Güncel Duyuru: Öğrencilerimizin dikkatine ! Ücretsiz TEMEL ARAPÇA SARF&NAHİV derslerimizi Eklemeye başladık 1-13.Derse kadar Tamam(Elhamdü lillah) Tıkla Ders Sayfasına Git Tags:Online Arapça Dersleri Video,İslami ilimler Video Dersleri,İlahiyat Önlisans Arapça Video Dersleri,İlahiyat Arapça Video Dersleri,İmam Hatip Arapça Dersleri Video,İlitam Arapça Video Dersleri,Tefsir Dersleri Video,Hadis Dersleri Video,Fıkıh Dersleri Video,Arapça Dershaneniz,Kur'an,Sünnet,Arapça dersleri,tefsir oku,hadis,oku,Kuran meali oku,arapça öğreniyorum,arapça dilbilgisi video,arapça nahiv video,arapça sarf dersleri video,islami sohbetler

17-İsra Suresi Meali Tefsiri Oku: İsra Mucizesi Ve Hz. Musa'ya Tevrat'ın İndirilmesi-Tarihte İsrailogulları'nın Durumları-Dünyada Allah'ın Nimetlerinin Hatırlatılması Ve İlâhi Kudretin Delilleri

ISRA SURESİ


İsra Mucizesi Ve Hz. Musa'ya Tevrat'ın İndirilmesi


1- Kulunu Mescid-i Haram'dan çevresi­ni mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya geceleyin götürenin şanı ne yücedir! Ona bir kısım ayetlerimizi gösterelim diye. Muhakkak ki O Semî'dir, Basîr'dir.

2-3- Musa'ya da Kitabı verdik ve onu İsrailoğulları için bir hidayet kıldık. Beni bırakıp başkasını vekil edin-meyesiniz, dedik. Ey Nûh ile taşıdığımız kimselerin soyu! Gerçekten o çok şükreden bir kul idi.



Olay ile İlgili İlim Adamlarının Görüşleri:


Alimlerin büyük çoğunluğuna göre Hz. Peygamber bedeni ile birlikte olmak üzere Beytü'l-Makdis'e ve oradan göklere yükselerek nihayet Sidretü'l-Müntehâ denilen yere ulaşmıştır. İşte bundan dolayı Kureyş hayrete düşmüş ve bu hadiseyi imkânsız görmüşlerdir.

Ebu Hayyân der ki: Zahir olan o ki, İsra Hz. Peygamberin şahsıyla (ruh ve bedeniyle) birlikte olmuştur. Bundan dolayı Kureyş yalanlamış ve bunu büyük bir iş olarak görmüştür. Hz. Peygamber bu olayı Ümmü Hânî'ye anlattığında O: "Sen bunu insanlara anlatma, seni yalanlarlar." diye karşılık vermişti. Eğer bu rüyada olsaydı onun bu anlattıkları tepki ile karşılanmazdı. İlim adamlarının çoğunluğunun görüşü budur. İnanılması gereken şekil de budur. İsra hadisi ise İslâm âleminin her tarafında Ashab-ı Kiram'dan rivayet edilen müsned hadisler arasında yer almaktadır. Bu hadisi ashâb-ı kiramdan yirmi kişinin naklettiği rivayet edilmektedir.[1]

Hz. Aişe ile Muaviye'den rivayet edilen bunun bir rüya olduğu şeklindeki rivayetlerin sıhhati sabit değildir. Sahih olsa dahi, onların bu ifadeleri hüccet teşkil etmez. Çünkü her ikisi de olaya tanık olmamışlardı. Zira Hz. Aişe o sırada yaşça küçüktü, Muaviye de o dönemde müslüman değildi. Ayrıca her ikisi de bunu Rasulullah (a.s.)'a isnat ederek nakletmedikleri gibi, ondan rivayetle de hadis diye de zikretmemişlerdir.

"Musa'ya da Kitabı verdik." ayet-i kerimesinin önceki ayet ile ilişkisine gelince: Başta Peygamber (a.s.)'in İsra ile teşrifi ve ikrama mazhar kılınması ve ona âyetlerinin gösterilmesi söz konusu edildikten sonra, Hz. Musa'ya da ondan önce Tevrat'ın verilmesi suretiyle teşrif edilip ikrama mazhar kılınması söz konusu edilmektedir. [2]



Açıklaması


Gecenin bir bölümünde Mekke-i Mükerreme'deki Mescid-i Haram'dan, Beytü'l-Makdis'teki Mescid-i Aksa'ya kulu getiren Yüce Allah'ı her türlü kötülükten tenzih ederim. Her türlü acizlik ve eksiklik sıfatından ve müşrik­lerin ileri sürdüğü ortağının yahut evladının .bulunmasından da, tam anlamıyla uzak olduğunu belirtir, Onun üstün ve eksiksiz kudrete sahip olduğunu ifade ederim. O mümkün görülmeyen her türlü şeyi gerçekleştirmeye Kadir olandır. Dolayısıyla kısa bir zaman süresi içerisinde peygamberinin şere­fini yükseltmek, kadrini yüceltmek, şanını üstün kılmak kasdıyla, o uzak mesafede kulunu -bu çağlar boyunca ona daimi bir mucize olsun diye- isra ettirmesinde garip görülecek bir taraf yoktur.

"Kulunu" buyruğundan kasıt, müfessirlerin icmâı ile Muhammed (a.s.)'dir. "Geceleyin" lafzının nekire olarak gelmesi ise, süresinin kısalığını anlatmak ve İsrâ'nm gecenin bir bölümünde olduğunu göstermek içindir. Çünkü bu şekilde nekire, "bir bölüm" anlamını ifade eder. Mekke ile Şam (Suriye toprakları) arasındaki uzaklık ise, eski taşıma araçlarına göre kırk günlük bir süredir. İsra hicretten -Mukatil'in de belirttiği gibi-[3] bir sene önce gerçekleşmişti, el-Harbî ise hicretten bir sene önce Rabiulâhir ayının 17. gecesinde İsrânın gerçekleştiğini kaydetmiştir. İbni Sa'd da Tabakat'mda İsrâ'nm hicretten 18 ay önce gerçekleştiğini rivayet etmektedir.

Hz. Peygamberin İsrâ'ya götürüldüğü yere gelince: Bu da bizatihi Mescid-i Haram'ın kendisidir. Nitekim Kur'ân lafzının zahiri de buna delâlet etmekte­dir. Hz. Peygamberden: "Ben Beyt-i Haramın yanında Hicr'de Mescid-i Haram'da uyku ile uyanıklık arasında iken Cebrail Burak ile geldi." şeklindeki rivayet de bunu göstermektedir. Çoğunluk ise der ki: Mescid-i Haram'dan kasıt harem bölgesidir. Çünkü Harem bölgesi Mescid-i Haram'ı kuşatır ve Haremin her tarafı da mescittir. Nitekim İbni Abbas böyle demiştir. Hz. Peygamber İsra'ya Ebu Talib'in kızı Ümmü Hani'nin evinden miladi 621 yılında götürülmüştür.

Mescid-i Aksa da ittifakla Beytü'l-Makdis'tir. Ona aksa (en uzak) adının veriliş sebebi bu mescit ile Mescid-i Haram arasındaki mesafenin uzaklığıdır. O zamanlarda Mekkeliler için yeryüzünde ziyaretle tazim olunan en uzak mescit o idi. Müslümanların çoğunluğu da Rasulullah (a.s.)'m beden ve ruhu ile birlikte israsının gerçekleştiğini ittifakla kabul etmektedirler. Zayıf bir görüşe göre ise İsra, Hz. Peygamberin yalnızca ruhuyla olmuştur. Bu görüş

Huzeyfe, Aişe ve Muaviye'den nakledilmektedir. Daha sahih olan ise birinci görüştür. Çünkü Yüce Allah'ın "kulunu" buyruğundaki "kul" kelimesi, hem ruhun hem bedenin birlikte adıdır. O halde İsrânın, hem ruhunun hem bedeninin birlikte oluşu ile gerçekleşmiş olması gerekir. Çünkü Enes b. Malik'ten rivayet edilen haber -ki bu da Mi'rac ve İsra'ya dair sair kitaplarında rivayet edilen meşhur hadistir- Mekke'den Beytü'l-Makdis'e gidişe, oradan da göklere yükselmeye işaret eder .

Kısacası buradaki ayet kesin olarak İsrânın olduğuna delâlet etmektedir. Mi'râc ise Hz. Peygamberin Beytü'l-Makdis'e varmasından sonra göklere, oradan da meleklerin kalem cızırtılarını işiteceği bir seviyeye kadar çıkmaya denilir.

Yüce Allah Mescid-i Aksa'yı etrafı mübarek kılınmış olmakla vasfetmekte-dir. Bereket ise din ve dünyanın bereketini kapsamına almaktadır. Din bereketi ile mübarek kılınması, peygamberlerin bulunduğu yer olmasıdır. Dünyevi bereketlerden kastedilen ise, çevresinde dünyevi hayır ve mahsullerle kuşatılmasıdır. Çünkü orada akarsular, ağaçlar ve meyveler bulunmaktadır ki bunlar da çeşitli maişet ve gıdaların bol bol bulunmasına sebeptir.

İsra'dan gözetilen hedef, Yüce Allah'ın kuluna büyük ayetlerini; varlığına, birliğine, kudretinin azametine dair muazzam delilleri göstermektedir.

Bütün bunlarda hayret edecek bir şey yoktur. Çünkü şanı Yüce Allah her sözü işiten Semî'dir, herkesi gören Basîr'dir. O işleri yerli yerine ve hikmete uygun olarak yapar. Hak ve adaletin gereğine göre gerçekleştirir. İşte müşriklerin sözlerini işitmesi, onların İsra olayına dair açıklamalarını, böyle bir olayın meydana gelmesini uzak bir ihtimal olarak görmelerini, Mekke'den Kudüs'e İsra'sını bahane ederek peygamber ile alay etmelerini işitir ve bu müşriklerin yaptıklarını, Allah'ın peygamberine ve risaletine karşı tuzaklarını da görürü .

"Musa'ya da kitabı verdik..." Yüce Allah İsmail'in soyundan gelen Muhammed (a.s.)'e ikramını yapmasını söz konusu ettikten sonra, bu ayet-i kerimede de Muhammed (a.s.)'den önce Hz. Musa'ya, vermiş olduğu kitap olan Tevrat ile ikramda bulunduğunu söz konusu etmektedir. Yüce Allah o kitabı bir hidayet rehberi ve hidayetin ta kendisi kılmıştı. İsrailoğulları'na bu kitabı bilgisizliğin karanlıklarından ilmin aydınlığına çıkmaları için vermişti. "Beni bırakıp başkalarını vekil edinmeyiniz." Yani işlerinizi kendisine havale edeceğiniz Allah'tan başka bir vekil edinmeyiniz. "Vekil" kelimelerinin anlamı ise işlerini kendisine havale edip tevekkül edeceğiniz bir Rab demektir.

1- Dikkat edilecek olursa âyet-i kerimede gaib sigadan muhataba, muhataptan gaibe intikal edilmiştir. Yüce Allah'ın: "Kulunu Mescid-i Haram'dan... götüren" denilince Yüce Allah'­tan gaib olarak söz edilmektedir. Buna karşılık "çevresini mübarek kıldığımız... ona bir kısım âyetlerimizi gösterelim diye" buyruğunda ise muhataba geçiş vardır. Diğer taraftan: "Muhakkak ki o Semî'dir, Basîr'dir." buyruğu ise gaibe delâlet etmektedir. Arkasından yine: "Musa'ya da kitabı verdik." buyruğu ile muhataba geçilmiştir. İşte buna iltifat sanatı denir.

Muhammad (a.s.)'in Beytü'l-Makdis'e götürülmesi şeklindeki İsra ile Hz. Musa'ya Tûr'a gitmesi sonucu Tevrat'ın verilmesi arasında apaçık bir ilişki vardır.

Daha sonra Yüce Allah İsrailoğulları'nı şereflendirip üzerlerindeki nimeti­ni tamamlamasını beyan etmektedir. Bununla da peygamberlere tabi olma şevk ve arzularını harekete getirmek istemekte ve: "Ey Nuh ile beraber taşıdığımız kimselerin soyu..." diye buyurmaktadır. Yani ey Allah'ın Nuh ile birlikte suda boğulmaktan kurtardığı ve tevhid, hak ve hayır yoluna hidâyet eylediği kimselerin soyundan gelenler; yahut onların torunları! İşte siz de bu soyunuza benzeyiniz. İnsanlar arasında tevhide bağlanmaya, peygamberlerin ve rasûllerin izinden gitmeye en lâyık olanlar sizlersiniz. Çünkü önümüzde Yüce Allah'ın nimetlerine şükrü, Allah'ın kudret ve azametini takdir hususun­da alabildiğine ileri gitmiş bulunan atanız Nuh (a.s) vardır. Kulun çok şükredi-ci olması, tam bir muvahhid olması ile mümkündür. Meydana gelen bütün nimetlerin Allah'ın lütfü ile geldiğini görmesidir. İşte sizler bu çok şükreden kulun izinden gidiniz, onun yoluna, onun sünnetine tabi olunuz. Sizden önceki atalarınız nasıl ona uymuş idiyse siz de öylece ona uyunuz.

Hz. Nuh'un "kul" olmakla nitelendirilip peygamberimiz Muhammed (a.s.)'in de "kul" ile nitelendirilmesi peygamberlerin mertebesinin Allah Teâlâ'ya halis, katıksız kulluk mertebesi olduğunun delilidir. Harikulade İsra ve Mi'râc mucizelerinin, gerçek mahiyetlerinden başka türlü nitelendirilmesi doğru değildir. Ayrıca Peygamber (a.s.)'in gerçek konumunu aşacak bir konuma çıkartılmasını da gerektirmez. O Allah'ın bir kuludur yani Allah'ın izzetine, hakimiyetine boyun eğen bir kimsedir. Hristiyanların Hz. Mesih'i nite­lendirdikleri ve olması gereken doğru konumunun dışında başka bir konuma yerleştirmeleri doğru değildir. [4]



Tarihte İsrailogulları'nın Durumları


4- İsrailoğulları'na Kitap'ta şunu hük­mettik: Doğrusu yeryüzünde iki defa bozgunculuk yapacak, kibirlendikçe kibirleneceksiniz.

5- O ikiden birincisinin vakti gelince üzerinize çok güçlü olan kullarımızı saldık. Onlar da ülkenin köşe bucak her yanını araştırdılar. Bu, yerine gelmiş bir vaad idi.

6- Bundan sonra size onlara karşı tekrar üstünlük verdik. Mallar ve oğullar ile size yardım ederek sayınızı alabildiğine artırdık.

7- Eğer iyilik ederseniz kendiniz için iyilik etmiş olursunuz. Kötülük ederse­niz o da kendinizedir. İkincisinin vakti gelince yüzünüzden kederin okunması­nı sağlasınlar, Mescid'e ilk defa girdik­leri gibi girsinler ve ele geçirdikleri her yeri harab etsinler diye.

8- Belki Rabbiniz size merhamet eder. Eğer dönerseniz biz de döneriz. Biz Cehennemini kâfirlere bir zindan yaptık.



Açıklaması


Bu ayet-i kerimeler İsrailoğulları tarihine ait açıklamalarda bulunmakla, işledikleri büyük suçları haber vermektedir. Buyruğun anlamı şudur: Biz İsrai-loğulları'na Musa'ya indirdiğimiz Tevrat'ta bildirdiğimiz hususlar arasında kesinlikle meydana gelecek hükmü verilmiş, bitirilmiş bir vahiy ile yeryüzünde fesat çıkartacaklarını haber verdik. Yani Şam toprakları ve Beytü'l-Makdis'ten yahut Mısır arazisinde yahut yerleştikleri her arazide iki defa fesat çıkartacak­larını söyledik. Allah'a asi olacaklar, Rablerinin Tevrat'taki şeriatına bir defa değil iki defa muhalefet edecekler.

Bunların birincisi Tevrat'a aykırı davranıp onu değiştirmek, Şi'yâ (a.s.) gibi bazı peygamberleri öldürmek ve Yüce Allah'ın gazabını bildirip korkuttuğu sırada da Ermiyâ'yı hapsedip alıkoymaktır. Diğeri ise Hz. Zekeriya ile Hz. Yahya'yı öldürmek ve Hz. İsa'yı da öldürmeye kalkışmaktı.

Daha sonra bunlar insanlara karşı büyüklük taslayacak, azacak, zorbalık yapacaklar, ileri ölçüde zulmedeceklerdi. Yüce Allah'ın: "Kibirlendikçe kibir­leneceksiniz" buyruğu ile onların büyüklük taslamaları, haddi aşmaları ve azgınlık etmeleri kastedilmektedir.

"O ikiden birincisinin vakti gelince..." yani iki fesattan birincisinin vakti gelip fasıklara yapılan vaat ile birinci defa fıska karşılık vaat olunan cezanın zamanı gelince biz sizlerin üzerine sizden daha güçlü, kuvvetli bir orduyu musallat ettik. Bunlar Buhtunnasar komutasındaki Babil halkı idiler. İbni Abbas ve başkalarının dediği gibi. Bu Yahudilerin Ermiyâ'yı yalanlayıp onu yaraladıkları ve hapsettikleri vakit olmuştu. Katâde ise şöyle der: Üzerlerine Câlût'u gönderdi, onların bir çoğunu sürdü, onların bir çoğunu da öldürdü. Câlût ve kavmi oldukça güç kuvvet sahibi idiler. Mücâhid ise şöyle der: Bunlar İranlılardan bir ordu idiler. Ancak kuvvetli olan birinci görüştür. Önemli olan ise azgın bir topluluğa güçlü bir topluluğun musallat kılınmasından gereken ibret ve öğüdü çıkarmaktır. Yoksa kişi ve toplulukların kim olduklarının fazla önemi yoktur.

"Onlar da ülkenin köşe bucak her yanını araştırdılar..." Yani ülkenin dört bir bucağına yayıldılar ve orayı hakimiyetleri altına aldılar. İstedikleri gibi gidip geldiler, kimseden korkup çekinmediler. Öldürüyor, talan ediyor, yağmalıyorlardı. İlim adamlarının ileri gelenlerini katlediyorlardı. Yaptıkları işlerden bir kısmı Tevrat'ı yakmak, Beytü'l-Makdis'i tahrip etmek, İsrailoğulları'ndan çok sayıda bir grubu esir almaktı. Bu ise Allah tarafından vaad olunmuş, mutlaka gerçekleştirilmesi hükmolunmuş bir sözdü. Bu gerçek­leşecek ilâhî bir hüküm idi.

Bu gayet yerinde ve katı ders semeresini vermişti. İsrailoğulları meydana gelen olaydan ibret almış, sapıklıklarından, azgınlıklarından geri dönmüş, kitap ve dinlerinin ilkelerine sarılmışlardı. Bu ise Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi onları yeni bir zafere götürmüştü:

"Bundan sonra size onlara karşı tekrar üstünlük verdik..." Yani daha sonra sizleri onlara galip getirdik, üstün kıldık, tekrar gücünüzü iade ettik, düşman­larınızı helak ettik, sayınızı alabildiğine çoğalttık. Yani erkeklerinizin sayısı çoğaldı. Sizlere pek çok mal, evlat ve silah ile yardım ettik. Bu ise Allah'a itaat ve emri üzerinde dosdoğru yürümenin fazileti idi: "İşte biz o günleri insanlar arasında döndürür dururuz." (Ali İmran, 3/140). Bu bakımdan Yüce Allah: "Eğer iyilik ederseniz kendiniz için iyilik etmiş olursunuz..." diye buyurmak­tadır. Yani şayet amelinizi güzelleştirir, Allah'a itaat eder, emirlerine uyar, yasaklarından uzak durursanız yahut itaat olan amelleri işleyerek iyilik yaparsanız bu şekilde kendinize iyilik etmiş olursunuz. Allah da üzerinize çeşitli hayır ve bereketlerin kapılarını açacak, dünyada kötü kimselerin size verecekleri eziyeti önleyecek, ahirette de size sevap verecektir. Şayet size yasak olan işleri yaparsanız masiyetlerin uğursuzluğu dolayısıyla Allah size dünyada düşmanlarınızı musallat etmek, ahirette de küçültücü azabı tattırmak suretiyle değişik cezalarla sizleri cezalandıracaktır. Yüce Allah'ın: "Kötülük ederseniz o da kendinizedir." buyruğu "Bu sizin hakkınızda uyarıdır" anlamındadır. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Her kim salih bir amel işlerse bu onun lehinedir, her kim de kötülük işlerse bu da aleyhinedir." (Fussilet, 41/46).

Bu Yüce Allah'ın yarattıkları hakkındaki kanunudur. Eğer asi olurlarsa Allah da onlara ölümü, talanı ve esir olunmayı salar. Tevbe ederlerse, bu sıkıntıları üzerlerinden giderir ve tekrar onları eski güçlerine geri döndürür. Bunu da "yapılanlara uygun bir karşılık olmak üzere" (Nebe, 78/26) yapar.

"İkincisinin vakti gelince..." Yani Hz. Zekeriya ve Hz. Yahya'yı öldürme teşebbüsü şeklindeki ikinci fesadın cezasını vermek zamanı gelince, tekrar üzerlerinize düşmanlarınızı yüzünüzden kederin okunmasını sağlamak üzere gönderdik. Yani sizi küçültüp kahretsinler diye yüzünüzde çektiğiniz sıkıntı ve kötülüklerin etkileri ortaya çıksın, Mescide girsinler, yani Beytü'l-Makdis'e siz­leri kahrederek, mağlup ederek girsinler diye üzerinize düşmanlarınızı saldık. Tıpkı orayı yakıp yıkmak, Tevrat'ı yakmak üzere ilk defada girdikleri gibi. "Ve ele geçirdikleri her yeri tahrip etsinler diye." Üstünlük kurdukları her tarafı alabildiğine yıksınlar, helak etsinler. Uygarlık ve bayındırlığın izlerinden hiçbir şeyi bırakmasınlar, üzerlerindekiyle birlikte toprağı yok etsinler; ekini, meyvayı, ziraatı mahvetsinler diye. Bu ikinci kerede Yüce Allah onlara İranlıları musallat etmişti. Biredus yahut Hiredus -Beydavî'nin naklettiği üzere- adıyla anılan prenslerden Babil prensi onları yağmalamış idi.

Kısacası ilk olarak İsrailoğullan'na hücum eden ve Beytü'l-Makdis'i tahrip eden kişi Buhtunnasar'dır. Bu ise Ermiyâ peygamber döneminde olmuştu. Bu Yahudilerin tarihine uygun düşmektedir. İkinci keresinde onlara hücum eden kişi ise Beydavî'nin belirttiği üzere Babil prensi Biradus'tur. Bunun asıl adı ise Yahudilerin kendi tarihlerinde belirttiklerine göre Bizans Kayseri Esbiyanus'-tur. Her iki talan ve yağma arasında ise yaklaşık beş yüz yıllık bir süre vardır.

Daha sonra Yüce Allah bir defa daha umut kapılarını önlerine açarak: "Belki Rabbiniz size merhamet eder." diye buyurmaktadır. Yani Ey İsrailoğulları, ikinci defa düşmanlarınızı size musallat kılmasından sonra şayet tevbe eder ve masiyetlerden vazgeçerseniz belki Rabbiniz size merhamet buyurur, sizi afeder de düşmanlarınızı sizden uzaklaştırır. Allah onlara verdiği bu sözünde elbette durmuştur. Zilleten sonra onları aziz kılmış, tekrar onlara egemenliklerini iade etmiş, aralarından peygamber göndermiştir.

Arkasından Yüce Allah onları: "Ve eğer dönerseniz biz de döneriz." diye buyurmaktadır. Yani sizler de üçüncü bir defa fesat çıkarmaya, masiyetlere geri dönerseniz biz de sizleri zelil kılmaya, düşmanlarınızı size musallat

svz,e gerĞ^en azap N^ cağız. Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ve biz cehennemi kâfir­ler için bir zindan yaptık." Yani kurtuluşları olmayacak şekilde karar kılacak­ları bir hapishane kıldık. Nitekim İbni Abbas böyle açıklamıştır. Hasan-ı Basrî de şöyle buyurmaktadır: "Biz orayı kendilerine bir yatak, bir döşek ve bir sergi kıldık." Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Onlara cehennemde döşekler vardır, üstlerinde de örtüler..." (A'raf, 7/41). Diğer taraftan Araplar küçük sergiye "hasîr" (mealdeki "zindan") kelimesi derler.

Kısaca, isyanları sebebiyle İsrailoğulları hakkında dünyada zillet, ahirette de cehennem azabı söz konusudur. Bu ise Yüce Allah'ın emirlerine aykırı hareket eden herkes için ibretli bir durumdur. [5]



Kur'an-ı Kerimin Hedefleri


9- Muhakkak bu Kuran en doğru olana iletir ve salih ameller işleyen mümin­lere, kendileri için büyük bir mükâfat olduğunu müjdeler.

10- Ahirete inanmayanlara gelince; onlar için elem verici bir azap hazırladık.

11- İnsan hayır istiyormuşçasına şer ister, insan çok acelecidir.



Açıklaması


Ey İsrailoğulları, ne diye Kur'ân-ı Kerim'e iman etmiyorsunuz? Halbuki Kur'ân da Tevrat gibi ilâhi bir kitap olup Allah tarafından Rasulü Muhammed (s.a.)'e indirilmiştir. Bu Kitab'ın üç niteliği vardır:

1- Bu Kur'ân-ı Kerim en doğru olan yola iletir. Dosdoğru din demek olan en mükemmel yolu gösterir. Yüce Allah'ın tek ve Samed, mülkün mutlak sahibi Aziz ve mutlak egemen olduğu, öldürüp dirilten, aziz ve zelil kılan olduğunu ihtiva eden tevhid temeli üzerinde yükselen "müsamahakâr hanif dine" davet eder. Yine onun davet ettiği yol, faziletli amellerdir ve bu yol, dünya ve âhiret hayrını ihtiva eder. Yüce Allah'ın: "En doğru olan" buyruğunun anlamı eğriliği olmayan, en doğru, en adil ve mutedil olan yol demektir.

2- Bu kitap salih amel işleyen müminlere kıyamet gününde amellerinin karşılığı olmak üzere büyük bir ecir olduğu müjdesini verir.

3- Allah'ın varlığını, birliğini tasdik etmeyen, öldükten sonra dirilmeyi, mükâfat ve cezayı kabul etmeyip inanmayan, hayır işler işlemeyen kimseleri ise yaptıklarının bir cezası olmak üzere, onlara cehennem azabının bulunduğunu bildirip uyarır ve korkutur.

Yani Yüce Allah müminlere iki tür müjde vermektedir: Birisi kendilerine verilecek olan sevap, diğeri ise düşmanlarına verilecek olan cezadır. Ayet-i ke­rimede azap hakkında "müjde" tabirinin kullanılması onlara tehakküm (bir çe­şit alay) kabilindedir. Yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi: "Onlara acıklı bir azabı müjdele" (Ali İmran, 3/21). Ya da bir şeyin zıddını kullanmak kabilinden de olabilir. Yüce Allah'ın: "Bir kötülüğün karşılığı onun gibi bir kö­tülüktür." (Şûra, 42/40) buyruğunda olduğu gibi.

Yüce Allah, İsrailoğulları'na ve diğerlerine hidayeti gösteren Kur'ân-ı Ker-im'in niteliklerini beyan ettikten sonra hidayet bulan insanın durumunu beyan etmektedir ki, her ikisi arasındaki ilişki, daha bir güçlensin ve semavî kita­plarla hidayet bulanların bir olduklarını göstersin. İşte bunu açıklamak üzere Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"İnsan hayır istiyormuşçasına şer ister." Yani insanın niteliği aceleciliktir. O kimi zaman kızdığı vakitlerde kendisi yahut çocukları veya malı aleyhine kötülük isteyerek beddua eder. Ya da ölümü, helak olmayı, yok olmayı diler, lanetler yağdırır. Tıpkı Rabbinden esenlik, afiyet ve bol rızık istiyormuş gibi dua eder. Eğer onun bu bedduası kabul olunacak olursa helak olur. Fakat Yüce Allah lütuf ve rahmeti dolayısıyla onun bu duasını kabul buyurmaz. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Şayet Allah insanlara hayrı çabucak istedik­leri gibi, kötülüğü de alelacele verecek olsaydı, elbette ecellerine hükmedilirdi." (Yûnus, 10/11).

Ebu Davud da Hz. Câbir'den peygamberimizin şöyle buyurduğunu naklet­mektedir: "Kendiniz aleyhine, mallarınız aleyhine beddua etmeyin ki Allah'ın duaları kabul ettiği ana tesadüf edersiniz de o anda o bedduanız kabul olunur."

İnsanı bu şekilde beddua etmeye iten onun tezcanlılığı ve aceleciliğidir.

Bundan dolayı Yüce Allah: "Ve insan çok acelecidir." diye buyurmaktadır. Yani akıbeti hakkında hiç düşünmeksizin istediğini elde etmekte acele davranır. [6]



Dünyada Allah'ın Nimetlerinin Hatırlatılması Ve İlâhi Kudretin Delilleri


12- Biz geceyi ve gündüzü iki ayet kıldık. Gece ayetini sildik, gündüz ayetini aydınlık kıldık; Rabbinizden lütuf arayasmız ve yılların sayısını ve hesabı bilesiniz diye. Biz her şeyi uzun uzadıya açıkladık.

13- Her insanın işlediklerini boynuna dolarız. Kıyamet gününde ona açılmış bulacağı bir kitap çıkartırız.

14- "Oku kitabını! Bu gün kendi hesabını görmek için kendin yetersin."

15- Kim hidayete ererse kendi hidayeti için hidayete ermiş olur. Kim de dalâlete düşerse kendi aleyhine dalâlete düşmüş olur. Kimse başkasının günahını yüklenmez. Biz peygamber göndermedikçe azap ediciler değiliz.

16-17 Bir şehri helak etmek istediğimiz zaman varlıklılarına emrederiz; onlar orada fâsıklık yaparlar. Bunun üzerine artık oraya söz hak olduğundan biz de onu kökten yıkar, darmadağın ederiz. Nuh'tan sonra nice nesilleri yok etmişizdir. Kullarının günahı için Habîr ve Basîr olan Rabbin yeter.



Açıklaması


Biz gece ile gündüzü, kudretimize ve harikulade sanatımıza delâlet eden iki alâmet kıldık. Bunların ardı arkasına gelmelerinde insanın faydasına olan işler gerçekleşmektedir. İnsanın sükûn, sessizlik ve dinlenmesi geceleyin; geçim ve kazancını elde etmek için, çalışması ise gündüz olmaktadır.

Biz gece ve gündüzün zamanlarını onlardan gözetilen maksat ve gayeye uygun bir vakit kıldık. Geceleyin koyu bir karanlık vardır ve ışık yoktur. Bu ise ruhun, gözün ve kulağın rahat etmesine uygundur. Gündüzün ise harekete, çalışmaya, eşyaları görmeye uygun olarak ışık ve aydınlık vardır.

İşte bu buyruklarla Yüce Allah kullarına geceyi ışıksız, karanlık ve her­hangi bir şeyin görülmediği bir halde yarattığını; gündüzü ise eşyanın açıkça görülüp seçilebileceği şekilde aydınlık kıldığını belirterek kulları üzerindeki lütuf ve nimetini hatırlatmaktadır.

"Rabbinizden lütuf arayasmız diye." Gece ile gündüzü arka arkaya gelecek şekilde yaratmamız işlerinizi yürütme imkânını bulaşınız, sizi besleyip büyüten Allah'ın rızkından arayasmız diyedir. O Rab ki yaz ve kış dönüp duran zamana uygun olarak size olan lütuf ve insanıyla sizleri ardı arkasına terbiye etmekte, besleyip büyütmekte, sizin yararınıza olacak şeyleri yaratmaktadır.

"Ve yılların sayısını ve hesabı bilesiniz." Yani gece ile gündüzün ardı arkasına gelmesiyle günlerin, ayların, yılların sayısını bilesiniz. Ayları, gece ve gündüzleri hesap etmek suretiyle de zirai dönemlerin, borç vadelerinin icâre ve çeşitli muamelelerinizin vadelerini, namaz, oruç, hac ve zekât gibi ibadet vakit­lerinizin zamanını bilesiniz diye.

Gece ve gündüz değişmemiş olsaydı, insan geceleyin tam bir rahat imkânını, gündüzün de geçimini ve rızkını kazanma imkânını bulamazdı. Şayet zaman bütünüyle tekdüze olsaydı doğru bir şekilde ve kolaylıkla hesap bilinemezdi.

Bu ayetin bir benzeri de Yüce Allah'ın şu buyruğudur: "De ki: Ne dersiniz, eğer Allah kıyamet gününe dek üzerinize geceyi daim kılsa, Allah'tan başka size aydınlık getirecek hangi ilâh vardır? Hâlâ dinlemeyecek misiniz? De ki: Ne der­siniz, eğer Allah kıyamet gününe kadar üzerinize gündüzü ebediyyen uzatsa Allah'tan başka size rahat bulacağınız, geceyi getirecek hangi ilâh vardır? Hala görmeyecek misiniz? Geceyi rahat bulmanız, gündüzü de lütfundan aramanız için yaratması O'nun rahmetindendir. Olur ki şükredersiniz." (Kasas, 28/71-73).

Bir başka yerde Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Zikretmek veya şükret­mek isteyenler için gece ve gündüzü birbirinin ardınca getiren O'dur." (Furkân, 25/62); "Güneşi bir ışık, ayı bir aydınlık yapan, bunların sayısını ve hesabı bil­meniz için ona menziller tayin eden O'dur. Allah bunları ancak hak ile yaratmıştır. O bilecek bir topluluk için ayetlerini (böyle) açıklar." (Yûnus, 10/5).

"Ve biz her şeyi uzun uzadıya açıkladık." Din ve dünyanızın menfaati hususunda ihtiyaç duyduğunuz her şeyi size faydalı, yeterli ve eksiksiz şekilde açıkladık.

Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Biz o Kitaptan hiçbir şeyi eksik bırakmadık." (En'am, 6/38); "Biz Kitab'ı sana her şeyi açıklayıcı olmak üzere indirdik." (Nahl, 16/89).

Yüce Allah, hayır yahut şer türünden olan amellerden sorumluluk ilkesini söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: "Her insanın işlediklerini boynuna dolarız." Yani bizler her insanın amelini hayır ise gerdanlığın boyundan ayrılmayışı gibi; şer ise boynundan çözülmesi imkânsız olan zincirler gibi insandan ayrılmaz kıldık. Ayet-i kerimede geçen tâir (kuş) den kasıt, insanın yaptığı işlerdir. Araplar bir şeyin bir şeyden ayrılmamasını ifade etmek için "boyuna koyulma" tabirini kullanırlar. O bakımdan "Bunu senin boynuna bıraktım" derken "Ben seni bu işle görevlendirdim, ona gereken şekilde dikkat göstermeni istedim." demek istenir.

Yapılan amelin insandan ayrılmayışı kesin bir iş ve bilinen ilâhî bir hükümdür. Bu da Yüce Allah'ın eşyaya ve insandan sadır olacak amellere dair ezeli bilgisine uygun olarak cereyan eder. Ancak bu insanın cebr altında olduğunu (seçme hürriyeti bulunmadığını) ve sevap ile cezanın esas sebebini teşkil eden seçme hürriyetinin bulunmadığını ifade etmez. Her insan güzel bir sevabı gerektiren hayrı yahut da kötü bir cezayı gerektiren şerri seçmekte muhayyerdir, serbesttir.

"Kıyamet gününde ona açılmış bulacağı bir kitap çıkartırız..." Yani kıyamet gününde her bir insana önünde açılmış olarak göreceği bir kitabı karşısına çıkar­tacağız. Onda hayrıyla, şerriyle bütün amelleri kaydedilmiş olacaktır.

Hasan-ı Basri kudsî bir hadisi söz konusu ederek şöyle demektedir: "Allah buyurdu ki: Ey Ademoğlu, biz sana bir sahife yaydık. Üzerine iki şerefli melek görevlendirildi. Bunların birisi sağında, diğeri solundadır. Sağında bulunan melek iyi amellerini, solundaki melek ise kötülüklerini tespit eder; sen dilediğini yap, az ya da çok amel işle. Nihayet öldüğün vakit sahifen dürülür ve kabrinde senin boynuna dolanarak bırakılır. Kıyamet gününde sana (verilmek üzere) çıkartılmcaya kadar bu böyle kalır."

"Oku kitabını. Bu gün kendi hesabını görmek için kendin yetersin..." Kitabın ile karşılaşacağın vakit sana: "Oku kitabını!" Yani dünyada işlediğin amellerin yazılı olduğu kitabı oku, denir. Kendi amellerini hesap edip tespit edecek hesapçı olarak sen kendine yetersin. Hasan-ı Basrî bu ayeti okuduğunda şöyle dermiş: "Ey Ademoğlu kendini hesaba çeken kimse olarak seni tayin etmekle Allah sana adil davranmıştır." Bu sözü söyleyecek olan ise, melekler aracılığı ile Yüce Allah'tır.

"Kim hidayete ererse kendi nefsi için hidayete ermiş olur." Yani her kişinin ameli kendine ait olduğuna göre hakka ve doğruya hidayet bulup Allah'ın dinine, peygamberinin hidayetine uyan bir kimse ancak kendisine fayda sağlamış olur. Her kim amelinden sapar, Allah'ın dininden yan çizip uzaklaşır, onu ve peygam­berlerini inkâr edip kâfir olursa, ancak kendisine zarar verir. Çünkü salih amelin sevabı o ameli işleyene hastır. Bu sevap onu aşarak başkasına ulaşamaz. Kötü amelin cezası da o ameli işleyenin yakasını bırakmaz.

Daha sonra Yüce Allah ikinci şıkkın anlamını: "Kimse başkasının günahını yüklenmez." buyruğu ile daha da pekiştirmektedir. Yani günah kazanmış herhangi bir nefis bir diğerinin günahını yüklenmeyecektir. Aksine her kimse kendi günahını yüklenecektir. Yahut da kimse kimsenin günahını taşımayacaktır. Suç ve cinayet işleyen ancak kendi aleyhine işlemiş olur.

Bu buyruk başkalarını kötülük işlemeye, küfre sapmaya teşvik eden ve bu günahların akıbetini yükleneceklerini iddia eden kimselere açık bir reddir. İbni Abbas'tan rivayet edildiğine göre bu ayeti kerime: "Muhammed'i inkâr edip kâfir olunuz, günahlarınız benim boynuma olsun." diyen el-Velid b. Muğîre hakkında nazil olmuştur.

Bu aynı şekilde: "Bizler hiçbir şeyden dolayı azap edilmeyeceğiz. Eğer ceza ^diye bir şey söz konusu ise bu bizim atalarımız hakkında söz konusu olacaktır. Çünkü bizler sadece onları taklit eden kimseleriz." diyen cahiliyye mensubu kimselerin görüşlerini de reddetmektedir. Bunu da Yüce Allah'ın şu buyruğu pekiştirmektedir: "De ki: Siz bizim suçlarımızdan sorumlu olmayacaksınız. Biz de sizin yaptıklarınızdan sorumlu olmayacağız." (Sebe, 34/25).

Cezada şahsî sorumluluk ilkesi, suçludan başkasına da ceza veren eski Romalıların ve Arapların ceza anlayışını düzelten, İslâmın iftihar ettiği ulvi esaslardandır.

Başkalarını sapıklığa çağıranların ceza ve günahı kat kat olur. Aynı zamanda sapıklıklarında onlara uyan kimselerin günah ve cezaları da affedilmez. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlar kıyamet gününde kendi günahlarını tamamen yüklendikten başka bilgisizce saptırdıkları kim­selerin günahlarının bir kısmını da yükleneceklerdir." (en-Nahl, 16/25); "Onlar elbette kendi yüklerini ve kendi yükleriyle birlikte de diğer (saptırdıklarının) yüklerini yükleneceklerdir." (Ankebût, 29/13).

"Biz peygamber göndermedikçe azap ediciler değiliz." Yani adaletin, hik­metin ve rahmetin bir gereği olarak bizler dünyada yahut ahirette ancak uyardıktan sonra azap ederiz. Onların ileri sürebilecekleri bütün mazeretleri ortadan kaldırdıktan ve kendilerine peygamberi gönderdikten sonra insanlara ceza vermek söz konusudur. Bu ise hükümleri, helâli, sevap ve cezayı açıklayan ayet-i kerimeler ile onlara karşı delil getirildikten sonra olur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "İçine her bir grup atıldığında cehen­nem bekçileri onlara: Size uyarıcı bir peygamber gelmedi mi? diye sorarlar. Onlar: Evet gerçekten bize bir uyarıcı (Peygamber) geldi, fakat biz yalanladık ve Allah herhangi bir şey indirmemiştir... dedik." (Mülk, 67/8-9). Yüce Allah bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "Oranın bekçileri onlara şöyle diyecek: Size Rabbinizin ayetlerini okuyan ve bu gününüze kavuşmakla korkutan sizden peygamberler gelmedi mi? Onlar: Evet, diyecekler. Fakat azap sözü kâfirler üzerine hak olmuştur." (Zümer, 39/71).

Peygamberlerin gönderilmesinden sonra azabın meydana gelişine gelince; bu da Yüce Allah'ın haber verdiği şu şekilde olacaktır:

"Bir şehri de helak etmek istediğimiz zaman..." Yani kökten helak edecek bir azap ile bir kavmin helak edilme zamanı yaklaştı mı, biz onların ileri gelen­lerine, refahlılarına itaat ve hayır işleri yapmayı emrederiz. Yani bu işleri yap­malarını buyururuz. Onlar bu emre aykırı davranıp fasıklık edip itaatin dışına çıkarak isyanda diretmeye koyulunca, bu isyanlarına uygun bir ceza ve azap vacip olur. Biz de bunun üzerine onları mahvu perişan ederiz ve tam anlamıyla yok eder, dağıtırız. Bu azap bütün o belde halkını kuşatır. Ayetteki "mütrefler" nimet içerisinde yüzenlerdir. Diğerlerine nispetle onların öncelikle şükret­meleri gereklidir. Onlar için şükür daha bir gereklidir.

Bu şekilde kapsamlı yok etmek ise, bütün mükelleflere yönelik olan genel emirdir. Zengin yahut fakir olsunlar, müreffeh olsunlar, olmasınlar fark etmez. Ancak burada emrin özellikle müreffeh kimselere yöneltildiğinden söz edilme­si, onların önder olmaları, başkalarının da onların arkasından gitmesidir. Avamın ve onlara uyanların durumu ise, büyüklerin ve önderlerin arkasından giderek onları taklit etmektir. İbni Abbas, Yüce Allah'ın: "Varlıklılarına emir veririz, onlar ise orada fasıklık yaparlar." buyruğu hakkında şöyle demektedir: Yani o beldenin kötülerim o beldeye yönetici yaparız; onlar da orada isyan ederler. Bunu yaptıkları takdirde ise azap ile Allah onları helak eder. Bu da Yüce Allah'ın şu buyruğunu andırmaktadır: "Böylece her kasabada oraların günahkârlarını -o yerlerde hilekârlıklar etsinler diye- büyüklerinden kıldık..." (Enam, 6/123).

Daha sonra Yüce Allah Kureyş kâfirlerini ve benzerlerini Rasulü Muhammed (s.a.)'i yalanlamaları ile ilgili olarak şöyle uyarıp korkutmaktadır: Bundan önce pek çok ümmete günahları sebebiyle azap etmek hak olmuştur. İşte bunu hatırlatmak üzere Yüce Allah: "Nuh'tan sonra nice nesilleri yok etmişizdir..." Yani Nuh'tan sizin bu zamanınıza kadar azıp isyan etmeleri, rasullerini yalanlamaları sebebiyle bir çok ümmeti helak ettik. Bunlar tıpkı sizin şu andaki durumunuzda idiler. Ve siz ey yalanlayıcılar, Allah katında bunlardan daha değerli değilsiniz. Sizler rasullerin en şereflisini, mahlûkatm en değerlisini yalanlamış bulunuyorsunuz. Sizin cezalandırılmanız daha yerinde ve öncelikle söz konusudur.

Bu her dönemde Allah'ın rasulünü yalanlayacak kimselere çetin azabı hatırlatan bir tehdittir. Ayrıca bunda Adem ile Nuh arasında geçen nesillerin İslâm üzere olduklarına delâlet vardır. İbni Abbas der ki: Adem ile Nuh arasında on nesil geçmiştir ki, bunların hepsi İslâm üzere idiler.

"Kullarının günahları için Habîr ve Basîr olarak Rabbin yeter." Yani yarattıklarının günahlarını gören Habîr (her şeyden haberdar) olarak Allah yeter. O, onların amellerini, günahlarını onlar için tespit eder. Müşriklerin de başkalarının da işlerinden hiçbir şey ona gizli kalmaz. Onların hayrıyla, şerriyle bütün amellerini bilir. Habîr onları çok iyi bilen, Basîr ise amelerini çok iyi gören demektir. İşte bu günahların, yok olmanın, helak edilmenin sebe­bi olduğunu, Allah'ın bu günahları çok iyi bildiğini, göstermektedir.

Sözü geçen bütün bu hususlar aklı başında olanları dünyada da ahirette de fayda verecek salih ameller işlemeye yöneltmeye bir sebeptir. [7]



Dünyayı İsteyenin Cezası İle Ahireti İsteyenin Mükafatı:


18- Kim geçici dünyayı isterse onun için oradan dilediğimiz kadarını dile­diğimiz kimseye hemen veririz. Sonra onun için cehennemi hazırlarız. Kötülenmiş ve kovulmuş olarak orayı boylar.

19- Kim de ahiret ister ve onun için gerekli çabayı inanmış olarak gös­terirse, işte onların çabaları karşılığını bulacaktır.

20- Her birine, bunlara da onlara da Rabbinin bağışından ulaştırırız. Rab-binin bağışı kimseden alıkonmuş değildir.

21- Bak, nasıl onları birbirlerine üstün kıldık. Elbetteki âhiret dereceler bakımından da daha büyüktür, üstün­lük bakımından da.



Açıklaması


Bu ayet-i kerimeler insanların dünya hayatındaki durumlarını genel olarak sınıflandırmaktadır. İnsanlar iki gruptur: Kimisi dünya için çalışır, kimisi de ahiret için. Birinci kesim Yüce Allah'ın: "Kim geçici dünyayı isterse..." diye söz konusu edilmektedir. Yani her kimin isteği çabucak geçen dünyayı elde etmek ise ve bütün çaba ve gayretlerini ona yöneltip ahireti unutursa, Allah dünyada ona kendi istek ve iradesine uygun olarak, emelini acilen gerçekleştirme imkânını verir. Rızkını geniş tutmak, hayatını rahat içerisinde geçirmek gibi. Fakat dünyayı isteyen, nimetlerini isteyen herkes de maksadını elde edemez. Aksine bu, Yüce Allah'ın dilediği şekilde irade ve istek ile kayıtlıdır. Bu kayıt iki hususu kapsamaktadır: Verilenler kulun istediği değil de Allah'ın dilediğidir ve bunu Allah dünyayı isteyen herkese değil, kendisinin dilediği kimselere bağışlar. İşte maddecilere de istedikleri her şey verilmemek­tedir. Onlara ancak arzu ve temennilerinin bir kısmı verilmektedir. Maddeci­lerin bir. çoğuna da ebediyyen bir şey verilmeyebilir. Böylelikle bunlar hem dünyada hem de ahirette hakirdirler. Hem dünyadan, hem de dinden mahrum­durlar.

Bu maddecilerin her birisine ister istekleri verilsin ister verilmesin cehen­nem vardır. Onlar oraya atılacaklardır. Yani sürekli olarak cehennem ateşini çekeceklerdir. Allah, melekler ve bütün insanlar tarafından şükürlerinin azlığı, kötü amel ve davranışları sebebiyle yerilecekler, Yüce Allah'ın rahmetinden kovulacaklardır.

Ayet-i kerimede bu cezaların üç türlü niteliği söz konusu edilmektedir: Devamlılık ve ebedîlik, zelil kılmak ve küçük düşürmek ile Yüce Allah'ın rah­metinden kovulmak. İşte bu, kâfir maddecilere bir tehdit ve ileri derecede bir azardır. Çünkü onlar bütün çabalarını dünyaya münhasır kılarlar; üstelik dünyalık namına ellerine bir şey de geçmeyebilir. Ahmed, Aişe (r.anhâ)'den merfû olarak şunu rivayet etmektedir: "Dünya (ahirette) yurdu olmayanların yurdu, malı olmayanların da malıdır. Dünya için akılsızdan başkası toparlayıp biriktirmez."

İkinci kesim olan takva sahibi müminlere gelince, bunlar Yüce Allah'ın kendilerinden şu şekilde söz edip durumlarını haber verdiği kimselerdir: "Kim de ahireti isterse ve onun için gerekli çabayı inanmış olarak gösterirse..." Yani her kim ahireti ister ve onun gayret ve maksadı ahiret olup elinden geldiğince Allah'a, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe iman ve tasdikle yaparsa, bunlar itaatleri Allah tarafından şükür ile karşılanan ve amellerine sevap ver­ilen kimselerdir.

Bunların böyle bir mükâfatı, bu şekilde güzel bir karşılığı görmeleri ancak şu üç şarta bağlıdır:

1- Ahiret sevabını ve ahiretteki nimet ve sevindirici mükâfatları istemek. "Buharı i\e Müs\rm'&e ttı. Öyûks'^s^ T\May^,t edilen hadis-i. şerifte: "Ameller ancak niyetlere göredir." diye buyurulmaktadır.

2- Yapılan iş Allah'a yakınlaştırıcı ve Allah'ın rasulünce yapılan işlerden olmalı; batıl amellerden olmamalıdır. Çünkü kâfirler putlara, yıldızlara, melek­lere ve peygamberler arasından birtakım insanlara ibadet ederek Allah'a yakınlaşmaya çalışırlar. Yüce Allah'ın: "Ve onun için gerekli çabayı... gösterirse." buyruğu yani salih amelleri işlemek suretiyle hakkını verirse, anlamındadır.

3- Amelin iman çerçevesinde olması gerekir. Sağlıklı bir iman olmaksızın amelin bir faydası olmaz. İşte yapılan işin meşkur olması, yani mükâfatla karşılanmasında aranan üç şart bunlardır.

Seleften bazıları şöyle demiştir: Şu üç niteliği taşımayan kimseye amelin­in faydası olmaz: Sabit bir iman, samimi bir niyet ve isabetli bir amel. Daha sonra da selefe mensup bu zat bu ayet-i kerimeyi okudu.

İşte ahiretin zenginliğini tercih eden bu salih müminler, bundan sonra hiçbir şeye aldırış etmezler. Eğer onlara dünyadan bir pay verilirse rablerine şükrederler. Bu paydan mahrum bırakılırlarsa da sabrederler, rıza gösterirler. Çünkü onlar için Allah katında bulunanlar daha hayırlı ve kalıcıdır.

Daha sonra Yüce Allah dünya hayatındaki rızkın her iki kesim için temi­nat altına alındığını açıklayarak şöyle buyurmaktadır: "Her birine, bunlara da onlara da Rabbinin bağışından ulaştırırız..." Yani Yüce Allah dünyayı isteyen­lere de ahireti isteyenlere de mal, evlât ve buna benzer dünya hayatındaki izzet ve zinetin görünür özelliklerini verir. Onun bağışı mümin veya kâfir olsun kimseden alıkonmuş değildir; çünkü hepsi de şu amel yurdunda yaratılmış varlıklardır. O bakımdan Yüce Allah'ın adalet ve rahmeti herhangi bir kimse­nin mazeret beyan edebilmesine fırsat kalmamasını hükme bağlamıştır.

Daha sonra Yüce Allah her iki kesime bağışının farklı olduğunu belirt­mekte ve: "Bak, nasıl onları biribirlerine üstün kıldık..." diye buyurmaktadır. Yani ibret gözüyle bir bak, her iki kesimi verdiğimiz dünya bağışında nasıl farklı kıldığımızı gör. Rızık ve dünya metaı bakımından biribirlerine nasıl üstün kıldığımızı bir gör. Bir mümine bu bağışı verirken bir diğer mümine ver­medik. Bir kâfire verirken ötekine vermedik. Bu ise bizim daha iyi bildiğimiz, son derece ileri bir hikmet dolayısıyladır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmak­tadır: "Dünya hayatında onların geçimlerini aralarında biz paylaştırdık. Onların bir kısmını diğer bir kısmının üzerine derece derece üstün kıldık ki bir­birlerinden faydalansın." (Zuhruf, 43/32). Bir diğer ayet-i kerimede de Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kiminizi kiminizden derecelerle -sizi size verdiği şeylerle sınamak için- üstün kılandır." "Eğer Allah kullarına rızkı (genişletip) yaysaydı, yeryüzünde elbette azgınlık ederlerdi; fakat o dilediği bir miktarda indirir. Şüphesiz ki O kullarından haberdardır, onları çok iyi görendir." (Şûra, 42/27).

"Elbette ki ahiret, dereceler bakımından da büyüktür..." Yani ahiretteki farklılık daha büyüktür. Uhrevî dereceler daha büyük, fazilet ve üstünlükler daha muazzamdır. Cehennem halkı ise aşağı doğru inen basamaklarda Cennet halkı yüksek derecelerde birbirinden farklıdırlar. Cennetin yüz basamağı vardır. Her iki basamağın arasındaki mesafe gök ile yer arası gibidir. Buharî ile Müslim'de şöyle rivayet edilmektedir: "Şüphesiz yüksek derece sahipleri, İlliyindekileri (en yüksekte olanları) sizin semanın ufkunda batmaya yüz tutmuş yıldızı gördüğünüz gibi görürler." Bazıları da şöyle demiştir: Ey dünya meclislerinde yukarda olmakla övünen kişi, ahiret meclislerinde yukarda olmakla övünmeyi arzulamaz mısın? Kaldı ki ahiret daha büyük, daha üstündür.

Ayet-i kerimeye uygun düşen ibretli bir olay vardır ki bunu İbni Abdüll-berr, Hasan-ı Basrî'den rivayet etmektedir. Hasan-ı Basrî der ki: Aralarında eşrafın ve avamdan kimselerin bulunduğu bir topluluk, Halife Ömer (r.a.)'in kapısına geldiler. Aralarında (Mekke soylularından birisi olan) Kureyşli Süheyl b. Amr, Ebu Süfyân b. Harb ve Kureyş'in yaşlıları da vardı. Hz. Ömer önce Suhayb, Bilal ve Bedir mücahitlerine huzuruna girmeleri için izin verdi. Hz. Ömer bunları severdi. Ebu Süfyan: "Ben bu gün gibisini hiç görmüş değilim." dedi. Çünkü bu gün şu kölelere (huzura girmek için) izin veriliyorken bizler olduğumuz yerde oturuyoruz, kimse bize dönüp bakmıyor bile. En akıllıları olan Süheyl şöyle dedi: Ey Kavm, Allah'a yemin ederim ben yüzünüzdeki kızgınlık ifadelerini görüyorum. Eğer kızıyorsanız bizzat kendinize kızınız. Çünkü -İslâm'a girmek için- onlar da davet edildiler, biz de davet edildik. Fakat onlar bu konuda ellerini çabuk tuttular, biz ise geri kaldık, geciktik. Bu Ömer'in kapısı. Ya ahiretteki farklılık! Eğer siz Ömer'in kapısında bunları kıskandıysanız, şüphesiz Allah'ın cennette onlara hazırladığı çok daha büyük­tür. [8]



Müslüman Toplumun Esasları: İmanın Esası Tevhid, İslam Toplumunun Temeli Aile Bağıdır


22- Allah ile beraber başka bir ilâh edin­me! Yerilmiş ve terkedilmiş olarak kalırsın.

23- Rabbin hükmetti ki: Kendisinden başkasına ibadet etmeyesiniz. Ana ve babaya iyi davranasınız. Eğer onlardan biri veya her ikisi senin yanında iken yaşlanacak olursa onlara: "Öf dahi deme! Onları azarlama ve her ikisine de tatlı söz söyle.

24- Merhametinden dolayı onlara alçakgönüllülük kanatlarını indir ve de ki: "Rabbim o ikisi beni küçükken yetiştirdikleri gibi sen de onlara merhamet et."

25- Rabbiniz nanslerinizde olanı en iyi bilendir. Eğer salihlerden olursanız 'muhakkak ki o, kendisine dönenlere mağfiret edicidir.

26- Yakın akrabaya hakkını ver, misk­ine ve yolcuya da. Ama saçıp savurma.

27- Çünkü saçıp savuranlar şeytanlarla kardeş olmuşlardır. Şeytan ise Rabbine karşı pek nankördür.

28- Rabbinden beklediğin bir rahmet için onlardan yüz çevirmek zorunda

kalırsan o zaman onlara yumuşak bir söz söyle.

29- Ve elini boynuna bağlı kılma. Onu büsbütün de açıp durma; yoksa kınan­mış ve pişman olarak kalakalırsın.

30- Muhakkak ki Rabbin dilediğine rızkı genişletir ve daraltır. Muhakkak ki O, kullarından haberdardır, Basîr'dir.



Açıklaması


Yüce Allah tevhidin gerçeğini açıklamak üzere Rasulüne hitapta bulun­maktadır. İmanın gerçeği tevhiddir, Allah'ın ortaklarını reddetmektedir. Bu hitabın muhatapları ümmetin mükellef olanlarıdır. Çünkü o dönemde Hz. Peygamberin anne ve babası yoktu.

Ey mükellef olan insan, ulûhiyyet ve ibadetinde Yüce Allah'a ortak koşma!

Yalnızca O'nu ilâh ve Rab tanı. O'ndan başka ilâh yoktur, O'nun dışında ilâh yoktur, O'nun dışında Rab yoktur, hakkıyla ibadete lâyık kimse yalnız O'dur. Sen Allah ile birlikte bir başka ilâhı kabul edecek olursan, Ona ortak koştuğundan dolayı kınanmış olursun. Yardımsız kalırsın, Rabbin sana yardımcı olmaz; hatta sen kime ibadet ettiysen seni de onunla başbaşa bırakır. Onun ise ne bir fayda ne de bir zarar verecek gücü vardır. Ahmed, Ebu Davud ve Tirmizî, Abdullah b. Mes'ud'dan şöyle dediğini nakletmektedirler: Rasulul-lah (s.a.) buyurdu ki: "Her kime bir ihtiyaç arız olur da o da bunu insanlara (karşılamaları için) götürecek olursa, onun bu ihtiyacı karşılanmaz. Her kim bu ihtiyacını Allah'a arz ederse er veya geç Allah'ın ona bir rızık göndermesi uzak değildir." Kısacası müslüman toplumun birinci esası Allah'ı tevhid etmek ve ona şirk koşmamaktadır.

Akide ve imanın en büyük esası olan tevhidin açıklanmasından sonra Yüce Allah imanın şeâirini (alâmetlerini) ve gereklerini söz konusu etmektedir. Bu hususlar da şunlardır:

1- Yalnızca Yüce Allah'a ibadet etmek: "Rabbin hükmetti ki: Kendisinden başkasına ibadet etmeyesiniz." Yani Yüce Allah kendisinden başkasına ibadet etmemenizi emretmiştir. Bu ise iki hususu kapsamaktadır: Yüce Allah'a ibadet ile meşgul olup Allah'tan başkasına ibadetten sakınmak. Çünkü ibadet tazimin en ileri derecesidir. Bu ise Aziz ve Celil olan Allah'tan başkasının hakkı değildir.

2- Anne, babaya iyilik: "Ana ve babaya iyi davranasınız." Yüce Allah pek çok ayet-i kerimede kendisine ibadet etmek emriyle birlikte anne babaya iyi davranma emrini bir arada zikretmiştir. Çünkü insanın var olmasının gerçek sebebi olan Yüce Allah'tan sonra, var olmasının zahirî sebebi onlardır. Şefkat, merhamet, onların iyiliklerinin tercih edilmesi, yumuşaklıktan oluşan bir ortam içerisinde çocukların terbiye edilmesini onlar sağlamışlardır. Buyruğun anlamı şudur: Ve Yüce Allah anne babaya iyilik yapılmasını emretmiştir. Yahut da anne babaya iyilik yapmanızı, onlara güzel davranmanızı emretmiştir. Nitekim Yüce Allah bir başka ayet-i kerimede şöyle buyurmak­tadır: "Bana, anne ve babana şükret diye. Dönüş yalnız banadır." (Lokman, 31/14). Bu ise onların çocuklarına olan şefkatleri ve iyilikleri dolayısıyladır. Çocuğun terbiye ve korunması için azami gayret harcamalarından ötürüdür. O bakımdan onlara karşı güzel davranmak, iyi hareketlerde bulunmak bir vefakârlıktır, bir insanlıktır. Bu da onlara karşı güzel davranmakla, varlıklı ise maddi açıdan yardım ile olur. Bundan dolayı Yüce Allah onlara yapılacak bir­takım iyilik şekillerini beyan ederek şöyle buyurmaktadır:

"Eğer onlardan biri veya her ikisi senin yanında iken yaşlanacak olurlarsa..." Yani ana ve baba yahut onlardan birisi senin yanında yaşlanacak ve ömürlerinin son dönemlerinde senin yanında tıpkı hayatının başlangıcında olduğu gibi zayıf ve aciz düşecek olurlarsa aşağıdaki şu beş görevi yerine getirmelisin:

a) "Onlara öf dahi deme." Yani en asgari seviyede sıkıntı belirten kötü bir söz söyleme. Hatta öf dahi dememelisin. Bu kötü sözün en aşağı derecesindeki sıkılmanın ifadesidir. Bu her durumda, özellikle de zayıf oldukları, yaşlandıkları ve kazanç sağlamaktan acze düştükleri vakit böyle olmalıdır. Çünkü o dönemde artık iyiliğe olan ihtiyaçları daha fazladır, daha gereklidir ve daha önceliklidir. Bundan dolayı Yüce Allah yaşlılık durumunu özellikle zikret­miştir.

Müslim, Ebu Hureyre'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasulullah lmayıp zannî olduğunu söz konusu ettikten sonra Yüce Allah'ın: "Dokuz tane spaçık ayet." buyruğunun tefsiri ile ilgili olarak en iyi rivayetin Safvân b. Assa il-Muradî'nin yaptığı rivayet olduğunu kaydeder. O şöyle demektedir: Yahu-iinin birisi arkadaşına: "Gel seninle birlikte şu peygambere gidelim ve dokuz ayete dair ona soru soralım" dedi. Her ikisi Rasulullah (s.a.)'ın yanına gitti ve :na bu dokuz ayete dair soru sordu, şöyle buyurdu: "Bunlar Allah'a hiçbir şeyi *tak koşmayınız, hırsızlık yapmayınız, zina etmeyiniz, kimseyi öldürmeyiniz, ' ^yü yapmayınız, faiz yemeyiniz, iffetli kadına iftira etmeyiniz, savaş günü zınüp kaçmayınız ve ey yahudiler, sizin için özel olmak üzere cumartesi £j.nünde haddi aşmayınız, şeklindedir." Yahudiler kalkıp elini ayağını öptüler re dediler ki: Senin bir peygamber olduğuna şahitlik ediyoruz. Eğer öldürülmekten korkmasaydık şüphesiz sana tabi olurduk.[33]Buna göre "ayetler"den kasıt hükümlerdir.

"Sor İsrailoğulları'na..." Yani ey Peygamber! Abdullah b. Selâm ve arka­daşları gibi çağdaşın olan İsrailoğulları'na bunun kitaplarında da sabit olduğunu bilmeleri için sor.

"Hani onlara gelmişti de Firavun ona şöyle demişti: Ey Musa doğrusu ben seni büyülenmiş zannediyorum." Yani sen onlara Musa'nın bu ayetleri, mucizeleri getirdiği ve bunları Firavun'a tebliğ edip onun da, Şüphesiz Ey Musa, ben senin büyülenmiş olduğunu ve böylelikle aklının karıştığını zannediyorum, dediği zamanı sor onlara.

"O da demişti ki: Andolsun ki sen bunları açık deliller olarak göklerin ve yerin Rabbinden başkasının indirmemiş olduğunu biliyorsun." "Yani Musa Firavun'a şöyle demişti: Sen de kesinlikle biliyorsun ki, bu dokuz ayeti (mucizeyi) ancak gökleri ve yeri yaratan Allah indirmiştir. O bunları yalnız ve yalnız benim getirdiğimin doğruluğuna delil ve belge olsun diye indirmiştir. Bunlar insanı hak yola iletmektedir ve bunların Allah'tan geldiğini, başkasından gelmediğini ispatlamaktadırlar.

"Doğrusu ey Firavun, ben de senin helak olacağını sanıyorum." Yani sen hayırdan alıkonulmuş, şerre çokça meyleden, yenik düşürülmüş ve helak olmuş bir kimsesin.

"Bunun üzerine onları o yerden sürüp çıkarmak istedi." Yani Firavun Musa'yı ve kavmi İsrailoğullarmı öldürerek Mısır topraklarından çıkarmak istemişti. "Biz de onu ve beraberindekilerin hepsini suda boğduk." Firavun ve ordularının hepsini suda boğmak suretiyle helak ettik.

"Onun ardından İsrailoğulları'na dedi ki: Haydi o ülkede yerleşin." Yani biz Musa'yı ve kavmi İsrailoğulları'nı kurtardık. Firavun'u helak ettikten sonra da onlara şöyle dedik: İşte Firavun'un sizi çıkarmak istediği yerde yerleşin. Burası ise Mısır toprakları yahut da size vaat olunan Şam topraklarıdır.

"Ahiret vakti geldiği zaman onları da sizi de bir araya getiririz." Yani kıyamet günü geldi mi sizi ve düşmanlarınızı bir arada karışık olarak getiririz; sonra da sizler ve onlar arasında hüküm veririz. " Bir araya getirmek=lefîf' soylu olsun olmasın, itaat eden olsun isyankâr olsun, güçlü olsun zayıf olsun; değişik şahsiyetlerden meydana gelen büyük topluluk demektir.

Musa'nın kavmine Yüce Allah apaçık dokuz ayet vermiş onlar da , bu ayetleri inkâr edince Allah onları helak etmiş olduğundan şanı yüce Allah, kâfirlere mucizelere gerek olmadığını beyan ederek cevap verdi. Diğer taraftan eğer teklif ettikleri bu mucizeler onlara gelecek, sonra da bunları inkâr edecek olurlarsa, onları kökten yok edecek bir azabı indireceğini, kimin iman ettiğini kimin de etmediğini ezelden beri bildiğinden dolayı, bu isteklerini yerine getirmemesinin hikmetin bir gereği olduğunu açıkladı. İşte bu açıklamalardan sonra Yüce Allah onlara ebedi mucize olan Kur'ân-ı Kerim'e, gereken tazimi gösterip onunla yetinmeyi hatırlatarak, şöyle buyurmaktadır: "Biz onu hak ile indirdik, o da hak olarak indi..." Yani şüphesiz biz vahdaniyetin ve Allah'ın varlığının belgelerini, insanların peygamberlere olan ihtiyaçlarını açıklamak, adaleti ve üstün ahlâkî değerleri emretmek, zulmü, çirkin söz ve fiilleri yasak­lamak, fert, toplum ve devlet hayatını düzenleyici hukukî hükümleri, emir ve yasakları ihtiva etmek ve bunların dışında oldukça üstün ve yüce yasama esas ve ilkelerini ihtiva etmek gibi, hakkı kuşatan bir şekilde Kur'ân-ı Kerim'i indirdik.

Ve ey Muhammed, bu Kur'ân-ı Kerim sana da korunmuş ve himaye edilmiş olarak indirilmiştir. Başka bir şey ona karışmamıştır. Bu Kitap'ta herhan-m bir fazlalık olmadığı gibi, herhangi bir eksiklik de yoktur. Aksine o sana hak 3e birlikte ulaştı. Bu ise oldukça güçlü, kuvvetli, emin, muktedir, mele-i a'lâ'da kendisine itaat olunan Cibril (a.s.)'dir.

Kur'ân-ı Kerim'in özelliklerinin açıklanmasından sonra Yüce Allah Hz. Ppjrgamberin görevlerini şöylece açıklamaktadır: "Seni de ancak müjdeci ve jrmncı olarak gönderdik." Yani ey Muhammed, biz seni ancak sana itaat eden müminleri cennet ile müjdeleyici ve sana karşı gelip isyan eden kâfirleri de nehennemle uyarıp korkutucu olmak üzere gönderdik.

Daha sonra Yüce Allah tekrar Kur'ân-ı Kerim'in bölüm bölüm irdirilmesini. yani olaylara ve vakıalara uygun olarak parça parça indiriliş hikmetini açıklamaya dönerek şöyle buyurmaktadır: "Ve biz o Kur 'ân 'ı insanlara ağır ağır okuman için bölüm bölüm ayırdık ve onu kısım kısım indirdik." Yani yirmi üç yıllık bir süre boyunca biz senin üzerine kısım kısım ayrılmış, bölüm halinde Kur'ân'ı indirdik. Kur'ân-ı Kerim'in nüzulü Ramazan ayında mübarek Kadir gecesinde başlamıştır. Buradaki : "(ferakna)= onu bölüm bölüm ayırdık" kelimesi şedeli olarak (ferrakna) açıklayıcı, beyan edici şeklinde, olmak üzere ayet ayet indirdik, anlamında da okunmuştur.

Bunun böyle olması onu insanlara tebliğ edesin ve onu ağır ağır okuyasın diyedir. Biz onu peyderpey ve belirtilen şekil ve nitelikte indirdik. Yüce Allah'ın: "Ve onu kısım kısım indirdik." buyruğunun "bölüm bölüm ayırdık." buyruğundan sonra gelmesinin faydası ise Kur'ân-ı Kerim'in indirilmesinin olaylara uygun olduğunun açıklanmasıdır.

Daha sonra Yüce Allah onları durumlarına aldırış etmeksizin ve onları küçümseyerek şu buyruklarıyla tehdit etmektedir: "De ki: İster ona inanın, ister inanmayın..." Yani ey Muhammed sen şu Kur'ân'ı Kerim'in yeterli mucize oluşuna inanmayarak sana: "Sen bize yerden bir kaynak fışkırtıncaya kadar sana asla inanmayacağız." (İsra, 17/90) diyen bu kâfirlere de ki: Bu Kur'ân'a ister iman edin, ister iman etmeyin, o bizatihi haktır, onu Allah indirmiştir ve ebediyyen baki kalacak bir kitaptır.

"Muhakkak ki o daha önce kendilerine bilgi verilenlere ..." yani kitaplarına sımsıkı sarılıp onda değişiklik yapmayan, tahrife uğratmayan, kitap ehli'nin salih ilim adamlarına bu Kur'ân-ı Kerim okunduğu takdirde, Yüce Allah'a tazim ve Allah'ın kendilerine bu Kur'ân-ı Kerim ile vermiş oluduğu nimete şükür olmak üzere yüzleri üstü secdeye kapanırlar. Burada secdeye kapanmak: "Çeneleri üstü" kelimesi ile ifade edilmiştir. Çünkü bir insan secdeye kapan­mak üzere yere doğru çöktüğünde yere yüzün en yakın olan bölümü çenedir. Yahut da bu Yüce Allah'a karşı duyulan korku, haşyet ve alçakgönüllülüğü mübalağa yoluyla ifade etmek için kullanılmış bir kinaye de olabilir.

Bunlar secde ettikleri vakit: "Rabbimizi tenzih ederiz..." derler. Yani Yüce Allah'ı eksiksiz kudreti dolayısıyla tazim ederiz, eksiklerinden tenzih ederiz, ona karşı saygı duyarız ve o sözünden asla caymaz. İşte bundan dolayı daha sonra: "Rabbimizin vaadi şüphesiz yerini bulur." diye buyurulmaktadır. Yani onun vaadi yerine gelir, gerçekleşir, kaçınılmaz olarak tahakkuk eder.

Bunlar Mücâhid'in de belirttiği gibi Muhammed (s.a.)'e indirilenleri işittikleri vakit secdeye kapanan Kitap Ehli'nden bir grup insandır. Zeyd b. Arar, Varaka b. Nevfel ve Abdullah b. Selâm bunlardandır.

Bu gibi kimselerin secdelerinden söz etmek cahiliye ve şirk ehli olanlara bir ta'rîzdir. Bu cahiliye ehli eğer Kur'ân-ı Kerim'e iman etmiyorsa dahi, şüph­esiz onlardan daha hayırlı, daha faziletli olan, önceki kitapları okumuş, vahyin ne olduğunu bilen Kitap Ehli'nin ilim adamları bu Kur'ân-ı Kerim'e iman etmiş, onu tasdik etmişlerdir ve bunlar kendi kitaplarında geleceği vaat olunan peygamberin Hz. Muhammed olduğunu tespit etmişlerdir. O bakımdan bu Kur'ân-ı Kerim onlara okunduğunda Allah'ın emrini tazim etmek, önceki indirilmiş kitaplarda verdiği sözünü gerçekleştirmek ve Muhammed (s.a.)'i göndereceğine, ona da Kur'ân-ı Kerimi indireceğine dair müjdesini gerçekleştirmek dolayısıyla emrini tazim etmek üzere Allah için secdeye kapanırlar. İşte ayeti kerimede söz konusu edilen "Rabbimizin vaadi şüphesiz yerini bulur." buyruğunda kastedilen vaat budur. Yani onun Kur'ân-ı Kerim'i indirip Muhammed (s.a.)'i göndereceğine dair olan vaadi.

Bunların secde ederkenki nitelikleri Yüce Allah'ın belirttiği gibi: "Çeneleri üstü kapanarak ağlarlar ve bu onların huşuunu artırır." şeklindedir. Yani bun­lar Allah'tan korktukları için onun Kitap ve Rasulüne iman ve tasdik ile Allah'a huşu duyarak, alçakgönüllülük ile ağlayarak, secde ederek, yüzleri üstü kapanırlar.

Secde etmek de onların huşû'larını yani iman ve teslimiyetlerini artırır. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Hidayet bulanlara gelince, onların hidayetlerini artırdı ve onlara takvalarını verdi." (Muhammad, 47/17).

Rasulullah (s.a.) pek çok hadis-i şerifinde ağlamayı övmüştür. Onlardan birisini Tirmizî, İbni Abbas'tan şöylece rivayet etmektedir: Rasulullah (s.a.)'ı şöyle buyururken dinledim: "İki göze ateş değmeyecektir. Yüce Allah'tan korkarak ağlayan bir göz ile Yüce Allah yolunda (düşmana karşı) sınır bekleye­rek geceyi geçiren göz." [34]



Yüce Allah'a En Güzel İsimleriyle (Esmaü'l-Hüsna İle) Dua Etmek


110- De ki: ister 'Allah' diye dua edin, is­ter 'Rahman' deyin. Hangisini derseniz deyin, en güzel isimler yalnız O'nundur. Namazında sesini yükseltme de, gizle­me de, ikisi arasında bir yol tut.

111- Ve de ki: "Hamd, hiçbir çocuk edin­memiş O Allah'a mahsustur ki, Onun mülkünde bir ortağı da yoktur. Düş­künlükten ötürü O'nun bir yardımcısı da olmamıştır ve O'nu tekbir ettikçe et.



Açıklaması


Bu buyruk Yüce Allah hakkında Rahman adının kullanılmasını kabul etmeyen müşriklere bir reddir. Yüce Allah: "İster Allah diye dua edin ister Rah­man deyin..." diye buyurmaktadır. Yani ey Muhammed, sen Mekke'de Yüce Allah'ın rahmet sıfatını inkâr eden ve ona Rahman adının verilmesini kabul etmeyen şu müşriklere de ki: Sizin Allah'a "Allah" adını anarak dua etmeniz ile "Rahman" adını anarak dua etmeniz arasında bir fark yoktur. Çünkü O güzel isimlerin sahibidir. el-Keşşâf müellifi şöyle demektedir: Allah ve Rah-mân'dan kasıt müsemmâ değil isimdir. Buradaki "veya" ise muhayyerlik ifade etmek içindir. Buna göre "İster Allah diye dua edin, ister Rahman deyin" buyruğunun anlamı, siz ister bu ismi kullanın, ister öbür ismi; ister bunu alın, ister öbürünü demektir. Burada dua etmek ise seslenmek anlamında değil, adlandırmak anlamındadır.[35]

Yüce Allah'ın "Hangisini derseniz deyin, en güzel isimler yalnız O'nundur." buyruğundaki ifadenin takdiri şöyledir: Yani sizler bu iki isimden hangisini ad olarak verir ve hangisini anar iseniz, şunu bilin ki, onun bütün isimleri güzeldir ve bu isimler tazim ve takdis edilmektedir. Nitekim bir başka yerde Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "En güzel isimler yalnız O'nundur. Göklerde ve yerde bulunan ne varsa O'nu teşbih eder." (Haşr, 59/24). Yani siz hangi isim ile onu çağıracak olursanız o güzeldir.

Daha sonra Yüce Allah Kur'ân okuma ve dua etme keyfiyetini bizlere şöylece göstermektedir: "Namazında sesini yükseltme, gizleme de. İkisi arasında bir yol tut." Yani namaz kılarken Kur'ân okuyuşunu açıktan yapma ki, müşrikler onu işitip Kur'ân-ı Kerim'e, onu indirene, onu getirene sövmesin­ler. Ashabının duymayacağı şekilde gizleyerek, senden Kur'ân'ı öğrenmelerini engelleyecek, Kur'ân-ı Kerim'i onlara işittirmeyecek bir şekilde de gizlice okuma! Sen açıktan okumak ile gizli okumak arasında orta bir yol tut. İşte Kur'ân okurken izlenecek en ideal yol budur. Bu ise sesi yükseltmek ile onu gizli, saklı okumak arasındaki ortalamadır. Açıkça okumasın ki çevresinden dağılmasmlar, Kur'ân-ı Kerim'i ondan dinlemekten yüz çevirmesinler yahut Kur'ân-ı Kerim'e sövmesinler; gizlice okusun ki, onu dinlemek isteyen dinleyip ondan yararlanabilsin.

Daha sonra Yüce Allah bizlere nasıl hamdedeceğimizi öğreterek şöyle buyurmaktadır: "Ve de ki: Hamd hiçbir çocuk edinmemiş o Allah'a mahsustur ki..." Yani şöyle de: Kullarına verdiği nimetlere karşılık hamd ve şükür yalnız Allah'ındır ve o kendisini, zâtını eksikliklerden tenzih etmek üzere aşağıdaki üç sıfata sahip olandır:

1- O hiçbir çocuk edinmemiştir: Onun çocuk edinmeye ihtiyacı yoktur. Çocuk edinmek sonradan yaratılmışların niteliklerindendir. O ise sonradan yaratılmış olmaktan münezzehtir. Bu buyruk ile: "Üzeyir Allah'ın oğludur" diyen Yahudiler ile, "Mesih Allah'ın oğludur" diyen Hristiyanlarm kanaatleri de reddedilmektedir.

2- Yüce Allah'ın mülk ve hakimiyetinde hiçbir ortağı yoktur. Çünkü o aynı zamanda ortağa muhtaç değildir. Şayet ortağa ihtiyacı olsaydı, aciz olması gerekirdi. Diğer taraftan ilâhların birden çok olması kâinatın düzenini bozuk­luğa ve onları kendi aralarında anlaşmazlığa götürür: "Eğer göklerle yerde Allah'tan başka ilâhlar bulunsaydı, her ikisi de bozulur, giderdi." (Enbiya, 21/22). Ve böylelikle ibadete, hamd ve şükre lâyık olan bilinmezdi.

3- Yüce Allah'ın düşkünlükten ötürü hiçbir yardımcısı olmaz. Yani O düşkün değildir ki, bu düşkünlüğü dolayısıyla herhangi bir kimseyi veli, yardımcı yahut danışman edinsin. Aksine o Yüce Allah, her şeyi tek başına ortaksız olarak yaratandır. Hepsini tek başına tedbir edendir, idare edendir, kendi meşîetiyle onları takdir edendir, belli ölçülerle yaratandır.[36]

İşte bu sıfatların toplamı Yüce Allah'ın şu buyruklarında yer almaktadır: 'De ki: O Allah'tır, bir ve tektir. O Allah'tır, O Samed'dir. Doğmamıştır, doğurmamıştır. Kimse de O'nun dengi değildir." (İhlâs, 112/1-4).

"Ve onu tekbir ettikçe et." Yani haddi aşan zalimlerin söylediklerinden onu alabildiğine yücelt, onun celâl ve azametini ifade et. İşte onun celâl, azamet ve kudsiyetine uygun olan tazim budur. O zatı ile büyük ve müteâl olandır. Zatı dolayısıyla O vâcibü'l-vücûd (varlığı zorunlu) ve var olan her şeye muhtaç olmadığı dolayısıylada o yüce ve müteâldir. Sıfatlarından da öyledir. Eksiklik ifade eden bütün sıfatlardan münezzehtir, bütün kemal sıfatları yalnız O'nun-dur. Fiillerinde de öyledir. O'nun mülkünde hikmet ve meşîeti gerekmedikçe hiçbir şey meydana gelmez. Koyduğu hükümlerde de böyledir. Mutlak olarak emretmek, nehyetmek, aziz ve zelil kılmak onun işidir. Kimse O'nun hükmünü koğuşturamaz, kimse O'nun herhangi bir hükmüne de itiraz edemez. O isim­lerinde de böyledir. Ancak en güzel isimleriyle anılır ve ancak üstün ve mukad­des sıfatlar ile nitelendirilir.[37]

İmam Ahmed, Muâz el-Cühenî'den Rasulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: İzzet ayeti, "Hamd hiç bir çocuk edinmemiş O Allah 'a mah­sustur..." ayetinden itibaren surenin sonuna kadar olan ayettir." Abdürrezzâk da Abdülkerim b. Ebi Ümmeye'nin şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Rasulul­lah (s.a.), Haşim oğullarından bir çocuğun dili açılmaya başladı mı ona: "Hamd hiçbir çocuk edinmemiş..." ayetini sonuna kadar yedi defa öğretirdi." [38]







--------------------------------------------------------------------------------

[1] el-Bahru'1-Muhît, VI/5.

[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/12-13

[3] Bu ez-Zührî ile Urve'nin görüşüdür. Buna göre İsra Rebîulevvel ayında olmuştur. Hafız el-Makdisî ise Siret'inde senedi sahih olmayan bir hadis rivayet etmektedir. Buna göre İsra, Recep ayının 27 nci gecesinde gerçekleşmiştir (İbni Kesîr, el-Bidâye ve'n-Nihâye, III/108-109).

[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/13-15.

[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/21-23.

[6] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/26-27.

[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/30-34.

[8] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/39-42.

[9] Bu hadisi el-Kudai, Ali (r.a.)'den rivayet etmiş olup hasen bir hadistir.

[10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/54.

[11] Daha önce geçen dört tür ise tevhidin ve yalnızca Yüce Allah'a ibadetin emredilmesi, anne babaya iyilik emri, yakın akrabaya, yoksula ve yolcuya cimrilik ve haksızlık olmaksızın hakkının verilmesidir. Anne ve babanın hakkı ise şu beş şeydir: Onlara öf bile dememek, azarlayıcı bir sözle onlara sert çıkmamak, buna karşılık hoş ve güzel söz söylemek, alabil­diğine alçakgönüllülük göstermek ve onlara rahmet ile dua etmek.

[12] Râzî, XX, 198-199.

[13] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/60-68.

[14] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/72-73.

[15] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/77.

[16] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/78-79.

[17] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/82-84.

[18] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/87-89.

[19] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/95-98.

[20] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/103-104.

[21] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/109-111.

[22] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/115-116.

[23] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/121-122.

[24] Zemahşerî, 11/243.

[25] Razî, XXI/28.

[26] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/129-134.

[27] Razî, XXI/53-54. Zamahşerî, 11/245.

[28] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/142-143.

[29] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/147-148.

[30] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/153-157.

[31] Razi,XXI/64.

[32] Razi,XXI/64.

[33] Bu hadisi Ahmed, Tirmizî, Beyhakî, Taberânî, Neseî ve İbni Mâce rivayet etmiştir.

[34] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/162-166.

[35] Zemahşerî, 11/249.

[36] Razî, XXI/71.

[37] Razî, XXI/72.

[38] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/172-173.

17-İsra Suresi Meali Tefsiri Oku: İsra Mucizesi Ve Hz. Musa'ya Tevrat'ın İndirilmesi-Tarihte İsrailogulları'nın Durumları-Dünyada Allah'ın Nimetlerinin Hatırlatılması Ve İlâhi Kudretin Delilleri Rating: 4.5 Diposkan Oleh: Blogger

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder