HICR SURESİ
Kur’anın Tavsif Edilmesi, Kafir Ve İsyankârların Tehdid Edilmesi
1- Elif, Lâm, Râ. Bu ayetler kitabın ve apaçık Kur'anın ayetleridir.
2- İnkâr edenler keşke müslüman olsa- lardı diye nice kez temenni edecekler.
3. Onları bırak, yesinler, eğlensinler ve koş eme^ onları oyalayadursun. (Kötü sonucu) yakında bilecekler.
4- Kendisi hakkında (bizce) bilinen bir yazı olmaksızın> hiçbir kasabayı helâk
5- Hiçbir millet, ecelinin önüne geçemez ve bu eceli geciktiremez.
Açıklaması
"Elif, Lam, Ra" Bu mukattaa harfleriyle Araplara Kur'anın beyan yönünden mucize oluşunun bildirilmesi ve bu Kur'anın en kısa suresi gibi bir sure getirmekle meydan okuma kasdı gözetilmektedir. Çünkü Kur'an onların diliyle nazil olmuş, Arap dilinde kelimelerin meydana geldiği harflerden meydana gelmiştir.
"Bunlar kitabın ve apaçık Kur'anın ayetleridir." Yani bu suredeki ayetler her yönden kâmil olan kitabın ayetleridir, bu ve diğer surelerde her şeyi tam bir şekilde açıklayan Kur'an'ın ayetleridir.
Kur'an kelimesinin nekre olarak kullanılması Kur'anın şanını yüceltmek içindir. Zemahşerînin dediği gibi hem (kitab) hem de (Kur'an-ı Mübîn) vasıflarının birlikte zikredilmesi Kur'an'ın her şeyi mükemmel manada bir arada toplayan, eşsiz ve benzersiz bir ifade tarzını ihtiva eden bir kitap olduğuna delâlet etmesi içindir.
Fakat kâfirler kıyamet günü içinde bulundukları küfürden dolayı pişman olacaklar ve keşke dünyada iken müslüman olsaydık, diye temennide bulunacaklardır.
(Rubbema) kelimesi her ne kadar "azlık" ifade etse de tehdid hususunda gayet beliğ bir tabirdir.
İbni Abbas, İbni Mes'ud ve sahabeden başka zatların anlattıklarına göre Kureyş kâfirleri ateşe atıldıkları zaman keşke dünyada iken müslüman olsa idik, diye temenni edeceklerdir.
Zeccac diyor ki: Kâfir azab durumlarından bir durumu yahut müslümanın (nimet) durumlarından birini görünce keşke müslüman olsaydı diye temennide bulunacaklardır.
Bu ayetin benzeri şu ayettir: "Ateşin üzerinde durduruldukları zaman: Ne olurdu tekrar dünyaya döndürülseydik, Rabbimizin ayetlerini yalanlamasay-dık da müminlerden olsaydık dediklerini bir görsen!" (En'am, 6/27).
Taberani'nin Ebu Musa el-Eş'arî'den rivayet ettiği hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Cehennemlikler yanlarında Allah'ın dilediği ehl-i kıbleden olan kimselerle birlikte Cehennem'de toplanırlar. Kâfirler (Ce-hennem'e giren) müslümanlara:
- Siz müslüman değil miydiniz? diye sorarlar. Müslümanlar:
- Evet, derler. Kâfirler:
- Peki, müslümanlığın size ne faydası oldu. Siz de bizimle birlikte cehen-nem'e girdiniz, derler. Müslümanlar:
- Bizim günahlarımız vardı. Bu günahlarımız sebebiyle cezalandırıldık, derler.
Cenab-ı Hak bunların söylediklerini duydu. Ehl-i Kıbleden olan cehennemliklerin cehennemden çıkarılmasını emretti. Onlar da cehennemden çıkarıldılar. Cehennem'de geride kalan kâfirler bu durumu görünce: Keşke bizler de müslüman olsaydık da, onların cehennemden çıktığı gibi biz de çıksak! derler. Bundan sonra Peygamberimiz (s.a.) şu ayeti okudu: "Elif, Lam, Ra. Bu ayetler kitabın ve her şeyi açıkça beyan eden Kuranın ayetleridir. Kâfirler (kıyamet günü) keşke biz de müslüman olsaydık, temennisinde bulunurlar." (Hicr, 1-2).
Bu ayetten sonra Cenab-ı Hak kâfirleri tehdit etti, onları şiddetli bir tehdit ve kuvvetli bir ihtarla korkuttu ve şöyle buyurdu:
"Ey Muhammed! Kâfirleri eğlencelerinde ve dünya lezzetlerinden yararlanma hususunda kendi hallerine bırak, hayvanların yediği gibi yesinler. Boş ümitler onları tevbeden ve Allah'a yönelmekten, ahiretten ve ölümü düşünmekten alıkoyup oyalayadursun. Onlar amellerinin akıbetini ve gelecekteki durumlarını gayet iyi bilecekler."
Bu ayet şu ayetler gibidir: "De ki: Yaşayın bakalım. Ama en son varacağınız yer cehennem 'dir. "(İbrahim, 14/30).
"(Ey kâfirler!) Dünyada az bir müddet yiyin ve eğlenin bakalım. Siz şüphesiz suçlu kimselersiniz." (Mürselât, 77/46).
Görüldüğü gibi bu üç ayette kâfirlerin dünyadaki ihmalkârlarının sebepleri beyan edilmektedir. Artık onların ahirette hiçbir nasipleri bulanmayacaktır.
Cenab-ı Hak bundan sonra da kâfirlerin azabının kıyamet gününe tehir edilmesinin sebebini zikretmektedir: Allah Tealâ'nın bütün ümmetler hakkındaki sünneti, kanunu aynıdır. Bu da bir kavme bir hüccet (peygamber) göndermeden kendilerine hidayet ve Hak yolu tebliğ etmeden, Levh-i Mahfuzda belirlenen ve takdir edilen ecelleri bitmeden önce hiçbir kavmi helak etmemesi ve helak olma vakti gelen hiçbir kavmin azabını tayin edilen vaktinden sonraya bırakmaması ve müddetleri bitmeden öne almamasıdır: "Her ümmetin (belli) bir eceli vardır. Ecelleri geldiği zaman onu ne bir an geri bırakabilirler ne de ileri alabilirler." (Araf, 7/ 34).
Bu ayetlerden maksat şudur: Allah dileseydi kâfirlere azabı acilen verirdi. Fakat ilâhî hikmet tevbe ederler ümidiyle onlara mühlet verilmesini gerekli kıldı. Çünkü her ümmetin belirli bir eceli vardır. Bu ecelde ne gecikme, ne öne alma olabilir Allah mühlet verir ama ihmal etmez.
Bu ayet -İbni Kesir'in dediği gibi- Mekke halkına ve benzerlerine içinde bulundukları ve bu sebeple helak olmaya müstahak oldukları şirk, inatçılık ve dinsizlikten vazgeçmeleri hususunda bir tenbih ve irşattır. [1]
Müşriklerin Peygamberimiz (S.A.) Hakkındaki Bazı Sözleri Ve Bunlara Verilen Kesin Cevap
6- (Kâfirler) dediler ki: "Ey kendisine Kur'an indirilen! Sen mutlaka bir mecnunsun.
7- Eğer doğru söyliyen kişilerden olsaydın, bize melekleri getirmeliydin" dediler.
8- Biz melekleri ancak hak ile indiririz. İşte o zaman onlara mühlet verilmez.
9- Kur'an'ı biz indirdik, elbette onu biz koruyacağız.
10- Andolsun ki, senden önceki milletler arasında da elçiler gönderdik.
11- Onlara bir peygamber gelince, hemen onunla alay ederlerdi.
12- İşte böylece biz onu mücrimlerin kalplerine sokarız.
13- Onlar buna (Kur'an'a) inanmazlar. Halbuki eskiden yaşamış kimselerin tabi oldukları ilâhî âdet bellidir.
14- Onlara gökten Jbir kapı açsak da, oradan yukarı çıksalar;
15- Yine de gözlerimiz perdelendi. Bilâkis biz büyülenmiş bir milletiz! derlerdi
Açıklaması
Allah Tealâ bu ayetlerde müşriklerin inkarcılıkları ve inatçılıklarından doğan bazı sözleri ve şüphelerini haber vermektedir: Müşrikler alaylı bir şekilde ve hafife alarak: Ey Kur'anın kendisine indiğini iddia eden kişi! Sen bizi sana uymaya ve babalarımızı üzerinde bulduğumuz inançları terketmeye davet ettiğine göre sen cinnet geçirmiş birisisin. Dolayısıyla senin davetini kabul etmeyiz.
Eğer iddia ettiğin şeyde doğru sözlü olsaydın, senin doğruluğuna ve getirdiğin kitabın gerçek olduğuna şahitlik eden, senin korkuttuğun hususlarda seni te'yid eden melekleri bize getirmeliydin değil mi? dediler.
Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle buyurmuştu: "(Kâfirler) kendisine bir melek indirilip de onunla birlikte uyarıcı olsaydı ya! dediler." (Furkan, 25/7).
Bir başka ayette de: "(Bir gün) bize kavuşacaklarını ummayanlar: Bize melekler indirilse veya Rabbimizi görsek ya! derler. Yemin olsun ki, onlar kendi kendilerine büyüklenmişler ve azgınlıkta çok ileri gitmişlerdir." (Furkan, 251) buyurulmuştu.
Cenab-ı Hak, Hz. Musa (a.s.) hakkında Firavun'un söylediği şu sözü nakletti: "Ona (gökten) altın bilezikler atılsa veya beraberinde melekler gelip onu destekleseler ya!" (Zuhruf, 43/53).
Kâfirlerin ikinci sözüne karşılık Cenab-ı Hak şu ayetle cevap verdi: Biz melekleri ancak hak, hikmet ve bildiğimiz umumî menfaatlerle göndeririz. Peygamberin (s.a.) doğruluğu hususunda size şahit olacak ve sizin kendilerini göreceğiniz şekilde meleklerin size açıktan gelmesi hikmete uygun değildir. Çünkü o zaman siz mecburen tasdik eden insanlar olursunuz. Halbuki onlar sizin cinsinizden ve sizin şeklinizden ayrı olup bu durumda size karışıklık gelebilir. Çünkü her cinsin kendi cinsinden davetçisi vardır. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Eğer peygamberi melek cinsinden gönderseydik onu (yine) insan şeklinde kılardık. Onları yine de düştükleri şüpheye düşürürdük." (Enam, 6/9).
"İşte o zaman onlara hiç mühlet verilmez." Yani biz melekleri indirmiş olsaydık bu helak etme ve azap için yapılan bir indirme olur, onlara gelecek azabı bir an bile geciktirmezdi. Çünkü bizim sünnetimiz, kanunumuz insanların teklif ettiği şekliyle bir mucize indirdiğimizde insanlar buna inanmazlarsa bu mucizenin peşinde helak edici bir azab göndermemizdir. Bu sebeple meleklerin indirilmesinde onlar için fayda değil mutlak bir azab vardır.
Bundan sonra Cenab-ı Hak kâfirlerin ilk sözlerine "Bu Kur'anı biz indirdik. Onun koruyucusu da şüphesiz ki biziz" ayetiyle cevap verdi.
Yani peygamberine zikri -Kur'anı- indiren Allah Tealâ'dır. Kur'anı değiştirme ve bozulmadan koruyan O'dur. Siz: O peygamber delidir! deyin. Biz de: Bu Kur'anı indiren ve onu koruyacak olan biziz, diyoruz. Bu Kur'anın özelliğidir. Çünkü Cenab-ı Hakkın bizzat kendisi bütün zaman boyunca onu muhafaza etme ve korumaya kefil olmuştur. Halbuki önceki kitapların rahibler ve din adamları tarafından korunmaları emredilmiş, onlar da bu kitaplarla oynamış, tahrif ve değişiklikler yapmışlardır. Hatta kitapların asıl nüshaları kaybolmuş ve zayi olmuş, asıllarının hiçbir izine rastlanılmamıştır.
Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Şüphesiz biz içinde hidayet ve nur bulunan Tevrat'ı indirdik. Allah'a teslim olan peygamber yahudilere onunla hükmederlerdi. Rablerine samimi olarak kulluk edenler ve âlimler de Allah'ın kitabından kendilerinden korunması istenilenle hükmederlerdi. Onlar Tevrat'ın hak olduğuna şahit idiler." (Maide, 5/44).
Allah Tealâ daha sonra Kureyş kâfirlerinin bazılarının yalanlamaları hususunda Rasulünü (s.a.) teselli ederek şöyle buyurdu:
"Şüphesiz ki biz senden önceki ümmetlere, milletlere kabilelere, guruplara da peygamberler gönderdik. Fakat onlara bir peygamber gelir gelmez hemen onu yalanladılar onunla alay ettiler ve onun peygamberliğini inkâr ettiler."
"Onlara bir peygamber gelince..." cümlesi geçmiş ümmetlerin durumunu hikâye etmektedir. Çünkü "ma" kelimesi müzari fiil üzerine gelince mutlaka hal manası ifade eder, mazi fiilden önce gelirse hale yakın bir mana ifade eder.
Daha sonra Yüce Allah inatçılık yapan ve hidayete tabi olmaktan yüzçevi-rip kibirlenen mücrimlerin kalplerine yalanlama hasletinin nüfuz ettiğini haber verdi. Zira geçmişteki mücrimlerin kalplerine sokulan bu çeşit yalanlama ve inkarcılığı yeni mücrimlerin kalplerine de sokarız.
"Onu mücrimlerin", günahkârların "kalplerine sokarız" cümlesindeki (Onu=hû) zamiri şirke aittir. Bu zamirin zikre yani Kur'ana râci olması da mümkündür. Buna göre mana: Böylece biz günahkârların kalplerine Kur'an'ı sokarız. Onu yalanlanarak, alay edilerek, makbul olmaksızın, ona ebediyyen iman etmeyecekleri bir halde günahkârların kalbine sokarız.
"Halbuki eskiden yaşamış kimselerin tabi oldukları ilahî âdet bellidir" Yani geçmiş insanların zamanında takip edilen ilâhî âdet geçmişte bellidir. Bu ilâhî âdet, Allah'ın peygamberlerini yalanlayan herkesi helak edip yok etmesi, peygamberleri ve onlara tabi olanları dünya ve ahirette kurtuluşa erdirmesi-dir. Ya Muhammedi Senden önceki peygamberler kendilerini yalanlayan kavimleriyle yaptığı mücadelelerde senin için örnektirler. Diğer bir ifade ile: Biz yeni günahkârlara eski günahkâr kavimlere yaptığımız muameleyi yapacağız, peygamberlere ve müminlere yardım edeceğiz.
Cenab-ı Hak bundan sonra kâfirlerin son derece inatçı olduklarını ve inkarcılıklarının gönüllerinde yer ettiğini Hakk'a karşı böbürlendiklerini haber vererek şöyle buyurdu:
Bu inatçılara gökten bir kapı açsak oradan durmadan yukarı çıksalar yahut bu kapıdan melekler yukarı doğru çıksalar onlar yine bunu tasdik etmezlerdi. Bilâkis onlar: Gözlerimiz perdelendi, görmemiz engellendi bize öyle gösterildi, zihinlerimizdeki işler birbirine karıştı. Artık sadece hayal görür olduk. Büyülenmiş kişiler gibi Muhammed bizi ayetleriyle büyüledi, derler.
Bir başka ayette Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "(Ey Muhammed!) Sana kâğıtta yazılı bir kitap indirmiş olsak da onu elleriyle tutsalardı, yine de o kâfirler: Muhakkak ki bu apaçık bir sihirdir, derlerdi." (En'am, 6/7).
Ayetin manası şöyledir: Müşriklerin inatçılığı o dereceye ulaşmıştır ki, onlar gerçekten göğe çıksalar ve görecekleri ulvî manzaraları görseler yine de: Bütün bunlar evham ve hayallerdir. Her hangi bir vesile ile Muhammed bizi büyüledi, derler.
Ayet-i kerimede dünya dışındaki fezada karanlığın bulunduğuna delil vardır. [2]
Allah Teala'nın Kudretinin Bazı Tecellileri
16- Andolsun ki biz gökte bir takım burçlar (yıldız kümeleri) yarattık ve bakıp temâşâ edenler için gökyüzünü süsledik.
17- Gökyüzünü taşlanmış (kovulmuş) her Şeytan'dan koruduk.
18- Ancak kulak hırsızlığı yapan (Şeytan) müstesna. Onun da peşine açık bir ateş alevi düşmüştür.
19- Yeryüzünü uzatıp yaydık, yeryüzünde ulu dağlar yerleştirdik ve tartılan her şeyden nice bitkiler yeşerttik.
20- Yeryüzünde hem sizin için, hem de sizin kendisine rızık vermediğiniz varlıklar için geçim vasıtaları yarattık.
21- (Kâinatta var olan) hiçbir şey yoktur ki bizim yanımızda o varlıktan hazineler dolusu bulunmasın. Ancak biz onu belli bir miktarda indiririz.
22- Biz, rüzgârları aşılama vasıtaları olarak gönderdik. Gökten bir su indirdik de onunla su ihtiyacınızı karşıladık. (Biz bunları yapmasaydık) siz o suyu saklayamazdınız.
23- Şüphesiz biz diriltiriz ve biz öldürürüz. Ve sonunda her şeye biz varis oluruz.
24- Andolsun ki, biz sizden önce gelip geçenleri de biliriz, geri kalanları da biliriz.
25- Şüphesiz Rabbin onları mahşerde toplayacaktır. Çünkü O hüküm ve hikmet sahibidir, her şeyi en iyi bilendir.
Açıklaması
Allah'a yemin olsun ki gökyüzünde sabit veya gezegen büyük yıldızları va-rettik. Gökyüzüne tekrar tekrar bakıp gökyüzündeki gayet açık acaip nizamı, bakıp inceleyeni hayrette bırakan göz kamaştırıcı kudret ayetlerini inceden inceye düşünen kimseler için gökyüzünü yıldızlarla süsledik.
"Biz dünya semasını eşsiz birzînetle, yıldızlarla süsledik." (Saffat, 37/ 6).
"Gökyüzünde burçlar (yıldız kümeleri) yaratan (Allah) yüceler yücesidir." (Furkan, 25/61).
Bir gurup âlim; burçlar, ay ve güneşin menzilleridir demişlerdir.
"Gökleri, Allah'ın rahmetinden kovulan bütün şeytanlardan koruduk" Rahmetten kovulan şeytanların gökyüzüne yaklaşmasına mani olduk. Bir başka ayette ise: "Biz gökyüzünü inatçı bütün şeytanlardan koruduk." (Saffat, 37/7) buyurulmuştur.
"Racîm: Kovulan, taşlanan" yani kendilerine (yıldız kaymalarında) küçük yıldızlar atılan, yahut çirkin ifadelere lâyık olan, yahut lanete uğrayan, Allah'ın rahmetinden kovulan demektir.
"Ancak kulak hırsızlığı yapanlar müstesna..." cümlesi istisna-i munka-tı'dır. Yani ancak kelâm hırsızlığı yapan, yahut meleklerin kendi aralarında konuştuğu gayba ait bilgilerden birşeyler çalmak isteyen şeytanı bir yıldız parçası kovalar, o ateş parçası ona erişir. Yani yıldızlardan kopan, ayrılan bir parça -ki bu da alevli bir ateştir- o şeytanı yakar. "Şihab" parlayan bir ateş alevidir. Yıldıza da "şihab" adı verilmiştir.
Bir başka ayette ise: "Doğrusu biz daha önce gökte olup bitenlerin işitilebi-leceği bir yerde oturuyorduk. Fakat şimdi kim dinlemek istese kendisini gözetleyen bir ateş parçasıyla karşılaşıyor" (Cin, 72/9) buyurulmaktadır.
Yine Cenab-ı Hak: "Biz dünya semasını kandillerle (kandil gibi parlayan yıldızlarla) süsledik. Onlarla (haddi aşan) şeytanların taşlanmasını sağladık" (Mülk, 67/5).
İbni Abbas (r.a.) diyor ki: Önceleri şeytanların gökyüzüne çıkmalarına engel olunmuyordu. Gökyüzüne çıkıyorlar, meleklerden gayba dair haberleri duyuyorlar, sonra da bu bilgileri kâhinlere aktarıyorlardı. Hz. İsa (a.s.) dünyaya gelince son üç semaya çıkmalarına mani olundu. Rasulullah (s.a.) dünyaya gelince de gökyüzünün bütün katlarına çıkmalarına engel olundu. Onlardan herhangi biri kulak hırsızlığı yapmak isterse kendisine bir yıldız parçası atılır.[3]
Sahih olan şudur ki yıldız haberlerin kendilerine ulaşmasından önce şeytanları öldürür. Dolayısıyla gökyüzünün haberleri yeryüzüne peygamberler ve vahiy melekleri olmaksızın kesinlikle ulaşamaz. Bunun için Peygamberimiz (s.a.) in gönderilmesiyle kâhinlik sona ermişti.
Allah Tealâ bunun ardından Allah'ın birliğine delâlet eden semavî delillerden sonra yeryüzündeki delilleri beyan etti:
Yeryüzünü uzunluğuna ve genişliğine uzun bir şekilde, gözün alabildiğine görebileceği ve istifadeye hazır bir şekilde, üstünde yaşayan insana göre yarattık. Nitekim bir ayette: "Biz yeryüzünü (yaşamaya uygun şekilde) döşedik. Ne güzel döşeyiciyiz!" (Zariyat, 51/48).
Bu ifade yeryüzünün "küresel" oluşunu inkâr etmek manasında değildir. Çünkü büyük kürenin parçaları bu parçalardan birine bakan kimseye sanki (tepsi gibi) dümdüz bir arazi şeklinde görünür. Bu durum, Allah Tealâ'nm kudretinin ve azametinin mükemmel olduğuna açık bir delildir. Zira bu dünyadan yararlanan insan, küresel olduğu halde onu dümdüz görür, hareket ettiği halde onu sabit zanneder.
'Yeryüzünde" insanların dengesinin bozulmaması için "sabit dağlar yerleştirdik." Bir başka ayette de: "Allah, yeryüzü sizi sarsmasın diye oraya sabit dağlar yerleştirdi" (Nahl, 16/15). Bu ayetler yeryüzünü Allah'ın yarattığına, yeryüzünü yayıp genişlettiğine ve yeryüzünde sabit dağlar, vadiler yerleştirdiğine delâlet etmektedir.
Yeryüzünde belirli bir miktar, belirli bir ölçü ile takdir edilen hikmet ve maslahata uygun münasip bitki ve meyveler bitirdik. Her bitkinin unsurları ölçülmüş, muhtaç olduğu her şey takdir edilmiştir.
"Her şeyi belli bir ölçüde ..." ifadesi belirli bir miktar ile takdir edilmiş, hikmet terazisiyle tartılmış, yani hikmet ve maslahata uygun olarak... demektir. Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette: "Allah katında her şey bir ölçüye tabidir" (Ra'd, 13/8).
"Yeryüzünde size ... geçim yolları yarattık" Yani yeryüzünde sizin için gıda, ilâç, giyecek, su gibi münasip bir hayat ve geçim vasıtaları hazırladık.
"Sizin kendilerine rızık vermediklerinize de ... " Yani yine yeryüzünde sizin için hizmetçiler, köleler, binek hayvanları ve diğer hayvanlar gibi sizin kendilerine nzık vermediğiniz varlıklara da geçim vasıtaları yarattık. Yani Allah size de onlara da rızık vermektedir.
Bu ayetlerden maksat Allah Tealânın insanlara yeryüzünde geçim ve kazanç vasıtaları ihsan etmek, üzerine binilen ve eti yenilen hayvanları, hizmet için kullandıkları hizmetçileri insanların emrine vermek suretiyle lütufta bulunduğu beyan etmesidir. Yaratıcı olan Allah Tealâ onların rızıklarına kefil olmuştur. Onların rızıklan kendileri üzerine değil, yaratıcıları üzerinedir. Onlar için istifade etme hakkı vardır. Rızık vermek ve her şeyi insanın emrine vermek Allah'ın üzerinedir.
Bundan sonra Allah Tealâ kendisinin her şeyin maliki olduğunu ve bitkiler, madenler ve sayılması mümkün olmayan çeşitli yaratıkların her sınıfından kendisi nezdinde hazineler bulunduğunu beyan ederek şöyle buyurmuştur:
"Bu kâinatta insanların yararlandığı hiçbir şey yoktur ki, biz onu yoktan var etmeye, meydana getirmeye ve onunla ikramda bulunmaya muktedir olmayalım. Biz, bunun ancak faydalı olduğunu bilerek belirli bir ölçüde veririz."
Cenab-ı Hak "hazine" derken gerçek değil, temsil maksadı gözetmektedir. Bunun manası Allah'ın imkân dışı olmayan her şeye kadir olmasıdır.
Cenab-ı Hak bundan sonra da nimetlerin elde edilmesinin sebeplerini açıklayarak şöyle buyurdu: Biz yağmur indirmek için rutubetle dolu bulutları taşıyan hayırlı rüzgarları gönderdik.
Nitekim bir başka ayette şöyle buyurulmaktadır: "Rahmetinin önünde müjdeci olarak rüzgârları gönderen Allah'tır. O rüzgarlar yağmur yüklü bulutları yüklenince onu kurak bir memlekete gönderir, sonra onunla her çeşit ürünü yetiştiririz. İşte biz ölüleri de böyle diriltiriz. Gerekir ki düşünür, ibret alırsınız" (A'raf, 7/57).
Aynı şekilde rüzgârları meyvenin meydana gelmesi için çiçeklerdeki erkek tohumları dişi tohumlara nakledip döllenme meydana getiren rüzgârları ağaçların aşılanması vasıtası kıldık.
Ayrıca gıdanın yerine ulaşması için rüzgârları ağaçlardan tozu giderme vasıtaları kıldık. İbni Abbas diyor ki: Rüzgârlar ağaçları ve bulutları aşılama vasıtalarıdır.
"Gökten su indirdik ..." Yani buluttan yağmur indirdik, onunla sizi suladık. Yani bu sudan sizin içmeniz de mümkündür, onunla bitkilerinizi ve hayvanlarınızı da suladık.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Her canlıyı sudan yarattık" (Enbiya, 21/30).
"Söyleyin bakalım! İçtiğiniz suyu buluttan siz mi indirdiniz, yoksa indiren biz miyiz? İsteseydik onu acı ve tuzlu yapabilirdik. Hâlâ şükretmez misiniz?" (Vakıa, 56/68-70).
"Size semadan su indiren O'dur. Siz ondan içersiniz. Hayvanlarınızı otlattığınız bitkiler de o su ile yetişir." (Nahl, 16/10).
"... Yoksa siz onu biriktiremezdiniz." Yani onu muhafaza edemezdiniz. Bilâkis onu biz indiririz, biz muhafaza ederiz, onu yeryüzünde kaynaklar haline getiririz. Allah dileseydi o suyu alır götürür, yerin dibine batırırdı. Fakat Allah rahmetiyle insanların içmesi; bitki, meyve ve hayvanların sulanması için suyu yıl boyunca saklar. Bu saklama bulutlarda ve yerin boşluklarında olur.
Daha sonra Allah Tealâ yaratılışın başlangıcına ve tekrar diriltmeye kadir olduğunu haber vererek şöyle buyurdu:
Biz mahlûkatı yoktan varederiz, sonra onları öldürürüz. Sonra hepsini mahşer günü toplanmaları için diriltiriz. Yeryüzü ve üzerinde bulunanlara biz varis oluruz. Onlar bize döndürüleceklerdir: "O'ndan başka her şey yok olacaktır" (Kasas, 28/88).
Sonra Cenab-ı Hak, ilk ve son bütün mahlûkatı tam manasıyla bildiğini bize bildirdi: "Allah'a yemin olsun ki Âdem (a.s.) den şu ana gelip geçen ve yok olan kimseleri, şu anda canlı olanları ve kıyamet gününe kadar gelecek kimseleri biz biliriz."
Şüphesiz onların hepsini ilkleri sonuncuları, Allah'a itaat edenle isyan edenleri toplayacak olan senin Rabbindir. Her nefse yaptığı amelinin karşılığını verecektir. Şüphesiz Allah Tealâ hüküm ve hikmet sahibidir, yaptığı sanatında açık hikmet sahibidir, işlerini çok sağlam yapmaktadır, ilmi geniştir. Onun ilmi her şeyi kaplamıştır. O hikmeti ve her şeyi ihata eden ilim gereği dilediğini yapar. [4]
İnsanoğlunun İlk Yaratılışı, Meleklerin Secde Etmelerinin Emredilmesi, İblisin Yüz Çevirmesi Ve Ona Düşman Oluşu
26- Andolsun ki biz insanı (pişmiş) kuru bir çamurdan, şekillenmiş cıvık bir balçıktan yarattık.
27- Cinleri de daha önce zehirli bir ateşten yaratmıştık.
28- Hani Rabbin meleklere: "Ben kupkuru bir çamurdan, şekillenmiş cıvık bir balçıktan bir insan yaratacağım.
29- Ona şekil verdiğim, ona ruhumdan üflediğim zaman siz hemen onun için secdeye kapanın." demişti.
30- Bunun üzerine meleklerin hepsi toptan secde ettiler.
31- Ancak İblis, secde edenlerle beraber secde etmekten imtina etti.
32- (Allah): "Ey İblis! Secde edenlerle beraber olmamana sebep ne?" dedi.
33- (İblis): "Ben kuru bir çamurdan oluşan şekillenmiş balçıktan yarattığın bir insana secde edecek değilim," dedi.
34- Bunun üzerine Allah: "Öyle ise oradan çık! Çünkü artık kovuldun.
35- Muhakkak ki, kıyamet gününe kadar lanet senin üzerine olacaktır." dedi.
36- (İblis:) "Ey Rabbim! Öyle ise (varlıkların) tekrar dirilecekleri güne kadar bana mühlet ver." dedi.
37- "O halde sen kendilerine mühlet verilenlerdensin.
38- Belirli bir vakte kadar." dedi.
39- (İblis) dedi ki: "Ey Rabbim! Beni saptırdığın için mutlaka ben de yeryüzünde Ademoğullarına kötülükleri güzel göstereceğim ve onların hepsini azdıracağım.
40- Ancak kullarından ihlâslı olanlar müstesnadır."
41- Allah da şöyle buyurdu: "Bu, bana ulaşan dosdoğru bir yoldur.
42- Kullarımın üzerinde hiçbri nüfuzun yoktur. Ancak sana uyan azgınlar hariç.
43- Onların hepsine vaadedilen yer Cehennem'dir."
44- Cehennem'in yedi kapısı vardır. O kapıların her birinden girecek belirli bir zümre vardır.
Açıklaması
Allah, ilk insan beşeriyetin babası Hz. Âdem (a.s.)'ı çamurdan ve kuru topraktan yarattı.
Cenab-ı Hak ilk defa insanı yaratırken önce topraktan başladı, sonra çamur, sonra da kuru topraktan yarattı. Bu durum ilâhî kudrete daha açık bir delil olmuştur.
Biz "cin" taifesini ateş alevinden yani isabet edeni öldüren, zehirli yılanın dilinin ucu gibi insanı yalayan sımsıcak rüzgârın ateşinden yarattık.
İbni Mes'ud diyor ki: Bu zehirler, cinlerin yaratıldığı zehirli ateşin zehrinin yetmişte bir parçasıdır. Sonra bu ayeti okudu. "Biz cinleri de daha önce zehirli bir ateşten yaratmıştık" (Hicr, 27).
Müslim'in Sahihinde ve Ahmed b. Hanbel'in Müsnedinde Hz. Âişe (r. a)'den rivayet edilen bir hadis-i şerifte: "Melekler nurdan, cinler ateş alevinden yaratılmıştır. Adem de size tarif edilen şeyden yaratılmıştır" buyurulmaktadır.
Bu ayetin benzeri şu ayettir: "Allah insanı vurulduğunda testi gibi ses çıkaran kuru bir balçıktan yarattı. Cinleri de dumansız saf ateşten yarattı" (Rahman, 55/14-15)
Burada insan tabiatının soğukluğuna ve cin tabiatının sıcaklığına işaret vardır. Bu ayette, Hz. Âdem (a.s.)'ın şerefli oluşuna, ana unsurunun güzelliğine, ana maddesinin temizliğine işaret edilmektedir. Bütün bunlar Allah Te-alâ'nın kudretine delildir.
Bundan sonra Cenab-ı Hak meleklere Hz. Adem (a.s.)'a secde etmelerini emretmek suretiyle O'nu şerefli kıldığını ve Hz. Adem (a.s.)'ın düşmanı İblis'in diğer meleklerden farklı olarak kıskançlık, inkarcılık, inatçılık böbürlenmek ve batılla gururlanmak sebebiyle Hz. Adem (a.s)'a secde etmekten geri durduğunu beyan ederek şöyle buyurdu: "Hani Rabbin meleklere şöyle demişti..."
Yani ey peygamber! Meleklere Adem'in yaratılışı tamamlandıktan sonra Adem'e secde edeceksiniz diye emrettiğimde Adem'in düşmanı olan İblis'in diğer meleklerden ayrılarak "Ben kara topraktan oluşmuş kuru balçıktan yarattığın bir insana secde edecek değilim" (Hicr, 33) diyerek ve "Ben ondan daha hayırlıyım. Beni ateşten yarattın, onu ise balçıktan yarattın" (Sad, 38/76) diye mazeret uydurarak ve "Benden üstün kıldığın kimse bu mu?" (İsra, 17/62) diyerek secde etmekten imtina ettiğini kavmine anlat.
İblisin kendini savunması; kendisinin Hz. Adem (a.s.)'den daha hayırlı olduğunu, zira kendisinin ateşten Hz. Adem (a.s.)'in ise topraktan yaratıldığını, ateşte yükseklik ve yücelik unsurunun, toprakta ise düşüklük ve durgunluk unsurunun bulunduğunu, dolayısıyla ateşin çamurdan daha şerefli olduğunu, yüksek olanın alçak olana ta'zim edemiyeceğini söyleyerek Hz. Adem (a.s.)'e secde etmekten imtina etmesini ihtiva etmektedir.
Bu fasid (geçersiz) bir kıyastır. Çünkü maddenin hayırlı ve üstün oluşu unsurun hayırlı ve üstün oluşu manasına gelmez. Meleklerin nurdan, nurun da ateşten daha hayırlı olması buna delildir. Ayrıca bu yaratıcının emrine isyankârlıktır ve Hz. Adem (a.s.)'ın verilecek vazifeleri almaya ve kâinatın ilerlemesine ilmî ve amelî olarak hazır olma hususiyetine sahip olduğunu bilmemektir.
Bunun için Allah, İblisi şu sözüyle cezalandırdı. İçinde bulunduğun "Me-le-i A'lâ" mertebesinden dışarı çık. Çünkü sen artık lanete hem de kıyamet gününe kadar durmadan devam edecek bir lanete uğramış, Allah'ın rahmetinden kovulmuş birisin.
İblis, Hz. Adem (a.s.)'a tuzak kurmakta daha ileri gitmek için, ona ve zür-riyetine olan kıskançlığından dolayı insanların kabirlerden çıkıp hesap sahasında toplanma gününe kadar Cenab-ı Hak'tan mühlet istedi. Allah da ona belirli bir vakte -yani mahlûkatın tamamımn can verdiği surun birinci defa üflenmesine- kadar ona mühlet tanıdı.
İblis bu güne kadar bekleme garantisi alınca isyankâr ve inatçı bir eda ile şöyle dedi: Ya Rabbi! Senin beni şaşırtman ve saptırman sebebiyle dünyada Hz. Adem (a.s.) zürriyetine nefsî arzularını süsleyeceğim, onlara günahları sevdirecek ve teşvik edeceğim. Ancak sana ibadet ve taatte ihlaslı olan kendilerine ih-lâs verilen kulların müstesna. (Bunlara dokunamam).
"Kendilerine ihlâs verilen kulları" müstesna etti. Çünkü İblis kendi tuzağının onlara işlemeyeceğini ve bunu kabul etmeyeceklerini gayet iyi bilmektedir.
Bunun üzerine Cenab-ı Hak İblis'e tehditte bulundu ve şu sözüyle ihtar etti: Kulluk veya ihlâs hususunda şu yol doğru bir yoldur. Bunun sonu bana döner. Ben herkese kendi ameliyle karşılık vereceğim; hayırsa hayır, serse şer karşılık vereceğim.
"Şüphesiz Rabbin, her an gözetlemektedir" (Fecr, 89/14).
"Bu bana ulaşan dosdoğru bir yoldur." (Hicr, 41) Yani bu ihlâs benim ikramıma ve sevabıma ulaştıran bir yoldur. Yahut kullukta bu yol dosdoğru bir yoldur. Yahut bu yol isbatı ve te'kidi bana ait olan bir yoldur. Bu yol doğrudur: Haktır ve gerçektir. Bu ifadenin neticesi: Benden kaçabilecek kimse var mı? demektir. Tıpkı tehdit edip korkuttuğu kimseye: Yolun benden geçer, demek gibi. "Müstakim" kelimesi hiçbir eğrilik ve sapma olmayan doğru demektir. Bu ayet İblis'in:
"... Senin doğru yolunda kullarının önünü keseceğim. Sonra onlara önlerinden ve arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım. Böylece (kullarının) çoğunu şükredenler olarak bulamayacaksın" şeklindeki sözüne reddiyedir.
"Kullarımın üzerinde hiç bir nüfuzun yoktur" (Hicr, 42). İhlâslı olan veya ihlâslı olmayan yahut kendilerine hidayet takdir ettiğim mümin kullarımın hiçbirinin üzerinde senin hâkimiyetin yoktur. Senin için onlara erişecek hiçbir yol yoktur, onlara ulaşma imkânın yoktur.
"... Ancak sana uyan azgınlar hariç." (Hicr, 43) Buradaki istisna munkatı-dır. Yani sana kendi isteğiyle tabi olan sapık müşrikler hariç. Emir ve yasaklarda sana boyun eğmeleri sebebiyle, senin onlar üzerinde hâkimiyetin vardır. Bunun ayrı bir delili ise "Şeytan'ın nüfuzu sadece onu dost edinenler ve onun vesvesesiyle Allah'a ortak koşanlar üzerinde vardır." (Nahl, 16/100).
"Onların hepsine vaadedilen yer cehennem'dir." (Hicr, 43) Şüphesiz İblis'e tabi olanların hepsinin varacağı yer cehennem'dir. Nitekim bir başka ayette şöyle buyuruluyor: "Fırkalardan kim bunu inkâr ederse ona vaadedilen ateştir." (Hûd, 11/17).
Cenab-ı Hak bundan sonra cehennem'in yedi kapısı olduğunu haber verdi: "Cehennemin yedi kapısı vardır. O kapıların herbirinden girecek belirli bir zümre vardır." Bu yedi kapının herbiri için İblis'e tabi olanlardan payedilmiş bir parça, belirli bir sayı tahsis edilmiştir. O kapıdan girerler, bundan kaçacakları bir yer yoktur. Herkes ameline göre bir kapıdan girer. Ameli miktarınca bir çukura yerleşir.
Bu "yedi kapı" hakkında iki görüş vardır:
Birincisi: Bunlar birbiri üzerinde "yedi tabaka"dır. Bu tabakalara "Dereke" ismi verilir. "Şüphesiz münafıklar cehennem ateşinin en alt tabakasındadırlar" (Nisa, 41/145) ayeti buna delildir. Bunun sebebi de sudun Küfür mertebeleri şiddetli ve hafif oluşuna göre çeşitlidir. Dolayısıyla azab mertebeleri de farklı olmuştur.
İkinci görüş: Bunlar "yedi kısım"dır. Her kısmın ayrı bir kapısı vardır. İbni Cüreyc'in dediği gibi bu yedi kısım şunlardır: Cehennem, Lezâ, Hutame, Saıyr, Sekar, Cahıym, Hâviye.
Dahhâk'ın belirttiği şekliyle:
Birinci kapı (Cehennem): İsyankâr olan tevhid ehline
İkincisi (Lezâ): Yahudilere
Üçüncüsü (Hutame): Hrıstiyanlara
Dördüncüsü (Saıyr): Sabiîlere
Beşincisi (Sekar): Mecûsîlere
Altıncısı (Cahıym): Müşriklere
Yedincisi (Hâviye): Münafıklara aittir. [5]
Kıyamet Günü Müttakilerin Mükafatı
45- Müttakîler (Allah'tan gerçekten korkanlar) ise cennetlerde ve pınarların başındadır.
46- Allah'tan korkanlara: Selâmetle ve emniyet içinde girin cennetlere, denilir.
47- Biz, onların kalplerinden kini çıkardık. Kardeşler olarak sevinç içinde karşılıklı koltuklara otururlar.
48- Cennette onlar hiçbir yorgunluk hissetmezler. Oradan çıkarılacak da değildirler.
Açıklaması
Allah'ın azabından ve O'na isyan etmekten sakınan, Allah'ın emirlerine itaat eden, nehiylerinden kaçınan, dolayısıyla İblis'in nüfuzu ve vesveselerinin tesirinde kalmayan "Müttakî'ler, Cennetler yani daimî meyveleri ve geniş gölgeli ağaçlan bulunan bahçeler içindedir. Etraflarında ise dört çeşit pınar fışkırmıştır. Bunlar su, süt, sarhoş edici olmayan Cennet şarabı ve süzülmüş bal nehirleridir. Bunlar hiç çekişmesiz ve yanşmasız onlara yahut bütün Cennetliklere aittir. Nitekim Cenab-ı Hak birbaşka ayette şöyle buyurmaktadır: "Müttekî-lere vaad edilen Cennetin vasfı şudur: Orada hiç bozulmayan su ırmakları, tadı değişmeyen süt ırmakları, içenlere zevk veren Cennet şarabı nehirleri ve süzülmüş bal nehirleri vardır. Ayrıca onlar için orada her çeşit meyveleri ve Rableri tarafından büyük bir mağfiret vardır." (Muhammed, 47/15).
"Selâmetle ve emniyet içinde girin cennetlere!" Onlara: Belâlardan salim olarak, size selâm verilerek her türlü korku ve dehşetten uzak kalarak girin cennetlere denilir. Cennetten çıkarılmaktan, nimetin kesilmesinden yok olmasından korkmayın.
"Biz onların kalplerinden kini çıkardık." Dünyadaki onların kalplerinde olan kin, düşmanlık, intikam ve kıskançlık duygularını çıkardık. Böylece onlar birbirlerini seven, aynı duygulan paylaşan, karşılıklı koltuklar üzerinde oturan kimseler olarak herbiri diğerinin yüzüne bakıyor ve arkalanna bakmıyorlardı. Onlar yüce ve değerli bir makamdaydılar.
Burada anlatılmak istenen husus şudur: Allah onlann kalplerini dünyanın bulanık ve kirli duygulanndan temizledi. Orada birbirini kıskanma, birbirine kin duyma, birbirine sırt çevirme, başkasını arkasından çekiştirme, laf taşıma ve münakaşa etme yoktur. Onlann kalplerine karşılıklı sevgi, muhabbet ve samimiyet tohumlan atılmıştı. Zira dünyadaki ölümle birlikte maddenin özellikleri ortadan kalkmıştı.
Sahih bir hadis-i şerifte, Ebu Said el-Hudrî'den Efendimiz (s.a.v)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Günahkâr müminler cehennem'den kurtulur, cennet ile cehennem arasında bir köprüde hapsedilirler. Dünyada aralarında olan bazı haksızlıklar birbirinden kısas olarak alınır. Nihayet tertemiz olup arındıkları zaman onların cennet'e girmelerine izin verilir."
İbni Cerir ve İbni Münzir, Talha hazretlerinin azatlı kölesi Ebû Habî-be'den rivayet ediyorlar: İmran b. Talha, Cemel Olayından sonra Hz. Ali'nin huzuruna girdi. Hz. Ali (r. a) onu güleryüzle karşıladı ve şöyle dedi: Ümit ederim ki Allah beni ve babanı (Hz. Talha'yı) Allah'ın kendileri hakkında: "Biz onların kalplerinden kini çıkardık. Kardeşler olarak (sevinç içinde) karşılıklı koltuklara otururlar" buyurduğu kimselerden kılacaktır. Halının bir kenarında oturan iki kişi:
"Allah bundan daha âdildir. Sen dün onları öldüreceksin, sonra da kardeş olacaksınız, öyle mi?" dedi.
Bunun üzerine Hz. Ali (r. a):
"Siz kalkın, en uzak ve en kötü yere gidin. Ben ve Talha böyle kardeş olmazsak, o halde kim böyle olacak", dedi.
"Cennette onlar hiçbir yorgunluk hissetmezler" Yani onlara bu cennetlerde yorgunluk, meşakkat ve eziyet isabet etmez. Zira her arzu ettiklerine hiçbir gayret sarfetmeden önlerinde kolayca bulacakları için cennettekiler hiçbir gayret ve mücadeleye ihtiyaç duymayacaklardır.
Buharî ve Müslim'in Sa/uMerindeki bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmuş-tur: "Allah bana Hatice'ye cennette içi boş çok değerli inciden yapılmış bir köşk verileceğini müjdelememi emretti. Orada ne gürültü vardır, ne de yorgunluk."
"Onlar oradan çıkarılacak da değillerdir." Yani orada ebediyyen kalacaklardır. Oradan çıkarılmayacak ve yerleri değiştirilmeyecektir.
Sabit (yani sahih) bir hadis-i şerifte şu ifade yer almaktadır: "Denilir ki: Ey Cennet ehli artık devamlı sıhhat içinde olacak, hiç hasta olmayacaksınız. Devamlı yaşayacak, hiç ölmeyeceksiniz. Devamlı cennette kalacak, hiç azgınlık yapmayacaksınız" Allah Tealâ şöyle buyurdu: "Onlar o cennetlerde ebediyyen kalacaklar, oradan hiç ayrılmayacaklardır" (Kehf, 18/108).
- Özetle: Cennet nimetleri, sevabı ve menfaatlerinin ââtc üç tanedir:
1- Huzur içinde bulunmak. Bunu şu ayette görüyoruz: "Selâmetle ve emniyet içinde girin cennete." (Hicr, 46).
2- Kin. ve kıskançlık gibi ruhî kirliliklerden, yorgunluk ve meşakkat gibi bedenî sıkıntılardan, zararlı şeylerden uzak kalmak. Bunu şu ayetten anlıyoruz: "Biz onların kalplerinden kini çıkardık." (Hicr, 47), "Cennette onlar hiçbir yorgunluk hissetmezler" (Hicr, 48).
3- Zeval olmaksızın devamlılık ve ebedîlik. Bunu da şu ayetten anlıyoruz: "Onlar cennetten çıkarılacak da değildirler." (Hicr, 48). [6]
Mağfiret Ve Azap
49- Ey peygamber) kullarıma haber ver ki Ben Gafur (son derece bağışlayıcı) ve Rahimim (çok merhametliyim).
50- Azabım da gerçekten can yakıcı bir azaptır.
Açıklaması
"Ya Muhammedi Kullanma benim mağfiret ve rahmet sahibi ve aynı zamanda acıklı bir azab sahibi olduğumu haber ver."
Bu ifade ümit ve korku makamlarına delâlet etmektedir. Allah Tealâ kendisine yönelip tevbe edenlerin günahlarını örter, böylelerini rezil etmez ve cezalandırmaz. Onları rahmetine nail kılar, tevbe ettikten sonra onlara azab vermez. Bu durum itaatkâr mümine de, isyankâr mümine de şamildir.
"Yine onlara haber ver ki küfür ve masiyet üzerinde ısrar edip tevbe etmeyen kimselere vereceğim azabım acıklı, can yakıcı bir azaptır."
Bu ifade de masiyet işleyenlere tehdit ve ihtar mahiyetindedir.
Bu iki ayette diğer pek çok ayetlerde olduğu gibi müjde ile ihtar, teşvik ile korkutma birlikte zikredilmiş böylece insanların korku ile ümit arasında olmaları istenmiştir.
Said b. Mansûr ve Abd b. Humeyd'in Katade'den bu ayet hakkında naklettikleri hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyuruyor: "Kul Allah'ın affının derecesini bilseydi haramdan çekinmezdi. Kul Allah'ın azabının derecesini bilseydi kendini hiçe sayardı."
Buharı, Müslim ve başka zatların Ebû Hureyre'den rivayet ettikleri hadis-i şerifte Efendimiz (s.a.) şöyle buyururlar: "Cenab-ı Hak rahmeti yarattığı zaman 100 parça yarattı. Yanında 99 parçasını alıkoydu. Bütün mahlûkatına kalan bir parçayı gönderdi. Kâfir Allah nezdindeki bütün rahmetin ne olduğunu bilse rahmetten hiç ümidini kesmez. Mümin Allah nezdindeki bütün azabı bilse ateşten emin olamaz."
Müslim'in rivayeti şu şekildedir: "Mümin Allah katındaki cezayı bilse hiçbir kimse O'nun cennetini arzu edemez. Kâfir Allah katındaki rahmeti bilse hiçbir kimse O'nun rahmetinden ümidini kesmez." [7]
Misafirlerin Hz. İbrahim (A.S.)'e Lut Kavminin Helakini Haber Vermeleri
51- (Ey Peygamber!) Sen İbrahim'in misafirlerini onlara anlat."
52- Hani melekler İbrahim'in evine girdikleri zaman: Selâm olsun, demişlerdi, İbrahim de onlara: Doğrusu biz sizden korkuyoruz, demişti.
53- Bunun üzerine melekler İbrahim'e: Korkma! Biz seni büyük ilim sahibi bir evlâtla müjdeliyoruz, dediler.
54- İbrahim: 'İhtiyarlığıma rağmen mi bana bu müjdeyi veriyorsunuz? Neye göre bana müjde veriyorsunuz?" dedi.
55- Melekler: "Seni gerçekle (kesin olacak bir şeyle) müjdeliyoruz. Sakın (Allah'ın rahmetinden) ümidini kesenlerden olma", dediler.
56- Bunun üzerine İbrahim: "Sapıklardan başka kim Rabbinin rahmetinden ümidini keser?" dedi.
57- İbrahim: "Ey Allah'ın elçileri! Peki, meseleniz nedir?" dedi.
58- Melekler şöyle dediler: "Biz, suçlu bir kavmi cezalandırmak için gönderildik.
59- Ancak Lut ailesi hariç. Biz Lut ailesinin tamamını kurtaracağız."
60- (Lut ailesinden) Sadece karısı kurtulmayacak. Çünkü onun helak olacaklar arasında olmasını takdir ettik.
61- Gönderilen melekler Lut ailesine
62- Lut onlara: "Doğrusu siz tanınma- yan kişilersiniz'" dedi.
63- Melekler de: "Hayır! Biz, sana kav- minin şüphe ettiği şeyi (azabı) getirdik." dediler.
64- "Biz, sana gerçek bir emri getirdik. Biz elbette doğru sözlü kimseleriz.
65- Geceleyin bir ara aileni yola çıkar. Sen de peşlerinden yürü. Sizden hiçbir kimse arkasına bakmasın. Emrolunduğunuz yere doğru yola devam edin" dediler.
66- İşte biz Lut'a: Suçluların sabaha karşı kökleri kesilecektir şeklindeki bu emri bildirdik.
67- Şehir halkı sevinç içerisinde Lut'a geldiler.
68- Lut, kavmine şöyle dedi: "Bu gençler benim misafirlerimdir. Beni rezil etmeyin.
69- Allah'tan korkun! Beni rüsvay etmeyin."
70- Bunun üzerine Lut kavmi, şöyle dediler: "Biz seni başkalarıyla ilgilenmekten menetmemiş miydik?"
71- Lut: "Eğer nikâhlayacaksanız işte kızlarım!" dedi.
72- (Ey Peygamber!) Ömrün hakkı için onlar sarhoşlukları içinde bocalayıp duruyorlardı.
73- Şafak vakti onları korkunç bir çığlık yakaladı.
74- Biz onların kasabalarının üstünü altına çevirdik. Üzerlerine kızgın taşlar yağdırdık.
75- Şüphesiz ki, bunda ince düşünenler için nice ibretler vardır.
76- O ülkenin harabeleri yolunuz üzerinde dimdik ayakta durmaktadır.
77- Şüphesiz ki, bunda müminler için mutlaka ibret vardır.
Açıklaması
Ya Muhammed! İbrahim (a.s.)'ın misafirlerinden haber ver. Bunlar Allah'ın Lut kavmini helak etmek için gönderdiği melekler idi.
Hz. İbrahim (a.s.)'ın yanına girdiklerinde, selam dediler. Yani belâlardan, acılardan, korkulu şeylerden selâmette olasın. Hz. İbrahim (a.s.), Ebûd-Dîfan (misafir babası) künyesi ile anılırdı.
Hz. İbrahim (a.s.) misafirler eve izinsiz girdikleri için yahut kendilerine takdim ettiği yemeğe (kızgın ateşte kızartılmış yağlı danaya) el uzatmadıkları için misafirlere "Doğrusu biz sizden korkuyoruz" dedi.
Bu ifade gelenlerin kötülük kasdı güttükleri manasına gelir. Nitekim Ce-nab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Ellerinin yemeğe uzanmadığını görünce durumları hoşuna gitmedi ve içine bir korku düşdü" (Hûd, 11/70).
Misafir melekler: Korkma! diye cevap verdiler. Hûd Suresi'nde ise "korkma, biz Lut kavmine gönderildik" (Hûd, 11/70) dedikleri yer almaktadır. Hud Suresi'ndeki bu ayet bu suredeki "Korkma" ifadesinin sebebini beyan etmektedir.
Burada ise bunun sebebini "Biz seni büyük ilim sahibi bir evlâtla müjdeliyoruz diyerek" ifade ettiler. Yani biz Allah'ın dinini gayet iyi anlayan, zeki ve ilim sahibi, ileride peygamber olacak bir evlâtla müjdelemek için sana geldik. Bu evlât Hûd Suresi'nde (71. ayette) geçtiği gibi İshak (a.s.) idi. Saffat Suresi'nde ise "Biz onu salihlerden, bir peygamberlerden olan İshak ile müjdeledik." (Saffat, 37/112) buyurulmaktadır.
İbrahim (a.s.) kendisinin ve hanımının yaşlılığı sebebiyle çocuğun gelişini hayretle karşılayarak ve verilen vaadin mutlaka gerçekleşeceğini bilerek şöyle dedi: Bana yaşlılık isabet ettikten sonra böyle bir müjde mi veriyorsun? Hangi garib şeyle bana müjde veriyorsun? Yahut siz beni normal olarak tasavvur edilemeyen bir şeyle bana müjde veriyorsunuz. Bana neyi müjdeliyorsun? Yani siz bana gerçekte hiçbir şeyi müjdelemiyorsunuz. Çünkü bu gibi bir şeyle müjde vermek hiç müjde vermemek demektir.
Misafir melekler verdikleri müjdeyi te'kid ederek cevap verdiler. Hz. İbrahim'in misafirleri ona şöyle dediler: "Sana gerçek ve sabit olan bir şeyi müjdeliyoruz. Zira bu Allah'ın kudreti ve şaşmaz vaadidir. O halde sen ümitsizliğe ve çaresizliğe düşen kimselerden olma. İnsanı topraktan anasız, babasız vareden
Allah, onu başka herhangi bir şeyden, meselâ iki yaşlı ana-babadan da yaratmaya kadirdir". Yani İbrahim (a.s.) normal olarak alışılmamış bir vakitte Allah'ın kendisine verdiği bu nimeti çok büyük bir nimet olarak kabul etmişti.
İbrahim (a.s.) misafirlere ümidini kesmediği şeklinde cevap verdi. Çünkü Allah'ın kudretinin ve rahmetinin bundan daha üstün olduğunu, Allah'ın rahmetinden ancak sapıkların -yani doğru yolu şaşıranların- ümit kestiğini biliyordu. Nitekim Yakup (a.s.) da: "Şüphesiz ki Allah'ın rahmetinden ancak kâfirler topluluğu ümidini keser." (Yusuf, 121/87) demişti.
İbrahim Halilullah (a.s.) bu müjdenin kesinliğini, gelen misafirlerin melekler olduğunu anlayıp da korku ve endişesi gidince, onlara böyle gizlice gelmelerinin sebebini sordu: Ey elçi olarak gelen melekler! Bu müjdeden başka sizin gönderilmenize sebep nedir? Asıl meseleniz nedir?
İbrahim (a.s.) sanki gelenlerin durumundan onların müjdeden başka asıl bir vazifeleri olduğunu anladı. Çünkü Hz. Zekeriya ve Hz. Meryem (a.s.)'a olduğu gibi bir müjdeci yeterliydi.
Misafir melekler İbrahim (a.s.)'e şu cevabı verdiler: Biz mücrim, ve müşrik bir kavim olan, haramları işleyen kadınları bırakıp da erkeklere şehvetle yaklaşan Lut kavmini helak etmek için gönderildik.
Sonra da Lut kavmi içinde Lut (a.s.) ailesini kurtaracaklarını ancak kav-miyle gizli anlaşma içerisinde bulunan Lut'un karısının helak olan kâfirlerle birlikte helak olup gideceğini haber verdi. Biz Lut (a.s.) ailesinin hepsini bu azaptan, tamamen yok olma azabından kurtaracağız. Ancak Cenab-ı Hak, Lut'un karısının kavminin pis emellerine yardım etmesi sebebiyle, helak olanlarla birlikte helak olmasını takdir etmiştir.
Takdir eden bizzat Cenab-ı Hak olduğu halde, meleklerin Allah'a olan yakınlıkları ve özel durumları sebebiyle, melekler "Takdir ettik" ifadelerinde takdir etmeyi kendilerine nispet ettiler. Tıpkı emreden kralın bizzat kendisi olduğu halde kralın imtiyazlılarının "şöyle yaptık, böyle emrettik" demeleri gibi.
Bundan sonra helak ve azab kıssası, meleklerin Lut (a.s.)'a gelişleri kıssası başladı: Meleklerin İbrahim (a.s.) ile olan vazifeleri sona erince, İbrahim (a.s.)'e evlâd müjdesi verip kendilerinin mücrim, suçlu bir kavme azap vermek için gönderildiklerini haber verince, bundan sonra güzel yüzlü gençler şeklinde Sodom kasabasında bulunan Lut (a.s.) ve ailesine gittiler.
Lut (a.s.) ve kavmi gelen misafirlerin melek olduğunu İbrahim (a.s.)'in hemen tanıdığı gibi tanımamışlardı. Lut (a.s.) onlara: Doğrusu siz tanınmayan kişilersiniz. Yani siz benim tarafımdan tanınmayan, gönlüme endişe veren kişilersiniz. Bana insanların ansızın hücum etmesinden korkarım. Siz hangi kavimdensiniz? dedi.
Nitekim bir başka ayette: "Elçilerimiz Lut'a gelince hoşuna gitmedi. Sıkıntıya düştü ve işte bugün zor bir gündür, dedi." (Hûd, 11/77).
Denilmiştir ki: Lut (a.s.) onların bu yakışıklı, güzel hallerinden hoşlanmadı. Onları parlak, güzel yüzlü delikanlılar olarak görünce kavminin onlara kötülük yapmasından korktu.
Misafir melekler, Lut (a.s.)'a: "Biz" seni memnun edecek bir görevle "kavminin meydana geleceğini şüphe ile karşıladıkları" seni yalanladıkları "azab" etme, ve yok etme görevi "ile geldik, dediler."
Sonra da bu zikrettiklerini: "Biz sana gerçeği getirdik". Yani muhakkak olacak bir emri, meydana geleceğinde hiç şüphe bulunmayan değişmez bir emri yani Lut kavmine azap edilmesi emrini getirdik sözleriyle te'kid ettiler. Bu ayet tıpkı "Biz melekleri ancak Hak ile göndeririz" (Hicr, 8) ayeti gibidir.
"Biz elbette doğru sözlü kimseleriz" Bu, diğer bir te'kiddir. Yani sana haber verdiğimiz şekilde kavminin helak edilmesi ve sana tabi olan müminlerle birlikte senin kurtulman hususunda biz doğru sözlü kimseleriz.
Melekler azabın mutlaka gerçekleşeceğini ve Hz. Lut (a.s.)'ın yaptığı dine davette doğru sözlü olduğunu ispat etmek için sadece vazifelerini tavsif ettiler, onlara azap edecekleri hususunda açık bir ifade kullanmadılar.
Bundan sonra Lut (a.s.) ile ona tabi olanlara kurtuluş planını bildirme ve "infaz" merhalesi başladı.
Hz. Lut (a.s.)'a: "Geceleyin bir ara aileni yola çıkar." Gecenin bir kısmı geçtikten sonra sadece iki kızından ibaret olan aileni yola çıkar. Sen de onları koruyucu olmak üzere ailenin peşinden yürü.
"Sizden hiçbir kimse arkasına bakmasın" Yani kavminize gelen çığlığı duyduğunuz zaman onlara dönüp bakmayın. Onları kendilerine isabet eden azab ve işkence içinde olduğu gibi bırakın, kalbiniz onlar için duygulanmasın, şefkat beslemesin.
Bu yasaklamayı "Emrolunduğunuz yere doğru yola devam edin" sözüyle te'kid ettiler. Yani hiç ardınıza dönüp bakmadan Rabbinizin emriyle -İbni Ab-bas'ın dediği gibi- Şam'a doğru yürüyün. Yahut Lut kavminin amelini yapmayan belirli bir kasabaya gitmelerini emreden Cebrail'in yönelttiği şekilde yürüyün.
Allah, Lut (a.s.)'a bu infazın sür'atle meydana geleceğini vahyederek şöyle buyurdu: "İşte biz Lut'a bu emri kesin bir hüküm olarak bildirdik." Ona kavminin helak oluşunun artık kesin olarak verilmiş bir hüküm olduğunu ve kavminin ilk kişiden son kişiye kadar sabah vakti tamamen helak olacağını vahyet-tik, bu durumu bu şekilde takdim ettik. Başka bir ayeti kerimede buyurulduğu gibi: "Onlara vaad edilen helak vakti bu sabahtır. Sabah da yakın değil mi?" (Hûd, 11/81).
"Onların kökü kesilecektir" tabiri yani son nefere kadar yok edilecek, onlardan hiçbir kimse kalmayacaktır demektir.
Bundan sonra Allah Tealâ bu olay esnasında Lut kavminin gelen bu misafirleri lekelemeye kararlı olduğunu zikrederek şöyle buyurdu.
"Şehir halkı sevinç içerisinde Lut'a geldiler" Yani Lut kavmi olan Sodom halkı Lut (a.s.)'ın misafirlerini ve onların yüzlerinin güzelliğini görünce onlarla iğrenç işlerini yapabileceklerini ümit ederek sevinç içerisinde ve şımarık tavırlarla Lut (a.s.)'a geldiler.
Bu Lûtîlik (homoseksüellik), gelen yabancı misafire ikramda bulunmak, iyilik yapmak gibi güzel örflere ve selim zevklere taban tabana zıt gayet feci bir suç, iğrenç bir durumdur.
Denilmiştir ki: Misafir melekler son derece güzellik içerisinde olunca onların haberi meşhur olup Lut kavmine ulaşmıştı. Yine denilmiştir ki: Lut'un karısı kavmine bu durumu bildirmişti. Hangi şekilde olursa olsun Lut kavmi: "Lut'a misafir olarak üç oğlan gelmiş, kendilerinden daha güzel yüzlü, fizikî şekli daha güzel hiç kimse görmedik", dediler. Hemen Lut (a.s.)'ın evine gittiler.
Lut (a.s.) kavmine iki tesirli cümle söyledi: Birincisi: "Bu gençler benim misaftrlerimdir" onların yanında utanca sebep olacak şeyi işlemek suretiyle "Beni rezil etmeyin." Misafiri ağırlamak mecburiyeti vardır. Onlara bir kötülük yapmaya kalkışırsanız bu, beni hiçe saymak demektir.
İkinci cümle birincisini te'kid ediyordu: "Allah'tan korkun" Allah'ın azabından korkun "Beni rüsvay etmeyin." Yani misafirlerimi zelil etmek, küçük düşürmek suretiyle beni küçük düşürmeyin. Onları lekelemek suretiyle beni rezil-rüsvay olma horlanma ve utanç içerisine düşürmeyin.
Lut kavmi ona şöyle cevap verdiler: "Biz seni başkalarıyla ilgilenmekten menetmemiş miydik? "Biz fuhuş yapmak istediğimiz her hangi bir kişi hakkında konuşmanı, onu korumayı sana yasaklamamış mıydık? Bir kimseyi misafir etmekten menetmemiş miydik?
Lut (a.s.) kavmini irşad etmek üzere şu cevabı verdi: "Eğer nikâhlayacak-sanız işte kızlarım!" Eğer size emrettiğim şeyi yapacaksanız, benim görüşümü kabul edecekseniz Allah'ın size helâl kıldığı kadınlarla evlenin, erkeklerle ilişki kurmaktan sakının.
Burada "kızlarım" derken, kavminin kadınlarını kasdetmiştir. Çünkü bir ümmetin rasulü onların babası yerindedir. Nitekim Cenab-ı Hak peygamberimiz hakkında "Peygamber müminlere kendi öz nefislerinden daha evlâdır. Peygamber hanımları da müminlerin anneleridir." (Ahzab, 33/6) buyurmaktadır. Übeyy b. Ka'b kıraatinde peygamber onların babasıdır, şeklinde ifade de vardır. Denilmiştir ki: Kızlarından murad, sulbünden olan kızlarıdır, yani onlarla evlenmeyi teşvik etmiştir.
Bütün bunlar olurken, onlar kendileri için murad edilen şeyden, etraflarını kuşatan belâdan ve kararlaştırılan azaptan başlarına ne geleceğinden habersiz ve gafil bir durumdaydılar.
Bunun için Allah Tealâ Muhammed (s.a.)'e yahut melekler Lut (a.s.)'a şöyle dedi: "(Ey Peygamber!) Ömrün hakkı için onlar sarhoşlukları içinde bocalayıp duruyorlardı." (Hicr: 72). Yani Ey Rasulüm! Senin hayatına, ömrüne ve dünyada kalmana yemin ederim. Bu ifadede büyük bir şereflendirme ve yüce bir makam tayini vardır. Onlar sapıklıkları için şaşkınlık içinde bulunuyorlardı. Onlar senin nasihatlerine aldırış etmezler, doğru ile yanlışı birbirinden ayıramazlar.
İbni Abbas diyor ki: Allah, Muhammed (s. a.)'den daha değerli hiçbir kimseyi yaratmamıştır. Allah'ın ondan başka hiçbir kimsenin hayatına yemin ettiğini duymadım.
Bundan sonra Allah Tealâ onların azabının cinsini bildirmek üzere şöyle buyurdu: "Şafak vakti onları korkunç bir çığlık yakaladı" Onlara Cebrail (a.s.)'ın korkunç derecede yüksek, dehşetli sesi inmişti. Bu çığlık güneş doğarken onlara gelen helak edici korkunç sesti.
(Müşrikıyn) Şafak vaktine girdikleri halde demektir. Başlangıcı sabah namazı vakti, sonu güneşin doğduğu zamandır. Bu sebeple önce (Musbıhıyn): Sabah vaktine girdikleri halde denmiş, daha sonra (Müşrikıyn): Şafak vaktine girdikleri halde denmiştir.
"Çığlığın yakalanması" onları kahretmesi ve tamamen hâkim olmasıdır. Bu ses kasabalarının ta göklere kadar yükseltilip sonradan da altüst edilmesine ve üzerilerine pişmiş taşların gönderilmesine sebep olmuştur. Sayha, gökyüzünden gelen helâkedici şiddetli sestir.
"Biz onların kasabalarının üstünü altına çevirdik. Üzerilerine kızgın taşlar yağdırdık" ayetinin ihtiva ettiği mana budur. Yani biz şehrin üstünü, yerüstünde bulunan kısmını yerin dibine derinliklerine geçirdik. Ters-yüz ettik. Onların üzerlerine ateşte pişirilmiş kızgın, taşlaşmış çamurdan taşlar indirdik.
Geçen ifadelerden anlaşılmaktadır ki bu ayet Allah'ın onlara üç çeşit azapla azabettiğini bildirmektedir.
1- Korkunç şiddetli ses
2- Kasabaların ters-yüz edilmesi
3- Üzerlerine kızgın taşların yağdırılması.
Bundan sonra bu kıssadan alınacak ibreti zikrederek şöyle buyurdu: "Şüphesiz bunda ince düşünenler için nice ibretler vardır" Yani Lut kavmine gelen bu azab hakkında olaylardan ibret alan, küfür ve fuhuş ehline gelecek acıklı cezayı anlayan ince düşünceli ve feraset sahibi kimseler için nice ibretler vardır.
Bu münasebetle şunu ilâve edebiliriz: Buharî'nin et-Tarih el-Kebîr kitabında, Tirmizî, İbni Cerir, İbni Ebî Hatim, Ebû Nuaym ve İbni Merdüveyh'in Ebu Said el-Hudrî'den rivayet ettikleri hadis-i şerifte Efendimiz (s.a.)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Müminin ferasetinden korkun. Çünkü o Allah'ın nuruyla bakar." Bundan sonra Efendimiz (s.a.) şu ayeti okudu: "Şüphesiz bunda ince düşünenler için nice ibretler vardır."
Bundan sonra Cenab-ı Hak Mekke halkı ve benzerlerini olanlardan ibret almaya yöneltti ve şöyle buyurdu: "O ülkenin harabeleri yolunuz üzerinde dimdik ayakta durmaktadır." Yani bu azabın isabet ettiği Sodom şehri bilinen bir yol üzerindedir. Oradan gelip geçen yolculara gizli-kapah değildir. Kalıntıları günümüze kadar ayakta kalmıştır. Hicaz-Şam yolu üzerindedir. Bir başka ayette ise şöyle buyurulmuştur: "Şüphesiz sizler sabah-akşam onların memleketlerinden geçiyorsunuz. Hiç düşünmez misiniz?" (Saffat, 37/137-138).
"Şüphesiz ki bunda müminler için ibret vardır" Yani Lut kavmine yaptığımız bu helak ve yok etme, Lut'u ve ailesini kurtarmamız hususunda Allah'a ve peygamberlerine iman edenler için açık bir delil vardır. Yani bu kıssanın hedefinden gerçekten yararlananlar bu azabın Allah'ın peygamberlerinin intikamını almak olduğunu idrak eden müminlerdir. Allah'a inanmayanlara gelince bu helaki tabiatın yaptığını ve yeryüzündeki bazı değişikliklerden kaynaklandığını iddia etmektedirler. [8]
Şuayb Kavmi (Eyke Halkı) Kıssası Ve Semûd Kavmi (Hicr Halkı) Kıssası
78- Şüphesiz ki Eyke halkı zalim kimselerdi.
79- Biz onlardan da intikam aldık. Lut kavminin ve Eyke halkının harabeleri hâlâ işlek bir yol üzerindedir.
80- Şüphesiz Hicr halkı da peygamberleri yalanladılar.
81- Biz, onlara ayetlerimizi gönderdik. Ne var ki, onlar ayetlerimizden yüzçe-virdiler.
82- Onlar dağları oyarak, kendilerine emniyet içinde yaşayacakları evler yapıyorlardı.
83- "abahleyin onları korkunç bir çığlık yakalayıverdi.
84- Yaptıkları işler onları kurtaramadı.
85- Biz gökleri, yeri ve aralarındaki varlıkları yerli yerince yarattık. Kıyamet elbette kopacaktır. (Ey peygamber!) o halde güzel bir şekilde davran (Hoşgörülü ol.)
86- Şüphesiz ki her şeyi yaratan ve bilen ancak Rabbindir.
Açıklaması
Eyke halkı -Hz. Şuayb (a.s.) kavmi- Allah'ı şirk koşmaları yolkesicilik yapmaları, ölçü ve tartıda hile yapmaları sebebiyle zalim kimselerdi. Korkunç bir çığlık, şiddetli bir yer sarsıntısı ve (Yevmü'z-Zulle: Bulutlu gün) azabı ile Allah da onlardan intikam aldı. Halbuki onlar Hz. Lut (a.s.) kavminden sonra ama ona yakın bir zamanda ve yer olarak da onların kasabalarına yakın bir yerde yaşamışlardı. Bunun için Hz. Şuayb (a.s.) onları: "Lut kavmi sizden uzak değildir" (Hûd, 11/89) diyerek uyarmıştı.
İbni Merdüveyh ve İbni Asakir'in Abdullah b. Amr'dan rivayet ettikleri \iad\s-\ şerifte Çe^gamberinviı la.a.^ şöy\e. b\\y\iYmu%\a.Yd\r. "Medyetv ve Eyke halkı iki ümmet olup Allah bunlara Hz. Şuayb (a.s.)'ı peygamber olarak göndermişti."
"Biz Eyke halkından da intikam aldık..." Yani küfürlerine ve isyankârlıklarına karşılık olarak onları cezalandırdık.
Eyke halkını "Bulutlu günle cezalandırdık. O zaman onlara hiç gölge bulunmaksızın yedi gün şiddetli bir sıcaklık isabet etmişti. Sonra onlara bulut gönderdi. Bu bulutun gölgesine oturdular. Allah da onların üzerlerine ateş gönderip bu ateş de onları yakıp helak etti. Medyen halkını ise sayha (korkunç çığlık) ile cezalandırdık.
"Bu iki kavmin harabeleri hâlâ işlek bir yol üzerindedir." Yani Lut kavmine ait kasabalar ile Eyke halkının toprakları halkın Hicaz-Şam yolculuğu yaparken izledikleri işlek bir yol üzerindedir.
İmam: İzlenen, uyulan demektir. "Yol"a imam adı verilmiştir. Çünkü kişinin arzu ettiği yere varıncaya kadar izlediği ve uyduğu hafta yol denilmiştir.
Bundan sonra Cenab-ı Hak, Hicr Vadisinin halkı olan Semûd Kavmini zikrederek şöyle buyurdu: "Şüphesiz Hicr halkı da peygamberleri yalanladılar." Yani Semûd Kavmi peygamberleri Hz. Salih (a.s.)'i yalanladılar. Bütün peygamberler tevhid, Allah'a kulluk ve temel faziletli ameller hakkında aynı noktada ittifak ettikleri için, kim bir peygamberi yalanlarsa bütün peygamberleri yalanlamış olur.
"Biz onlara ayetlerimizi gönderdik..." Biz Hicr Vadisi halkına peygamberleri Hz. Salih (a.s.)'in duasıyla kupkuru bir kaya parçasından Allah'ın çıkardığı Dişi Deve" mucizesi gibi, Hz. Salih (a.s.)'in peygamberliğinin doğruluğuna delâlet eden mucizeler, deliller, ayetler verdik. Ancak onlar ayetlerimizden yüzçe-virdiler, mucize deveyi kestiler ve bundan ibret almadılar. Deve bu beldede dolaşıyor, o civarda bulunan küçük bir nehirden bir gün bu deve su içiyor, ertesi gün de vadi halkı bu nehirden su içiyorlardı. Devenin bu kabileye (Semûd Kavmine) yetecek kadar bol sütü vardı.
Semud Kavminin dağlardaki taşlan yontarak yaptıkları evleri vardı. Bu evlerin sağlamlığı sebebiyle korkusuz bir şekilde düşmanlardan emin olarak yaşıyorlardı. Bu evler Tebuk'e giderken Peygamberimiz (s.a.)'in uğradığı Hicr Vadisinde (Bugün Suudi Arabistan'da Medainü Salih denilen yerde) hâlâ müşahede edilmektedir. Efendimiz (s.a.) buraya gelince başını örtmüş, bineğini hızlandırmış, Buharî'nin ve başkalarının İbni Ömer'den rivayet ettiğine göre ashabına: "Azaba uğrayan kavimlerin evlerine ağlayarak girin. Ağlamazsanız, onlara isabet eden belâlar size isabet eder korkusuyla ağlamaya çalışın, ağlar gibi görünün."
"Sabahleyin onları korkunç bir çığlık yakalayıverdi. Semud Kavmi azgm-laşıp haddi aşıp da mucize deveyi kestiklerinde azabın kendilerine vaadedüen dördüncü gününde sabah vakti helak edici korkunç çığlık onları yakalamıştı. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurdu: "Salih dedi ki: Evlerinizde üç gün daha yaşayın. Bu yalanlanamayacak bir tehdittir." (Hûd, 11/65)
"Yaptıkları işler onları kurtaramadı." Rabbinin emri gelince bu mallarının onlara faydası dokunmadı. Edindikleri mallar bu azaba engel olamadı. Dağlarda kayaları yontup ev yapmaları, kendilerine (bahçeleri sulamada kullandıkları) su hususunda sıkıntı çekmemeleri için devenin bol su içmesine göz dikip nihayet deveyi kesmelerine sebep olan ekin ve meyvalardan istifade etmeleri gibi kazançlardan yeteri kadar yararlanamadılar. Bilâkis oldukları yerde helak oldular.
Allah Tealâ kâfirlere helak etmeyi haber verince sanki bir şahıs: Çok merhametli ve çok ikramsever olan Allah'a kullarına azab etmek ve onları helak etmek nasıl yaraşır? diye sormuş farzedilmektedir. İşte buna Cenab-ı Hak şu ayetle cevap veriyor: "Biz gökleri, yeri ve aralarındaki varlıkları" Hak ile yani adalet ve hikmetle "yarattık." Zulmederek yahut batıl olarak, boş yere yaratmadık. Bunun sebebi yaradılanlann ibadet ve taat etmeleri içindir. Bu ibadet ve taati bırakır, bundan yüzçevirirlerse adalet ve hikmetin gereği olarak onları helak etmek ve yeryüzünü onlardan temizlemek gerekli olmaktadır. Burada Peygamberimiz (s.a.)'i yalanlayanların ahirette azab görmelerinin hak, adalet hikmet ve bizzat beşer için maslahat olduğuna işaret edilmektedir.
"Kıyamet elbette kopacaktır." Yani kötülük işleyenleri yaptıklarına karşılık cezalandırmak, güzel amel işleyenlere de güzellikle mükâfat vermek için kıyamet günü şüphe yok ki gelecektir. Bu ayette isyankârlar için tehdit, itaatkârlar için teşvik vardır.
"O halde güzel bir şekilde davran" Yani Ya Muhammed, müşriklerden yüz-çevir. Onlardan karşılaştığın eziyetlere karşı yumuşak huyluluk ve müsamaha ile güzel bir şekilde yüzçevirerek tahammül et.
Bu emir insanlara güzel bir ahlâkla davranmaya çalışmaktır. Bu neshedil-memiş, hükmü devam eden bir emirdir. Her ne kadar "Güzel bir şekilde yüzçe-vir" emri, savaş emri geldikten sonra neshedilmiş kanaati yaygın olsa da.
Fahreddin Razî diyor ki: Müsamahakârlığın kılıç kullanma ayetiyle neshedilmiş olması uzak bir ihtimaldir. Çünkü bundan maksat güzel ahlâk, af ve müsamaha gösterilmesidir. Bu nasıl neshedilmiş olabilir![9]
"Şüphesiz ki her şeyi yaratan ve bilen ancak Rabbindir" Yani Rabbin çok çok yaratandır, her şeyi o yaratmıştır. İlmi çok geniştir. Her şeyi bilir.
Bu ayet öldükten sonra dirilmeyi, Allah Tealâ'nm kıyameti meydana getirmeye kadir olduğunu ispat etmektedir. Çünkü o hiçbir şeyi yaratmaktan âciz olmayan yüce yaratıcı ve parça parça olan ve yeryüzünün çeşitli bölgelerine dağılan cesetleri bilendir. Herkes ona dönecek, huzurunda hesaba çekilecektir. [10]
Allah Teala'nın Hz. Muhammed Mustafa (S.A.)'E Yaptığı Lütuflar
87- Şüphesiz ki biz, sana namazlarda tekrar tekrar okunan yedi ayeti (Fati-ha'yı) ve yüce Kur'anı verdik.
88- Sakın kâfirlerden bir kısmına verdiğimiz çeşitli dünya nimetlerine (heves- lenip) göz dikme. Onların âkibetlerine üzülme. Müminlere, merhamet kanatla- nm indir.
89. De ki: ,,Şüphesiz ki ben apaçık bir uyarıcıyım.»
90- Nitekim biz, bölücülere de emrimizi indirmiştik.
91- "Onlar Kur'an'ı (bir kısmına iman edip bir kısmına iman etmeyerek) parçalara böldüler"
92-93- Yapmış oldukları amellerden do- lay!» Rabbine yemin olsun ki, onların hepsini hesaba çekeceğiz.
94- (Ey peygamber!) Emrolunduğun şeyi açıkça tebliğ et. Müşriklerden yüzçevir.
95- Alay edenlere karşı biz sana yeteriz.
96- Onlar Allah'la beraber bir ilâh edinirler. Yakında bileceklerdir.
97- Şüphesiz ki biz, onların söylediklerinden senin canının sıkıldığını çok iyi biliyoruz.
98- Sen, Rabbini hamd ile teşbih et. Secde edenlerden ol.
99- Sana ecel gelinceye kadar, Rabbine ibadet et.
Açıklaması
"Allah'a yemin olsun ki, Ey peygamber! Biz sana Seb'ul-Mesanî'yi; namazlarda tekrar tekrar okunan yedi ayeti ve yüce Kur'anı indirdik."
1- "es-Seb'ul-Mesanî": Yedi ayeti olan ve namazın her rek'atında tekrarlanan Fatiha Suresi'dir. Besmele bu surenin yedinci ayetidir. Allah bu sureyi sadece size indirdi.
Buharî "es-Seb'ul-Mesanî" hakkında biri Ebû Said b. Muallâ'dan, diğeri Ebû Hureyre'den olmak üzere iki hadis-i şerif rivayet etmiştir:
a) Ebû Said b. Muallâ'nın hadisi şöyledir: Namaz kılarken Peygamberimiz (s.a.) yanıma uğradı. Beni çağırdı. Namazı bitirmeden onun yanına gitmedim Sonra gittim. Bana:
— Senin bana gelmene engel olan nedir? dedi. Ben de:
— Namaz kılıyordum, dedim Peygamberimiz (s.a.)
— Allah: "Ey iman edenler! Allah'ın rasulü sizi, kendinize hayat verecek şeylere davet ettiği zaman hemen Allah'ın ve rasulünün davetine icabet edin" (Enfal, 8/24) buyurmadı mı? Sana mescidden çıkmadan önce Kur'an'daki en büyük sureyi öğreteyim mi? Peygamberimiz (s.a.) Mescidden çıkmaya kalkınca ona sözünü hatırlattım. Şöyle buyurdu: "Elhamdülillahi Rabbil-Âlimîn, bana verilen es-Seb'ul-Mesanî ve yüce Kur'andır."
b) Ebû Hureyre'nin hadisi şöyledir: Peygamberimiz (s.a.) buyuruyor ki: "Kur'anın anası 'es-Seb'ul-Mesanî' Fatiha süresidir."
2- Bir başka görüşe göre es-Seb'ul-Mesanî yedi uzun sure: Kıssalar, hükümler ve cezaların tekrar edildiği; Bakara, Âl-i İmran, Nisa, Maide, En'am, A'raf, Enfal sureleridir.
3- Bir diğer görüşe göre: "es-Seb'ul-Mesanî"den maksat: Bütün Kur'andır. Buradaki atıf müteradif (eşanlamlı) iki kelimenin birbirine atfedilmesidir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Allah sözlerin en güzeli olan Kur'anı müteşabih (ayetleri birbirine benzeyen) mesani (karşılıklı hükümleri zikreden) bir kitap olarak indirmiştir." (Zümer, 39/23) Kur'an bir yönden müteşabih, diğer yönden mesanidir.
Tercih edilecek görüş Buharî'nin açıklamasının Fâtiha'nın es-Seb'ul-Mesa-ni olduğu hakkında kesin nass olmasıdır. Ancak İbni Kesir'in dediği gibi Fâti-ha'dan başkasında bu vasıf olduğunda ona bu vasfın verilmesine engel yoktur. Kur'an'ın tamamının da bu vasıfla anılması gerçeğe aykırı değildir. Ayet Küba Mescidi'nde nazil olmuştur. Bu hususta hiçbir çelişki yoktur. Bir şeyin bir isimle zikredilmesi aynı ortak vasfi taşıyan bir başka şeyin de aynı isimle anılmasına engel değildir.[11]
Bu büyük lütuftan sonra Cenab-ı Hak şöyle buyurdu: "Ey Rasulüm! -Hitap aslında ümmetinedir- Zenginlere verdiğimiz dünya hayatının zinetine he-zeslenme." Zira bunun ardından şiddetli bir ceza vardır.
"Onların içinde bulundukları dünya metaı ve geçici zevkleri bırakıp Allah'ın sana verdiği Yüce Kur'an ile iktifa et." mana şudur: Allah'ın sana yaptığı vahiyle iftihar et. O'nun nimetinin azametini takdir et. Dünyaya ve dünyanın zinetine ve dünya ehlini imtihan etmek için kendilerine verdiğimiz geçici süslere bakma. Onların içinde bulundukları duruma imrenme. Onların seni yalanlamalarına ve senin dinine muhalif olmalarına kırılma. Sen büyük bir nimet içerisinde olduğun zaman bu nimete göre diğer nimetler basit gelir, önemsiz sayılır. Bu ifade Kur'an'ın büyük bir servet, hayır ve kurtuluş yolu olduğuna delildir. Bu ayetin bir benzeri de: "(Ey Muhammedi) Bir kısım kâfirler, kendilerini imtihan etmek için verdiğimiz dünya hayatının süsünde sakın gözün olmasın." Tâ-Hâ, 20/131).
Hz. Ebubekir (r.a.) diyorki: "Kime Kur'an verilir de, başkasına kendisine verilen bu nimetten daha üstün bir nimetin dünyada verildiğini zannederse büyük nimeti küçültmüş, küçük nimeti büyültmüş olur."
"Onların durumuna üzülme" İslâm'ın kuvvet bulması müslümanlarm izzet bulması için, müşrikler iman etmiyorlar diye üzülme. Denilmiştir ki: Ayetin manası şöyledir: Onlara verilen bu dünya nimetine bakıp üzülme. Senin için ahirette daha üstün nimetler vardır.
Kafirlerin zenginlerine bakmaktan nehyettikten sonra Rasulüne müslümanlarm fakirlerine karşı alçakgönüllü olmayı emrederek şöyle buyurdu:
"Müminlere merhamet kanatlarını indir." Yani müminlere yumuşak davran. Tevazu ile davran. Onlara sert ve katı davranma. Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle buyurmaktadır: "Allah tarafından verilen rahmet sebebiyle onlara yumuşak davrandın. Eğer sen sert ve katı kalpli olsaydın, şüphesiz insanlar etrafından dağılır giderlerdi. Öyleyse onları affet ve onlar için Allah'tan mağfiret dile. İşlerinde onlarla istişare et. (Âl-i İmran, 3/159).
Bundan sonra Allah onu "uyarma" vazifesine yönelterek şöyle buyurdu: Ey Muhammedi De ki! Yalanlama ve dalâlette devam etmek sebebiyle peygamberlerini yalanlayan önceki ümmetlere gelen ve onları kuşatan intikam ve azab gibi acıklı bir azaptan uyarıcı ve kurtarıcıyım."
Buharî ve Müslim'in Sahihlerinde Ebû Musa el-Eş'arî'den rivayet edilen bir hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Benim ve Allah'ın, benimle gönderdiği kitabın misali şu adam gibidir: Adam kavmine gelir ve şöyle der: Ey kavmim! Ben düşman ordusunu gördüm. Ben gerçekten açık bir uyarıcıyım. Yetişin! Yetişin! Kavminden bir gurup ona itaat eder. Derhal yola çıkar, yürümeye devam eder ve kurtulurlar. Kavminden diğer gurup da onu yalanlarlar, yerlerinde dururlar. Düşman ordusu ansızın çıkagelir. Hepsini helak eder, yok eder. İşte bana itaat edip de benim getirdiğim kitaba uyan ile bana isyan edip benim getirdiğim Hak kitabı yalanlayan kimselerin misali budur."
"Nitekim biz bölücülere de emrimizi indirmiştik. Onlar Kur'an 'ı (bir kısmına iman edip bir kısmına iman etmeyerek)parçalara böldüler." (Hicr, 90-91).
(Ke-mâ enzelnâ) kelimesindeki kâfin müteallakı hakkında iki görüş vardır:
Birincisi: Kâfin müteallakı 87. ayettir. Yani senden önceki ehl-i kitaba (Yahudi ve Hristiyanlara) Tevrat ve İncili indirdiğimiz gibi sana da Kur'an'ı indirdik. Yahudi ve Hristiyanlar Kur'an'ı kısımlara ayırdılar. Tevrat ve İncil'e uygun olan kısmına iman ettiler. Bu iki kitaba aykırı olan kısmını inkâr ettiler. Kur'an'ı (kendi zanlarınca) Hak ve Batıl diye iki kısma ayırdılar.
Bu görüş Buharî, Said b. Mansur, Hakim ve İbni Merdüveyh'in İbni Ab-bas'dan rivayet ettikleri görüştür.
İkinci Görüş: Kâfin müteallakı 89. ayettir. Yani bu bölücülere -Yahudi ve Hristiyanlara- indirdiğimiz azab gibi Kureyş'i de azabın geleceği uyarısı ile uyar.
Bu durum, Kureyza ve Nadiroğulları'na uygulanan husustur. Beklenen şey olmuş gibi telakki edilmiştir. Bu mucizedir. Olacak bir şeyi haber vermektir. Bu da olmuştur, gerçekleşmiştir.
Bu iki görüşten herbiri bölücüleri Ehl-i Kitaptan saymaktadır. Bölünen yani kısım kısım telakki edilen Kur'an'dır. Burada Kur'an'la kastedilen okudukları kitaplardır. Bunlar bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr ettiler. Bu Peygamberimiz (s.a.)'i teselli babından olmaktadır. Zira onun kavmi (Kureyşli-ler) Kur'an hakkında sihirdir, şiirdir yahut kâhinliktir, demişlerdir.
Burada bir üçüncü görüş daha vardır ki, bu da İbni Abbas'dan rivayet edilmiştir. Fahreddin Razî bunu birinci görüş olarak saymıştır. İbni Abbas bu rivayette şöyle demiştir: Bunlar Mekke yollarını aralarında taksim eden kimselerdir. İnsanları, Rasulullah (s.a.)'a iman etmekten menetmektedirler. Sayılan 40 kadardı.
Mukatil b. Süleyman: Sayıları 16 kişiydi. Bunları Velid b. Mugire Hac Mevsiminde görevlendirmişti. Bunlar aralarında Mekke'nin tepelerini ve yollarını bölüşmüşlerdi. Buradan Mekke'ye gelenlere: İçimizden çıkıp da peygamberlik iddia eden kişiye aldanmayın. Çünkü bu adam mecnundur, diyorlar. İnsanları o sihirbazdır, kâhindir veya şairdir diye Peygamberimiz (s.a.)'den nefret ettirmeye çalışıyorlardı. Allah da onlara rezil-rüsvay edici bir hastalık gönderdi, en kötü bir ölümle öldüler. Ayetin manası: Ben sizi bu bölücülere inen belâ gibi bir belânın gelmesine karşı uyarıyorum, şeklindedir.[12] Bu durumda bölücüler Kureyşlilerdir.
Bu uyarıdan sonra Cenab-ı Hak amellerinin hesabı görüleceğine dair yüce zatına yemin ederek şöyle buyurdu: "Rabbine yemin olsun ki hepsine soracağız" Yani Allah'a yemin olsun ki, bütün kâfirlere ihtar ve azarlama suali olarak söz ve hareketlerinden soracağız. Onlara bunun karşılığını tam olarak vereceğiz.
Ebu'l-Âliye, bu ayeti şöyle tefsir etti: Allah, kıyamet günü bütün kullara şu iki şeyi soracak: neye kulluk ettiklerini ve peygamberlere ne şekilde cevap verdiklerini soracak.
İbni Ebî Hatim, Muaz b. Cebel'den rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur: Ya Muaz! Kişi kıyamet günü bütün davranışlarından sorulacak: Hatta gözlerinin sürmesinden, parmağındaki çamur artıklarından bile sorulacaktır. Sakın kıyamet günü senden başkasının Allah'ın sana verdiği nimetle senden daha mesud olduğunu görmiyeyim. (Sen kıyamette en mes'ud insan olmaya çalış.)
Ey Peygamber! Senin görevin uyarıcı olmak ve amellerinin hesabının görülmesi mutlak bir hakikat ise senin üzerine düşen sadece açıktan davette bulunmaktır. Artık davette gizlilik merhalesi sona ermiştir. Cenab-ı Hak buyurdu ki: "Emrolunduğun şeyi insanlara açıkça tebliğ et" Yani davetinin tebliğini herkese açıkça yap. Bununla müşriklerin karşısına çık. Onlara aldırış etme. Şüphesiz ki Allah seni koruyacak ve onların şerrinden muhafaza edecektir. Müşriklerden yüz çevir. Yani Rabbinden sana inen hususları tebliğ et. Seni Allah'ın ayetlerinden menetmek isteyen müşriklere aldırma.
"May edenlere karşı biz sana yeteriz." Bu Rabbani bir teminat ve korumadır. Biz seninle alay edenlerin, sana düşmanlık edenlerin gayretlerine, seni ve Kur'an'ı alaya alanların şerrine karşı sana yeteriz. Bunlar müşriklerden güç-kuvvet sahibi bir topluluktu. Bunlar beş kişiydi: Velid b. Mugire, Âs b. Vail, Adiy b. Kays, Esved b. Muttalib ve Esved b. Abdi-Yegûs.
Cebrail Rasulullah (s.a.)'a, ben onlara karşı sana yardımcı olmakla emro-lundum, dedi.
Velid'in topuğuna işaret etti. Elbisesine bir ok ilişti. Kibrinden onu çıkarmaktan imtina etti. Bu ok topuğundaki bir damara isabet etti ve öldü.
Âs b. Vail'in dizine işaret etti. Âs b. Vail dizine giren bir diken sebebiyle öldü. Esved b. Muttalib'in gözlerine işaret etti. Esved'in gözleri kör oldu. Adiy b. Kays'ın burnuna işaret etti. Adiy irin sümkürdü ve öldü.
Esved b. Abdi-Yegûs'e işaret etti. Esved o sırada bir ağacın dalında oturuyordu. Hemen bir derde tutuldu. Başını ağaca toslamaya, yüzünü dikenle yaralamaya başladı. Nihayet öldü.[13]
Bu alay edenler müşrik idiler. Bunun için Allah bu kişileri "Onlar Allah'la beraber bir ilâh edinirler" Allah'a faydası ve zararı dokunmayan kimseleri şirk koşarlar. Onlar işlerinin âkibetini, şirklerinin sonunu, küfürlerinin neticesini "Pek yakında bileceklerdir." Bu ifade onların sonuçlarının kötü olacağı şekilde bir tehdit ve ihtardır.
Bundan sonra Cenab-ı Hak müşriklerden karşılaştığı eziyete karşı peygamberini teselli ederek şöyle buyurdu: "Şüphesiz ki biz onların söylediklerinden senin canının sıkıldığını çok iyi biliyoruz." Ya Muhammedi Biz müşriklerin alaylarından ve şirklerinden senin eziyet çektiğini gönlünün daraldığını gayet iyi biliyoruz. Bu durum seni Allah'ın dâvasını tebliğ etmekten uzaklaştırmasın. Sadece O'na tevekkül et. Çünkü O sana yeter, onlara karşı O sana yardımcıdır. Daralmayı ve endişeyi gidermek için O'na iltica et. "Sen Rabbini hamd ile teşbih et. Secde edenlerden ol. Sana ecel gelinceye kadar Rabbine ibadet et."
Yani Allah'ın zikriyle, O'na hamdetmekle, O'na teşbih etmekle, O'na ibadet etmekle (namazla) meşgul ol. Sana ölüm gelinceye kadar buna devam et.
Burada ölüm "yakın" kelimesiyle adlandırılmıştır. Çünkü o yakînen olacak bir olaydır. Bu tefsirin delili Allah Tealâ'nın Cehennemliklerden naklettiği şu sözleridir: "Cehennemlikler dediler ki: Biz namaz kılanlardan değildik. Yoksullara bir şey yedirmezdik. Batıla dalanlarla beraber biz de dalardık. Ceza gününü yalanlardık. Ölüm (yakîn) gelene kadar bu halde devam ettik." (Müddes-sir, 74/43-47).
Bu ayet gönül darlığının ilâcının teşbih, takdis, tahmid ve çokça namaz kılmak olduğuna ve namaz gibi ibadetin aklı sabit olduğu müddetçe her insana farz olduğuna işaret ediyor. Kişi durumuna göre namaz kılacaktır.
Nitekim Buharî'nin Sahihinde İmran b. Husayn (r. a)'den rivayet edilen bir hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Namazı ayakta kıl. Gücün yetmezse oturarak, ona da gücün yetmezse yatarak kıl."
Bu ifadeler ayette zikredilen "Yakîn" kelimesinin "Ma'rifet" manasında olduğunu iddia eden bazı dinsizlerin ne büyük bir yanlışlık içinde bulunduğuna delildir. Onlara göre onlardan biri marifete ulaşınca ondan mükellefiyet sakıt olur. Bu inanç -İbni Kesir'in dediği gibi- küfür, sapıklık ve cehalettir. Çünkü peygamberler ve onların ashabı insanlar içerisinde Allah'ı en iyi bilen, O'nun haklarını ve sıfatlarını ve O'nun lâyık olduğu ta'zimi en iyi bilen kimseler idiler. Bunun yanında insanların en çok ibadet edenleri ve vefat anına kadar hayır işlemeye devam edenleri idiler.
Peygamberimiz (s.a.) bir sıkıntı olduğu zaman, bir iş zorlaştığı zaman derhal namaza koşardı.
Ahmed b. Hanbel, İbni Ammar'ın Peygamberimiz (s.a.)'den şu hadis-i kudsî-yi duyduğunu nakleder: Allah Tealâ şöyle buyuruyor: Ey Ademoğlu! Günün ilk saatlerinden dört rekat kılmaktan âciz olma ki, sonunda senin yardımcın olayım." [14]
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/239-241.
[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/245-247.
[3] Razî, XIX/169; Zemahşerî, 11/188.
[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/251-254.
[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/259-261.
[6] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/265-266.
[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/269.
[8] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/275-280.
[9] Razî, XIX/206.
[10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/284-286.
[11] İbn Kesir, 11/557.
[12] Razî,XIX/211.
[13] Razî, XIX/215; Kurtubî, X/62; İbni Kesir, 11/559.
[14] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/292-296.
Kur’anın Tavsif Edilmesi, Kafir Ve İsyankârların Tehdid Edilmesi
1- Elif, Lâm, Râ. Bu ayetler kitabın ve apaçık Kur'anın ayetleridir.
2- İnkâr edenler keşke müslüman olsa- lardı diye nice kez temenni edecekler.
3. Onları bırak, yesinler, eğlensinler ve koş eme^ onları oyalayadursun. (Kötü sonucu) yakında bilecekler.
4- Kendisi hakkında (bizce) bilinen bir yazı olmaksızın> hiçbir kasabayı helâk
5- Hiçbir millet, ecelinin önüne geçemez ve bu eceli geciktiremez.
Açıklaması
"Elif, Lam, Ra" Bu mukattaa harfleriyle Araplara Kur'anın beyan yönünden mucize oluşunun bildirilmesi ve bu Kur'anın en kısa suresi gibi bir sure getirmekle meydan okuma kasdı gözetilmektedir. Çünkü Kur'an onların diliyle nazil olmuş, Arap dilinde kelimelerin meydana geldiği harflerden meydana gelmiştir.
"Bunlar kitabın ve apaçık Kur'anın ayetleridir." Yani bu suredeki ayetler her yönden kâmil olan kitabın ayetleridir, bu ve diğer surelerde her şeyi tam bir şekilde açıklayan Kur'an'ın ayetleridir.
Kur'an kelimesinin nekre olarak kullanılması Kur'anın şanını yüceltmek içindir. Zemahşerînin dediği gibi hem (kitab) hem de (Kur'an-ı Mübîn) vasıflarının birlikte zikredilmesi Kur'an'ın her şeyi mükemmel manada bir arada toplayan, eşsiz ve benzersiz bir ifade tarzını ihtiva eden bir kitap olduğuna delâlet etmesi içindir.
Fakat kâfirler kıyamet günü içinde bulundukları küfürden dolayı pişman olacaklar ve keşke dünyada iken müslüman olsaydık, diye temennide bulunacaklardır.
(Rubbema) kelimesi her ne kadar "azlık" ifade etse de tehdid hususunda gayet beliğ bir tabirdir.
İbni Abbas, İbni Mes'ud ve sahabeden başka zatların anlattıklarına göre Kureyş kâfirleri ateşe atıldıkları zaman keşke dünyada iken müslüman olsa idik, diye temenni edeceklerdir.
Zeccac diyor ki: Kâfir azab durumlarından bir durumu yahut müslümanın (nimet) durumlarından birini görünce keşke müslüman olsaydı diye temennide bulunacaklardır.
Bu ayetin benzeri şu ayettir: "Ateşin üzerinde durduruldukları zaman: Ne olurdu tekrar dünyaya döndürülseydik, Rabbimizin ayetlerini yalanlamasay-dık da müminlerden olsaydık dediklerini bir görsen!" (En'am, 6/27).
Taberani'nin Ebu Musa el-Eş'arî'den rivayet ettiği hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Cehennemlikler yanlarında Allah'ın dilediği ehl-i kıbleden olan kimselerle birlikte Cehennem'de toplanırlar. Kâfirler (Ce-hennem'e giren) müslümanlara:
- Siz müslüman değil miydiniz? diye sorarlar. Müslümanlar:
- Evet, derler. Kâfirler:
- Peki, müslümanlığın size ne faydası oldu. Siz de bizimle birlikte cehen-nem'e girdiniz, derler. Müslümanlar:
- Bizim günahlarımız vardı. Bu günahlarımız sebebiyle cezalandırıldık, derler.
Cenab-ı Hak bunların söylediklerini duydu. Ehl-i Kıbleden olan cehennemliklerin cehennemden çıkarılmasını emretti. Onlar da cehennemden çıkarıldılar. Cehennem'de geride kalan kâfirler bu durumu görünce: Keşke bizler de müslüman olsaydık da, onların cehennemden çıktığı gibi biz de çıksak! derler. Bundan sonra Peygamberimiz (s.a.) şu ayeti okudu: "Elif, Lam, Ra. Bu ayetler kitabın ve her şeyi açıkça beyan eden Kuranın ayetleridir. Kâfirler (kıyamet günü) keşke biz de müslüman olsaydık, temennisinde bulunurlar." (Hicr, 1-2).
Bu ayetten sonra Cenab-ı Hak kâfirleri tehdit etti, onları şiddetli bir tehdit ve kuvvetli bir ihtarla korkuttu ve şöyle buyurdu:
"Ey Muhammed! Kâfirleri eğlencelerinde ve dünya lezzetlerinden yararlanma hususunda kendi hallerine bırak, hayvanların yediği gibi yesinler. Boş ümitler onları tevbeden ve Allah'a yönelmekten, ahiretten ve ölümü düşünmekten alıkoyup oyalayadursun. Onlar amellerinin akıbetini ve gelecekteki durumlarını gayet iyi bilecekler."
Bu ayet şu ayetler gibidir: "De ki: Yaşayın bakalım. Ama en son varacağınız yer cehennem 'dir. "(İbrahim, 14/30).
"(Ey kâfirler!) Dünyada az bir müddet yiyin ve eğlenin bakalım. Siz şüphesiz suçlu kimselersiniz." (Mürselât, 77/46).
Görüldüğü gibi bu üç ayette kâfirlerin dünyadaki ihmalkârlarının sebepleri beyan edilmektedir. Artık onların ahirette hiçbir nasipleri bulanmayacaktır.
Cenab-ı Hak bundan sonra da kâfirlerin azabının kıyamet gününe tehir edilmesinin sebebini zikretmektedir: Allah Tealâ'nın bütün ümmetler hakkındaki sünneti, kanunu aynıdır. Bu da bir kavme bir hüccet (peygamber) göndermeden kendilerine hidayet ve Hak yolu tebliğ etmeden, Levh-i Mahfuzda belirlenen ve takdir edilen ecelleri bitmeden önce hiçbir kavmi helak etmemesi ve helak olma vakti gelen hiçbir kavmin azabını tayin edilen vaktinden sonraya bırakmaması ve müddetleri bitmeden öne almamasıdır: "Her ümmetin (belli) bir eceli vardır. Ecelleri geldiği zaman onu ne bir an geri bırakabilirler ne de ileri alabilirler." (Araf, 7/ 34).
Bu ayetlerden maksat şudur: Allah dileseydi kâfirlere azabı acilen verirdi. Fakat ilâhî hikmet tevbe ederler ümidiyle onlara mühlet verilmesini gerekli kıldı. Çünkü her ümmetin belirli bir eceli vardır. Bu ecelde ne gecikme, ne öne alma olabilir Allah mühlet verir ama ihmal etmez.
Bu ayet -İbni Kesir'in dediği gibi- Mekke halkına ve benzerlerine içinde bulundukları ve bu sebeple helak olmaya müstahak oldukları şirk, inatçılık ve dinsizlikten vazgeçmeleri hususunda bir tenbih ve irşattır. [1]
Müşriklerin Peygamberimiz (S.A.) Hakkındaki Bazı Sözleri Ve Bunlara Verilen Kesin Cevap
6- (Kâfirler) dediler ki: "Ey kendisine Kur'an indirilen! Sen mutlaka bir mecnunsun.
7- Eğer doğru söyliyen kişilerden olsaydın, bize melekleri getirmeliydin" dediler.
8- Biz melekleri ancak hak ile indiririz. İşte o zaman onlara mühlet verilmez.
9- Kur'an'ı biz indirdik, elbette onu biz koruyacağız.
10- Andolsun ki, senden önceki milletler arasında da elçiler gönderdik.
11- Onlara bir peygamber gelince, hemen onunla alay ederlerdi.
12- İşte böylece biz onu mücrimlerin kalplerine sokarız.
13- Onlar buna (Kur'an'a) inanmazlar. Halbuki eskiden yaşamış kimselerin tabi oldukları ilâhî âdet bellidir.
14- Onlara gökten Jbir kapı açsak da, oradan yukarı çıksalar;
15- Yine de gözlerimiz perdelendi. Bilâkis biz büyülenmiş bir milletiz! derlerdi
Açıklaması
Allah Tealâ bu ayetlerde müşriklerin inkarcılıkları ve inatçılıklarından doğan bazı sözleri ve şüphelerini haber vermektedir: Müşrikler alaylı bir şekilde ve hafife alarak: Ey Kur'anın kendisine indiğini iddia eden kişi! Sen bizi sana uymaya ve babalarımızı üzerinde bulduğumuz inançları terketmeye davet ettiğine göre sen cinnet geçirmiş birisisin. Dolayısıyla senin davetini kabul etmeyiz.
Eğer iddia ettiğin şeyde doğru sözlü olsaydın, senin doğruluğuna ve getirdiğin kitabın gerçek olduğuna şahitlik eden, senin korkuttuğun hususlarda seni te'yid eden melekleri bize getirmeliydin değil mi? dediler.
Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle buyurmuştu: "(Kâfirler) kendisine bir melek indirilip de onunla birlikte uyarıcı olsaydı ya! dediler." (Furkan, 25/7).
Bir başka ayette de: "(Bir gün) bize kavuşacaklarını ummayanlar: Bize melekler indirilse veya Rabbimizi görsek ya! derler. Yemin olsun ki, onlar kendi kendilerine büyüklenmişler ve azgınlıkta çok ileri gitmişlerdir." (Furkan, 251) buyurulmuştu.
Cenab-ı Hak, Hz. Musa (a.s.) hakkında Firavun'un söylediği şu sözü nakletti: "Ona (gökten) altın bilezikler atılsa veya beraberinde melekler gelip onu destekleseler ya!" (Zuhruf, 43/53).
Kâfirlerin ikinci sözüne karşılık Cenab-ı Hak şu ayetle cevap verdi: Biz melekleri ancak hak, hikmet ve bildiğimiz umumî menfaatlerle göndeririz. Peygamberin (s.a.) doğruluğu hususunda size şahit olacak ve sizin kendilerini göreceğiniz şekilde meleklerin size açıktan gelmesi hikmete uygun değildir. Çünkü o zaman siz mecburen tasdik eden insanlar olursunuz. Halbuki onlar sizin cinsinizden ve sizin şeklinizden ayrı olup bu durumda size karışıklık gelebilir. Çünkü her cinsin kendi cinsinden davetçisi vardır. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Eğer peygamberi melek cinsinden gönderseydik onu (yine) insan şeklinde kılardık. Onları yine de düştükleri şüpheye düşürürdük." (Enam, 6/9).
"İşte o zaman onlara hiç mühlet verilmez." Yani biz melekleri indirmiş olsaydık bu helak etme ve azap için yapılan bir indirme olur, onlara gelecek azabı bir an bile geciktirmezdi. Çünkü bizim sünnetimiz, kanunumuz insanların teklif ettiği şekliyle bir mucize indirdiğimizde insanlar buna inanmazlarsa bu mucizenin peşinde helak edici bir azab göndermemizdir. Bu sebeple meleklerin indirilmesinde onlar için fayda değil mutlak bir azab vardır.
Bundan sonra Cenab-ı Hak kâfirlerin ilk sözlerine "Bu Kur'anı biz indirdik. Onun koruyucusu da şüphesiz ki biziz" ayetiyle cevap verdi.
Yani peygamberine zikri -Kur'anı- indiren Allah Tealâ'dır. Kur'anı değiştirme ve bozulmadan koruyan O'dur. Siz: O peygamber delidir! deyin. Biz de: Bu Kur'anı indiren ve onu koruyacak olan biziz, diyoruz. Bu Kur'anın özelliğidir. Çünkü Cenab-ı Hakkın bizzat kendisi bütün zaman boyunca onu muhafaza etme ve korumaya kefil olmuştur. Halbuki önceki kitapların rahibler ve din adamları tarafından korunmaları emredilmiş, onlar da bu kitaplarla oynamış, tahrif ve değişiklikler yapmışlardır. Hatta kitapların asıl nüshaları kaybolmuş ve zayi olmuş, asıllarının hiçbir izine rastlanılmamıştır.
Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Şüphesiz biz içinde hidayet ve nur bulunan Tevrat'ı indirdik. Allah'a teslim olan peygamber yahudilere onunla hükmederlerdi. Rablerine samimi olarak kulluk edenler ve âlimler de Allah'ın kitabından kendilerinden korunması istenilenle hükmederlerdi. Onlar Tevrat'ın hak olduğuna şahit idiler." (Maide, 5/44).
Allah Tealâ daha sonra Kureyş kâfirlerinin bazılarının yalanlamaları hususunda Rasulünü (s.a.) teselli ederek şöyle buyurdu:
"Şüphesiz ki biz senden önceki ümmetlere, milletlere kabilelere, guruplara da peygamberler gönderdik. Fakat onlara bir peygamber gelir gelmez hemen onu yalanladılar onunla alay ettiler ve onun peygamberliğini inkâr ettiler."
"Onlara bir peygamber gelince..." cümlesi geçmiş ümmetlerin durumunu hikâye etmektedir. Çünkü "ma" kelimesi müzari fiil üzerine gelince mutlaka hal manası ifade eder, mazi fiilden önce gelirse hale yakın bir mana ifade eder.
Daha sonra Yüce Allah inatçılık yapan ve hidayete tabi olmaktan yüzçevi-rip kibirlenen mücrimlerin kalplerine yalanlama hasletinin nüfuz ettiğini haber verdi. Zira geçmişteki mücrimlerin kalplerine sokulan bu çeşit yalanlama ve inkarcılığı yeni mücrimlerin kalplerine de sokarız.
"Onu mücrimlerin", günahkârların "kalplerine sokarız" cümlesindeki (Onu=hû) zamiri şirke aittir. Bu zamirin zikre yani Kur'ana râci olması da mümkündür. Buna göre mana: Böylece biz günahkârların kalplerine Kur'an'ı sokarız. Onu yalanlanarak, alay edilerek, makbul olmaksızın, ona ebediyyen iman etmeyecekleri bir halde günahkârların kalbine sokarız.
"Halbuki eskiden yaşamış kimselerin tabi oldukları ilahî âdet bellidir" Yani geçmiş insanların zamanında takip edilen ilâhî âdet geçmişte bellidir. Bu ilâhî âdet, Allah'ın peygamberlerini yalanlayan herkesi helak edip yok etmesi, peygamberleri ve onlara tabi olanları dünya ve ahirette kurtuluşa erdirmesi-dir. Ya Muhammedi Senden önceki peygamberler kendilerini yalanlayan kavimleriyle yaptığı mücadelelerde senin için örnektirler. Diğer bir ifade ile: Biz yeni günahkârlara eski günahkâr kavimlere yaptığımız muameleyi yapacağız, peygamberlere ve müminlere yardım edeceğiz.
Cenab-ı Hak bundan sonra kâfirlerin son derece inatçı olduklarını ve inkarcılıklarının gönüllerinde yer ettiğini Hakk'a karşı böbürlendiklerini haber vererek şöyle buyurdu:
Bu inatçılara gökten bir kapı açsak oradan durmadan yukarı çıksalar yahut bu kapıdan melekler yukarı doğru çıksalar onlar yine bunu tasdik etmezlerdi. Bilâkis onlar: Gözlerimiz perdelendi, görmemiz engellendi bize öyle gösterildi, zihinlerimizdeki işler birbirine karıştı. Artık sadece hayal görür olduk. Büyülenmiş kişiler gibi Muhammed bizi ayetleriyle büyüledi, derler.
Bir başka ayette Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "(Ey Muhammed!) Sana kâğıtta yazılı bir kitap indirmiş olsak da onu elleriyle tutsalardı, yine de o kâfirler: Muhakkak ki bu apaçık bir sihirdir, derlerdi." (En'am, 6/7).
Ayetin manası şöyledir: Müşriklerin inatçılığı o dereceye ulaşmıştır ki, onlar gerçekten göğe çıksalar ve görecekleri ulvî manzaraları görseler yine de: Bütün bunlar evham ve hayallerdir. Her hangi bir vesile ile Muhammed bizi büyüledi, derler.
Ayet-i kerimede dünya dışındaki fezada karanlığın bulunduğuna delil vardır. [2]
Allah Teala'nın Kudretinin Bazı Tecellileri
16- Andolsun ki biz gökte bir takım burçlar (yıldız kümeleri) yarattık ve bakıp temâşâ edenler için gökyüzünü süsledik.
17- Gökyüzünü taşlanmış (kovulmuş) her Şeytan'dan koruduk.
18- Ancak kulak hırsızlığı yapan (Şeytan) müstesna. Onun da peşine açık bir ateş alevi düşmüştür.
19- Yeryüzünü uzatıp yaydık, yeryüzünde ulu dağlar yerleştirdik ve tartılan her şeyden nice bitkiler yeşerttik.
20- Yeryüzünde hem sizin için, hem de sizin kendisine rızık vermediğiniz varlıklar için geçim vasıtaları yarattık.
21- (Kâinatta var olan) hiçbir şey yoktur ki bizim yanımızda o varlıktan hazineler dolusu bulunmasın. Ancak biz onu belli bir miktarda indiririz.
22- Biz, rüzgârları aşılama vasıtaları olarak gönderdik. Gökten bir su indirdik de onunla su ihtiyacınızı karşıladık. (Biz bunları yapmasaydık) siz o suyu saklayamazdınız.
23- Şüphesiz biz diriltiriz ve biz öldürürüz. Ve sonunda her şeye biz varis oluruz.
24- Andolsun ki, biz sizden önce gelip geçenleri de biliriz, geri kalanları da biliriz.
25- Şüphesiz Rabbin onları mahşerde toplayacaktır. Çünkü O hüküm ve hikmet sahibidir, her şeyi en iyi bilendir.
Açıklaması
Allah'a yemin olsun ki gökyüzünde sabit veya gezegen büyük yıldızları va-rettik. Gökyüzüne tekrar tekrar bakıp gökyüzündeki gayet açık acaip nizamı, bakıp inceleyeni hayrette bırakan göz kamaştırıcı kudret ayetlerini inceden inceye düşünen kimseler için gökyüzünü yıldızlarla süsledik.
"Biz dünya semasını eşsiz birzînetle, yıldızlarla süsledik." (Saffat, 37/ 6).
"Gökyüzünde burçlar (yıldız kümeleri) yaratan (Allah) yüceler yücesidir." (Furkan, 25/61).
Bir gurup âlim; burçlar, ay ve güneşin menzilleridir demişlerdir.
"Gökleri, Allah'ın rahmetinden kovulan bütün şeytanlardan koruduk" Rahmetten kovulan şeytanların gökyüzüne yaklaşmasına mani olduk. Bir başka ayette ise: "Biz gökyüzünü inatçı bütün şeytanlardan koruduk." (Saffat, 37/7) buyurulmuştur.
"Racîm: Kovulan, taşlanan" yani kendilerine (yıldız kaymalarında) küçük yıldızlar atılan, yahut çirkin ifadelere lâyık olan, yahut lanete uğrayan, Allah'ın rahmetinden kovulan demektir.
"Ancak kulak hırsızlığı yapanlar müstesna..." cümlesi istisna-i munka-tı'dır. Yani ancak kelâm hırsızlığı yapan, yahut meleklerin kendi aralarında konuştuğu gayba ait bilgilerden birşeyler çalmak isteyen şeytanı bir yıldız parçası kovalar, o ateş parçası ona erişir. Yani yıldızlardan kopan, ayrılan bir parça -ki bu da alevli bir ateştir- o şeytanı yakar. "Şihab" parlayan bir ateş alevidir. Yıldıza da "şihab" adı verilmiştir.
Bir başka ayette ise: "Doğrusu biz daha önce gökte olup bitenlerin işitilebi-leceği bir yerde oturuyorduk. Fakat şimdi kim dinlemek istese kendisini gözetleyen bir ateş parçasıyla karşılaşıyor" (Cin, 72/9) buyurulmaktadır.
Yine Cenab-ı Hak: "Biz dünya semasını kandillerle (kandil gibi parlayan yıldızlarla) süsledik. Onlarla (haddi aşan) şeytanların taşlanmasını sağladık" (Mülk, 67/5).
İbni Abbas (r.a.) diyor ki: Önceleri şeytanların gökyüzüne çıkmalarına engel olunmuyordu. Gökyüzüne çıkıyorlar, meleklerden gayba dair haberleri duyuyorlar, sonra da bu bilgileri kâhinlere aktarıyorlardı. Hz. İsa (a.s.) dünyaya gelince son üç semaya çıkmalarına mani olundu. Rasulullah (s.a.) dünyaya gelince de gökyüzünün bütün katlarına çıkmalarına engel olundu. Onlardan herhangi biri kulak hırsızlığı yapmak isterse kendisine bir yıldız parçası atılır.[3]
Sahih olan şudur ki yıldız haberlerin kendilerine ulaşmasından önce şeytanları öldürür. Dolayısıyla gökyüzünün haberleri yeryüzüne peygamberler ve vahiy melekleri olmaksızın kesinlikle ulaşamaz. Bunun için Peygamberimiz (s.a.) in gönderilmesiyle kâhinlik sona ermişti.
Allah Tealâ bunun ardından Allah'ın birliğine delâlet eden semavî delillerden sonra yeryüzündeki delilleri beyan etti:
Yeryüzünü uzunluğuna ve genişliğine uzun bir şekilde, gözün alabildiğine görebileceği ve istifadeye hazır bir şekilde, üstünde yaşayan insana göre yarattık. Nitekim bir ayette: "Biz yeryüzünü (yaşamaya uygun şekilde) döşedik. Ne güzel döşeyiciyiz!" (Zariyat, 51/48).
Bu ifade yeryüzünün "küresel" oluşunu inkâr etmek manasında değildir. Çünkü büyük kürenin parçaları bu parçalardan birine bakan kimseye sanki (tepsi gibi) dümdüz bir arazi şeklinde görünür. Bu durum, Allah Tealâ'nm kudretinin ve azametinin mükemmel olduğuna açık bir delildir. Zira bu dünyadan yararlanan insan, küresel olduğu halde onu dümdüz görür, hareket ettiği halde onu sabit zanneder.
'Yeryüzünde" insanların dengesinin bozulmaması için "sabit dağlar yerleştirdik." Bir başka ayette de: "Allah, yeryüzü sizi sarsmasın diye oraya sabit dağlar yerleştirdi" (Nahl, 16/15). Bu ayetler yeryüzünü Allah'ın yarattığına, yeryüzünü yayıp genişlettiğine ve yeryüzünde sabit dağlar, vadiler yerleştirdiğine delâlet etmektedir.
Yeryüzünde belirli bir miktar, belirli bir ölçü ile takdir edilen hikmet ve maslahata uygun münasip bitki ve meyveler bitirdik. Her bitkinin unsurları ölçülmüş, muhtaç olduğu her şey takdir edilmiştir.
"Her şeyi belli bir ölçüde ..." ifadesi belirli bir miktar ile takdir edilmiş, hikmet terazisiyle tartılmış, yani hikmet ve maslahata uygun olarak... demektir. Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette: "Allah katında her şey bir ölçüye tabidir" (Ra'd, 13/8).
"Yeryüzünde size ... geçim yolları yarattık" Yani yeryüzünde sizin için gıda, ilâç, giyecek, su gibi münasip bir hayat ve geçim vasıtaları hazırladık.
"Sizin kendilerine rızık vermediklerinize de ... " Yani yine yeryüzünde sizin için hizmetçiler, köleler, binek hayvanları ve diğer hayvanlar gibi sizin kendilerine nzık vermediğiniz varlıklara da geçim vasıtaları yarattık. Yani Allah size de onlara da rızık vermektedir.
Bu ayetlerden maksat Allah Tealânın insanlara yeryüzünde geçim ve kazanç vasıtaları ihsan etmek, üzerine binilen ve eti yenilen hayvanları, hizmet için kullandıkları hizmetçileri insanların emrine vermek suretiyle lütufta bulunduğu beyan etmesidir. Yaratıcı olan Allah Tealâ onların rızıklarına kefil olmuştur. Onların rızıklan kendileri üzerine değil, yaratıcıları üzerinedir. Onlar için istifade etme hakkı vardır. Rızık vermek ve her şeyi insanın emrine vermek Allah'ın üzerinedir.
Bundan sonra Allah Tealâ kendisinin her şeyin maliki olduğunu ve bitkiler, madenler ve sayılması mümkün olmayan çeşitli yaratıkların her sınıfından kendisi nezdinde hazineler bulunduğunu beyan ederek şöyle buyurmuştur:
"Bu kâinatta insanların yararlandığı hiçbir şey yoktur ki, biz onu yoktan var etmeye, meydana getirmeye ve onunla ikramda bulunmaya muktedir olmayalım. Biz, bunun ancak faydalı olduğunu bilerek belirli bir ölçüde veririz."
Cenab-ı Hak "hazine" derken gerçek değil, temsil maksadı gözetmektedir. Bunun manası Allah'ın imkân dışı olmayan her şeye kadir olmasıdır.
Cenab-ı Hak bundan sonra da nimetlerin elde edilmesinin sebeplerini açıklayarak şöyle buyurdu: Biz yağmur indirmek için rutubetle dolu bulutları taşıyan hayırlı rüzgarları gönderdik.
Nitekim bir başka ayette şöyle buyurulmaktadır: "Rahmetinin önünde müjdeci olarak rüzgârları gönderen Allah'tır. O rüzgarlar yağmur yüklü bulutları yüklenince onu kurak bir memlekete gönderir, sonra onunla her çeşit ürünü yetiştiririz. İşte biz ölüleri de böyle diriltiriz. Gerekir ki düşünür, ibret alırsınız" (A'raf, 7/57).
Aynı şekilde rüzgârları meyvenin meydana gelmesi için çiçeklerdeki erkek tohumları dişi tohumlara nakledip döllenme meydana getiren rüzgârları ağaçların aşılanması vasıtası kıldık.
Ayrıca gıdanın yerine ulaşması için rüzgârları ağaçlardan tozu giderme vasıtaları kıldık. İbni Abbas diyor ki: Rüzgârlar ağaçları ve bulutları aşılama vasıtalarıdır.
"Gökten su indirdik ..." Yani buluttan yağmur indirdik, onunla sizi suladık. Yani bu sudan sizin içmeniz de mümkündür, onunla bitkilerinizi ve hayvanlarınızı da suladık.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Her canlıyı sudan yarattık" (Enbiya, 21/30).
"Söyleyin bakalım! İçtiğiniz suyu buluttan siz mi indirdiniz, yoksa indiren biz miyiz? İsteseydik onu acı ve tuzlu yapabilirdik. Hâlâ şükretmez misiniz?" (Vakıa, 56/68-70).
"Size semadan su indiren O'dur. Siz ondan içersiniz. Hayvanlarınızı otlattığınız bitkiler de o su ile yetişir." (Nahl, 16/10).
"... Yoksa siz onu biriktiremezdiniz." Yani onu muhafaza edemezdiniz. Bilâkis onu biz indiririz, biz muhafaza ederiz, onu yeryüzünde kaynaklar haline getiririz. Allah dileseydi o suyu alır götürür, yerin dibine batırırdı. Fakat Allah rahmetiyle insanların içmesi; bitki, meyve ve hayvanların sulanması için suyu yıl boyunca saklar. Bu saklama bulutlarda ve yerin boşluklarında olur.
Daha sonra Allah Tealâ yaratılışın başlangıcına ve tekrar diriltmeye kadir olduğunu haber vererek şöyle buyurdu:
Biz mahlûkatı yoktan varederiz, sonra onları öldürürüz. Sonra hepsini mahşer günü toplanmaları için diriltiriz. Yeryüzü ve üzerinde bulunanlara biz varis oluruz. Onlar bize döndürüleceklerdir: "O'ndan başka her şey yok olacaktır" (Kasas, 28/88).
Sonra Cenab-ı Hak, ilk ve son bütün mahlûkatı tam manasıyla bildiğini bize bildirdi: "Allah'a yemin olsun ki Âdem (a.s.) den şu ana gelip geçen ve yok olan kimseleri, şu anda canlı olanları ve kıyamet gününe kadar gelecek kimseleri biz biliriz."
Şüphesiz onların hepsini ilkleri sonuncuları, Allah'a itaat edenle isyan edenleri toplayacak olan senin Rabbindir. Her nefse yaptığı amelinin karşılığını verecektir. Şüphesiz Allah Tealâ hüküm ve hikmet sahibidir, yaptığı sanatında açık hikmet sahibidir, işlerini çok sağlam yapmaktadır, ilmi geniştir. Onun ilmi her şeyi kaplamıştır. O hikmeti ve her şeyi ihata eden ilim gereği dilediğini yapar. [4]
İnsanoğlunun İlk Yaratılışı, Meleklerin Secde Etmelerinin Emredilmesi, İblisin Yüz Çevirmesi Ve Ona Düşman Oluşu
26- Andolsun ki biz insanı (pişmiş) kuru bir çamurdan, şekillenmiş cıvık bir balçıktan yarattık.
27- Cinleri de daha önce zehirli bir ateşten yaratmıştık.
28- Hani Rabbin meleklere: "Ben kupkuru bir çamurdan, şekillenmiş cıvık bir balçıktan bir insan yaratacağım.
29- Ona şekil verdiğim, ona ruhumdan üflediğim zaman siz hemen onun için secdeye kapanın." demişti.
30- Bunun üzerine meleklerin hepsi toptan secde ettiler.
31- Ancak İblis, secde edenlerle beraber secde etmekten imtina etti.
32- (Allah): "Ey İblis! Secde edenlerle beraber olmamana sebep ne?" dedi.
33- (İblis): "Ben kuru bir çamurdan oluşan şekillenmiş balçıktan yarattığın bir insana secde edecek değilim," dedi.
34- Bunun üzerine Allah: "Öyle ise oradan çık! Çünkü artık kovuldun.
35- Muhakkak ki, kıyamet gününe kadar lanet senin üzerine olacaktır." dedi.
36- (İblis:) "Ey Rabbim! Öyle ise (varlıkların) tekrar dirilecekleri güne kadar bana mühlet ver." dedi.
37- "O halde sen kendilerine mühlet verilenlerdensin.
38- Belirli bir vakte kadar." dedi.
39- (İblis) dedi ki: "Ey Rabbim! Beni saptırdığın için mutlaka ben de yeryüzünde Ademoğullarına kötülükleri güzel göstereceğim ve onların hepsini azdıracağım.
40- Ancak kullarından ihlâslı olanlar müstesnadır."
41- Allah da şöyle buyurdu: "Bu, bana ulaşan dosdoğru bir yoldur.
42- Kullarımın üzerinde hiçbri nüfuzun yoktur. Ancak sana uyan azgınlar hariç.
43- Onların hepsine vaadedilen yer Cehennem'dir."
44- Cehennem'in yedi kapısı vardır. O kapıların her birinden girecek belirli bir zümre vardır.
Açıklaması
Allah, ilk insan beşeriyetin babası Hz. Âdem (a.s.)'ı çamurdan ve kuru topraktan yarattı.
Cenab-ı Hak ilk defa insanı yaratırken önce topraktan başladı, sonra çamur, sonra da kuru topraktan yarattı. Bu durum ilâhî kudrete daha açık bir delil olmuştur.
Biz "cin" taifesini ateş alevinden yani isabet edeni öldüren, zehirli yılanın dilinin ucu gibi insanı yalayan sımsıcak rüzgârın ateşinden yarattık.
İbni Mes'ud diyor ki: Bu zehirler, cinlerin yaratıldığı zehirli ateşin zehrinin yetmişte bir parçasıdır. Sonra bu ayeti okudu. "Biz cinleri de daha önce zehirli bir ateşten yaratmıştık" (Hicr, 27).
Müslim'in Sahihinde ve Ahmed b. Hanbel'in Müsnedinde Hz. Âişe (r. a)'den rivayet edilen bir hadis-i şerifte: "Melekler nurdan, cinler ateş alevinden yaratılmıştır. Adem de size tarif edilen şeyden yaratılmıştır" buyurulmaktadır.
Bu ayetin benzeri şu ayettir: "Allah insanı vurulduğunda testi gibi ses çıkaran kuru bir balçıktan yarattı. Cinleri de dumansız saf ateşten yarattı" (Rahman, 55/14-15)
Burada insan tabiatının soğukluğuna ve cin tabiatının sıcaklığına işaret vardır. Bu ayette, Hz. Âdem (a.s.)'ın şerefli oluşuna, ana unsurunun güzelliğine, ana maddesinin temizliğine işaret edilmektedir. Bütün bunlar Allah Te-alâ'nın kudretine delildir.
Bundan sonra Cenab-ı Hak meleklere Hz. Adem (a.s.)'a secde etmelerini emretmek suretiyle O'nu şerefli kıldığını ve Hz. Adem (a.s.)'ın düşmanı İblis'in diğer meleklerden farklı olarak kıskançlık, inkarcılık, inatçılık böbürlenmek ve batılla gururlanmak sebebiyle Hz. Adem (a.s)'a secde etmekten geri durduğunu beyan ederek şöyle buyurdu: "Hani Rabbin meleklere şöyle demişti..."
Yani ey peygamber! Meleklere Adem'in yaratılışı tamamlandıktan sonra Adem'e secde edeceksiniz diye emrettiğimde Adem'in düşmanı olan İblis'in diğer meleklerden ayrılarak "Ben kara topraktan oluşmuş kuru balçıktan yarattığın bir insana secde edecek değilim" (Hicr, 33) diyerek ve "Ben ondan daha hayırlıyım. Beni ateşten yarattın, onu ise balçıktan yarattın" (Sad, 38/76) diye mazeret uydurarak ve "Benden üstün kıldığın kimse bu mu?" (İsra, 17/62) diyerek secde etmekten imtina ettiğini kavmine anlat.
İblisin kendini savunması; kendisinin Hz. Adem (a.s.)'den daha hayırlı olduğunu, zira kendisinin ateşten Hz. Adem (a.s.)'in ise topraktan yaratıldığını, ateşte yükseklik ve yücelik unsurunun, toprakta ise düşüklük ve durgunluk unsurunun bulunduğunu, dolayısıyla ateşin çamurdan daha şerefli olduğunu, yüksek olanın alçak olana ta'zim edemiyeceğini söyleyerek Hz. Adem (a.s.)'e secde etmekten imtina etmesini ihtiva etmektedir.
Bu fasid (geçersiz) bir kıyastır. Çünkü maddenin hayırlı ve üstün oluşu unsurun hayırlı ve üstün oluşu manasına gelmez. Meleklerin nurdan, nurun da ateşten daha hayırlı olması buna delildir. Ayrıca bu yaratıcının emrine isyankârlıktır ve Hz. Adem (a.s.)'ın verilecek vazifeleri almaya ve kâinatın ilerlemesine ilmî ve amelî olarak hazır olma hususiyetine sahip olduğunu bilmemektir.
Bunun için Allah, İblisi şu sözüyle cezalandırdı. İçinde bulunduğun "Me-le-i A'lâ" mertebesinden dışarı çık. Çünkü sen artık lanete hem de kıyamet gününe kadar durmadan devam edecek bir lanete uğramış, Allah'ın rahmetinden kovulmuş birisin.
İblis, Hz. Adem (a.s.)'a tuzak kurmakta daha ileri gitmek için, ona ve zür-riyetine olan kıskançlığından dolayı insanların kabirlerden çıkıp hesap sahasında toplanma gününe kadar Cenab-ı Hak'tan mühlet istedi. Allah da ona belirli bir vakte -yani mahlûkatın tamamımn can verdiği surun birinci defa üflenmesine- kadar ona mühlet tanıdı.
İblis bu güne kadar bekleme garantisi alınca isyankâr ve inatçı bir eda ile şöyle dedi: Ya Rabbi! Senin beni şaşırtman ve saptırman sebebiyle dünyada Hz. Adem (a.s.) zürriyetine nefsî arzularını süsleyeceğim, onlara günahları sevdirecek ve teşvik edeceğim. Ancak sana ibadet ve taatte ihlaslı olan kendilerine ih-lâs verilen kulların müstesna. (Bunlara dokunamam).
"Kendilerine ihlâs verilen kulları" müstesna etti. Çünkü İblis kendi tuzağının onlara işlemeyeceğini ve bunu kabul etmeyeceklerini gayet iyi bilmektedir.
Bunun üzerine Cenab-ı Hak İblis'e tehditte bulundu ve şu sözüyle ihtar etti: Kulluk veya ihlâs hususunda şu yol doğru bir yoldur. Bunun sonu bana döner. Ben herkese kendi ameliyle karşılık vereceğim; hayırsa hayır, serse şer karşılık vereceğim.
"Şüphesiz Rabbin, her an gözetlemektedir" (Fecr, 89/14).
"Bu bana ulaşan dosdoğru bir yoldur." (Hicr, 41) Yani bu ihlâs benim ikramıma ve sevabıma ulaştıran bir yoldur. Yahut kullukta bu yol dosdoğru bir yoldur. Yahut bu yol isbatı ve te'kidi bana ait olan bir yoldur. Bu yol doğrudur: Haktır ve gerçektir. Bu ifadenin neticesi: Benden kaçabilecek kimse var mı? demektir. Tıpkı tehdit edip korkuttuğu kimseye: Yolun benden geçer, demek gibi. "Müstakim" kelimesi hiçbir eğrilik ve sapma olmayan doğru demektir. Bu ayet İblis'in:
"... Senin doğru yolunda kullarının önünü keseceğim. Sonra onlara önlerinden ve arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım. Böylece (kullarının) çoğunu şükredenler olarak bulamayacaksın" şeklindeki sözüne reddiyedir.
"Kullarımın üzerinde hiç bir nüfuzun yoktur" (Hicr, 42). İhlâslı olan veya ihlâslı olmayan yahut kendilerine hidayet takdir ettiğim mümin kullarımın hiçbirinin üzerinde senin hâkimiyetin yoktur. Senin için onlara erişecek hiçbir yol yoktur, onlara ulaşma imkânın yoktur.
"... Ancak sana uyan azgınlar hariç." (Hicr, 43) Buradaki istisna munkatı-dır. Yani sana kendi isteğiyle tabi olan sapık müşrikler hariç. Emir ve yasaklarda sana boyun eğmeleri sebebiyle, senin onlar üzerinde hâkimiyetin vardır. Bunun ayrı bir delili ise "Şeytan'ın nüfuzu sadece onu dost edinenler ve onun vesvesesiyle Allah'a ortak koşanlar üzerinde vardır." (Nahl, 16/100).
"Onların hepsine vaadedilen yer cehennem'dir." (Hicr, 43) Şüphesiz İblis'e tabi olanların hepsinin varacağı yer cehennem'dir. Nitekim bir başka ayette şöyle buyuruluyor: "Fırkalardan kim bunu inkâr ederse ona vaadedilen ateştir." (Hûd, 11/17).
Cenab-ı Hak bundan sonra cehennem'in yedi kapısı olduğunu haber verdi: "Cehennemin yedi kapısı vardır. O kapıların herbirinden girecek belirli bir zümre vardır." Bu yedi kapının herbiri için İblis'e tabi olanlardan payedilmiş bir parça, belirli bir sayı tahsis edilmiştir. O kapıdan girerler, bundan kaçacakları bir yer yoktur. Herkes ameline göre bir kapıdan girer. Ameli miktarınca bir çukura yerleşir.
Bu "yedi kapı" hakkında iki görüş vardır:
Birincisi: Bunlar birbiri üzerinde "yedi tabaka"dır. Bu tabakalara "Dereke" ismi verilir. "Şüphesiz münafıklar cehennem ateşinin en alt tabakasındadırlar" (Nisa, 41/145) ayeti buna delildir. Bunun sebebi de sudun Küfür mertebeleri şiddetli ve hafif oluşuna göre çeşitlidir. Dolayısıyla azab mertebeleri de farklı olmuştur.
İkinci görüş: Bunlar "yedi kısım"dır. Her kısmın ayrı bir kapısı vardır. İbni Cüreyc'in dediği gibi bu yedi kısım şunlardır: Cehennem, Lezâ, Hutame, Saıyr, Sekar, Cahıym, Hâviye.
Dahhâk'ın belirttiği şekliyle:
Birinci kapı (Cehennem): İsyankâr olan tevhid ehline
İkincisi (Lezâ): Yahudilere
Üçüncüsü (Hutame): Hrıstiyanlara
Dördüncüsü (Saıyr): Sabiîlere
Beşincisi (Sekar): Mecûsîlere
Altıncısı (Cahıym): Müşriklere
Yedincisi (Hâviye): Münafıklara aittir. [5]
Kıyamet Günü Müttakilerin Mükafatı
45- Müttakîler (Allah'tan gerçekten korkanlar) ise cennetlerde ve pınarların başındadır.
46- Allah'tan korkanlara: Selâmetle ve emniyet içinde girin cennetlere, denilir.
47- Biz, onların kalplerinden kini çıkardık. Kardeşler olarak sevinç içinde karşılıklı koltuklara otururlar.
48- Cennette onlar hiçbir yorgunluk hissetmezler. Oradan çıkarılacak da değildirler.
Açıklaması
Allah'ın azabından ve O'na isyan etmekten sakınan, Allah'ın emirlerine itaat eden, nehiylerinden kaçınan, dolayısıyla İblis'in nüfuzu ve vesveselerinin tesirinde kalmayan "Müttakî'ler, Cennetler yani daimî meyveleri ve geniş gölgeli ağaçlan bulunan bahçeler içindedir. Etraflarında ise dört çeşit pınar fışkırmıştır. Bunlar su, süt, sarhoş edici olmayan Cennet şarabı ve süzülmüş bal nehirleridir. Bunlar hiç çekişmesiz ve yanşmasız onlara yahut bütün Cennetliklere aittir. Nitekim Cenab-ı Hak birbaşka ayette şöyle buyurmaktadır: "Müttekî-lere vaad edilen Cennetin vasfı şudur: Orada hiç bozulmayan su ırmakları, tadı değişmeyen süt ırmakları, içenlere zevk veren Cennet şarabı nehirleri ve süzülmüş bal nehirleri vardır. Ayrıca onlar için orada her çeşit meyveleri ve Rableri tarafından büyük bir mağfiret vardır." (Muhammed, 47/15).
"Selâmetle ve emniyet içinde girin cennetlere!" Onlara: Belâlardan salim olarak, size selâm verilerek her türlü korku ve dehşetten uzak kalarak girin cennetlere denilir. Cennetten çıkarılmaktan, nimetin kesilmesinden yok olmasından korkmayın.
"Biz onların kalplerinden kini çıkardık." Dünyadaki onların kalplerinde olan kin, düşmanlık, intikam ve kıskançlık duygularını çıkardık. Böylece onlar birbirlerini seven, aynı duygulan paylaşan, karşılıklı koltuklar üzerinde oturan kimseler olarak herbiri diğerinin yüzüne bakıyor ve arkalanna bakmıyorlardı. Onlar yüce ve değerli bir makamdaydılar.
Burada anlatılmak istenen husus şudur: Allah onlann kalplerini dünyanın bulanık ve kirli duygulanndan temizledi. Orada birbirini kıskanma, birbirine kin duyma, birbirine sırt çevirme, başkasını arkasından çekiştirme, laf taşıma ve münakaşa etme yoktur. Onlann kalplerine karşılıklı sevgi, muhabbet ve samimiyet tohumlan atılmıştı. Zira dünyadaki ölümle birlikte maddenin özellikleri ortadan kalkmıştı.
Sahih bir hadis-i şerifte, Ebu Said el-Hudrî'den Efendimiz (s.a.v)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Günahkâr müminler cehennem'den kurtulur, cennet ile cehennem arasında bir köprüde hapsedilirler. Dünyada aralarında olan bazı haksızlıklar birbirinden kısas olarak alınır. Nihayet tertemiz olup arındıkları zaman onların cennet'e girmelerine izin verilir."
İbni Cerir ve İbni Münzir, Talha hazretlerinin azatlı kölesi Ebû Habî-be'den rivayet ediyorlar: İmran b. Talha, Cemel Olayından sonra Hz. Ali'nin huzuruna girdi. Hz. Ali (r. a) onu güleryüzle karşıladı ve şöyle dedi: Ümit ederim ki Allah beni ve babanı (Hz. Talha'yı) Allah'ın kendileri hakkında: "Biz onların kalplerinden kini çıkardık. Kardeşler olarak (sevinç içinde) karşılıklı koltuklara otururlar" buyurduğu kimselerden kılacaktır. Halının bir kenarında oturan iki kişi:
"Allah bundan daha âdildir. Sen dün onları öldüreceksin, sonra da kardeş olacaksınız, öyle mi?" dedi.
Bunun üzerine Hz. Ali (r. a):
"Siz kalkın, en uzak ve en kötü yere gidin. Ben ve Talha böyle kardeş olmazsak, o halde kim böyle olacak", dedi.
"Cennette onlar hiçbir yorgunluk hissetmezler" Yani onlara bu cennetlerde yorgunluk, meşakkat ve eziyet isabet etmez. Zira her arzu ettiklerine hiçbir gayret sarfetmeden önlerinde kolayca bulacakları için cennettekiler hiçbir gayret ve mücadeleye ihtiyaç duymayacaklardır.
Buharî ve Müslim'in Sa/uMerindeki bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmuş-tur: "Allah bana Hatice'ye cennette içi boş çok değerli inciden yapılmış bir köşk verileceğini müjdelememi emretti. Orada ne gürültü vardır, ne de yorgunluk."
"Onlar oradan çıkarılacak da değillerdir." Yani orada ebediyyen kalacaklardır. Oradan çıkarılmayacak ve yerleri değiştirilmeyecektir.
Sabit (yani sahih) bir hadis-i şerifte şu ifade yer almaktadır: "Denilir ki: Ey Cennet ehli artık devamlı sıhhat içinde olacak, hiç hasta olmayacaksınız. Devamlı yaşayacak, hiç ölmeyeceksiniz. Devamlı cennette kalacak, hiç azgınlık yapmayacaksınız" Allah Tealâ şöyle buyurdu: "Onlar o cennetlerde ebediyyen kalacaklar, oradan hiç ayrılmayacaklardır" (Kehf, 18/108).
- Özetle: Cennet nimetleri, sevabı ve menfaatlerinin ââtc üç tanedir:
1- Huzur içinde bulunmak. Bunu şu ayette görüyoruz: "Selâmetle ve emniyet içinde girin cennete." (Hicr, 46).
2- Kin. ve kıskançlık gibi ruhî kirliliklerden, yorgunluk ve meşakkat gibi bedenî sıkıntılardan, zararlı şeylerden uzak kalmak. Bunu şu ayetten anlıyoruz: "Biz onların kalplerinden kini çıkardık." (Hicr, 47), "Cennette onlar hiçbir yorgunluk hissetmezler" (Hicr, 48).
3- Zeval olmaksızın devamlılık ve ebedîlik. Bunu da şu ayetten anlıyoruz: "Onlar cennetten çıkarılacak da değildirler." (Hicr, 48). [6]
Mağfiret Ve Azap
49- Ey peygamber) kullarıma haber ver ki Ben Gafur (son derece bağışlayıcı) ve Rahimim (çok merhametliyim).
50- Azabım da gerçekten can yakıcı bir azaptır.
Açıklaması
"Ya Muhammedi Kullanma benim mağfiret ve rahmet sahibi ve aynı zamanda acıklı bir azab sahibi olduğumu haber ver."
Bu ifade ümit ve korku makamlarına delâlet etmektedir. Allah Tealâ kendisine yönelip tevbe edenlerin günahlarını örter, böylelerini rezil etmez ve cezalandırmaz. Onları rahmetine nail kılar, tevbe ettikten sonra onlara azab vermez. Bu durum itaatkâr mümine de, isyankâr mümine de şamildir.
"Yine onlara haber ver ki küfür ve masiyet üzerinde ısrar edip tevbe etmeyen kimselere vereceğim azabım acıklı, can yakıcı bir azaptır."
Bu ifade de masiyet işleyenlere tehdit ve ihtar mahiyetindedir.
Bu iki ayette diğer pek çok ayetlerde olduğu gibi müjde ile ihtar, teşvik ile korkutma birlikte zikredilmiş böylece insanların korku ile ümit arasında olmaları istenmiştir.
Said b. Mansûr ve Abd b. Humeyd'in Katade'den bu ayet hakkında naklettikleri hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyuruyor: "Kul Allah'ın affının derecesini bilseydi haramdan çekinmezdi. Kul Allah'ın azabının derecesini bilseydi kendini hiçe sayardı."
Buharı, Müslim ve başka zatların Ebû Hureyre'den rivayet ettikleri hadis-i şerifte Efendimiz (s.a.) şöyle buyururlar: "Cenab-ı Hak rahmeti yarattığı zaman 100 parça yarattı. Yanında 99 parçasını alıkoydu. Bütün mahlûkatına kalan bir parçayı gönderdi. Kâfir Allah nezdindeki bütün rahmetin ne olduğunu bilse rahmetten hiç ümidini kesmez. Mümin Allah nezdindeki bütün azabı bilse ateşten emin olamaz."
Müslim'in rivayeti şu şekildedir: "Mümin Allah katındaki cezayı bilse hiçbir kimse O'nun cennetini arzu edemez. Kâfir Allah katındaki rahmeti bilse hiçbir kimse O'nun rahmetinden ümidini kesmez." [7]
Misafirlerin Hz. İbrahim (A.S.)'e Lut Kavminin Helakini Haber Vermeleri
51- (Ey Peygamber!) Sen İbrahim'in misafirlerini onlara anlat."
52- Hani melekler İbrahim'in evine girdikleri zaman: Selâm olsun, demişlerdi, İbrahim de onlara: Doğrusu biz sizden korkuyoruz, demişti.
53- Bunun üzerine melekler İbrahim'e: Korkma! Biz seni büyük ilim sahibi bir evlâtla müjdeliyoruz, dediler.
54- İbrahim: 'İhtiyarlığıma rağmen mi bana bu müjdeyi veriyorsunuz? Neye göre bana müjde veriyorsunuz?" dedi.
55- Melekler: "Seni gerçekle (kesin olacak bir şeyle) müjdeliyoruz. Sakın (Allah'ın rahmetinden) ümidini kesenlerden olma", dediler.
56- Bunun üzerine İbrahim: "Sapıklardan başka kim Rabbinin rahmetinden ümidini keser?" dedi.
57- İbrahim: "Ey Allah'ın elçileri! Peki, meseleniz nedir?" dedi.
58- Melekler şöyle dediler: "Biz, suçlu bir kavmi cezalandırmak için gönderildik.
59- Ancak Lut ailesi hariç. Biz Lut ailesinin tamamını kurtaracağız."
60- (Lut ailesinden) Sadece karısı kurtulmayacak. Çünkü onun helak olacaklar arasında olmasını takdir ettik.
61- Gönderilen melekler Lut ailesine
62- Lut onlara: "Doğrusu siz tanınma- yan kişilersiniz'" dedi.
63- Melekler de: "Hayır! Biz, sana kav- minin şüphe ettiği şeyi (azabı) getirdik." dediler.
64- "Biz, sana gerçek bir emri getirdik. Biz elbette doğru sözlü kimseleriz.
65- Geceleyin bir ara aileni yola çıkar. Sen de peşlerinden yürü. Sizden hiçbir kimse arkasına bakmasın. Emrolunduğunuz yere doğru yola devam edin" dediler.
66- İşte biz Lut'a: Suçluların sabaha karşı kökleri kesilecektir şeklindeki bu emri bildirdik.
67- Şehir halkı sevinç içerisinde Lut'a geldiler.
68- Lut, kavmine şöyle dedi: "Bu gençler benim misafirlerimdir. Beni rezil etmeyin.
69- Allah'tan korkun! Beni rüsvay etmeyin."
70- Bunun üzerine Lut kavmi, şöyle dediler: "Biz seni başkalarıyla ilgilenmekten menetmemiş miydik?"
71- Lut: "Eğer nikâhlayacaksanız işte kızlarım!" dedi.
72- (Ey Peygamber!) Ömrün hakkı için onlar sarhoşlukları içinde bocalayıp duruyorlardı.
73- Şafak vakti onları korkunç bir çığlık yakaladı.
74- Biz onların kasabalarının üstünü altına çevirdik. Üzerlerine kızgın taşlar yağdırdık.
75- Şüphesiz ki, bunda ince düşünenler için nice ibretler vardır.
76- O ülkenin harabeleri yolunuz üzerinde dimdik ayakta durmaktadır.
77- Şüphesiz ki, bunda müminler için mutlaka ibret vardır.
Açıklaması
Ya Muhammed! İbrahim (a.s.)'ın misafirlerinden haber ver. Bunlar Allah'ın Lut kavmini helak etmek için gönderdiği melekler idi.
Hz. İbrahim (a.s.)'ın yanına girdiklerinde, selam dediler. Yani belâlardan, acılardan, korkulu şeylerden selâmette olasın. Hz. İbrahim (a.s.), Ebûd-Dîfan (misafir babası) künyesi ile anılırdı.
Hz. İbrahim (a.s.) misafirler eve izinsiz girdikleri için yahut kendilerine takdim ettiği yemeğe (kızgın ateşte kızartılmış yağlı danaya) el uzatmadıkları için misafirlere "Doğrusu biz sizden korkuyoruz" dedi.
Bu ifade gelenlerin kötülük kasdı güttükleri manasına gelir. Nitekim Ce-nab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Ellerinin yemeğe uzanmadığını görünce durumları hoşuna gitmedi ve içine bir korku düşdü" (Hûd, 11/70).
Misafir melekler: Korkma! diye cevap verdiler. Hûd Suresi'nde ise "korkma, biz Lut kavmine gönderildik" (Hûd, 11/70) dedikleri yer almaktadır. Hud Suresi'ndeki bu ayet bu suredeki "Korkma" ifadesinin sebebini beyan etmektedir.
Burada ise bunun sebebini "Biz seni büyük ilim sahibi bir evlâtla müjdeliyoruz diyerek" ifade ettiler. Yani biz Allah'ın dinini gayet iyi anlayan, zeki ve ilim sahibi, ileride peygamber olacak bir evlâtla müjdelemek için sana geldik. Bu evlât Hûd Suresi'nde (71. ayette) geçtiği gibi İshak (a.s.) idi. Saffat Suresi'nde ise "Biz onu salihlerden, bir peygamberlerden olan İshak ile müjdeledik." (Saffat, 37/112) buyurulmaktadır.
İbrahim (a.s.) kendisinin ve hanımının yaşlılığı sebebiyle çocuğun gelişini hayretle karşılayarak ve verilen vaadin mutlaka gerçekleşeceğini bilerek şöyle dedi: Bana yaşlılık isabet ettikten sonra böyle bir müjde mi veriyorsun? Hangi garib şeyle bana müjde veriyorsun? Yahut siz beni normal olarak tasavvur edilemeyen bir şeyle bana müjde veriyorsunuz. Bana neyi müjdeliyorsun? Yani siz bana gerçekte hiçbir şeyi müjdelemiyorsunuz. Çünkü bu gibi bir şeyle müjde vermek hiç müjde vermemek demektir.
Misafir melekler verdikleri müjdeyi te'kid ederek cevap verdiler. Hz. İbrahim'in misafirleri ona şöyle dediler: "Sana gerçek ve sabit olan bir şeyi müjdeliyoruz. Zira bu Allah'ın kudreti ve şaşmaz vaadidir. O halde sen ümitsizliğe ve çaresizliğe düşen kimselerden olma. İnsanı topraktan anasız, babasız vareden
Allah, onu başka herhangi bir şeyden, meselâ iki yaşlı ana-babadan da yaratmaya kadirdir". Yani İbrahim (a.s.) normal olarak alışılmamış bir vakitte Allah'ın kendisine verdiği bu nimeti çok büyük bir nimet olarak kabul etmişti.
İbrahim (a.s.) misafirlere ümidini kesmediği şeklinde cevap verdi. Çünkü Allah'ın kudretinin ve rahmetinin bundan daha üstün olduğunu, Allah'ın rahmetinden ancak sapıkların -yani doğru yolu şaşıranların- ümit kestiğini biliyordu. Nitekim Yakup (a.s.) da: "Şüphesiz ki Allah'ın rahmetinden ancak kâfirler topluluğu ümidini keser." (Yusuf, 121/87) demişti.
İbrahim Halilullah (a.s.) bu müjdenin kesinliğini, gelen misafirlerin melekler olduğunu anlayıp da korku ve endişesi gidince, onlara böyle gizlice gelmelerinin sebebini sordu: Ey elçi olarak gelen melekler! Bu müjdeden başka sizin gönderilmenize sebep nedir? Asıl meseleniz nedir?
İbrahim (a.s.) sanki gelenlerin durumundan onların müjdeden başka asıl bir vazifeleri olduğunu anladı. Çünkü Hz. Zekeriya ve Hz. Meryem (a.s.)'a olduğu gibi bir müjdeci yeterliydi.
Misafir melekler İbrahim (a.s.)'e şu cevabı verdiler: Biz mücrim, ve müşrik bir kavim olan, haramları işleyen kadınları bırakıp da erkeklere şehvetle yaklaşan Lut kavmini helak etmek için gönderildik.
Sonra da Lut kavmi içinde Lut (a.s.) ailesini kurtaracaklarını ancak kav-miyle gizli anlaşma içerisinde bulunan Lut'un karısının helak olan kâfirlerle birlikte helak olup gideceğini haber verdi. Biz Lut (a.s.) ailesinin hepsini bu azaptan, tamamen yok olma azabından kurtaracağız. Ancak Cenab-ı Hak, Lut'un karısının kavminin pis emellerine yardım etmesi sebebiyle, helak olanlarla birlikte helak olmasını takdir etmiştir.
Takdir eden bizzat Cenab-ı Hak olduğu halde, meleklerin Allah'a olan yakınlıkları ve özel durumları sebebiyle, melekler "Takdir ettik" ifadelerinde takdir etmeyi kendilerine nispet ettiler. Tıpkı emreden kralın bizzat kendisi olduğu halde kralın imtiyazlılarının "şöyle yaptık, böyle emrettik" demeleri gibi.
Bundan sonra helak ve azab kıssası, meleklerin Lut (a.s.)'a gelişleri kıssası başladı: Meleklerin İbrahim (a.s.) ile olan vazifeleri sona erince, İbrahim (a.s.)'e evlâd müjdesi verip kendilerinin mücrim, suçlu bir kavme azap vermek için gönderildiklerini haber verince, bundan sonra güzel yüzlü gençler şeklinde Sodom kasabasında bulunan Lut (a.s.) ve ailesine gittiler.
Lut (a.s.) ve kavmi gelen misafirlerin melek olduğunu İbrahim (a.s.)'in hemen tanıdığı gibi tanımamışlardı. Lut (a.s.) onlara: Doğrusu siz tanınmayan kişilersiniz. Yani siz benim tarafımdan tanınmayan, gönlüme endişe veren kişilersiniz. Bana insanların ansızın hücum etmesinden korkarım. Siz hangi kavimdensiniz? dedi.
Nitekim bir başka ayette: "Elçilerimiz Lut'a gelince hoşuna gitmedi. Sıkıntıya düştü ve işte bugün zor bir gündür, dedi." (Hûd, 11/77).
Denilmiştir ki: Lut (a.s.) onların bu yakışıklı, güzel hallerinden hoşlanmadı. Onları parlak, güzel yüzlü delikanlılar olarak görünce kavminin onlara kötülük yapmasından korktu.
Misafir melekler, Lut (a.s.)'a: "Biz" seni memnun edecek bir görevle "kavminin meydana geleceğini şüphe ile karşıladıkları" seni yalanladıkları "azab" etme, ve yok etme görevi "ile geldik, dediler."
Sonra da bu zikrettiklerini: "Biz sana gerçeği getirdik". Yani muhakkak olacak bir emri, meydana geleceğinde hiç şüphe bulunmayan değişmez bir emri yani Lut kavmine azap edilmesi emrini getirdik sözleriyle te'kid ettiler. Bu ayet tıpkı "Biz melekleri ancak Hak ile göndeririz" (Hicr, 8) ayeti gibidir.
"Biz elbette doğru sözlü kimseleriz" Bu, diğer bir te'kiddir. Yani sana haber verdiğimiz şekilde kavminin helak edilmesi ve sana tabi olan müminlerle birlikte senin kurtulman hususunda biz doğru sözlü kimseleriz.
Melekler azabın mutlaka gerçekleşeceğini ve Hz. Lut (a.s.)'ın yaptığı dine davette doğru sözlü olduğunu ispat etmek için sadece vazifelerini tavsif ettiler, onlara azap edecekleri hususunda açık bir ifade kullanmadılar.
Bundan sonra Lut (a.s.) ile ona tabi olanlara kurtuluş planını bildirme ve "infaz" merhalesi başladı.
Hz. Lut (a.s.)'a: "Geceleyin bir ara aileni yola çıkar." Gecenin bir kısmı geçtikten sonra sadece iki kızından ibaret olan aileni yola çıkar. Sen de onları koruyucu olmak üzere ailenin peşinden yürü.
"Sizden hiçbir kimse arkasına bakmasın" Yani kavminize gelen çığlığı duyduğunuz zaman onlara dönüp bakmayın. Onları kendilerine isabet eden azab ve işkence içinde olduğu gibi bırakın, kalbiniz onlar için duygulanmasın, şefkat beslemesin.
Bu yasaklamayı "Emrolunduğunuz yere doğru yola devam edin" sözüyle te'kid ettiler. Yani hiç ardınıza dönüp bakmadan Rabbinizin emriyle -İbni Ab-bas'ın dediği gibi- Şam'a doğru yürüyün. Yahut Lut kavminin amelini yapmayan belirli bir kasabaya gitmelerini emreden Cebrail'in yönelttiği şekilde yürüyün.
Allah, Lut (a.s.)'a bu infazın sür'atle meydana geleceğini vahyederek şöyle buyurdu: "İşte biz Lut'a bu emri kesin bir hüküm olarak bildirdik." Ona kavminin helak oluşunun artık kesin olarak verilmiş bir hüküm olduğunu ve kavminin ilk kişiden son kişiye kadar sabah vakti tamamen helak olacağını vahyet-tik, bu durumu bu şekilde takdim ettik. Başka bir ayeti kerimede buyurulduğu gibi: "Onlara vaad edilen helak vakti bu sabahtır. Sabah da yakın değil mi?" (Hûd, 11/81).
"Onların kökü kesilecektir" tabiri yani son nefere kadar yok edilecek, onlardan hiçbir kimse kalmayacaktır demektir.
Bundan sonra Allah Tealâ bu olay esnasında Lut kavminin gelen bu misafirleri lekelemeye kararlı olduğunu zikrederek şöyle buyurdu.
"Şehir halkı sevinç içerisinde Lut'a geldiler" Yani Lut kavmi olan Sodom halkı Lut (a.s.)'ın misafirlerini ve onların yüzlerinin güzelliğini görünce onlarla iğrenç işlerini yapabileceklerini ümit ederek sevinç içerisinde ve şımarık tavırlarla Lut (a.s.)'a geldiler.
Bu Lûtîlik (homoseksüellik), gelen yabancı misafire ikramda bulunmak, iyilik yapmak gibi güzel örflere ve selim zevklere taban tabana zıt gayet feci bir suç, iğrenç bir durumdur.
Denilmiştir ki: Misafir melekler son derece güzellik içerisinde olunca onların haberi meşhur olup Lut kavmine ulaşmıştı. Yine denilmiştir ki: Lut'un karısı kavmine bu durumu bildirmişti. Hangi şekilde olursa olsun Lut kavmi: "Lut'a misafir olarak üç oğlan gelmiş, kendilerinden daha güzel yüzlü, fizikî şekli daha güzel hiç kimse görmedik", dediler. Hemen Lut (a.s.)'ın evine gittiler.
Lut (a.s.) kavmine iki tesirli cümle söyledi: Birincisi: "Bu gençler benim misaftrlerimdir" onların yanında utanca sebep olacak şeyi işlemek suretiyle "Beni rezil etmeyin." Misafiri ağırlamak mecburiyeti vardır. Onlara bir kötülük yapmaya kalkışırsanız bu, beni hiçe saymak demektir.
İkinci cümle birincisini te'kid ediyordu: "Allah'tan korkun" Allah'ın azabından korkun "Beni rüsvay etmeyin." Yani misafirlerimi zelil etmek, küçük düşürmek suretiyle beni küçük düşürmeyin. Onları lekelemek suretiyle beni rezil-rüsvay olma horlanma ve utanç içerisine düşürmeyin.
Lut kavmi ona şöyle cevap verdiler: "Biz seni başkalarıyla ilgilenmekten menetmemiş miydik? "Biz fuhuş yapmak istediğimiz her hangi bir kişi hakkında konuşmanı, onu korumayı sana yasaklamamış mıydık? Bir kimseyi misafir etmekten menetmemiş miydik?
Lut (a.s.) kavmini irşad etmek üzere şu cevabı verdi: "Eğer nikâhlayacak-sanız işte kızlarım!" Eğer size emrettiğim şeyi yapacaksanız, benim görüşümü kabul edecekseniz Allah'ın size helâl kıldığı kadınlarla evlenin, erkeklerle ilişki kurmaktan sakının.
Burada "kızlarım" derken, kavminin kadınlarını kasdetmiştir. Çünkü bir ümmetin rasulü onların babası yerindedir. Nitekim Cenab-ı Hak peygamberimiz hakkında "Peygamber müminlere kendi öz nefislerinden daha evlâdır. Peygamber hanımları da müminlerin anneleridir." (Ahzab, 33/6) buyurmaktadır. Übeyy b. Ka'b kıraatinde peygamber onların babasıdır, şeklinde ifade de vardır. Denilmiştir ki: Kızlarından murad, sulbünden olan kızlarıdır, yani onlarla evlenmeyi teşvik etmiştir.
Bütün bunlar olurken, onlar kendileri için murad edilen şeyden, etraflarını kuşatan belâdan ve kararlaştırılan azaptan başlarına ne geleceğinden habersiz ve gafil bir durumdaydılar.
Bunun için Allah Tealâ Muhammed (s.a.)'e yahut melekler Lut (a.s.)'a şöyle dedi: "(Ey Peygamber!) Ömrün hakkı için onlar sarhoşlukları içinde bocalayıp duruyorlardı." (Hicr: 72). Yani Ey Rasulüm! Senin hayatına, ömrüne ve dünyada kalmana yemin ederim. Bu ifadede büyük bir şereflendirme ve yüce bir makam tayini vardır. Onlar sapıklıkları için şaşkınlık içinde bulunuyorlardı. Onlar senin nasihatlerine aldırış etmezler, doğru ile yanlışı birbirinden ayıramazlar.
İbni Abbas diyor ki: Allah, Muhammed (s. a.)'den daha değerli hiçbir kimseyi yaratmamıştır. Allah'ın ondan başka hiçbir kimsenin hayatına yemin ettiğini duymadım.
Bundan sonra Allah Tealâ onların azabının cinsini bildirmek üzere şöyle buyurdu: "Şafak vakti onları korkunç bir çığlık yakaladı" Onlara Cebrail (a.s.)'ın korkunç derecede yüksek, dehşetli sesi inmişti. Bu çığlık güneş doğarken onlara gelen helak edici korkunç sesti.
(Müşrikıyn) Şafak vaktine girdikleri halde demektir. Başlangıcı sabah namazı vakti, sonu güneşin doğduğu zamandır. Bu sebeple önce (Musbıhıyn): Sabah vaktine girdikleri halde denmiş, daha sonra (Müşrikıyn): Şafak vaktine girdikleri halde denmiştir.
"Çığlığın yakalanması" onları kahretmesi ve tamamen hâkim olmasıdır. Bu ses kasabalarının ta göklere kadar yükseltilip sonradan da altüst edilmesine ve üzerilerine pişmiş taşların gönderilmesine sebep olmuştur. Sayha, gökyüzünden gelen helâkedici şiddetli sestir.
"Biz onların kasabalarının üstünü altına çevirdik. Üzerilerine kızgın taşlar yağdırdık" ayetinin ihtiva ettiği mana budur. Yani biz şehrin üstünü, yerüstünde bulunan kısmını yerin dibine derinliklerine geçirdik. Ters-yüz ettik. Onların üzerlerine ateşte pişirilmiş kızgın, taşlaşmış çamurdan taşlar indirdik.
Geçen ifadelerden anlaşılmaktadır ki bu ayet Allah'ın onlara üç çeşit azapla azabettiğini bildirmektedir.
1- Korkunç şiddetli ses
2- Kasabaların ters-yüz edilmesi
3- Üzerlerine kızgın taşların yağdırılması.
Bundan sonra bu kıssadan alınacak ibreti zikrederek şöyle buyurdu: "Şüphesiz bunda ince düşünenler için nice ibretler vardır" Yani Lut kavmine gelen bu azab hakkında olaylardan ibret alan, küfür ve fuhuş ehline gelecek acıklı cezayı anlayan ince düşünceli ve feraset sahibi kimseler için nice ibretler vardır.
Bu münasebetle şunu ilâve edebiliriz: Buharî'nin et-Tarih el-Kebîr kitabında, Tirmizî, İbni Cerir, İbni Ebî Hatim, Ebû Nuaym ve İbni Merdüveyh'in Ebu Said el-Hudrî'den rivayet ettikleri hadis-i şerifte Efendimiz (s.a.)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Müminin ferasetinden korkun. Çünkü o Allah'ın nuruyla bakar." Bundan sonra Efendimiz (s.a.) şu ayeti okudu: "Şüphesiz bunda ince düşünenler için nice ibretler vardır."
Bundan sonra Cenab-ı Hak Mekke halkı ve benzerlerini olanlardan ibret almaya yöneltti ve şöyle buyurdu: "O ülkenin harabeleri yolunuz üzerinde dimdik ayakta durmaktadır." Yani bu azabın isabet ettiği Sodom şehri bilinen bir yol üzerindedir. Oradan gelip geçen yolculara gizli-kapah değildir. Kalıntıları günümüze kadar ayakta kalmıştır. Hicaz-Şam yolu üzerindedir. Bir başka ayette ise şöyle buyurulmuştur: "Şüphesiz sizler sabah-akşam onların memleketlerinden geçiyorsunuz. Hiç düşünmez misiniz?" (Saffat, 37/137-138).
"Şüphesiz ki bunda müminler için ibret vardır" Yani Lut kavmine yaptığımız bu helak ve yok etme, Lut'u ve ailesini kurtarmamız hususunda Allah'a ve peygamberlerine iman edenler için açık bir delil vardır. Yani bu kıssanın hedefinden gerçekten yararlananlar bu azabın Allah'ın peygamberlerinin intikamını almak olduğunu idrak eden müminlerdir. Allah'a inanmayanlara gelince bu helaki tabiatın yaptığını ve yeryüzündeki bazı değişikliklerden kaynaklandığını iddia etmektedirler. [8]
Şuayb Kavmi (Eyke Halkı) Kıssası Ve Semûd Kavmi (Hicr Halkı) Kıssası
78- Şüphesiz ki Eyke halkı zalim kimselerdi.
79- Biz onlardan da intikam aldık. Lut kavminin ve Eyke halkının harabeleri hâlâ işlek bir yol üzerindedir.
80- Şüphesiz Hicr halkı da peygamberleri yalanladılar.
81- Biz, onlara ayetlerimizi gönderdik. Ne var ki, onlar ayetlerimizden yüzçe-virdiler.
82- Onlar dağları oyarak, kendilerine emniyet içinde yaşayacakları evler yapıyorlardı.
83- "abahleyin onları korkunç bir çığlık yakalayıverdi.
84- Yaptıkları işler onları kurtaramadı.
85- Biz gökleri, yeri ve aralarındaki varlıkları yerli yerince yarattık. Kıyamet elbette kopacaktır. (Ey peygamber!) o halde güzel bir şekilde davran (Hoşgörülü ol.)
86- Şüphesiz ki her şeyi yaratan ve bilen ancak Rabbindir.
Açıklaması
Eyke halkı -Hz. Şuayb (a.s.) kavmi- Allah'ı şirk koşmaları yolkesicilik yapmaları, ölçü ve tartıda hile yapmaları sebebiyle zalim kimselerdi. Korkunç bir çığlık, şiddetli bir yer sarsıntısı ve (Yevmü'z-Zulle: Bulutlu gün) azabı ile Allah da onlardan intikam aldı. Halbuki onlar Hz. Lut (a.s.) kavminden sonra ama ona yakın bir zamanda ve yer olarak da onların kasabalarına yakın bir yerde yaşamışlardı. Bunun için Hz. Şuayb (a.s.) onları: "Lut kavmi sizden uzak değildir" (Hûd, 11/89) diyerek uyarmıştı.
İbni Merdüveyh ve İbni Asakir'in Abdullah b. Amr'dan rivayet ettikleri \iad\s-\ şerifte Çe^gamberinviı la.a.^ şöy\e. b\\y\iYmu%\a.Yd\r. "Medyetv ve Eyke halkı iki ümmet olup Allah bunlara Hz. Şuayb (a.s.)'ı peygamber olarak göndermişti."
"Biz Eyke halkından da intikam aldık..." Yani küfürlerine ve isyankârlıklarına karşılık olarak onları cezalandırdık.
Eyke halkını "Bulutlu günle cezalandırdık. O zaman onlara hiç gölge bulunmaksızın yedi gün şiddetli bir sıcaklık isabet etmişti. Sonra onlara bulut gönderdi. Bu bulutun gölgesine oturdular. Allah da onların üzerlerine ateş gönderip bu ateş de onları yakıp helak etti. Medyen halkını ise sayha (korkunç çığlık) ile cezalandırdık.
"Bu iki kavmin harabeleri hâlâ işlek bir yol üzerindedir." Yani Lut kavmine ait kasabalar ile Eyke halkının toprakları halkın Hicaz-Şam yolculuğu yaparken izledikleri işlek bir yol üzerindedir.
İmam: İzlenen, uyulan demektir. "Yol"a imam adı verilmiştir. Çünkü kişinin arzu ettiği yere varıncaya kadar izlediği ve uyduğu hafta yol denilmiştir.
Bundan sonra Cenab-ı Hak, Hicr Vadisinin halkı olan Semûd Kavmini zikrederek şöyle buyurdu: "Şüphesiz Hicr halkı da peygamberleri yalanladılar." Yani Semûd Kavmi peygamberleri Hz. Salih (a.s.)'i yalanladılar. Bütün peygamberler tevhid, Allah'a kulluk ve temel faziletli ameller hakkında aynı noktada ittifak ettikleri için, kim bir peygamberi yalanlarsa bütün peygamberleri yalanlamış olur.
"Biz onlara ayetlerimizi gönderdik..." Biz Hicr Vadisi halkına peygamberleri Hz. Salih (a.s.)'in duasıyla kupkuru bir kaya parçasından Allah'ın çıkardığı Dişi Deve" mucizesi gibi, Hz. Salih (a.s.)'in peygamberliğinin doğruluğuna delâlet eden mucizeler, deliller, ayetler verdik. Ancak onlar ayetlerimizden yüzçe-virdiler, mucize deveyi kestiler ve bundan ibret almadılar. Deve bu beldede dolaşıyor, o civarda bulunan küçük bir nehirden bir gün bu deve su içiyor, ertesi gün de vadi halkı bu nehirden su içiyorlardı. Devenin bu kabileye (Semûd Kavmine) yetecek kadar bol sütü vardı.
Semud Kavminin dağlardaki taşlan yontarak yaptıkları evleri vardı. Bu evlerin sağlamlığı sebebiyle korkusuz bir şekilde düşmanlardan emin olarak yaşıyorlardı. Bu evler Tebuk'e giderken Peygamberimiz (s.a.)'in uğradığı Hicr Vadisinde (Bugün Suudi Arabistan'da Medainü Salih denilen yerde) hâlâ müşahede edilmektedir. Efendimiz (s.a.) buraya gelince başını örtmüş, bineğini hızlandırmış, Buharî'nin ve başkalarının İbni Ömer'den rivayet ettiğine göre ashabına: "Azaba uğrayan kavimlerin evlerine ağlayarak girin. Ağlamazsanız, onlara isabet eden belâlar size isabet eder korkusuyla ağlamaya çalışın, ağlar gibi görünün."
"Sabahleyin onları korkunç bir çığlık yakalayıverdi. Semud Kavmi azgm-laşıp haddi aşıp da mucize deveyi kestiklerinde azabın kendilerine vaadedüen dördüncü gününde sabah vakti helak edici korkunç çığlık onları yakalamıştı. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurdu: "Salih dedi ki: Evlerinizde üç gün daha yaşayın. Bu yalanlanamayacak bir tehdittir." (Hûd, 11/65)
"Yaptıkları işler onları kurtaramadı." Rabbinin emri gelince bu mallarının onlara faydası dokunmadı. Edindikleri mallar bu azaba engel olamadı. Dağlarda kayaları yontup ev yapmaları, kendilerine (bahçeleri sulamada kullandıkları) su hususunda sıkıntı çekmemeleri için devenin bol su içmesine göz dikip nihayet deveyi kesmelerine sebep olan ekin ve meyvalardan istifade etmeleri gibi kazançlardan yeteri kadar yararlanamadılar. Bilâkis oldukları yerde helak oldular.
Allah Tealâ kâfirlere helak etmeyi haber verince sanki bir şahıs: Çok merhametli ve çok ikramsever olan Allah'a kullarına azab etmek ve onları helak etmek nasıl yaraşır? diye sormuş farzedilmektedir. İşte buna Cenab-ı Hak şu ayetle cevap veriyor: "Biz gökleri, yeri ve aralarındaki varlıkları" Hak ile yani adalet ve hikmetle "yarattık." Zulmederek yahut batıl olarak, boş yere yaratmadık. Bunun sebebi yaradılanlann ibadet ve taat etmeleri içindir. Bu ibadet ve taati bırakır, bundan yüzçevirirlerse adalet ve hikmetin gereği olarak onları helak etmek ve yeryüzünü onlardan temizlemek gerekli olmaktadır. Burada Peygamberimiz (s.a.)'i yalanlayanların ahirette azab görmelerinin hak, adalet hikmet ve bizzat beşer için maslahat olduğuna işaret edilmektedir.
"Kıyamet elbette kopacaktır." Yani kötülük işleyenleri yaptıklarına karşılık cezalandırmak, güzel amel işleyenlere de güzellikle mükâfat vermek için kıyamet günü şüphe yok ki gelecektir. Bu ayette isyankârlar için tehdit, itaatkârlar için teşvik vardır.
"O halde güzel bir şekilde davran" Yani Ya Muhammed, müşriklerden yüz-çevir. Onlardan karşılaştığın eziyetlere karşı yumuşak huyluluk ve müsamaha ile güzel bir şekilde yüzçevirerek tahammül et.
Bu emir insanlara güzel bir ahlâkla davranmaya çalışmaktır. Bu neshedil-memiş, hükmü devam eden bir emirdir. Her ne kadar "Güzel bir şekilde yüzçe-vir" emri, savaş emri geldikten sonra neshedilmiş kanaati yaygın olsa da.
Fahreddin Razî diyor ki: Müsamahakârlığın kılıç kullanma ayetiyle neshedilmiş olması uzak bir ihtimaldir. Çünkü bundan maksat güzel ahlâk, af ve müsamaha gösterilmesidir. Bu nasıl neshedilmiş olabilir![9]
"Şüphesiz ki her şeyi yaratan ve bilen ancak Rabbindir" Yani Rabbin çok çok yaratandır, her şeyi o yaratmıştır. İlmi çok geniştir. Her şeyi bilir.
Bu ayet öldükten sonra dirilmeyi, Allah Tealâ'nm kıyameti meydana getirmeye kadir olduğunu ispat etmektedir. Çünkü o hiçbir şeyi yaratmaktan âciz olmayan yüce yaratıcı ve parça parça olan ve yeryüzünün çeşitli bölgelerine dağılan cesetleri bilendir. Herkes ona dönecek, huzurunda hesaba çekilecektir. [10]
Allah Teala'nın Hz. Muhammed Mustafa (S.A.)'E Yaptığı Lütuflar
87- Şüphesiz ki biz, sana namazlarda tekrar tekrar okunan yedi ayeti (Fati-ha'yı) ve yüce Kur'anı verdik.
88- Sakın kâfirlerden bir kısmına verdiğimiz çeşitli dünya nimetlerine (heves- lenip) göz dikme. Onların âkibetlerine üzülme. Müminlere, merhamet kanatla- nm indir.
89. De ki: ,,Şüphesiz ki ben apaçık bir uyarıcıyım.»
90- Nitekim biz, bölücülere de emrimizi indirmiştik.
91- "Onlar Kur'an'ı (bir kısmına iman edip bir kısmına iman etmeyerek) parçalara böldüler"
92-93- Yapmış oldukları amellerden do- lay!» Rabbine yemin olsun ki, onların hepsini hesaba çekeceğiz.
94- (Ey peygamber!) Emrolunduğun şeyi açıkça tebliğ et. Müşriklerden yüzçevir.
95- Alay edenlere karşı biz sana yeteriz.
96- Onlar Allah'la beraber bir ilâh edinirler. Yakında bileceklerdir.
97- Şüphesiz ki biz, onların söylediklerinden senin canının sıkıldığını çok iyi biliyoruz.
98- Sen, Rabbini hamd ile teşbih et. Secde edenlerden ol.
99- Sana ecel gelinceye kadar, Rabbine ibadet et.
Açıklaması
"Allah'a yemin olsun ki, Ey peygamber! Biz sana Seb'ul-Mesanî'yi; namazlarda tekrar tekrar okunan yedi ayeti ve yüce Kur'anı indirdik."
1- "es-Seb'ul-Mesanî": Yedi ayeti olan ve namazın her rek'atında tekrarlanan Fatiha Suresi'dir. Besmele bu surenin yedinci ayetidir. Allah bu sureyi sadece size indirdi.
Buharî "es-Seb'ul-Mesanî" hakkında biri Ebû Said b. Muallâ'dan, diğeri Ebû Hureyre'den olmak üzere iki hadis-i şerif rivayet etmiştir:
a) Ebû Said b. Muallâ'nın hadisi şöyledir: Namaz kılarken Peygamberimiz (s.a.) yanıma uğradı. Beni çağırdı. Namazı bitirmeden onun yanına gitmedim Sonra gittim. Bana:
— Senin bana gelmene engel olan nedir? dedi. Ben de:
— Namaz kılıyordum, dedim Peygamberimiz (s.a.)
— Allah: "Ey iman edenler! Allah'ın rasulü sizi, kendinize hayat verecek şeylere davet ettiği zaman hemen Allah'ın ve rasulünün davetine icabet edin" (Enfal, 8/24) buyurmadı mı? Sana mescidden çıkmadan önce Kur'an'daki en büyük sureyi öğreteyim mi? Peygamberimiz (s.a.) Mescidden çıkmaya kalkınca ona sözünü hatırlattım. Şöyle buyurdu: "Elhamdülillahi Rabbil-Âlimîn, bana verilen es-Seb'ul-Mesanî ve yüce Kur'andır."
b) Ebû Hureyre'nin hadisi şöyledir: Peygamberimiz (s.a.) buyuruyor ki: "Kur'anın anası 'es-Seb'ul-Mesanî' Fatiha süresidir."
2- Bir başka görüşe göre es-Seb'ul-Mesanî yedi uzun sure: Kıssalar, hükümler ve cezaların tekrar edildiği; Bakara, Âl-i İmran, Nisa, Maide, En'am, A'raf, Enfal sureleridir.
3- Bir diğer görüşe göre: "es-Seb'ul-Mesanî"den maksat: Bütün Kur'andır. Buradaki atıf müteradif (eşanlamlı) iki kelimenin birbirine atfedilmesidir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Allah sözlerin en güzeli olan Kur'anı müteşabih (ayetleri birbirine benzeyen) mesani (karşılıklı hükümleri zikreden) bir kitap olarak indirmiştir." (Zümer, 39/23) Kur'an bir yönden müteşabih, diğer yönden mesanidir.
Tercih edilecek görüş Buharî'nin açıklamasının Fâtiha'nın es-Seb'ul-Mesa-ni olduğu hakkında kesin nass olmasıdır. Ancak İbni Kesir'in dediği gibi Fâti-ha'dan başkasında bu vasıf olduğunda ona bu vasfın verilmesine engel yoktur. Kur'an'ın tamamının da bu vasıfla anılması gerçeğe aykırı değildir. Ayet Küba Mescidi'nde nazil olmuştur. Bu hususta hiçbir çelişki yoktur. Bir şeyin bir isimle zikredilmesi aynı ortak vasfi taşıyan bir başka şeyin de aynı isimle anılmasına engel değildir.[11]
Bu büyük lütuftan sonra Cenab-ı Hak şöyle buyurdu: "Ey Rasulüm! -Hitap aslında ümmetinedir- Zenginlere verdiğimiz dünya hayatının zinetine he-zeslenme." Zira bunun ardından şiddetli bir ceza vardır.
"Onların içinde bulundukları dünya metaı ve geçici zevkleri bırakıp Allah'ın sana verdiği Yüce Kur'an ile iktifa et." mana şudur: Allah'ın sana yaptığı vahiyle iftihar et. O'nun nimetinin azametini takdir et. Dünyaya ve dünyanın zinetine ve dünya ehlini imtihan etmek için kendilerine verdiğimiz geçici süslere bakma. Onların içinde bulundukları duruma imrenme. Onların seni yalanlamalarına ve senin dinine muhalif olmalarına kırılma. Sen büyük bir nimet içerisinde olduğun zaman bu nimete göre diğer nimetler basit gelir, önemsiz sayılır. Bu ifade Kur'an'ın büyük bir servet, hayır ve kurtuluş yolu olduğuna delildir. Bu ayetin bir benzeri de: "(Ey Muhammedi) Bir kısım kâfirler, kendilerini imtihan etmek için verdiğimiz dünya hayatının süsünde sakın gözün olmasın." Tâ-Hâ, 20/131).
Hz. Ebubekir (r.a.) diyorki: "Kime Kur'an verilir de, başkasına kendisine verilen bu nimetten daha üstün bir nimetin dünyada verildiğini zannederse büyük nimeti küçültmüş, küçük nimeti büyültmüş olur."
"Onların durumuna üzülme" İslâm'ın kuvvet bulması müslümanlarm izzet bulması için, müşrikler iman etmiyorlar diye üzülme. Denilmiştir ki: Ayetin manası şöyledir: Onlara verilen bu dünya nimetine bakıp üzülme. Senin için ahirette daha üstün nimetler vardır.
Kafirlerin zenginlerine bakmaktan nehyettikten sonra Rasulüne müslümanlarm fakirlerine karşı alçakgönüllü olmayı emrederek şöyle buyurdu:
"Müminlere merhamet kanatlarını indir." Yani müminlere yumuşak davran. Tevazu ile davran. Onlara sert ve katı davranma. Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle buyurmaktadır: "Allah tarafından verilen rahmet sebebiyle onlara yumuşak davrandın. Eğer sen sert ve katı kalpli olsaydın, şüphesiz insanlar etrafından dağılır giderlerdi. Öyleyse onları affet ve onlar için Allah'tan mağfiret dile. İşlerinde onlarla istişare et. (Âl-i İmran, 3/159).
Bundan sonra Allah onu "uyarma" vazifesine yönelterek şöyle buyurdu: Ey Muhammedi De ki! Yalanlama ve dalâlette devam etmek sebebiyle peygamberlerini yalanlayan önceki ümmetlere gelen ve onları kuşatan intikam ve azab gibi acıklı bir azaptan uyarıcı ve kurtarıcıyım."
Buharî ve Müslim'in Sahihlerinde Ebû Musa el-Eş'arî'den rivayet edilen bir hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Benim ve Allah'ın, benimle gönderdiği kitabın misali şu adam gibidir: Adam kavmine gelir ve şöyle der: Ey kavmim! Ben düşman ordusunu gördüm. Ben gerçekten açık bir uyarıcıyım. Yetişin! Yetişin! Kavminden bir gurup ona itaat eder. Derhal yola çıkar, yürümeye devam eder ve kurtulurlar. Kavminden diğer gurup da onu yalanlarlar, yerlerinde dururlar. Düşman ordusu ansızın çıkagelir. Hepsini helak eder, yok eder. İşte bana itaat edip de benim getirdiğim kitaba uyan ile bana isyan edip benim getirdiğim Hak kitabı yalanlayan kimselerin misali budur."
"Nitekim biz bölücülere de emrimizi indirmiştik. Onlar Kur'an 'ı (bir kısmına iman edip bir kısmına iman etmeyerek)parçalara böldüler." (Hicr, 90-91).
(Ke-mâ enzelnâ) kelimesindeki kâfin müteallakı hakkında iki görüş vardır:
Birincisi: Kâfin müteallakı 87. ayettir. Yani senden önceki ehl-i kitaba (Yahudi ve Hristiyanlara) Tevrat ve İncili indirdiğimiz gibi sana da Kur'an'ı indirdik. Yahudi ve Hristiyanlar Kur'an'ı kısımlara ayırdılar. Tevrat ve İncil'e uygun olan kısmına iman ettiler. Bu iki kitaba aykırı olan kısmını inkâr ettiler. Kur'an'ı (kendi zanlarınca) Hak ve Batıl diye iki kısma ayırdılar.
Bu görüş Buharî, Said b. Mansur, Hakim ve İbni Merdüveyh'in İbni Ab-bas'dan rivayet ettikleri görüştür.
İkinci Görüş: Kâfin müteallakı 89. ayettir. Yani bu bölücülere -Yahudi ve Hristiyanlara- indirdiğimiz azab gibi Kureyş'i de azabın geleceği uyarısı ile uyar.
Bu durum, Kureyza ve Nadiroğulları'na uygulanan husustur. Beklenen şey olmuş gibi telakki edilmiştir. Bu mucizedir. Olacak bir şeyi haber vermektir. Bu da olmuştur, gerçekleşmiştir.
Bu iki görüşten herbiri bölücüleri Ehl-i Kitaptan saymaktadır. Bölünen yani kısım kısım telakki edilen Kur'an'dır. Burada Kur'an'la kastedilen okudukları kitaplardır. Bunlar bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr ettiler. Bu Peygamberimiz (s.a.)'i teselli babından olmaktadır. Zira onun kavmi (Kureyşli-ler) Kur'an hakkında sihirdir, şiirdir yahut kâhinliktir, demişlerdir.
Burada bir üçüncü görüş daha vardır ki, bu da İbni Abbas'dan rivayet edilmiştir. Fahreddin Razî bunu birinci görüş olarak saymıştır. İbni Abbas bu rivayette şöyle demiştir: Bunlar Mekke yollarını aralarında taksim eden kimselerdir. İnsanları, Rasulullah (s.a.)'a iman etmekten menetmektedirler. Sayılan 40 kadardı.
Mukatil b. Süleyman: Sayıları 16 kişiydi. Bunları Velid b. Mugire Hac Mevsiminde görevlendirmişti. Bunlar aralarında Mekke'nin tepelerini ve yollarını bölüşmüşlerdi. Buradan Mekke'ye gelenlere: İçimizden çıkıp da peygamberlik iddia eden kişiye aldanmayın. Çünkü bu adam mecnundur, diyorlar. İnsanları o sihirbazdır, kâhindir veya şairdir diye Peygamberimiz (s.a.)'den nefret ettirmeye çalışıyorlardı. Allah da onlara rezil-rüsvay edici bir hastalık gönderdi, en kötü bir ölümle öldüler. Ayetin manası: Ben sizi bu bölücülere inen belâ gibi bir belânın gelmesine karşı uyarıyorum, şeklindedir.[12] Bu durumda bölücüler Kureyşlilerdir.
Bu uyarıdan sonra Cenab-ı Hak amellerinin hesabı görüleceğine dair yüce zatına yemin ederek şöyle buyurdu: "Rabbine yemin olsun ki hepsine soracağız" Yani Allah'a yemin olsun ki, bütün kâfirlere ihtar ve azarlama suali olarak söz ve hareketlerinden soracağız. Onlara bunun karşılığını tam olarak vereceğiz.
Ebu'l-Âliye, bu ayeti şöyle tefsir etti: Allah, kıyamet günü bütün kullara şu iki şeyi soracak: neye kulluk ettiklerini ve peygamberlere ne şekilde cevap verdiklerini soracak.
İbni Ebî Hatim, Muaz b. Cebel'den rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur: Ya Muaz! Kişi kıyamet günü bütün davranışlarından sorulacak: Hatta gözlerinin sürmesinden, parmağındaki çamur artıklarından bile sorulacaktır. Sakın kıyamet günü senden başkasının Allah'ın sana verdiği nimetle senden daha mesud olduğunu görmiyeyim. (Sen kıyamette en mes'ud insan olmaya çalış.)
Ey Peygamber! Senin görevin uyarıcı olmak ve amellerinin hesabının görülmesi mutlak bir hakikat ise senin üzerine düşen sadece açıktan davette bulunmaktır. Artık davette gizlilik merhalesi sona ermiştir. Cenab-ı Hak buyurdu ki: "Emrolunduğun şeyi insanlara açıkça tebliğ et" Yani davetinin tebliğini herkese açıkça yap. Bununla müşriklerin karşısına çık. Onlara aldırış etme. Şüphesiz ki Allah seni koruyacak ve onların şerrinden muhafaza edecektir. Müşriklerden yüz çevir. Yani Rabbinden sana inen hususları tebliğ et. Seni Allah'ın ayetlerinden menetmek isteyen müşriklere aldırma.
"May edenlere karşı biz sana yeteriz." Bu Rabbani bir teminat ve korumadır. Biz seninle alay edenlerin, sana düşmanlık edenlerin gayretlerine, seni ve Kur'an'ı alaya alanların şerrine karşı sana yeteriz. Bunlar müşriklerden güç-kuvvet sahibi bir topluluktu. Bunlar beş kişiydi: Velid b. Mugire, Âs b. Vail, Adiy b. Kays, Esved b. Muttalib ve Esved b. Abdi-Yegûs.
Cebrail Rasulullah (s.a.)'a, ben onlara karşı sana yardımcı olmakla emro-lundum, dedi.
Velid'in topuğuna işaret etti. Elbisesine bir ok ilişti. Kibrinden onu çıkarmaktan imtina etti. Bu ok topuğundaki bir damara isabet etti ve öldü.
Âs b. Vail'in dizine işaret etti. Âs b. Vail dizine giren bir diken sebebiyle öldü. Esved b. Muttalib'in gözlerine işaret etti. Esved'in gözleri kör oldu. Adiy b. Kays'ın burnuna işaret etti. Adiy irin sümkürdü ve öldü.
Esved b. Abdi-Yegûs'e işaret etti. Esved o sırada bir ağacın dalında oturuyordu. Hemen bir derde tutuldu. Başını ağaca toslamaya, yüzünü dikenle yaralamaya başladı. Nihayet öldü.[13]
Bu alay edenler müşrik idiler. Bunun için Allah bu kişileri "Onlar Allah'la beraber bir ilâh edinirler" Allah'a faydası ve zararı dokunmayan kimseleri şirk koşarlar. Onlar işlerinin âkibetini, şirklerinin sonunu, küfürlerinin neticesini "Pek yakında bileceklerdir." Bu ifade onların sonuçlarının kötü olacağı şekilde bir tehdit ve ihtardır.
Bundan sonra Cenab-ı Hak müşriklerden karşılaştığı eziyete karşı peygamberini teselli ederek şöyle buyurdu: "Şüphesiz ki biz onların söylediklerinden senin canının sıkıldığını çok iyi biliyoruz." Ya Muhammedi Biz müşriklerin alaylarından ve şirklerinden senin eziyet çektiğini gönlünün daraldığını gayet iyi biliyoruz. Bu durum seni Allah'ın dâvasını tebliğ etmekten uzaklaştırmasın. Sadece O'na tevekkül et. Çünkü O sana yeter, onlara karşı O sana yardımcıdır. Daralmayı ve endişeyi gidermek için O'na iltica et. "Sen Rabbini hamd ile teşbih et. Secde edenlerden ol. Sana ecel gelinceye kadar Rabbine ibadet et."
Yani Allah'ın zikriyle, O'na hamdetmekle, O'na teşbih etmekle, O'na ibadet etmekle (namazla) meşgul ol. Sana ölüm gelinceye kadar buna devam et.
Burada ölüm "yakın" kelimesiyle adlandırılmıştır. Çünkü o yakînen olacak bir olaydır. Bu tefsirin delili Allah Tealâ'nın Cehennemliklerden naklettiği şu sözleridir: "Cehennemlikler dediler ki: Biz namaz kılanlardan değildik. Yoksullara bir şey yedirmezdik. Batıla dalanlarla beraber biz de dalardık. Ceza gününü yalanlardık. Ölüm (yakîn) gelene kadar bu halde devam ettik." (Müddes-sir, 74/43-47).
Bu ayet gönül darlığının ilâcının teşbih, takdis, tahmid ve çokça namaz kılmak olduğuna ve namaz gibi ibadetin aklı sabit olduğu müddetçe her insana farz olduğuna işaret ediyor. Kişi durumuna göre namaz kılacaktır.
Nitekim Buharî'nin Sahihinde İmran b. Husayn (r. a)'den rivayet edilen bir hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Namazı ayakta kıl. Gücün yetmezse oturarak, ona da gücün yetmezse yatarak kıl."
Bu ifadeler ayette zikredilen "Yakîn" kelimesinin "Ma'rifet" manasında olduğunu iddia eden bazı dinsizlerin ne büyük bir yanlışlık içinde bulunduğuna delildir. Onlara göre onlardan biri marifete ulaşınca ondan mükellefiyet sakıt olur. Bu inanç -İbni Kesir'in dediği gibi- küfür, sapıklık ve cehalettir. Çünkü peygamberler ve onların ashabı insanlar içerisinde Allah'ı en iyi bilen, O'nun haklarını ve sıfatlarını ve O'nun lâyık olduğu ta'zimi en iyi bilen kimseler idiler. Bunun yanında insanların en çok ibadet edenleri ve vefat anına kadar hayır işlemeye devam edenleri idiler.
Peygamberimiz (s.a.) bir sıkıntı olduğu zaman, bir iş zorlaştığı zaman derhal namaza koşardı.
Ahmed b. Hanbel, İbni Ammar'ın Peygamberimiz (s.a.)'den şu hadis-i kudsî-yi duyduğunu nakleder: Allah Tealâ şöyle buyuruyor: Ey Ademoğlu! Günün ilk saatlerinden dört rekat kılmaktan âciz olma ki, sonunda senin yardımcın olayım." [14]
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/239-241.
[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/245-247.
[3] Razî, XIX/169; Zemahşerî, 11/188.
[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/251-254.
[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/259-261.
[6] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/265-266.
[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/269.
[8] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/275-280.
[9] Razî, XIX/206.
[10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/284-286.
[11] İbn Kesir, 11/557.
[12] Razî,XIX/211.
[13] Razî, XIX/215; Kurtubî, X/62; İbni Kesir, 11/559.
[14] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/292-296.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder