur." Yani gerdeğe girmeksizin bir kadını mücerred nikahlamak o erkeğin o kadının başka kocadan olma kızlarını nikahlamasını haram kılmaz.
Hanefîler de derler ki: Bir kadın ile zina edene o kadının usûlü de fürû'u da haram olur. Aynı şekilde şehvetle ona dokunsa yahut öpse yahut şehvetle fercine baksa veya şehvetle hanımının annesinin elini tutsa da hüküm böyledir. Bu durumda kendi hanımı ebediyyen ona haram olur.
Fakat sair mezhep imamları Hanefîlere muhalefet eder ve şöyle derler: Zina kendisi ile zina edilen kadının usûlünü de fürû'unu da haram kılmaz.
c) Oğulun hanımı ile oğulun oğlunun hanımı da babaya ve dedeye haramdır. Çünkü Yüce Allah, "Kendi sulbünüzden oğullarınızın hanımları..." diye buyurmaktadır. Burada geçen (hanımlar anlamındaki) el-helâil, halîle'nin çoğulu olup zevce demektir. Erkeğe de "halîl" denir. Çünkü eşler aynı yere hulul ederler, aynı yatağı paylaşırlar.
Süt oğlunun hanımı da böyledir. Çünkü daha önce geçen hadis-i şerifte, "Nesepten haram olan süt emmekten dolayı da haram olur" diye buyrulmuştur.
Dikkat edilecek olursa eşlerin başka kadından olma kız evlâdının kocanın himayesinde olması çoğunlukla rastlanılan bir durumdur. Yoksa haram kılmakta bir kayıt olduğu için değildir. Hanımın başka kocadan olma kızı yeni kocasına, ister babalığının himayesinde bulunsun, ister bulunmasın haram olur. Evlâtlığın zevcesi ise haram değildir. Çünkü evlât edinmek İslâm'da iptal edilmiş, haram kılınmıştır. Zira Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ta ki evlâtlıklarının zevcelerini boşamadan sonra (onlarla evlenmekte) müminlere bir vebal olmasın." (Ahzab, 33/37); "Onları babalarına nispet edip çağırın; bu Allah indinde daha âdildir." (Ahzâb, 33 51.
6- Arızî bir sebep dolayısıyla haram kılınanlar:
Bu, iki kızkardeşı yahut kadını halası, teyzesi, kardeşinin kızı, kızkarde-şinin kızı ile aynı nikâh altında tutmaktır. Bunun kuralı şudur: Akraba olan iki kadının şayet birisi erkek farz edilecek olursa, eğer o erkeğin öbürünü nikahlaması haram oluyorsa, bu ikisini aynı nikâh altında bulundurmak haram olur. Bu haramhk onlardan birini boşayıp iddeti sona erinceye kadar devam eder.
Buna delil Ahmed b. Hanbel ile Kütüb-i Sitte sahiplerinin Ebu Hurey-re'den yaptıkları şu rivayettir: Peygamber (s.a.) kadının halası veya teyzesi ile birlikte nikahlanmışım yasakladı. Tirmizî'nin rivayetinde de şöyle denilmektedir: "Kadın halası üzerine, hala kardeşinin kızı üzerine, kadın teyzesi üzerine, teyze kızkardeşinin kızı üzerine, büyük küçük üzerine, küçük büyük üzerine nikahlanmaz." İşte bu hadis Yüce Allah'ın, "bunlardan başkası... size helâl kılındı." (Nisa, 4/24) buyruğunun genel ifadesini tahsis etmektedir. Ahmed, Ebu Davud ve İbni Mace'nin Feyrûz ed-Deylemî'den rivayet ettiği şu hadis de bunu pekiştirmektedir: Deylemî, İslâm'a girdiğinde nikâhı altında iki kızkardeş vardı. Resulullah (s.a.) ona, "Hangisini istiyorsan onu boşa" diye buyurdu.
İbni Hibbân ve başkalarının rivayetine göre de Peygamber (s.a.) şuna işaret etmiştir: "Çünkü siz böyle yapacak olursanız, akrabalık bağını koparırsınız." Yani iki kızkardeşi yahut bir kadını yakın akrabası ile birlikte aynı nikâh altında bulundurmanın haram kılınması, âdeten kumalar arasında tiksinti ve nefretin bulunması dolayısıyladır.
Bu haram kılma ise haram kılmadan önce geçenleri kapsamamaktadır. Bundan önce geçenler dolayısıyla sorumluluk yoktur.
Şüphesiz Yüce Allah ezelden beri Gafûr'dur, Rahîm'dir. Geçmişteki kötü amellerinizin etkilerini, tevbe ve O'na dönüş suretiyle de günahlarınızı bağışlar. Sizin için hayır ve maslahatı ihtiva eden, aranızdaki bağları güçlendiren evlilik hükümlerini teşrî buyurmakla da size merhamet buyurur. [36]
Evli Kadınlarla Nikâhlanmanın Haramlığı, Mehri Verildiği Takdirde Mahrem Olmayan Kadınlarla Evlenmenin Meşruluğu
24- (Savaş esiri olarak) sahip olduğunuz kadınlar (cariyeler, kadın köleleriniz) müstesna olmak üzere diğer bütün kocalı (evli) kadınlar (ile evlenmeniz de) size haram kılındı. Bu (haramlık) sizin üzerinize Allah'ın farzı olarak (yazılmıştır.) Onların haricindekiler ise -namuslu ve zinaya sapmamış kimseler olarak (yaşamanız şartıyla) mallarınızla (mehir vermek veya satın almak suretiyle) ara(yıp nikâh yap)ma-nız için -size helâl edildi. O halde onlardan hangisinden faydalandıysamz ücretini (mehrini) kararlaştırıldığı şekilde verin. O mehrin miktarını tespit ettikten sonra aranızda gönül hoşluğu ile ittifak ettiğiniz (uyuştuğunuz) şey (miktar) hakkında üstünüze bir vebal yoktur. Şüphesiz ki Allah hakkıyla bilicidir, mutlak olarak hüküm ve hikmet sahibidir.
Nüzul Sebebi
Müslim, Ebu Davud, Tirmizî ve Neseî'nin, Ebu Said el-Hudrî (r.a.)'den rivayetlerine göre Ebu Said şöyle demiştir: Evsafta ele geçirilen esirlerden bazı kadın esirler de bize düştü. Bunların kocaları vardı. Böyle evli durumdaki kadınlara yaklaşmayı kerih gördük ve Peygamberimiz (s.a.)'e durumu sorduk. Bunun üzerine "Savaş esiri olarak sağ ellerinizin malik olduğu kadınlar (cariyeler) müstesna olmak üzere diğer bütün kocalı kadınlarla evlenmeniz de size haram edildi." ayet-i kerimesi indi. Yani Allah'ın size harp ganimeti olarak nasip ettikleri helâldir, denmiştir. Biz de bu ayetin gelmesi üzerine onlarla münasebeti helâl saydık.
Taberanî İbni Abbas (r.a.)'tan tahric ederek şöyle demiştir: Ayet Huneyn günü inmiştir. Allah Teâlâ Huneyn fethini müyesser kılınca müslümanlar Ehl-i Kitap kadınlardan kocaları bulunan bir takım kadın esirler elde ettiler. Bir erkek kendi payına düşen esir kadına yaklaşmak istediğinde kadın "Benim kocam var" diyordu. Mesele hakkında Resulullah (a.s.)'a soruldu. Hemen bu ayet nazil oldu.
"Aranızda gönül hoşluğu ile uyuştuğunuz şey (miktar) hakkında üstünüze bir vebal yoktur" kısmının iniş sebebi şudur: İbni Cerir et-Taberî Amra b. Süleyman'dan, o da babasından naklediyor. Babası şöyle demiştir: Hadramî'nin söylediğine göre bir takım erkekler mehir takdir ve tespit ederler, sonra da onlardan bir ödeme güçlüğüne düşerdi. Bunun üzerine: "O mehrin miktarını ta-rin ettikten sonra aranızda gönül hoşluğu ile uyuştuğunuz şey (miktar) hakkın-ia üzerinize bir vebal yoktur" ayet-i kerimesi nazil oldu. [37]
Açıklaması
"Muhsanat (= evli kadınlar)" lafzı yukarıda geçen ve nikâhlanması haram lan "anneleriniz, kızlarınız..." ayetine matuftur.
Mana şöyledir: Evli olan kadınları nikahlamanız da size haram kılmmış-ır. Ancak bizimle kâfir düşmanlar arasında dini koruma gayesiyle vuku bulan, ömürmek için ele geçirmek ve işgal arzusuyla olmayan meşru cihad neticesi lınan esir kadınlar bu hükmün dışındadırlar. Ayet-i kerime kocalı kadınları ikâhlamanın haram olduğuna delildir. Fakat esir alınan kadınlar bundan ha-îçtirler. Eğer kocaları kâfir olarak daru'l-harpte kalırlarsa, onları esir almanız ski nikâhlarını düşürür, fesheder.
Esir edilen kadınlardan biriyle evlenmek, o kadının kefalet altına alınması, ırzını ayaklar altına düşürmekten veya karnını doyurma yolu aramaktan korunması için bir usuldür.
"Kadınlar" kaydı, genellik ifade edip her evli kadını da içine alsın diye getirilmiştir.
"Kitabellah" diye masdar ile getirilmesi tekit ifade etmesi içindir. Yani, Allah size bunu yazdı, farz kıldı; başka bir tabirle: "Allah, bu çeşitleri haram kıldığını kuvvetli bir şekilde takdir etti, şüphe ve değiştirme olmaksızın maslahata uygun şekilde sabit olarak farz kıldı," demektir.
Allah Teâlâ, zikredilen muharremât (haram kılınanlar) dışındaki kadınları ise size helâl kıldı.
Bunun dışında kalanlar, namuslu ve zinaya sapmamış kimseler olarak mehir olmak üzere vereceğiniz mallar ile istemeniz için size helâl kılınmıştır. Mallarınızı zina yolunda ziyan etmeyin ki mallar elinizden çıkıp fakirliğe düş-meyesiniz. Size helâl olan bu kadınlardan evlendiğinize ecri, yani mehri veriniz. Kadından istifade etmenin mukabili olduğu için mehire ecir ismi verilmiştir. Bu hüküm Allah Teâlâ tarafından farz kılınmıştır.
"Ferîdaten" lafzı, ya 'farz kılınmış' manasına 'ecirler* lafzından haldir; ya da tekit edici masdardır; Allah onu bir farz kıldı, demek olur. Çünkü mehir, evllik akdi yapılırken tayin ve tespit edilir. Nitekim "Eğer onlara bir mehir tayin etmiş bulunursanız" (Bakara, 2/237) ve "Kendileriyle temas etmediğiniz, yahut kendilerine bir mehir tayin eylemediğiniz kadınlar..." (Bakara, 2/236) ayetlerinde böyledir.
Yahut da maksat, zevcenin hakkı olan ve Allah Teâlâ'nm farz ve meşru kıldığı, kesin bir şekilde emrettiği mehri ödemeye teşviktir; bunda pazarlığa veya ondan kaçmaya imkân yoktur.
Lâkin evlilik akdinden sonra yapacakları anlaşma ve uyuşmalar sebebiyle de eşlere herhangi bir günah veya sıkıntı da olamaz. Kadın, kocasının mehir borcunun hepsini veya bir kısmını affedebilir, hibe edebilir, yahut koca mehir miktarını arttırabilir; beraberce anlaşıp karar verirlerse, bu hususlarda herhangi bir mani yoktur. Tespit edildikten sonra mehir miktarında anlaşarak yapılacak indirme, hepsini terk etme veya arttırma mubahtır, meşrudur. Zira evlilikten maksat bu birlikteliğin, samimilik, sevgi, yardımlaşma ve şefkatten oluşan metin bir temel üzere kurulu olmasıdır. Allah Teâlâ, mahlukatm hayrı nerededir, niyetler nedir, hepsini bilir. Onlar için tedbir ve takdir ettiği hükümlerde hikmet sahibidir; lütuf ve rahmetiyle haklarından sadece hayır ve salâh olacak şeyleri meşru kılar. [38]
Cariye İle Evliliğin Şartları, Fuhuş İrtikâp Ederlerse Cezası
25- Sizden kim hür ve müslüman kadınları nikâhla alacak bir bolluğa güç yetiremezse o halde sağ ellerinizin malik olduğu mümin cariyelerden (alsın). Allah sizin imanınızı çok iyi bilendir. Kiminiz kiminizden (meydana gelmişsiniz)dir. O halde -iffetli olan, zina etmeyen, dost da edinmeyen kadınlar olmak üzere- onlarla, sahiplerinin izniyle nikahlanın. Ücretlerini de maruf şekilde onlara verin. Onlar evlendikten sonra bir fuhuş irtikâp ettikleri takdirde o zaman üzerlerine hür kadınlar üzerindeki cezanın yarısı verilir. (Cariyeler almak hususundaki) bu (izin), içinizden sıkıntıya düşmekten (zinaya sapmaktan) korkanlar içindir. Sabretmeniz ise sizin için daha hayırlıdır. Allah hakkıyla yarlığayıcıdır, çok esirgeyicidir.
Açıklaması
Hür kadınlarla evlenmek için lâzım gelen mal ve imkânı olmayan kimse, cariyelerle evlenebilir. Ayette cariyeler hakkında, onlara kıymet verilerek ve erkek ile kadın köle için "fetât-fetâ= genç" kelimelerinin kullanılabileceğini göstermek üzere "feteyât (=genç kızlar)" tabiri geçmiştir. Buharî'de rivayet edildiğine göre Peygamber (s.a.) şöyle buyurur: "Biriniz katı şekilde "Kölem, cariyem" demesin. Köle de (efendisine) "Rabbim" demesin. Sahibi olan kişi "Delikanlım, genç kızım" desin. Köle de "Efendim, Hanımefendim" desin. Çünkü hepiniz kullarsınız. Rab ise, Allah azze ve celle'dir."
Burada "muhsanât"tan murad, hür kadınlardır. Zira "memlûkat= cariyeler" mukabilinde kullanılmıştır. Hür kadının şanı namuslu olmaktır, cariyelerin zaruret ve şartlar dolayısıyla zinaya düşmeleri ihtimali daha çoktur. O yüzden Ebu Süfyan'm karısı Hind taaccüp içinde, Peygamberimize (s.a.) "Hür kadın da zina mı edermiş?" demiştir.
Ayetin zahiri, cariyelerle evlenmenin üç şartı bulunduğuna delâlet etmektedir.
1- Kocanın, hür kadına mehir verme imkânını bulamaması,
2- Zinaya düşmekten korkması,
3- Evleneceği cariyenin mümine olması, kâfire olmaması.
Hür kadın mehrinin miktarı şahıslara, hallere, zamanlara, mekânlara göre değişir. Her şahıs ve çevrenin örf bakımından münasip gördüğü miktar vardır. Bir erkek, hür bir kadının mehrini verebilecek kudrette bulunabilir. Ancak kadınlar o adamdan fiziği yahut ahlâkı kötü olduğu için kaçabilir. Yine bir adam, hür kadına karşı gözetmesi gereken nafakası ya da ona diğer karısıyla eşit şekilde davranması gibi haklan yerine getirmekten aciz kalabilir. Halbuki cariyenin böyle hakları yoktur.
Hanefiler, mehrin en az miktarını çeyrek dinar (üç dirhem) olarak takdir etmişlerdir.[39] Bazıları on dirhem olduğunu söylemiştir. Sünnet'te sabit olduğuna göre Peygamberimiz (s.a.) evlenmek isteyen bir adama "Demirden bir yüzük de olsa, bulup buluştur" [40] buyurmuştur. Ashâb-ı kiram'dan birisi karısıyla Kur"ân-ı Kerim öğretmek şartı üzere evlenmiştir.
Şeriat cariyelerle evlenme meselesinde bu şartlan, ortaya çıkabilecek bazı zararlara mani olmak için lüzumlu görmüştür. En önemli zarar çocuğun da köle olması hususudur. Çünkü, kölelik ve hürriyet bakımından çocuk anneye tabidir. O bakımdan ayetin sonunda "Sabretmeniz ise sizin için daha hayırlıdır" buyurulmuştur.
İmam Ebu Hanife, hür bir kadın bulamayan kimsenin cariye ile evlenmesinin caiz olduğu kanaatine sahip olmuştur. Hür kadının mehrini verme imkânı bulunsun veya bulunmasın, zinaya düşme korkusu duysun veya duymasın, cariye müslüman olsun ya da olmasın, durum değişmez. Şunlar gibi pek çok ayet-i kerimenin umumi manasına göre amel edilebilir: "Sizin için helâl olan kadınlardan nikahlayın." (Nisa, 4/24); "Sizden evvel kitap verilenlerden muhsan olan kadınlar da... (helâldir)." (Maide, 5/5). Hepsinin ifadesi Ehl-i Kitap olanlarla cariyeleri içine almaktadır ve mehir verme gücü ile zina korkusu şartı da getirilmemiştir.
Bu ayetin yukanda zikredilen genel hükümleri tahsis etmesi uygun da değildir. Zira birincisi, ayet, sayılan şartlara şart mefhumu ve sıfat mefhumu yoluyla delâlet etmektedir. Onlar da İmam Ebu Hanife (r.a.)'nin görüşüne göre hüccet kabul edilmez. İkincisi, hüccet kabul edilse bile, şartlarda noksanlık olduğu ya da sıfat bulunmadığı zaman her iki mefhum, mubah olmamayı gerektirir. Mubah olmama da haramhğm veya mekruhluğun sabit oluşundan daha umumidir. Ona göre şartlar bulunmadığında murad kerahetin ve haramlığın sübutu-nun caiz oluşudur. Fakat kerahet ciheti, umumi hükümlere muhalefet hususunda daha hafif olduğundan taayyün eder. "Bu, içinizden zinaya düşmekten korkanlar içindir" cümlesi bir şart değildir, ayetlerin gereğinin genelliğinden ötürü, ıslâh ve uygun olana irşad manası taşımaktadır.
Şafiîlerin cevapları ise şöyledir: Bu umumî hükümler, genel olanın hususî olana muhalif olması dışında bu ayet-i kerimeye zıt değildir. Hususi olan ise genel olandan önce gelir. Hanefiler de çocuğu kölelikten korumak maksadıyla ayetlerin genelliğini, evlenecek hür bir kadın bulamayan kişi hakkında tahsis etmişlerdir. Bu mana da, hür kadına verecek miktar mehri bulamama ve zinaya düşme korkusu bulunması durumunda tahsis etmeyi gerektirir. Hem sonra ayet cariye ile nikâhlanmayı, zinaya düşme korkusu ve hür kadının mehrini bulamama zarureti ve cariyenin müslüman olması şartıyla mubah kılmıştır. Onun dışında ise asıla, yani cariye nikahlamanın menedildiği hükmüne dönülür.
Ayet-i kerimenin "Allah sizin imanınızı çok iyi bilendir. Kiminiz kiminiz-dendir. kısmına gelince, manası şöyledir: Sizler ey müminler, işlerin zahiri ile mükellefsiniz, gizli ve bâtın tarafları Allah Teâlâ'ya aittir. İman hususunda zahiri hale göre amel edin. Cariyede imanın zahiri kâfidir, yakinî olarak imanını bilmek şart değildir. Çünkü buna bir yol bulamazsınız ki... Sizler ile cariyeler bir bakıma aynı cinstensiniz. Hepiniz insansınız, aynı asla, yani Hz. Adem (a.s.)'e bağlısınız. Diğer yandan iman yönünden cariyeler ile ortaksınız. Çünkü faziletlerin en büyüğü imandır. O halde zaruret durumlarında cariyeleri nikâh-lamaktan geri durmayınız. Bu hüküm, cariyelerin durumunu yükseltmek ve hür kadınlara eşit hale getirmek demektir.
Daha fazla teşvik için müteakip cümlede Allah Teâlâ cariyelerle evlenme emrini bir daha tekrarlamış, onların nikâhını da ehillerinin rızasıyla olması kaydını getirmek suretiyle hür kadınların nikâhı gibi kılmıştır. Ehil, cariyenin efendisi veya maliki, sahibi manasınadır. Çünkü iman, cariyelerin kadrini kıymetini arttırmıştır.
Fukaha, cariye ve kölenin evlenmesinin efendisinin izni şartıyla olduğu hükmünde ittifak etmiştir. Delil bu ayet ile İbni Mace'nin rivayet ettiği İbni Ömer (r.a.) hadisidir: "Hangi köle efendisinin izni olmaksızın evlenirse o zina etmiş olur." İzin bulunmadığı takdirde, Şafîîlere göre nikâh batıldır, sahih değildir. Diğer fakihlere göre ise fuzûlî kişinin akdinde olduğu gibi geçerli değildir, efendisinin iznine bağlıdır.
Cariye, kendisine mehir vermek icap etmesi bakımından hür kadın gibidir. Ayet-i kerimede "Ücretlerini (mehirlerini) maruf şekilde kendilerine verin" buyurulmuştur. Onlara mehirlerini güzel muamele, mehr-i misil, sahibinin izni ile olmak gibi aranızda maruf olan şekilde veriniz, demektir.
İmamların çoğunluğuna göre cariyenin mehri efendisine aittir. Çünkü efendisinin sahib olduğu cinsî olarak istifade menfaati karşılığında mehir icap eder. Buna hak sahibi olan da efendisidir. Aslında köle hiç bir şeye malik değildir. Allah Teâlâ buyuruyor ki: "Allah, hiçbir şeye kudreti yetmeyen memlûk (başkasının mülkü olan köle) bir kulu misal verdi..."(Nahl, 16/75). Hadis-i şerifte de "Köle ve elindeki, efendisinindir" buyurulur.
İmam Malik ise, "Mehir, zevcenin koca üzerindeki hakkıdır, cariyenin mehri de kendinindir, ayetin zahiri ile amel edilir", demiştir. Cumhurun ona cevabı şöyledir: Ayetten murad "Sahiplerinin izni ile onlara mehirlerini veriniz" veya "Mehirlerini onların ehil ve sahiplerine veriniz" demektir. Mehrin cariyelere izafe edilmesi, mehrin icap ettiği hususunu tekit ve takviye içindir.
Lâkin cariyelerin mehri hak edebilmelerinin şartı, iffetli, namuslu ve sizinle evlenmiş olmalarıdır. Açıkça zina için kiralanan (müsâfihât), yahut gizlice dost edinerek zina eden kadınlardan olmamalıdırlar. Cahiliye zamanındaki örfe göre zina iki çeşitti: Bunlar, alenen yapılan (sifâh), gizli yapılan (it-tihâz-ı ahdân= dost tutma) zinalardır ki Allah Teâlâ her iki çeşidini de haram kılmıştır: "Fuhşun açığına da, gizlisine de yaklaşmayın." (En'âm, 6/151); "De ki: Rabbim ancak fuhşu, onların açığını ve gizlisini haram etmiştir." (A'raf, 7/33).
Burada "muhsanât"tan iffetli kadınlar, "müsâfihâtf'tan istediği her adama kendini zina için kiralayan kadınlar, "müttahizât-ı ahdân"dan ise belirli bir dost tutan zinacı kadınlar murad edilmektedir.
Hür erkeğin kendisiyle evlenmek istediği cariyede iffetli, gizli ve açık zinadan uzak olması şartının koşulma sebebi şudur: Cahiliye devrinde insanlar zina yolunda çalıştırıp para kazanmak maksadıyla cariyeler satın alırlardı. Hatta münafıkların reisi İbni Ubeyy cariyelerini, müslüman olmalarından sonra bile zina etmeye zorlardı. O sebepten şu ayet nazil olmuştu: "Dünya hayatının geçici menfaatini kazanacaksınız diye cariyelerinizi, eğer kendileri de iffetli olmak isterlerse, siz fuhşa, zinaya mecbur etmeyiniz" (Nur, 24/33).
Sonra Allah Teâlâ, zina eden cariyeye gereken had cezasını beyan etmiş ve "Onlar evlendikten sonra bir fuhuş işlediler mi o vakit..." hükmüyle ona verilecek cezanın hür kadmmkinin yarısı miktarı olduğunu ifade etmiştir. Yani cariyeler evlenip de iffet ve şereflerini koruma imkânı bulduktan sonra zina edecek olurlarsa, cezalan hür kadınların had cezalarının yansı kadardır. Hür kadının cezası "Zina eden kadın ve zina eden erkekten her birine yüzer değnek vurun." (Nûr, 24/3) ayet-i kerimesi gereğince yüz değnek olduğuna göre, cariyenin cezası elli değnek olur. Kur'an'm delâlet ettiği ceza budur. Cariyeler hakkında recm cezası yoktur. Çünkü recm cezası yanlanmaz. Sünnet-i Nebeviyye de evli olmayan cariyenin had cezasının ne olduğunu göstermiştir. Sahihayn'da Zeyd b. Hâ-lid el-Cühenî (r.a.)'den rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.) Efendimize zina eden ve evli de bulunmayan cariye hakkında sorulmuş, O da şu cevabı vermiştir: "Ona had vurunuz. Sonra (yine) zina ederse yine had vurunuz. Sonra (yine) zina ederse yine had vurunuz. Sonra örülmüş bir ip (gibi değeri az bir şey) karşılığında da olsa onu satınız."
Ayetin "Onlar evlendiklerinde" ifadesiyle başlatılmasmdaki sebep, "evlilik, haklarında had cezasını da yükseltir" şeklindeki bir tevehhüme mani olmaktır. Bu, şart yerine geçecek bir kayıt değildir, mefhumu yoktur.
Daha sonra Allah Teâlâ "Bu (izin) içinizden sıkıntıya (zinaya) düşmekten korkanlar içindir" ifadesiyle cariyelerle evliliğe, mubah olması için başka bir şart daha zikretmektedir. O da zinaya düşme korkusudur. İmam Şafiî (r.a.)'nin çıkardığı hüküm budur. Fakat İmam Ebu Hanife (r.a.) bunu bir şart olarak görmemiş, daha uygun olanla gösterme yani irşad olarak kabul etmiştir.
Bunların arkasından Allah Teâlâ, cariyelerle evlenme hususunda edebî, ahlâkî genel bir tavsiye zikretmiştir: "Sabretmeniz ise sizin için daha hayırlıdır." Yani cariyeleri nikâhlamaktan geri durmanız, sizin için onları nikâhla-maktan -her ne kadar zaruret dolayısıyla bazı şartlarla mubah olsa da- daha hayırlıdır. Çünkü bu işte doğacak çocuğu köle olmaya maruz kılma gibi bazı zararlar söz konusudur. Ayrıca cariyeler genellikle düşük ahlâklı, mübtezel, her yere girip çıkan, orda burda dolaşan kadınlardır. Bunlar zillet ve bayağılık halleridir ki onları sevenlere de intikal eder. Zira efendilerin cariyeler üzerindeki hakkı evlilik hakkından daha kuvvetlidir. Efendinin onları istihdam etme, birlikte yolculuğa çıkma, satma gibi hakları bulunmaktadır ki bütün bunlarda kocalar üzerinde pek büyük meşakkatler, zorluklar husule getirir. Deylemî'nin Müsned'inde Ebu Hüreyre (r.a.)'den rivayet edildiğine göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Hür kadınlar evin salâh ve selâmeti, cariyeler ise helakidir." Abdurrazzak Musannefinde Hz. Ömer'in (r.a.) şöyle dediğini tahric eder: "Kul, hür bir kadınla nikahlanınca kendi yarısını azad eder, bir cariyeyle nikahlanınca da kendi yarısını köleleştirmiş olur."
"Allah, Gafur ve Rahim'dir." Allah'ın mağfireti geniş ve çoktur. Onları ni-kâhlamaya sabredemeyeni affeder. Cümlede, bu işten uzaklaşmaya işaret vardır. Cenab-ı Hak, kulundan sadır olan, mümin cariyeleri küçük görme gibi hataları bağışlar. O'nun rahmeti de geniştir, çoktur. Zira cariyelerle evlenme ruhsatı vermiş, Şeriatın hükümlerini güzelce açıklamıştır. [41]
Yukakıda Geçen Şer'î Hükümlerin Sebepleri
26- Allah size (bilmediklerinizi) beyan etmek, sizi sizden evvelkilerin yollarına iletmek, sizin tevbelerinizi kabul etmek ister. Allah hakkıyla bilicidir, mutlak hüküm ve hikmet sahibidir.
27- Allah sizin tevbelerinizi kabul et- mek ister, (ama) şehvetlerine uyanlar sizin büyük bir meyi ile (doğru yoldan) sapmanızı dilerler.
28 "Allah sizden hafifletmek ister. (Zaten) insan da zayıf olarak yaratılmıştır.
Açıklaması
Allah (c.c.) bu ayetleri indirmekle size yükümlülükleri, sert hükümleri beyan etmek, onlarda helâli haramdan, güzeli çirkinden ayırt etmek, maslahat bulunanı göstermek, sizleri geçmiş peygamberlerin ve salihlerin yollarına, usullerine iletmek istemektedir. Ta ki onların izine tabi olasınız, gittikleri yollardan gidesiniz. Şer"î hükümler, yükümlülükler her ne kadar ahvâl ve zamanların değişmesiyle farklı olsa da onlar maslahatları gözetme itibariyle ittifak halindedir.
Aynı şekilde Allah Teâlâ işlediğiniz günah ve haramlardan yapacağınız tevbe-lerinizi de kabul etmek, günahlardan engelleyecek yahut o günahlara kefaret olacak, onları kapatacak, izlerini silecek hususlara sizleri irşad etmek istemektedir.
Tahkîk erbabı alimlere göre buradaki hitap, bütün mükellefler hakkında genel değildir. Sadece yukarıdaki ayetlerde geçtiği şekilde annelerini, kızlarını ve diğer evlenilmesi şer'an haram olanları nikahlamak gibi şeylerden bilfiil tevbe eden ve Allah Teâlâ'nın da tevbelerini kabul ettiği belirli bir taife, gurup hakkındadır. Çünkü genel olsaydı, kendilerinde tevbe hususu bulunmayan bir takım insanların durumu ile terslik ortaya çıkardı.
Allah, bütün eşyaya şamil olan bir ilmin sahibidir. Sizin için meşru kıldığını, sizden öncekilerin üzerinde oldukları gidiş şekillerini, mümin kullarına faydalı yahut zararlı olan şeyleri bilir. Koyduğu şeriatinde, kaderinde, fiillerinde, kelâmında hikmet sahibidir; hikmet ve maslahatı^ yararlı olanı gözetir, meşakkat ve zarar bulunan şeyleri yüklemez, teklif etmez.
Sonra Allah Teâlâ tevbeyi kabul etmek, sizi temizlemek, nefislerinizi tezkiye etmek şeklindeki iradesini tekit etmiş; rahmetiyle beraber bulunan o irade ile şehvetler peşine düşmüşlerin, günahlara dalmışların ve zinacıların iradesini karşılaştırmıştır. Bu ikinci gurubun Yahudiler, Hristiyanlar yahut kızkardeşler, kardeş ve kızkardeşlerin kızları ile evlenmeyi helâl sayan Mecusîler olduğu da rivayet edilmiştir. Onlar, sizin de kendi arzularına göre büyük bir meyil ile yoldan sapmanızı, yani haktan ayrılıp batıl yollara düşmenizi arzu etmektedirler.
Cenab-ı Hak işte bu hükümler, teklifler, kanunlar, emirler ve nehiyler ile ağır sorumlulukları sizden hafifletmek istemektedir. Mücahid ve Tavûs'un da dediği gibi zaruret halinde cariyeleri nikâhlamayı size helâl kılmıştır. Nitekim diğer bazı ayetlerde de bu husus tekit edilmiştir: "O Rasul, onların ağır yüklerini, sırtlarında olan zincirleri indiriyor." (A'râf, 7/157); "Allah size kolaylık diler, size güçlük istemez." (Bakara, 2/185); "Din (işlerin)de üzerinize hiçbir güçlük de yüklemedi." (Hac, 22/78); "Müsamahalı bir İslâm dini ile gönderildim. "[42] Çünkü bazı kadınları nikâhlamayı haram kıldıysa da Allah Teâlâ, kadınların çoğunluğu ile nikâhlanmayı mubah bırakmıştır. Her şeyde de helâllerin haramlardan daha çok olduğu görülmektedir.
Allah Teâlâ hafifletme sebebini şöyle beyan etmektedir: "İnsan zayıf olarak yaratılmıştır." Heva, arzu ve şehvetler onu çeker, özellikle de kadınlar konusunda... Korku ve hüzün ise inşam endişeye sevk eder. İşte insan arzularına karşı gelmekten, ibadetlerdeki meşakkat ve zorluklan taşımaktan aciz kaldığı için Allah Teâlâ teklifleri, yükümlülükleri hafifletmiş, bazı hükümlerde ruhsatlar tanımıştır.
Fısk ve günahın afetlerinden birisi de ev halkının fısk u fücur ve günahlardan etkilenmesidir. Çünkü büyükler diğerlerine örnektir. Taberanî'nin Cabir (r.a.)'den rivayet ettiği hadis şöyledir: "Siz iffetli olunuz ki kadınlarınız da iffetli olsun. Siz babalarınıza iyi ve itaatkâr davranınız ki çocuklarınız da size iyi muamele yapsın." [43]
Batıl Yollarla Mal Yemenin Haramlığı, Zulümden Menetme, Karşılıklı Rıza İle Muamelenin Mübahlığı
29- Ey iman edenler, birbirinizin mallarınızı bir batal yolda yemeyin. Meğer ki (o mallar) sizden karşılıklı bir rızadan (kaynaklanan) bir ticaret (malı) ola. Kendilerinizi öldürmeyin. Şüphe yok ki Allah size karşı çok merhametlidir.
30- Kim (helâl sınırlarını) aşarak ve zulmederek bunu yaparsa biz onu ateşe sokacağız. Bu da Allah'a göre pek kolaydır.
Açıklaması
Allah Teâlâ müminlerden her birini, başkasının ve kendinin de malını batıl yolla yemekten nehyetmektedir.
Çünkü ayetteki "mallarınız" lafzı hem kendi malına, hem de başkasının malına şamildir. Zaten bütün mallar netice itibariyle İslâm ümmetine aittir. Kendi malını batıl yolla yemesi, malını masiyet ve günah yollarında harcaması; başkasının malını batıl yolla yemesi ise, onları faiz, kumar, gasp zulüm gibi meşru olmayan kazanç yolları ile yemesi demektir. Batıl, şeriata aykırı olan şeylerdir. İbni Abbas ve Hasan-ı Basri'ye göre ise ayet, ivazsız (bedelsiz) olarak yemek manasınadır. Çünkü batıl, bedelsiz alınan şeylerdir demişlerdir.
Batıl yolla yemek, fasit yahut batıl akitlerde bedel olarak alınan her şeye şamildir. Malik olmadığı şeyi satmak, kendisinden yararlanılmayacak derecede bozulmuş olan ceviz, yumurta, karpuz vb. gibi yiyeceklerin parası, değeri bulunmayıp kendisinden yararlanılmayan maymun, domuz, sinek, eşek arısı, ölü eti, şarap, içki, ölüye ağıt yakan kadının ücreti, eğlence alet ve çalgılarının bedelleri gibi...
Kim fasit bir satış yapar ve bedelini alırsa, bu ücret haram ve habis (helâl olmayan) bir karşılık olur, geri vermesi gerekir.
Meşru olmayan, karşılığını ödemeden zulüm yoluyla ayni olarak yahut menfaatini alma şekillerinde malın batıl yolla yenmesi caiz olmazsa da şeriatın kabul ettiği karşılıklı rıza yoluyla almak caizdir. O sebepten Allah Teâlâ "Meğer ki (o mallar) sizden karşılıklı bir rızadan (kaynaklanan) bir ticaret (malı) ola" buyurmuştur. Yani mallarınızı, şer'î hududlar dahilinde karşılıklı rıza esasına dayalı ticaret yoluyla yiyiniz, demektir. Ticaret, kazanç amaçlı muavaza (karşılıklı bedel ödeme) akitlerine şamildir. Mülkiyet sebep ve yollarından özellikle ticaretin zikredilmesi, pratik hayatta en çok ticaretin vuku bulmasından-dır. Çünkü ticaret, kazançların en helâl ve şereflilerindendir. el-Asbahânî'nin Muâz b. Cebel (r.a.)'den naklettiğine göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Kazancın en tayyibi (helâl olanı) şu vasıftaki tüccarların kazancıdır: Konuştuklarında yalan söylemezler, vaad ettiklerinde caymazlar, kendilerine emanet verildiğinde (emniyet duyulduğunda) hıyanet etmezler, satın aldıkları zaman (malı) kötülemezler, sattıklarında (lüzumsuz şekilde) övmezler, borçlu olduklarında (ellerinde imkân bulunduğu halde) ödemeyi geciktirmezler, alacakları olduğunda (işi) zora sürmezler."
Her karşılıklı rıza ve uyuşma da şer'î bakımdan kabul edilmiş değildir. Bu uyuşmanın ancak şer'î sınırlar içinde bulunması icap eder. Kendisinde karşılıksız fazlalık bulunan bir alışverişten alman faiz, veya bir menfaat celbeden borç verme, kumar, at yarışı üzerinde her iki taraf anlaşmış olsa da şer'an bunlar haramdır, helâl değildir.
"Kendilerinizi öldürmeyiniz" ayetinin zahiri gazap, canından bezme gibi hallerde mümini kendi canına kıymaktan, intihar etmekten nehyetmektir, Bu-harî ve Müslim'in Ebu Hureyre (r.a.)'den naklettikleri şu hadisin manası gibidir: "Kim kendini bir demir ile (bıçak vb. aletle) öldürürse, elinde o demir parçası olduğu halde, kıyamet günü cehennem ateşinde karnını devamlı olarak onunla yarar durur."
Ancak müfessirler ayetin manasının şöyle olduğunda ittifak etmişlerdir: Bazımız bazımızı öldürmesin! "Kendinizi" lafzı ile kullanılması, yasağı daha kuvvetli bir şekilde ifade içindir. "Mallarınız" ifadesinde de aynı maksat göze-tilmiştir. Bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur: "Müminler bir nefis (can) gibidirler." [44] Ayet-i kerimenin aynı zamanda insanın kendi canına kıymasından, başkalarını öldürmekten ve ölüme götüren uyuşturucu ve zehirleyici maddeler kullanmak ve helak edici yollara sapmak gibi her şeyden bir nehiy ve yasak olmasına herhangi bir mani yoktur.
Söz, mali muameleler hakkında iken ayetin burada getirilme sebebi şudur: Mal, can için temel direk olması, selâmeti onunla mümkün bulunması bakımından canın bir benzeridir. O yüzden malın korunmasını tavsiye ile canın korunmasını tavsiye hususlarının bir araya getirilmesi pek güzel olmuştur.
"Allah size karşı çok merhametlidir" cümlesi yukarıdaki nehyin illetini beyan etmektedir. Yani Allah Teâlâ sizleri haram yemekten ve canları helak etmekten menediyor; zira O sizlere hâlen de çok merhametlidir.
Canını tehlikeli yer ve yollara atmanın haram olduğunu gösteren bir delil de "Kendinizi ellerinizle tehlikeye atmayınız." (Bakara, 2/195) ayet-i kerimesi ile İmam Ahmed ve Ebu Davud'un Amr b. el-As (r.a.)'tan tahric ettikleri şu hadistir. Amr der ki: "Resulullah (s.a.) Zâtu's-Selâsil senesi beni (emir olarak) gazaya gönderdi. Soğuğu şiddetli bir gece ihtilâm oldum. Eğer su ile yıkanırsam helak olacağımdan korktuğum için teyemmüm ettim ve arkadaşlarıma sabah namazını öylece kıldırdım. Dönüp Resulullah (s.a.)'ın huzuruna vardığımda durumu kendisine arz ettim. Buyurdu ki: "Ey Amr, cünüp olduğun halde mi arkadaşlarına namaz kıldırdın?" Ben de "Evet ey Allah'ın Rasulü" dedim; soğuğu şiddetli bir gecede cünüp olmuştum. Eğer yıkanırsam helak olacağımdan korktuğum için teyemmüm ettim, sonra da namaz kıldırdım, dedim. Bunun üzerine Resulullah güldü, başka bir şey de söylemedi.
Amr (r.a.) ayet-i kerimenin genel manasıyla kendisinin durumunda olanlar gibilerini içine aldığını anlamış, Rasul-i Ekrem (s.a.) de onun bu anlayışını ikrar ve kabul buyurmuştur.
Ondan sonra Allah Teâlâ insanları öldürerek katil olan kişinin cezasını zikretmiştir. Kim haddi aşarak, zalim bir şekilde bu haramı işleyecek olursa -yani adam öldürme fiilini işlerse demektir, zira "onu" zamiri ile en yakında zikredilmiş olan hususa işaret edilmektedir- Allah da suçu sebebiyle onu ahirette son derece yakıcı bir ateşe sokmak suretiyle cezalandıracaktır. Bu, Allah Te-âlâ'ya göre çok kolay ve basit bir şeydir, kimse O'na engel olamaz. Yukarıda da açıkladık ki "udvân", haddi aşmada aşırılık göstermek; "zulüm"de haksızlık, haddini aşmak yahut bir şeyi yerli yerine koymamak demektir. Sehven, yanlışlık ve hata ile yapılanlar dışarıda kalsın diye "vaîd (tehdit)" "udvân" ve "zulüm" kelimeleri zikredilerek kayıtlanmıştır. [45]
Büyük Günahlardan (Kebairden) Kaçınmanın Mükâfatı
31- Eğer yasak edildiğiniz büyük günahlardan kaçınırsanız sizin (diğer) küçük günahlarınızı örteriz ve sizleri şerefli bir yere (getirip) sokarız.
Açıklaması
Nehyolunduğunuz günahların büyüklerinden sakınır ve uzaklaşırsanız biz de sizin küçük günahlarınızı örteriz, affederiz ve sizleri cennete sokarız.
Peki büyük (kebâir) ve küçük (sağâir) günahlardan kasdolunan nedir?
Alimlerin cumhuru, günahların büyükler ve küçükler olmak üzere iki çeşidi olduğu üzerinde icma etmişlerdir.
Büyük günahlar (kebâir) hakkında şiddetli bir vaid (tehdit) olan veya had cezasını gerektiren her masiyet, günah bu türdendir. Bazılarına göre sayısı yedidir. Sahihayn'da Ebu Hureyre (r.a.)'den gelen hadisinde Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Helak edici yedi şeyden kaçınınız: Ashab-ı Kiram "Nedir onlar ey Allah Rasulü?" diye sorduklarında Peygamberimiz (s.a.) şöyle açıklamıştır: Allaha şirk koşmak, haklı bir sebep dışında Allah'ın öldürülmesini haram kıldığı bir cana kıymak, sihir yapmak, faiz yemek, yetim malı yemek, savaş günü muharebeden kaçmak, evli ve namuslu, hiçbir şeyden haberi olmayan mümin kadınlara zina iftirası atmak." Ana-babaya isyan etmenin, yalan yere şahitlik etmenin de büyük günahlardan olduğunu belirten rivayetler de naklo-lunmuştur. Zira Rasul-i Ekrem (s.a.) her makam ve duruma uygun olanları zikretmiştir, sayılanlar hasr (sınırlama) için değildir.
Kimilerine göre kebâirin sayısı dokuz, kimine göre on, kimine göre de daha da fazladır. Abdurrezzâk'm rivayetine göre İbni Abbas (r.a.)'a: "Büyük günahlar yedi tane midir?" diye sorulduğunda, "yetmişe daha yakındır" dedi. Saîd b. Cübeyr, İbni Abbas'ın "Yedi yüze daha yakındır" dediğini rivayet eder.
Küçük günahlar (sağair, seyyiat) ise hakkında şiddetli bir tehdit veya had cezası gerektiği varid olmamış günahlardır. Yabancı kadına bakmak gibi. Üzerinde ısrar edilen ve hafif görülen küçük günahlar tekrarlanarak büyük günah haline gelir. Ölçü ve tartıda noksanlık yapmak, insanların namus ve şerefine, haysiyetine dil uzatmak gibi. Bu günahlar, ısrarla yapan kişi hakkında büyük günah olur.
Büyük günahlardan sakınmak, iki şartla küçük günahlara kefaret olur, onları örter. Birincisi, sakınmaktır. Bu, günah işlemeğe gücü yettiği halde ve iradesini kullanarak olursa daha makbuldür; bir kadın tarafından nefsini ona arz etmek için çağırılıp da sadece Allah'tan korktuğu için bu teklifi reddeden kimse gibi. İkincisi, sakınma esnasında farzların da yerine getirilmesidir. Müslim'in Ebu Hureyre (r.a.)'den rivayetine göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Büyük günahlardan sakınıldığı takdirde beş vakit namaz ile cuma, diğer cumaya kadar olan, Ramazan da diğer Ramazana kadar olan aradaki küçük günahları siler." Namazı terk etmekten sakınan ve büyük günahlardan da uzak duran kişinin küçük günahları affedilir ve silinir. Hadis-i şerif namaz kılmayı terk etmenin büyük günahlardan olduğunun delilidir.
Cahillikten ya da öfke ve kızgınlık gibi ani durumlardan kaynaklanan günahların ise pişmanlık ve tevbe ile affedilmesi, silinmesi mümkündür. [46]
Hasetten Nehiy Ve Allah'tan Fazlını İstemek
32- Allah'ın, kiminizi kiminizden üstün olduğu gibi kadınların da yine kendi kazandıklarından bir payı vardır. Allah'tan, O'nun fazl u kereminden iste- yin. Şüphe yok ki Allah her şeyi hakkıyla bilendir.
Nüzul Sebebi
Tirmizî ve Hâkim'in rivayetlerine göre Ümmü Seleme (r.a.) şöyle dedi: Erkekler savaşa çıktığı halde kadınlar savaşa gitmezler ve mirastan da yarım hisse alırlar. Bu duruma işareten Allah Teâlâ: "Allah'ın kiminizi kiminizden üstün kılmaya vesile (ve sebep) yaptığı şeyleri temenni etmeyin (ummayın)" ayetini indirdi. "Şüphesiz ki müslüman erkekler ile müslüman kadınlar, iman eden erkekler ile iman eden kadınlar, taate devam eden erkekler ile taate devam eden kadınlar... için Allah mağfiret ve büyük mükâfat hazırlamıştır." (Ahzab, 33/35) ayeti de onlar hakkında indirilmiştir.
İbni Ebî Hatim İbni Abbas (r.a.)'tan naklediyor: Bir kadın Peygamberimize (s.a.) gelerek şöyle dedi: "Ya Rasulallah, erkek için kadının hissesinin bir katı var, iki kadının şahitliği bir erkeğin şahitliğine denk. Amel bakımından da biz kadınlar öyle miyiz? Kadın bir hasene (iyilik) yaptığında onun için yarım hase-ne mi yazılıyor?" Bunun üzerine Allah Teâlâ "Allah'ın, kiminizi kiminizden üstün kılmaya vesile yaptığı şeyleri temenni etmeyin" ayetini inzal etti. [47]
Açıklaması
Allah Teâlâ müminleri hasetleşmekten, bazı insanları diğer bazılarından üstün kılmaya vesile yaptığı makam, mevki, mal gibi şeyleri temenni etmekten nehyetmektedir. Çünkü bu farklılık ve üstünlük Allah Teâlâ'nm bir taksimidir ve bir hikmetten, tedbirden ve kullarının hallerini ve kendisine rızık genişliği veya darlığı takdir ettiği kimselere uygun olanı bilmesinden kaynaklanmıştır. Buyurmaktadır ki: "Eğer Allah kullarına (eşit olarak) bol rızık verseydi yeryüzünde taşkınlık edip azarlardı." (Şûra, 42/27). Herkes kendisine taksim ve takdir olunana razı olmalıdır. Bilmelidir ki kendisine takdir ve taksim olunan onun menfaatinedir, maslahatmadır. Şayet aksi olsaydı kendisinin zararı ve fesadına olurdu. Artık hissesi sebebiyle kardeşine haset etmesi caiz olamaz.
Ayet-i kerimenin zahiri gösteriyor ki hiç kimsenin diğer bir kimseye tahsis edilmiş mal, makam, mevki ve öbür rekabet olan şeylere haset etme hakkı yoktur. Bu üstünlük ve farklılık, "Dünya hayatında onların maişetlerini (geçimlerini) bile aralarında biz taksim (ve takdir) ettik. Onların bazısını, derece derece diğer bazısının üstüne çıkardık." (Zuhruf, 43/32) ayet-i celilesinde de ifade edildiği gibi hikmet sahibi ve kullarının her şeyinden haberdar Hak Teâlâ tarafından sadır olmuş bir kısmet ve takdirdir. İbni Abbas (r.a.) der ki: Biriniz "Keşke filan kişiye verilen mal, nimet, güzel kadın bende olsaydı" demesin. Böyle bir temenni haset olur. Fakat "Allahım, bana da onun gibisini ver" desin. Şu halde haset yasak, gıbta ise caizdir.
Her insan Allah Teâlâ'nın kendisi için takdir ettiğine razı olmalı, başkasına haset etmemelidir. Zira haset, her şeyi en güzel ve en sağlam yapan Cenab-ı Hakk'a itiraz etmeye en çok benzeyen şeydir.
Bazı kimseler buradaki cümlede mahzûf (zikredilmemiş) bir lafız vardır, takdiri de şöyledir derler: "Allahm, kiminizi kiminizden üstün kılmaya vesile (ve sebep) yaptığı şeylerin mislini (benzerini) temenni etmeyin." Çünkü başkasından nimetin zail olması kastedilmemiştir, ancak bir nimetin özellikle kendisine ait olması talep edilmiştir. Buna göre başkası için olan şeyin benzerini temenni etmek yasaklanmış bulunuyor ki bu da hasede götüren bir vesile olabilir. İnsan: "Allahım, bana filanın evi gibi bir ev, onun oğlu gibi bir oğul ver" dememelidir. Aksine şöyle demelidir: "Allahım, bana dinim, dünyam, ahiretim ve hayatım hakkında uygun olacak şeyleri lütfet."
Ancak ilk tefsir daha kabule lâyıktır. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.) bir hadisinde "Bir kimse kardeşinin malını temenni etmesin, ama şöyle dua etsin: Allahım, beni rızıklandır. Allahım, bana da onun benzerini ver." buyurmuştur
Kısaca ifade edecek olursak Allah Teâlâ her ihsanı, başkası vesilesiyle üstünlüğü temenni etmekten nehyetmiştir. Kişiye yaraşan takatince çalışmak, çabalamak, gayret göstermektir. İşte o zaman kazandığı ameller ile üstünlük meydana gelir. Erkek olsun, kadın olsun, herkes çalıştığının meyvesini alır. Allah Teâlâ erkek ve kadınlardan her biri için genişlik veya darlığı gerektiren halini bilerek takdir ettiği şeyi onun kazancı kılmıştır. Erkeklere has olan amellerden alacakları ücret onların hissesidir, kadınlar o hususta kendilerine ortak olmazlar. Kadmlara has olan amellerden alacakları ücret de onların hissesidir, erkekler de onda kendilerine ortak olamazlar. Yani bir işin ücreti erkek ve kadınlardan her birinin tabiatına uygun olarak farklılık gösterir. İbni Abbas ise burada murad edilen şeyin miras olduğunu söylemiştir. Bu görüşe göre iktisap (kazanma), mirasta pay düşmek, hisse değmek manasına gelir.
Sonra Allah Teâlâ fazl u kerem, ihsan ve in'am kaynağına dikkat çekmekte, "Allah'tan, O'nun fazlından isteyin" buyurmaktadır. Yani diyor ki: Dilediğiniz ihsan ve in'amı isteyiniz. O, dilerse bunları size verecektir. O'nun hazineleri dopdoludur, tükenmez. Başkasının hissesini temenni etmeyin, kimseye haset etmeyin, bazınızı bazınızdan üstün kılmaya vesile yaptığımız şeyleri temenni etmeyin, çünkü bu temenninin hiç bir faydası yoktur. Tirmizî ve İbni Merdûveyh'in Abdullah b. Mes'ud'dan naklettiğine göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Allah'tan, O'nun fazlından isteyin. Şüphesiz Allah, kendisinden istenmesini sever. Muhakkak ki ibadetin en üstünü fereci (sıkıntıdan kurtulmayı) beklemektir." İbni Mace de Ebu Hureyre'den Resulullah (s.a.)'m şu hadisini tahric etmiştir: "Allah'tan istemeyene Allah gazap eder. Şüphesiz ki Allah her şeyi hakkıyla bilendir" cümlesinin manası şudur: O, gayet iyi bilir ki filan dünyalığa müstahaktır, ona ondan verir, filan fakirliğe müstahaktır, onu fakir kılar, filan ahirete müstahaktır, ona ahiret amellerini işleme fırsatını verir, filan hiz-lân'a (ilâhî teyidden yoksunluğa) müstahaktır, onu da her türlü hayır ve yollarından mahrum bırakır. Onun için isti'dad, yetenek ve derecelerinin farklılığına
göre insanların bir kısmını diğer bir kısmına üstün kılmıştır. Farklılık beden itibariyle olduğu gibi meselâ ilim, makam, şeref gibi yönlerden de olur. [48]
Her Varise Terekeden Hakkını Vermek
33- (Erkek ve kadınlardan) her biri için baba ve ananın, akrabaların terk ettikleri mirastan da varisler yaptık. (Akit ile) yeminlerinizin bağladığı kimselere de hisselerini verin. Allah, her şeye hakkıyle şahittir.
Nüzul Sebebi
"Yeminlerinizin bağladığı kimseler" ayetiyle ilgili olarak İmam Ebu Dâ-vud Sünen'inde Dâvud b. el-Husayn'dan tahric etmiştir: Davud der ki: Ben er-Rabî'in kızı Ümmü Sa'd'e Kur'an-ı Kerim okuyordum. Ümmü Sa'd, Hz. Ebu Bekir'in himayesinde büyümüştü. Bu ayete gelince (akadet) kelimesini (âkadet) diye â'yı uzatarak, "ahit yaptı" manasına gelecek şekilde okudum. Ümmü Sa'd hemen müdahele etti ve dedi ki: Hayır, o kelime (akadet) şeklindedir. Ayet, Hz. Ebu Bekir ve oğlu hakkında indi. Oğlu İslâm'ı kabul etmeyince Ebu Bekir de onu mirasından mahrum edeceğine yemin etmişti. Sonradan oğlu müslüman olunca, Hz. Ebu Bekir'e oğlunun da payını vermesi emredildi.
"Her biri için baba, ana ve akrabaların terk ettikleri mirastan varisler (me-vâli) yaptık." Saîd b. el-Müseyyeb diyor ki: Bu ayet-i kerime, kendi oğulları olmayan adamları evlat edinip onları mirasçı kılan kimseler hakkında inmiştir. Allah Teâlâ onlar hakkında vasiyette bir pay kılınması hükmünü indirmiş, mirası ise zevil-erham ve asabe derecesindeki varislere vermiştir. Kendilerini evlat edinenlerin mirasını talep edenlerin iddiasını ise reddetmiş, ancak onlar için de vasiyet kısmından bir pay vermiştir. [49]
Açıklaması
Erkek ve kadınlardan her biri için mevâlî yani mirasçı ve asabe akrabalar yaptık. Bu kimseler, ana-baba ve akrabaların kendilerine bıraktığı mirası alırlar.
İslâm gelmeden önce "Sen bana varis olursun, ben de sana varis olurum" diyerek kendileriyle kuvvetli yeminler edip ittifak kurduğunuz kimselere de mirastan hisselerini veriniz. Siz onlara bu konuda ağır yeminlerle ahit ve vaatlerde bulunmuştunuz. Şüphesiz Allah bu akitler hususunda aranızda hakkıyle şahittir. Bu hüküm İslâm'ın ilk dönemlerinde idi. Daha sonra Allah Teâlâ bu hükmü Enfal süresindeki 'Yakın akrabalar birbirlerine (diğer insanlardan) daha yakındırlar" ayetiyle neshetti.
Aynı şekilde hicretten sonra Medine'de Ensar ile Muhacirler arasındaki kardeşlik sebebiyle de birbirine mirasçı olma cereyan ediyordu. Hz. Peygamber (s.a.)'in aralarında tesis ettiği kardeşlik dolayısiyle bir Ensari'ye yakın akraba değil, bir muhacir mirasçı oluyordu. İşte o hüküm de "Her biri için mirasçılar (mevâlî) yaptık." ayetiyle neshedildi.
Yani ittifak, velâ ve kardeşlik sebebiyle birbirine mirasçı olma hükmü nes-hedilmiştir. Ve biliniz ki Allah Teâlâ geçmişte de şu anda yaptıklarınıza vakıf ve muttalidir, o yüzden kıyamette yaptıklarınızın karşılığını size verecektir. Allah onlarla yaptığınız akit ve ahitlerinize şahittir ve O, vefakârlığı sever.
Ayetin "Herbiri için baba ve ananın, akrabaların terk ettikleri mirastan da varisler yaptık" kısmı hakkında müfessirlerin görüşleri dört farklı şekilde ifade edilmiştir:
1- Kendisine mirasçı olunan her bir insan için bıraktığı maldan alacak bir varis yaptık. Kelâm böylece tamamlanmıştır. "Baba-ana ve akrabalar" grubu ise mukadder bir sualin cevabıdır. Sanki "Varis kimdir?" denilmiş de, "Baba-ana ve akrabalardır" diye cevap verilmiştir.
2- "Baba-ana ve akrabaların geriye bıraktığı kimselerden varis olan her bir insan için mevruslar (kendisine mirasçı olunanlar) yaptık." "mimmâ tereke = bıraktıklarından" lafzmdaki cer ile mecrur ise mahzuf bir kelimeye mütealliktir, o mahzuf da muzafun ileyhin sıfatıdır, "mâ" harfi "men(=ki onlar)" manasınadır. Şu halde kelâm tek bir cümle olmaktadır.
3- Kendilerini varisler kıldığımız her bir kavim için ana-babalarının ve akrabalarının geriye bıraktıklarından bir hisse vardır.
4- Ana-baba ve akrabaların geriye bıraktığı mallardan her bir mal için onu eline alıp sahibi olacak varisler kıldık.
Müfessirlerifl "yeminlerinizin bağladığı kimseler" cümlesi üzerindeki görüşleri:
Tercih edilen görüşe göre bu kısım daha önceki cümleden ayrıdır. Müfes-sirlerin tevilleri şu şekildedir:
1- Bunlardan murad; muvâlât (dostluk ittifakı) yoluyla mirasçı olan kimselerdir. İlk devirlerde onların da mirastan paylan vardı, sonradan bu hüküm neshedilmiştir. İbni Cerîr ve başka zevat Katâde'nin şöyle söylediğini rivayet ederler: Cahiliye devrinde bir adam başka bir adama muahât yaparak derdi ki: "Kanım senin de kanındır, yakınım senin de yakınındır[50], öcüm senin de öcündür, savaşım senin de savaşındır, barışım senin de barışındır, sen bana mirasçı olursun, ben de sana mirasçı olurum, benim sebebimle senden talep olunur, senin sebebinle benden talep olunur, benim namıma sen diyet ödersin, senin namına da ben diyet öderim." Böylece halif, müttefik olan kimsenin diğer halifin mirasında da altıda birlik bir hissesi olurdu. İşte bu çeşit muahedeler 'Yakın akrabaların bazısı diğer bazısına öbür insanlardan daha yakındır." (Enfâl, 8/75) ayet-i kelimesiyle neshedildi.
2- Bunlardan murad olunan kimseler; evlatlık edinme yoluyla nesebe katılmış kişilerdir. Evlatlıklara da bu sebeple miras verilirdi. Enfal süresindeki ayet ile bu hüküm de neshedilmiştir.
3- Ayette, muâhât yoluyla kardeş olan kimseler murad olunmuştur. Ce-nab-ı Peygamber (s.a.) ashabından iki adam arasında kardeşlik bağı kurar, bu kardeşlik birbirlerine mirasçı olmaya sebep olurdu. Bu hüküm Enfal ayeti ile nesholunmuştur.
4- Ebu Müslim el-Horasanî'ye göre murad olunanlar; eşler yani karı veya kocadır. Nikâh'a akit ismi de verilmiştir.
5- el-Cübâî'ye göre murad; hulafâ yani "müttefikler" dir. "Yeminleriniz bağladığı" ifadesi "baba-ananm ve akrabaların" ifadesine matuftur. Yani baba-ananın ve akrabaların, yeminlerinizin kendilerini bağladığı kimselerin geriye bıraktığı her şey için varisler vardır; o varislere hisselerini veriniz, halif (müttefik) olana mal vermeyiniz.
6- Bu kimselerden murad; halifler (müttefikler)'dir. Kendilerine yardım edilir, nasihat ve güzel muamele, vasiyet gibi konularda haklar gözetilir. Yani onların mirasta değil, ölenin vasiyet ettiği miktarda haklan vardır. Bu görüş İbni Abbas'tan rivayet edilmiştir. [51]
Erkeklerin Kadınların Üzerine Muhafız Ve Reis Olmaları (Kıvâme), Karı-Koca Arasındaki Anlaşmazlığın Düzeltilmesi
34- Allah'ın insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılması sebebiyle ve mallarından harcama yaptıkları için erkekler kadınların yöneticisi ve koruyu-cusudur. Onun için saliha kadınlar itaatkârdır. Allah'ın kendilerini korumasına karşılık gizliyi koruyucudurlar. Baş kaldırmasından endişe ettiğiniz kadınlara öğüt verin, onları yataklarda yalnız bırakın ve (bunlarla yola gelmezlerse) dövün. Eğer itaat ederlerse artık onların aleyhine başka bir yol aramayın; çünkü Allah yücedir, büyüktür.
35- Eğer koca ile karının aralarının açılmasından korkarsanız erkeğin ailesinden bir hakem kadının ailesinden bir hakem gönderin. Barıştırmak isterlerse Allah onları. uyuşmaya muvaffak kılar. Şüphesiz ki Allah Alimdir, Habîrdir."
Nüzul Sebebi
"Erkekler kavvâm (hakim)dırlar." İbni Ebi Hatim'in tahric ettiğine göre Hasan-ı Basri şöyle demiştir: Bir kadın Rasul-i Ekrem (s.a.) Hazretlerine geldi, kocasının kendisini tokatladığını bildirerek Resulullah'tan yardım istedi. Resulullah (s.a.): "Ona da aynı ceza uygulansın" buyurdu. Bunun üzerine "Erkekler kadınlar üzerinde kavvâm (hakim)dırlar" ayeti indi ve kadın, kocasına ceza verilmeksizin döndü gitti.
Mukâtil diyor ki: Bu ayet Sa'd b. er-Rabi hakkında indi. Sa'd, Ensarın na-kib(reis)lerindendi. Karısı Habîbe binti Zeyd de Ensardandı. Bir gün karısı kendisine kafa tutunca Sa'd onu tokatladı. Rasul-i Ekrem (s.a.) "Kocasından kısas (aynısıyla cezalandırma) hakkını alsın" buyurdu. Kadın babası ile birlikte bunun için dönüp giderlerken Resulullah (s.a.) onlara şöyle seslendi: "Dönünüz. İşte Cebrail (a.s.) bana geldi ve Allah Teâlâ onunla şu ayeti indirdi." Hz. Peygamber ayeti okuduktan sonra şöyle buyurdu: Biz bir iş istedik, Allah Teâlâ bir iş diledi. Onun dilediği daha hayırlıdır. Bu şekil kısas kaldırılmıştır. [52]
Açıklaması
Erkek, kadının reisi, büyüğüdür, onun üzerinde hakimdir. Eğrilip yanlış yapınca onu tedip eder. Himayesini ve onun menfaatini gözeterek ihtiyaç ve geçimini sağlar. Cihad kadına değil erkeğe düşen bir görevdir. Kadının masraflarını ve geçimini sağlama mecburiyetinde olmasından ötürü mirasta erkeğin hissesi kadınınkinden bir kat fazladır.
Kıvâme (hâkim olma) sebepleri iki tanedir:
1- Yaratılıştan gelen fiziki özelliklerin bulunması: Erkeğin yaradılışı ve idraki daha güçlü, aklı daha kuvvetli, duygu yönü daha dengeli, bünyesi daha sağlam olduğu için akıl, görüş, azim ve kuvvet bakımından kadına üstün kılınmıştır. O yüzden Allah Teâlâ peygamberlik, rasul olma, imamet-i kübrâ (devlet başkanlığı), hakimlik ve ezan, ikamet, hutbe, cuma, cihad gibi dinin temel prensiplerini ifa etme özelliklerini erkeklere vermiştir. Talak hakkının elinde olması, dörde kadar eş almasının mubah olması, cinayet ve had cezalarında şahitlik yapması, mirastaki hissesinin fazlalığı, gibi hususiyetler de erkeğe aittir.
2- Karısına ve yakın kadın akrabaya bakması, onların masraflarını karşılaması erkeğe vaciptir. Kadına verilen değer ve şerefin sembolü, alâmeti olmak üzere mehir ödemek de erkeğe lâzım gelmektedir.
Bunlar dışında erkekler ile kadınlar hakları ve sorumlulukları açısından eşittirler. Bu nokta da İslâm'ın güzelliklerinden, iyi taraflarındandır. Allah Teâlâ buyuruyor ki: "Erkeklerin maruf (meşru) şekilde kadınları üzerindeki (hakları) vardır. (Ancak) erkekler kadınlar üzerinde (daha üstün) bir dereceye sahiptirler." (Bakara, 2/228). Bu üstünlük evi idare etmek, ailenin işlerini kontrol edip yürütmek, çekip çevirmek bakımındandır. Bunların hepsi birer borç ve görevdir ki erkeğin sorumluluk almak, hayatın yük ve sıkıntılarını onaylamak gibi kudretiyle münasip surette bulunmaktadır. Kadın ise bağımsız bir malî sorumluluğa sahiptir ve tam bir hürriyet içinde mallarında tasarrufta bulunabilir.
Sonra Allah Teâlâ, evlilik hayatında kadının iki durumunu beyan etmektedir: Kadın ya itaatkâr (kânitât), ya da isyankâr, serkeş (nâşizât) durumda bulunur.
1- İyi Kadınlar (Sâlihât):
Bunlar Rablerinin emirlerine uyarlar, kocalarına itaat ederler. Kocalarının yokluğunda kendilerini, namuslarını, mallarını, çocuklarını, aile sırlarını korurlar, kocalarının hakkına riayet ederler.
"Allah kendi (hak)larını koruması dolayısiyle..." cümlesi, korunmasını Allah'ın emretmesi sebebiyle manasınadır. Allah Teâlâ, kocalar karşısında kadınların mehir, nafaka, güzel bir şekilde geçim sağlama gibi haklarını koruması karşılığında onlara kocalarına itaat etmelerini, haklarını korumalarını emretmişler. Yani bu emir ve görev o hakları mukabilindedir. Cenab-ı Hak, kadınlara bu itaatleri ve kocanın yokluğunda haklarını korumaları üzerine büyük sevaplar vaad etmiş, ama ihmal ve kusurlu davranmaları durumunda pek ağır cezalara çarptıracağını bildirmiştir. Beyhakî, İbni Cerîr ve başka hadis imamları Ebu Hureyre (r.a.)'den tahric ediyorlar: Resulullah (a.s.) şöyle buyurdu: "Kadınların en hayırlısı öyle bir kadındır ki ona baktığında gönlüne sevinç dolar, emrettiğin zaman sana itaat eder, ondan uzakta iken senin malın ve kendisi üzerindeki hakkını koruyup gözetir." Sonra Resulullah (s.a.) "Erkekler kadınlar üzerinde hakimdirler" ayetini "...göze görünmeyeni koruyanlardır" cümlesine kadar okudu. İmam Ahmed, Buharî ve Müslim tarafından Ebu Hureyre'den nakledilen sahih hadiste de: "Deveye binmiş olan kadınların en hayırlıları Ku-reyş kadınlarıdır. Çocuğa küçükken en çok şefkat gösteren, kocanın elindekileri en iyi koruyup gözeten onlardır." buyurulmuştur.
2- İsyankâr, Serkeş Kadınlar (Nâşizât):
Bunlar evlilik esaslarına, haklarına ve sorumluluklarına karşı çıktığını sandığınız veya bildiğiniz kadınlardır ki koca onlara karşı şu yolu izler:
1- Gönüllerine tesir edecekse öğüt ve irşadda bulunmak: Koca, karısına "Allah'tan kork, senin üzerinde benim hakkım vardır. Şu halinden vazgeç, bana itaat etmen farzdır" gibi sözler söyler. Allah'tan korkutarak, Allah'ın cezası ile tehdit ederek, sonunun kötü olacağı, mesut bir evlilik hayatında mahrum kalacağı şeklinde ona nasihat eder. Böyle bir korkutma ve öğüt verme, belki onun nüşûz (isyan) ve serkeşliğini terk ettirir.
2- Yalnız bırakmak, yatağından uzak durmak: Bu, cinsel ilişkiyi terk etmekten kinayedir veya onunla aynı yatakta yatmamak demektir. Üç günden daha fazla konuşmamak ise helâl değildir. Böyle davranmak, kadının yalnızlık hissetmesini, durumunu gözden geçirip yaptıkları üzerinde iyice düşünmesini en etkili şekilde sağlayacaktır. İbni Abbas diyor ki: Kadın yatakta kocasına itaat ediyorsa kocanın onu dövme hakkı yoktur.
3- Fazla acıtmayacak derecede dövmek. Bu, acıtacak şekilde olmamalıdır. Meselâ omuzuna el ile veya misvak yahut hafif bir çubukla hafif şekilde üç kere vurulabilir. Çünkü maksat İslah etmek olup başka bir gaye yoktur. Cessâs'm Cabir b. Abdillah yoluyla tahricine göre Hz. Peygamber (s.a.) Arafat'ta vadide hutbe irad edip şöyle buyurdu: "Kadınlar hakkında Allah'tan korkunuz. Şüphesiz ki onları Allah'ın emanetiyle aldınız ve Allah'ın kelimesi (nikâh akdi) ile ferclerinden helâl olarak yararlandınız. Sizin onlar üzerindeki hakkınız yatağınızı yabancılardan korumalarıdır. Hoşlanmadığınız kimselerin evinize girmelerine izin verirlerse onları hafif şekilde dövünüz. Onların sizin üzerinizdeki hakları da yemelerinde ve giyimlerinde onlara iyi bakmanızdır." İbni Cerir et-Taberî de bunun benzeri bir hadisi rivayet etmiştir.
İbni Cüreyc de Atâ'nm şöyle dediğini rivayet etmektedir: Fazla şiddetli olmayan dövme misvak ve benzeri şeyle olur. Aynısı İbni Abbas'tan da nakledilmektedir. Katade, bunun iz bırakmayacak hafif bir dövme şeklinde olduğunu söylemektedir. [53]
Dövme helake götürecek şekilde olursa kocasının tazminat ödemesi lâzım gelir. Kur'an öğretirken, eğitim sırasında meşru olmayacak şekilde çocuğu döven hocanın tazminat ödemesinin vacip olması gibi.
Kocanın peşpeşe aynı yere vurmaması, yüze vurmaktan da sakınması gerekir. Çünkü yüz, güzelliklerin toplandığı bir yerdir. Vururken bir şey kullanmamalı, hafif bir şekilde vurmaya dikkat etmelidir. Zira gaye o fiilden vazgeçirmek ve te'diptir, yoksa bazı cahillerin yaptığı gibi acıtmak, eza ve işkence etmek değildir.
Hafif şekilde dövmek mubah olduğu halde alimler terk edilmesinin daha faziletli olduğunda ittifak etmişlerdir. İbni Sa'd ve Beyhakî'nin Hz. Ebubekir es-Sıddîk (r.a.)'in kızı Ümmü Kulsûm'den, şöyle dediğini tahric etmişlerdir: Erkekler kadınları dövmekten nehyedilmişlerdi. Sonra Resulullah (s.a.)'a kadınları (cüretlerini artırdıkları) şikayet edince o da dövme hususunda erkekleri serbest bıraktı ve şöyle buyurdu: "Hayırlılarınız dövmeyecektir." Hz. Ömer (r.a.) de bu konuda: "Onları hayırlılarınız olarak bulmayacaksınız." buyurmuştur. Muamelede iyiliği emreden: "Ya iyilikle tutmak, ya da güzellikle salmak..." (Bakara, 2/220) ayetinin de gösterdiği şekilde hadis ve eser (sahabi sözü), dövmeyi terk etmenin daha iyi ve evlâ olduğuna delâlet etmektedir. Başka bir hadis de bu hususu teyit etmektedir. "Biriniz karısını köle döver gibi dövüyor, sonra da günün sonunda onunla aynı döşekte mi yatıyor!.."
Şayet size itaat ederlerse artık onlar aleyhine onları dövmek için, zarar vermek için bir yol, bahane aramayın. Yahut işkence ve eziyet verecek bir yol kullanarak onlara zulümde bulunmayın.
Şüphesiz ki Allah Teâlâ, evvelden de, halen de çok yüce ve çok büyüktür. Kahhâr ve Kadîr sıfatlarına maliktir. Kadınlara karşı da adildir, onların haklarını da tam olarak alır. Siz erkekler kuvvetiniz, makam ve mevkiniz, dereceniz sebebiyle gurura kapılmayınız. Bu, kadınlara zulmetmeleri durumunda kocalara yönelik bir tehdittir. Denilmiştir ki: Bundan maksat kocaları, kadınların tevbele-rini kabul etmeye teşviktir. Yüce ve büyük Allah Teâlâ asi kulların tevbesini kabul ettiğine göre sizlerin kadının tevbesini kabul etmeniz daha uygun ve lâzımdır.
Yukarıdaki cezalar sırasına göre mi meşru kılınmıştır?
Bazı alimlere göre, bu cezalar toplam olarak meşru kılınmıştır, aralarında bir sıra ve tertip gözetilmemiştir. Çünkü "vâv" harfi tertibi (sıralamayı) gerektirmez.
Diğer bir kısım alime göre ise lafzın zahiri her ne kadar mutlak olarak toplamını gösterse de ayetin özü tertibe delâlet etmektedir. Zira "vâv" harfi, kuvvet yönünden farklı olan ve zayıftan kuvvetliye doğru giden öğüt, yatakta terk etme ve dövme şeklinde sıralanmış cezaların başına gelmiştir. Açıkça te-derrüç (basamak basamak çıkma) yolunu iltizam eden bir üslûp kullanılmıştır. Bu görüş Hz. Ali (r.a.)'ye rivayet olunmuştur.
4- Hakem tayin etmek: Allah Teâlâ bu safhada hakemlere karı ile kocaya ve akrabalarına hitap ederek buyuruyor ki: Karı-koca arasında ihtilâf, çekişme ve düşmanlık bulunduğunu öğrendiğinizde iki hakem gönderin. Birisi erkeğin ailesinden, öteki kadının ailesinden olsun. Görevleri karı-koca arasında durumu gerçek yönüyle anlayıp ihtilâf sebebini öğrendikten sonra onları barıştırmak, aralarını bulmaktır. Hakemler sıdk ile barışmayı isterler, halisane bir niyetle çalışırlar ve Allah rızası için nasihatte bulunurlarsa, Allah onları bu mühim işte muvaffak kılar, hayıra eriştirir, uyuşmalarını ve anlaşmalarını sağlar. Karı-kocanm eski sevgi, şefkat ve ülfetlerine yeniden dönmeleri mümkün olur, aracılıklarına bereket ihsan eder. "Barıştırmak isterlerse" cümlesinde kastedilenler hakemler, "aralarında onları (uyuşmaya) muvaffak eder" cümlesinde kastedilenler karı ile kocadır.
Hiç şüphe yok ki Allah Teâlâ önceden de, halen de hakkıyle bilici, her şeyden haberdardır; ihtilâfa düşenlerin arasının nasıl bulunacağını, ayrılanların nasıl bir araya getirileceğini çok iyi bilir. Nitekim diğer bir ayette de: "Sen yeryüzünde olan (her) şeyi tamamen harcamış olsan yine onların gönüllerini (böyle) birleştiremezdin. Fakat Allah onların aralarını bulup kaynaştırdı." (Enfâl, 8/63) buyurmaktadır.
"Hakem gönderiniz" ayetindeki emir, bunun vacip mi, mendup mu, yoksa müstehap mı olduğunu ifade etmektedir. İmam Şafiî'ye göre emir vücup içindir. Çünkü bu da zulümleri kaldırmak kabilindendir. Zulmü önlemek ise geneldir ve hakim üzerine düşen kuvvetli farzlardandır. Emrin zahiri de öyledir.
Hakemlerin karı ile kocaların akrabaları arasından olması ise müstehap-tır. Yabancılardan olmaları da caizdir. Çünkü hakemlerin görevleri karı-koca arasındaki gerçek durumu öğrenip barıştırma ve hangisinin haksız olduğuna şahitlik etme işlerini yürütmektir; bu akraba olan kişiyle gerçekleştiği gibi yabancı bir şahıs vasıtasıyla da gerçekleşir. Lâkin evlâ olan her iki hakemin de kan-kocanın akrabalarından olmalarıdır. Böylelikle evlilik hayatının sırları muhafaza edilmiş, isimlerinin lekelenmesi önlenmiş olur. Çünkü akrabalar ka-rı-kocanın halini yabancılardan daha iyi bilirler, ıslâh ve barıştırmak için daha titiz davranırlar, eşlerden birine meyletmekten daha uzaktırlar ve insan gönlü onlara daha çok emniyet duyar.
Hakemler, İmam Malik ve Şabî'ye göre -ki bu aynı zamanda Hz. Ali ve İb-ni Abbas'ın da görüşüdür- eşleri birleştirir veya ayırabilirler. Karı-ocanın izni bulunmaksızın aldıkları ayırma kararı iki tarafı da bağlayıcıdır. Boşama veya kadının malından bir miktar fidye ödemesi şekillerinden hangisi maslahata uygun ise onu yaparlar. Bir bâin talak'tan fazla bir yetkileri de yoktur. Malikî-lerden İbnül-Arabi "Erkeğin ailesinden bir hakem, kadının ailesinden bir hakem" ayeti hakkında der ki: Bu, iki hakemin vekil değil, kadı (hakim) konumunda oldukları hususunda Allah Teâlâ tarafından irad edilmiş bir nastır. [54]
Şafiî ve Hanbelüere göre, karı-kocanm rızası bulunmadan hakemler onların arasını tefrik edemezler, ayrılma kararı veremezler. Onlara göre hakemler eşlerin vekilleri konumundadırlar.
Hanefilere göre ise hakemler uygun gördükleri kararı kadıya arz ederler, onların raporuna göre ancak hakim, bir bain talak ile boşama kararı verir. Ka-rı-koca vekâlet vermeden hakemler karar alamazlar. Şu halde Hanefîler ile Şafiî ve Hanbelîlerin görüşleri aynı olmaktadır.
Ayette iki görüşten birini tercih ettirecek bir taraf bulunmamaktadır. Aksine her iki görüş lehine şehadet edecek yönler vardır. Hakemlerin bu ismi alması birinci görüş lehine sayılabilir. Çünkü hakem, hakim demektir, hakim de hüküm verme imkânına sahip olan kişidir. İkinci görüşe delâlet eden husus ise Allah Teâlâ'nın hakemlere sadece ıslah ve barıştırma görevini vermesi, onun dışında başka bir şeyi onlara havale etmemesidir. Meselede içtihat cereyan ettiğine göre kıyas, ikinci görüşün tercih edilmesini gerektirir. Çünkü eşler, hakem tayininden önce talaka veya fidye ödemeye mecbur değildirler. Hakem tayininden sonra da hakem onları bir şeye mecbur kılamaz. Erkeğin talak vermesi de, kadının bir miktar mal vererek fidye ödemesi de kendi rızalarına bağlıdır. Hakemler ihtilâfa düşerlerse sözleri geçerli sayılmaz ve karı-kocanın ittifak ettikleri şeyden başka bir şey de lâzım gelmez. Karı-kocanm bir kişinin hakemliğine baş vurması da caizdir. O zaman onun vereceği hüküm, eşlerin daha önceden rıza göstermelerinden dolayı geçerlidir. [55]
Sadece Allah'a İbadet, Ana-Babaya, Akrabalara Ve Komşulara İyilikte Bulunmak, Gösteriş İçin Harcamaktan Sakındırmak
36- Allah'a ibadet edin ve O'na hiç bir şeyi ortak koşmayın. Ana-babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolda kalmışa, sağ ellerinizin sahip olduğu kimselere (kölelerinize) iyilik ediniz. Şüphesiz ki Allah kibirli ve devamlı böbürlenen kimseyi sevmez.
37- Onlar hem (kendileri) cimrilik yaparlar, hem insanlara cimriliği emrederler, hem de Allah'ın fazl u kereminden kendilerine verdiğini gizlerler. Biz o nankörlere hor ve hakir kılıcı bir azap hazırlamışızdır.
38- Yine onlar Allah'a ve ahiret gününe inanmadıkları halde insanlara gösteriş için mallarını sarf ederler. Şeytan kime arkadaş olursa, o ne kötü bir arkadaştır!...
39- Allah'a ve ahiret gününe iman edip de Allah'ın kendilerine verdiği rızık-lardan harcasalar, ne zarar ederler? Allah onları çok iyi bilendir.
Nüzul Sebebi
37. ayetin nüzul sebebiyle ilgili olarak İbni Ebî Hatîm Saîd b. Cübeyr'den tahrîc etmiştir. Saîd dedi ki: İsrailoğulları alimleri kendilerindeki ilmi cimrilik yaparak yaymazlardı. Allah Teâlâ da "Onlar hem kendileri cimrilik yaparlar, hem insanlara cimriliği emrederler" ayetini indirdi. İbni Alekâs'tan rivayet edildiğine göre Yahudilerden bir kısım insanlar Resulullah (s.a.)'ın ashabına gelirler, onları din uğrunda mallarını harcamaktan caydırma telkinleri yaparlar; ilerde ne olacağını bilemezsiniz ki, diyerek onları fakirliğe düşmekten korkutmağa çalışırlardı. Bunun üzerine Allah Teâlâ: "Onlar hem kendileri cimrilik ederler, hem insanlara cimriliği emrederler..." ayetini inzal buyurdu.
Müfessirlerin çoğuna göre ayet, Hz. Muhammed (s.a.) Efendimizin sıfat ve özelliklerini, yanlarındaki kitaplarında yazılı olduğunu bildikleri halde gizleyen, insanlara bunları açıklamayan Yahudiler hakkında indirilmiştir. el-Kelbî diyor ki: Ayette kastedilenler Yahudilerdir. Kendilerine gelenlere Hz. Muhammed (a.s.)'in kendi kitaplarında yazılı olan sıfat ve özelliklerini doğru bir şekilde haber vermekte cimrilik gösterirlerdi.
Mücahid de "Alîmâ"ya kadar olan bu son üç ayetin Yahudiler hakkında indiğini söylemiştir.
İbni Abbas ve İbni Zeyd diyorlar ki: Bu ayet, Yahudilerden bir cemaat hakkında indirilmiştir. Bunlar Ensar'dan bazılarına gelirler, onlarla oturup kalkarlarken, "Mallarınızı harcamayın, biz sizin fakir düşmenizden korkuyoruz" diyerek güya nasihatta bulunurlardı. Bunun üzerine Allah Teâlâ "Onlar hem kendileri cimrilik ederler, hem insanlara cimriliği emrederler..." ayetini indirdi. [56]
Açıklaması
Allah Teâlâ yukarıda eşleri güzel muamele ve geçinmeye, hakimleri ihtilâf ve çekinme sebeplerini izale etmeye irşad ettikten sonra, insanları toptan bazı hayır ve iyilik hasletlerine, ahlâk esaslarına teşvik etmekte, birbirleriyle muamelede bulunurken dikkat edecekleri güzel prensiplere davet etmektedir. Bunların sayısı on üç olup kimisi emredilmiş, kimisi de yasaklanmıştır.
1- Yalnızca Allah'a ibadet etmek: İbadet, Allah Teâlâ'ya son derece itaatkâr olmak, O'na boyun eğmek demektir. İbadet, Allah'ın emrettiklerini yapmak, yasakladıklarını da terk etmek suretiyle olur. Bu emir ve yasaklar bazan gönül ile, bazan da azalarla ile ilgili iş ve fiillerle olur. Çünkü Allah Teâlâdır yaratıcı olan, rızık veren, yarattıklarına in'am eden, lütuf ve keremiyle veren. O sebeple kulların, mahlûkatın bir tanıması, kendisine hiç bir ortak koşmaması gereken zât O'dur.
2- O'na hiç bir şeyi eş koşmamak: Şirk koşmak, tevhidin (bir tanıyıp kabul etmenin) zıddıdır. Bu cümle hâs (özel) olan bir hususu, âmm (genel) olana atfetmek kabilindendir.
Genellikle bu ikisi beraberce zikredilir. Nitekim İmam Ahmed, Buharî, Müslim, Tirmizî ve İbni Mace'nin rivayet ettikleri hadiste geldiği gibi Nebiy-yi Muhterem (s.a.)'e, Muâz: "Allah ve Rasulü daha iyi bilir" diye cevap verince Hz. Peygamber de "O'na ibadet etmeleri ve hiç bir şeyi eş koşmamalarıdır" buyurmuştur. Sonra da: "Bunu yaptıkları takdirde kulların Allah Teâlâ katındaki hakkı nedir, biliyor musun? Onlara artık azap etmemesidir" demiştir.
Allah Teâlâ ayette iki sebeple kendi hakkını önce zikretmiştir:
İlki, ibadet ve ihlâs dinin esasıdır, temelidir. Onsuz kula ait hiçbir ameli Allah kabul etmez.
İkincisi, ondan sonra gelecek şeyler kulların haklarıyla ilgili olsalar da, çok önemli olduğuna îmâ ve işaret etmektir.
Şirk koşmanın muhtelif türleri vardır:
Bazısı Allah Teâlâ'nın Arap müşriklerinin hallerinden bahsettiği şekildedir. Putlara tapınmak, onları Allah'a giden vasıtalar, aracılar diye kabul etmek gibi. "Onlar Allah'ı bırakıp kendilerine ne bir zarar, ne de bir fayda veremeyecek şeylere taparlar. Bir de "Bunlar (putlar) Allah katında şefaatçilerimizdir" derler. De ki: Siz Allah'a göklerde ve yerde bilemeyeceği bir şeyi mi haber veriyorsunuz. ?" (Yunus, 10/18). Yine müşrikler; "Biz, bunlara ancak bizi Allah'a daha fazla yaklaştırsınlar diye tapıyoruz." (Zümer, 39/3) derlerdi.
Bir kısım şirk de Hristiyanlardaki şekildedir. Hristiyanlar, Mesih'e (İsâ aleyhisselam'a) taparlar; Allah Teâlâ buyuruyor ki: "Onları bırakıp bilginlerini, rahiblerini, Meryem'in oğlu Mesih'i (İsa'yı) tanrılar edindiler. Halbuki bunlar da bir olan Allah'a ibadet etmelerinden başkasıyla emrolunmamışlardı. Ondan başka hiçbir ilâh (tanrı) yoktur. O, bunların şirk koşageldikleri (eş tuttukları) her şeyden münezzehtir (uzaktır)." (Tevbe, 9/31).
3- Anne-babaya ihsanda bulunmak, iyilik etmek: Allah Teâlâ, Kur'an-ı Ke-rim'in pek çok yerinde anne-babaya itaat ve iyilik etmeyi, kendisine ibadet edilip bir tanıması emri ile birlikte anmıştır. Burada ve şu ayetlerde olduğu gibi: "Rabbin, "Kendisinden başkasına ibadet (kulluk) etmeyin; ana-babaya iyi muamele edin" diye hükmetti." (İsra, 17/23). "Bana ve ana-babana şükret." (Lokman, 31/14).
Ayette geçen lafız ile ana-babaya iyilik (birr), meşru olan işlerde onlara itaat etmek, hizmetlerini görmek, istediklerini yerine getirmeye çalışmak, onlara eza ve sıkıntı verecek şeylerden uzak durmak demektir. Çünkü çocukların yaratılmasındaki, şefkat ve ihlâs ile büyütülmelerindeki zahir sebep anne-babadır. Müfes-sir İbnu'l-Arabî diyor ki: Anne-babaya itaat ve iyilik, dinin farzlara dair rükünlerinden bir rükündür. Onlara iyilik ve ihsanda bulunmak sözlerde ve amellerde söz konusu olur. Sözlerdeki iyi muamele "Onlara öf (bile) deme. Onları azarlama. Onlara çok güzel (ve tatlı) söz söyle" (İsra, 17/23) ayetindeki gibi olur. Yine onların mutlak bir rahim bağı ve hususî yakınlık hakkı bulunmaktadır.[57]
4- Akrabaya ihsanda bulunmak: Akrabalık da kardeş, kızkardeş, amca, dayı ve onların çocuklarında olduğu gibi bir rahim bağıdır. Onlara iyilik de surenin başındaki "Kendisi de (adını öne sürmek suretiyle) birbirinize dileklerde bulunduğunuz Allah'tan ve akrabalık (bağlarını koparmak)tan sakının." (Nisa, 17/1) ayetinde belirtildiği şekilde akrabayı sevip onlara mali yardımda bulunarak olur. Bu muamele ölenin birbirine bağlanmasını sağlar, maneviyat ve dayanışmasını güçlendirir, dolayısıyle toplum kuvvetlenir ve devlet de ilerler.
5- Yetimlere ihsanda bulunmak: Allah Teâlâ surenin başında ve başka ayetlerde yetimlere iyi davranmayı emretmiştir. Çünkü yetim kendine yardımcı olacak baba desteğinden yoksundur. İbni Abbas diyor ki: Yetimlere şefkatle yaklaşılır, eğitim ve terbiyesine çalışılır, yetimin vasisi olan kimse onların mallarını korumak için çok titiz davranır.
6- Miskinlere ve yoksullara ihsanda bulunmak: Miskinler kendilerine yetecek miktarda imkân ve malı olmayan kimselerdir. Onlara yapılacak ihsan, iyilik, kendilerine sadaka vermek, sadaka verilemeyecekse hoş bir şekilde geri çevirmektir. Allah Teâlâ bu hususta: "Sâile (muhtaç dilenciye) gelince, onu da azarlayıp kovma." (Duha, 93/10) buyurmaktadır. Bu emir İslâm'da sosyal dayanışma prensibini gerçekleştirmektedir.
7- Yakın komşuya ihsan: Bundan murad mekân, nesep, yahut da din bakımından yakın olan kimselerdir. Komşulara iyilik yardımlaşma, dayanışma, birbirini sevme, mutluluk duygusuna erişme prensibini gerçekleştirir.
8- Uzak komşuya ihsanda bulunmak: Bunlar da uzakta bulunan ya da akrabalık bağı olmayan komşulardır. İslâm, gayr-i müslim dahi olsa komşu ile ilişkilerde ihsanda bulunmaya teşvik etmiştir. Peygamberimiz (s.a.), Yahudi komşusunun oğlunu hastalanınca ziyaret etmiştir. Abdullah b. Ömer (r.a.) bir koyun kesmiştir. Hizmetkârına dedi ki: "Yahudi komşumuza biraz hediye ettin mi, Yahudi komşumuza bir parça hediye ettin mi?". Beyhakî'nin rivayetinde Hz. Aişe (r.a.)'den de rivayet edildiği şekilde ben Resulullah'ı şöyle buyururken duydum: "Cibril bana durmadan komşuya iyilik yapmayı tavsiye etti. Bu sıkı tavsiyeden komşuyu komşuya varis kılacak zannettim." Buharî ve Müslim'in tahric ettiği bir hadiste de Hz. Peygamber (a.s.): "Allah'a ve kıyamet gününe iman eden kişi komşusuna ikram etsin" buyurmuştur.
Komşuluk sınırının tespiti örfe bırakılmıştır. Hasan-ı Basrî bunu dört bir taraftan her bir tarafta bulunan kırk komşu olarak tahdit ve tespit etmiştir.
Komşuya ikramın çeşitli görünümleri vardır. Fakir ise malî olarak yardım edilir. Güzel bir şekilde geçim yapıp komşuya eziyet vermekten kaçınmak gerekir. Zaman zaman komşuya hediyeler yollayıp yemeğe çağırmak lâzımdır. Arada sırada ziyaretleşmek, hastalandığında yoklamak da komşuya iyilik babındandır.
İbnül-Arabî diyor ki: Komşuya hürmet, hem cahiliye döneminde, hem de İslâm'da çok önemlidir. Zaten böyle olması makuldür, mürüvvet ve diyanet yönünden meşrudur. [58] Muvatta'da geçen şu hadisteki husus da komşuya yapılacak iyiliklerdendir: "Sizden biriniz, duvarına ağaç çakmaktan komşusunu menetmesin."
9- Yakınında bulunan arkadaşa ihsanda bulunmak: Belli bir süre beraber olunan, ilim öğrenirken, yolculukta, aynı meslekte, camide veya bir mecliste otururken yanında olan arkadaşlara da iyi davranmak gerekir. Hz. Ali (r.a.)'den gelen bir rivayete göre bundan maksat erkeğin karışıdır.
10- Yolda kalmışa iyilik etmek: Malından uzakta kalmış yolcu veya misafire (konuklara) iyi muamele etmek de İslâm'ın emirlerindendir. Bu da onlara memleketlerine varması veya ihtiyacını görmesi için yardımcı olmaktır.
11- Sağ ellerinizin malik olduğu kimselere ihsan: Bunlar kişinin mülkiyeti altında bulunan erkek köle ile cariyelerdir. Hz. Muhammed (s.a.) vefat ettiği hastalığı sırasında en son vasiyetleri arasında onlar hakkında vasiyette bulunmuştur. İmam Ahmed ile Beyhakî, Enes (r.a.)'ten şöyle naklederler: Vefatı yaklaştığı sırada Resulullah (s.a.)'m en çok söylediği vasiyet: "Size namazı ve malik olduğunuz kölelere dikkat etmenizi tavsiye ediyorum" idi. (Buharî ve Müslim tarafından rivayet edilen bir hadisindeki emri de şöyledir: "Onlar Allah'ın sizin eliniz altına koyduğu kardeşleriniz ve etbaınız (size bağlı kişiler)dir. Kimin eli altında kardeşi varsa artık yediğinden ona da yedirsin, giydiğinden de giydirsin. Altından kalkamayacakları işleri onlara yüklemeyin. Şayet ağır işler verirseniz siz de onlara yardım ediniz." Onlara iyilik, onları azat etmekle veya hürriyetlerini kazanmaya yardım ederek olur.
12- Kendini beğenmek ve böbürlenmek haramdır: Ayette geçen "muhtar kelimesi, hareketlerinde ve fiillerinde kibir belirtilerini ortaya koyan mütekeb-bir kimse manasınadır. "Fehûr" ise böbürlenen, sözlerinde kibir alâmetlerini ortaya koyan kişi, demektir.
Kibirli ve böbürlenen kimse, Allah Teâlâ katında hoşlanılmaz biridir. Çünkü insanların haklarını hor görmekte, yüce rabbin sıfatlarına benzemeye kalkışmaktadır. Böyle kimseler hakkıyle Allah'a ibadet de etmez. Zira huşu ve teslimiyeti yoktur. Anne-babaya, akrabalara, komşulara, arkadaş ve dostlara da iyilikte bulunmaz.
"Şüphesiz ki Allah, kibirli ve devamlı böbürlenen kimseyi sevmez." ayetinin manası, Allah öyle kişiyi kendini beğenmesi ve böbürlenmesinden dolayı cezalandıracaktır, demektir. Allah Teâlâ başka bir ayette kibiri, böbürlenmeyi (hu-yelâ) şiddetle yasaklamıştır: "Yeryüzünde kibirle büyüklenerek yürüme. Çünkü asla yeri yaramazsın, boyca da asla dağlara eremezsin." (İsra, 17/37).
Kaba ve sert olmadan, vakar ve edeple beraber şahsiyet sahibi olmak, evin, bineğin, görünüş ve elbisenin güzel ve düzgün olması kibirden sayılmaz. Bunun delili Ebu Davud ve Tirmizî'nin İbni Mes'ud (r.a.)'dan rivayet ettiği şu hadistir: Resulullah (a.s.) buyurdu ki: "Kalbinde zerre ağırlığınca kibir bulunan kimse cennete giremez." Bir adam: "Bir kişi var ki elbisesinin güzel, pabucunun güzel olmasından hoşlanıyor...!" dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.), "Allah Teâlâ güzeldir, güzeli sever. Kibir, hak olan şeyi reddetmek, insanları küçük görmektir." buyurdular.
Bundan sonra Cenab-ı Hak kibirlenen ve böbürlenen kişilerin vasıflarını açıklamaktadır: "Onlar hem (kendileri) cimrilik yaparlar, hem insanlara cimriliği emrederler, hem de Allah'ın kendilerine fazl u kereminden verdiğini gizlerler." Yani Allah Teâlâ, burada cimrilik edip mallarını Allah'ın emrettiği şekilde anne-babaya itaat ederek, akrabalara, yetimlere, yoksullara, komşulara ve benzeri kimselere iyilik etmek için harcamayanları, mallarındaki ilâhî hakları ödemeyenleri, aynı zamanda diğer insanlara da cimriliği öğütleyip emredenleri, Allah'ın kendilerine lütfettiği nimetleri gizleyenleri zemmetmekte, kınamaktadır. Cimri, Mevlâsının nimetini bile bile inkâr edicidir. Üzerinde yeme, giyme, muhtaçlara verme ve bağışlama gibi hususlarda ilahî nimetlerin izine, eserine rastlanmaz. Hali şu ayetteki gibidir: "Muhakkak insan Rabbine karşı çok nankördür. Hiç şüphesiz O (Rabbi) buna hakkıyle şahittir." (Âdiyât, 100/6-7). Yani Allah onun haline, tavırlarına, ahlâkına şahittir.
Hz. Peygamberimiz (s.a.) de cimriyi zemmetmiş, kınamıştır: "Cimrilikten daha çirkin hangi hastalık vardır?" Ebu Davud ve Hâkim'in İbni Ömer'den rivayet ettiği hadisinde ise şöyle buyurur: "Cimrilikten sakının. Çünkü sizden evvel geçenler cimrilik sebebiyle helak oldular. Bu duygu onlara cimriliği emretmiş, onlar da cimri olmuşlardı, akraba ve yakınlarla bağları koparmayı emretmiş, onlar da koparmışlardı, günahlara dalmayı emretmiş onlar da günahlara dalmışlardı."
Cimrilerdeki bütün bu kötü özelliklerden ötürü Allah Teâlâ onları cezaya çarptırmakla tehdit etmiştir: "Biz o nankörlere hor ve hakir kılıcı bir azap hazır-lamışızdır". Yani kibirleri, cimrilikleri, şükretmeyip nankörlükte bulunmaları sebebiyle onları aşağılayacak, zillete düşürecek bir azap hazırladık, fiillerine karşılık olarak acı ile zilleti bir araya getiren bir azap. Allah onlara küffâr diyerek bu huy ve davranışların müminlerin değil kâfirlerin ahlâkı olduğunu da belirtmiş bulunmaktadır. Çünkü (küfür) kelimesi örtmek, kapatmak demektir. Cimri de kendisi üzerindeki nimetini setredip örter, bilerek görmezden gelir, nankör davranır. Tirmizî ve el-Hâkim'in rivayet ettiği İbni Ömer tarikiyle gelen hadiste Hz. Peygamber Efendimiz: "Şüphesiz Allah Teâlâ, nimetinin eserini, belirtisini kulu üzerinde görmekten hoşlanır." buyurmuş, bir duasmda da şöyle demiştir: "Allahım bizleri nimetine şükrediciler, o yüzden sana hamdü senada bulunanlar, nimetlerini alanlar eyle ve bize nimetlerini tamamla."
Selef alimlerinden bazısı ayeti, yanlarında yazılı olarak bulunan Hz. Mu-hammed (s.a.)'in sıfatı ile ilgili bilgiyi cimrilik edip gizlemelerine hamletmiştir. O sebeple Allah Teâlâ: "Biz o kâfirlere hor ve hakir kılıcı bir azap hazırlamışız-dır" buyurmuştur.
Netice olarak cimriler iki kısımdır: Bir kısmı cimrilik yaparlar, Allah'ın kendi üzerlerindeki haklarını gizlerler. Bunlar yukarıda geçti. İkinci kısım cimrileri Kur'an-ı Kerim onların arkasından zikretmiştir. Onlar da mallarım insanlara gösteriş yapmak ve onların övgü ve saygılarını kazanmak için harcayan cimrilerdir.
Allah Teâlâ eli sıkı, zemmedilmiş cimrilerden bahsettikten sonra mallarını şöhret, nam, cömertlikle ün kazanmak için harcayan, verdiklerini Allah rızası, Allah'ın nimetlerine şükür, kulların hakkını itiraf etmek için sarfetmeyenleri zikretmiştir: "İnsanlaragösteriş için mallarını sarfederler."
Bir hadiste şöyle varid olmuştur: "Üç kimse vardır ki cehennem ateşi önce onlar için kızdırılır: Alim, gazî (savaşçı), malını harcayan. Bunlar gösteriş için amel etmişlerdir. Mal sahibi olan der ki: Oraya sarf edilmesinden hoşlanacağın hiç bir şey bırakmadım, senin yolunda malımı harcadım. Allah Teâlâ "Yalan söylüyorsun" der. Yani fiilin ile kastettiğin övgü karşılığını dünyada aldın.
İşte bu gösterişçiler, riyakârlar gerçek manada Allah'a da, kıyamet gününe de inanmazlar. Onları bu çirkin işe sevkeden, sahih bir şekilde ibadet ve taatten alıkoyan ise şeytandır. Onların gözünü boyamış, bu nevi kötü ve yakışıksız işleri allayıp pullayıp telkin etmiştir. Çünkü gerçek mümin riya ve gösteriş için değil, Allah için malını harcar, ebedî ve bakî olan kıyamet günü için çalışır. Bu riyakârlar ise şeytanın yoldaşlarıdır. Şeytan kendilerine telkinlerde bulunur, Allah için harcarlarsa fakir düşeceklerini söyler, onlara fuhşu, kötülükleri, münker ve dine aykırı şeyleri emreder. "Şeytan kime arkadaş olursa o ne kötü arkadaştır." Yani yaptıkları bu kötü, nahoş işlere onları sevk eden şeytanın vesvesesidir. Şeytan ne kötü bir arkadaş ve akıl hocasıdır! Riyakârların hali de şer açısından şeytanın halinden farklı değildir.
Burada kötü arkadaştan uzak durmaya, iyi ve salih arkadaş seçmeye de işaret olunmaktadır.
"Allah'a ve ahiret gününe iman edip de Allah'ın kendilerine verdiği rızık-lardan harcasalar ne zarar ederler?!" Manası şudur: Gerçekten Allah'a iman etseler, ebedî mükâfat ve saadetlere kavuşulması muhakkak olan ahiret gününe inansalar, Allah rızası için ve O'nun emirlerini yerine getirmek amacıyla kendilerine Cenab-ı Hakkın bahşettiği rızıklardan harcasalar onlara ne gibi bir zarar dokunur ki...
Şaşılacak bir durumda bulundukları içindir ki bu üslûp kullanılmıştır. Zira onlar amellerini ihlâs ve samimiyetle yapsalar, riyayı bırakıp ihlâsa sarılsa-lar, ahirette ameli güzel olanlara verilecek mükâfatları elde etmek için Allah'a iman etseler ve emirlerini yerine getirseler, dünya menfaatlerini kaçırmadıkla-n gibi ahiret sevaplarından da mahrum kalmazlar.
"Allah onları çok iyi bilendir." Yani Allah Teâlâ onların iyi ve kötü niyetlerini pek iyi bilmektedir. Onlardan kim ilâhî tevfîk ve desteğe lâyıksa ondan çok iyi haberdardır, onu hayırlara muvaffak kılar. Kim ilâhî destekten mahrum kalmaya, Allah'ın huzurundan kovulmaya lâyıksa onu da çok iyi bilir ve ondan yardımını çeker. Herkesin işlediği ve önceden yolladığı ameller ile hakettiği karşılığı verecektir. İhlâs ile amel edenlerin amelini asla unutmaz. Mümine düşen sadece amelini halisane, Allah rızası için yapmaktır. Allah Teâlâ onu görür, kabul buyurur ve hesabını ameline göre görür. [59]
Allah'ın Emirlerine Boyun Eğmeye Teşvik, O'na Muhalefet Ve İsyan Etmekten Sakındırmak
40- Şüphesiz ki Allah zerre kadar haksızlık (zulüm) etmez. (Zerre kadar) bir iyilik (hasene) olursa onu (onun sevabını) kat kat artırır. Kendi tarafından (ayrıca da) pek büyük bir ecir (sevap) verir.
41- Her ümmetten birer şahit, onların üzerine de seni (ey Rasulüm) bir şahit olarak getirdiğimiz zaman (o Yahudilerin, kâfirlerin, münafıkların halleri acaba) nice olur?
42- Kâfir ve o peygambere asi olanlar o gün, yer ile yeksan edilselerdi de Allah'tan bir sözü gizlememiş olsalardı temennisinde bulunacaklardır.
Açıklaması
Allah Teâlâ, kıyamet gününde yarattıklarından hiç kimseye bir hardal tanesi ya da zerre miktarı kadar dahi olsun zulmetmeyeceğini, bilakis şayet ha-sene ve sevabı varsa bunun tam olarak hem de kat kat fazlasıyla karşılığını vereceğini haber vermektedir. "Biz kıyamet gününe mahsus adalet terazileri (mizanları) koyacağız. Artık hiçbir kimse hiç bir şeyle zulme (haksızlığa) uğratıl-mayacaktır. (O şey) bir hardal tanesi kadar bile olsa onu getiririz (mizana koyarız). Hesapçılar olarak biz yeteriz." (Enbiya, 21/47). Cenâb-ı Hak, Lokman (a.s.)'dan haber vererek de şöyle buyurur: "Oğulcağızım, gerçekten (yaptığın iyilik veya kötülük) bir hardal tanesi kadar olsa bile, bir kaya içinde, veya göklerde, yahut da yerin içinde (gizlenmiş) olsa bile Allah onu getirir (meydana çıkarır, hesabını görür). Çünkü Allah Latiftir (ilmi en gizli şeyleri de içine alır, hak-kıyle haberdardır." (Lokman, 31/16).
Buhari ve Müslim'de geçen Ebu Saîd el-Hudrî'nin rivayet ettiği şefaat hakkındaki uzun hadiste Resulullah (s.a.) buyuruyor ki: "Allah azze ve celle buyurur: Dönün, hardal tanesi ağırlığı kadar kalbinde iman bulduğunuz kimseyi cehennem ateşinden çıkarın." Hadisin bir lafzında "Hardal tanesi ağırlığının en azının en azının en azı miktarda imanı olan kimseyi cehennem ateşinden çıkarın" denilmiştir. Melekler pek çok halkı cehennemden çıkarırlar. Ondan sonra Ebu Said isterseniz "Şüphesiz ki Allah zerre kadar haksızlık (zulüm) etmez..." ayet-i kerimesini okuyun, dedi.
Ayetin manası şöyledir: Cenab-ı Hak hiç kimsenin amelinin sevabından, ne kadar az olursa olsun, bir şey eksiltmez. Ve hiç kimseyi de haksız yere bir şeyden dolayı cezalandırmaz. Çünkü zulüm noksanlıktır. Allah Teâlâ ise bütün kemal sıfatlara sahip, her çeşit noksanlıktan münezzeh, yüce bir zattır.
Allah kendisini akıl, takdir ve ölçü kudretiyle donattıktan sonra bir günah (seyyie) işleyen kimse ancak kendi kendine yazık etmiş olur: "(Yoksa) Rabbin kullarına (zerrece) zulmedici değildir." (Fussilet, 41/46).
Ancak Allah Teâlâ, hiç kimsenin sevabından zerre kadar bile eksiltmemesi bir yana, bir hasene ve iyiliğin sevabını on katma, yedi yüz katına, daha da çok katına çıkarmakta; buna mukabil bir seyyie (günah) ve kötülüğün cezasını art-tırmamakta, sadece misli kadarıyla ceza vermektedir. "Kim (Allah'a) bir hasene (iyilik, güzellik) ile gelirse, işte ona bunun on katı vardır. Kim de bir seyyie (kötülük) ile gelirse bu, o miktardan başkasıyla cezalanmaz. Onlar (yani iyilik ve fenalık edenler) haksızlığa uğramazlar." (En'am, 6/160).
"Kendi tarafından (ayrıca da) pek büyük bir ecir (sevap) verir." Yani Allah Teâlâ iyilik edenin hasenatını kat kat arttırmakla iktifa etmez, ayrıca amellerinin karşılığı haricinde de pek çok sevaplar verir. O'nun fazl u keremi bol, ihsanları, lütuflan çoktur. O büyük ecir, cennettir. Rabbimiz Teâlâ'dan bizleri rızasına ve cennetine kavuşturmasını dileriz.
Verdiği sevabın nizamı ve işleyişi bu olunca Yüce Hâlık bazı insanların şaşılacak hallerine işaretle buyuruyor ki: Her ümmetten yaptıkları şeylere şahitlik edecek birer şahit getirdiğimiz zaman, bakalım şu Yahudiler ve diğer kâfirler ne yapacaklar? Bu şahitler "Ben içlerinde bulunduğum müddetçe üzerlerinde bir şahit idim." (Maide, 5/117) ayet-i kerimesinde belirtildiği gibi her ümmetin peygamberidir. İşte Ey Muhammed aleyhissalâtü vesselam, seni de şu yalanlayanlar üzerine şahit olarak getireceğiz. Abdullah b. Mesud (r.a.) rivayet ediyor. Resulullah'a (s.a.) Nisa suresini okudum. "Onların üzerine de seni bir şahit olarak getirdiğimiz zaman (onların hali) nice olur?" ayetine geldiğimde Resulullah (s.a.) ağladı ve "Bu kadar kâfi" buyurdu. Bu şahitliğin manası ümmetlerin amelleri peygamberlerine arzolunur, demektir.
Bu ayetin bir başka benzeri de şudur: "Böylece sizi (Ey Muhammed ümmeti) vasat (orta) bir ümmet kıldık, insanlara karşı şahitler olasınız, bu peygamber de sizin üzerinize tam bir şahit olsun diye". (Bakara, 2/143). Yani bu ümmet, izledikleri güzel yolları ve kendisine vahiy inen en son ümmet olması sebebiyle geçmiş ümmetler üzerine şahit ve peygamberlerin yolundan sapmaları hususunda aleyhlerinde bir hüccet, delil olacaktır. Rasul-i Ekrem (s.a.) de sîre-ti, hayatı ve istikameti sebebiyle, sünnetini, açtığı yolu terk edenler aleyhine delil olacaktır.
İşte o gün kâfirler ve Allah'ın rasulüne karşı gelenler toprağa defnedilip yeryüzünün kendileriyle birlikte dümdüz edilmesini temenni ederler. "Kâfir, keşke toprak olaydım der." (Nebe', 78/40).
Ve onlar Allah'tan hiç bir söz gizleyemezler. Çünkü vücutlarındaki kendi organları aleyhlerine şahitlik eder. Denilmiştir ki, ayetteki "vav" harfi hâl içindir. Yani yer altına gömülmeyi temenni ederler, Allah'tan hiç bir sözü gizleyemezler, "Rabbimiz olan Allah'a yemin ederiz ki biz müşrikler (eş tutanlar) değildik." (En'âm, 6/23) ayetinde belirtilen yalanı söyleyemezler. Zira onu söyledikleri ve şirk koştuklarını inkâr ettikleri zaman Allah Teâlâ ağızlarını mühürler, elleri ve ayakları da yalanlarını söyler, şirk koştuklarına dair aleyhlerinde şahitlik eder. Son derece zor duruma düştükleri için toprak altına gömülmeyi temenni ederler. [60]
Sarhoşken Namaz Kılmanın Haram Olması, Su Bulunmadığında Teyemmüm Etmek
43- Ey iman edenler, siz sarhoşken ne söyleyeceğinizi bilinceye ve cünüp iken de -yolcu olmanız hariç- gusül edinceye kadar namaza yaklaşmayın. Eğer hasta olur, ya bir sefer üzerinde bulunursanız, yahut sizden biriniz heladan gelirse, yahut da kadınlara dokunup (cinsî ilişkide bulunup) da su bulamazsanız o zaman temiz bir toprağa teyemmüm edin, yüzlerinize ve ellerinize sürün. Şüphesiz Allah affedici, çok mağfiret edici, yarhğayıcıdır.
Nüzul Sebebi
"...namaza yaklaşmayın" ayeti ile ilgili olarak Ebu Davud, Tirmizî, Nesâî ve Hâkim, Hz. Ali (r.a.)'nin şöyle dediğini rivayet ediyorlar: Abdurrahman b. Avf bir yemek hazırlayıp bizleri davet etti. Sofrada şarap da sunuldu. İçtiğimiz içki başlarımızı döndürdü. Namaz vakti geldi, beni imamlığa geçirdiler. Namazda "Kâfinin" suresini okurken "De ki: Ey kâfirler, ben sizin tapmakta olduklarınıza tapmam." (Kâfirûn, 109/1-2) ayetlerinden sonra (yanlışlıkla) "Biz sizin tapmakta olduklarınıza taparız" dedim. Bunun üzerine Allah Teâlâ "Ey iman edenler, siz sarhoşken ne söyleyeceğinizi bilinceye kadar namaza yaklaşmayın" ayetini indirdi.
İbni Cerîr'in Hz. Ali (r.a.)'den rivayetine göre ise o gün imam olan Abdurrahman idi, namaz da akşam namazıydı. Olay henüz şarap ve içki haram kılınmadan önce geçmiştir.
"Teyemmüm edin" ayeti ile ilgili olarak da el-Firyâbî, İbni Ebî Hatim ve İbnü'l-Münzir, tahric ediyorlar. Hz. Ali demiştir ki: "...ve cünüp iken..." ayeti misafir (yolcu) hakkında inmiştir. Yolculukta cünüp olursa (ve su bulamazsa) teyemmüm ederek namazını kılar.
İbni Merdûueyh, el-Elsa b. Şüreyk'ten tahric ediyor: Demiştir ki: Resulullah (s.a.)'ın devesini ben eğerlerdim. Soğuk bir gece cünüp oldum. Soğuk su ile yıkanırsam öleceğimden veya hasta düşeceğimden korktum. Durumu Resulullah (s.a.)'a söyledim. Bunun üzerine Allah Teâlâ "...sarhoşken namaza yaklaşmayın..." ayetinin tamamını indirdi.
Buharî ve Müslim, Mâlik hadisini zikrederken Hz. Aişe (r.a.)'nin şöyle dediğini rivayet ederler: "Bir seferinde Rasul-i Ekrem (a.s.) ile beraber biz de çıktık. Beydâ veya Zâtü'l-Ceyş'te (Medine yakınında bir vadinin ismi) iken gerdanlığım kayboldu. Aranması için Resulullah (s.a.) ve ona tabi olarak da insanlar bir süre orada kaldılar. Bir su kaynağı yakınında olmadıkları gibi yanlarında da su bulunmuyordu. Allah Teâlâ o zaman teyemmüm ayetini indirdi ve teyemmüm ettiler. Bunun üzerine Ensarm ileri gelenlerinden Üseyd b. Hudayr "Ey Ebubekir ailesi, bu sizin (sebebinizle gönderilen) ilk bereketiniz değil zaten" dedi. Bir rivayet de: "Allah sana rahmet etsin Ey Aişe! Ne zaman başıma hoşlanmadığım bir şey gelse mutlaka Allah Teâlâ o hususta müslümanlara bir kolaylık, çıkış yolu ihsan ediyor" şeklinde gelmiştir. Hz. Aişe diyor ki: Benim bindiğim deveyi kaldırdığımızda bir de baktık ki gerdanlığım onun altında imiş." [61]
Anlaşılan o ki, ayetin baş tarafı şarap olayı dolayısıyle, geri kalanı yolculuk hadisesi hakkında indirilmiştir. Cumhur, ayetin el-Muraysi' gazvesi sırasında indiği görüşündedir. [62]
Açıklaması
Allah Teâlâ mümin kullarına ne dediğini bilemeyecek hale düşüren sarhoşluk durumunda namaz kılmayı, cünüp olan kişiye namazın eda edildiği yerler olan mescitlere yaklaşmayı yasaklamaktadır. Tabiî bu hüküm şarap, içki haram kılınmadan önceki döneme aittir.
Bu yasak etkili oldu. Ashab-ı kiram yasağı sarhoşken namaza yaklaşmanın yasak olduğu şeklinde anladılar. O sebeple yatsı namazı sonrasına kadar sarhoşluk veren içki içmekten imtina ediyor, yatsıyı kıldıktan sonra içiyorlardı. Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a.) "Allahım şu içki hakkında bize şâfi ve kâfi bir açıklama yap" diye dua etti. Peşinden Maide süresindeki ayet nazil oldu. "Ey iman edenler, içki, kumar, (tapınmaya mahsus) dikili taşlar, fal okları ancak şeytanın amelinden bir murdardır. Onun için bunlardan kaçının ki saadete ere-siniz." (Maide, 5/90). Ve içkiyi tamamen bıraktılar.
Ayetin manası şöyledir: Ey müminler, sarhoş haldeyken, namazda ne dediğinizi bilinceye kadar namaz kılmayın. Bu hüküm, içki ve sarhoşluğun kesin olarak haram kılınmasına bir hazırlıktı. Ayet, içkinin haram kılınmasında takip edilen yoldaki adımların üçüncü safhasında inmiştir.
Müfessirlerin çoğu, namazın gerçek manası üzerinde baki olduğu hususunda ittifak etmiştir. Denmek isteniyor ki: Namaz kılmak istediğiniz zaman sarhoş olmayın. Sarhoş haldeyken veya yolculuk hali dışında cünüp olduğunuz zaman gusledinceye kadar namaz kılmayın. "Eğer hasta olursanız..." cümlesinden önce bu hükmün zikredilmesi ise su bulunmadığında hükmün açıklanmasına terğib ve teşvik olur. "Ne söyleyeceğinizi bilinceye kadar" cümlesi de bu görüşe delâlet etmektedir. Yani bizzat namaza yaklaşmayın, demektir. Çünkü namazda Kur'an ayetleri, dua ve zikirler bulunmakta, hepsi de uyanıklık, idrak ve aklî güçlerin kamilen mevcut olmasını gerektirmektedir.
Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mes'ud, İmam Şafiî ve Hasan-ı Basrî (r. an-hum) kelâmda muzâf olan kelimenin hazfedildiği görüşündedirler ki bu yaygın bir mecazdır. Murad, namaz kılman yerlere yani mescitlere yaklaşmayın demek olur. "Allah bazı insanları bazısı ile defetmeseydi içlerinde Allah'ın adı çok anılan manastırlar, kiliseler, havralar (salavât) ve mescitler muhakkak yıkılıp giderdi." (Hac, 22/40) ayetindeki "salavat (namazlar, dualar)" kelimesinin İbni Abbas'm dediği gibi Yahudi ibadethaneleri diye tefsir edilmesi de bunu göstermektedir. Yoksa "yolcu olmanız hariç" istisnası sahih olmaz. 'Yolcu olmanız hariç" cümlesi ile
"Eğer hasta olur, ya da bir sefer üzerinde bulunursanız" cümlesi arasında tekrar olmaması için "namaz (salat)" lafzını mescid olarak tabir etmeyi uygun bulduk.
Fukahanm, cünüp kişinin mescitten geçmesi hakkındaki hükümde ihtilâf etmesi işte buradan kaynaklanmaktadır. İkinci görüşe göre, cünübün mescitten beklemeksizin çabucak geçmesi caizdir; ama geçmek durumu dışında mescide girmesi haramdır.
Birinci görüşe göre ise ayet, cünübün mescide girmesinin haram olduğuna delil değildir. O hüküm Hz. Aişe (r.a.)'nin rivayetinde olduğu gibi başka delillere dayanır. Hz. Aişe diyor ki: Resulullah (s.a.) geldiğinde ashabının evlerinin kapıları mescide açılıyordu. "Bu evlerin kapılarını mescitten çevirin" buyurdu ve evine girdi. Ancak kendilerine bir ruhsat ve izin iner ümidiyle insanlar bir şey yapmadılar. Bir müddet sonra Peygamberimiz dışarı çıkınca emrini tekrarladı: "Çevirin bu evlerin kapılarını. Şüphesiz ki ben cünübe ve hayızlı kadına mescide girmeyi helâl kılmıyorum." Hz. Peygamber (s.a.) hayatının sonunda sadece Hz. Ebubekir (r.a.)'in küçük kapısını bundan hariç kılmıştır.
Allah Teâlâ, yolcu olma hali dışında cünüp iken gusledinceye kadar namaza yaklaşmama emrinden sonra bu ayette ve Maide süresindeki "Ey iman edenler, namaza kalkacağınız zaman yüzlerinizi yıkayın." (5/6) ayetinde teyemmümü gerektiren dört sebep zikretmektedir: Hastalık, yolculuk, hades (helaya gitmek), kadınlarla temas. Bu sebeplerden birisi bulununca yeryüzündeki tertemiz bir toprağa yönelin, ondan yüzlerinize ve cumhura göre dirseklere kadar, İmam Malik'e göre bileklere kadar ellerinize sürün, sonra da namaz kılın.
Özür sahiplerine tanınan teyemmüm ruhsatı budur. Bu ruhsat ve kolaylığın sebebi Allah Teâlâ'nın çok affedici, çok mağfiret edici, günaları örtücü oluşudur. Yani Rabbiniz daima affedici, kolaylık sağlayıcıdır, günahların cezasını da kapatır, ceza vermez.
Dikkat edilirse suyun bulunmaması kaydı "yahut sizden biriniz heladan gelirse, yahut da kadınlara dokunup da" cümlesine aittir. O takdirde özürler üç tane oluyor: Yolculuk, hastalık, ikamet halinde su bulamamak. Hades (abdest-sizlik) haline gelince, o hususta zaten söze gerek yoktur. Burada kelâm teyemmümü mubah kılan özürler hakkındadır. Sadece su bulunmaması durumu gerçek sebeptir. Yolculuk, teyemmüm hususunda tek başına kâfi bir özürdür, su bulunsun ya da bulunmasın. [63]
Yahudilerin İşleri Ve Tasarrufları
44- Kendilerine Kitap'tan (Tevrat'tan) bir nasip verilmiş olanlara bakmadın mı? Onlar sapıklığı satın alıyorlar ve sizin de (hak) yoldan sapmanızı istiyorlar.
45- Allah, sizin düşmanlarınızı çok iyi bilendir. Ve Allah size dost olarak da yeter, yardımcı olarak da yeter.
46- Yahudi olanlardan kimisi kelimeleri (Allah tarafından) konuldukları yerlerinden (kaldırıp) değiştirirler ve dillerini eğerek bükerek, dine de saldırarak (sana) derler ki: "(Eh) dinledik, (fakat) isyan ettik. İşit, işitmez olası, râ-inâ." Eğer onlar: "Dinledik, itaat ettik. İşit, bize bak" deselerdi elbet kendileri için daha iyi ve daha doğru olurdu. Fakat Allah, kendi küfürleri yüzünden onlara lanet etmiştir. Artık onlar, birazı hariç olmak üzere, iman etmezler.
Nüzul Sebebi
Ayet-i kerimeler Medine Yahudileri hakkında indirilmiştir. İbni İshak diyor ki: Rifâa b. Zeyd b. et-Tâbût, Yahudi ileri gelenlerinden idi. Resulullah ı a.s.) ile konuşurken dilini eğip bükerek: "Ey Muhammed, kulağını bize iyi ver" dedi, sonra da İslâm'a dil uzattı, tenkit etti. Bunun üzerine Allah Teâlâ onun hakkında "Kendilerine Kitap'tan (Tevrat'tan) bir nasip verilmiş olanlara bakmadın mı?" ayetini indirdi.
Müfessirler de diyor ki: Yahudi alimlerinden biri olan Kâ'b b. el-Eşref, Uhud Savaşından sonra Yahudilerden yetmiş binekli kişi ile Mekke'ye doğru yola çıktı. Resulullah (s.a.)'a gadretmek üzere Kureyş ile anlaşma yapmak, kendileriyle Rasul-i Ekrem (s.a.) arasındaki muahedeyi bozmak istiyorlardı. Kâ'b, Ebu Süfyan'm evine, Yahudiler de Kureyşlilerin evlerine misafir oldular.
Ebu Süfyan KâVa "Sen kitap okuyan alim bir adamsın. Biz ise ümmiyiz, pek bilgimiz yok. Hangimizin yolu daha doğru, hakka daha yakın, bizim mi, Muhammedin mi?" dedi. Kâ'b "Bana dininizi bir arz edin bakayım" diye cevap verdi. Ebu Süfyan şunları söyledi: Biz hacılar için besili büyük develerden kurban ederiz, onların su ihtiyaçlarını karşılarız, misafiri ağırlarız, esiri salıveririz, akrabalık bağlarını koruyup gözetiriz, Rabbimizin evini imâr eder onu tavaf ederiz. Bizler bu mukaddes Harem'in ehliyiz. Muhammed ise atalarının dinini terk etti, akrabalık bağlarını kopardı. Harem'i bırakıp gitti. Bizim dinimiz daha eski, Muhammed'in dini ise yenidir. Bunun üzerine Ka'b: "Vallahi siz onun üzerinde bulunduğu dinden daha doğru bir yoldasınız" dedi. İşte Allah Teâlâ da Ka'b ve beraberindeki arkadaşlarını kastederek: 'Yahudi olanlardan kimisi kelimeleri (Allah tarafından) koyuldukları yerlerinden (kaldırıp) değiştirirler..." ayetini bu hadise sebebiyle indirdi.[64]
Açıklaması
Ey Muhammed aleyhisselâm! Kendilerine ilâhî bir kitap olan Tevrat'tan bir kısım verilmiş olan şu kimselere bakmadın mı? Hidayet karşılığında dalâleti satın alıyorlar, kâfirliği imana tercih ediyorlar, Allah'ın peygamberine indirdiğinden yüzlerini çeviriyorlar, ellerinde bulunan yalan söylemek, insanlara eziyet vermek, faiz (riba) yemek hakkındaki hükümleri, geçmiş peygamberlerin Hz. Muhammed (s.a.)'in sıfatına dair verdikleri bilgileri terk ediyorlar. Kendilerinin icat ve uydurması olan bir takım dinî gelenek ve tapınma şekilleri ile az bir dünya menfaati sağlamaya çalışıyorlar. Ey müminler, onlar sizin de kendileri ile beraber hak yoldan sapmanızı ve size indirilenleri inkâr etmenizi üzerinde bulunduğunuz hidayet ve faydalı Kur"an ilmini bırakmanızı istiyorlar. Ey müminler, Allah Teâlâ sizin düşmanlarınızı en iyi bilen olduğu için sizi onlardan sakındırıyor. Size dost olarak Allah yeter. Sizi onlardan korur, işlerinizi yürütür. O kendisine sığınanın kale gibi koruyucusudur. O, kendinden yardım dileyene de yardımcı olarak yeter. Onların şerrini sizden defeder. İşte o yüce Rabbiniz daima sizi hakkınızda en hayırlı olana, kurtuluşunuz bulunan hususlara yöneltir. Ve O düşmanlarınıza karşı salih amele ve hidayete muvaffak kılarak size yardım eder de zafer için gerekli olan yardımlaşma, güçlü savaş aletlerini hazırlama gibi sebepleri gerçekleştirirsiniz. Ondan başkasından dostluk ve yardım talep etmeyin.
Onların Tevrat'tan amel ettikleri kısım kaybettikleri ve unuttukları kısma aittir. Amel etmeyi terk ettikleri hükümler ise yanlarında geriye kalan kısımdandır.
Sonra Allah Teâlâ "Yahudi olanlardan kimisi de..." cümlesiyle, kendilerine kitap verilenlerden maksadın Yahudiler olduğunu beyan ediyor. "Min" harfi burada cinsi beyan için olup, "O halde murdardan (yani putlardan)... kaçının." (Hac, 22/30) ayetindeki gibidir. Onlar öyle bir kavimdir ki Allah'ın Tevrat'ta indirdiği kelimeleri asıl konuldukları yerlerden kaldırıp değiştirirler. Bunu da ya kelimeleri asıl konuldukları başka bir manaya çekerek yaparlar; Rasul-i Ekrem (s.a.) hakkındaki müjdeleri, Mesih hakkındaki haberi başka bir şahsa yorumlayıp bugüne kadar onu beklemeye devam edişleri gibi. Yahut da bu tahrifi kitaptaki bir kelime veya cümleyi bulunduğu yerden başka bir yere naklederek yaparlar. Nitekim Musa aleyhisselâmdan rivayet edilen ayetlere uzun bir müddet sonra yazılmış sözler karıştırdıkları gibi diğer bazı peygamberlerin sözlerine de başka insanların sözlerini katmışlardır. Bu ilâve ve karışıklıkları, kendilerinin de itiraf ettiği gibi kaybolan Tevrat yerine bugünkü Tevrat'ı ortaya koyanlar yapmışlardır.
Bu tahrifat ile iddialarına göre ıslah gayesi güdüyorlardı. Bunun kaynağı şuydu: Hz. Musa (a.s.)'m yazdığı asıl nüshanın kaybolmasından sonra yanlarında dağınık Tevrat yaprakları bulunuyordu. Bunları bir araya getirmek istemişlerdi. O esnada da birçok ilâve ve tekrarları katmışlardı. Bu tarihî gerçekleri Hintli Rahmetullah Efendinin Izhâru'l-Hak adlı kitabında yaptığı gibi güvenilir, araştırıcı tarihçiler ispat etmişlerdir.
O Yahudiler Peygamberimiz (s.a.)'e sözünü işittik, emrine isyan ettik, diyorlardı. Mücahid der ki: Yahudiler Resulullah (s.a.)'a "Sözünü işittik, fakat sana itaat etmeyiz", dediler. Aynı zamanda Hz. Peygamber (a.s.)'e duydukları haset ve kinden ötürü "İşit, işitmez olası!" diyorlardı. Edep gereği "Kötü söz duymayasın" diyecekleri yerde "Allah sana işittirmesin" veya "duan dinlenmemek, senden kabul edilmemek üzere" manasına sözlerle O'na beddua etmiş oluyorlardı.
Aynı şekilde bir de "râinâ" derlerdi. Ruûnet, yani ahmaklık, gayr-ı ciddilik kelimesinden ism-i fail olarak kullanırlardı. Bu kelime "bize bak, bize mühlet tanı" manasına kullanılacak yerde lisanlarındaki sövme ve dil uzatma manasına gelen râînâ'dan gelme de olabilir. Allah Teâlâ ise "Ey iman edenler, "râinâ" demeyin, "unzurnâ (bize bak) deyin." (Bakara, 2/104) ayetiyle müminleri bu kelimeyi kullanmaktan menetmiştir.
İşte Yahudiler ya meclisinde, ya da kendisinden uzakta iken Resulullah s.a.) Efendimize karşı duydukları haset ve kin sebebiyle veya alay etmek, eğlenmek amacıyla bu üç suçu da işlemişlerdir. İki manaya gelme ihtimali de bulunan bir söz kullanırlar, ama onunla saygı, hürmet, değer vermek manasını değil, tahkir etme, küfretme manasını kastederlerdi. Dillerini eğip bükerler, dillerini evirip çevirip sözü hayır manasına gelmekten şer ve sövme manasına döndürürlerdi, İslâm'a dil uzatarak saldırırlardı. "Râinâ" sözleriyle "kulağını bize ver" demek istiyormuş gibi yaparlar, fakat gerçekte Peygamberimiz (s.a.)'e dil uzatarak ahmaklık manasını kastederlerdi. Bu ise adiliğin ve batıl üzerindeki cüretkârlığın en son derecesidir.
"Essâmü aleyküm" diye selâm vermeleri de dillerini eğip bükmeleri cür-mündendir. "Es-sâmü", ölüm manasınadır. Yani "selâm size" demek ister gibi yaparlar, "ölüm size" manasına dillerini kıvırtırlardı. Rasul-i Ekrem (s.a.) Hazretleri de bu maksatlarını bildiği için cevapta sadece "ve aleyküm (= size de)" yani herkes ölecektir, derdi.
İbni Atıyye (öl. 541 H/1147 M.) der ki [65]: Bu, şimdiki Yahudilerde de mevcuttur. Çocuklarını buna göre yetiştirdiklerini, müslümanlara hitap ederken görünüşte saygı ifade eden kelimeleri nasıl hakaret manası kestederek kullanacaklarını ezberlettiklerini müşahede etmekteyiz.
Sonra Hak Teâlâ örnek bir hitap şekline tevcih ederek buyuruyor ki: Eğer onlar "Dinledik, itaat ettik, sen de bizim dediğimizi dinle, bize mühlet ver, acele etme ki dediklerini iyi anlayabilelim" demiş olsalardı, taşıdığı faydalı ve edepli üslûptan dolayı kendileri için daha hayırlı ve önceki söylediklerinden daha doğru olurdu.
Sonra Allah Teâlâ onların bu yakışıksız tasarruflarının sonucunu zikretmiştir: Allah'ın rahmetinden kovulmak, artık ebediyen hayra muvaffak olamamak. Hak Teâlâ onların lanete uğramalarına, ilâhî yardımdan yoksun kalmalarına inkârlarının sebep olduğunu belirtmektedir. Zira küfür, inkâr genel olarak tefekkürden, hitap ederken edep ve nezaket göstermekten alı-kor. İşte öyle kimseler iman etmezler, etseler de değer verilmeyecek derecede az ve basit şekilde bir imanları vardır. Kalpleri hayırlardan uzaktır, nasipsizdir. Faydalı olabilecek bir iman onların gönlüne girmez. İman da bulunmayınca ameli düzeltme, aklı yükseltme, ruhu yüceltme hususunda hiç bir ümit kalmaz. [66]
Ehl-I Kıtab'a Kur'an'a İman Etmelerinin Emredilmesi Ve Lanet İle Tehdit Olunmaları
47- Ey kendilerine Kitap (Tevrat) veriri lenler, yanınızdaki (kitap)ları tasdik edici olmak üzere indirdiğimiz edici olmak üzere indirdiğimiz
(Kur'an-ı Kerim)'e biz bir takım yüzleri süip ve belirsiz edip de enselerine çevirmezden, yahut cumartesi yaranına ettiğimiz lanet gibi kendilerini de lâ- netlemezden evvel iman edin. Allah'ın emri yerine gelecektir.
Nüzul Sebebi:
İbni İshâk, İbni Abbas (r.a.)'tan tahric ediyor: Resulullah (s.a..), aralarında Abdullah b.Sûriyâ, Kâ'b b. Esed'in de bulunduğu Yahudi alimlerinin reisleri ile konuşurken onlara dedi ki: Ey Yahudiler topluluğu! Allah'tan korkun da müslüman olun. Allah'a yemin olsun ki sizler benim getirdiğim dinin hak olduğunu çok iyi bilmektesiniz. Fakat onlar "Bilmiyoruz ya Muhammed" diyerek bildiklerini inatla inkâr ve küfürde kalmakta ısrar ettiler. İşte Allah Teâlâ onlar hakkında bu ayeti indirdi: "Ey kendilerine Kitap verilenler, yanınızdaki (kitap)ları tasdik edici olmak üzere indirdiğimiz (Kur'ân-ı Kerim'e) iman edin." [67]
Açıklaması
Ayet-i kerime öncesi ile bağlantılıdır. Kitaplarının bazısını tahrif etmek, diğer bir kısmını da kaybetmek suretiyle hidayet karşılığında dalâleti, sapıklığı satın almalarından sonra Ehl-i Kitap önünde emel kapısını açmak için varit olmuştur. Çünkü kendi kitapları da bildikleriyle ameli ve Kur"an'a iman etmeyi onlara lâzım kılmaktadır. Tevrat'a iman etmeleri, onu tasdik eden kitaba da imanı icap ettirir.
Allah Teâlâ, Ehl-i Kitap olan Yahudi ve Hristiyanlara, Peygamberimiz s.a.)'ine indirdiği Kur'ân-ı Mecid'e iman etmelerini emrediyor. Kur'ân-ı Kerim, şimdiki durumda almış olduğu şekilde değil sahih olan ilk esaslarda kendinden önce geçen semavi kitapları tasdik edici olarak gelmiştir. Allah'ın bir olduğunu takrir, şirki red, açık ve gizli fuhuş ve kötülükleri terk, Yahudilerin ellerindeki kitapta bulunan Hz. Muhammed'in peygamberliğinin müjdelenmesi ile ilgili haberleri tasdik etmek gibi. Bunlar bütün semavî dinlerin esasları ve temel amaçlarıdır.
Kitaplarının bir kısmını yitirmiş, diğer bir kısmını da yakmış oldukları halde, Kur'ân-ı Kerim onlara, Kur"an'a iman etmeye çağıracak, aleyhlerine olarak kusurlarını ve cezayı hak ettiklerini tescil edecek şekilde "kendilerine Kitap verilenler" diye hitap ediyor.
Bütün semavî dinlerin tevhid, şirki red, güzel ahlâk ile bezenmek, fuhuş ve kötülüklerden uzaklaşmak gibi genel esaslarda ittifak eder oluşu bunları imana çağıran hususlardandır.
Kur'an-ı Kerim İbrahim, Nuh, Davud, Süleyman, Musa, İsa ve öteki peygamberlerin (aleyhimüsselâm) peygamberliklerini tekit etmiştir. O halde nasıl oluyor da bu peygamberlerin tabiîleri Kur*an'a ve Muhammed aleyhisselâm'm peygamberliğine hem de onların yanındaki kitabı tasdik ederek ve tevhid esasına dayalı Hz. İbrahim milletine (dinine) muvafakat edici olarak geldiği halde iman etmiyorlar?
Habibim onlara de ki: İndirdiğimize inanın. Semadan indirilmiş bütün kitaplar aynı kaynaktan gelmektedir, tek bir gayeleri vardır.
Sonra Allah Teâlâ onları, böyle yapmadıkları takdirde yüzlerini silip belirsiz ederek enselerine çevirmek, yüzdeki göz ve diğer organları imha etmekle yahut da Yahudilerden cumartesi yârânmı helak ettiği, maymun ve domuz suretine çevirerek helak etmek ya da suret ve şekillerini değiştirmekle tehdit etmiştir.
Cumartesi yârânı: Hile yoluyla cumartesi günündeki avlanma yasağını çiğneyenler demektir. Bunlar sahillere havuzlar yapmışlardır. Deniz kabarınca suyla beraber balıklar da havuzlara girerdi. Adamlar cuma günü havuzların kapaklarını kapatırlar, cumartesi günü deniz suyu çekilirken balıklar havuzdan çıkamayıp kalırlardı ve pazar günü yasak olmadığı için balıkları havuzlardan tutarlardı.
"Allah'ın emri yerine gelecektir." Yani O'nun "ol der, oluverir" demek olan herhangi bir şeyin vuku bulması hakkındaki tekvin emri, mutlaka geçerlidir. O bir şey emredince ona karşı gelinmez, engellenemez; o halde O'nun tehdidinden sakının, cezasından korkun. Emirden maksat, yapılmasını emrettiği şeydir, onu ne zaman isterse, var kılar, gerçekleştirir, demektir.
İbni Abbas diyor ki: Allah Teâlâ, kendisinin hükmünü geri çevirecek, emrini bozacak kimse yoktur, manasını murad etmektedir. Onlara inanmayanlarsa iki işten biri vaki olacaktır. Nitekim vahyin inmekte olduğu devirde bu ilâhî tehditler gerçekleşmiş, Beni Nadir Yahudileri hıyanetleri sebebiyle zelil olup Medine'den sürülmüşler, Beni Kurayza Yahudileri düşmanla işbirliği yapmaları dola-yısiyle helak edilmişlerdir. Hadiseler hissî, gözle müşahede edilen işler olarak kabul edilirse, bu da tams'm (silmenin) ve geriye (enselerine) çevirmenin manasıdır.[68]
Allah Tealâ'nın Mağfiret Ettiği Ve Etmediği Şeyler
48- Şüphesiz ki Allah, kendisine şirk koşulmasını mağfiret etmez. Ondan başkasını, dileyeceği kimseler için mağfiret eder. Kim Allah'a şirk koşarsa muhakkak pek büyük bir günah ile iftira etmiş olur.
Nüzul Sebebi
İbni Ebî Hatim ve Taberî'nin tahric ettiklerine göre Ebu Eyyüb el-Ensârî şöyle demiştir: Bir adam Rasul-i Ekrem (s.a.) Hazretlerine gelerek dedi ki: Benim bir amcaoğlum var, haramdan vazgeçmiyor. Peygamberimiz "Dini nedir?" diye sorduğunda, "Namaz kılıyor, Allah'ı bir tanıyor" dedi. "Ondan dinini sana hibe etmesini iste. Kabul etmezse satın al" buyurdu. Adam da gitti, ondan böylece talep etti; fakat amcaoğlu buna razı olmadı. Adam Resulullah (s.a.)'a döndü, olanı haber vererek "Kendisini dinine karşı düşkün buldum" dedi. Bunun üzerine "Şüphesiz Allah, kendisine şirk koşulmasını mağfiret etmez. Ondan başkasını dileyeceği kimseler için mağfiret eder" ayet-i kerimesi indi. [69]
Açıklaması
Allah Teâlâ kendisine şirk koşulmasını mağfiret etmeyeceğini, yani kendisine şirk koşmuş olarak kıyamette karşısına çıkacak kulunu yarlıgamayacağ-ını haber vermektedir.
Buradaki şirkten maksat, Yahudiler ile başkalarının küfürlerini de içine alan mutlak kâfirliktir. Yüce Allah, şirkten daha aşağı derecedeki günahları, dilediği kullar için affeder. Allah'a şirk koşan kimse gerçekten pek büyük bir günah işlemiştir.
Taberî diyor ki: Bu ayet açıkça ortaya koyuyor ki her büyük günah sahibinin işi Allah Teâlâ'nın dilemesine kalmıştır: Dilerse onun günahını affeder, dilerse o yüzden cezalandırır. Ancak bu büyük günah Allah'a şirk koşmak olmamalıdır. Bazı müfessirler ise şöyle demektedir. O noktayı Hak Teâlâ, "Eğer yasak edildiğiniz büyük (günah)lardan kaçınırsanız sizin (öbür) kabahatlerinizi örteriz." (Nisa, 4/31) ayetiyle beyan etmiştir. Burada büyük günahlardan kaçınanların küçük günahlarını affetmek istediğini, büyük günahları işleyenlerin küçük günahlarını affetmeyeceğini bildirmektedir. Kanaatimce Taberî'nin görüşü daha açıktır.
Bu ayet-i kerime "De ki: Ey kendilerinin aleyhinde (günahta) haddi aşanlar..." ayetini tahsis etmekte, sınırlamaktadır. İbnu'l-Münzir, Ebu Miclez'den tahric ediyor: "De ki: Ey kendilerinin aleyhine (günahta) haddi aşanlar. Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Çünkü Allah bütün günahları mağfiret eder. Şüphesiz ki O, çok mağfiret edicidir, çok esirgeyicidir." (Zümer, 39/53) ayet-i kerimesi inince Nebiy-yi Muhterem (s.a.) minbere çıktı, ayeti insanlara okudu. Bir adam kalkıp "Allah'a şirk koşmak (hususu da dahil mi)" dedi. Hz. Peygamber sükût etti. Adam tekrar kalkıp, "Ey Allah'ın elçisi, Allah Teâlâ'ya şirk koşmak (da öyle mi?)" dedi. Hz. Rasul-i Ekrem iki veya üç kere sükût etti. Bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu.
Tirmizî, Hz. Ali (r.a.)'den onun şöyle dediğini tahric ediyor: Kur'an-ı Ke-rim'de en çok şu ayeti severim: "Şüphesiz ki Allah kendisine şirk koşulmasını mağfiret etmez. Ondan başkasını, dileyeceği kimseler için mağfiret eder (yarlı-ğar)."[70]
Ehl-i Kitabın Başka İşlerinden Örnekler Ve Karşılıkları
49- Kendilerini temize çıkaranları görmedin mi? Öyle değil, Allah kimi dilerse onu temize çıkarır. Onlar fetîl kadar bile haksızlık görmezler.
50- Bak Allah'a karşı nasıl olmadık yalan düzüyorlar? Bu, apaçık bir günah olarak (onlara) yeter.
51- Bakmadın mı şu kendilerine Ki-tap'tan biraz nasip verilenlere? Kendileri puta, şeytana inanıyorlar, diğer kâfirler için de; "Bunlar iman edenlerden daha doğru bir yoldadır" diyorlar.
52- Bunlar Allah'ın kendilerine lanet ettiği kimselerdir. Allah kime lanet ederse artık ona hakiki hiç bir yardımcı bulamazsın.
53- Yoksa onların (yer yüzünün) mülkü (ve saltanatın)'dan bir hissesi mi var? Fakat öyle olsaydı insanlara bir nakîr'i (çekirdeğin arkasındaki minik bir tomurcuğu) bile vermezlerdi.
54- Yoksa onlar Allah'ın fazl u kereminden insanlara verdiği şeylere (bol nimetlere) karşı haset mi ediyorlar? Biz, gerçekten İbrahim ailesine de kitap ve hikmet vermişizdir. Onlara (başkaca) büyük bir mülk (ve saltanat) da bahşettik.
55- İşte onlardan kimi ona iman etti, kimi de ondan yüz çevirdi. Çılgın bir ateş olarak cehennem yeter (bunlara).
Nüzul Sebebi
"Kendilerini temize çıkaranlar" 49. ayetin nüzul sebebi ile ilgili olarak İbni Ebî Hatim, İbni Abbas'tan tahric etmiştir. Yahudiler çocuklarını öne çıkararak onlarla dua eder, kurbanlarını sunarlardı ve kendilerinin kusur ve günahlarının bulunmadığını iddia ederlerdi. Bunun üzerine Allah Teâlâ "Kendilerini temize çıkaranları görmedin mi?" ayetini indirdi. İbni Cerir de benzer bir rivayeti İkrime, Mücahid, Ebu Mâlik ve başka ravilerden naklet-
miştir:
el-Kelbî der ki: Ayet bazı Yahudiler hakkında nazil olmuştur. Bunlar çocukları ile birlikte Resulullah'a (s.a.) gelerek: "Ya Muhammed, şu çocuklarımızın günahı olabilir mi?" diye sordular. O da hayır, dedi. Bu cevabı alınca dediler ki: Kendisi adına içtiğimize yemin ederiz ki bizler de bu çocukların durumundayız. Gündüz işlediğimiz hiç bir günah yoktur ki geceleyin bizden silinip gitmesin. Yine gece işlediğimiz hiçbir günah yoktur ki gündüz bizden silinmesin. Kendilerini temize çıkarmaları işte budur.
Hasan-ı Basrî ile Katâde şöyle diyorlar: Bu ayet Yahudiler ve Hristiyanlar hakkında "Bizler Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz" (Maide, 5/18) ve "Cennete ancak Yahudi veya Nasranî (Hristiyan) olanlar girecektir." (Bakara, 2/111) dedikleri vakit inmişti.
"Bakmadın mı şu kendilerine Kitap'tan bir nasip verilenlere?" 51. ayetin nüzul sebebi ile ilgili olarak İmam Ahmed ve İbni Ebî Hatim, İbni Ab-bas'ın şöyle dediğini rivayet ederler: Ka'b b. el-Eşref Mekke'ye geldiğinde Kureyşliler dediler ki: Şu kavminden ve bizden daha hayırlı olduğunu iddia ederek uzaklaşıp alâkasını koparana bakmaz mısın? Halbuki bizler hacılara sahip çıkıyoruz, Kabe'ye hizmet ediyoruz, hacıların su ihtiyacını sağlıyoruz. Ka'b "Siz daha hayırlısınız" dedi. Bunun üzerinde haklarında şu ayetler indi:
"Doğrusu sana kin tutan, (asıl) zürriyetsiz (ve adı sanı ortadan kalkacak) olan odur." (Kevser, 108/3) ayeti ve "Bakmadın mı şu kendilerine kitaptan biraz nasip verilenlere?..." (Nisa, 4/51-52) ayetleri.
İbni İshak, İbni Abbas (r.a.)'m şöyle dediğini nakleder: Kureyş, Gatafan ve Beni Kureyza'dan gurupları Hz. Nebiy-yi Ekrem'e karşı savaşmak için bir araya getirenler Huyeyy b. Ahtab, Sellâm b. Ebi'l-Hukayk, Ebu Râfi', er-Rabî' b. Ebi'l-Hukayk, Ebu İmâra ve Hevze b. Kays idi. Diğerleri ise Beni Nadir Yahu-dilerindendi.
Bunlar Mekke'ye vardıklarında Kureyşliler dediler ki: Bunlar Yahudilerin ahbârı (bilginleri)dır. Önceki semavî kitapları bilirler. Sorun bakalım onlara: Sizin dininiz mi hayırlıdır, yoksa Muhammed'in dini mi? Kendilerine sorulduğunda Yahudi ahbârı "Sizin dininiz onun dininden daha hayırlıdır, siz ondan ve ona uyanlardan daha doğru bir yoldasınız," dediler. Bunun üzerine Allah Teâlâ "Bakmadın mı şu kendilerine Kitap'tan biraz nasip verilenlere?.. Onlara büyük bir mülk de bahşettik" ayetlerini indirdi.
'Yoksa... haset mi ediyorlar?" 54. ayetin nüzul sebebi ile ilgili olarak İbni Ebî Hatim, el-Avfî yoluyla İbni Abbas (r.a.)'tan tahric ediyor: Ehl-i Kitap dedi ki: Muhammed kendisine verilenlerin mütevazi şartlarda olduğunu iddia ediyor. Halbuki dokuz tane karısı var. Bütün düşüncesi evlenmek. Hangi kral bundan daha üstün ki? Bunun üzerine 'Yoksa onlar Allah'ın fazl (u kereminden insanlara verdiği şeylere (nimetlere) karşı haset mi ediyorlar?" ayeti nazil oldu. [71]
Açıklaması
Bakmadın mı şu kendilerini öven, kendilerinde bulunmayan vasıfları ve özellikler ileri sürerek "Bizler Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz, biz Allah'ın seçilmiş halkıyız" diyenlerin hâline? Ne yaparlarsa yapsınlar cehennem ateşinin onları sayılı birkaç gün yakacağını, cennete Yahudi ve Hristiyanlardan başkasının asla giremeyeceğini iddia ederler. Ölen çocuklarımız bizim için salih ameller yerine geçecektir, atalarımız bize şefaat edecek, Allah katında ayrıcalıkları olduğu için bizleri temize çıkaracaklar, derler. Ayetteki tezkiye, temizlemek, günahtan aklamak demektir.
Allah Teâlâ onların bu iddialarını şöylece reddediyor: Onların kendilerini tezkiye etmesinin, temize çıkarmasının hiç bir değeri yoktur. Çünkü tezkiye, iddialarla değil salih amel işlemek suretiyle olur. Allah Teâlâ'dır salih amel işlemeye muvaffak kılmak, sağlam ve doğru akideye, inanca, faziletli adap ve ahlâka ulaştırmak suretiyle kullarından dilediğini temize çıkaran.
Allah o kendilerini temize çıkaranların amelinin cezasından hiçbir şeyi ek-siltmeyecektir.
Sonra Cenab-ı Hakk'ın ifadesiyle "Bak, Allah'a karşı nasıl olmadık yalan düzüyorlar?" Onların şaşılacak halde bulunduklarını tekit ederek diyor ki: Bak, kendilerini temize çıkarıp, başkaları üzerinde bir ayrıcalığa sahip olduklarını ileri sürenler Allah'a karşı nasıl yalan söylüyorlar? Zaten bu yalan, iftira, kendini temize çıkarma açık bir günah olarak yeter.
Ayrıca Ehl-i Kitap'tan bir kısmının halleri de tuhaftır. Bunlar müşriklere hoş gözükmeye çalışırlar, putlara, heykellere iman ederler, kendi kitaplarına ve peygamberlerine inanmakta olan müminlere karşı putperestlere yardım ederler ve "Müşrikler din bakımından Hz. Muhammed (a.s.)'in peygamberliğini tasdik eden müminlerden daha doğru bir yoldadırlar" derler. Böylece aklın ve fıtratın gösterdiği doğru yoldan mahrum kalmış, kendi dinlerinin temelini de yıkmış olurlar. Şirke ve putperestliğe yardım edip sahih bir dindarlık ve hak olan ilâhı tasdik kaidesine aykırı davranarak haktan sapmış, zalimliklerini ilân etmiş olurlar.
Varacakları son da Allah'ın rahmet ve lütuflarından kovulmaktır. Allah'ın rahmetinden uzaklaştırdığı kişi de ebediyen kendine yardım edecek bir yardımcı bulamaz.
Sonra Cenab-ı Hak onları cimrilikleri ve ahir zamanda mülk ve saltanata tamah etmeleri üzerine kınamaktadır. Zulümleri, haddi aşıp cimrilik göstermeleri yüzünden başkaca bir mülkten nasipleri bulunmadığını bildirmektedir. Zira kendini ve maddeyi sevme, yalancı gurur ve cimrilik huyları o kadar içlerine işlemiştir ki insanlara bir nakîr"i (çekirdeğin ucundaki minik bir tomurcuğu) bile vermezler. Halbuki mülk, santanat, devlet başkanlığı bütün bu hasisliklerin üstünde olmayı, cömert bir şekilde harcama yaparak, başkalarının ihtiyaçlarını görerek dostlar kazanmayı, maddî basitliklerden yüce kalmayı, insanların sevgisine mazhar olmayı gerektirir.
Daha sonra Allah Teâlâ cimrilikten de kötü olan hasetleri sebebiyle onları kınamaktadır. Çünkü onlar her türlü hayır ve imkânların kendi ellerinde bulunmasını temenni etmekte, Allah'ın nimetlerinin sadece kendilerine ait olmasını istemekte, kendilerine verilen fazlu ikramın başka bir ümmete ve millete de bahşedilmesinden hoşlanmamaktadırlar. İşte onlar sadece kendini seven (enâniyetçi, egoist), kinci, hasetçi kimselerdir. O yüzden de Allah Teâlâ tarafin-dan Hz. Muhammed (s.a.)'e lütfedilen peygamberlik, ilim, devlet ve hükümet başkanlığı, yardımcı ve taraftarlarının çokluğu gibi fazlu ikramlardan ötürü haset etmişlerdir.
Ardından Allah Teâlâ bu hasedi giderecek, Hz. Muhammed (s.a.)'e olan kıskançlıklarını hafifletecek hususları beyan ediyor. Onlar Cenab-ı Peygamber (s.a.)'e verilenlere karşı haset ederlerse hataya düşerler. Çünkü bunun bir çok benzeri ve emsali bulunmaktadır. Allah Teâlâ bu çeşit nimetleri Hz. İbrahim (a.s.) hanedanına da bahsetmiştir ki Araplar da Hz. İbrahim'in oğlu Hz. İsmail (a.s.)'in sülâlesinden geldikleri için onlardandır.
Cenab-ı Hak, bir takım kanunları koyarken, bu kanunların konulup sırlarının hikmetlerini beyan eyleyen bir kitabı da onlara vermiş, evlat ve zürriye-tine büyük bir mülk ve saltanat ihsan etmiştir.
Burada peygamberlerinin liderliğinde nübüvvet, Kur"an ve hikmete ilâve olarak Müslümanların pek büyük bir mülke sahip kılınacaklarına da işaret vardır. Bu gücün belirtileri Medine'de yavaş yavaş gözükmeye başlamıştı.
Özetle, Yahudiler mağrur, kendini beğenmiş bir kavimdir. Allah'ın rahmetinin sadece kendilerine mahsus olduğunu, başkalarına bu nimetlerin erişmeyeceğini, zaten başkalarının buna lâyık da olmadığını zannederler.
Vahamet içerisinde ve satıhta, yüzeyde kalmışlardır, dünya mülkünün kendi ellerinde bulunduğu kanaatindedirler. Ahir zaman peygamberi içlerinden çıktığı ve kendilerine kitap ve hikmeti bahşettiği için Araplara haset ederler.
Daha önce geçmiş Hz. İbrahim (a.s.) ve zürriyeti, nübüvvet (peygamberlik) hususiyetine sahip olmalarına ve kendilerine mülk ihsan edilmesine rağmen ümmetlerinin hepsi de kendilerine iman etmiş değildi. Aksine onların kimi o peygamberlere iman etmiş kimi de yüz çevirip küfründe ısrar etmişti. O halde Ey Habibim, sen kendi kavminin tavrına, sana karşı olan davranışlarına şaşırma. Ümmetlerin peygamberleriyle olan hali budur. Böylelikle kavmini eza ve cefalarına karşı sabrı, kuvvetlenmesi, iman etmelerinden ümitsizliğe düşmemesi için Efendimiz (s.a.) Hazretleri teselli olunmaktadır.
Kurtubî'ye göre "Onlardan kimi ona iman etti" cümlesindeki zamir, Resulullah (s.a.)'a aittir. "Kimi de ondan yüz çevirdi" cümlesi de Hz. Muhammed (s.a.)'den yüz çevirip O'na iman etmedi, demektir. Zamirin Hz. İbrahim'i yahut kitabı gösterdiği de rivayet edilmiştir.
Kendilerini dünyadayken bir azap yakalamasa, ahirette yakıcı, alevli ve kızgın ateşteki cehennem azabı onlara yeter. O ne kötü bir sonuçtur. Bütün bunlar batıllara uymaları, haktan yüz çevirmeleri sebebiyle başlarına gelecektir. [72]
Kafirlerin Cezası, Müminlerin Sevabı
56- Ayetlerimizi inkâr ile kâfir olanlar (var ya), onları muhakkak ki ateşe sokacağız. Derileri piştikçe azabı tadıp durmaları için onları başka deriler ile (yenileyip) değiştireceğiz. Şüphesiz ki Allah Azîz'dir (mutlak galiptir), Ha-kîm'dir (tek hüküm ve hikmet sahibidir).
57- İman edip de güzel amel (ve hareketlerde bulunanları ise -içinde ebedi kalıcılar olmak üzere- altından ırmaklar akan cennetlere sokacağız. Orada (her türlü kirden) temizlenmiş zevceler onlarındır. Onları daimi olan bir gölgeye sokacağız.
Açıklaması
Peygamberlerimize indirmiş olduğumuz ayetlerimizi, özellikle de ilâhî kitapların sonuncusu, en kâmil ve en açığı olan Kur'an-ı Kerim'i inkâr edenleri cehennem ateşi ile yakacağız. Ceza ve azaplarının devamlı olacağını bildirerek Allah Teâlâ buyuruyor ki: "Derileri piştikçe onları başka derilerle (yenileyip) değiştireceğiz." Yani derileri acı hissini şuur merkezinde bulunan dimağa ulaştıramayacak derecede yanıp dağıldığı zaman onları canlı, elemi duyan, azabı hisseden başka derilerle değiştireceğiz. Rasul-i Ekrem (s.a.)'den gelen bir rivayete göre "Derileri günde yedi kere değiştirilir." Azabı tatmaları, yani onu devamlı duymaları, azabın hiç kesilmemesi için böyle yapılır. Nitekim aziz olan bir kimseye; Allah izzet ve şerefinde seni devamlı kılsın, izzetini artırsın, manasına "Eazzeke'llâh (Allah seni aziz etsin)" denir. Bunun bir benzeri de "(o cehennemin) ateşi yavaşladıkça biz onun alevini artırırız." (Is-ra, 17/97) ayetidir.
Sonra Allah Teâlâ cezanın illetini tekit etmiş, buna ne kadar kudretli olduğunu beyan eylemiştir. Kendisinin Azîz ve Kadîr olduğunu, suçlular hakkında vereceği cezayı hiç bir şeyin engelleyemeyeceğini, hakim olduğunu, kimseye adalet dışında azap etmeyeceğini, ancak hikmete uygun olarak ceza vereceğini bildirmiştir. Adalet iktiza eder (gerektirir) ki küfür ve günahlar azap veya ceza sebebidir, iman ve salih ameller ise nimet ve cennet sebebidir. Her amelin uygun karşılığı vardır. Aralarındaki farkı göstersin diye o yüzden müminin sevabı ile kâfirin cezası birlikte Allah'a ve rasullerine, peygamberlerine iman edip salih ameller işleyenleri Rableri hemencecik altından nehirler akan cennetlere sokacaktır. Orada ebedî nimetler ve imkânlardan yararlanacaklardır. Hiç bir şekilde oradan çıkarılmadan, ayrılmadan, ayrılmayı da istemeden o cennetlerde kalacaklar. Ne bir uzanma, ne bir bıkma, ne de bir darlanma olacak. Bütün bunlar salih amellerinin mükâfatı olarak verilecektir. Çünkü salih amel bulunmaksızın tek başına iman kâfi olmaz.
Onlara her türlü vücut kusur ve ayıplarından, sakatlıklardan, kötü huylardan arındırılmış, temiz hanımlar bahşedilecektir. Onların arasında mizaca ters gelecek, gönüle keder verecek bir tip olmayacaktır.
Müminleri hanımlanyla beraber gölgeli, hoş, soğuk ve sıcak olmayan güzel yerlere yerleştireceğiz. Tam bir nimet ve mükemmel bir refah içinde yaşayıp gidecekler.
Kâfirlere verilecek cezanın uzak vadede gelecek zaman harfi olan "sevfe" ile, müminlerin sevabının yakın gelecek zaman harfi olan "sîn" ile tabir olunmasına da dikkat edilmelidir. Bu da sevapların çabucak ve kesinlikle gerçekleşeceğini, kâfirleri bekleyen azabın ne kadar uzun olacağını ifade eylemektedir. Çünkü kâfirler mahşer meydanında korkunçluklar içinde belki ateş azabından daha şiddetli bir azap ve işkenceye maruz kalacaklardır.[73]
Emanetleri Ve Hakları Ehline Vermek, Adaletle Hükmetmek, Allah'a, Rasulüne
Ve Müslümanlardan Olan Emirlere (İdarecilere) İtaat Etmek
58- Şüphesiz ki Allah size emanetleri ehline vermenizi, insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Allah bununla size ne güzel öğüt veriyor. Şüphesiz ki Allah hakkıyla işiten, hakkıyla görendir.
59- Ey iman edenler, Allah'a itaat edin, Peygamber'e ve sizden olan emir sahiplerine itaat edin. Eğer bir şey hakkında çekişirseniz (ihtilâfa düşerseniz), onu Allah'a ve Peygamber'e götürün, eğer Allah ve ahiret gününe inanıyorsanız. Bu, hem hayırlı, hem netice itibariyle daha güzeldir.
Nüzul Sebebi
"Şüphesiz ki Allah size emanetleri ehline vermenizi emreder" (58. ayet) ayetinin nüzulü ile ilgili olarak İbni Abbas diyor ki: Resulullah (s.a.) Mekke'yi fethettiği zaman Osman b. Talha'yı çağırdı. Geldiğinde "Kabe'nin anahtarını göster" dedi. Osman anahtarı getirip uzatınca, Abbas kalkarak "Babam anam sana feda olsun ey Allah'ın Rasulü, sikaya (hacıları sulama) işine ilâve olarak bunu da bana ver" dedi. Bunun üzerine Osman elini geri çekti. Rasul-i Ekrem (s.a.) "Ey Osman, getir anahtarı" dedi. Osman da "Allah'ın emaneti ile al" dedi. Cenab-ı Peygamber (s.a.) kalktı, Kabe'yi açtı ve girdi. Çıktıktan sonra Beyt-i Muazzam'ı tavaf etti. Sonra Cebrail (a.s.) anahtarın geri verilmesi emrini indirdi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.) Osman b. Talha'yı çağırarak anahtarı kendisine verdi ve "Şüphesiz ki Allah size emanetleri ehline vermenizi... emrediyor" ayetinin tamamını okudu.
Şube, Tefsirinde Haccac'dan tahric ediyor, o da Saîd b. Cüreyc'in şöyle dediğini rivayet ediyor: Bu ayet, Osman b. Talha hakkında indi. Mekke'yi fethettiği gün Resulullah (s.a.) Osman'dan Kabe'nin anahtarını aldı ve Kabe'ye girdi. Sonra ayeti okuyarak dışarı çıktı. Osman'ı çağırıp kendisine anahtarı verdi. İbni Cüreyc'in rivayetine göre Ömer b. el-Hattab (r.a.) "Resulullah (a.s.) Kabe'den çıkarken -babam anam kendisine feda olsun- bu ayeti okuyordu. Daha önce bunu okuduğunu duymamıştım" demiştir.
Görünüşe bakılırsa ayet-i kerime Hz. Rasul-i Ekrem (s.a.) Kabe'nin içinde iken inmiştir.
"Ey iman edenler, Allah'a itaat edin..." (59. ayet) ayetinin nüzulü ile ilgili olarak da Buharî, İbni Abbas (r.a.)'m şöyle dediğini rivayet eder: Bu ayet-i kerime, Abdullah b. Huzâfe b. Kays hakkında indi. Resulullah (s.a.) kendisini se-riyye (askeri birlik) emiri olarak bir gazaya göndermişti.
Hafız İbni Hacer der ki: Buharî bu şekilde kısaca zikretmiştir; Ayet-i kerime Abdullah b. Huzâfe kıssası hakkında indi, manasınadır.
Hadiseyi İmam Ahmed (2, 622), Buharî (13, 109), Müslim (3, 1779) uzun olarak Hz. Ali (r.a.)'den şu şekilde naklederler: Resulullah (s.a.) bir seriyye gönderdi, başına da emir olarak Ensar'dan birini tayin etti. Onun sözünü dinleyip itaat etmelerini de emreyledi. Askerler bir meseleden dolayı emiri kızdırdılar. Emir de onlara odun toplatıp ateş yaktırdı ve dedi ki: "Resulullah size beni dinleyip itaat etmenizi emretmedi mi?" Onlar "Evet" deyince "O halde ateşe girin" dedi. Onlar: Bizler ateşten kurtulmak için Allah'ın Rasulüne kaçtık, dediler ve girmediler. Dönüşlerinde olayı Rasul-i Ekrem (s.a.)'e anlattıklarında "Ateşe gir-selerdi ondan asla çıkamazlardı, itaat maruf ve meşru şeylerde olur" buyurdu. [74]
Açıklaması
Emanetleri ehline verme ayetinin kendisi hakkında indiği özel sebep, lafzın umumunu, genel manasını tahsis etmez. Genellikle Kur'an-ı Kerim'in bütün ayetlerinde muteber olan, lafzın umumiliğidir, sebebin özel oluşu değildir. Bu da her Müslümana, uhdesinde veya elinin altında bulunan her bir emanetten dolayı emanetlerin ehline ve lâyık olanına verilmesi hakkında yöneltilmiş genel bir emirdir ve insana emanet olarak teslim edilmiş her şeyi, ister kendisi hakkında olsun, ister başka bir kul veya Rabbi hakkında olsun, içine alır.
Allah Teâlâ'nın hakları ile ilgili emanete riayet etmek, emirlerini yerine getirmek, yasaklarından kaçınmak, duygularını ve organlarını kendisini Rab-binin rızasına yaklaştıracak işlerde kullanmak suretiyle olur. Ebu Nuaym, el-Hılye'de, merfu olarak İbni Mes'ûd (r.a.)'un Peygamberimiz (s.a.)'den rivayet ettiği şu hadisini zikreder: "Allah yolunda öldürülmek bütün günahlara kefarettir." Hadisin bir rivayeti "Her şeye kefarettir, ancak emanet hariç" şeklindedir.
Emanet namaz hakkında olur, oruç hakkında olur, söz hakkında olur. En şiddetlisi de kul hakları ve malları ile ilgili emanettir. Abdullah b. Mes'ud, el-Berâ b. Azib, İbni Abbas, Ubeyy b. Kâ'b gibi bir kısım Ashâb-ı kiram (r.a.) şöyle demişlerdir: Emanet her şeyle ilgilidir, abdestte, namazda, oruçta, zekâtta, cü-nüplük, ölçü, tartı, emanet mallar... İbni Abbas Allah Teâlâ, eli dar olana da, varlıklı olana da emaneti elinde tutarak sahibine iade etmeme hususunda ruhsat (izin) vermedi demiştir. İbni Ömer de der ki: Allah Teâlâ insanın fercini (cinsî organını) yarattıktan sonra "Bu bir emanettir, onu senin yanında gizledim. Meşru hakkı dışında onu haramdan koru" buyurdu.
İnsanın kendi hakkında emanete riayet etmesi ise dini, dünyası ve ahireti hakkında ancak kendisine faydası olacak şeyleri yapması, ahireti ve dünyası bakımından zarar verecek bir işe girişmemesi, hastalık sebeplerinden korunması, sağlık kaidelerine uygun şekilde çalışması suretiyle olur. İmam Ahmed, Buharî, Müslim, Ebu Davud ve Tirmizî'nin İbni Ömer (r.a.)'den rivayet ettikleri hadisinde Cenab-ı Peygamber (s.a.) Efendimiz şöyle buyurmaktadır:
"Hepiniz çobansınız. Hepiniz raiyyenizden (emanetiniz altına verilmiş şeylerden) sorumlusunuz." Başka bir sahih hadiste "Muhakkak ki nefsinin de senin üzerinde bir hakkı vardır." buyurulmuştur.
Başkaları hakkındaki emanete de, emanet ve ödünç olarak verilen eşyayı sahiplerine geri vermek, muamelelerde aldatmamak, cihad, nasihat, insanların sırlarını ve ayıplarını yaymamak suretiyle riayet edilir.
Emaneti koruma hakkında pek çok ayet-i kerime ve hadis-i şerif varit olmuştur. Bazılarını şöylece kaydedelim: "Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara arz (ve teklif) ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, bundan endişeye düştüler. İnsan ise (bunu) sırtına yükledi." (Ahzâb, 33/72); "(Öyle müminler) ki onlar emanetlerine ve ahitlerine riayet edicilerdir." (Mü'minûn, 23/8); "Ey iman edenler, Allah'a ve Peygamber'e hainlik etmeyin. Siz kendiniz bilip dururken, emanetlerinize de hainlik yapmayın." (Enfâl, 8/27).
İmam Ahmed ve İbni Hibbân'ın, Enes (r.a.)'ten rivayet ettiği hadisinde Ra-sul-i Ekrem (s.a.) buyuruyor ki: "Emaneti olmayanın imanı yoktur. Ahde riayet etmeyenin de dini yoktur." Buharî, Müslim, Tirmizî ve Nesâî'nin Ebu Hureyre (r.a.)'den rivayet ettiği hadis ise şöyledir: "Münafığın alâmeti üçtür: Konuştuğunda yalan söyler, söz verdiğinde yerine getirmez, cayar, kendisine birşey emanet edildiğinde ise hainlik yapar."
Emanetleri yerine vermek, özellikle sahibi tarafından istendiği zaman farzdır. Dünyada emaneti vermeyenden kıyamet gününde o alınacaktır. Nitekim İmam Ahmed, Buharî (el-Edep kitabında), Müslim ve Tirmizî'nin Ebu Hureyre (r.a.)'den rivayet ettikleri hadiste Efendimiz (s.a.) Hazretleri buyuruyor ki: "Emanetleri sahiplerine mutlaka ödeyeceksiniz. Hatta boynuzlu koyundan boynuzsuz koyunun öcü alınacaktır."
Emanet helak veya zayi olur, ya da çalmırsa, şayet bir tecavüz, kusur yahut ihmal varsa tazmin ettirilir, öyle birşey yoksa tazmin ettirilmez.
Emanetlerin yerli yerini bulmasından sonra insanlar arasında adaletle hükmetmeye sıra gelir. Ondan dolayı Allah Teâlâ adaleti emretmiştir. Emanet İslâm nizamı ve hükümranlığınnı birinci temeli olduğu gibi, adalet de ikinci temeldir. Bu iki emrin muhatabı da o ümmetin çoğunluğudur.
Adalet mülkün temelidir. Medeniyet, kalkınma ve ilerlemenin gereğidir, bütün akıl sahiplerince methedilmiştir. İslâm'daki hüküm verme esaslarından bir esastır. Bir toplum için çok lüzumlu bir kaidedir. Tâ ki zayıf hakkını alabilsin, güçlü olan zayıfa haksızlık etmesin, cemiyette güven ve nizam, düzen hakim olsun. Semavî din ve kanunlar adaleti hakim kılmanın vacip olduğunda ittifak etmiştir. Hakların sahiplerine ulaşması için bu devlet sultanlarının, hükümdarlarının, başkan ve ona bağlı bulunan memurların, hakimlerin adaletten ayrılmaması gerekir. Adaleti emreden bir çok ayet ve hadis de varit olmuştur. "Şüphesiz ki Allah adaleti, iyiliği emreder." (Nahl, 16/90); "Siz söylediğiniz vakit -hısım, akraba dahi olsa- adaleti gözetin." (En'am, 6/152); "Adalet yapın ki o takvaya daha yakındır." (Maide, 5/8); "Ey iman edenler, Allah için hakkı ayakta tutanlar, adaletle şahitlik edenler olun." (Maide, 5/8). Cenab-ı Hak, Hz. Davud (a.s.)'a da adaleti emretmiştir: "Ey Davud, biz seni yeryüzünde bir halife yaptık. O halde insanlar arasında hak (ve adalet) ile hükmet." (Sâd, 38/26).
Enes (r.a.) Hz. Rasul-i Ekrem (a.s.)'in şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Söylediği zaman doğru söyledikçe, hüküm verdiği zaman adaleti gözettikçe, merhamet istendiğinde merhamet ettikçe bu ümmet hayır üzeredir."
Allah Teâlâ pek çok ayet-i kerimede de zulmü ve zalimleri yermiştir: "O zalimlerin yapmakta oldukları (ve yapacaklarından Allah'ı gafil zannetme sakın." (İbrahim, 14/42); "O zulmedenleri ve onlara eş olanları bir araya toplayın." (Saffât, 37/22). Zulüm türlerinin en tehlikelilerinden biri Allah'ın indirdiği hükümlerin dışındaki kanunlarla hükmetmek, idarecilerin ve hakimlerin zulüm işlemesidir. "İşte zulmetmeleri yüzünden çökmüş, ıpıssız kalmış evleri." (Nemi, 27/52). Kadı ve hakim tarafından gelecek zulümden kaçınmak, önce davayı iyi anlamak suretiyle, sonra hasımlardan biri tarafını tutmamak, Allah'ın hükmünü iyi bilmek ve yeterli, ehil olan kişilere bu görevi vermek yoluyla olur.
"İnsanlar arasında hükmettiğimiz zaman" cümlesinde insanlar arasında hak ve adaletle hüküm verecek bir hakimin tayin ve tespitinin lüzumlu olduğuna işaret vardır.
Daha sonra Allah Teâlâ adaleti ve emaneti ehline, lâyık olana vermeyi emretmenin faydasını beyan ederek buyuruyor ki: "Allah bununla size ne güzel öğüt veriyor!" Yani kendisiyle size öğüt verdiği şey ne güzeldir! Bu cümlede medhe mahsus olan şey hazfedilmiştir, emredilmiş bulunan emanetleri ödeme, adaletle hükmetme gibi hususlar medhedilmektedir.
"Şüphe yok ki Allah hakkıyla işiten, hakkıyla görendir." Sizin ortaya koyduğunuz emanetleri yerine verdiğinizi veya hıyaneti görür, insanlar arasında verdiğiniz hükümleri işitir. Ona göre sizi hesaba çeker, karşılığınızı verir. İşitilen ve görülen şeyleri en iyi O bilir.
Ondan sonra Allah Teâlâ, emanetleri ehline verme ve adaletten ayrılmamaya götürecek bir hususu emrediyor ki bu İslâm nizam ve hakimiyetinde üçüncü esastır. O da hükümlerini yürürlüğe koymak suretiyle Allah'a itaat etmek, Rablerinin hükmünü açıklayan Rasul-i Ekrem'e ve Müslümanlardan olan idarecilere itaat etmektir.
Ulü'l-emr Kimlerdir?
Bazı müfessirlere göre emir sahiplerinden murad, Müslüman devlet yöneticileri veya askeri birlik ve orduların komutanlarıdır. Diğer bazı müfessirlere göre ise bunlar insanlara dinin hükümlerini açıklayan alimlerdir.
Ayetin zahirine göre ise hepsi de murad edilmektedir. Siyasette orduları komuta edenlere ve ülkeleri idare etmede Müslüman devlet yöneticilerine itaat etmek icap ettiği gibi, sert hükümlerin açıklanmasında, insanlara dinin öğretilmesinde, maruf olanı emretme, münker ve yasak olanı menetme meselelerinde alimlere itaat etmek lâzım gelir. İbnü'l-Arabî der ki: "Kanaatimce ümera 'idareciler) ve alimler hep beraberce murad olunmaktadır. Ümeraya itaat emrin aslı onlardan kaynaklandığı, hüküm verme onlara ait bulunduğu için lâzımdır. Alimlere itaat ise insanların şer"î meseleleri onlara sorması gerektiği, alimlerin de cevap vermesi lâzım geldiği, fetvalarına uymak da vacip olduğu için lâzımdır." [75]
Fahreddin er-Râzî'ye göre emir sahiplerinden maksat, böylece ayetle alimlerden sadır olan icmanın hüccet oluşuna istidlal edilmesidir.
Şayet sizinle ulul-emr arasında din işlerinden biri hakkında bir çekişme ve ihtilâf olursa ve Kur'an'da da, Sünnet'te de ona dair bir nas, hüküm bulunmazsa, ihtilaflı mesele Kur'an ve Sünnet'te kabul edilmiş olan genel esas ve kaidelere havale edilir, onlara uygun olan netice ile hükmedilir, aykırı olanlar reddolunur. Buna Usûl-i Fıkıh ilminde "kıyâs" denilmektedir.
Peygamberimiz (s.a.) de kıyas ile amel etmeyi ikrar ve kabul eylemiştir. Muaz b. Cebel'i kadı (hakim) olarak Yemen'e gönderirken: "Sana bir dava getirildiği zaman nasıl hüküm vereceksin?" diye sormuş, Muaz "Allah'ın kitabıyla hükmederim" demişti. Tekrar "Eğer o mesele Allah'ın kitabında yoksa?" diye sormuş, Muaz da "Allah'ın peygamberinin sünnetiyle" cevabını vermişti. "Allah'ın kitabında da, Allah Rasulü'nün sünnetinde de yoksa?" diye sorduğunda Muaz "Kendi görüşüme göre içtihat ederim, öyle yapmaya da devam ederim" diye cevap verince Resulullah (s.a.) onun göğsüne vurup "Rasulü'nün elçisini, Allah Rasulü'nü razı edecek şeye muvaffak kılan Allah'a hamdolsun" buyurmuştur. [76]
"Allah'a ve Peygamber'e döndürün (götürün)" cümlesi, ihtilâf konusunun hakkında nas bulunmayan meselelerle ilgili olduğuna, yoksa nassa uymanın vacip olup o hususta ihtilâfa yer bulunmadığına işaret etmektedir.
Eğer Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsanız hakkında ihtilâf edilen meseleyi Kur'an ve Sünnet'e arz etmek suretiyle Allah'a ve Peygamber'ine döndürün, havale edin.
Çünkü mümin, hiç bir şeyi Allah'ın hükmüne takdim etmez, ona öncelik tanımaz. Aynı şekilde dünyaya gösterdiği ihtirastan daha çok, ahirete ve Allah Teâlâ'nm rızasını kazanma maksadını güder. Bu Allah Teâlâ tarafından, Allah'a ve Rasulü'ne itaatten, ihtilâf ortaya çıktığında meseleyi Allah'a ve Rasu-lüne havale etmekten ayrılan herkese karşı yönelik bir tehdittir; şu ayetteki manayadır: "Öyle değil, Rabbine andolsun ki onlar aralarında kimi oraya, kimi buraya çektikleri (kavga ettikleri) şeylerde seni hakem yapmadıkça... iman etmiş olmazlar." (Nisa, 65). Buharı ve Müslim'in Ebu Hureyre (r.a.) vasıtasıyla rivayet ettikleri hadisinde Peygamberimiz (s.a.) buyuruyor ki: "Bana itaat eden muhakkak Allah'a itaat etmiş olur. Bana isyan eden de muhakkak Allah'a isyan etmiş olur. Kim benim emirime (tayin ettiğim kumandana) itaat ederse bana itaat etmiş olur. Kim de emirime isyan ederse, şüphesiz bana isyan etmiş olur."
"Bu hem en hayırlı, hem de netice itibariyle daha güzeldir" cümlesi, Allah'a ve peygamberine itaat etmek, ihtilâfa düşme durumunda meseleyi Kur'an ve Sünnet'e arz etmek gibi yukarıda emredilen hususlara işaret etmektedir. Bu ise akibet ve sonuç bakımından daha güzeldir. [77]
Münafıkların Yalan İddiaları Ve Takındıkları Tavırlar
60- Sana indirilen (Kur'an-ı Kerim)'e de, senden önce indirilmiş olan (kitap)'lara da herhalde iman ettiklerini boş yere iddia edenlere bir bakmadın mı ki tağu-tun (sihirbazın) önünde muhakeme edilmelerini isterler. Oysa kendilerine onu inkâr edip tanımamaları emrolun-muştu. Şeytan da onları o (bir daha dönemeyecekleri kadar) uzak bir sapıklıkla büsbütün sapıtmak ister.
61- Onlara "Allah'ın indirdiği (hakeme, Kur'an-ı Kerim'e) ve o peygambere gelin" denilince, münafıkların senden büsbütün uzaklaştıklarını görürsün.
62- Önce elleriyle (iradeleriyle) yaptıkları (fenalıklar) yüzünden kendilerine bir belâ çattığı zaman (halleri) nice olur?! (Onlar böyle bir belâya uğradıktan) sonra da "Biz iyilikten ve ara bulmaktan başka bir şey arzu etmedik" diye Allah'a yemin ederek sana geleceklerdir.
63- İşte bunlar var ya, Allah öylelerin kalplerinde olanı bilir. Artık onlardan yüz çevir, onlara öğüt ver, onlara kendileri hakkında tesirli sözler söyle.
Nüzul Sebebi
"Boş yere iddia edenlere bir bakmadın mı?" (60. ayet) ayetin nüzulüyle ilgili olarak İbni Ebi Hatim ve Taberânî sahih bir senedle tahric etmiştir: İbni Abbas dedi ki: Ebu Berze el-Eslemî kâhin idi. Yahudiler arasındaki muhakemelerde hüküm verirdi. Eşlem kabilesinden bazı insanlar muhakeme için kendisine geldiler. Bunun üzerine Allah Teâlâ: "Sana indirilene de... iman ettiklerini boş yere iddia edenlere bir bakmadın mı?", "Onlara kendileri hakkında çok tesirli sözler söyle" /jısmma kadarki ayetleri indirdi.
İbni Ebî Hatim, İbni Abbas (r.a.)'m şöyle dediğini tahric etmiştir: el-Cellâs b. es-Sâmit, Mu'tib b. Kuşeyr, Rafı' b. Zeyd ve Bişr, müslüman oldukları iddi-asmdaydılar. Bir davadan dolayı kendi kavimlerinden müslüman olanlar Resulullah (s.a.)'m hakemliğine davet ettiler. Bunlar ise cahiliye devrinin hakemleri olan kâhinleri davet ettiler. Allah Teâlâ da kendileri hakkında "...iman ettiklerini boş yere iddia edenlere bir bakmadın mı?..." ayetini indirdi.
İbni Cerir'in tahric ettiğine göre eş-Şa'bî şöyle demiştir: Yahudilerden bir kişi ile münafıklardan birisi arasında bir husumet (ihtilâf konusu) vardı. Yahudi senin dindaşlarının veya peygamberinin hakemliğine gidelim, dedi. Çünkü O'nun hüküm verirken rüşvet almadığını biliyordu. Fakat anlaşamadılar, sonunda Cüheyne kabilesindeki bir kâhine gitmeyi kararlaştırdılar. Arkasından bu ayet indi.
el-Kelbî'nin de İbni Abbas'tan şöyle bir rivayeti vardır: Bu ayet münafıklardan bir adam hakkında nazil oldu. Onunla bir Yahudi arasında bir dava vardı.
Yahudi "Hadi Muhammed'e gidelim" dedi. Münafık ise "Hayır, Kala b. el-Eşref'e gidelim" dedi. Allah Teâlâ Ka'b'a "tağut" adını takmıştır. Yahudi, Resulullah (s.a.)'tan başkasının muhakeme etmesine razı olmadı. Onun ısrarı üzerine münafıkla beraber Rasul-i Ekrem (s.a.)'in hakemliğine baş vurdular. Resulullah (s.a.) dava sonunda Yahudi lehine hükmetti. Onun huzuruna çıktıktan sonra münafık Yahudiyi bırakmadı ve "Ömer b. el-Hattab'a gideceğiz" dedi.
Hz. Ömer'in yanına varınca Yahudi dedi ki: Ben ve bu Muhammed'in hakemliğine baş vurduk, o da bunun aleyhine hükmetti. Fakat bu razı olmadı, senin hakemliğine gideceğini iddia ederek beni bırakmadı, beraberce sana geldik. Hz. Ömer münafığa "öyle mi?" diye sorunca o da "evet", dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer "Biraz bekleyin, dışarı geliyorum" dedi. İçeri eve girdi, abasının altına kılıcını koydu. Sonra yanlarına geldi ve kılıcı çekerek münafığın boynunu vurup öldürdü ve "Allah'ın hükmüne ve Resulullah'm hükmüne razı olmayan hakkında ben de işte böyle hükmederim" dedi. Yahudi de oradan kaçtı. Ardından bu ayeti indiren Cebrail (a.s.) "Muhakkak Ömer hak ile batıl arasını tefrik etmiş, ayırmıştır" dedi. Hz. Ömer'e de o manaya gelmek üzere "el-Fârûk" adı verildi. [78]
Hasılı, Taberî, ayetin münafık ve Yahudi hakkında nazil olduğu görüşünü tercih etmiştir. [79]
Açıklaması
Bu ayetler, nüzul sebebinde de zikredildiği gibi Allah Teâlâ'nm Rasul-i Ekrem (s.a.) Hazretlerine ve geçmişteki peygamberlere indirdiği kitaplara iman ettiklerini iddia eden, ama ortaya çıkan dava ve anlaşmazlıkların halledilmesi hususunda Allah'ın kitabı ile Rasulünün sünneti dışındaki kaynak ve makamlara baş vuran kişilere karşı Cenab-ı Hak tarafından bir red ve inkârdır. Ayetler, iniş sebebindekinden daha geniş manalar taşımaktadır. Allah'ın kitabı ile Sünnet-i seniyye'den ayrılan ve onlar dışındaki batılların -ki buradaki tağut ile kastedilen onlardır- hakemliğine müracaat eden herkesi yermekte, zemmetmektedir.
Şimdi bir grubun haline bakınız ki Peygamber olan Muhammed (s.a.)'e, önceki peygamberlere ve onlara indirilen kitaplara iman ettiklerini iddia etmektedirler. Allah'ın kitaplarına ve peygamberlerine salih bir şekilde imanın gereği, Allah Teâlâ'nın peygamberlerinin lisanları ile meşru kılıp koyduğu esaslara göre amel etmektir. Bu esası çiğneyip geçtikleri takdirde gerçekte iman etmiş kimseler sayılmazlar.
İşte bu münafıklar Peygamberimiz Muhammed (s.a.)'in hakemliğine baş vurmayı kabul etmemişler ve dalâlet erbabı olan sihirbaz Ebu Berze el-Esle-mî'ye, pek aşırı derecede haktan ayrıldığı, Rasul-i Ekrem (s.a.)'e düşmanlık edip aleyhine kışkırtıcılık yaptığı için tağut adı verilen zalim Kâ'b b. el-Eşrefe müracaat etmişlerdi. Halbuki Kur'an-ı Kerim'de tağutu inkâr edip ondan uzaklaşmaları emredilmişti. Onların bunu kabul etmemeleri imansız olduklarına delâlet etmektedir. Dilleri, Allah'a ve Peygamber'ine indirdiğine iman ettiğini iddia ederken, fiilleri onları inkâr ettiklerini, tağuta inanıp onun hükmünü tercih ettiklerini göstermektedir. Bu ise İslâm'dan çıkışın bir delilidir.
Kur'an'ın tağutu inkâra dair emirlerinden biri, "Andolsun ki biz her ümmete "Allah'a kulluk edin, tağut(a tapmak)dan kaçının" diye bir peygamber göndermişizdir." (Nahl, 16/36) ayeti, bir diğeri "Artık kim tağutu tanımayıp da Allah'a iman ederse o, muhakkak ki kopması (mümkün) olmayan en sağlam kulpa yapışmıştır" (Bakara, 2/256) ayetidir.
Onlar bu fiilleri sebebiyle şeytana öğrenci olmuşlardır. Şeytan ise onları sapıtmak, haktan çok uzak mesafelere sürüklemek istemektedir. Tâ ki asla hak yola giremesinler.
Bunun delili de şudur: İman sahibi oldukları iddiasındaki o kişilere "Geliniz, Allah Teâlâ'nın Kur"an'da indirdiği hükümlere ve Resulullah'm hakemliğine baş vuralım, zira asıl doğru yol budur" denildiğinde, Ey Habibim Muhammedi Sen o münafıkların senden yüz çevirdiklerini, hükmüne razı olmayıp rağbet eylemediklerini, bunda da ısrar, inat ve bilinçle uzaklaşma gösterdiklerini görürsün. Bu ayet-i kerime yukarıda da geçen ve onların tağutun, heva ve heves sahiplerini ve cahillerin hükmüne baş vurdukları hususunu tekit etmektedir. Kasten Allah'ın hükmünden yüz çeviren ise şüphesiz münafık olur.
Allah seni, Allah'ın hükmünden ve senin hakemliğine müracaattan yüz çevirdiklerinde onların işlerine vakıf ve muttali kıldığı, günahları ve işledikleri küfür, isyan ve ortaya çıkan rezilce tutumları sebebiyle musibetlere veya bir cezaya maruz kaldıkları zaman, ondan sonra da başlarına gelen ve kaçamadıkları musibetlerin, felâketlerin kalkması için sana baş vurmaya mecbur kaldıkları vakit bakalım şu münafıkların hali nice olacak?
Bu felâketlerden sonra da sana gelirler, yalan söyleyerek, Peygamberden başkasının hakemliğine müracaat etmelerinin iyi ilişki kurmak ve kendileri ile hasımları arasını sulh yoluyla düzeltmek amacından başka bir gayeye dayanmadığı iddiasında bulunurlar. Yahut onlar senden özür dileyerek senden başkasına gitmek ve düşmanlarının hakemliğine müracaat etmekle ancak iyilik ve ara bulmayı yani müdara ve durumu idare etmeyi murat ettiklerini, yoksa onların hakemliğine gitmenin sahih olduğu inancını taşımadıklarını söyleyerek yemin ederler. Nitekim Allah Teâlâ münafıkların bu hallerine dair diğer bir ayette de şöyle haber vermiştir:
"İşte kalplerinde bir (münafıklık) hastalığı bulunan kimselerin "Felâketin bize (dönüp) çarpmasından korkuyoruz" diyerek aralarında koşuştuklarını görüyorsun. Belki Allah fetih (ve zafer) veya kendi katından bir emir getirecek de onlar, yüreklerinde gizledikleri şeye karşı pişman olacaklardır." (Maide, 5/52). Bu, yaptıkları karşılığında maruz kaldıkları şiddetli bir vaid ve tehdittir. Ve mutlaka pişman olacaklardır, ama pişmanlıkları artık fayda vermeyecektir. Bu ayetin bir benzeri de "(Bununla) iyilikten başka bir şey kasdetmedik" diye muhakkak yemin edeceklerdir." (Tevbe, 9/107) ayetidir.
Bu tür insanların, yani münafıkların kalplerindekini Allah Teâlâ bilmektedir, ona göre karşılık ve cezalarını verecektir. Çünkü hiç bir şey Allah'a gizli kalmaz, onların içindekileri de dışındakileri de bilir. O halde onlardan artık yüz çevir, onları ciddiye alma, kalplerdekinden ötürü de onlara ağır konuşma. Onlara öğüt ver, kalplerindeki nifak ve gizli serlerden onları nehyet. Seninle onlar arasında kalmak üzere bu hallerinden vaz geçirecek tesirli sözler söyleyerek onlara nasihat eyle.
“Allah öylelerinin kalplerinde olanı bilir” cümlesi pek büyük olan bir hayır veya şer hakkında kullanılan usluptur. Münafıkların kalplerinde küfür, kin, hile ve desise öyle bir dereceye ulaşmıştır ki onu ancak gizliyi ve gizlinin daha gizlisini bilen Allah Teala kuşatıp kavrayabilir.
“Artık onlardan yüz çevir, onlara öğüt ver; onlara kendilerine dair çok tesirli sözler söyle” cümlesi münafıklara nasıl muamele edileceğine delalet etmektedir. Onlara karşı üç çeşit tavır konulur:Onlardan yüz çevirmek; kalplerinin yumuşaması, incelmesi için kendilerine hayrı tavsiye edip hatırlatmak; bazan teşvik yolouyla, bazan da kendilerinden tekrar münafıklık hali ortaya çıkacak olursa öldürülecekleri şeklinde korkutarak kalbe tesir edecek sözler söylemek.[80]
Rasulullah (S.A.)’ a İtaat Etmek Farzdır
64- Biz hiç bir peygamberi, Allah'ın izniyle kendisine itaat edilmesinden başka bir hikmetle göndermedik. Onlar, kendilerine zulmettikleri vakit sana gelip de Allah'tan mağfiret dilese-lerdi ve onlara (son) peygamber de mağfiret isteyiverseydi, elbette Allah'ı tevbeleri hakkıyla kabul edici, çok merhametli bulacaklardı.
65- Öyle değil, Rabbine andolsun ki onlar aralarındaki anlaşmazlıklarda seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiç bir sıkıntı duymadan tam bir teslimiyet ile teslim olmadıkça, iman etmiş olmazlar.
Nüzul Sebebi
65. ayetle ilgili olarak altı hadis imamı Abdullah b. ez-Zübeyr (r.a.)'den rivayet ediyorlar: Zübeyr ile Ensar'dan bir adam Harra bölgesindeki su yatağı üzerinde anlaşmazlığa düştüler. Mesele Allah'ın Rasulü'ne götürüldüğünde buyurdu ki: Ey Zübeyr, sen suvar, sonra da suyu komşuna sal. Ensar'dan olan zat "Halanın oğlu olduğu için mi yâ Resulullah?" dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.)'in yüzünün rengi değişti ve: "Ey Zübeyr, suvar, sonra suyu bostanın etrafındaki tümseklerine kadar tut, ondan sonra da komşuna sal" buyurdu. Böylece Zübeyr sudan yararlanma hakkını tam olarak aldı. Halbuki Ce-nab-ı Peygamber (s.a.) her ikisi için de rahatlık olan bir şekli tavsiye eylemişti.
Zübeyr demiştir ki: Şu ayetlerin bu sebepten dolayı indiğini zannetmekteyim: "Öyle değil, Rablerine andolsun ki aralarındaki anlaşmazlıklarda seni hakem yapmadıkça iman etmiş olmazlar."
İbni Ebî Akatim de aynı ayet hakkında Saîd b. el-Müseyyeb (r.a.)'in şöyle dediğini tahric etmiştir. Bu ayet ez-Zübeyr b. el-Awâm ile Hâtıb b. Ebî Beltea hakkında indirildi. Bir su meselesinde ihtilâfa düşmüşler, Resulullah (s.a.) da önce yukarı tarafta bulunanın, sonra da aşağıdakinin suvaracağı şeklinde hüküm vermişti. [81]
Açıklaması
Biz hangi peygamberi gönderdiysek, onu kendilerine gönderdiğimiz kimselere de o peygambere itaat etmelerini farz kıldık. Bu itaat Allah'ın emri ve izniyle farz kılınmıştır ve onların da ona tabi olmaları icap eder. Mücâhid "Bu, herkes ancak benim iznimle itaat eder demektir" diyor. Ancak benim buna muvaffak kıldığım kimse ona itaat eder, manasınadır. Şu ayette olduğu gibidir: "Andolsun ki Allah'ın size olan vaadi, O'nun izni ile, onları (düşmanları kolayca) öldüregeldiğimiz zaman yerine gelmişti" (Al-i İmran, 3/152) ayetinde O'nun emri, takdiri, dilemesi, sizi düşmanlar üzerine musallat kılması suretiyle demektir.
Sonra Allah Teâlâ, hata ve günah işleyen isyankâr ve günahkâr olanlara yol gösteriyor. Resulullah (s.a.)'a gitmelerini, O'nun huzurunda Allah Teâlâ'dan mağfiret dilemelerini, Rasul-i Ekrem'den de kendileri için mağfiret dileyiver-mesini istemelerini söylüyor. Eğer böyle yaparlarsa Allah'ın da tevbelerini kabul edip onlara merhamet edeceğini ifade eyliyor: "Elbette Allah'ı, teubeleri hakkıyla kabul edici, çok merhametli bulacaklardı." Yani O'nun tevbeleri hak-kıyle kabul edici olduğunu anlayın, Allah Teâlâ tevbelerini kabul buyurur.
Burada sahih bir tevbeye koşan kimsenin tevbesinin, şartlarıyla birlikte kabul edileceğine de bir işaret vardır. Şer'an gerekli şartlar ise şunlardır: Tev-benin hemen günahın peşinden olması, günahtan artık kaçınmaya azmetmek ve Allah Teâlâ için sadakat ve ihlâs göstererek bir daha o günaha dönmemek. Ama günahın elemini kalpten sadıkane bir şuurla hissetmeksizin sadece dille yapılan istiğfar ise bir şey ifade etmez.
Cenab-ı Hak peygambere itaati terk etmeyi nefislere zulmetmek, yani onları ifsat etmek diye isimlendirmiştir.
Sonra Allah celle ve alâ Peygamber'e itaatin vacip olduğunu büyük bir kasem (yemin) ile tekit ediyor, Efendimiz (s.a.) Hazretlerinin verdiği hükmü tam bir gönül rızası ile kabul etmeyende iman olmadığını beyan buyuruyor.
Allah Teâlâ kendi peygamberi için rububiyetine yemin ederek buyuruyor ki: Senin hakemliğine baş vurmaktan yüz çeviren münafıklar şu üç şartı yerine getirmeden gerçek bir iman ile inanmış olmazlar:
1- Üzerinde ihtilâfa düştükleri meseleler ve davalarda Rasul-i Ekrem'i (s.a.) hakem tanımaları. Bir kimse bütün işlerde Hz. Peygamberi (s.a.) hakem kılmadıkça iman etmiş olmaz. Onun verdiği hüküm haktır ve hem zahiren, hem de içten gelerek o hükme boyun eğmek lâzım gelir.
2- Resulullah (s.a.)'m, verdiği hükümden hiç bir sıkıntı duymamaları, O'nun karar ve hükümlerini tam bir rıza, mutlak bir kabul ile karşılamaları, şikayet etmemeleri.
3- O'nun verdiği hükme hem zahirde, hem de batında (gönülde) tam bir bağlılık, külli bir teslimiyet göstermeleri, hiç bir engelleme, karşı koyma ve çekişmede bulunmamaları. Bu husus uygulama ve yürütme safhasında söz konusudur. Çünkü kişi hükmün hak olduğu görüşüne sahip bulunmakla birlikte uygulamasından kaçınmaya çalışabilir. Sahih bir hadiste de şöyle buyuruluyor: "Canım elinde bulunan Allah Teâlâ'ya yemin olsun ki sizden biriniz, arzusu benim getirdiğim din ve Şeriat'e tabi olmadıkça iman etmiş olmaz." [82]
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/467.
[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/470-471.
[3] el-Vahidî, Esbâbu'n-Nüzul, s. 81.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/475-476.
[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/476-477.
[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/480.
[6] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/480-483.
[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/492.
[8] Zemahşerî 1/377.
[9] Cassâs, Ahkâmul-Kur'an, 11/63 vd.
[10] Âlûsî, IV/188.
[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/492-497.
[12] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/503-504.
[13] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/504-506.
[14] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/512-513.
[15] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/514-515.
[16] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/515-516.
[17] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/516-517.
[18] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/517.
[19] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/517-519.
[20] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/524-525.
[21] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/527.
[22] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/527.
[23] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/527-528.
[24] Bunu İbni Cerîr rivayet etmiştir.
[25] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/530-532
[26] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/536-537.
[27] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/537.
[28] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/537.
[29] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/538.
[30] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/538-539.
[31] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/539-540.
[32] el-Vâhidî:, Esbâbu'n-Nüzûl, s. 84; Kurtubî, V/104.
[33] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/545.
[34] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/546.
[35] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/
[36] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/546-550.
[37] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/11.
[38] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/12-13.
[39] Müellif burada sehven nakilde bulunmuştur. Hanefi'lere göre mehrin en az miktarı on dirhemdir, (bkz. el-Hidaye, Feth'ul-Kadir şerhiyle birlikte, III/305).
Hanefi fukahasından İbnü'l-Hüman Feth'ul-Kadir şerhinde (III/187) Hafız İbni Hacer'in Ebu Hatim'den Cabir (r.a.) hadisini naklettiğini ve derecesinin hasen olduğunu söylediğini ifade etmektedir. Cabir hadisinde "On dirhemden az mehir olmaz" cümlesi de yer almaktadır. İbnü'l-Hümam mehir bahsinde (III/206) şöyle demektedir: "Mehrin en azı bize göre on dirhem, Malik'e göre çeyrek dinardır. Cabir hadisini takviye eden aynı zamanda bir diğer rivayeti Darakutni ve Beyhaki Hz. Ali'den nakletmiştir. (III/207) İmam Muhammed bu miktar hakkındaki rivayetlerin Hz. Ali, Abdullah b. Ömer, Âmir ve İbrahim Nehai'den de geldiğini söylemiştir. (Çeviren)
[40] Ahmed, Buhari ve Müslim ittifakla Sehl b. Sa'd'den rivayet etmişlerdir.
[41] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/18-22.
[42] el-Hatâb, Câbir'den rivayet etmiştir, derecesi "zayıftır.
[43] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/26-28.
[44] Hadisin nassı şöyledir: "Müminler tek bir vücut gibidir, başı ağrısa her yanı ağrır, gözü ağrısa yine her yanı ağrır." İmam Ahmed ve Müslim, Nu'mân b. Beşir'den rivayet etmiştir.
[45] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/30-32.
[46] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/36-37.
[47] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/40-41
[48] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/41-42.
[49] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/44-45.
[50] Yani yardımlaşma hususunda biz tek bir şeyiz. Biz sizin için, siz de bizim için öfkelenirsiniz.
[51] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/45-47.
[52] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/50-51.
[53] Cassâs, Ahkâmu'l-Kur'ân, 11/189.
[54] İbnü'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'ân, 1/424.
[55] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/51-55.
[56] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/59-60.
[57] İbnü'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'ân, 1/428.
[58] İbnü'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'ân, 1/429.
[59] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/60-65.
[60] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/69-71.
[61] Kurtubî, V/193.
[62] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/74.
[63] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/75-76.
[64] Vahidî, Esbâbu'n-Nüzûl, s. 89.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/85.
[65] el-Bahru'l-Muhît, III/264.
[66] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/86-88.
[67] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/91.
[68] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/91-92
[69] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/94.
[70] Tirmizî, hasen-garip hadistir, demiştir.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/95.
[71] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/98-100.
[72] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/100-102.
[73] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/107-108.
[74] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/110.
[75] İbnü'l-Arabi, Ahkamü'l-Kur'an, 1/452.
[76] Ahmed, Ebu Davud, Tirmizî, İbni Adiyy, Taberî, Dârimî ve Beyhakî rivayet etmişlerdir.
[77] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/111-114.
[78] Vahidî, Esbâbü'n-Nüzul, s. 93; Kurtubî, III/263.
[79] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/119-120.
[80] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/120-122.
[81] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/125.
[82] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/125-126.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder